article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
direktöründe değişikliğe gidilince görevinden ayrıldı. 1972-73 sezonu başında, bu kez Bursaspor'un teknik direktörlüğünü yapan Kaloperović'in yardımcısı oldu. Sezon ortasında Kaloperović'in görevden ayrılmasıyla Bursaspor'un teknik direktörlüğüne getirildi ve 1973 yılının sonuna kadar görevini sürdürdü. Sonrasında ise Galatasaray'da yöneticilik ve çeşitli gazetelerde spor yazarlığı yaptı. 13 Eylül 1991'de, Boğaziçi Köprüsü çıkışında geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.
2 Şubat 1936 tarihinde, İzmir'in Karşıyaka ilçesinin Çiftefırınlar mahallesinde, daha önce sekiz kız çocuğu olan; ancak beşi yaşamını yitiren üç kız çocuklu ailenin dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası fabrikada makine işçisi olarak çalışan Hasan Oktay, annesi ev hanımı Fatma Oktay'dı. Kardeşlerinin adları ise Adviye, Nermin ve Münevver idi.
Metin Oktay, öğrenim hayatına ancak Karşıyaka Soğukkuyu İlkokulu'nda başladı. Ailesiyle birlikte Alsancak'a taşınmasının ardından, ilkokul ikinci sınıftan itibaren Alsancak İlkokulu'nda okudu. Sonrasında ise İzmir İnönü Lisesi ve Mithatpaşa Erkek Sanat Enstitüsü Mobilya Bölümünde öğrenim gördü. Oktay, Mithatpaşa'nın okul futbol takımının kadrosunda da yer aldı.
Oktay futbol kariyerine 1952 yılında, doğduğu il olan İzmir'in amatör takımlarından Damlacıkspor'un altyapısında başladı. Futbolcu Sait Altınordu'ya olan hayranlığından ötürü burada 8 numaralı formayla mücadele etti. Çeşme'nin Alaçatı beldesinde oynanan ve 4-1 kazanılan hazırlık maçında 2 gol atan Oktay'a teknik direktör Arif Hantal tarafından verilen 2,5 lira, kendisinin futboldan kazandığı ilk paraydı. 1952'de, Adnan Süvari'nin futbolcu-teknik direktör olarak görev yaptığı Yün Mensucat ile aylık 300 lira maaşla anlaştı. Bu dönemde genç millî takımda yer aldı ve büyük kulüplerin dikkatini çekti. Beşiktaş ve Adalet ile yapılan transfer görüşmeleri olumsuz sonuçlandı. 1954'te, 5.000 lira transfer bedeli ve aylık 500 liralık maaş karşılığında İzmir Profesyonel Ligi'nde mücadele eden İzmirspor ile profesyonel sözleşme imzaladı.
İzmirspor formasıyla İzmir Profesyonel Ligi'nin 1954-55 sezonunda çıktığı 18 maçta 17 gol atarak gol krallığı yaşadı. Takım ise ligi şampiyonlukla tamamlamıştı. 7 Mayıs 1955'te Beşiktaş ile oynanan ve 1-0 kaybedilen Atatürk Kupası maçında ilk kez, denenme amaçlı Galatasaray forması giydi. 1 Temmuz 1955'te ise, Gündüz Kılıç'ın teknik direktörlüğünü yaptığı Galatasaray ile 5 yıllık sözleşme imzaladı. Oktay'a, imzaladığı sözleşme karşılığında taksi plakalı Chevrolet marka bir otomobil verildi.
28 Ağustos 1955'te Beyoğluspor ile oynanan ve 3-0 kazanılan hazırlık maçında yeni takımıyla imzaladığı sözleşmenin ardından ilk maçına çıkarken, ilk golünü de bu maçta attı. 9 Ekim 1955'te, İstanbulspor ile oynanan İstanbul Profesyonel Ligi maçında Galatasaray formasını resmî bir maçta ilk kez giydi. 3-0 Galatasaray'ın üstünlüğüyle sona eren maçta takımının üçüncü golünü attı. 16 Ekim günü Fenerbahçe karşısında oynayarak iki takım arasındaki ilk derbi maçına çıktı. 6 Kasım'da oynanan ve 5-4 kazanılan maçta ise ilk kez bir Beşiktaş derbisinde oynarken, iki de gol kaydetti. 11 Nisan 1956'da, İstanbul'daki Mithatpaşa Stadyumu'nda Brezilya'nın Vasco de Gama takımıyla yapılan ve 1-0 kaybedilen maçta ilk kez yabancı bir takıma karşı forma giymiş oldu. İlk sezonunda ligde oynadığı 17 maçta attığı 19 golle gol krallığı yaşadı. Galatasaray'ın ligde sezonu şampiyon olarak tamamlamasıyla takımındaki ilk sezonunda şampiyonluğa ulaşırken; Galatasaray da 1956-57 sezonu için Şampiyon Kulüpler Kupası'na 1. turdan katılmaya hak kazandı.
26 Ağustos 1956'da, deplasmanda Dinamo București ile oynanan ve Galatasaray'ın 3-1 kaybettiği Şampiyon Kulüpler Kupası ön eleme maçı, Türk takımlarının Avrupa kupalarındaki ilk maçı olarak tarihe geçti. Bu maçta takımının tek golünü kaydeden Metin Oktay ise Avrupa kupalarında gol atan ilk Türk oyuncu oldu. 16 Eylül'de, kulübün kuruluşunun 50. yılı kutlamaları için yapılan etkinlikler kapsamında Dinamo Sofya ile oynanan ve 2-1 kaybedilen hazırlık maçında sakatlanması sebebiyle, 19 Eylül günü Emniyet ile oynanacak olan İstanbul Profesyonel Ligi'nin 1956-57 sezonunun açılış maçında forma giyemedi. Galatasaray, 30 Eylül'de Dinamo București ile yapılan Şampiyon Kulüpler Kupası rövanş maçından 2-1'lik galibiyetle ayrılsa da kupadan elenmekten kurtulamadı. Bu maçta takımın ilk golü Kadri Aytaç'tan gelirken, galibiyeti getiren golü Metin Oktay atmıştı. 13 Ekim'deki Galatasaray'ın 5-2'lik üstünlüğüyle sona eren kendi açısından ligin ilk maçı olan Beyoğluspor mücadelesinde penaltıdan bir gol atarak lige de golle başladı. 23 Mart 1957'deki 6-1 kazanılan Kasımpaşa maçında attığı dört golle gol atarak takımdaki ilk kez hat trick yaptı. Bu sezonda attığı 17 golle ligde ikinci kez gol kralı olurken; Fenerbahçe ile aynı puana sahip olan Galatasaray, averaj hesabı sonucunda şampiyonluğu rakibi Fenerbahçe'ye kaptırdı. O sezon lige ek olarak, Şampiyon Kulüpler Kupası'na gidecek takımı belirlemek amacıyla Federasyon Kupası da düzenlenmişti. Oktay'ın toplamda dört gol attığı turnuvanın final grubunu lider tamamlayan Beşiktaş, sonraki sezonda Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mücadele etme şansını elde eden taraf oldu.
1957-58 sezonuna gollerle başlayarak oynadığı ilk üç lig maçında dört gol attı. 28 Ekim 1957'deki 6-1'lik ligin ilk yarısının kapanış mücadelesi olan Beyoğluspor maçında üç gol kaydetti. İkinci kez düzenlenen Federasyon Kupası'ndaki ilk maçı olan ve 16 Kasım 1957'de oynanan 10-0'lık Anadolu maçında beş gol atarak, o ana kadar oynadığı resmî maçlar içinde ilk defa bir maçta beş gol atmış oldu. Kasımpaşa ile oynanan ligin ikinci yarısının açılış maçında Kadri Aytaç ile birlikte hat-trick yaparak maçın 8-1 sonuçlanmasında önemli rol oynadı. Sezon genelinde 17 lig maçına çıkıp 19 gol kaydederek İstanbul Profesyonel Ligi'nde üçüncü kez gol kralı olurken, takımı Galatasaray ligi şampiyon olarak tamamladı. Federasyon Kupası'nda da 10 gol kaydeden Oktay, Lefter Küçükandonyadis ile birlikte turnuvanın en golcü oyuncusu oldu. İstanbul Profesyonel Ligi'nin son sezonu olan 1958-59 sezonuna ise geçen sezona göre gol bakımından tutuk bir başlangıç yaptı ve oynadığı ilk beş maçta gol atma başarısını gösteremedi. 8 Ekim 1958'deki Kasımpaşa maçında rakip filelere bıraktığı iki gollü maçla başlayan bir gol serisi yakaladı ve oynadığı beş lig maçında 14 gollük bir performans sergiledi. 15 Kasım'daki 4-0'lık Adalet maçında tüm goller Oktay'dan gelirken; 29 Kasım'daki 3-2'lik Karagümrük maçında üç, 27 Aralık'taki 6-0'lık Beykoz maçında ise dört gol kaydetmişti. Bu serinin ardından üç maç boyunca gol atamayan Oktay, ligin son üç maçında 8 gol atmayı başardı. 8 Şubat 1959'daki 6-0'lık Adalet maçında ise dört gol birden atmıştı. 1958-59 sezonunda attığı 22 golle, İstanbul Profesyonel Ligi'nde üst üste dördüncü kez gol kralı olma başarısını gösterdi. 8 sezon düzenlenen ligde toplamda 66 maça çıkıp 77 gol kaydeden Oktay, lig tarihinin de en golcü oyuncusu oldu.
1959 yılında, Millî Lig adı altında ulusal bir lig kuruldu. Ligdeki ilk maçına 21 Şubat 1959'da, Demirspor karşısında çıktı ve 2-0 sonuçlanan maçtaki iki gol de kendisinden geldi. 22 Mart'taki 5-0 sonuçlanan Göztepe maçında ise üç gol atan Oktay, 13 maç oynadığı ligin ilk aşamasını 10 golle tamamladı. İki grup halinde düzenlenen ligin ilk aşamasında kendi grubunu birinci sırada tamamlayan Galatasaray ile diğer grubun birincisi Fenerbahçe arasında iki ayaklı bir final düzenlendi. İlk maç 10 Haziran 1959'da, Mithatpaşa Stadyumu'nda oynandı. Maçın 13. dakikasında yaşanan olayların ardından Yugoslav hakem Marković, Metin Oktay'a kırmızı kart göstererek onu oyundan attı. Bu kararın ardından saha karıştı, sonrasında ise hakem kararını geri alarak Oktay'ın tekrar oyuna girmesini sağladı. 37. dakikada sol kanattan ilerleyen Oktay'ın çektiği şut golle sonuçlanırken, kalenin ağlarını da deldi. Önce aut kararı verilse de sonrasında karar, gol olarak değiştirildi. Bu golle Galatasaray, maçı 1-0 kazandı. 19 Haziran'da oynanan ikinci maçı ise 4-0'lık skorla kazanan Fenerbahçe, 1959 sezonunun şampiyonu oldu. Toplamda 11 gol atmayı başaran Metin Oktay ise Millî Lig'in ilk sezonunu gol kralı olarak tamamladı.
1959-60 sezonunda, 1959 sezonundaki sistemden farklı olarak 20 takımın yer aldığı lig, tek aşamalı olarak düzenlendi. 26 Ağustos 1959'da, Beykoz karşında çıktığı ilk maçta gol atmayı başaran Oktay, 30 Eylül'deki Karagümrük maçının birinci dakikasında sağ ayak bileğinden yaşadığı sakatlık sebebiyle bir süre takımdan ayrı kaldı. 24 Ekim 1959'daki 8-0'lık Altınordu maçıyla sakatlık sonrası ilk kez forma giyen Oktay, bu maçta attığı beş golle kariyerinde ikinci kez bir maçta beş gol atma başarısını gösterdi. 3 Şubat 1960'taki 5-1'lik Vefa ve hemen ardından 6 Şubat'taki 4-0'lık Kasımpaşa maçlarında üçer gol kaydetti. Sezonu, ligde oynadığı 33 maçta attığı 33 golle tamamlayan Oktay, maç başına 1 gol ortalaması yakalayarak tekrar ligde gol kralı oldu. Galatasaray ise, Beşiktaş'ın şampiyon olduğu sezonu üçüncü sırada tamamlamıştı.
1960-61 sezonuna, Vefa ve Feriköy ile art arda oynadığı ilk iki lig maçında attığı birer gollerle başlangıç yaptı. 15 Eylül günü, askerliğini sekiz gün eksik yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. 45 günlük hapis cezasının ardından, 28 Ekim günü serbest bırakıldı. Hapisten çıktığı günün hemen sonrasında, 29 Ekim 1960'ta oynanan ve 3-0 kazanılan Karagümrük maçında iki gol kaydetti. 3 Aralık'taki PTT deplasmanında yaptığı hat-trick ile takımına 3-1'lik galibiyeti getiren isim oldu. Hemen ertesi gün oynanan Şekerhilâl maçında hat-trick yapma başarısını göstererek alınan 6-0'lık galibiyetin önemli isimlerinden oldu. Ertesi hafta oynanan ve maçın tek golünü attığı 1-0'lık Göztepe deplasmanında sakatlanmasına rağmen, 18 Aralık günü oynanan ve 5-0 kazanılan Fenerbahçe derbisinde forma giydi ve maçta dört gol kaydetti. Bu sayede Galatasaraylı Celal İbrahim ve Fenerbahçeli Zeki Rıza Sporel'in ardından iki takım arasında oynanan maçlar içinde bir maçta dört gol birden atan üçüncü oyunc |
u oldu. 15 Nisan 1961'deki 5-0'lık Beykoz ve 23 Nisan'daki 4-0'lık Altay maçlarında da üçer gol atan Oktay, 30 lig maçında attığı 36 golle üçüncü kez düzenlenen Millî Lig'de üçüncü gol krallığını yaşadı. Takımı Galatasaray ise, Fenerbahçe'nin ardından ligde ikinci sırayı elde etti.
10 Temmuz 1961'de, 300.000'i Galatasaray'a ödenen 675.000 Türk lirası karşılığında, 1959 ile 1961 yılları arasında Galatasaray'ı çalıştıran Leandro Remondini'nin teknik direktörlüğünü yaptığı ve o sezon Serie A'ya yükselen İtalya'nın Palermo takıyla 2 yıllık sözleşme imzaladı. Aylık maaşı ise 250.000 İtalyan lirası (3.750 Türk lirası) olarak belirlendi. Böylece Metin Oktay; Şükrü Gülesin, Bülent Esel, Bülent Eken ve Lefter Küçükandonyadis'ten sonra İtalya'da top koşturan beşinci Türk futbolcu oldu.
Palermo formasıyla ilk maçına 13 Ağustos 1961'de, Sporting CP ile yapılan hazırlık maçında çıktı. 2-0'lık Palermo galibiyetiyle sonuçlanan maçın iki golü de Oktay'dan geldi. 3 Eylül'de, SPAL karşısında ilk Serie A maçına çıktı. Aynı zamanda ligdeki ilk golünü attığı karşılaşmayı Palermo 3-1'lik skorla kaybetti. Ligin dördüncü haftasındaki Roma deplasmanında alınan 5-2'lik mağlubiyette bir röveşata golü attı. Sonrasında yaşadığı sakatlık sebebiyle yaklaşık üç hafta takımdan ayrı kaldı. Sakatlığı atlatmasının ardından ilk maçına 8 Ekim'de, 0-0'lık Juventus karşısında çıktı. millî takım maçları sebebiyle Türkiye'ye gelen Oktay, Galatasaray'ın 1 Kasım'da Gençlerbirliği ile oynadığı ve 2-1 kazandığı hazırlık maçında forma giyme şansı elde ederken, takımının ikinci golünü attı. İtalya'ya dönmesinden birkaç gün sonra, 19 Kasım'da oynadığı Calcio Lecco 1912 maçının ardından sağ ayak bileğinden bir sakatlık yaşadı. 7 Ocak'taki Milan maçının son dakikalarında oyuna dahil oldu ve sakatlık sonrası ilk kez forma giydi. 4 Şubat'ta, Palermo'nun kendi sahasında aldığı 3-1'lik Sampdoria galibiyette son gol Oktay'dan geldi. Kısa bir süre sonra ayak sakatlığının nüksetmesinin ardından kadroda yer bulamayan ve B takımda oynayan Oktay hakkında basında sık sık Galatasaray'a döneceği yönünde haberler yer almaya başladı. 3 Nisan 1962'de Palermo, Galatasaray ile İstanbul'da bir hazırlık maçı yaptı. Metin Oktay'ın Galatasaray formasıyla mücadele ettiği maç 2-1'lik Galatasaray galibiyetiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra herhangi bir resmî maçta oynamayan Oktay'ın, 25 Temmuz 1962 tarihinde Galatasaray'a transferi gerçekleşti ve kulüple iki yıllık sözleşme imzaladı.
Metin Oktay, yaklaşık bir sene süren Palermo kariyerinde tamamı ligde olmak üzere 12 resmî maça çıkarken, 3 gol atmayı başardı.
1962-63 sezonuna Galatasaray, hazırlık turnuvası niteliğindeki TSYD Kupası'nı kazanarak başladı. Bir önceki sezonu şampiyon tamamlaması sebebiyle 1 turdan katıldığı Şampiyon Kulüpler Kupası'ndaki ilk maçını 9 Eylül 1962'de, Dinamo București ile oynanan ve takımının tek golünü kaydeden Oktay, deplasmandan 1-1'lik beraberlikle dönülmesini sağladı. 16 Eylül'deki ikinci maçta da rakip filelere bir gol göndermeyi başarırken maçı 3-0 kazanan ekip, bir üst tura yükseldi. Öte yandan lig, 1962-63 sezonunda iki aşamalı olarak düzenlendi. Oktay, Galatasaray'ın yer aldığı kırmızı gruptaki sezonun ilk maçına 22 Eylül 1962'de Göztepe karşısında çıkarken, İtalya dönüşünde oynadığı ilk lig maçında attığı golle takımına 1-0'lık galibiyeti getirdi. 7 Kasım 1962 tarihindeki 4-1 sonuçlanan Polonia Bytom maçında attığı 3 golle, Avrupa kupalarında hat-trick yapan ilk Türk futbolcu oldu. Bu sezon 28'i lig olmak üzere 39 maça çıkan ve 38'i ligde olmak üzere 47 gol atmayı başaran Oktay, en verimli sezonunu geçirdiği ligde gol kralı olmasının yanı sıra 1,46'lık maç başına gol ortalaması tutturarak Süper Lig tarihinin bu alanda en başarılı ismi oldu. Galatasaray, 1962-63 sezonunda hem ligde hem de Türkiye Kupası'nda şampiyonluğa ulaştı.
1963-64 sezonunda ligde oynanan 34 maçın 32'sinde oynadı ve 18 gol attı. Attığı 19 golle gol kralı olan Güven Önüt'ün gerisinde kalan Oktay, Türkiye'deki profesyonel kariyeri boyunca ilk kez gol kralı olmayı başaramadı. Galatasaray ise ligde, şampiyonluğa ulaşan Beşiktaş'ın 11 puan gerisinde, üçüncü sırada yer aldı. Öte yandan takım, sezonu Türkiye Kupası şampiyonluğuyla tamamladı. Ertesi sezon Galatasaray ligi yine üçüncü sırada bitirirken, üst üste üçüncü kez Türkiye Kupası'nın sahibi oldu. İki ayaklı olarak oynanan finaldeki tek gol, ikinci maçta Oktay'ın ayağından gelmişti. Bu sezon ligde 17 gol atmayı başaran Oktay, tekrar gol kralı oldu.
Metin Oktay, 1968-69 sezonu sonunda, 23 Ağustos 1969 tarihinde Mithatpaşa Stadyumu'nda Galatasaray ile Fenerbahçe arasında oynanan ve 1-1 sonuçlanan jübile maçıyla futbolculuk kariyerini noktaladı. Maçın son kısımlarında Fenerbahçe oyuncusu Can Bartu ile formalarını değiştirdi ve bu iki oyuncu kalan dakikaları karşı takımlarda oynandı. Daha sonrasında Oktay için, doğduğu il olan İzmir'deki Alsancak Stadı'nda da bir jübile maçı yapıldı. Göztepe ile Galatasaray arasında oynanan maç, Göztepe'nin 1-0'lık galibiyetiyle sonuçlandı.
11 Nisan 1954'te, Batı Almanya'nın Leverkusen şehrinde Türkiye 18 yaş altı millî takımının Belçika'yı 4-0 yendiği ve kendisinin iki gol attığı 1954 Dünya Gençler Şampiyonası maçında ilk kez millî formayı giydi.
Türkiye formasıyla ilk maçına 18 Aralık 1955'te, Portekiz ile oynanan hazırlık karşılaşmasında çıktı. Bu maçı 3-1 kazanan Türkiye'nin ikinci golü Oktay'dan geldi. 25 Aralık'ta, Fransa B takımıyla oynanan ve 3-1'lik skorla kaybedilen Akdeniz Kupası maçında da takımın tek golünü kaydetti. 1950'li yıllarda oynadığı maçlarla dikkat çeken, "Altın Takım" olarak adlandırılan ve aldığı 46 galibiyet, 6 beraberlikle son 52 maçında yenilmeyen Macaristan karşısında Türkiye'nin 19 Şubat 1956'da, Mithatpaşa Stadyumu'nda aldığı 3-1'lik galibiyette attığı golle pay sahibi oldu. 1957 yılında oynadığı dört maçı da golsüz geçti. 4 Mayıs 1958'de, Amsterdam'daki hazırlık maçında Hollanda karşısında attığı iki golle takımına 2-1'lik galibiyeti getirdi.
1962 FIFA Dünya Kupası elemelerinde oynadığı dört maçta üç gol atsa da Türkiye, üç takımdan oluşan grubunu Sovyetler Birliği'nin ardından ikinci sırada tamamlayarak kupaya katılma şansı elde edemedi. 10 Ekim 1962'de, Etiyopya ile oynanan yılın ilk millî maçında üç gol birden atarak hat trick yapma başarısını gösterdi. Sonrasındai dört maçında sessiz kalsa da 27 Eylül 1964'teki Polonya maçında bir, Turgay Şeren'in yokluğunda ilk kez takım kaptanı olarak sahaya çıktığı 1 Kasım 1964'teki Mısır maçında iki gol birden atmayı başardı. Sonrasındaki beş maça da kaptan olarak sahaya çıktı ve bu maçların sadece birinde, 9 Mayıs 1965'teki Bulgaristan mücadelesinde gol atmayı başardı. Turgay Şeren'in takım kaptanı olduğu 30 Mayıs 1966'daki Danimarka maçının ardından yaklaşık 2,5 yıl süreyle millî formadan uzak kaldı.
11 Aralık 1968'de, 1970 FIFA Dünya Kupası elemeleri kapsamında Kuzey İrlanda ile oynanan ve takım kaptanı olarak yer aldığı maçta son kez millî formayı giydi. Toplamda 36 A millî maçta forma giyen Oktay, 19 gol atmayı başardı.
Türkiye Ligi'nde attığı 217 golle bir rekora imza atan Oktay, 1962-63 sezonunda 26 maçta attığı 38 golle bir sezonda en fazla gol rekorunu kırdı. Bu rekor 1988'de 39 golle Tanju Çolak tarafından kırıldı, 1997'de ise Hakan Şükür tarafından egale edildi.
1959 yapımı "Gönül Kimi Severse" adlı filmde küçük bir rolde, kendisi olarak yer aldı. Yine bu filmde Millî Lig'in 1959 sezonunun final maçlarının görüntüleri de yer almaktadır. 1965 yılında, senaryosu kendi yaşamı üzerine kurulan, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı "Taçsız Kral" filminde Ajda Pekkan, Ayten Gökçer ve Gönül Yazar ile başrol oynadı.
Metin Oktay, futbolu bıraktıktan sonra yine futbolla ilgili çeşitli işler yaptı. 1969-70 sezonunda Galatasaray teknik direktörü Tomislav Kaloperović'in yardımcılığını üstlendi. Sezon sonunda Kaloperović'in takımdan gönderilmesiyle Oktay da görevinden ayrıldı. Galatasaray'ın 7. sırada tamamladığı sezonun ardından, Haziran ayında düzenlenen 1970 FIFA Dünya Kupası için Meksika'ya, basın görevlisi olarak gitti.
1972 yılında, 5.000 lira maaşla Bursaspor teknik direktörü Kaloperović'in yardımcılığına getirildi. 11 Şubat 1973'teki 1-0'lık Giresunspor mağlubiyetinin ardından istifa eden Kaloperović'in yerine takımın başına geçti. 1972-73 sezonunun geri kalanında görev aldığı Bursaspor, Türkiye 1. Futbol Ligi'ni 10. sırada tamamladı. Bir sonraki sezona da takımın başında giren Oktay'ın, 2 Aralık 1973'teki 3-1'lik Giresunspor mağlubiyetinin ardından sunduğu istifası, 4 Aralık'ta yapılan yönetim kurulu toplantısında kabul edildi. Teknik direktörlüğün yanında 1984 ile 1986 yılları arasında, Galatasaray başkanı Ali Uras'ın son döneminde kulübün futbol şubesinin başında görev yaptı.
Öte yandan Oktay, "Tercüman", "Güneş" ve "Milliyet" gazetelerinde spor yazarlığı yaptı. Hayatının son yıllarında kaleme almaya başladığı otobiyografisi ise, Oktay'ın vefatı üzerine manevi oğlu Rıfat Pala tarafından tamamlandı ve ölümünden iki yıl kadar sonra, 1994 yılının şubat ayında "Top ve Ben" adıyla yayımlandı.
29 Ocak 1959 tarihinde, İzmir'de Oya Sarı ile evlendi. Aynı yıl içerisinde eski takımı İzmirspor'dan gelen transfer teklifini reddederek İstanbul'daki kulübü Galatasaray'da kalması sebebiyle eşinden ayrıldı. İkinci evliliğini 12 Mayıs 1965'te, İstanbul'da Servet Kardıçalı ile yaşadı. 9 Şubat 1966'da, çitfin Zeynep adını verdikleri bir kız çocuğu dünyaya gelse de doğumundan birkaç saat sonra yaşamını yitirdi. Cenazesi ise Şişli Camii'nde kılınan namazın ardından Edirnekapı'da toprağa verildi. Daha sonraları çift, Rıfat Halil Pala adlı çocuk evlat edindi. Selva Pala ile evli olan Rıfat Halil Pala, dünyaya getirdikleri kız çocuklarına Zeynep adını verdi.
Babası Hasan Oktay, 22 Haziran 1959 tarihinde vefat etti.
Gazeteci Halit Çapın'ın 10 Eylül 1960'taki İstanbulspor maçının ertesi günü "Milliyet" gazetesinde yazdığı bir haberde Metin Oktay'ın askerlik sırasında işlediği bir suçtan ötürü 2,5 aylık bir hapse mahkûm edildiği, cezasının infazı için polis tarafından bir m |
üddet önce yakalandığı; fakat araya girenler vasıtasıyla savcılıktan 6 Eylül'e kadar izin istediği ve bu izin süresinin bitmesine rağmen Oktay'ın hâlen yakalanmadığı iddiası yer aldı. Birkaç gün sonra, 14 Eylül günü tutuklanan Oktay, Toptaşı Cezaevi'ne konuldu. Askerliğini sekiz gün eksik yaptığı gerekçesiyle 2,5 aylık hapis cezasına çarptırıldı. Fakat Galatasaray yöneticilerinin teşebbüsüyle yeniden gözden geçirilen davada eksik gün sayısının 8 değil, 6 olduğu belirlendi. 28 Ekim günü çıkarılan kismî af kanununun ardından, 45 günlük ceza sonrasında hapishaneden çıktı.
13 Eylül 1991 günü, sabah saat 4.15 sularında, Boğaziçi Köprüsü çıkışında geçirdiği trafik kazasından sonra kaldırıldığı Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde vefat etti. Otomobili takla atan Oktay'ın çenesinin kırıldığı, sol kolunda kırıklar olduğu ve dalağının parçalanması sonucu iç kanama geçirerek hayatını kaybettiği belirlendi. Cenazesi Ali Sami Yen Stadyumu ile "Milliyet" gazetesinin binasının önünde düzenlenen törenlerin ve Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Topkapı'daki Kozlu Mezarlığı'na defnedildi.
Metin Oktay'ın ismi ölümünden birkaç ay sonra, kulübün Florya'daki tesislerine verildi. Sarıyer'in Tarabya semtinde bulunan ve Ekim 1990'da hizmet vermeye başlayan Tarabya Spor Kompleksi, oyuncunun ölümünden sonra Tarabya Metin Oktay Spor Kompleksi ismini aldı. Yine İstanbul'un Küçükçekmece ilçesinde yer alan Küçükçekmece Stadyumu'nun ismi, ilçe belediyesi tarafından Küçükçekmece Metin Oktay Stadyumu olarak değiştirildi. Öte yandan vefatının 1. yıldönümüde, dönemin Kadıköy Belediye Başkanı Cengiz Özyalçın tarafından Kadıköy'deki Kalamış Parkı'na dikilen Metin Oktay heykelinin açılışı yapıldı.
Galatasaray taraftar grubu ultrAslan'ın girişimleri sonucunda Ankara'nın Çankaya ilçesinde bulunan ve 2002-2003 döneminde açılan ilköğretim okula Metin Oktay İlköğretim Okulu adı verildi. 8 Ocak 2011'de, Hakkâri'nin merkez ilçesine bağlı Çimenli köyünde yer alan İMKB İlköğretim Okulu'nda kurulan ve Metin Oktay'ın adı verilen kütüphanede yer alan 2500'ün üzerindeki kitap, okulda vekil öğretmen olarak görev yapan İsa Kurt ve Tekyumruk isimli Galatasaray taraftar grubunun internet üzerinden başlattığı kampanyayla birlikte toplandı. Öte yandan İzmir'in Karabağlar ilçesinde ve Ankara'nın Çankaya ilçesinde Metin Oktay ismini taşıyan birer mahalle bulunmaktadır. Galatasaray Müzesi'nde ise Oktay'ın balmumundan yapılan bir heykeli sergilenmektedir.
1966 yılında çıkan bir plağın A yüzünde sözlerini Halit Kıvanç'ın yazdığı, bestesini ve yorumunu ise Şevket Uğurluer'in yaptığı "Metin Geliyor, Metin" adlı şarkı; B yüzünde ise "Kral'ın Golleri" adı altında Halit Kıvanç'ın yaptığı maç anlatımları yer aldı.
1969'daki jübilesinin için "Metin" adında, Oktay'ın hayatını anlatan bir kitap hazırlandı. Eylül 2011'de, vefatının 20. yılında ise Ahmet Çakır tarafından yazılan ve oyuncunun hayatını konu alan "Taçlı Kral: Metin Oktay" isimli kitap yayımlandı.
Metin Oktay her yıl mezarı başında, Galatasaray kulübünden de gelen temsilcilerin katıldığı bir törenle anılmaktadır. Yine kulüp tarafından hazırlanan ve Galatasaray Store'da satışa sunulan Metin Oktay temalı çeşitli tişört, forma, atkı gibi ürünler yer almaktadır.
Manyetik alan
Manyetik alan hareket eden elektrik yükleri tarafından, zamanla değişen elektrik alanlardan veya temel parçacıklar tarafından içsel olarak üretilir. Manyetik alan vektörel bir büyüklüktür. Yani herhangi bir noktada yönü ve şiddeti ile tanımlanır. Manyetik alan en genel şekilde hareket eden elektrik yüküne etki eden Lorentz kuvveti ile tanımlanır.
Manyetik alan, elektrik alanı, akım ve onları yaratan yükler arasındaki bağlantı Maxwell denklemleri ile açıklanır. Özel görelilik kuramı'nda elektrik ve manyetik alan bir nesnenin birbiriyle alakalı iki özelliğidir. Kuantum fiziğinde ise elektromanyetik etkileşimler foton değişimi sonucunda oluşur.
Manyetik alanın birçok kullanımı vardır. Dünya kendi manyetik alanını üretir ve bu manyetik alan pusulanın temel çalışma prensibini oluşturur. Dönen manyetik alan elektrik motorlarında ve jeneratörlerde kullanılır.Manyetik kuvvetler bir malzeme içerisindeki yük taşıyıcılarının sayısı hakkında bilgi verir.
Mıknatıssal veya manyetik alan, bir mıknatısın mıknatıssal özelliklerini gösterebildiği alandır. Mıknatısın çevresinde oluşan çizgilere de, mıknatısın o bölgede oluşturduğu manyetik alan çizgileri denir. Manyetik alan çizgilerinin yönü kuzeyden (N) güneye (S) doğrudur.
Manyetik alan B harfiyle temsil edilir. SI birimi Sırp bilim adamı Nikola Tesla'nın soyadı Tesladır. Manyetik alan Lorentz kuvveti kullanılarak ölçüldüğü için birimi "coulumb-metre/saniye başına Newton"dur. Saniye başına coulomba bir amper dendiği için "T=N(Am)" olarak da geçer. Tesla günlük olaylar için çok büyük bir birim olduğundan pratikte, gauss (G) kullanılmaktadır. 1 T=10 G
Michael Faraday, araştırmaları neticesinde maddelerin, manyetik alana tepki verdiğini ve bu tepki sonucunda etkileşimin olduğunu ortaya koydu. Verdikleri tepkiye göre
maddeleri üç grupta toplanabildiğini gösterdi:
MÖ 13. asırda Çin'de pusula kullanılmaktaydı. Yunanların MÖ 800 yıllarında manyetizma hakkında bilgileri vardı. Manyetit taşının (FeO) demir parçalarını çektiğini keşfettiler. Efsaneye göre Manyetit adı, sürüsünü otlatırken ayakkabısının çivileri ve sopasının ucu büyük manyetit parçalarına yapışıp kalan Magnes adlı çobandan gelmektedir.
1269'da Pierre de Maricourt, doğal küresel bir mıknatıs yüzeyinin çeşitli noktalarına bir iğne yerleştirerek iğnenin aldığı yönlerin haritasını elde etti. Yönlerin, kürenin çap boyunca karşılıklı iki noktasından geçen ve küreyi kuşatan çizgiler oluşturduklarını gördü. Bu noktalara mıknatısın kutupları adını verdi. Daha sonraki deneyler, şekli ne olursa olsun her mıknatısın kuzey ve güney kutup denen iki kutbu olduğunu gösterdi. Bu kutuplar, elektrik yükleri gibi birbirleri üzerine kuvvet etki ettirirler.
Elektrik ve manyetizma arasındaki ilişki, 1819'da Danimarkalı bilim adamı Hans Christian Oersted'in bir gösteri deneyi sırasında akım taşıyan telin yakınında duran pusulayı saptırdığını bulmasıyla keşfedildi. Bundan kısa bir süre sonra Andre Ampere akım taşıyan iletkenin diğerine uyguladığı manyetik kuvveti hesaplamak için gerekli nicel yasaları elde etti. 1820'lerde Michael Faraday ve ondan bağımsız olarak Joseph Henry elektrik akımı ile manyetizma arasındaki başka ilişkileri de gösterdiler. En sonunda Maxwell tüm bu çalışmaları ve elektrik ile manyetizmayı birleştiren Maxwell denklemlerini yayınladı.
Birim yüzeydeki manyetik alan miktarıdır. Buna göre, manyetik alan birimi Tesla olduğu için manyetik alan yoğunluğunun birimi de Tesla/m dir.
Bir mıknatısı kütle merkezinden astığımızda bir ucunun kuzeyi diğer ucunun güneyi gösterdiğini gözleriz. Kuzeyi gösteren uca mıknatısın kuzey kutbu (N) , güneyi gösteren uca ise mıknatısın güney kutbu (S) denir.Mıknatısın aynı kutupları birbirini iter, zıt kutupları ise birbirini çeker.
Pusula bir noktadaki manyetik alanın yönünü gösterir. Pusula ince bir mıknatısın bir iğne üzerinde serbestçe dönebilmesiyle oluşur. Bir mıknatıs pusulaya yaklaştırıldığında pusula iğnesi sapma yapar.
Bir mıknatısta,
Manyetik alan çizgilerinin N kutbundan S kutbuna doğru olduğu kabul edilir. Bir pusulayı manyetik alanın içine koyarsak pusula manyetik alan yönünde uzanır. (N'den S'ye) Manyetik alan vektörü, bu çizgilere teğet durumdadır. Çizgilerin sık geçtiği yerlerde manyetik alanın şiddeti fazladır.
Hareket eden elektrik yükleri (akım), manyetik alan oluşturur ve etraftaki manyetik alanlardan etkilenir.
Hareket eden yüklü parçacıklar (örn. elektron) bir manyetik alan oluşturur. Oluşan bu manyetik alan yükün etrafını dairesel olarak sarar, bunu matematiksel olarak açıklayan kişilerJean-Baptiste Biot ve Félix Savart'ın onuruna Biot-Savart yasası olarak adlandırılan yasa, manyetik alanın şiddetinin yükten uzaklaştıkça azaldığını gösterir ve sağ el kuralıyla manyetik alanın yönünü kolayca bulmamızı sağlar.
Akım taşıyan tel kıvrılırsa, oluşturduğu manyetik alan yoğunlaşmaya başlar. Kıvrımların sayısı arttırılarak manyetik alanın yoğunluğu arttırılabilir ve doğal bir mıknatıstan çok daha güçlü çekim kuvvetleri oluşturulabilir.
Bu amaçla solenoitlerin içine demir çekirdek yerleştirilerek elektromıknatıs elde edilir. Akımı arttırıp azaltarak çekim kuvvetinin ayarlanabilmesi sebebiyle elektromıknatıslar günümüzde hayatımızın her alanında kullanılmaktadır.
B manyetik alanında, v hızıyla hareket eden q yüklü parçacığa etki eden manyetik kuvvet Lorentz kuvveti olarak bilinir:
Lorentz kuvveti; manyetik alan vektörüne ve parçacığın hız vektörüne diktir. v ve B arasındaki vektörel çarpımdan dolayı, parçacık manyetik alana paralel hareket ederse etkiyen kuvvet sıfırdır. İki vektör birbirine dik olduğunda Lorentz kuvveti en büyük değerini alır.
Manyetik kuvvet, parçacığın hızına daima dik olduğu için hızı büyüklüğünü değiştiremez yalnızca yönünü değiştirebilir. Bu yüzden hızı ve yükü olan bir parçacık manyetik alanda dairesel hareketler yapmaya başlar ve manyetik kuvvet bu dairesel harekette merkezcil kuvvet görevi görür.
Akım taşıyan teldeki her bir elektrik yüküne "qv x B" kuvveti etki eder, parçacık sayısıyla kuvvet çarpılarak toplam kuvvet bulunur. Kesit alanı "A", uzunluğu L olan bir tel parçasındaki parçacıkların sayısı "nAL" dir. ("n" burada birim hacimdeki yük sayısı). Dolayısıyla kuvvetin "büyüklüğü" "F=qvBnAL" olur. Akımın I=nqvA tanımı kullanılılrsa
Burada L akım yönünde, büyüklüğü telin boyuna eşit vektördür.
Yerin manyetik alanı, dünyanın sıvı dış çekirdeğindeki konveksiyon akımları ile oluşur. Dış çekirdekteki konveksiyon hareketleri, zaman içinde manyetik alanı oluşturur. Bu konveksiyon hareketlerinin dünyanın oluşumundan beri meydana geldiği düşünülmektedir. Yeryüzü çekirdeğinin içi katı , dışı sıvı demir termal hareketlerle kendi manyetik alanlarını oluşturur. Atomların yeterli bir güçle ve düzenli bir şekilde yer değiştirmesi ve yönlendirmesi kalıcı mıknatıslanmaya n |
eden olduğundan dünyanın kabuğunda kalıcı mıknatıslanma yaratır. Dünyayı, etrafı manyetik alanla çevrelenmiş büyük küresel bir mıknatıs gibi düşünebiliriz.
Dünya manyetik alanı, kuzey ve güney kutupları olan, merkezde yerleşmiş bir dipol mıknatıs çubuk olarak da tanımlanır. Dünyanın dönüş ekseni ile dipolün ekseni arasında yaklaşık olarak 11 derece fark vardır. Bu kuzey ve güney coğrafi kutuplarla, manyetik kutupların üst üste gelmediğini gösterir. Herhangi bir noktadaki yer mıknatıssal alanı, ölçülen bileşen ve yön ile belirtilir. Yerin içindeki dev mıknatıs Coğrafi kuzey-güney doğrultusuyla yaklaşık 11-15 derece lik bir açı yapacak şekilde konumlandığından pusulanın gösterdiği yön tam olarak coğrafi kuzey yönü olmayıp 11-15 derece arasında sapma yapar.
Dönen manyetik alan, manyetik alanın yönünün, belirli bir açısal hıza sürekli değiştiği durumdur. Bu durum, Alternatif akım motorunun temel çalışma prensibidir.
Akım taşıyan bir iletken, bir manyetik alan içine yerleştirildiğinde, hem akıma hem de manyetik alana dik yönde bir potansiyel farkı üretilir. Bu olay ilk kez 1879'da Edwin Hall tarafından gözlendi. Olay, yük taşıyıcılarının manyetik alandan ötürü gördükleri manyetik kuvvet nedeniyle, iletkenin bir tarafına doğru sapmalarından kaynaklarnır. Hall etkisi, yük taşıyıcıların işareti ve yoğunluğu hakkında bilgi verir ve manyetik alanların büyüklüklerini ölçmek için de kullanılabilir.
Buna karşılık olarak;;
-273+500 C derece üzerinde manyetik özellik kaybolmaktadır. Ve dünyanın manyetik alanı uydusu olan Ay'ın gelgit çekimlerinden etkilenerek tersi yönünde dönen dünya sayesinde oluşmaktadır.
III. Mehmed
III. Mehmed (Osmanlı Türkçesi: محمد ثالث - Mehmed-i sālis), divan edebiyatındaki mahlasıyla Adli; 26 Mayıs 1566, Manisa – 21 Aralık 1603, İstanbul), 13. Osmanlı Padişahı ve 92. İslam halifesidir. Tahta çıktığı 1595 yılından ölümüne kadar padişahlığını sürdürmüştür. Sancaktan gelip tahta çıkan son şehzadedir. I. Süleyman'dan 30 yıl sonra sefere çıkan ilk padişahtır.
III. Murad ile Osmanlı denizcileri tarafından kaçırılıp köle edilmeden önceki adıyla Sofia Baffo olan aslen Venedikli Safiye Sultan'ın oğludur. İsmi, II. Mehmed'e benzemesi için, büyük dedesi I. Süleyman tarafından konmuştur. Şehzadeliğinde İbrahim Cafer Efendi ve Pir Mehmed Azmi Efendi gibi devrin tanınmış alimlerinden tahsil ve terbiye görmüştür. 1583'te Manisa sancağı valiliğine tayin edilmiş, 1595'te babası III. Murad'ın vefatı üzerine Osmanlı tahtına çıkmıştır.
Sultan Mehmet'in tahta çıkar çıkmaz ilk işi 19 kardeşini boğdurtmak olmuştur. Bu olay Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birisidir, çünkü öldürülenlerin çoğu bebektir. Halkın bu olaydan sonra III. Mehmed'e kin beslediği ve onu sevmediği rivayet edilir.
35. Padişah Mehmed Reşad kılıç kuşanma merasiminin ardından dedelerinin kabirlerini ziyaret ederken III. Mehmed'in kabrini ziyaret etmez ve "Ben çocuk katilinin kabrini ziyaret etmek istemiyorum." der. Bu olay Osmanlı hanedanının da bu meseleden rahatsızlık duyduğuna örnek olarak gösterilir.
Sultan III. Mehmed, babası Sultan III. Murad döneminde başlayan Osmanlı-Avusturya Savaşı devam ederken tahta geçmiştir. Sultan III. Mehmed tahta çıkar çıkmaz Avusturya ve Eflak sorunlarıyla ilgilenmiştir. 1595 yılında Avusturya kuvvetleri Estergon Kalesi'ni kuşatmışlar, 40 km uzakta olan Mehmed Paşa Estergon Kalesi'ne yardıma gitmemiştir. Hiçbir yardım alamayan Estergon Kalesi kahramanca direnmesine rağmen, sayıca üstün olan Avusturyalılar'a teslim olmak zorunda kalmıştır (2 Eylül 1595).
Sinan Paşa, Eflak Prensi Mihai Viteazul üzerine seferler düzenlemiştir. Osmanlı kuvvetleri Bükreş ve Tırgovişte'yi ele geçirmişler fakat çok geçmeden Mihai karşı saldırıya geçmiş ve Osmanlı kuvvetleri geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu sırada bataklıklara düşen Osmanlı askerlerinin büyük bir kısmı ölür. Daha sonra Tuna'dan karşı kıyıya geçilirken gerekli önlemlerin alınmamasından dolayı yeni bir saldırıya maruz kalan Osmanlı akıncıları çok büyük kayıplar vermiştir.
Estergon Kalesi'nin düşmesinden sonra Tuna kıyısındaki Vişegrad da düşmanın eline geçmiştir. Birçok önemli kale ve şehirlerin kaybedilmesi İstanbul'da devlet erkanı ve yeniçerilerin tepkisine neden oldu. Yeniçeriler de sultanın sefere çıkmasını istiyorlardı.
Durumun kötüye gittiğini anlayan Sultan III. Mehmed'in, devlet büyüklerini toplayıp "Ceddimiz, devletimizin kurucusu Osman Gazi Hazretlerinden, büyük dedemiz Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bütün padişahlar askerin önünde sefere çıkmışlardır. Dedemiz Sultan İkinci Selim'le (II. Selim) cennetmekan pederimiz Sultan Murad (III. Murat) bu usulü bozdular. Biz dahi, başlangıçta seferi paşalarımıza ısmarlamakla hataya düştük. Asker evlatlarımız bizi başlarında görmek isterler. Kararımız odur ki yakında sefere çıkacağız. Hazırlıklar tamamlansın. Küffara haddini bildirmeye gitmek gerekir." dediği; kendisine karşı çıkan annesi Safiye Sultan'ı da "Valide, biz Sultan oğlu sultanız, kullanmayacaksak Eyüp Sultan Camiinde bu kılıcı niçin kuşandık? Kararımız karardır, sefere çıkacağız. Taht uğruna devleti feda etmeyiz" şeklinde cevapladığı ve bunun üzerine 20 Haziran'da ordunun hareket ederek, kuşatılan Eğri Kalesi'nin (Almanca Eger Kalesi) 12 Ekim 1596'da padişaha teslim edildiği anlatılıyor.
Eğri Kalesi'nin fethinden sonra Osmanlı birlikleri ilerleyerek 15 Ekim 1596 günü Haçova'da büyük bir Avrupa ordusuyla karşılaştı. Bu ordu da Avusturyalı, Alman, Erdelli, Macar, İtalyan, İspanyol, Fransız, Hollandalı, Belçikalı, Çek, Hırvat, Sırp, Slovak ve Leh kuvvetleri vardı. Böylece Haçlı Ordusundaki asker sayısı 300 bini bulmuştu. Osmanlı Ordusu ise 140 bin askerden ibaretti. Avusturya Arşidükü III. Maximilian komutasındaki düşman kuvvetleri ile yapılan Haçova Savaşı'nda Osmanlı birlikleri, düşman birliklerinin tüfek atışlarına maruz kaldı. Pek çok Osmanlı askeri öldü.
Osmanlı cephesinde ordu merkezinin ele geçirilip padişahın ayrıldığı haberinin yayılması üzerine yeniçerilerin çoğu geri çekildi ve Haçlı ordusu zafer kazandığını düşünerek yağmaya başladı. Bu sırada ordunun geri hizmetlileri olan oduncular, çadırcılar, uşaklar, deveciler ve aşçılar ellerine geçirdikleri kazma, odun yarması, balta, tırpanı kazan ve kepçeleri ile düşmana karşı saldırmaya başladılar. Haçlı ordusu yağmaya katıldığından düzeni bozulmuştu ve bu ani saldırı da bir paniğe yol açtı. Düşmanın gerilemesi üzerine akıncılar, yeniçeriler tekrar toparlanarak Haçlı ordusunun üstüne saldırınca da beklenmeyen bir zafer kazanıldı ve Osmanlılara Viyana yolu açıldı (26 Ekim 1596). Bu savaşı kazanılmasında geri hizmetlilerin katkısı olduğundan bu savaş literatürde "Kepçe kazan Savaşı" olarak da bilinir.,,
Haçova Savaşı'ndan sonra Sultan III. Mehmed İstanbul'a döndü. Avusturya cephesine Satırcı Mehmed Paşa atanmıştı. Tata Kalesi'ni geri almayı başaran Satırcı Mehmed Paşa, Budin'in kuzeyindeki Vaç bölgesinde düşman kuvvetleri karşısında başarılı olamadı. Bu arada Avusturya temsilcileri ile bir barış antlaşması yapılmaya çalışıldıysa da, olumlu bir sonuç alınamadı. Bir süre sonra Avusturya kuvvetleri 1594 yılında fethedilen Yanıkkale'yi (Raab Kalesi) ele geçirdiler (1598).
Satırcı Mehmed Paşa iki yıldır hiçbir askeri başarı kazanamamıştı. Bu süre içinde bazı Osmanlı kaleleri Avusturyalıların eline geçmişti. Mehmed Paşa'nın idamı üzerine, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ordunun başına geçti ve Belgrad'a geldi. Bu sırada Avusturya barış istemişti. Avusturyalılar daha önce geri aldıkları Eğri'yi ve Hatvan'ı Osmanlılara vermeyi önerdiler. Bu öneriye karşılık, Osmanlı temsilcileri Estergon, Novigrad, Filek ve Yanıkkale'yi istediler. Antlaşma yapılamadı.
Belgrad'da kışı geçiren Damat İbrahim Paşa, Kanije Kalesini kuşatıp sıkıştırmaya başladı. Kuşatma devam ederken kale içinde esir olan Osmanlı askerleri canlarını feda etmek uğruna havaya uçurdukları barut deposu kalenin harap olmasına yol açtı. Ancak yine de teslim olmayan Kanije Kalesi'nin yardımına bu seferde Philippe Emmanuel komutasındaki 20.000 kişilik bir ordu geldi. İki ateş arasında kalan Osmanlı ordusu savaşmaya devam etti. Yardıma gelen düşman ordusunun geri çekilmesi üzerine, 40 gün süren bir kuşatmadan sonra Kanije teslim oldu.
Beylerbeyliğin merkezi Kanije'ye alındı, Kanije Beylerbeyliği Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Sultan III. Mehmed bu başarısından dolayı Damat İbrahim Paşa'ya kendisi padişah olarak yaşadığı sürece sadrazamlıkta kalacağı vaadinde bulundu (10 Eylül 1601). Kanije kalesini geri almaya çalışan Arşidük Ferdinand, Kanije'yi büyük bir orduyla kuşattı. Tiryaki Hasan Paşa komutasındaki az sayıda asker kaleyi iki aydan fazla süre başarıyla korudu. Yiyecek içecek malzemesi ve cephanesi tükenmeye başlayan Osmanlı kuvvetleri beklenmedik bir çıkışla kendisinden kat kat üstün görünen düşman ordusunu Kanije Kalesi önünde yendi (18 Kasım 1601). Bu zaferden sonra 1603'de İstolni-Belgrad ve Estergon da geri alındı.
Safevîler, 1590 yılında imzalanan ve 13 yıl süren antlaşmayı bozmuştu. Şah I. Abbas, Osmanlı Devleti'nin Avusturya ile savaş halinde olmasını fırsat bildi. Ferhat Paşa Antlaşmasıyla kaybettiği toprakları geri almaya çalışan Safevîler, Osmanlı Devleti'nin Anadolu'da çıkan Celali İsyanlarından uğraşmasıyla zayıf düşmesinden de yararlanarak 25 Ağustos 1603'te Osmanlılara savaş açtılar. Şah Abbas Tebriz ve Revan'ı aldı. Safevi Devleti yeniden güçlenmişti. Safevîler ile savaş devam ederken III. Mehmed 38 yaşında vefat etti. Kabri, Ayasofya'da, kendi adına yapılmış III. Mehmed Türbesindedir.
İmar konusunda çalışmalar yaptıran Sultan III. Mehmed, süt annesi Halime Hatun adına Gölmarmara Halime Hatun Camii ve Külliyesi'ni, ayrıca validesi Safiye Sultan adına da Yeni Valide Camii ve Külliyesi'ni yaptırdı. Bundan başka birçok camiyi tamir ettiren Sultan III. Mehmed, Yeni Camii'nin de temelini attırdı.
20 Aralık 1603'te ölen III. Mehmed'in ölümüne dair farklı kaynaklarda farklı bilgiler yer alır. Sağlığının Tebriz'in düşmesi başta olmak üzere doğu cephesinden gelen kayıp haberleriyle sarsıldığı, rahatsızlığının gitgide kötüleştiği ve |
18 Aralık'ta iyice kötüleştikten sonra 20 Aralık'ta hayatını kaybettiği belirtilmiştir. Mehmed bin Mehmed er-Rûmî bu hastalığı şişmanlık kaynaklı mide rahatsızlığı olarak aktarır. Bununla beraber, başka kaynaklarda kalp krizi veya kalp durmasından öldüğü yazılır.
Renk
Renk, ışığın gözün retinasına değişik biçimde ulaşması ile ortaya çıkan bir algılamadır. Bu algılama, ışığın maddeler üzerine çarpması ve kısmen soğurulup kısmen yansıması nedeniyle çeşitlilik gösterir ki bunlar renk tonu veya renk olarak adlandırılır. Tüm dalga boyları birden aynı anda gözümüze ulaşırsa bunu beyaz, hiç ışık ulaşmazsa siyah olarak algılarız. İnsan gözü 380 nm ile 780 nm arasındaki dalgaboylarını algılayabilir, bu sebepten elektromanyetik spektrumun bu bölümüne görünür ışık denir. Renkler için genelde kulağımızla duyduğumuz ince ve kalın ses analojisi yapılsa da, ses algısının aksine aynı anda gelen ışık frekansları değişik kanallardan algılanamaz (başka bir deyişle göz "frekans analizi" yapamaz), dolayısıyla aynı anda ince ve kalın sesleri birbirine karıştırmadan duymamıza karşın gözümüz için bu "çok seslilik" söz konusu olmadığından değişik ışık frekanslarının sadece kombinasyonlarını algılayabiliriz. Bu prensibi açıklamak veya pratik uygulamalarda kullanmak için çeşitli renk modelleri geliştirilmiştir.
Renk modelleri toplamsal ve çıkarımsal renk sistemleri olarak iki ayrı prensibe dayanır. Toplamsal ile kastedilen değişik ışık frekanslarının birleşerek gözümüze ulaşmasıdır.
İki ana rengin karışımıyla ortaya çıkan ara renk, karışıma katılmayan ana rengin tamamlayıcısı olur. Kırmızı için yeşil, mavi için turuncu, sarı içinse mor tamamlayıcı renk işlevi görür. Aynı zamanda birbirlerine karşıt olan bu renkler birlikte kullanıldıklarında da denge oluştururlar.
Sarı: En parlak renk. Dikkat çekmek için çığlık atar; bu yüzden uyarı ışıklarında sarı tercih edilir. Ayrıca dikkat çekiciliğinden dolayı dünyada taksiler sarıdır. Sonbaharın da baskın renkleri sarı ve sarı-turuncu, duygularımızı yakalayan, güçlü bir çekiciliğe sahiptir. Neşeyi anlatır. Sarı zeka ,incelik ve pratiklikle de ilgilidir. Toplumsal yaşamı ve birlikte çalışmayı yansıtan bir anlamı vardır. Geçiciliğin sembolüdür. Sarı ayrıca hüzün ve özlemin rengidir. Sonbaharın tüm hüzünlü güzelliğinde onun her rengini izlemek mümkündür.
Kırmızı: En uzun dalga boyuna sahip olan kırmızı renk, özellikle de koyu bir arka plan ile birlikte kullanıldığında öyle şiddetlidir ki, bir görüntüde yer alan küçücük kırmızı bir leke bile görüntünün her yerini etkiler. Bu renk canlılık ve dinamizmle ilgili bir renktir. Mutluluğu temsil eder. Kırmızı renk, fiziksel olarak; ataklığı, canlılığı ve duygusal bağlamda; bir işi sonuna kadar götüren azmi ve kararlılığı gösterir.
İştah açar. O yüzden dünyadaki gıda firmalarının çoğu logosunda kırmızıyı kullanır. Kırmızı tansiyonu yükseltir, kan akışını hızlandırır. Yanlış bir inanış vardır; boğaların kırmızıya saldırdığı sanılır. Oysa boğalar renk körüdür. Kırmızıya değil, kendilerine sallanan koyu renkli beze saldırır.
Pembe: Kırmızı ile beyazın birleşmesi ile elde edilen pembe renk, kırmızı gibi canlılık verir ama daha yumuşaktır. Mavi renk erkeklerin, pembe ise kadınların rengi olarak bilinir. Neşe ve mutluluk veren bir renk olan Pembe aynı zamanda hayallerin ve aşkın rengidir.
Mavi: Dünyanın hakim rengi olan mavi çekingen bir renk; dinlendiriciliği ve edilgenliği anlatır. Koyu tonlarda ya da yoğun olarak kullanıldığında moral bozan, kasvet veren, açık tonlarda ya da beyazla karışık kullanıldığında, yatıştırıcı ve güven veren bir etki yaratır.Vücudumuzda boğaz bölgesini yansıtan bir renktir. Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesidir. Sınırsızlığı ve uzak bakışlılığı simgeler. Huzuru temsil eder ve sakinleştirir. Araplar mavinin kan akışını yavaşlattığına inanır, nazar boncuğu o yüzden mavidir. Batıda intiharları azaltmak için köprü ayaklarını maviye boyarlar. Duvarları mavi olan okullarda çocukların daha az yaramazlık yaptığı saptanmıştır.
Yeşil: Sessizliği anlatır. Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız olan kalp organının, bu rengin yaydığı enerji alanında olduğu düşünülür. Doğanın ve baharın rengidir. Güven veren renktir. O yüzden bankaların logolarında hakim renktir. Yeşil yaratıcılığı körükler. Bu yüzden büyük lokanta mutfaklarında yeşil tercih edilir. Hastanelerde de yeşil rahatlatıcı özelliği nedeniyle kullanılır. Yeşil alanda insanların daha az mide rahatsızlığı çektiği saptanmıştır.
Mor: En kısa dalga boyuna sahip olan mor, geleneksel olarak asaletle ilişkilendirilir. Yakınlık ve güzelliğe de işaret eder. Eskiden beri ihtişam ve lüksün son basamağı olarak düşünülür. Tarih , yüksek sınıfların, saray mensuplarının daima morla bezendiklerini kaydeder. Nevrotik duyguları açığa çıkardığından, insanların bilinçaltını korkuttuğu saptanmıştır. İntihar edenlerin beğendiği renktir.
Nötr renkler, beyaz, siyah ve kurşuni gibi tarafsız renklerdir. Bunlar belli başlı bir renk özelliğinden ziyade, çeşitli renklerin elde edilmesine yardımcı olurlar. Nötr renkler, dinlendiricidir; doyurucu manalı ve olgun bir etkileri vardır. Bunlardan siyah renk, derinlik ve karanlık beyaz ise aydınlık, temizlik ve yakınlık hissi yaratır.
Renklerin özelliklerine göre, meydana getirdiği ve aksettirdiği değişik havadan, insan ruhu çeşitli şekillerde etkilenir. Yerine göre bir huzur, ferahlık ve sakinlik verebileceği gibi tersine kötümserliğe de neden olabilir. Bununla beraber renklerin üzerimizde bıraktığı etkiler; özel durumumuza, ruh halimize ve tabiat şartlarının mevcut reaksiyonlarına bağlıdır.
FRAM 1A Gearing
1960 yılından başlayarak 8 adet Gearing sınıfı muhrip FRAM (Fleet Rehabilitation and Modernization) Mk 1 Grup A modernizasyon programına tabi oldu. Gemilerin kıç tarafındaki 127 mm Mk 38 top tareti iptal edildi. Modernizasyon sırasında tekneler ASROC lançeri, Mk 32 üçlü torpido tüpleri (İkinci bacanın her iki yanında) ve AN/SQS-23 sonarı ile donatıldı. Ayrıca, program dahilinde gemilere DASH uzaktan kumandalı denizaltı savunma harbi helikopter kabiliyeti kazandırıldı. Köprünün her iki yanına Mark 10/11 Hedgehog derinlik bombası lançerleri monte edildi.
Yeniden şekil verilen ön direk üzerine AN/SPS-29, AN/SPS-37 veya AN/SPS-40 hava arama radarı ile AN/SPS-19 satıh arama radarı yerleştirildi. Yeni arka direk üzerine ise elektronik harp cihazları monte edildi.
FRAM 1A programına göre modernize edilen Gearing sınıfı muhripler aşağıdaki gibidir:
Göztepe
Göztepe şu anlamlara gelebilir:
Steve Jobs
Steven Paul Jobs (24 Şubat 1955 - 5 Ekim 2011), Apple Computer, Inc.'ın kurucu ortaklarından biridir. Ölümünden 5 hafta öncesine kadar yeni adıyla Apple Inc. de CEO olarak görev yapmıştır. Bilgisayar endüstrisinin önderlerinden olarak kabul edilir. Next Computer ve Pixar Animasyon Stüdyoları'nı da kurmuş ve yönetim kurulu başkanlığını yapmıştır. Yönettiği Apple firmasını zirveye çıkardığı yıllarda pankreas kanserine yakalanmış, 7 yıl içinde 56 yaşında ölmüştür.
1970'lerin sonunda, diğer kurucu ortak Steve Wozniak'la birlikte, ticari başarı sağlayan ilk kişisel bilgisayarlardan birini tasarladı. Jobs, 1980'lerin başında, fare (mouse) ile kullanılan GUI (Grafik Kullanıcı Arayüzü)'n ticari potansiyelini fark edenlerin arasında yer alır. 1985'te yönetim kurulunda kaybettiği güç mücadelesinin ardından Jobs Apple Yönetim Kurulu'ndan çıkartıldı; yüksek öğrenim ve iş dünyası için bilgisayar platformu üretmeyi hedefleyen NeXT bilgisayar şirketini kurdu. 1986 yılında da Lucasfilm firmasından Pixar'ı satın aldı. 1997 yılında Apple Computer şirketinin NeXT'i satın almasıyla Jobs kurucusu olduğu şirkete geri döndü. O zamandan itibaren icra kurulu başkanı (CEO) olarak çalıştı. Fortune dergisi 2007 yılında Steve Jobs'u En Güçlü İşadamı olarak göstermiştir.
Jobs, önceden Lucasfilm şirketinin bilgisayar grafiği bölümü olan Pixar Animasyon Stüdyoları'nı 1986 yılında satın alır. 2006 yılında Walt Disney Şirketi tarafından satın alınıncaya kadar şirketin CEO'su ve en büyük hissedarıydı. Jobs hayata gözlerini yumana kadar Walt Disney Şirketi'nin en büyük gerçek kişi hissedarı ve yönetim kurulu üyesi olmuştur.
Jobs'un iş dünyasındaki geçmişi, alışılmışın dışındaki bireysel Silikon Vadisi girişimcisi kişiliğinin yarattığı söylentilerle doludur. Estetiğin toplumsal ilgi odağı oluşturmadaki rolünü iyi bilerek tasarımın önemini vurgular. İşlevsel ve zarif olan ürünler geliştirmesi sayesinde sadık bir hayran kitlesi edinmiştir.
Green Bay, Wisconsin'de, Amerikalı Joanne Carole Schieble ve Suriye asıllı politik bilim profesörü olan Abdulfattah John Jandali'nin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Mountain View, Kaliforniya'dan Paul Jobs ve Clara Jobs-Hakobian çifti tarafından evlat edinilmiştir. Öz kız kardeşi roman yazarı Mona Simpson'dır
1972 yılında Steve Jobs, Cupertino, Kaliforniya'da bulunan Homestead High School'dan mezun olmasının ardından Portland, Oregon'daki Reed College'e başvurmuştur; fakat bir dönem sonra oradan ayrılmıştır.
1974 yılının sonbaharında, Steve Jobs Kaliforniya'ya geri dönerek "Homebrew Computer Club"'un toplantılarına Steve Wozniak ile katılmaya başlamıştır. O ve Wozniak, Atari Inc.'de, o zamanların ünlü bilgisayar oyun üreticilerinden de, iş bularak oyun tasarımcısı olarak çalışmaya başladı. O zamanlarda ABD'de, satılan Cap'n Crunch'ların içinden çıkan düdükler, üzerlerinde ufak değişiklikler yapılınca AT&T tarafından uzun mesafeli aramaların denetleme frekansı olan 2600 Hz'i sesini verebiliyorlardı. Kısa bir süre zarfında Jobs ve Wozniak 1974 yılında iş hayatına atılarak pahalı uzun mesafe görüşmelerini bedava yapabilmek için "blue box'lar üretmeye başladılar.
1976 yılında Jobs 21, Wozniak'da 26 yaşındayken Apple Computer Co.'yu Jobs ailesinin garajında kurdu. İlk olarak piyasaya sürdükleri ev bilgisayarı Apple I'dı ve onu 666.66$'a satıyorlardı.
1977 yılında Jobs ve Wozniak, Apple II'yu piyasaya sundular, o zamanlar Apple II ev piyasasında önemli bir yer elde etmişti ve Apple'ın bilgisayar piyasasındaki |
yerini sağlamlaştırmıştı. Aralık 1980 yılında Apple Computer halka açılmıştı ve çok iyi değerlerle piyasaya girmişti. Aynı yıl Apple Computer Apple III'i piyasaya sürdü, fakat bu model bir önceki modelinin yerini alamadı.
Apple büyümeye devam ederken, şirketin genişlemesini sağlayabilecek bir yönetici aranıyordu. 1983 yılında Jobs, John Sculley'i (o zaman Pepsi-Cola'nın CEO'su) ayartarak ve "Ömrünün sonuna kadar sadece şekerli su mu satmak istiyorsun yoksa dünyayı mı değiştirmek istiyorsun ?" şeklinde meydan okuyarak Apple'ın yeni CEO'su haline getirdi. Aynı sene Apple teknolojik olarak gelişmiş fakat ticari olarak başarısız olan Apple Lisa'yı piyasaya sundu.
1984 yılında Macintosh piyasaya sunuldu, piyasada ticari bir başarı yaşamış ilk GUI'lu bilgisayar. Mac'in geliştirilmesi Jef Raskin tarafından başlatılmıştı ve Xerox PARC'da geliştirilmiş olan, fakat ticarileştirilmemiş teknolojilerden esinlenilmişti. Macintosh'un başarısı Apple'in Apple II serisini kaldırıp onun yerine Mac ürünleri sunması ile devam etmiştir ve bugüne kadar da devam etmektedir.
Steve Jobs, Apple için ikna edici ve karizmatik bir savunucuydu, eleştirilere de bakılırsa aynı zamanda düzensiz ve hırslı bir yöneticiydi. 1985 yılında şirket içinde oluşan bir kavga sonucu Jobs, Sculley tarafından görevlerinden çekilmiştir ve dışarı atılmıştır. Ama ölümünden 5 hafta öncesine kadar Jobs'un Apple Computer'in başkanı olduğunu da not düşmekte fayda vardır.
Apple'ı bıraktıktan sonra Jobs başka bir bilgisayar şirketi kurdu, NeXT Computer'ı. NeXT, Lisa gibi teknolojik olarak çok gelişmişti; fakat hiçbir zaman, bilimsel çalışma alanları hariç, tanınır olamamıştı. Örneklemek gerekirse Tim Berners-Lee özgün World Wide Web sistemini CERN'de bir NeXT bilgisayarında geliştirmiştir. Ne kadar tanınır olmasa da, Object Oriented Programming (nesneye dayalı yazılımlama), PostScript gösterme ve magneto-optical sürücü teknolojilerinin gelişmesinde yardımcı olmuştur. NeXT'deki bir sürü yenilik 2000'li yıllarının başlangıcında Mac OS X'de görülecektir. NextStep ve onun halefi OpenStep, x86 mimarisi ve o zaman PowerPC mimarisi üzerinde çalışıyordu.
1996 yılında Apple şirketi, Jobs'u kurduğu şirkete geri getirmek için NeXT'i 429 milyon dolar karşılığında satın aldı. Dikkatli bir planlama ve şirketi içi hamle ile o zamanki CEO Gil Amelio'nun işine son verilir. Steve Jobs 1997 yılında Apple'ın geçici CEO'su seçilir.
NeXT'in satın alınması sonucu birçok teknolojisi Apple ürünlerinde kullanılmaya başlandı. Bunların arasında en belirgin olan örnek, NeXTSTEP'in geliştirilek Mac OS X'in yazılması gösterilebilir. Jobs'un yönetiminde Apple, iMac'i piyasaya sunmasıyla inanılmaz bir şekilde satışları artırdı. O zamandan beri ortaya konan ürünler göz alıcı tasarımları ve marka kuvvetlendirilmeleriyle Apple şirketine büyük yararlar sağladı.
Jobs şirketi geçmiş yıllarda kişisel bilgisayarlara kısıtlı kalan ürün yelpazesinin ötesine taşıdı. iPod taşınabilir müzik çalarının piyasaya sunulmasıyla birlikte, iTunes dijital müzik yazılımı diğer işletim platformlarına uygun halde piyasaya sürerek ve iTunes online müzik dükkanını açarak kişisel elektronik ürünleri ve çevrim içi müzik piyasalarına el attı.
Jobs çalışanlarını yenilikçi olmaları için teşvik ederken, "real artists ship" (gerçek sanatçılar ürün gönderimi yapar), gibi iletilerle, bir ürünün zamanında sunulmasının, yenilikçilik ve sıra dışı tasarımlar kadar önemli olduğunu belirtmektedir.
Jobs, Apple'da yılda 1 dolar karşılığında birkaç sene boyunca çalıştı, bu ona aynı zamanda Guiness Dünya Rekorları listesinde "En Düşük Maaşlı CEO" unvanını kazandırdı. Apple kazançları artığında ve şirket eksiler yerine artılar bölgesinde gezinmeye başladığında, şirket unvanından 'geçici' ibaresini kaldırdı. 1999 yılında 90 milyon $ değerinde bir jet ve sınırlı hisselerden yaklaşık 30 milyon $'lık bir pay şirket tarafından hediye edildi.
1986 yılında Jobs ve Edwin Catmull ortaklaşa, Emeryville, Kaliforniya'da animasyon stüdyosu olan Pixar'ı kurdular. Şirket aslında Lucasfilm'in bilgisayar grafikleri bölümü üzerine kuruldu. Jobs Lucasfilm'den bu bölümü 10 milyon $'a (istenilen miktarın üçte-birine !) sahibi George Lucas'dan almıştır. Şirket neredeyse 10 yıl sonra patlamalarını Oyuncak Hikayesi "(Toy Story)" ile yapmışlardır. Ondan beri 1998 yılında Bir Böceğin Yaşamı "(A Bug's Life)", 1999'da Oyuncak Hikayesi 2 "(Toy Story 2)", Sevimli Canavarlar "(Monsters, Inc.)", 2003'te Kayıp Balık Nemo "(Finding Nemo)" ve 2004 yılında İnanılmaz Aile "(The Incredibles)" filmleri ödüllere layık görülmüştür. 2006 yılında Cars, iki dalda Oscar'a aday gösterilmiş, 2007 yılında da Ratatouille, en iyi animasyon dalında Oscar kazanmıştır.
Kayıp Balık Nemo ve İnanılmaz Aile, Akademi Ödüllerinde en iyi animasyon film dalında ödül kazanmıştır.
Apple Computer'daki CEO'luk görevinden 25 Ağustos 2011 tarihinde görevinden sağlık sorunları nedeniyle ayrıldı ve yerini Tim Cook'a bıraktı. Ölümüne kadar Apple Computer'da yönetim kurulu başkanı olarak devam etti.
Steve Jobs 18 Mart 1991 günü Laurene Powell ile evlendi. Bu evliliğinden üç çocuğu oldu. Aynı zamanda 1978 yılında evlilik dışı doğmuş Lisa Jobs adında bir kızı vardır. Jobs vejetaryendi, ancak balık yerdi.
31 Temmuz 2004'te Jobs, pankreasında bulunan kanser tümörünü aldırtmak için ameliyata girdi. Jobs'da bilimsel adı "Islet Hücresi Neurodocrine Tümöru" olan nadir bir pankreas kanserine rastlanmıştı. Jobs'da bulunan bu kanser tipinde kemoterapi veya radyasyon terapisine ihtiyaç duyulmadı. Yokluğu sırasında dünya satışları ve yönetimleri departmanının başkanı Tim Cook, Apple'ı yönetti.
Jobs 2004'te kanser tedavisi görmeye başladı; 2009 yılında kendisine bir karaciğer nakli yapıldı. 2011 yılının Ocak ayında son yıllarda üçüncü kez sağlık sorunlarını gerekçe göstererek izne ayrılan Jobs, 24 Ağustos 2011'de şirketin yönetim kurulu başkanlığından ayrıldığını açıkladı ve görevi Tim Cook'a bıraktı. Ancak 5 Ekim 2011 tarihinde ailesi tarafından yayınlanan bir bildiride "Steve Jobs aile üyeleri başucunda ve sükunet içinde vefat etti." açıklaması yapıldı. Tim Cook haberi büyük bir üzüntüyle öğrendiklerini söyledi. Cook, "Apple, vizyon sahibi bir kişiyi ve bir yaratıcı dehayı; dünya inanılmaz bir insanı kaybetti." dedi.
Kavak
Kavak, söğütgiller (Salicaceae) familyasından "Populus" cinsini oluşturan hemen bütün taksonları ağaç halinde bulunan, iki evcikli odunsu bitkiler.
Terminal tomurcuklu ender olarak pseudoterminal tomurcukludurlar ve sürgünlere çok sıralı sarmal dizilmişlerdir. Tomurcuklar eşit büyüklükte olmayan çok sayıda pullarla örtülmüştür ve ayrıca bazı taksonları, yapışkan bir madde ile sıvanmıştır. Uzun ve kısa sürgünler belirgindir. Sürgünlerin beş kollu yıldız şeklinde özü vardır.
Çoğunlukla uzun saplı olan yaprakları üçgen, elips, yumurta-yürek biçiminde loplu veya dar şerit halinde olmak üzere değişik formlarda ve boyuttadır. Yaprak ayasının kenarları tam, kaba veya ince dişlidir veya dilimli dişlidir. Kulakçıklar dikkati çekecek şekilde büyüktür. Yaprak sapları yandan basık, dört köşe veya silindiriktir.
Kavaklar tohumla üretilebilirlerse de, çimlenme özelliklerini çabuk yitirdiklerinden, bunlar da söğütler gibi vejetatif olarak çelik yoluyla çoğaltılırlar. Sürgün verme özellikleri fazladır. Işık ağaçlarıdır, hızlı büyürler; akarsu kenarlarında ve dolma arazide iyi gelişirler. Durgun sulu yerlerde, ağır topraklarda iyi gelişme gösteremezler. Genelde sığ bir kök sistemi yaparlar.
Kalın çaplı kavaklar genellikle kaplama ve kontrplak endüstrisinde değerlendirilmektedir. Kibrit yapımında kavak odunu kullanılmaktadır. Ayrıca tersimat masaları, ambalaj sandıkları, kuru maddeler için fıçılar ile sunta ve yonga-lif levhalarının yapımında kavak odunları geniş ölçüde kullanılmaktadır.
Kavak ekimi ve üretimi Türkiye'de hemen hemen her bölgede yapılmaktadır. Her bölgenin doğal koşullarına bağlı kavak çeşitliliği vardır.
Türkiye'nin en büyük kavak ormanları Samsun ili, Terme ilçesindedir. Kanada'dan sonra dünyada ikinci yerdedir. Yeşilırmak ovasında, yaşayan halkın geçim kaynaklarından en önemlisi kavak yetiştiriciliğidir. Terme'den bütün Türkiye'ye ve yurtdışına kavak ihracatı yapılmaktadır.
Türkiye'de doğal olarak biri melez olmak üzere 5 tür yayılış gösterir.
Çam
Çam, Pinaceae (çamgiller) familyasından "Pinus" cinsinden orman ağaçlarını içeren iğne yapraklı türlere verilen ad.
Türkiye'de hepsinin kısa sürgünleri iki yapraklı olan beş çam türü bulunur; sarıçam, karaçam, Halep çamı, kızılçam ve fıstık çamı. Ayrıca çamlar sonbaharda yapraklarını dökmezler.
Kızılağaç
Kızılağaç, huşgiller (Betulaceae) familyasının "Alnus" cinsinden ağaç türlerine verilen ad.
Türkiye'de doğal olarak; adi kızılağaç ("Alnus glutinosa") ve doğu kızılağacı ("Alnus orientalis") olmak üzere 2 tür; ve adi kızılağacın da 4 alt türü bulunmaktadır.
Trakya, Marmara çevresi, Batı Karadeniz ve Doğu Karadeniz’de saf ve karışık olarak yayılış gösteren kızılağaç, boyu 20 m’yi aşabilen, esmer kabuklu, seyrek dallı bir ağaçtır. Daha çok serin bölgelerde ve nemli dere yataklarının bulunduğu yerlerde görülür. Türkiye'de 66.357 hektar koru, 297 hektar baltalık kızılağaç ormanı bulunmaktadır. Uzunluğu 4–9 cm genişliği 3–7 cm arasında değişen ters yumurta biçimli ve testere dişli yaprakları vardır. Köklerinde bulunan, havanın serbest azotunu bağlayan yumrular nedeniyle toprakları azotça zenginleştirir.
Alt cins "Alnus".
Alt cins "Clethropsis".
Alt cins "Alnobetula". Çalılar.
Ağaç
Toprağa düşen tohumdan en önce fide meydana gelir. Fide bir yıl sonra fidan hâlini alır. Hücrelerinin çoğalmasıyla dal ve yapraklar, gövde ve kök olarak üç parçadan ibaret bir ağacın küçük bir modeli olur. Her yıl ağacın dallarında ve köklerinde yeni sürgünler çıkarken, gövdede de bir tane yıllık halka meydana gelir. Bu halkalar, ağacın enine büyüyerek yaptığı odun tabakasıdır. Yağışı bol yıllarda, geniş bir halka; kurak geçen yıllarda ise, ince ve küçük bir halka meydana gelir. Bu halkalardan ağacın yaşı kolayca anlaşılabilir.
Göv |
desinden enine kesilen bir ağaç incelenecek olursa, en dışta kabuk, sonra yıllık halkaları meydana getiren hücre tabakaları ve en içte de öz kısım görülür.
Bir ağacın gerçekten canlı olan biricik kısmı, kabuğun altında odunun yüzeyindeki ince bir hücre tabakasıdır. Buna "katman doku tabakası" (kambiyum, soymuk) denir. Bu tabaka ağacı geliştiren ve büyümesini sağlayan tabakadır. Genç bir ağaca çivi çakıldığında veya ağaç bir dal verdiğinde, çivinin ve dalın yerden yüksekliği hiç değişmez.
Bütün canlı varlıklar gibi ağacın da dokularının arasında devamlı bir su dolaşımı olur. Bu su dolaşımının sağlanabilmesi için ağacın devamlı ve yeterli miktarda suya ihtiyacı vardır. Yetişkin bir kayın ağacı, kuru ve sıcak bir günde 250 litre, küçük bir ayçiçeği ise 1 litre su harcar. Okaliptus ağaçları ise günde ortalama 400 litre su harcadıklarından bataklıkları kurutmada faydalıdırlar.
Bazı büyük ağaç türleri, ihtiyacı olan suyu 50 metrenin üzerinde bir yüksekliğe çıkarmak mecburiyetindedir. Bu hadisede önemli olan birinci kuvvet kılcallık olayıdır. Odun boruları demetlerinde 20 metreye kadar etkilidir. İkinci kuvvet ise, kök basıncıdır. Bu basınç ile ağaçta su 30 metre kadar yüksekliğe çıkarılabilmektedir. Bir diğer önemli kuvvet de yapraklardan suyun buharlaşması (terleme) ile meydana gelen emme kuvvetidir. Buna kohezyon gerilimi de denir. Terlemenin (transpirasyon) büyük kısmı gözeneklerle, az bir kısmı da diğer yüzeylerle sağlanır. Kohezyon kuvveti su moleküllerini birbirine bağlar. Bu gerilim, suyun kopmayan bir sütun hâlinde yükselmesini sağlar. 100 metreye kadar etkilidir. Sekoya gibi yüksekliği 100 metreyi bulan dev ağaçlarda su tepelere kadar kohezyon kuvvetiyle yükselir.
Bir ağaç kendi besinini doğrudan doğruya toprak ve havadan güneş ışığı vasıtasıyla üretir. Bu, hiçbir canlı hayvan vücudunun yapamadığı son derece karmaşık bir hadisedir. Yapraklardaki klorofil denilen yeşil madde sayesinde havanın karbondioksitinden, güneş ışığı altında fotosentez denilen olay sonucunda kendisi ve diğer canlılara faydalı besinleri meydana getirir.
Her yaprak, kendini dışarıya karşı koruyacak çok etkili bir tabaka ile sıkı sıkıya örtülüdür. Hava, yaprakların altındaki çok küçük deliklerden stomaya girebilir. Suyun buharlaşması da, yine bu deliklerden (por) sağlanır. Yaprak ihtiyaca göre bu delikleri açar veya kapatır. Ağaç kabuğu çok etkili bir su geçirmez zırhtır. Bir ağaç, başından ayaklarına kadar, su buğusunun dışarı sızmasına karşı sırlanmıştır.
Ağaçlar günlük hayatta çeşitli ve yaygın olarak kullanılırlar. Kâğıt yapımından mobilya yapımına, meyvelerinin besin olarak kullanımından süs ağaçlarına kadar, sayısız kullanım alanı vardır. Ormanlar ise, bir memleketin iklimini ve ekonomisini etkileyecek kadar önemlidir.
Eski jeolojik devirlerde yaşamış, bugün nesli tükenmiş dev ağaçlara dünyanın bazı bölgelerinde nadiren rastlanabilmektedir.
Ağaçların boyları ve yükseklikleri bir hayli değişiklik gösterir. Boyları üç metreden yüz on metreye kadar; yaşları otuz-kırk yıldan beş bin yıla kadar olan ağaçlara rastlanmaktadır. Dünyanın en yaşlı ve yüksek ağaçlarından olan ve ABD'de Sierra Nevada Dağlarında bulunan sekoyalar ("Sequoia") yüz on metre yüksekliğe ve 6–9 m çapa erişebilir. Bunların yaşları da dört bin yılı bulmaktadır. Avustralya'da yüksek boylu ormanlar meydana getiren okaliptus ağaçları da yüz metreyi bulmaktadır. Ağaçların yaşı bir hayli farklılık göstermektedir. Son yıllarda dünyanın en yaşlı ağacının higori çamı ("Pirus aristata") olduğu belirlenmiştir.
Ağaçların gelişmesi için en elverişli şart olan bol yağmur, tropik iklimlerde bolca görülür. Tropikal iklimlerde kurak bölgelerin cüce bitkileri ağaç hâline gelir.
Fırtınalar, seller, yıldırım, yangın gibi tabii afetler, usulsüz kesimler gibi insanların yaptığı tahripler, bitki hastalıkları, ağaçların en büyük düşmanları olarak sayılabilir.
Türkiye ormanlarında yaklaşık 150 ağaç türü bulunmaktadır. Bunlar;
Türkiye'de yetişen bazı ağaçların yükseklikleri ve gövde çapları:
İçimdeki Deniz
İçimdeki Deniz (İspanyolca özgün adıyla "Mar adentro"), yönetmenliğini Alejandro Amenábar'ın üstlendiği, dram türündeki 2004 yapımı İspanyol filmi. Senaryosunu Mateo Gil ve Alejandro Amenábar'ın birlikte yazdığı film, 28 yıl önce geçirdiği kaza sonucu tetraplejik durumda olan Ramón Sampedro adlı eski bir gemi makinistinin ötenazi isteğini ve hayatının son dönemlerini konu almaktadır.
Filmin ana karakteri tamamen Sampedro'yu oynayan Javier Bardem bu rolü ile Venedik Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü; film ise 77. Akademi Ödülleri ve 62. Altın Küre Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film ödülleri ile Goya Ödülleri'nde ise 14 farklı dalda ödül kazanmıştır.
Ramon Sampedro, denize ve yüzmeye tutkuyla bağlı genç bir adamken geçirdiği bir kaza sonucu yıllardır boyundan aşağısı felçli olarak yatağa mahkûm bir yaşam sürdürmektedir. Bu şekilde yaşamın bir işkence olduğunu düşündüğünden ötanazi istemektedir. Ona göre ölmek, bu durumdaki biri için yeniden özgür olmanın tek yoludur. Oysa, ülkesinin yasaları ötanaziye karşıdır. Sampedro'ya aşık olan Rosa, sevdiği adama istediği özgürlüğü verecektir.
Film, insanın "yaşam hakkı" kadar "ölüm hakkı"na da sahip olması gerektiği üzerinde durur.
"Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum."
Batı Azerbaycan Eyaleti
Batı Azerbaycan Eyaleti (Farsça: استان آذربایجان غربی, okunuşu: Ostan-e Āzarbāijān-e Gharbī), İran'ın 31 eyaletinden birisidir. Ülkenin kuzeybatısında bulunan eyaletin batısında Türkiye ve Irak, kuzeyinde Nahçıvan, doğusunda Doğu Azerbaycan ile Zencan, güneyinde ise Kürdistan Eyaleti bulunur.
Eyaletin yüzölçümü 39.487 km² (Urmiye Gölü ile birlikte 43.660 km²), 2006 yılı nüfusu 3.015.361, idare merkezi Urmiye şehridir.
Eyalette yer alan önemli şehirler şunlardır: Urmiye, Hoy, Miyanduab, Bukan,Mahabad, Salmas, Maku, Nakade, Piranşehr, Serdeşt, Şahindej, Takab, Uşnu ve Siyahçeşme.
Azerbaycan hanlıklarından Urmiye Hanlığı'na 1797 yılına kadar başkentlik yapmıştır.
Eyaletin nüfusu ağırlıklı olarak Azeriler'den, kısmen Kürtler'den oluşur.
Eyalet genelinde Azerice ve Kürtçe, en büyük şehri olan Urmiye'de ise ilave olarak Farsça, Ermenice ve Yeni Arami dili konuşulmaktadır. Eyalette az sayıda ülkenin diğer bölgelerinden gelen göçmenler de yaşamaktadır.
Halkın çoğunluğu ağırlıklı olarak İslam dinine mensuptur. Diğer azınlık dinleri Hristiyanlık ve Yahudiliktir. Bölgede tarihi kilise kalıntıları bulunur.
Batı Azerbaycan, ülkenin geneliyle karşılaştırılırsa dağlık bir yapıya sahiptir. Bunun yanında tarıma elverişli büyük ovalarıda vardır (örneğin, kuzeydeki Çaldıran Ovası). Ayrıca Urmiye Gölü kıyısında bulunması nedeniyle oldukça ilgi çekici yaban hayatı ve doğa manzaralarına sahiptir.
Batı Azerbaycan, Urmiye Gölü kıyısında olması nedeniyle ılıman bir iklime sahip olsa da, yükseltisinin fazla olması -özellikle güney bölgesinde- ve kuzeyden gelen soğuk hava akımları nedeniyle oldukça soğuk kışlar geçirir. Yazları ise ılık geçer. Eyalet içindeki ortalama sıcaklıklar şu şekildedir: 9.4 °C (Piranşehr), 11.6 °C (Mahabad), 9.8 °C (Urmiye), 10.8 °C (Hoy). Eyalet içinde, Temmuz ayı en yüksek sıcaklık 34 °C iken, Ocak ayı en düşük sıcaklık –16 °C derece olarak ölçülmüştür. Yazları 4 °C,kışları 15 °C 'ye varan sıcaklık farkları oluşur.
Batı Azerbaycan Eyaleti (ostan), kendi içinde 17 şehristan ve 38 bahşa ayrılmıştır. Eyaletin bu alt idari yapısı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.
Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi
"Sultan II. Bayezıd Külliyesi Sağlık Müzesi", "Edirne Sağlık Müzesi", Edirne'de, İkinci Beyazıt Külliyesi'nin Darüşşifa ve Tıp medresesi yapıları içinde hizmet veren, Trakya Üniversitesi bünyesindeki müze.
Külliye içinde 1488'den beri yer alan darüşşifa (hastane), 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'na kadar aralıksız 400 yıl boyunca önceleri her türlü hastaya; sonraları sadece ruh ve akıl hastalarına hizmet vermiş bir sağlık kuruluşudur. Geçmişte hastalarının müzik, su sesi ve güzel kokularla tedavi edildikleri bu tarihi mekân, 1997 yılından bu yana Trakya Üniversitesi tarafından sağlık müzesi olarak düzenlenmiş, 2000 yılında Darüşşifa'nın Şifahane kısmı Ruh Hastalarını Readaptasyon Derneği'nin katkılarıyla Psikiyatri Tarihi Müüzesi haline getirilmiştir. Ayrıca Külliyenin bir parçası olan ve darüşşifanın yanında yer alan tıp medresesi de 2008 yılında müzenin 15. yüzyılda tıp eğitimini sergileyen bir bölümü olarak hizmete açılmıştır.
Müzede, hekimliğin gelişmesi ve değişik sağlık hizmetleri hakkında geniş bilgiler içeren pavyonlar bulunur. Şehrin turizm hayatına önemli bir katkısı vardır, Selimiye Camii’nin ardından Edirne’de en çok ziyaret edilen ikinci mekândır.
2004 yılında Avrupa Konseyi "Avrupa Müze Ödülü"nü, 2007 yılında ise Avrupa Kültür Mirası - Mükemmellik Kulübü "En yi Sunum Ödülü"nü kazanmıştır.
Darüşşifa ve bitişiğindeki Tıp Medresesi, II. Beyazıt'in 1484 yılında Akkirman seferlerinden elde ettiği ganimet gelirleri ile 1484-1488 yılları arasında yaptırılan külliyenin birer parçasıydı. Darüşşifa'da tedavi hizmeti ücretsiz verilmekteydi. Medresede okuyan öğrenciler, darüşşifadaki uzman hekimler yanında yetiştirilmekteydi.
1850’li yıllardan sonra darüşşifa, sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline geldi. 1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nde Edirne işgale uğradığında içindeki hastalar İstanbul’a gönderildi. 1896 yılında şifahane onarım gördü ve bir süre daha ruh hastalarının tecrit edilmesinde kullanıldı. 1916’ya kadar hizmet vermeyi sürdürdü.
Darüşşifanın, Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi’ne dönüştürülmesi çalışmaları 1993 yılında başladı. Ruh Hastalarını Readaptasyon Derneği'nin katkılarıyla 2000 yılında Şifahane kısmı, Psikiyatri Tarihi Bölümü olarak düzenlenmiştir
Tıp Medresesi, Uluslararası Rotary 2420.Bölge Guvarnörlüğü işbirliği ile müzenin bir parçası olarak düzenlenerek 2008 yılında hizm |
ete girdi. Bu bölümde, 15. Yüzyıl tıp eğitimi mankenlerle canlandırılmaktadır.
Müzeyi oluşturan yapılardan darüşşifa, iki avlu ve şifahane olmak üzere üç bölümden oluşur:
Tıp Medresesi, 18 öğrenci odası, bir dershane ve bunların açıldığı bir orta avludan oluşur. Bu bölüm bekçi odası, öğrenci odaları, uygulamalı eğitim odası, müderris odası, dershane ve kütüphane olarak mankenlerle canlandırılmıştır
Optik karakter tanıma
Optik Karakter Tanıma ya da kısaca OKT (İngilizce: ', kısaca '), bilgisayar ortamında bulumayan yazılı dokümanların özel tarayıcılar veya normal olarak taranmış resimlerinin FineReader ve OmniPage gibi bazı özel programlar arayıcılığıyla bilgisayar ortamına düzenlenebilecek sayısal halde aktarılmasıdır. Okunmuş resim veya doküman metin dosyası olarak saklanabilir.
Uygulamalarından biri otomatik plaka tanımadır. Yoldan geçen araçların plaka fotoğrafları çekilir ve anında OKT uygulamasından geçirilerek sisteme girilir.
Göktürk Kağanlığı
Göktürk Kağanlığı, Gök Türkler veya Kök Türkler, Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında 𐱅𐰇𐰼𐰰 ( Türük) veya 𐰜𐰇𐰛 𐱅𐰇𐰼𐰰 ( Kök Türük) ya da pek az kabul gören bir görüşe göre Ökük Türük, Tonyukuk Yazıtında ise 𐱅𐰇𐰼𐰛 ( Türk (veya bazı yabancı kaynaklarda geçer (Çince: 突厥 Pinyin: Tūjué; Wade-Giles: T'u-chüeh, Guangyun: dʰuət-kĭwɐt)], 552-744 yılları arasında Orta Asya ve Çin'de hükümdarlık sürdürmüş bir Türk devletidir.
Köktürkler (MS 552-745), gerek ilk kez Türk adını kurdukları siyasi birliklere vermeleri ve gerekse de; Türkçenin bilinen en eski yazılı kaynaklarını vermeleri bakımından,Türk kültür ve edebiyat tarihi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir.
Türk adı bugün kullandığımız şekli ile ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları'nda geçmektedir. "Türk" adıyla kurulmuş ilk ve Türk adını resmi devlet ismi şekliyle kullanan ilk Türk devletidir. Devletin kurucusu ve ilk önderi Bumin Kağan'dır. Bumin Kağan'ın kardeşi İstemi Yabgu ülkenin batı kanadını yönetirdi. Göktürkler komşuları olan Çin, Sasani (İran) ve Bizans İmparatorluğu ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurdular.
Göktürkler, 542'ye kadar Altay Dağları'nın güney eteklerinde yaşamışlardır. Çin kaynakları, ittifakla Göktürklerin Hunlardan geldiğini ifade etmektedir. Göktürkler, "Aşina" adını taşıyan ve kelime anlamı olarak kurt neslini ifade eden bir Hun ailesine mensupturlar. Kurt, Oğuz Kağan Destanı'nda yol gösterici olarak ifade edilmektedir. Göktürk Kağanlığı 552-745 yılları arasında varlığını sürdürdü. Çin'in Siyenpi (Sien-pi) kökenli Kuzey Chou, Kuzey Chi, Sui ve Tang hanedanları ile uzun süre savaşmıştı. Kardeş kavgaları, diğer Türk halklarıyla arasında yapılan savaşlar, iç savaşlar ve Çinliler ile olan uzun savaşlar devletin yıkılmasına neden oldu.
Aşina ailesi, "Chou Kitabı" ve "Kuzey Hanedanlar Tarihi" 'ne göre, Hiung-nu'nun ayrı bir kolu ve "Sui Kitabı" ve "T'ung-tien" e göre, Ping-liang'ın "Karışık yabancı" ( / 杂胡, Pinyin: záhú, Wade-Giles: tsa-hu)larındandır. "Sui Kitabı" 'nın aktardığına göre, Sonraki Vey (Kuzey Vey) imparatoru T'ai-wu (T'o-pa Ch'ou, Fu-li, Büri)'nun Chü-ch'ü'yü yok ettiğinde (18 Ekim 439 tarihinde), Aşina'nın 500 hanesi Cücenlerlere koşup Chin-shanlara (Altay dağları) yerleştiler. Altay dağlarının kuzeyinde demir işleri yaparak Cücenlerin egemenliğinde yaşadılar. Çin tarihsel kaynakları Cücen kağanı Anagui'nin, kızıyla evlenmek isteyen Göktürk kağanı Bumin'e “"Senin gibi demirci bir kölem benim kızımı hangi cesaret ve cür'etle nasıl isteyebilir?”" dediğini kaydetmiştir. Anagui'nin bu ifadesi üzerine kimi araştırmacılar Göktürkler'in Cücenlerin egemenliği altında çalışan "demirci köleler" (, Pinyin: duànnú, Wade-Giles: tuan-nu) olduklarını iddia etmiştir. Bunun Cücen toplumuna has 'vassallık' sistemi olabileceğini iddia eden araştırmacılar da bulunur. Ancak Denis Sinor'a göre, Anagui'nin bu ifadesi Türklerin demircilik sanatlarında uzmanlaşmış olduğunun bir kanıtıdır.
Göktürk Kağanlığı (552–581), 6. yüzyılın ortasında, Asya'nın doğusunda Çin devletinin, batısında Sasani-İran devletinin sınırladığı İç Asya bozkırlarında, doğuda Avarlar, batıda Eftalit/Ak Hunlar ile yapılan mücadeleler sonucunda ortaya çıktı. İlk Kağanları doğu kanadını yöneten Bumin Kağan, batı kanadını yöneten kardeşi İstemi Yabgu'dur. Bu Orhun yazıtlarında şöyle anlatılmaktadır:
""Üze kök tengri asra yagiz yir kilindukda ikin ara kişi oglı kılınmis. Kişi oglında üze eçüm apam Bumin Kagan İstemi Kagan olurmis. olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmis, iti birmis "Tört bulung kop yagı ermis. Sü sülepen tört bulungdaki budunug kop almis. Kop baz kılmı. Baslıgıg yükündürmis tizligig sökürmis. İlgerü kadirkan yiska tegi kirü temir kapigka tegi kondurmus.""
""Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tabi kılmış. başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda demir kapıya kadar kondurmuş.""" (Kültigin yazıtı,Doğu yüzü)
"İli derleyen" anlamında "İliğ Kağan" diye de adlandırılan Bumin Kağan (Aşina Tumen)'in ölümünden sonra, yerine oğlu İssik Kağan (Aşina Kolo, 552-553) geçtiyse de iktidarı fazla sürmedi. Bir yıl sonra Mukan Kağan (Aşina Yandou ya da "İrkin", 553-572) Moğol soylu Kitanları yenerek hükümdarlık tahtına oturdu.
Kendisi için çok büyük bir Yuğ (matem) töreni düzenlendi, bu törene çeşitli devletlerden pek çok ileri gelen katıldı. Mukan Kağan zamanında devlet muazzam bir genişliğe ulaşmıştı.
Mukan Kağan döneminde imparatorluk gittikçe yükselerek ihtişamlı ve heybetli bir hale geldi. Mukan Kağan Çin kaynaklarında sert, heybetli ve kudretli görünüşü ve başarılı devlet adamlığı ile anlatılmaktadır. Kızını Çin imparatoru ile evlendirerek Çin imparatoriçesi yapmıştır. Bu evliliği iyi kullanarak Çin'in tüm zenginliklerinin kendi ülkesine akmasını sağlamıştır.
Mukan'dan sonra tahta kardeşi Taspar Kağan (572—581) geçti. Taspar Kağan, Budizmi kabul eden ve Çin'i baskı altında tutan yönleriyle sivrildi. Taspar'ın yerine İşbara Kağan (Aşina Şetu, 581—587) geçti.
Birinci Doğu Göktürk Kağanlığı, Baga Kağan (587—588), Tulan Kağan (588—599), Yami Kağan (599—609), Şipi Kağan (609—619), Çula Kağan (619—620), İllig Kağan (620—630) tarafından yönetildi.
Şipi Kağan (609-19) ve İllig Kağan (620-30) Sui ve Tang hanedanlarının en zayıf kaldığı dönemlerde Çin'e saldırdılar. 11 Eylül 615 tarihinde Şipi Kağan'ın ordusu Sui imparatoru Yang'ı Yanmen'de kuşattı. 626 yılında İllig Kağan Hsüan-wu Kapısı Olayından istifade ederek Ch'ang-an'a doğru hızla ilerledi. 23 Eylül 626 tarihinde İllig Kağan ve onun demir süvarileri Pien Köprüsü'nün kuzeyinde Vey Nehri'ne ulaştılar. 25 Eylül 626 tarihinde köprünün ortasında beyaz atın kesilmesiyle T'ai-tsung ile İllig Kağan arasında "ittifak" gerçekleştirildi. Tang tazminatını ödedi ve daha da haraç vermeye söz verdi. Bunun karşılığı olarak İllig Kağan süvarilerin geri çekilmesine razı oldu (Vey Nehri Sözleşmesi veya Pian Köprüsü Sözleşmesi).
Fakat, Ekim 627'den önce Moğol ovasında yaşanan sert iklimler, ağır kar yağışı fırtınası toprakları birkaç metre derinliğe kadar örttü. Göçebelerin hayvanların otlatmaları önlendi ve bu nedenle hayvanların büyük çoğunluğu öldü. "Yeni Tang Kitabı" 'nın aktardığına göre, 628 yılında T'ai-tsung şöyle konuştu: "Göktürk elinde yaz ortasında kırağı görüldü. Güneş beş gündür aynı yerden doğdu. Ay üç gündür aynı parlaklıktaydı. Bozkır kırmızı renkli hava (Kum fırtınası) ile dolduruldu." Böylece Göktürk ile Tang arasındaki güç dengesi drastik bir şekilde değişti.
27 Mart 630 tarihinde meydana gelen Yinshan Muharebesi'nde Li Ching komutasındaki Tang ordusu İllig Kağan komutasındaki Göktürkleri yendi.. İllig Kağan İşbara Şad'ın yanına kaçtı. Fakat 2 Mayıs 630 tarihinde Tang ordusu İşbara Şad'ın çadırına ilerledi. İllig Kağan esir alınıp Ch'ang-an'a gönderildi. Böylece Doğu Göktürk Kağanlığı çöktü ve Tang'ın Chi-mi sistemine girdi. T'ai Tsung, "Vey Nehri'ndeki ayıbımı kapatmak için bana yeter." dedi..
Çin İmparatoru T'ai-tsung kendisini Türklerin Gök Kağanı ilan ediyordu. Hakanlığa bağlı Türk ve diğer boylar etrafa dağılmaya başladılar, bunlardan bir kısmı ise Çin'e sığındı.
19 Mayıs 639 tarihinde "Kür Şad" 'ın esin kaynağı olan Chieh-she-shuai (Şipi Kağan'ın oğlu ve Tölis Kağan'ın kardeşi) yanına topladığı 40 eski astı ile T'ai-tsung'ın yaz sarayı olan Chiu-ch'eng Sarayına saldırdı. Chieh-she-shuai'nin isyanından sonra Göktürklerin Sarı Irmak'ın güneyinde bulunmalarının iyi omadığını dile getirenler çoğaldı. T'ai-tsung da Göktürk siyasetini değiştirmeye karar verdi. 13 Ağustos 639 tarihinde T'ai-tsung, Li Simo (Aşina Simo)'yu Chilipi Kağan olarak atadı ve çeşitli eyaletlerde oturan Göktürk ve etnik azınlıkları Sarı Irmak'ın kuzeyine götürmesine ve orada surlar inşa ederek uzun süre sınır kalelerini muhafaza etmesine dair ferman çıkardı. Ancak Chilipi Kağan Seyantolardan korkarak kaleden çıkmak istemeyince T'ai-tsung, Tarım Bakanı Kuo Sipen'i Seyontolara yollayarak, Göktürklerle savaşmaması talimatını verdi.
28 Şubat 641 tarihinde Chilipi Kağan ilk defa nehri geçerek eskiden Dingxiang Kalesinin bulunmuş olduğu yerde çadırı kurdu. 30.000 hanelik halkı, 40.000 sağlam askeri ve 90.000 atı vardı. Kağan, imparator T'ai-tsung'a “"Bendeniz haddim olmadığı halde merhametiniz sayesinde kabilenin başı oldum. Kabul olunursa nesillerimiz boyunca devletin bir bekçi köpeği olarak kuzey kapıyı koruyayım. Eğer Seyantolar istila ederse ailemin Çin Seddinin içine girmesine izin veriniz.” "dedi. T'ai-tsung kararnameyi çıkarıp buna izin verdi.
679 yılında Shanyu Genel Valiliği'nin Göktürk liderlerinden Ashide Wenfu ve Ashide Fengzhi, Ashina Nishufu'yu kağan yaparak Tang'a karşı isyan ettiler. 680 yılında, Tang ordusu Ashina Nishufu ve onun ordusunu yendi. Ashina Nishufu kendi adamları tarafından öldürüldü. Ashide Wenfu, Ashina Funian kağan yaparak yine Tan |
g'a karşı isyan etti. Ashide Wenfu ve Ashina Funian Tang ordusuna teslim oldu. 5 Aralık 681 tarihinde Ashide Wenfu ve Ashina Funian da dahil olmak üzere 54 Göktürk Ch'ang-an'ın Doğu Pazarında halka açık bir alanda idam edildi. 682 yılında Kutluk, Funian'ın adamlarının kalıntısı ile birlikte isyan etti ve Heisha Kalesini işgal etti.
Doğuda bunlar olup biterken batıdaki sınırlarını Kırım'a kadar genişleten İstemi Yabgu öldü. Yerine oğlu Tardu Kağan geçti. Tardu, 603 yılına kadar hükümdarlığını sürdürdü.
Doğuda Ta-po'nun ölümü üzerine tahta çıkan To-lo-pien (ya da sonraki adıyla Apa Kağan) toyda / kurultayda yapılan kengeş'te (müzakere) onaylanmadı. Yerine Ta-po'nun yeğeni Şa-po-lio / İşbara Kağan ilan edildi. Çin politikalarının da tesiriyle batı kağanı Tardu, To-lo-pien'i destekledi. İşbara'nın Apa'nın annesini öldürtmesi doğu ile batı arasındaki ilişkileri bir daha düzelmemek üzere bozdu; iki budun artık birbirlerine düşman hale geldi.
Tardu'nun ölümünden sonra Batı Göktürkler, güçlerinin zayıfladığının bir göstergesi olan, yabguluk ve şadlık adları altında Aşena ailesine mensup kişilerce yönetildikten sonra 630 yılında Çin egemenliğine girdi. Bundan sonra On Oklar adını alarak Türgiş boyunun önderliğindeki boylar federasyonu şeklinde yüzyılın sonuna kadar Çin hakimiyetinde kaldılar.
Batı kağanlığının 658'de yıkılmasıyla I Göktürk Kağanlığı yıkılmış oldu.
681 yılında Asena(ya da Aşina) ailesinden Kutluk Kağan, Çin'in kuzeyine yerleşmiş Türk boylarını yeniden toparlamayı başardı. Çin, Kitan ve Dokuz Oğuzlar (Uygurlar) ile yapılan savaşlar sonucunda Ötüken ormanında Göktürk Kağanlığı yeniden güçlendi. Kutluk, ili (devleti/ulusu) yeniden derlediği için İlteriş adını aldı.
692'de ölen İlteriş'in yerine kardeşi Kapgan kağan oldu. Devlet kurulduğundan beri kağanlık danışmanı olan Tonyukuk'un da bulunduğu Kitan'a Tatabilere, Basmillara, Çiklere, Azlara, Bayırkulara, Türgişlere/On Oklara (Batı Göktürk budunu, Kitabelerde sürekli Türgiş Kağanı Türküm, budunum idi ifadeleri bununla ilgilidir), Kırgız ve Dokuz Oğuzlara yapılan seferlerle II. Göktürk Kağanlığı'nın sınırları Okyanus'tan Mâveraünnehir'deki Temir Kapığ (Demirkapı)'ya kadar ulaştı. İpek Yolu'nun büyük bir kısmı denetim altına alınmış oldu.
Kapgan'ın, Bayırkuların kurduğu bir pusuda öldürülmesi üzerine Göktürk Kağanlığı'nın başına oğlu İnel (ya da Ünal) geçti. Ancak Kutluk'un oğlu Bilge'yi, İnel'in kağanlığını kabul etmedi. Boy begleri (beyleri) Bilge'yi kağan ilan etti. İnel kabul etmese bile öldürüldü.Yeni kağan başa geçince kardeşi Kül Tigin'e ordunun komutanlığını verirken, Tonyukuka vezirlik görevini verdi. Onun dönemi de amcası dönemindeki gibi devletin egemenliğindeki boyların başkaldırılarıyla geçti. Çin'in desteklediği Uygur-Karluk-Basmıl bağlaşmasının Ötüken'e yönelik sürekli saldırıları, İpek Yolu'nun kilit noktası olan Cungarya'nın Çin'in denetimine geçmesi ve batıda On Ok budunu hakimiyetine alan Türgişler'in gün geçtikçe güçlenmesi neticesinde II. Göktürk Kağanlığı çöküşe sürüklendi. Bilge Kağan'ın, danışmanı Tonyukuk'u ve küçük kardeşi Kül Tigin'i kaybetmesinden sonra zehirlenerek öldürülmesi üzerine yerine geçen Tengri Kağan çocuk yaştaydı. Onun kağanlığına karşı gelen Ozmış da ülkeyi toparlayacak güçte değildi. Uygurlar 745'te Ötüken'e girerek Göktürk Kağanlığına son verdiler.
1 ) Bumin İl Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 551-552. Adı: Türkçe Bumin ya da Tümen, Çincede Tŭmèn (T’u-men). Unvanları: Türkçe Bumin İl Kağan (yazıtlarda Bumin Kağan), Sogdça’da βwmyn γ'γ'n ve Çincede Tŭmèn Yīlì Kĕhàn (T’u-men Yi-li K’o-han).
2 ) Yĭxījì Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 552-553. Adı: Türkçe Ḳara, Çincede Kēluó (K’o-lo). Unvânı: Çincede Yĭxījì Kĕhàn (Yi-hsi-chi K’o-han).
3 ) Mùgān Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 553-572. Kağan olmadan önceki unvânı: Çincede Yāndū Sìjīn (Yen-tu Ssu-chin), (Sìjīn = İrkin/Erkin). Kağanlık unvânı: Eğer Mugan Türkçe ise Eski Türkçede sözcükler M ile başlamadığı için Buḳan Ḳaġan olması gerekir ancak Türkçede Buḳan diye bir sözcük ya da adın varlığı bilinmiyor (ancak Kırım’a saldıran Gök Türk komutanının adı Yunanca kaynaklarda Boukhanos - Βουχανος olarak geçiyor); Sogdçada Mwγ'n γ'γ'n, Çincede Mùgān Kĕhàn (Mu-kan K’o-han).
4 ) Tapar/Taspar Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 572-581. Adı: Türkçede Tapar ve Sogdçada T’sp’r (Taspar). Unvânı: Sogdçada T’sp’r γ'γ'n ve Çincede Ta/Tuóbō Kěhàn (T’o-bo K’o-han).
5 ) Ānluó Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıl: 581. Adı ve Unvânı: Adı Çincede Ānluó (An-lo) olmasına karşılık kağanlık unvânı alıp almadığı bilinmemektedir
(İç Savaş, devlet birkaç yönetici arasında bölünür, Nevêr tarafından birleştirilir).
6 ) Işbara Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 582-587. Adı: Sogdça Nw’’r (Nevêr/Ñevar/Nivar), Çincede Shètú (She-t’u) / Niètú (Nie-t’u). Unvânı: Türkçede Işbara Ḳaġan, Sogdçada Nw’’r γ'γ'n ve Çincede Ĕrfú Kěhàn (Er-fu K’o-han) ile Shābōlüè Kěhàn (Sha-po-lüe K’o-han).
7 ) Baġa Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 587-588. Kağanlık öncesi adı ve unvânı: Türkçede bir olasılıkla Çulluġ, Çincede Yèhù Chŭluóhòu (Ye-hu Ch’u-lo-hou) (Yèhù = Yabġu). Unvânı: Türkçe Baġa Ḳaġan, Çincede Mòhè Kěhàn (Mo-ho K’o-han).
8 ) Dūlán Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 588-600. Adı: Çincede Yōngyúlǘ (Yung-yü-lü). Unvânı: Çincede Dū/Dōulán Kěhàn (Tu/Tou-lan K’o-han).
9 ) Qĭmín Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 600-609. Adı: Çincede Tūlì (T’u-li). Unvânı: Çincede Yīlìdou Qĭmín Kěhàn (Yi-li-tou Ch’i-min K’o-han).
10 ) Shĭbì Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 609-619. Adı: Çincede Duōjíshì/Doují (Tuo-chi-shih/Tou-chi). Unvânı: Çincede Shĭbì Kěhàn (Shih-pi K’o-han).
11 ) Tūlì Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 619-621. Adı: Türkçede bir olasılıkla Çulluġ, Çincede Chŭluóhòu (Ch’u-lo-hou). Unvânı: Türkçede Yabġu Ḳaġan, Çincede Tūlì Kěhàn (T’u-li K’o-han) ve Yèhù Kěhàn (Ye-hu K’o-han).
12 ) İllig Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 621-630. Adı: Çincede Duōbì (To-bi). Unvânı: Türkçede İl/İllig Ḳaġan ve Çincede Xié/Jiélì Kěhàn (Hsieh/Chieh-li K’o-han)
(630’da, Táng [T’ang] Sülâlesi Doğu Kağanlığı’nı yıkar).
13 ) Dabu Kağan (âsî): Kağanlık Yaptığı Yıllar: 630-638. Unvânı: Çincede Dabu Kěhàn (Ta-pu K’o-han).
14 ) Yugu Şad: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 638-639. Unvânı: Çincede Yugu Shè (Yü-ku She).
15 ) Yiminishusilipi Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 641-643. Çin’e yerleştirilen Gök Türklerin başına Táng (T’ang) Sülâlesi’nce getirilmiştir. Adı: Çincede Simo (Ssu-mo). Unvânı: Çincede Yiminishusilipi Kěhàn (Yi-mi-ni-shu-ssu-li-p’i K’o-han).
16 ) Yizhu Chebi Kağan (âsî): Kağanlık Yaptığı Yıllar: 638/639-648/650. Adı: Çincede Hubo (Hu-po) (?)(?). Unvanları: Önce Çincede Chebi (Ch’e-pi) iken sonradan Çincede Yizhu Chebi Kěhàn (Yi-chu Ch’e-pi K’o-han) olarak geçen unvânı aldı.
17 ) Āshǐnà Nizek Beg Kağan (âsî): Kağanlık Yaptığı Yıllar: 679-680. Adı: Sogdça-Türkçe Nizek Beg olabilir, Çincede Āshǐnà Níshúfú (A-shih-na Ni-shu-fu). Sogdça Nîzek adının Çincedeki biçimi Níshú’dur (Ni-shu); Fú ise Türkçe Beg için kullanılmış olabilir.
18 ) Āshǐnà Fúniàn Kağan (âsî): Kağanlık Yaptığı Yıl: 681. Adı: Çincede Āshǐnà Fúniàn (A-shih-na Fu-nien).
19 ) İltiriş Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 682-691. Adı: Türkçe Ḳutluġ, Çincede Āshĭnà Gǔduōlù (A-shih-na Ku-do-lu). Unvanları: Türkçe Ḳutluġ Ḳaġan ve İltiriş Ḳaġan, Çincede Gǔduōlù Kěhàn (Ku-to-lu K’o-han) ve Xié/Jiédiēlìshī Kěhàn (Hsieh/Chieh-tie-li-shih K’o-han).
20 ) Ḳapġan Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 691-716. Kağanlıktan önceki unvânı: Türkçe Bögü ya da Beg Çor olduğuna ilişkin görüşler vardır, Çincede Mòchuò (Mo-ch’o). Unvanları: Türkçe Bögü Ḳaġan ve Ḳapġan Ḳaġan, Çincede Mòchuò Kěhàn (Mo-ch’o K’o-han).
21 ) İnel Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıl: 716. Adı: Türkçe Bögü olabilir, Çincede Fújù (Fu-chü). Unvânı: Türkçe İnel Ḳaġan, Çincede Yíniè
Kěhàn (Yi-nie K’o-han).
22 ) Bilge Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 716-734. Adı: Çincede Mòjílián (Mo-chi-lien). Unvânı: Türkçe Bilge Ḳaġan, Çincede Píjiā Kěhàn (P’i-chia K’o-han).
23 ) Yīrán Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 734-740. Unvânı: Çincede Yīrán Kěhàn (Yi-jan K’o-han).
24 ) Teŋri Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 740-741. Unvânı: Türkçe Teŋri Ḳaġan, Çincede Cheng/Dēnglì Kěhàn (Ch’eng/Teng-li K’o-han).
25 ) (Adı ve unvânı bilinmiyor; Bilge Ḳaġan'ın oğullarından biri).
26 ) (Adı ve unvânı bilinmiyor; Bilge Ḳaġan'ın oğullarından biri).
27 ) Ḳutluġ Yabġu: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 741-742. Unvânı: Türkçe Ḳutluġ Yabġu, Çincede Gǔduōlù Yèhù (Ku-to-lu Ye-hu).
28 ) Ozmış Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 742-744. Kağanlıktan Önceki Unvânı: Türkçe Ozmış Tigin. Kağanlık Unvânı: Türkçe Ozmış Ḳaġan (bunu Özmiş diye okuyanlar varsa da yazıtlarda Ozmış olarak yazılmıştır), Çince’de Wūsūmĭshī Kěhàn (Wu-su-mi-shih K’o-han).
29 ) Báiméi Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 744-745. Unvânı: Çincede Báiméi Kěhàn (Pai-mei K’o-han) (Ak Kaşlı Kağan) olduğuna göre Türkçede Aḳḳaş Ḳaġan olabilir ancak elimizde yazılı bir belge yok.
1 ) İstemi Yabġu (bağımsız değil): Yabġuluk Yaptığı Yıllar: 552-576. Adı: Türkçe yazıtlarda İstemi; Yunancada Silziboulos ΣΙΛΖΙΒΟΥΛΟΣ / Σιλζιβουλοσ, Dizaboulos ΔΙΖΑΒΟΥΛΟΣ / Διζαβουλοσ, Stembis ΣΤΕΜΒΙΣ / Στεμβισ, Arapça’da Sincibû ve Çincede Shìdiănmì (Shih-tien-mi) / Shìdìmĭ (Shih-ti-mi). Yapılan incelemeye göre Ziboulos, Zaboulos, Cibû ve sonraki Tǒng Yabġu Kağan için kullanılan Yunanca Ziebel, Ermenice Cebu, Gürcüce Cibgu Türkçe Yabġu’ya denk gelmektedir. İstemi ve Stembis ise bu adın Çince çevriyazısına daha yakın durmaktadır. İlk hece olan Sil/Di/Sin/Shì Türkçe Sı sözcüğüne benzemektedir. Bu durumda, Gök Türk yazıtlarında İstemi Ḳaġan olarak geçen bu kişinin gerçek unvânı Sı Yabġu olabilir mi? Unvanları: Türkçede İstemi Yabġu (yazıtlarda İstemi Ḳaġan), Çincede Shìdiănmì Yèhù (Shih-tien-mi Ye-hu).
2 ) Tardu Yabġu/Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 576-603. Adı: Türkçede ve Sogdçada Tardu, Çincede Dátóu (Ta-t’ou). Unvanları: Türkçede Tardu Yabġu/Ḳaġan, Çincede Dátóu Kěhàn (Ta-t’ou K’o-han) ve Bùjiā Kěhàn (Pu-chia K’o-han).
3 ) Chŭluó Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 603-611. Adı: Çincede Hésànà (Ho-sa-na). Unvânı: Çincede Níjuē Chŭluó Kěhàn (Ni-chüeh Ch’u-l |
o K’o-han).
4 ) Shèguì Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 611-618. Unvânı: Çincede Shèguì Kěhàn (She-kui K’o-han).
5 ) Tǒng Yabġu Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 618-630. Unvânı: Çincede Tǒng Yèhù Kěhàn (T’ung Ye-hu K’o-han).
6 ) Baġatur Küllüg Sìpí Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 630. Kağanlıktan Önceki Unvanları: Çincede Mòhèduō (Mo-ho-to) olan Türkçe Baġatur ve Yǎngsù Tèjìn (Yang-su T’e-chin) (Tèjìn = Tigin). Kağanlık Unvânı: Çincede Mòhèduō Qūlì Sìpí Kěhàn (Mo-ho-to Ch'ü-li-ssu-p'i K’o-han; Qūlì = Küllüg [Ünlü]), Hou Qūlìpí Kěhàn (Hou Ch'ü-li-p'i K'o-han) ya da Sì Qūlìsìpí Dūlù (Ssu Ch'ü-li-ssu-p'i Tu-lu).
7 ) Yĭpí Bōluó Sì Yabġu Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 630-633. Kağanlıktan Önceki Unvânı: Çincede Xi/Tielì
Tèjìn (Hsi/li T'e-chin). Kağanlık Unvânı: Çincede Yĭpí Bōluó Sì/Lü Yèhù Kěhàn (Yi-p'i Po-lo Ssu Ye-hu K’o-han).
8 ) Tarduş Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 633-634. Adı: Sogdça Nîzek, Çincede Níshú (Ni-shu). Unvânı: Türkçe Tarduş Ḳaġan, Çincede Duōluó Kěhàn (To-lo K’o-han).
9 ) Işbara İltiriş Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 634-638. Kağanlıktan Önceki Unvânı: Türkçe Toŋa Şad, Çincede Tóng’é Shè (T’ung-e She). Kağanlık Unvânı: Türkçe Işbara İltiriş Ḳaġan, Çincede Shābōluó Die/Xilìshī Kěhàn (Sha-po-lo Tie/Hsi-li-shih K’o-han).
10 ) Yĭpí Tarduş Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 638-642. Kağanlıktan Önceki Unvânı: Çincede Yugu Shè. Kağanlık Unvânı: Türkçe Tarduş Ḳaġan, Çincede Yĭpí Duōluó Kěhàn (Yi-p’i To-lo K’o-han).
11 ) Yiqulishi Yĭpí Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 639-640. Unvânı: Çincede Yiqulishi Yĭpí Kěhàn (Yi-ch’ü-li-shih Yi-p’i K’o-han).
12 ) Baġatur Yĭpí Yabġu Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 640-641. Unvânı: Çincede Mòhèduō Yĭpí Yèhù [Mo-ho-to Yi-p’i Ye-hu].
13 ) Yĭpí Işbara Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 641-642. Kağanlıktan Önceki Unvânı: Çincede Biheduo Yèhù (Pi-ho-do Ye-hu). Kağanlık Unvânı: Çincede Yĭpí Shābōluó Kěhàn (Yi-p’i Sha-po-lo K’o-han) .
14 ) Yĭpí Shèguì Kağan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 642-649. Unvânı: Çincede Yĭpí Shèguì Kěhàn (Yi-p’i She-kui K’o-han).
15 ) Işbara Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 651-656. Adı: Çince’de Āshǐnà Hèlǔ (A-shih-na Ho-lu). Unvânı: Türkçe Işbara Ḳaġan, Çincede Shābōluó Kěhàn (Sha-po-lo K’o-han).
16 ) Xīngxīwáng Kağan ve Jìwǎngjué Kağan: Táng (T’ang) Sülâlesi’nin atadığı kukla kağanlar. Aralarında iç savaş yaşanmıştır. Kağanlık Yaptıkları Yıllar: 651-667. Adları: Xīngxīwáng Kağan’ın adı Çincede Āshǐnà Míshe (A-shih-na Mi-she), Jìwǎngjué Kağan’ın adı ise Çincede Āshǐnà Bùzhēn (A-shih-na Pu-chen). Unvanları: Āshǐnà Míshe’nın unvânı Çince, Āshǐnà Bùzhēn’ın unvânı ise Çince Jìwǎngjué Kěhàn (Chi-wang-chüeh K’o-han).
17 ) Āshǐnà Yuánqìng ve Jiézhōng Shìzhŭ Kağan: Kağanlık Yaptıkları Yıllar: 667-692. Adları: Yuánqìng'in adı Çincede Āshǐnà Yuánqìng (A-shih-na Yüan-ch’ing), Jiézhōng'un adı Çince’de Buli Húsèluó (Pu-li Hu-se-lo; Buli = Türkçe Böri [Kurt]). Unvanları: Húsèluó’nun unvânı Çincede Jiézhōng Shìzhŭ Kěhàn (Chieh-chung Shih-chu K’o-han).
18 ) I. On Oḳ Ḳaġan (âsî): Kağanlık Yaptığı Yıllar: 677-679. Adı: Çincede Tuizi (T’ui-tzu). Unvânı: Türkçe On Ok Ḳaġan ve Çincede Shíxìng Kěhàn (Shih-hsing K’o-han, “On Boyun Kağanı”).
19 ) II. On Oḳ Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 704-716. Adı: Çincede Āshǐnà Huáidào (A-shih-na Huai-tao). Unvânı: Türkçe On Oḳ Ḳaġan ve Çincede Shíxìng Kěhàn (Shih-hsing K’o-han).
20 ) Āshǐnà Xiàn: Kendisi kağanlık unvânı almadığı hâlde On Oklar’ı yönetmek için Çin tarafından gönderilmiştir. Görev Yaptığı Yıllar: 705-717. Adı: Çincede Āshǐnà Xiàn (A-shih-na Hsien).
21 ) III. On Oḳ Ḳaġan: Kağanlık Yaptığı Yıllar: 739. Adı: Çincede Āshǐnà Xīn (A-shih-na Hsin). Unvânı: Türkçe On Oḳ Ḳaġan ve Çincede Shíxìng Kěhàn (Shih-hsing K’o-han).
Devleti "Kağan" unvanlı hükümdar yönetirdi. Kağan'da "bilgelik", "alplık" ve "erdemlilik" özellikleri aranırdı. İl denilen ülkeyi bilgili, kahraman, özü sözü doğru, erdemli devlet başkanı yönetirdi. Kağan'ın vazifeleri arasında savaş gücüyle devleti kurma ve düzene koyma, yeni alınan yerlere iskân, "töre" yani kanunları düzenlemek, halkı doyurup giydirmek vardı. Ülke geniş bölge teşkilatı gereğince Doğu ve Batı olmak üzere ikili devlet sistemine göre idâre edilirdi.Hükümdarlık hakkı tanrıdandır. Tanrı hükümdar olmasını istediği kişilere “kut” verir. Bilge Kağan ve atalarına da kut vermiştir. Metinlerde birçok defa tanrı adı zikredilir. Kağan, hakan, kam, kan sözcüklerinin ve tengi, umay, yer- su gibi tanrı ve tanrıçaların kullanımı ve alakaları da devlet anlayışında tanrısal öğeleri tasvir eder. Hükmün ilahi temeli diğer krallık ve yönetimlerde de görülebilir ancak burada ilgi çekici olan tanrının yansıması olan kağanın halktan kopmamış olmasıdır.
Kağan ve kağanın eşi Kağatun'nın dışında toplam 28 unvan vardı. Önceleri sayısı bir olan Yabgu’ya, toprağı genişledikçe ihtiyaç çoğalmıştır. Şehzadelere Tegin veya Tigin adı verilirdi. Tiginler, genel valilik, başkomutanlık gibi önemli memuriyetleri yaparlardı.
Göktürk Kağanlığı çatısı altında 12 budun toplanmıştır. Göktürk Yazıtları'ndaki budun adları şunlardır:
Tüm budunlara genel isim olarak “Köktürk” adı da kullanılmış, Çinliler de "Tukyu" kelimesini kullanmıştır.
Göktürk İmparatorluğu’nun 193 yıllık dönemi içinde egemenliği altında şu devlet kuruluşları bulunmuştur:
Göktürk ordusu, yükselme döneminde Asya’nın en güçlü askeri kuvvetiydi. Ordunun üçte ikisi süvari, biri de piyadeydi. Akınlarda ve savaşlarda süratli hareket etmek esastı. Gece ve gündüz sıkı yürüyüşle yol alan ve atlarına nöbetle binen Türk süvarisi, hiç ümit edilmedik anda, hiçbir haber alma şansı bırakmadan düşman ordusuna saldırırdı. Savaşta düşman asker miktarı yüz binleri bulursa, Türk ordusu kırdırılmazdı. Bozkır taktiği ile ilk önce geri çekilinirdi. Merkez üssünden ayrılan düşman, vur kaç ve gerilla savaşı ile yıpratılıp, ani baskınla yok edilirdi. Göktürklerin bayrak ve tuğlarının tepesinde altından yapılmış kurt başlı heykel bulunurdu. Tuğ ile davul da bağımsızlık sembolleriydi.
Yazıtların birçok yerinde,Köktürkler'in hâkim güç olmasına,sık sık değinilir.Özellikle; Bilge Kağan'ın ağzından yazılan, Kül Tigin abidesinde,Bilge Kağan,sık sık, ""Dizliye diz çöktürdük,başlıya baş çöktürdük"." diyerek,Köktürklerin görkemli gücünü zikreder.
Göktürklerin başkenti Ötüken’dir. Burası Orhun Irmağı ile Selenge Irmağı'nın Tarim kolu arasında, ormanlar içinde bitki örtüsü ve suyu bol bir şehirdi. Ötüken’den başka Barshan, Çargelen-Çumgal, Çaldıvar, Atbaş, Şirdakbeg, Nanageldi, Fergana, Yassıkugart, Çikircik başlıca Göktürk'ün şehirleridir.
Göktürklerde karar, seçim, insan ve hayvan sayımı için ziyafetli devlet meclisi mahiyetinde Kenğeş Meclisi toplanırlardı.
Köktürkler, tarihte Türk adını ilk kez kullanan Türk devletidir. Anıtların sadece birkaç yerindeki ibareleri saymazsak, Köktürkler kendilerine; Türk, devletlerine ise Türk Kağanlığı demektedir. Bu özellikler ele alındığında, Köktürk Devleti'nin ideoloji olarak, milliyetçiliği benimsediği ve devletin her kademesinde bunu uyguladığı görünür. Bunun en büyük yazıtı elbette; yazıtlarda geçen bölümlerdir.
Göktürkler inanç ve düşünce yapılarına göre Göktanrı (Tanrı veya Tengri) tarafından devlet kurma görevinin kendilerine verildiğine inanır ve bu doğrultuda hareket ederlerdi. Bu yüzden kendilerini Göktürk olarak tanımlamışlardır. Gök rengi, yani mavi kutsaldı. Yine ibadetler göğe en yakın yerlerde, yükseklerde yapılırdı. Bugün halen Anadolu'daki Türkmenler, belli kutlamalar için yüksek dağlara, tepelere çıkmaktadırlar.
Göktürklerde hükümdar soyunun adı yazılı Çin kaynaklarına ve Türk sözlü geleneğine göre Asen (Asena, Zena, Aşena, Aşina 阿史那) dir. Bu kaynaklarda Göktürk Kağanlığını kuran bu ailesi kendi tanımlamada dişi bir kurdun soyundan geldiği anlatılmaktadır..
Doğu Göktürk kağanlarından Şipi Kağan (609~619), Suy Hanedanın son ve Tang Hanedanı’nın ilk yıllarından Çin’in iç siyasetine müdahale etmiştir. 617 yılında Çin otoritesine karşı isyan eden Çinli general Liang Shidu'ya kendi askerlerini komuta ettirmiş ve Tadu Bilge Kağan unvanı ve kurt başlı tuğu armağan vermiştir. Aynı şekilde Liu Wuzhou'ya Dayan Kağan (定楊可汗) unvanı ve kurt başlı tuğu vermiştir.
Orta Asya'da yapılan araştırma ve kazılarda Göktürkçe yazılı eserler bulunmuştur. Para, taş ve ağaç üzerine yazılan metinlerden, para ve taşlar üzerine yazılanlar günümüze kadar gelmiştir.
İlk Türk abidelerinde yazılara altıncı yüzyılda rastlanmıştır. Bunlar kısa metinlerdir. Elde kalan Bengü Anıtları, Orhun Yazıtları veya 'Türük Bengü Taşları' da denen üç büyük yazıttır. Taşların üzeri oyulmak suretiyle yazılmıştır. Bu yazıtlar; Göktürk Kağan'ı Bilge Kağan, Kül Tigin ve Vezir Bilge Tonyukuk adlarına yazılıp, dikilmiştir. Yazıtlar kireç taşına yontularak yazıldığından zaman ve açık havanın tahribatına maruz kalıp, bozulmuştur. Bu yüzden bazı satırları ve birçok kelimeleri okunamaz durumdadır. Kül Tigin kitabesi, içlerinde en az tahribata uğrayanıdır.
Göktürk Kağanlığı'nda bir meclisin var olduğu, Çin kaynaklarından ve Orhun Yazıtları'ndan anlaşılmaktadır. Göktürkler'de meclis kelimesinin karşılığı toy idi. Bu meclisin üyelerine toygun (Çince: 忽里勒台) denirdi.
Göktürk kağanları toyun doğal başkanı oluyorlardı. Kağan olmadığı zaman toya, hanedana mensup olmayan aygucı başkanlık ederdi. Bu kişiler ayrıca "başbakan" konumunda idiler. Göktürkler hakkında ilk bilgileri veren Çin kaynağı Chou Shu'nun 50. bölümünde, Göktürkler'in henüz devlet olarak kurulmadıkları döneme ait bilgileri verirken, bazı rivayetlerden bahsedilmektedir. Bu rivayetlerden sonra esas tarihi bölüme geçilirken, doğruluğu belli olmayan bir öyküden söz edilmektedir:
"Daha boy aşamasında olan Göktürkler, kendi aralarında bir önder seçmek için hepsi bir araya toplanmış, ağaçlık bir yerde yükseğe sıçrama yarışması düzenlemişlerdi. Sonuçta en yükseğe sıçrayan önder olarak seçilmiştir. 545 yılında ilk Çin elçisi An-no-p'an-t'uo, Göktürk merkezine vardığında, Göktürkler, kağanları Bumin Kağan ile birlikte sevinmişler ve:
"Şimdi büyük ülkenin elçisi geldi, bundan dolayı ülkemiz gelecekte yükselecektir." diyerek birbirl |
erini tebrik etmişlerdi. Bu kayıtlar ile Göktürkler'in henüz devlet haline gelmeden bile meclis veya ona benzer işlevi gören bir yapıya sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Toyun kağan seçiminde oynadığı rolü gösteren en iyi kanıt ise 582'de taht değişikliği sırasında meydana gelen olaylardır. Taspar Kağan'ın ölümünden sonra, onun ölmeden önce kağan olarak tayin ve vasiyet ettiği Ta-lo-pien toy tarafından kağan olarak tanınmadı. Çünkü Ta-lo-pien'in annesi Türk kökenli değildi ve bir Çin prensesiydi. Bu yüzden toy tarafından İşbara daha layık görülerek kağan seçildi. Bu tarihi olay Göktürk kağanlarının, meclisin onayını almadan tahta geçemediğini ve Göktürkler'in gelişmiş bir hukuk yapısına sahip olduklarını göstermektedir.
593 yılında gerçekleşen bir diğer olay da; Tou-lan Kağan'ın Çin asıllı eşi Çin'de kendi sülalesini yıkıp iş başına gelen Sui Hanedanı'na karşı bazı Çinliler ve Soğdlar ile iletişim kurarak, birtakım gizli etkinliklerde bulunuyordu. Bunu öğrenen Sui Hanedanı durumu kağana bildirdi. Kağan önce bunlara karışmak istemedi ise de, Çin elçisi Göktürk toygunlarından (milletvekili) birine rüşvet vererek, kağanın hatununun kurduğu gizli planı ortaya çıkartınca devlet meclisi üyelerinin hepsi, bu gizli plandan dolayı kağanla alay ettiler. Zor durumda kalan kağan, bunun üzerine Çinliler'i (asi olanları) ve Soğdlar'ı cezalandırdı. Bir diğer olay da Bilge Kağan'ın 723 yılında, şehirlerin surlarla çevrilmesi ve Budizm ve Taoizm'in kabul edilmesi için ileri sürdüğü önerilerin Göktürk toyunda kabul edilmemesidir.
Diğer taraftan halkın tahta çıkma töreninde kağanı bir keçe üzerine koyarak, havaya kaldırması, kağanın seçimine, halkın katılımı olarak düşünülmüştür. Toylara başta kağan olmak üzere katılan sivil veya askeri devlet erkanı şunlardı: hatun, aygucı veya üge (başbakan), tegin (şehzade, prens), kül-çor, apa, erkin, tudun (vergi memuru), il-teber (yüksek devlet memuru, idareci), tarhan, buyruklar, şadapıt gibi unvanlar taşıyanlar. Toylarda önce dini, millî törenler yapılır, devletin bütün sorunları görüşülür, sonra ziyafetler verilirdi.
Orhun Yazıtları'nda geçtiği üzere, Göktürkler'de hükümetin karşılığı "ayukı" tabiri idi. Hükümet meseleleri devlet meclisi toyda görüşülüyordu. Ancak, coğrafi şartlar ve ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle toy her zaman toplanamıyordu. Memleket işlerinin asıl görüşülmesi gerektiği anlarda ayukı (hükümet) devreye giriyor, bütün asıl meseleler, o an için ayukıda konuşuluyordu. Ayukının en önemli görevi toyun verdiği kararların ülke çapında uygulanmasını sağlamak, icraatleri takip etmekti. Ayukı buyruklardan (bakanlardan) oluşan bir hükümetti. Buyruk adı verilen bakanların başında bir nevi sadrazamın, başbakanın karşılığı olan "aygucı" bulunurdu. Aygucılar hükümdar adına ordu komutanlığı yapan, diplomatık ilişkileri yürüten, geniş yetki ve sorumluluk sahibi olan kişilerdiler. Çin kaynaklarına göre Göktürk hükümeti 9 bakanlıktan oluşuyordu. Bakanların yazıtlardaki karşılığı ise "buyruk" idi.
Hükümet üyelerinin taşıdıkları unvanlarından ve yazıtlardaki ifadelerden gayet önemli kişiler oldukları anlaşılmaktadır (çor, ilteber, buyruk-çor vb.). Bazı hükümet üyelerinin merkezin dışındaki bölgelerde özellikle askeri vali durumunda oldukları, bazılarının tudunluk (vergi memurluğu) yaparak, vergi toplama işleriyle meşgul oldukları bilinmektedir.
Hükümetin başında ise hanedandan olmayan aygucılar veya ügeler bulunurdu. Bunlara ilaveten devlet merkezinde ayrıca tamgaçı ve bitikçiler bulunurdu. Tamgaçılar, katip ve mühürdar, bitikçiler ise haberleşmelerden sorumlu katip idiler.
Görüldüğü gibi Göktürk Kağanlığı'nın devlet teşkilatında; devlet başkanlığı, yasama kurulu toy ve hükümet birbirlerinden ayrı kurumlar idi. Yani ayrı işlevleri vardı. Ancak, hükümdarlığı şahsında temsil eden kağan (devlet başkanı) ülkeden birinci derecede sorumlu olduğu için bütün yönetimi elinde bulunduruyordu. Başbakanların atamasını yapıyor, töre değişikliklerini toya öneriyor, devlet mahkemesine (yargu) başkanlık ediyordu. Çünkü Tanrı'nın siyasi iktidar ile donattığı tek kişi kağan idi. Diğer eski Türk devletlerinde olduğu gibi, Göktürkler'de de milletin hemen her şeyi kağandan beklemesi (doymak, giyinmek, çoğalmak, huzur ve güvenlik) tam otoriteyi doğuruyordu.
Göktürk Kağanlığı devlet sisteminde Çin kaynaklarının ifadesi ile 28'den fazla unvan olduğu gibi, bu unvanları taşıyan kişilerin birer makama da sahip olmaları gayet doğaldır. Göktürk yazıtları da unvanlar ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. Yazıtlara göre devlet hiyerarşisi şöyle sıralanmaktadır: kağan, kağan ailesi, budun (millet), şadapıt beyler, tarhanlar, buyruk beyler (bakanlar), Dokuz Oğuz beyleri vb. Çin kaynakları ise kağan ve hatunu söyledikten sonra en büyük unvan olarak yabgu sonra şad, tegin, tudun, ilteber, erkinden söz etmektedir.
Göktürk Kağanlığı'nın ekonomik yapısı kendi kendine yetme esasına dayanan aile ekonomisi ve devlet ekonomisi olmak üzere iki başlık altında incelenir. Orta Asya'nın iklim koşulları gereği ekonominin temeli hayvancılık olmuştur. Bunun yanında savaş ganimetleri, vergiler, tarımsal etkinlikler, avcılık, el sanatları ile ticaret de diğer ekonomik öğeler arasında yer almıştır.
Orta Asya'nın doğa ve iklim koşullarının gereği olarak kendi kendine yeterli olma zorunluluğu üzerine kurulan aile ekonomisinde Göktürkler gereksinimlerini kendi kaynaklarından sağlamışlardır. Geçim kaynaklarının en önemlisi hayvancılık olmuştur. Göktürkler, ekonomik getirisi fazla olan at ve koyun başta olmak üzere deve, keçi ve sığır sürüleri de yetiştirmişlerdir. Sürülerin fazlalığı gücün ve zenginliğin göstergesi sayılmıştır. Yetiştirilen hayvanlar genellikle canlı iken satılmış, bunun yanında gereksinim fazlası olan hayvansal ürünler, etler, konserveler, deri, yün ve yünlü ürünler de satılan hayvansal ürünlerin arasında yer almıştır. Ayrıca avlanan sansar, kakım, kunduz, sincap, tilki, kaplan, pars, panter gibi hayvanlar ve bu hayvanların ürünleri de önemli ekonomik kaynaklardan olmuştur. Böylece Göktürkler en önemli geçim kaynakları olan atlara ve koyunlara dokunmadan hem et gereksinimlerini karşılamış hem de bu hayvanların kürklerini işlenmiş ya da işlenmemiş olarak satıp gelir elde etmişlerdir. Ülke içerisinde ekonomi değiş-tokuş esasına dayanırken, Göktürkler gereksinim duyduğu eşyaları ya çevreden ya da belirli aralıklarla ülkeye gelen tüccarlardan elde etmişlerdir.
Göktürk Kağanlığı'nda üretim tarzları, sahip olunan yeraltı ve yerüstü kaynaklar, yaşam koşulları ve askerlikle ilgili gereksinim, toplum içerisinde çeşitli mesleklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Göktürk Kağanlığı'nda başlıca meslek demircilik ve madencilik olmuştur. Bu madenci ve demirciler Altaylar Bölgesi'nde demir, Tanrı Dağları'nda, Kaşgar-Kuçar bölgesinde altın, gümüş, kurşun, kükürt gibi madenleri işlemişlerdir. Madenci ve demirciler dışında halıcılar, kilimciler, keçeciler, debbağlar, çizmeciler, çorapçılar, börkçüler, dokumacılar, terziler, marangozlar ve tahta oymacıları da bu meslek gruplarına örnek olarak verilebilir. Göktürk Kağanlığı'nda oldukça kalabalık bir halde bulunan bu meslek grupları üye oldukları esnaf ve zanaatkar kollarına göre kılıç, kalkan, kargı, mızrak, ok temrenleri, insan ve atlar için zırhlar, tolgalar, at teçhizatı, eyer ve koşum takımları, kazanlar, ibrikler, kovalar, çadır ve otağlar, arabalar, tabaklar, maşrapalar, ince bronz işlemeli tasvirlerle süslenerek yapılan kömür mangalları, heykeller, ok kutuları, kılıç kapsarları, kemer tokaları, katış uçları yapmışlardır. Bu eşyalara sahip olmak bir güç ve zenginlik göstergesi sayılmıştır.
Göktürk Kağanlığı'nın devlet ekonomisi devletlerarası ticarete dayanmıştır. Bunun yanında yenik ve Göktürkler'e bağlı ülkelerden alınan vergiler, armağanlar ile İpek Yolu'ndan elde edilen gelir, ganimetler, yağmalar, askeri yardımlar, savaşlarda alınan tutsaklar için ödenen kurtuluş fidyeleri ile savaş tazminatları devlet ekonomisini oluşturan öğeler arasında yer almıştır.
Göktürk Kağanlığı ülke içerisinde kendi toplumundan, gücü oranında ve uğraş alanına göre vergi toplamıştır. Bu vergiler evlerden alındığı gibi, her bir boydan ya da boy üyelerinin durumuna göre toplu olarak da alınmıştır. Göktürk Kağanlığı'nda iktisadi ve mali işlerle tudun denilen ekonomi bakanı ilgilenmiştir. Vergiler tudunlara bağlı olan "amga / imga" denilen devlet hazinedarları tarafından toplanmıştır. Göktürkler para da darp ettirmişlerdir. Göktürkler darp ettirilen ve şekil olarak diske benzeyen bu Göktürk parasına "satir" demişlerdir.
Göktürkler'in ekonomik tutumu, aynı zamanda askeri stratejilerini ve dış politikalarını büyük ölçüde etkilemiştir. Göktürk Kağanlığı, Çin başta olmak üzere Bizans, Sasani ve Hindistan ile ticari alışverişte bulunmuştur. Özellikle Göktürk Kağanlığı'nın dış alım ve satımlarında ilk sırada Çin yer almıştır. Göktürk Kağanlığı ile Çin arasında sürekli devam eden bir elçilik ve kervan akışı olmuştur. Çin İmparatoru Kao-tsu 622 yılında Göktürkler'in Çin sınırına saldırıda bulunmaları üzerine Göktürk kağanına bir elçi göndererek şu isteklerde bulunmuştur: "Sayı bakımından Çin İmparatorluğu ile Göktürk Kağanlığı aynı değildir. Göktürkler Çin topraklarını ele geçirse bile buralarda yaşayamazlar. Üstelik elde ettiğiniz ganimetlerin hepsi milletinizin eline geçti. Size ne kaldı? Siz en iyisi ordunuzla birlikte geri dönün ve Tang İmparatorluğu'ndan gelen altın paraların ve ipekli kumaşların hepsi cebinize girsin." Göktürkler Çin imparatorunun bu önerisini kabul edip geri dönmüşlerdir. Bu tarihi kayıt Göktürkler'in, Çin'i ele geçirmekten çok, askeri güçleri sayesinde denetim altında tutarak ekonomik gereksinimlerini elde etmek amacını güttüklerini göstermektedir.
Göktürk ekonomisinde, pazar kimliğinde olan kervanlar, önemli bir yer tutmuştur. Sasani ile Çin başta olmak üzere birçok ülkeden, Göktürk ülkesine kervan gelmiştir. Göktürkler uzak yerlerden gelen kervanlara "arkış" demişlerdir. Yabancı ülkelerden gelen bu kervanlar genellikle Göktürk kağanlarının karargahını yani orduyu takip etmişl |
erdir. Göktürkler ticaret ile uğraşan kişilere "satıkçı" demişlerdir. Göktürk tüccarları ise genellikle hayvan sürülerinin ticareti ile ilgilenmekteydi. Nitekim 584 yılında Göktürk kağanı İşbara Kağan Çin sarayına mektup yazarak koyun ve atlarla ipek değiştirilmesini istemiş, bunun üzerine bin at Çin tarafından satın alınmıştır. Yine 588 yılında yaşanan bir diğer tarihi olay da Tu-li Kağan'ın Çin imparatoruna bir elçi göndererek 10 bin at, 20 bin koyun, 500 deve, 500 sığır sunarak bir pazaryeri kurulmasını istemesidir. Bu iki tarihi kayıt Göktürk ekonomisinde hayvancılığın yerini göstermesi bakımından önemlidir. Bunun dışında Göktürk tüccarları Bizans İmparatorluğu'na işlenmiş ya da işlenmemiş demir satmaktaydı. Bizans imparatorunun izniyle Göktürk tüccarları ile birlikte Soğdlu tüccarlar da İstanbul'da ticaret merkezi kurmuşlardı. Göktürkler, demir ile at başta olmak üzere koyun, et, konserve, yün, yağ, bal, yünlü kumaş, ipekli giysi, zamk, boynuz, kılıç, zırh, kalkan, topuz, eyer, ham ya da işlenmiş madenler ihraç etmişlerdir. Ayrıca Göktürkler tilki, samur, sincap, sansar, kakum, kunduz, kaplan gibi av hayvanlarının kürklerini de ihraç etmişlerdir. Bunun yanında Göktürkler, dış ülkelerden ise ipek başta olmak üzere hububat, pirinç, ipekli işlemeler, işlenmiş cam ve gümüşler, çeşitli süs eşyaları ile yerleşik toplumların yaptıkları ürünleri ithal etmişlerdir.
Göktürkler batıda İpek Yolu için Çin ve Sasani gibi devletlerle savaşmaktan kaçınmamıştır. Göktürkler armağanlar, yağmalar ve ticaret sayesinde elde ettikleri ipekleri Soğd şehir devletlerindeki tüccarlar sayesinde batıya satıp ticari üstünlüğü ele geçirmeye çalışmışlardır. Göktürk-Bizans ittifakı ile iki yönden saldırıya uğrayan Sasani İmparatorluğu 579 yılına kadar düzenli olarak Göktürkler'e yıllık 40000 altın ödemiştir. İstemi Yabgu'nun ölümünden sonra Türk Şad'ın vergi miktarını arttırması üzerine Sasaniler, Göktürkler ile karşı karşıya gelmiş ve yenilgiye uğramışlardır. Yine Göktürk-Bizans ittifakının bozulması üzerine Göktürkler 576 yılında Kerç Kuşatması ile Ukrayna'daki Kerç Kales'ni fethetmiş, bunun üzerine Bizans İmparatorluğu Göktürk Kağanlığı'na yıllık vergi vermeyi kabul etmiştir. Bu tarihi kayıtlar Göktürkler'in yaptıkları savaşlarda, fetihlerde ve çıktıkları seferlerde ekonomik etkenlerin en az diğer etkenler kadar değer taşıdığını göstermektedir. Sahip olunan ekonomik güç ve olanaklar, Göktürkler'in otoritesini ve egemenliğini pekiştirmiştir.
Orta Asya'nın iklim koşulları Göktürkler'i tarım yapmaktan alıkoymasına rağmen, kışlaklarda, hayvancılık gereği yapılan göç güzergahlarında ve ele geçirilen ülkelerdeki ekime uygun topraklarda az da olsa tarım yapıldığı bilinmektedir. Göktürkler, buğday, arpa, darı, çavdar ve at yemi olarak burçak ve yulaf ekmişlerdir. Göktürkler çiftçilere "tarıgçı / tarıdacı", ekilen tarlaya da "tarıglag" demişlerdir. Göktürk kağanı Kapgan Kağan, 696 yılında Çin ile yaptığı antlaşmanın bir maddesinde, Çin'in Göktürkler'e 3000 adet tarım aleti ile yaklaşık 1250 ton tohumluk darı vermesi koşulunu getirmiştir. Göktürkler döneminden kalan sulama kanallarına da rastlanmıştır. Göktürkler döneminde yapılan ve yüksek teknik bilgiye dayanan Tötö Kanalı'nın boyu 10 km'ye yakındır. Bütün bu tarihi kayıtlar Göktürkler'in azımsanamayacak ölçüde tarım ile uğraştığını göstermektedir.
Horus
Horus ("Haru", "Hor"), Antik Mısır mitolojisinde gök tanrısıdır. Osiris ve İsis'in oğludur. Horus, şahin başlı tasvir edilir, bazı tasvirlerde firavunlar İsis'in kucağında sembolize edilmiştir. Bunun sebebi firavunların dünya üzerindeki Horus olduğuna inanılmasındandır. Firavunlar kendilerini Horus'un yeryüzündeki cisimleşmiş halleri olarak gördükleri için Horus, Antik Mısır'ın en önemli tanrılarından biridir. Firavunlar, Horus'un ismini kendi isimlerinden biri olarak alırlardı. Aynı zamanda Firavunlar Ra'nın takipçisiydiler, bu yüzden Horus aynı zamanda güneş ile de ilişkilendirilirdi. Güneş tanrısı olarak gösterilmesi yanında Osiris'in oğluydu. Mısır'ın farklı bölgelerinde farklı Horus varyasyonları konusundaki ihtilafı çözmek için en az on beş farklı Horus formu kullanılmıştır. Bu formlar ait oldukları soy ağacına bağlı olarak güneş ve Osiris tipi olmak üzere iki kategoriye ayrılabilir. Eğer İsis'in oğlu olduğu söyleniyorsa, Osiris tipi; yoksa güneş tipi kabul edilmektedir. Güneş tipi Horus, Atum, Ra, Geb ya da Nut çeşitli tanrıların oğlu olarak adlandırılırdı.
"Harsiesis" (İsis'in oğlu), Horus'a, Isis'in büyüleri ile babası Osiris'in öldürülmesinden sonra gebe kalınmıştır. Annesi tarafından Buto'ya yakın yüzen ada Chemmis'te büyütülmüştür. O, şeytanî amcası Set'in daimi düşmanıydı, fakat annesi onu korudu ve yaşattı.
Çocukluğu, "Harpokrates" olarak bilinir, bu kelime bebek Horus anlamına gelir ve İsis tarafından emzirilen bir bebek olarak betimlenir. Daha sonraki zamanlarda yenidoğan güneş ile ilişkilendirilmiştir. Harpokrates, saçları yandan lüleli ve baş parmağını emerken de resmedilmiştir. Mısır sanatında, Harpokrates bir timsahın üzerinde ayakta duran, bir elinde akrep, diğerinde yılan tutan bir çocuk olarak da betimlenmiştir.
"Harmakhis" (Ufuktaki Horus), "doğan güneş" olarak kişileştirilmiştir ve dirilişin ve sonsuz hayatın sembolü Khepera ile simgelenmiştir. Giza platosundaki Büyük Sfenks, Horus'un görünümlerinden biridir.
"Haroeris" (Yetişkin Horus), Horus'un erken formlarında Yukarı (Güney) Mısır'ın lider tanrısıydı. Hathor'un oğlu ya da bazen de kocası olarak metinlerde geçer. Aynı zamanda Osiris ve Set'in erkek kardeşiydi. Set'in ülkesi Aşağı Mısır'ı yaklaşık MÖ 3000 yıllarında feth etmiş ve her iki krallığı birleştirmiştir.
Yetişkin Horus'un çok sayıda karısı ve çocuğu vardır. Dört erkek evladı bir gruplandırılır, İsis'ten olma olduklarına inanılır. Bunların isimleri; Duamutef, Imsety, Hapi ve Qebehsenuef'tir. Lotus çiçeğinden doğmuşlar ve yaratılış ile ilişkilendirilen güneş tanrılarıydılar. Nun'ın suyunu, Ra'nın emri ile yeniden getirmişlerdir. Anubis, onlara cenaze törenlerinde mumyalama, 'Ağız açma', Osiris'i ve tüm erkeklerin gömülmesi ödevlerini verdiğine inanılır. Horus onları daha sonra dört ana yönün koruyucusu yaptı. Ma'at'ın ölüleri yargılaması sırasında lotus çiçeğinin üzerinde Osiris'in önünde otururlar. Diğer taraftan, çok yaygın olarak ölünün iç organlarını koruyucusu olarak hatırlanırlar.
"Behdetli Horus", yetişkin Horus'un bir başka formu olup, Behdet'in batı deltasında tapınılırdı.
“Horus” adı, bu ilahın Grekçe’deki adıdır, Mısır dilindeki asıl adı “Hor”dur. Antik Mısır eserlerinde Horus, sık sık bir gözle, şahin kafasıyla veya atmaca kanatlı bir yıldız diskiyle tasvir edilir. Çocuk başıyla ya da genç bir insan başıyla temsil edildiğinde parmağı kelam organı olan ağzında ya da ağzını işaret eder tarzda tasvir edilir.
2007 yapımı Zeitgeist () belgesel filminde Hıristiyanlığın Horus ve benzeri Antik Mısır inançlarından köken alan figürleri anlatılır.
Fizik mühendisliği
Fizik mühendisliğinin konusu, doğadaki maddelerin yapısını ve aralarındaki etkileşimi inceleyen fizik bilimi bulgularının uygulama alanına dönüştürülmesi ile ilgilidir.
Burada etkileşimi söz konusu olan iki temel unsur ; 1 - Materyal ortam (malzeme) 2 - Enerji'dir. Malzeme atomik ve moleküler gaz, sıvı ya da katı çeşitliliği sergilerken, enerjinin ise hız, ışık, atomik, nükleer, elektrik, termal formları vardır.Bu iki temel unsur arasındaki etkileşim için olası 3 durum şöyle olmak durumundadır;
Fizik mühendisliği her şeye bu sistematik mekanizma ile bakar. Malzemenin nükleeraltı dünyasına kadar detaylı bilgisini ve enerjinin kuantum mertebesinde detaylı bilgisini fizikten aldıktan sonra bunlar üzerindeki kontrolünü kurabilir duruma gelir ve mühendisliğe uygulamak üzere makinelerini yapar. Fizik mühendisliği için enerji ile karşı karşıya bırakılacak olan malzemenin ne olduğunun çok fazla anlamı yoktur, malzeme canlı sistemlere (et, kemik gibi) ait olabileceği gibi demir ya da PVC de olabilirdir. Çünkü yukarıda vurgulanan sistematik mekanizma içinde malzemenin bu türlü farklılıkları parametre olamamaktadır.
Türkiye'de sadece beş üniversitede Fizik Mühendisliği eğitimi verilmektedir. İlki, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi altında 1954 yılında kurulmuştur (2001 yılı Nisan ayında Mühendislik Fakültesi kurulmasıyla çalışmaları burada devam etmektedir). Ayrıca, Hacettepe Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Gaziantep Üniversitesi ve Gümüşhane Üniversitesi'nde de Fizik mühendisliği bölümleri yer almaktadır. Gaziantep programının eğitim öğretim dili İngilizcedir. Gümüşhane Üniversitesi senatosunun aldığı karar ile birlikte Mühendislik Fakültesi bünyesindeki Fizik Mühendisliği bölümü 2012-2013 eğitim öğretim yılından itibaren Fizik Mühendisliği lisans programı olarak öğrenci alacaktır.
Fizik mühendisliği bölümlerinde eğitim süresi 4 yıldır.Nükleer fizik, atom-molekül fiziği, katı hal fiziği, kuantum mekaniği ve elektromanyetik gibi kuramsal ve temel konuların yanı sıra teknik çizim, elektronik, bilgisayar programlama, makine elemanları, malzeme, dalgalar-titreşimler, termodinamik, spektroskopi, kristalografi, medikal fizik (görüntüleme sistemleri), radyoizotop teknikleri, enstrümantasyon (termal + optik + fotonik + elektronik), uygulamalı optik, ince film, lazer gibi kendi içinde gerekli olan mühendislik konuları işlenir.
İlgi alanlarının genel olarak ne oldukları ve ne olmadıkları konusunda sınırlayıcı-tarif edici tarafları anabilim dallarıdır. Tüm dünyada fizik mühendisliği için konvansiyonel olarak kabul edilmiş anabilim dalları ise şöyledir ;
Bilim ile mühendislik arasındaki köprü görevini üstlenmiş olmasının getirdiği diğer çoğu disipline makina, cihaz, sistem ve bilgi verme durumu, fizik mühendisliğinin bir disiplinler arası alan olduğu yanlış algılanmasını getirebilmektedir. Örneğin bir taraftan kimyaya spektroskopi verirken diğer taraftan da tıp dünyasına görüntüleme sistemleri vermektedir. Buradan hareketle bu her iki alan insanları, fizik mühendisliğinde hem elektronik hem kimya hem de canlı sistemlere ait e |
ğitimlerin "dış disiplinlerden alınarak" verildiğini düşünebilmektedir. Ancak aksine, yukarıdaki anabilim dallarına bakıldığında ne kimyanın ne de elektroniğin fizik mühendisliğini oluşturan unsurlardan olmadığı görülmektedir. Diğer gerçek ise, hem spektroskopide hem de medikal görüntüleme sistemlerinde kullanılıyor olan asıl şeyin ne kimya ne de tıp olmadığıdır, kimya ve tıp (veya biyoloji) bu uygulamalardan faydalanan alanlar olarak kalmakta ve söz konusu makinaları geliştiren-yön veren alanlar olamamaktadırlar.Burada örnek olarak kullanılan tıp ve kimyanın enerji-madde etkileşimini bir birlerinden habersiz şekilde kullanmaları, fizik mühendisliği ve esasi bakış açısından spektroskopi ve medikal görüntüleme cihazlarını farklı disiplinler kılmaya yetememektedir.
Sonuçta fizik mühendisliği her iki makinayı yaparken sadece kendine ait olan atom-molekül fiziği, radyasyon tür ve özellikleri, ileri optik, materyal malzemelerin enerji türlerine karşı verdikleri tepki bilgileri ve enerji-madde etkileşimi bilgilerini kullanmaktadır.
Fizik mühendisleri; modern teknoloji kullanan kamu ve özel sektördeki kurum ve kuruluşlarda görev alabilmektedirler. Bilgisayar ve elektronik malzeme üretiminde, kalite kontrol birimlerinde, enerji santrallerinde, sanayi kuruluşlarında, araştırma-geliştirme (ArGe) birim ve laboratuvarlarında, sağlık fizikçisi olarak hastanelerde çalışabilmektedirler. Alan ve/veya sektörlerden detaylı örnekler vermek gerekirse şunlar yazılabilirdir ;
Fizik mühendisliği programını bitirenlerden Ortaöğretim Alan Öğretmenliği Tezsiz Yüksek Lisans Programını veya Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) işbirliği ile açılan/açılacak pedagojik formasyon programını başarı ile tamamlayanlar fizik öğretmeni olarak da çalışabilirler.
IEEE
The Institute of Electrical and Electronics Engineers ya da kısaca IEEE (Türkçe: Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü), elektrik, elektronik, bilgisayar, otomasyon, telekomünikasyon ve diğer birçok alanda, mühendislik teori ve uygulamalarının gelişimi için çalışan, kar amacı olmayan, dünyanın önde gelen teknik organizasyonudur.
1884 yılında Alexander Graham Bell ve Thomas Edison gibi dönemin büyük bilim adamlarınca temelleri atılmıştır.
150 ülkede 426.000'i aşkın üyesi (71.000'i öğrenci) ile IEEE, tüm dünyaya yayılmış 10 alt bölgesi, 300'den fazla yerel bölgesi ve 1430'dan fazla öğrenci koluyla çalışmalarını sürdürmektedir. Türkiye'nin de içinde bulunduğu 8. Bölge'de (Avrupa, Ortadoğu ve Afrika) 5000'i öğrenci üye olmak üzere 26.000 üyesi vardır.
Dünyada elektrik, elektronik mühendisliği, bilgisayar ve otomasyon teknolojilerindeki yayınların %30'unu yayınlar. Bu alanlarda, 80'den fazla yayını olan 37 farklı teknik topluluk vardır ve 900'den fazla endüstri standardı geliştirilmiştir.
Masonluk
Masonluk, kardeşlik duygusuna dayalı, federal bir yapıya sahip, inisiyatif, hayırsever, sembolik, felsefi, seçici, hiyerarşik, uluslararası, hümanist ve kurucu bir kurumdur. Gerçeğin araştırılması, insan davranışının, bilimlerin ve sanatın felsefi çalışılması ve insanın sosyal ve ahlaki gelişmesinin teşvik edilmesi, onu kişisel gelişimine yönlendirmesi gibi objektif bir şekilde varlığını onaylar niteliktedir. Toplumsal ilerlemeye götürür ve onun öğretilerini masonluğun veya daha doğrusu "Yapının Gerçek Sanatı"ndan, yani Orta Çağ katedrallerinin yapıcılarından alınan semboller ve geleneksel alegorilerle örnekler.
Mason kelimesi, İngilizcedeki "freemason" kelimesinden türemiştir ve "hür duvar işçisi" demektir. Masonluk, çeşitli biçimlerde mevcut olup üyelerinin tek manevi ve metafizik idealleri paylaşması ile karakterize olur. Bunlardan ilki "Yüce Varlık"a olan inançtır. Masonlar, bu varlığın adlandırılmasında "Evrenin Ulu Mimarı" ifadesini kullanırlar.
Kökleri her ne kadar 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarına kadar dayanıyor olsa da, 24 Haziran 1717 tarihinde Londra'da bir araya gelen dört locanın girişimiyle Londra Büyük Locası kurulmuştur. Masonlara göre masonluk akılcılık, bilimsellik ve insanlığın oluşumundan bu yana ortaya çıkarak, insanlığın gelişimine ve bilgi birikimlerine katkıda bulunmuş bir kültür ve fikir üst yapı kurumudur. Ezoterik ve sadece üyelerine açık olan örgüttür. Dünyanın birçok ülkesinde 5 milyon üyesi ile değişik biçimlerde mevcuttur. Sadece İngiltere, İskoçya ve İrlanda'da 480.000; Amerika Birleşik Devletleri'nde ise 2 milyonu aşkın üyesi bulunmaktadır. Çeşitli ülkelerdeki mason örgütleri ortak amaç ve ülküde birleşme bakımından evrensel, kendi yurtlarındaki yönetsel kuruluşlarında ise tümüyle bağımsız ve ulusal birer kurumdurlar.
Masonluğun ilk dönemlerdeki gelişimi biraz tartışmalı bir konudur ve tahminlere dayanmaktadır. İskoçya'da ilk Mason localarının 16. yüzyıl başlarında var olduğunu söyleyebilmek için kanıtlar bulunmaktadır. Bununla birlikte İngiltere'de 17. yüzyılın ortalarında var olduklarına dair kesin kaynaklar mevcuttur. "Masonik Elyazması" isimli şiir yaklaşık 1390 yılına tarihlenmiştir ve en eski masonik belge olarak bilinmektedir.
İlk Büyük Loca ("Grand Lodge of England"), Londra'nın daha önceden faal olan dört locası, akşam yemeği için bir araya geldikleri 24 Haziran 1717 tarihinde kurulmuştu. Bu yapı, çoğu İngiliz localarının katıldığı bir düzenleyici organa dönüştü. Ancak birkaç loca, yeni yapının bazı modernleştirmeleri tasvip etmesi ve "Üçüncü Derece"'nin oluşturulması gibi bazı kararlar almasına gücenerek 17 Temmuz 1717 tarihinde ""İngiltere'nin Kadim Büyük Locası (Antient Grand Lodge of England-GLE)"" isimli rakip büyük locayı kurdular. İki rakip Büyük Loca, 25 Kasım 1813 tarihinde "İngiltere'nin Birleşik Büyük Locası ("United Grand Lodge of England", "UGLE")" adı altında birleşinceye kadar "Modernler" ("GLE") ve "Gelenekçiler ("Atiens"-"Ancients")" diye anılan iki loca üstünlük için birbirlerine hasım oldular.
İrlanda ve İskoçya'nın Büyük Locası 1725 ve 1736 yıllarında peş peşe kuruldu. Masonluk 1730'lu yıllarda "Gelenekçiler" ve "Modernler" tarafından Kuzey Amerika'daki İngiliz kolonilerine ihraç edildi. Ayrıca, İrlanda ve İskoçya Büyük Locaları pek çok bölgesel büyük localar altında organize olan kardeş localar kurdu. Amerikan Devrimi'nden sonra eyaletlerde bağımsız ABD Büyük Locaları oluştu.
Masonlar arasında ortak bir felsefi tutum ve insanlık ülküsünden söz etmek mümkündür. Masonlara göre masonluk, bütün insanlar için ortak koşulan insanlık ülküsü noktasında insanlar arasında sevgi, saygı, tolerans, hak eşitliği, evrensel kardeşlik ve bilimsel gelişmenin gerekliliğini kabul eder. Yine masonlara göre masonluk, "Bütün insanlar arasında, sevgi, hoşgörü ve kardeşliğin kurulmasını hedefleyen ve çalışmalarını hakikatin araştırılması yolunda yoğunlaştırmış bir fikir üst yapı kurumudur."
Masonlara göre, bir masonun amacı her bakımdan gelişmiş, ideal bir insan olmaktır. Bu doğrultuda masonik felsefe, daha iyi bir birey olmaya odaklanmıştır. Öyle ki masonlukta, kötü bir bireyi iyi bir birey haline getirme uğraşı söz konusu değildir. Nitekim masonlara göre, masonluk bir tekâmül sürecidir. Masonlar kendi aralarında kardeşliklerini ve bağlılıklarını dile getirmek amaçlı, birbirlerine karşı birader ya da kardeş olarak hitap ederler. Bununla beraber yine kendi aralarında mesaj niteliği taşıyan birtakım mottolar da kullanırlar. Bu mottolardan biri olan: ""Audi, vide, tace"" yani "Dinle, Gör ve Ketum Ol" anlamına gelen Latince motto, masonların genel yaşam biçimlerini şekillendiren tavrı özetlemektedir. Masonlar arasında; dinlemek, görmek yolunda bir adım olarak kabul edilmekte ve bu eylem neticesinde kişi yaşam üzerine düşünüp gerçeği kendi içinde aramaya başlamasının gerekliliği vurgulanmaktadır. Masonlar arasında sık kullanılan bir diğer motto olan "V.i.t.r.i.o.l."de ise yine aynı şekilde insanın içine bâtın bir yolculuğa çıkıp, kendi ve evren üzerine derin bir düşünceye sevk edilmesi gerektiği anlatılmaktadır. Masonlar benzer bir düşünce sevkini, aralarına yeni katılan adayı sadece bir mumun yandığı ve bir kitap ile kuru kafanın bulunduğu karanlık bir odada ölüm ve yaşam üzerine düşündürmek amacıyla yalnız bıraktıkları mason adayına karşı gerçekleştirirler.
Masonlukta genel olarak tanrıya Evrenin Ulu Mimarı denmesi, evrenin sistematik ve nizami bir şekilde ilerlediğini belirtmeyi amaçlar. Ancak Skoç Riti masonlarının aksine Fransız Riti'nden olan Özgür Masonlar bir tanrı arayışını ve dogmatik gördükleri birtakım görüşleri kabul etmez ve sadece bilimselliğin ışığında yaşadıklarını ifade ederler. Masonlar aralarında sıkça kullandıkları ışık sözcüğü ise farkındalığa vesile olan aydınlığın asıl kaynağı olarak ele alınır. Sonuç olarak masonlar, masonluğu dogmatiklikten uzak, akıl ve bilimin öncülüğünde belli erdem değerleri ile ideal insana giden tekâmül yolu ve de yetkinleşme sanatı olarak tanımlamaktadırlar.
Masonluk, Ortaçağ'daki ve Rönesans'taki zanaat örgütünün değişik bir biçimde devamı olarak ortaya çıkmaktadır. Operatif masonluk, duvarcılık mesleğini beden çalışmasıyla ve elle yapılan zanaatkarların kurmuş olduğu meslek birliklerinden ortaya çıkmıştır. Ortaçağ'da katedral ve kiliseleri inşa eden duvar ustalarına mason diye hitap edilmiştir. Bu zanaatkarların mesleki sırları saklamaları için aralarında kullandıkları sembolik anlamlar taşıyan kelimeler ve rumuzlar olmuştur. Aynı zamanda Tanrı'nın evini inşa ettikleri için halk ve din görevlileri arasında masonlar yani duvar işçileri kutsal olarak kabul edilmişlerdir. Operatif masonlar toplandıkları loncalarda çalışmalar yapıyorlardı. Aralarında Çırak, Kalfa ve Usta olarak belirlenmiş, becerilerine ve bilgi birikimlerine göre şekillenen bir derece sistemi mevcut olmuştur.
Masonluğun kökleri ile ilgili bir başka çokça tartışılan ve öne sürülen konu ise, Masonların, şövalye kökenli bir topluluk olması ile alakalıdır. Tapınak Şövalyeleri'ne 1307 yılında Vatikan ve Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa krallığı tarafından açılan açık savaşın ardından 1314 yılında İskoçya'nın İngiltere'ye karşı kazandığı Bannockburn |
zaferinde Tapınak Şövalyeleri'nin kendi kıyafet ve kılıçları ile İskoç kralı Robert Bruce'un yanında savaştıkları, tüm tarih kitaplarında yerini almış bir gerçektir. Rosslyn Şapeli başta olmak üzere Tapınak Şövalyeleri tarafından yapıldığı bugün net olarak bilinen nice kilise ve kale de, bahsekonu şövalyelerin bu dönemlerde Britanya'daki varlıklarını açıkça göstermektedir.
Yoğunlukla, Avrupa ve ABD'de çalışmalarını sürdüren çok sayıda Masonik rit ise Şövalye Masonluğu denen bir janrı kabul etmişler ve çalışmalarını Masonluğun şövalye kökenleri üzerine sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Şövalye Masonluğu doğrultusunda çalışmayan ritlerin bile hemen hemen tamamı şövalyeliğe mutlaka bir atıf yaparlar. Örneğin, Türkiye'de de uygulanan, dünyanın en yaygın riti Skoç Riti'nin yüksek derecelerinin çoğunluğu şövalyelik üzerinedir ve şövalye isimleri taşır. İkinci en yaygın rit olan ve özellikle ABD'de yoğun olarak izlenen York Riti'nin en yüksek derecesinin adı Tapınak Şövalyesi'dir.
Masonların kullandıkları pek çok sembolün şövalyelerden gelmiş olması bir sır değildir. Örneğin, Masonların bazı törenlerinde kullandıkları kılıçlar, gerek şekilleri gerek anlamlarıyla bu geleneği yansıtmakta olan şövalye kılıçlarıdır.
Masonluğun köklerini şövalyelere dayandıran görüşlere göre, kimlikleri ortaya çıkan Tapınakçılar, kendilerine -daha önce kıta Avrupasında olduğu gibi- yönelebilecek saldırılardan korunmak için, duvarcı loncaları kimliğine bürünmüş, sembollerini ve çalışmalarını eski duvarcıların sembolleri ile birleştirmiş ve eski sembollerine bu yönlü anlamlar da yüklemiş, duvarcı kimliği ile kendilerini tanıtmışlar, fakat çalışmalarını ve esas yüzlerini her zaman, hatta sonradan aralarına kabul edilen ve henüz belli bir dereceye gelmemiş olan üyelerinden bile gizli tutmuşlardır. Belki bu yüzdendir ki, günümüzde halen izlenilmeye devam edilen Masonik ritlerde de şövalyeliği esas alan dereceler hep yukarılarda yer alır.
Masonluğun kökenleri ile ilgili konular bugün Masonların dahi kesin olarak görüş birliğine varabildikleri bir konu değildir. Farklı obediyans ve ritler, farklı görüşleri öne sürerler. Bugünkünden çok daha gizli olan geçmişlerinde herhangi bir yazılı kayıt tutulmamış olması bunun en önemli sebebidir. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın da dahil olduğu dünya Masonluğu da, Özgür Masonlar Büyük Locası'nın dahil olduğu obediyanslar da, ritüellerinde Masonluğun köklerini Operatif Masonlara dayandırır, ilk 3 derece ritüellerinde -şövalye yaşam tarzı denebilecek bir anlayışa atıfları saymazsak- şövalyelikten, ismen, bahis açmazlar. Şövalyelik kökleri ile ilgili konular yüksek derecelerde işlenilir.
24 Haziran 1717'de İngiltere'de 4 Loca bir araya gelerek, ilk Büyük Loca'yı, İngiltere Büyük Locası'nı kurdular. Kısa zaman içinde İngiltere'deki diğer Locaların da katılması ile genişlemiş ve 1723 yılında Büyük Loca, geleneksel ve kadim yasalarını derleme görevini Protestan bir Rahip olan James Anderson'a vererek ilk yazılı anayasasını oluşturdu ve Masonluğun, ara vermeden sürdürülecek olan, yazılı tarihi ve ilk yazılı yasaları böylece resmen başlamış oldu. Anderson Anayasası (veya Anderson Yasaları veya Nizamnamesi) adı verilen bu kuralların ana hatlarına, bugün halen dünya düzenli Masonluğunca riayet edilmektedir. Her ne kadar Anderson Anayasası kısa süreli bir anlaşmazlığa yol açmış ve York Locası'nın önderliğinde bir grup İngiltere Büyük Locası'ndan ayrılarak ayrı bir Büyük Loca kurmuş olsa da, ancak 1813 yılında bu iki Büyük Loca tekrar bir araya gelerek, bugün varlığını halen sürdüren ve düzenli Masonluğun ilk Büyük Locası olarak kabul edilen İngiltere Birleşik Büyük Locası'nı oluşturmuşlardır. Geleneksel olarak, günümüzde de sürdürüldüğü şekliyle, İngiltere Birleşik Büyük Locası Büyük Üstatları kraliyet ailesi ile soylu dük veya lordlar arasından seçilir.
Geleneksel dünya düzenli Masonluğu Büyük Locaları, Çırak, Kalfa ve Üstat olmak üzere Masonluğun üç remzi derecesinde çalışırlar. Üstat derecesi, Masonluğun en üst derecesi olarak kabul görür ve localarda Üstat derecesinin üzerinde herhangi bir derece ne konuşulur ne de bulunur.
Genel olarak 33 dereceli bir sistemin çeşitli tarikat ve cemiyetlere bağlı kimseleri aynı localarda çalıştırmak amacı ile Elias Ashmole'nin düşündüğü kabul edilir. Ashmole, bu sistem içinde, insan düşüncesinin çeşitli dereceleriyle ilgili bilgileri bir gelişim içinde anlatmak, uygulamak amacını gütmüştür. Fakat 33 dereceli sistemi Ashmole'den önce Fransız Masonlarının düşündüğü ve Dante'nin, düşüncelerinden yararlanarak hazırladığı da Jean Palou gibi bazı masonluk tarihini inceleyenler tarafından ileri sürülmektedir. Derecenin bulucusu kim olursa olsun, gerçek olan bugün için 33 derecenin geniş ölçüde kabul edilmiş olması ve belirli görüşleri ve öğretilere işaret etmesidir. Yalnız Ashmole'nin önerdiği 33 derecenin gruplandırılması ile şimdiki gruplandırma arasında fark vardır. Ashmole, 33 dereceyi dört gruba ayırmıştır. Birinci grup 1-3. dereceleri içerir. Operatif Masonluğun çırak-kalfa-usta derecelerine gelmektedir, ikinci grup, 15 dereceli olacaktır ve geçmişe ait bütün ananeler parça parça açıklanacaktır. Esası Rose-Croixlardan alınmıştır. Üçüncü grup 13 derecelidir ve Templier Şövalyelerinin geleneklerini yansıtmaktadır. Sonuncusu dördüncü grup, Simyagerlerden alınmıştır ve bütün derecelerin sentezini belirtmektedir. Ashmole'nin bu ayrımına karşılık, şimdiki 33 derece 7 kısma ayrılmaktadır.
Türkiye'deki Mason Localarının da kabul ettiği İskoç Ritüeline göre masonluk 33 derece üzerine düzenlenmiş bulunmaktadır. Her derece belirli bir öğretinin temelini oluşturmaktadır ve kendine özgü sembolleri, kutsal kelimeleri, ritüeli ve ikaf töreni vardır.
Masonlukta 33 derece her zaman kabul edilmiş değildir. Eski Operatif masonlar, yalnız çıraklık ve kalfalık arkadaşlık sınıflarını kabul etmişlerdir. Ustalık ise bir derece olmayıp, yalnızca bir yöneticiliktir. Bu yöneticilik, likayat ve ehliyet esaslarına dayanmıştır. Masonluğun fikri çalışmalar durumunu almasından, Londra Büyük Mahfilinin kuruluşundan sonra da, iki derece kabul edilmiştir. Buna karşılık Ramsayın reformcu davranışları ve mükemmel üstatlar mahfili kurmak isteği, dördüncü dereceyi ortaya çıkartmıştır. Bu arada, masonluğun yalnız Hristiyanlık etkisinde kalmadığını göstermek için, o çağda (XVII. yy.) var olan bütün dini ve fikri temayülleri masonluk içinde temsil ettirme endişesi, birdenbire dereceleri 91'e kadar çıkartmıştır. 1758 yılında, II.Frederick (1712-1786), 33'lüler Süprem Konseyi kurmayı ve İskoç ritinin muntazam bir dereceler sistemine kavuşmasını istedi. Sonunda, 1800 yılında, ilk defa bir 33'ler konseyi Charleston'da kuruldu. Bu konseyden yetki alan masonlar, 1804 yılında Fransa'da, 1805'te italya'da, 1813 yılında Kuzey Amerika'da, 1817'de Belçika'da, 1824'te de İrlanda'da, 1829'de İskoçya'da ve 1861'de Türkiye'de, 33'ler konseyi kurmuş ve 33 derece hemen hemen ortak bir derece sistemi olmuştur. Buna rağmen günümüzde, yalnız dört dereceyi uygulayan bazı Alman Ritleri vardır.
Farklı bir dernek hüviyeti altında ve farklı bir yerde toplantılarını gerçekleştiren, 3. derecesinin üzerindeki dereceler için "rit" adı verilen Masonik yollar ve öğretiler izlenir. Bu ritlere katılmak veya katılmamak Üstat derecesine sahip Masonların kendi isteklerine kalmış bir seçimdir, zorunlu veya yapılması gereken bir yükümlülük değildir. Bu derecelerin çalışmaları, Masonluğun ilk üç derecesinde verilen öğretilerin gizlerine ve sırlarına daha vakıf olabilmek için yapılan araştırmaların yanı sıra yüksek felsefi ve spiritüel çalışmaları da içinde barındırır.
Türkiye'de de takip edilen 33 dereceli Skoç Riti dünya üzerinde en fazla üyeye sahip olan ve bu yönüyle en fazla tercih edilen felsefi dereceler ritidir. Onu, özellikle ABD'de geniş bir kesimce benimsenen York Riti takip etmektedir.
Dünya üzerinde var olan çeşitli ritler içerisinde 99 dereceli Memfis-Misraim Riti gibi yoğun bir çalışma gerçekleştirenleri var olduğu gibi, tek dereceden oluşan bazı ritler de vardır.
Herhangi bir ritte, dördüncü derece ve yukarısına devam edebilmek için Büyük Loca'ya bağlı olarak çalışan düzenli bir Locada Üstat derecesine sahip olmuş olmanın yanı sıra, bu ana Loca ile ilişkilerinin herhangi bir dönemde düzensiz olmaması ve yükümlülüklerinin aksatılmadan yerine getirilmesi gerekir. Kendi Locasında düzensiz ilan edilen bir üyenin, yüksek derecelerdeki üyeliği de otomatik olarak düşer. Ayrıca bu localarda sadece erkekler ve akraba olmayanlar bulunmaktadır.
1. Derece: Çırak
2. Derece: Kalfa
3. Derece: Usta
4. Derece: Ketum Üstat
5. Derece: Mükemmel Üstat
6. Derece: Sır Kâtibi
7. Derece: Nazır
8. Derece: Bina Emiri
9. Derece: Dokuzlar’ın Seçilmiş Üstadı
10. Derece: Onbeşler’in Seçilmiş Üstadı
11. Derece: Yüce Seçilmiş Şövalye
12. Derece: Üstat Mimar
13. Derece: Solomon Krallığı’nın Şövalyesi
14. Derece: Yüce Üstat (Kutsal Kubbe Büyük Seçilmişi)
15. Derece: Doğu Şövalyesi (Kılıç Şövalyesi)
16. Derece: Kudüs Prensi
17. Derece: Doğu ve Batı Şövalyesi
18. Derece: Salipverdi Şövalyesi (Güllü Haç Şövalyesi)
19. Derece: Büyük Pontif (Yüce İskoçyalı)
20. Derece: Düzenli Locaların Büyük Saygıdeğer Üstadı
21. Derece: Prusya Şövalyesi
22. Derece: Lübnan Prensi (Krali Balta Şövalyesi)
23. Derece: Sır Sandığı Başkanı
24. Derece: Sır Sandığı Prensi
25. Derece: Tunç Yılan Baş Şövalyesi
26. Derece: İskoçyalı Papaz (İnayet Prensi)
27. Derece: Kudüs Tapınağı’nın Hakim Amiri
28. Derece: Güneş Şövalyesi
29. Derece: Saint Andre Büyük İskoçyalısı
30. Derece: Seçilmiş Büyük Kadoş Şövalyesi
31. Derece: Büyük Müfettiş Kumandan
32. Derece: Kutsal Sır Yüce Prensi
33. Derece: Büyük Genel Müfettiş
Satürn'ün doğal uyduları
Satürnün bilinen 62 doğal uydusu vardır. Uluslararası Gökbilim Birliği (IAU) tarafından doğrulanan uydulardan oluşan bu gruba ek olarak bir kez gözlendiği bildirilen ancak varlığı doğrulanmamış küçük uydular bulunmaktadır.
Satürn'ün uyduları, yörüngeleri, boyut ve fiziksel özellikleri ve bu verilere göre tahmin ed |
ilebilecek oluşum mekanizmaları ve yaşam öyküleri açısından büyük bir çeşitlilik gösterirler. Satürn‘ün halkaları ve uyduları arasındaki karmaşık ilişki aydınlatılması gereken birçok ilginç noktayı barındırmaktadır.
Satürn'ün uyduları, yarı büyük ekseni 134.000 ile 23 milyon km. arasında değişen çok geniş bir yörünge yelpazesine dağılmış durumdadırlar. Gezegene bilinen en yakın uydu 2,21 R (Satürn yarıçapı) uzaklıktaki yörüngedeki Metis'tir. Bilinen en uzak uydu ise, 383 R uzaklıktaki yörüngesi ile Ymir adlı küçük uydudur.
Satürn'ün tüm büyük uyduları ile halkalar arasında yer alan iç yörüngelerde bulunan birkaç küçük uydu, gezegenin ekvator düzlemine göre eğikliği yok denecek kadar az ve aynı şekilde dışmerkezlik oranı çok küçük olan yörüngeler çizmeleri nedeniyle 'düzenli uydular' olarak adlandırılır, ve bu özellikleri uyduların Satürn'ün oluşumu sırasında meydana geldiklerini düşündürür. Yüksek eğiklik ve dışmerkezliğe sahip yörüngelerde ve bazıları da ters yönde hareket eden 'düzensiz uydular'ın ise kendi içlerinde benzer yörünge özelliklerine sahip birkaç grup içinde toplanmaları dikkati çeker. Bu uyduların içinde yer aldıkları gruplara göre değişen ortak ve büyük olasılıkla Satürn dışı kökenleri olduğu düşünülür. Satürn uydu sistemine özgü bir özellik 'eş-yörüngeli uydu' gruplarının varlığıdır.
İç yörüngeleri işgal eden uydular Satürn‘ün halkaları ile yoğun etkileşim halindedirler. Çekim etkileri ile halkaların dağılım ve yoğunluklarını belirledikleri, halkalar arasındaki boşluklara neden oldukları için bu uydulara 'çoban' takma adı verilmiştir. Bu uyduları halkalar sisteminin dinamik bileşenleri olarak kabul etmek gerekir. Pan adlı uydu Encke bölümü'nün, 2005 yılında Cassini sondası tarafından gönderilen görüntüler yardımıyla keşfedilen Daphnis ise Keeler aralığı'nın açık kalmasından sorumludur ve bu boşluklar içinde yol alırlar. Atlas A halkasının dış sınırını belirler. Prometheus ve Pandora F halkasını iç ve dıştan aralarına alarak dar bir alana sıkıştırırlar.
Epimetheus ve Janus aynı yörüngeyi paylaşırlar. Bu yörünge boyunca belli aralıklarla hız değiştirerek birbirlerinin ilerisine ve gerisine geçmeleri Güneş Sistemi içinde başka örneğine rastlanmayan bir eş-yörünge ilişkisi oluşturur.
Mimas A ve B halkalarını ayıran Cassini Bölümünün varlığından sorumludur.
Enceladus, Dione ile 1:2 oranında bir rezonans içinde hareket eder.
Tethys ile aynı yörüngede, bu uydunun 60 ilerisinde ve 60 gerisinde yol alan iki 'Truvalı uydu' bulunur: Telesto ve Calypso. Aynı şekilde Dione ile aynı yörüngeyi paylaşan Truvalı uydular Helene ve Polydeuces'dir. Bunlar da değişik bir eş-yörünge ilişkisine örnektir.
Düzenli yörüngeye sahip uydulardan yalnızca dört tanesi halkaların dışında yer alır: Rhea, Titan, Hyperion,ve İapetus.
Hyperion dışındaki bütün düzenli uydular kendi eksenleri etrafındaki dönüşlerini Satürn çevresindeki dolanmalarına eş sürede tamamlarlar, yani gezegenle çekimsel olarak kilitlenmiş dönüş periyotları vardır. Bu nedenle Satürn'e hep aynı yüzleri dönük kalır. Hyperion'un ise kendi etrafında dönüş ekseni sürekli yer değiştirdiği için kaotik bir dönüş biçimi vardır. Bunda uydunun yörüngesinin Titan'ınki ile 3:4 rezonans içinde olmasının payı bulunabilir. Düzensiz yörüngeli uydular ise dışmerkezlik derecesi yüksek yörüngeler izledikleri ve bu nedenle yörünge boyunca sürekli değişen hızlarla ilerledikleri için dönüş periyotlarının dolanma periyotları ile kilitlenmesi mümkün olmamıştır.
Yeni keşfedilen ve henüz resmi ad almamış uyduların büyük çoğunluğu yeterli gözlem süresini geçirmedikleri için yörüngelerine ait bilgiler kesinleşmemiş durumdadır. Tabloda yer alan bu uydulara ait bilgilerin ve gruplandırmanın kesin olmadığını gözönünde tutmak gerekmektedir.
Satürn'ün uyduları boyutları açısından da büyük bir çeşitlilik gösterirler. Güneş Sistemi'ndeki ikinci büyük uydu olan Titan, gezegenlerden Merkür ve Plüton'u çap açısından geride bırakır. Tethys, Dione, Rhea, ve İapetus'un çapları 1000 km. yi aşar. Bu uydular büyük kütleleri ve kuvvetli yerçekimi nedeniyle tam bir küreye yakın biçimler almıştır. Güneş sistemi içinde bulunan çeşitli gök cisimleri üzerinde yapılan gözlemlerden öğrenildiği kadarıyla, 1000 km. civarında bir çap, bir gök cisminin oluşumu sırasında yoğunlaşan maddelerin açığa çıkardığı enerji nedeniyle ısınıp eriyerek tabakalar halinde farklılaşması ve kabaca küresel bir şekil ortaya çıkması için yeterli olmaktadır. Kuramsal hesaplamalar da buna yakın sonuçlar vermektedir. Ortalama çapı 100 km. -1000 km. arasında olan 7 uydu daha sayılabilir. Bunların arasında biçimi kusursuz bir küreye çok yakın olan Enceladus ile çok düzensiz bir görünüme sahip Phoebe, farklı köken ve yaşam öykülerinin uyduların fiziksel özelliklerine nasıl yansıdığına örnek oluştururlar.
Çapları 100 kilometreyi geçmeyen çok sayıda uydu, düzensiz şekillere sahip 'kaya' veya 'buz' parçaları olarak kabul edilir. Bugün için yeryüzünden gözlenebilirlik alt sınırı 3 km. kadar olduğundan, Satürn'ün henüz saptanamamış çok sayıda daha küçük uydusu olması mantıklı görünmektedir.
Satürn sisteminin çeşitli üyelerinin kolaylıkla gözlenebilen temel özellikleri farklı köken ve geçmişlerini ele verir niteliktedir. Titan, gezegenlerle karşılaştırılabilecek büyüklüğünün yanı sıra, kendine özgü yüzey özelliklerini şekillendiren ve aynı zamanda gözlemlenmesini güçleştiren yoğun atmosferi ile kuşkusuz bu ailenin en ilginç ve sırlarla dolu üyesidir. Sürekli şekil değiştiren bulutlar ve yoğun bir pus tabakası yüzünden görünür tayfta gözlemler sınırlı bilgi sağlar. 0,22 düzeyinde bir beyazlık (albedo) derecesi ile uydu üzerine düşen güneş ışığının büyük kısmını soğuran bu atmosfer Titan yüzeyinde 95K civarında bir sıcaklık sağlar. Radar ve kızılötesi incelemelerde çarpma krateri olduğu düşünülen oluşumların seyrekliği, büyük yükselti farklarının bulunmayışı, Titan'ın hızla değişen dinamik bir yüzey yapısına sahip olduğu izlenimi verir. Tektonik etkinlik ve yanardağ etkinliği lehinde yorumlanabilecek özelliklerin yanında, sıvı aşındırması sonucunda ortaya çıktığı düşünülen yapılara rastlanmaktadır. Yoğunluğu Yer atmosferinin 1,5 katı kadar olan ve yoğun bulutluluğu ile yüzey şekillerinin büyükçe bir kısmını gizleyen Titan atmosferinin uydu yüzeyine yağmur ya da kar şeklinde yağış düşmesine neden olduğu ve bu akışkanların açtığı nehir veya sel yatakları ve depolandığı göller bulunabileceği düşünülmektedir.
Bir atmosferi olduğu kanıtlanan ikinci Satürn uydusu Enceladus'tur. Sürekli bir atmosfer barındırmasına yeterli kütlesi olmadığı hesaplanan bu uyduda, düşük çekim gücü nedeniyle hızla uzaya kaçırılan gazların ancak güçlü bir yanardağ ya da gayzer etkinliği ile açıklanabilmesi olasıdır. Bu uydu gibi, diğer büyük uyduların tümünde de değişen derecelerde yüzey hareketliliğine ilişkin belirtiler gözlenmiştir: yüksek beyazlık dereceleri (Enceladus için 0,9; Tethys için 0,8; Rhea için 0,65; Dione için 0,55), krater yoğunluğunun değiştiği alanlar, kırıklar, sırtlar. İapetus iki yarıküresi arasında 10 katı aşan bir beyazlık farkı gösterir: uydunun hareketi yönündeki yarıküre için 0,04' e karşılık arka yarıkürede 0,5. Bunun yanı sıra, bu uyduyu ekvatoru boyunca çepeçevre dolanan en az10 km yüksekliğinde ve 20 km. eninde kemer şeklinde bir yükselti bulunmaktadır. Bu özelliklerin nedenleri aydınlatılamamıştır.
Phoebe ve düzensiz yörüngeye sahip diğer küçük uyduların çoğu oldukça düşük beyazlık derecelerine sahiptir. Bu özellikleri yörünge özellikleri ile birleştirildiğinde, bu uyduların Satürn sistemi dışı kökenli olabilecekleri görüşü güç kazanmaktadır.
Satürn uydularının çeşitli uzay araçları tarafından elde edilen yüzey görüntüleri, kütle ve yoğunluklarına ilişkin ölçümler ve kısmen de tayfölçüm verileri sayesinde iç yapıları hakkında bazı varsayımlarda bulunmak mümkün olmuştur. Büyük uyduların 1,2 g/cm ile 1,5 g/cm arasında değişen yoğunlukları 1/3 oranında kaya ve 2/3 oranında buzdan oluşan bir yapı ile uyumludur. En azından 1000 km. çap sınırının üzerindeki uyduların geçmişinde bu bileşenlerin eriyerek tabakalanmasına izin verecek yüksek sıcaklıkların söz konusu olduğu bir dönem varsayılabilir. Büyük uyduların tümünde az ya da çok yakın tarihli jeolojik etkinliğin varlığını düşündüren yüzey yapılarının gözlenmesi, günümüzde de bazı uydularda sıvı halde iç katmanlar bulunabileceğine işaret eder. Özellikle Enceladus küçük kütlesine karşın önemli volkanik etkinlik belirtileri vererek oldukça aktif bir jeolojiye ve hareketli bir iç yapıya sahip görünür. Bunun nedeni Dione ile rezonans halindeki yörüngesinden kaynaklanan gel-git etkileri ile ısınma olabilir. Titan 1,8 g/cm ile tüm uydular içinde yoğunluğu en yüksek olanıdır. Bu uydunun büyük kütlesinden kaynaklanan nispeten önemli çekim gücünün yol açtığı sıkışma da hesaba alındığında yine diğer uydulardaki buz-kaya oranına ulaşılır. Phoebe'nin yarı yarıya buz-kaya dağılımına sahip olması ise yine düzenli uydulardan farklı bir kökeni olduğunu doğrular niteliktedir.
Güneş bulutsusu olarak adlandırılan gaz ve toz kütlesi 4,6 milyar yıl önce bilinmeyen bir nedenle yoğunlaşarak bugünkü şekliyle Güneş Sistemi'ni oluşturmaya başladığında, Satürn ve diğer gaz devlerinin 10.000 yıl gibi kısa bir süre içinde bugünkü kütlelerine yakın boyutlara ulaştıkları sanılmaktadır. Satürn'ün en azından düzenli uydularının da, Satürn'ü oluşturan diskin gezegen üzerinde yoğunlaşamamış kalıntılarından bu dönem içinde ortaya çıktıklarına kesin gözüyle bakılır. Bu uyduların dışmerkezlik veeğiklik oranları çok düşük yörüngeleri bu düşünceyi destekler.
İç yörüngelerdeki uydular, Satürn‘ün halkaları ve Satürn arasında önemli etkileşimler vardır ve bunlar halkalar ve iç uyduların bugün sahip oldukları özelliklerin bazılarından sorumludurlar. Halkaların içindeki yörüngelerde yer alan uydular halkaların bugün bilinen şekillerini korumasında etkilidir ve bu nedenle 'çoban uydular' olarak da adlandırılırlar. Halkaları oluşturan materyelin en azından bir kısmının kaynağı olarak da görülen bu uyduların tanımı konusunda ya |
kın gelecekte yeni bir belirsizlik ortaya çıkması olasıdır. Halkaların aslında sayısız halkacıktan oluşan kesintili yapısı belirginleştikçe, halkacıklar arasında bu yapıyı düzenleyen ancak günümüzün olanaklarıyla saptanamayacak küçüklükte sayısız uydunun varlığından kuşkulanılmaktadır. Halkaları oluşturan toz ve buz taneciklerinin her birinin teknik olarak Satürn'ün birer uydusu olduğu göz önünde tutulduğunda, hangi yapılara uydu adı verilmesi gerektiği tartışılır hale gelmektedir.
Düzensiz yörüngeye sahip, özellikle de ters hareketli uyduların ise Satürn'ün çekim alanına yakalanarak sonradan uydusu haline gelmiş asteroid ya da belki de kuyrukluyıldız parçaları oldukları düşünülür. Yakalanma mekanizması, daha önceden Güneş çevresinde Satürn yörüngesi ile kesişen bir yörünge üzerinde yol alan bir gökcisminin bir nedenle hız değiştirmesini gerektirir. Bu nedenler günümüzde, bilinen asteroid ve kuyrukluyıldız yörüngelerinde yeterli değişikliği yaratabilecek güçte değildir. Bu nedenle düzensiz yörüngeli uyduların da Satürn tarafından yakalanmalarının Güneş Sistemi'nin çok erken dönemlerinde gerçekleşmiş olduğu sanılmaktadır.
Geniş bir alana yayılan Satürn'ün halkaları, yansıttıkları güneş ışınları nedeniyle gezegenin Yer'den izlenen parlaklığını kat kat arttırırlar ve Satürn'ün uydularının gözlenmesini güçleştirirler. Bu nedenle Satürn'ün uydularının bulunması genellikle Yer'in halka düzlemi geçişlerine denk gelmiştir. Satürn'ün 30 yıl süren her dolanım dönemi içinde iki kez gerçekleşen bu konum, halkaların tutulum ile aynı düzleme gelmeleri nedeniyle Yer'den görünmez olmalarını sağlar.
Cassini-Huygens programının ikinci bileşeni olan Cassini yörünge aracı Satürn çevresinde değişen yörüngeler izleyerek gezegen ve uyduları ile ilgili gözlemlerine başladı. 2004 yılında üç (Methone, Pallene, ve Polydeuces), 2005 yılında 1 yeni uydu buldu. Aracın 2004 yılı içinde çektiği fotoğraflarda varlığından kuşkulanılan 3 yeni uydu ise henüz doğrulanmadı. Bu sonda Phoebe, Titan, Japetus, ve Enceladus yakın geçişlerinde uyduların yüksek çözünürlüklü görüntülerini elde etti ve bilimsel gözlemler gerçekleştirdi. Elde edilen ilk bilgiler arasında Titan atmosferinin yapısı, bileşimi, hareketleri; uydu yüzeyinin radar gözlemleri ile elde edilen topografik özellikleri; Phoebe'nin yüzey ayrıntıları, iç yapısı ve büyük olasılıkla Kuiper kuşağı ile bağlantılanan geçmişi; Enceladus'un daha önceden bilinmeyen atmosferi ve çevresinde yüksek yoğunluklu toz parçacıklarının saptanması sayılabilir.
Cassini programının birincil aşamasının 2008 yılına dek sürdürülmesi planlanmaktadır.
Yörünge hesaplamaları henüz kesinleşmediği için adlandırılmamış olan yeni uydular, geçici kodları ile bilinmektedirler.
Huygens, Titan'ı keşfettiğinde ona bir ad vermemişti. Gezegenin bilinen tek uydusu olarak kaldığı sürece, 'Satürn'ün ayı' adıyla anıldı. Cassini kendi bulduğu dört uyduya kral XIV. Louis onuruna 'Louis'nin yıldızları' adını verdi, bu dönemde henüz adı olmayan Titan ise 'Huygens ayı' olarak bilindi. William Herschel'in bugün Mimas ve Enceladus olarak bilinen uyduları bulmasından yarım yüzyıl sonra oğlu John Herschel Satürn'ün tüm uydularının Yunan mitolojisi'nde Kronos'un (Roma mitolojisi'ndeki Satürn'ün eşdeğeri) kardeşleri olarak geçen Titan'ların adlarını taşımasını önerdi ve o tarihte bilinmekte olan yedi uyduya bugün taşıdıkları adları verdi. Bu gelenek, 1980'lerde Titan'ların soyundan gelenlerin adlarını da kapsayacak şekilde genişletilerek günümüze dek gelmiştir. 2000 yılından bu yana bulunan düzensiz uydulara ise bulundukları yörünge grubuna göre İnuit, İskandinav ve Galya mitolojisinde yer alan devlerin adları verilmektedir.
En büyük uydu Titan, 8. kadir derecesindeki parlaklığı ile çıplak gözle görülme sınırının altında kalır, ancak küçük bir dürbün ya da amatör teleskopla Satürn'ün yanında kolaylıkla görülür. Diğer büyük uyduların orta büyütmeli bir teleskopla görülmeleri mümkündür. Satürn'ün önemli uyduları tutulum düzlemine oldukça eğik olan Satürn ekvator düzleminde yol aldıkları için, Jüpiter uydularında gözlenen örtülme ve tutulma olayları, 30 yılda iki kez gerçekleşen Satürn ekvator düzlemi geçişleri dışında görülmez. Ancak gezegenin halkaları büyüm boyut ve parlaklıklarıyla özellikle iç yörüngelerdeki uyduların çoğunun gözlenmesini zorlaştırırlar. Bu nedenle ekvator düzlemi geçişleri uyduların rahatça izlenmesi için bir fırsat olarak kabul edilir.
Patolojik ölüm
Öncelikle bir insanın öldüğünü gösteren patolojik belirtiler şunlardır:
The Beatles
The Beatles, Birleşik Krallık'ın Liverpool kentinde kurulmuş müzik grubudur. 60'lı yılların popüler müzik grubu. The Beatles hem sanatsal hem de ticari başarılarıyla tarihte büyük bir üne kavuşmuştur. Modadan müziğe kadar geniş yelpazede bugünkü gelişime payları büyüktür. Grup, birçok satış rekoru kırmıştır ve 50'den fazla şarkısıyla liste başarısı göstermiştir. ABD'de büyük başarıya ulaşmış ilk İngiliz grup olmuştur. "The Beatles Rock Band" adındaki oyunları piyasaya çıkmıştır.
John Lennon 1950'lerde Elvis Presley gibi sanatçılar sayesinde Rock 'N Roll'la ilgilenmeye başlamıştı. Sanatçı arkadaşı Pete Shotton ile birlikte 1956'de The Quarrymen adlı bir grup kurar. Daha sonra gruba Bill Smith katılır. Gruptaki elemanlar enstrümanlarında yetersiz oldukları için sürekli değişmektedir. 6 Temmuz 1957'de bir partide John Lennon, Paul McCartney ile tanışır. Kısa süre sonra Lennon'dan gruba katılması için teklif alır ve bunu kabul eder. Grupta eleman değişiklikleri devam ederken 1958'de gruba genç gitarist George Harrison katılır. Grup 1958'de bir deneme kaydeder. Demoda "That'll Be the Day" adlı bir cover parça, bir tane de McCartney / Harrison bestesi "In Spite of All the Danger" vardır.
Grup 1959 Eylül'ünde dağılır. Harrison başka bir gruba gider, McCartney ve Lennon beraber çalmaya devam ederler. 1960'da tekrar bir araya gelen üçlü yanlarına Lennon'ın çocukluk arkadaşı Stuart Sutcliffe'i alırlar. Grup daha sonra The Sickless adıyla çalmaya devam etmek isterken Paul McCartney'nin önerisiyle ritim anlamına gelen "beat" sözcüğüne gönderme olsun diye grup The Beatles adını alır. Grup daha sonra davula Pete Best'i alır ve bir süre Almanya'da çalarlar. Önce Harrison yaşı hakkında yalan söylediği için sınır dışı edilir. Daha sonra bir yangın dolayısıyla Best ve McCartney sınır dışı edilir. Grup şarkıcı Tony Sheridan tarafından teklif alır ve onunla çalmaya başlar. Tony Sheridan and the Beat Brothers olarak Almanya'da listelere girerler ve tekrar Almanya'da çalmaya başlarlar. Hamburg'ta verilen son Almanya konseri sonrası Sutcliffe, Almanya'da kalmaya karar verir ve dörtlü İngiltere'ye döner. Böylece basgitara Paul McCartney geçer.
Grup İngiltere'ye dönünce Almanya'da tanıştıkları Brian Epstein'la menajeri olarak anlaşırlar. 1962'de eski üyeleri ve arkadaşları Stuart Sutcliffe'in beyin kanamasından ölüm haberini alırlar. Grup ve Epstein birçok firmaya giderler ama müziklerinin modası geçmiş olduğu iddiasıyla kimse tarafından kabul edilmezler. En sonunda EMI yetkilisi George Martin onlarla bir senelik anlaşma imzalar. Gerçekten Martin onların müziklerinden çok kişiliklerini beğenmiştir. Pete Best ise hem Epstein hem Martin tarafından beğenilmemişti. Davulcunun klasik Beatles saç şeklini kabul etmemesi ve hastalık yüzünden bazı konserlere katılamaması sorun olmuştu. En sonunda Beatles üyeleri onun ayrılmasına karar vermişlerdi. Daha sonra Beatles üyelerinin daha yakından tanıdığı Ringo Starr bateriye alındı.
Beatles ilk single'ı "Love Me Do"'yu 1962'de çıkardı ve listelerde 17. sıraya yükseldi. İkinci single Please, Please Me ise ikinciliğe kadar çıktı. İlk albüm Please Please Me Mart 1963'te çıktı. Böylece "Beatlemania" adı verilen Beatles çılgınlığı Birleşik Krallık'ta başladı. From Me To You tekliği ise Beatles'ın ilk bir numara hiti olmuştu.
2 Şubat 1963'te grup ilk turnesine çıktı. Dört haftalık şovda, turneye çıktığı isimler arasında en küçüğü The Beatles olsa da turne sonunda herkesten rol çalmışlardı. Üç hafta süren ikinci turnede grup iki Amerikan şarkıcıyla sahneyi paylaşmış ve ilk kez Amerikalı şarkıcılardan daha çok ilgi çeken ilk İngiliz grubu olmuştu. 1963 sonuna dek iki turne yapan Beatles'ın ünlü logosu da bu dönemde hazırlandı.
1963 sonlarında Beatles'ın önceki teklikleri ve yeni şarkıları She Loves You, Amerika'da yayınlandı.Ancak Epstein'ın isteği ile I Want to Hold Your Hand şarkısının üzerinde yoğunlaşıldı ve klibi tüm Amerika'da gösterilmeye başlandı. Radyolar bu şarkıyı çalmaya başladılar ve on gün içinde bir milyon kopya satmayı başardı. Beatles, Amerika'da televizyon programlarına da çıkmaya başladı.
Grup Amerika'ya ilk geldiklerinde havaalanında 3000'e yakın dinleyici bekliyordu. Amerka'daki ilk canlı programa George Harrison hastalığı yüzünden çıkamamıştı. Beatles'ın ilk canlı programını Amerika'da yaklaşık 74 milyon kişi izledi. Beatles'ın ilk albümleri birkaç değişiklikle "Introducing... The Beatles" ve "Meet The Beatles!" olarak yayınlandı. 1964'te A Hard Day's Night adlı ilk Beatles filmi yayınlandı. Beatles üyelerinin oynadığı bu komedi filmi iki Oscar adaylığı kazandı ve film şarkıları aynı isimli albümde yayınlandı. Grup 1964'te ikinci Amerika turnesine çıktı. Her konsere 10-20 bin kişi katıldı ve Beatles bilet satışlarında bir milyon dolar kazandı.
1965'te de ikinci film Help! yayınlandı. Bu filmin de şarkıları aynı isimli albümde yayınlandı. Bu film çekimleri sırasında da Beatles uyuşturucu kullanımına devam etmişti.
Grup 1965'te Rubber Soul ardından 1966'de Revolver albümünü yaptı ve büyük bir müzikal değişim gösterdi. Artık rock sound'u daha öne çıkıyordu. Özellikle "Tomorrow Never Knows" ve "Yellow Submarine" gibi şarkılarda bulunan ses efektleriyle The Beatles Psychedelic müzik yapmaya başlamıştı. Albüm sonrası dünya turnesine başladılar. Grubun 1966 Asya turnesi çok sorunlu başladı. Japonya konserlerinin Nippon Budokan'da verilecek olması sağ görüşlü Japonlar tarafından orasının bir dövüş sanatları merkezi olması nedeniyle protesto edild |
i. Bu yüzden konserler yoğun bir polis koruması altında gerçekleştirildi.
Haziran 1966'da Filipinler'e giden grup, devlet başkanının eşi tarafından kahvaltıya çağrıldı. Ancak Epstein, grubun böyle resmi davetleri kabul etmediğini söyledi. Bu karar televizyon kanallarında yayınlanınca ülkede büyük bir öfke uyandırdı. Beatles ülkeden ayrılırken, koruma için polis verilmedi ve grup saldırıya uğradı.
Daha sonra Amerika'da yapılan bir röportajda John Lennon, o ünlü sözü söyledi; "The Beatles şu anda İsa'dan daha popüler". Şaka amaçlı söylenen bu söz İngiltere'de Lennon'ın esprili açıklamalarına alışkın olduklarından problem olmadı ancak Amerika'da büyük sorun oldu ve Beatles plakları yakılmaya başladı. John Lennon daha sonra özür dilediğini söylediyse de öfke dinmedi. 2008'de Vatikan, John Lennon'ı sözlerinden dolayı bağışladığını açıkladı.
11 Ağustos 1966'da Amerika'daki son turneye çıktılar. Candlestick Park'ta yaptıkları son konser ile sona eren turne sonrası John Lennon, "How I Won the War" filminde rol aldı ve Yoko Ono ile tanıştı, Paul McCartney "The Family Way" filminin müziklerini yaptı, George Harrison Hindistan'a gidip gitar dersleri almaya başladı.
Bu zamandan sonra grup stüdyo albümlerini kaydetmeye odaklandı. Revolver'dan 7 ay sonra Abbey Road stüdyolarında 129 gün sürecek albüm kayıtlarına başladılar. 1967'de ise Beatles'ın en iyi işi olarak görülen Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümü yayınlandı. Albümde Revolver'da kullandıkları ses tekniklerini yeni buldukları yöntemlerle zenginleştiriyorlardı. Albümün sözlerindeki uyuşturucu etkileşimli sözler de dikkat çekmekteydi.
24 Ağustos 1967'de Beatles Maharishi Mahesh Yogi ile tanıştı. Birkaç gün sonra Galler'de ilk toplantılarına başladılar. 27 Ağustos 1967'de grubun menajeri Brian Epstein 32 yaşında uyuşturucudan öldü. Grubun lideri konumundaki John Lennon, Epstein ile en yakın ilişkisi olan kişiydi ve onun ölümüyle birlikte grup liderliği ve yönetimindeki çabasını yitirdi. Lennon'ın bu isteksizliğine karşı McCartney ise grubu devam ettirme için çabalamaya başladı.
26 Aralık 1967'de grup üyelerinin oynadığı film Magical Mystery Tour yayınlandı. Renk karmaşası içindeki film iyi eleştiriler toplamadı. Grup filmdeki şarkıları aynı isimli albümde yayınladı.
1968'de grup üyeleri Hindistan, Rishikesh'e gitti ve Maharishi ile uzun süre meditasyon hakkında çalışmalar yaptı. Bu dönemde Lennon, McCartney ve Harrison sonraki iki albümde bulunacak bestelerini yapmaya başladılar. Döndüklerinde Lennon ve McCartney Apple prodüksiyon şirketini kurduklarını açıkladılar. Ancak grup, Epstein'ın ölümü ve grubun işletme konusundaki tecrübesizliği nedeniyle iş konusunda sorunlar yaşadılar ve bu grubun müzikal birlikteliğini de olumsuz yönde etkiledi. Aynı sene Yellow Submarine çizgi filmi de yayınlandı. Bu film de bundan önceki filmleri gibi iyi eleştiriler toplamadı.
Amerika'ya döndüklerinde The Beatles adındaki The White Album olarak da bilinen albüm için çalışmalara başladılar. Ancak bu çalışmalar yanında birçok kavga getiriyordu. Ringo Starr 4 şarkının kayıtlarına girmedi ve Paul McCartney onun yerini doldurdu. John Lennon'un eşi Yoko Ono'nun da stüdyonun her aşamasında grupla olması sorun oluyordu. 1966'da tanışan ikili 1968'de çıkarttıkları Unfinished Music #1: Two Virgins albümünden sonra birbirlerinden hiç kopmamaya başlamıştı. Daha önce grup kayıtlarına kız arkadaş ve eşlerin getirilmemesi kararını alan grup üyelerinden John Lennon, Yoko Ono'yu kayıtlara getirerek bunu bozdu. Yoko Ono'nun gruba tavsiyeler vermesi, Ono ve Lennon dışındaki grup elemanları arasında tansiyonu yükseltiyordu. Bir diğer problemi de artık müzikal anlamda kendini geliştiren George Harrison'ın bestelerine yeteri kadar yer vermemeleriydi.
İki disklik bu albüm de ötekileri kadar büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu albümün diğerlerinden farkı, grubun her üyesinin kendine has tarzlarını kendi şarkılarında yansıtmaları oldu. Rolling Stone, albümü "Bir çatı altında 4 solo albüm" olarak tanımladı. Albüm sonrası grup hiç birlikte röportaj vermeyip, televizyona çıkmamaya başladı.
Grup üyeleri ile Paul McCartney arasında yeni menajer sorunu yaşandı. McCartney o zamanki eşinin babası Lee Eastman'i isterken, diğer grup elemanları Allen Klein'ı istiyordu. Klein en sonunda menajer olarak seçildi ancak 1971'de gruptan para çaldığı fark edildi. Grup en son konserini 1969'da izinsiz olarak bir çatıda verdi. Polis tarafından indirildikleri görüntüler Let It Be filmlerine de kondu. Grup 1969'da yine stüdyoda problemler yaşadıkları Abbey Road albümünü kaydetti. Aynı anda da Let It Be albümü kayıtları devam ediyordu. 20 Eylül 1969'da Lennon grup elemanlarına ayrıldığını söyledi ancak basına bir açıklama yapılmadı. 3 Ocak 1970'de George Harrison bestesi I Me Mine kaydedilmiş son Beatles şarkısı oldu ancak John Lennon bu kayıtlarda yoktu. Aynı yıl ilk adı Get Back olarak karar verilen ancak mix'i beğenilmemiş albüm en sonunda Let It Be olarak yayınlandı. Ancak bu grubun dağılmasını engelleyemedi. 10 Nisan 1970'de McCartney basın toplantısı ile grubun dağıldığını açıkladı.
Müzik tarihinin efsanevi dedikodularından biri olarak tarihe geçen "Paul Is Dead" vakası; iddialara göre Paul McCartney 1966 yılında stüdyodan sinirli bir şekilde çıkar, trafik ışıklarını görmez ve bir arabanın altında can verir. Plak satışlarından endişe eden plak şirketi ise olayı örtbas etmeye çalışır. Paul'a benzeyen solak bir gitarist bulan şirket adamı yerine geçirir.
Bu olayı sindiremeyen grup üyeleri albüm kapaklarına ve şarkılara gizli şifreler koyar.
Bunlardan bazıları:
Abbey Road albümünün kapağında Paul'un ayakkabı giymemesi. çıplak ayak, Hint kültüründe ölüleri simgelemektedir.
Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümünün kapağında yer alan mezarın üstünde Paul yazdığı iddiası.
"I'm So Tired" adlı şarkının sonundaki konuşma tersten çalındığında ise "Paul is a dead man miss him miss him (Paul ölü bir adam, onu özlüyoruz)" mesajının çıktığı rivayet ediliyor.
30 Ocak 1969 günü son konserini vermek için Apple binasının çatı katına çıkan grup üyeleri hiçbir izin almadan ve kimsenin haberi olmadan birden Get Back şarkısıyla başladığı ve yine Get Back ile bitirdiği konserdir.Bu konseri izin almadıklarından dolayı polis bitirir.Çatı Konserinden (Rooftop Concert)'den sonra da The Beatles bir daha konser vermemiştir.
1970'de bütün Beatles üyelerinin solo albümleri yayınlanmıştı. 1973 tarihli Ringo adlı Ringo Starr albümünün bir parçasında üç Beatles üyesi, Starr, Harrison ve Lennon bir araya gelmişti. Albümde başka şarkılarda McCartney de yer almaktaydı. Bu albüm sonrası Beatles'ın yeniden bir araya geleceği dedikoduları başlamıştı.
1974'te Lennon ve McCartney stüdyoda kendileri için kayıt yaptılar ancak bir daha hiç buluşmadılar, bu kayıtlar da resmi olarak hiçbir zaman yayınlanmadı.
1980, 8 Aralık akşamı John Lennon New York Central Park karşısında yaşadığı apartmanın girişinde akıl hastası bir hayranı tarafından vurularak öldürüldü. Yaşayan diğer 3 Beatles elemanı All Those Years Ago adlı George Harrison şarkısında tekrar bir araya geldiler. Şarkı Lennon'ın anısına yazılmıştı.
1988'de grup Rock N Roll Ünlüler Salonu'na girmeye hak kazandı. Starr, Harrison ve Yoko Ono orada bulunmasına karşın Paul McCartney yaşanan problemler yüzünden oraya gitmeyi reddetti.
1995-1996 sırasında Beatles'ın gizli kalmış kayıtları "Anthology 1,2,3" olarak yayınlandı. Ayrıca iki Lennon bestesi Free As a Bird ve Real Love, Beatles'ın üç elemanı tarafından kaydedildi.
2001'de George Harrison akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti
2006'da George Martin ve oğlu Giles Martin, Cirque de Soleil'in "Love" gösterisi için orijinal Beatles kayıtlarını yeniden düzenledi. 2007'de McCartney, Starr, Lennon'ın eşi Yoko Ono ve Harrison'un eşi Olivia Harrison televizyonda bir araya geldiler.
Bruce Springsteen
Bruce Frederick Joseph Springsteen (23 Eylül 1949, New Jersey), Amerikalı şarkıcı, gitarist ve şarkı yazarı.
Bruce Springsteen 1960'lı yıllarda müzik hayatına başlayarak çeşitli gruplarla çalan folk ve rock'ı harmanlayan bir müzisyendir. E Street Band adlı grubu, Basçı Gary Tallent, saksafoncu Clarence Clemons, gitarist Steven Van Zandt, klavyeci Danny Federici, piyanist Roy Bittan ve baterist Max Weinberg'den oluşmaktadır. 1982 yılında Steven Van Zandt, solo çalışmalar yapmak için gruptan ayrılınca yerine Nils Lofgren geldi. 1989 yılında grubundan ayrılmış ve solo çalışmalara yönelmiştir. En ünlü albümleri , 'Born to Run' ve 'Born in the USA'dir.
Springsteen Freehold'da, babasının işçi olarak çalıştığı bir geçimini değirmenlerden kazanan insanların yaşadığı kasabada büyüdü. Asi ve sanatçı tarafı O’nu yakın bir Jersey kıyısına sürükledi. Burada rock gruplarıyla tanıştı ve pek iyi sayılmayacak bir hayatla tanıstı. Orta-Atlantik kıyısında bar gruplarında kendini gelistirirken, 1972’de solo sarkıcı-söz yazarı oldu ve John Hammond, Sr. ile görüştü ve bir anda Columbia Records’la anlaşma yaptı. İlk iki albümünü 1973’te yayınladı, bu albümlerde folk-rock, soul, ve rhythm and blues etkileşimleri bulunmaktadır, bilhassa da Van Morrison, Bob Dylan ve Stax/Volt Lp’lerinden etkilenmeler olmuştur. Springsteen’in sesini, işlenmemiş bariton, yüksek tempolu şarkılarda bağırırken ve yavaş şarkılarına daha fazla duygu vermek için bu albümlerde kullandı. Fakat göz alıcı gitar tekniği, yoğun güç efektlerinden 1950’lerin rock and roll’una uzanan, yumuşatılmalıydı ki sarkıcı-söz yazarı formatına uysun.
Üçüncü albümü, Born to Run (1975) ile Springsteen, Phil Spector ve Roy Orbison’a çok şey borçlu olan tam bir rock and rollera, dönüştü. Bir günlük Şarkı döngüsüne sahip bu albüm çıkmadan sansasyon oldu. Columbia’nın halkla ilişkiler harekatı, albümün ilk çıktığı hafta Time ve Newsweek’e kapak olmasını sağladı. Ama albüm sadece ortalama satış yaptı, ve üç yıl sonra da devamı niteliğinde, daha karanlık, kaba Darkness on the Edge of Town geldi. The River(1980)’den “Hungry Heart” ile Ulusal bir hit single oluşturdu.
O zamana kadar ise, sahne gösterileriy |
le tanınmaktaydı, 3 ya da 4 saat suren E Street Band’iyle çaldığı rock, folk ve soulu dramatik yoğunluk ve coşkun mizahla karıştırdığı şovlarla. Grubu, karışık stereotipler: rock and roll haydutlarından, cool müzik profesyonellerine oluşmaktaydı.- sanki müziksel bir olgudan çok bir çeteydi. Görünüşte de birlikteliklerini sağlayan liderlerine olan inançtan daha fazla bir şeyle bir arada durmaktaydılar. Springsteen ve saksafoncusu Clarence Clemons, büyük siyahi adam, bazen sanki Huckleberry Finn’den sahne oynuyor gibilerdi, sahne ise onların salıydı. Springsteen’in, Born to Run’dan sonraki, record firmasının halkla ilişkileriyle ve pazarlama yöntemleriyle savaşması ve ayrıca zorluklarla yapılan kayıtları ve gözalıcı sahne şovları, sadece bir performer değil ama prensip sahibi, güçlü, ve popüler biri olduğunu kanıtladı. Bu zaman kadar Springsteen , bir ihtimalle Doğu Deniz kısmının, Boston’dan Virginia’ya uzanan belgesinde bir kahramandı. Şarkıları ve tavırları belirli bir rock and roll yasam tarzını yansıtmaktaydı ki bu O’nu ulusal bir figür veya uluslararası bir başarı yapmıyordu.
Nebraska (1982), sade akustik şarkılardan oluşuyordu, ve çoğu bir şekilde ölümle ilgiliydi, olağandışı bir araydı. Born in the U.S.A. (1984) ve devamı niteliğindeki 18 aylık dünya turu Springsteen’in başarılı yazar-performer kimliğini gözler önüne serdi. 7 hit single çıkan albümde, bilhassa da Born in the USA sarkısı, sempatik şekilde yazılmış Vietnam Gazileri portresidir ve yanlış anlaşılmıştır. (Vatansever bir şarkı sanılmıştır). Springsteen’in perspektifi bariz bir şekilde işçi sınıfı olmuştur. Bu tarafı açıkça The Ghost of Tom Joad (1995) albümünde vurgulanmıştır. The Ghost of Tom Joad, kendisini Amerika’nın ekonomik ve ruhsal yoksunluğu ile ilişkillendirmiştir. Ve 1994 hit single’ı , AIDS konulu, “Streets of Philadelphia” (Philadelphia filminden), hem Muzik Oskar’I hem de Grammy ödülü kazanmıştır.
Springsteen’in diğer yönü ise Tunnel of Love (1987) ile baslayan albümlerinde görülmektedir, ve Human Touch ve Lucky Town (aynı anda 1992’de çıkmışlardır). Bu albümlerdeki şarkılar, yakın insani ilişkiler üzerine yoğun kişisel yansımalar taşır. Ama popüler olabildikleri söylenemez.
Bruce Springsteen and the E Band Live 1975-1985 (1986) seti bu sanatçının bu aşamaları arasında bir köprüdür ki O’nun canlı, görsel sahne şovunu ne kadar sese döküp kaydedebilirseniz ancak bu kadar yakın olabilirsiniz. (Müzik video çalışması çok daha az iyidir). E Street Band’in 1989’da dağılması ve popüler müziğe kayışlar, Springsteen’in popülaritesini frenlemiştir. 1998’de Springsteen, bir box set çıkardı, Tracks, orijinal albümlerinde yer vermediği şarkıları bu sete koydu. Gözalıcılığı, O’nu çoğu benzerinden ayırmıştır. Tracks satışları Live’dan çok düşük kalmıştır. 1998’de E Streetb Band’le reunion turuna cıktı. Bir sonraki sene ise Rock and Roll Hall of Fame’e alındı.
Can Yücel
Can Yücel (21 Ağustos 1926, İstanbul - 12 Ağustos 1999 ), modern Türk şairidir. Kullandığı kaba ama samimi dil ve bariton sesi ile okuduğu Türk şiirinde farklı bir tarz yaratmıştır. Tek parti döneminin 7 yıl süre ile Millî Eğitim Bakanlığını yapan Hasan Âli Yücel’in oğludur.
1943 yılında, yakın dostu ve Ankara Atatürk Lisesi'nden sınıf arkadaşı Gazi Yaşargil ile birlikte yurt dışı eğitim bursu kazandığı halde, babası, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel " Bakan, kendi oğluna torpil yaptı derler" diyerek karşı çıktı, söylendi. Gazi Yaşargil, bu bilginin doğru olmadığını, ikisinin de ailelerinin imkânlarıyla yurt dışına gittiklerini açıkladı.Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı. Askerliğini Kore’de yaptı. 1958’de Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Bodrum ve Marmaris'te turist rehberi olarak çalıştı. Ardından bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını İstanbul’da sürdürdü. 1956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Güzel ve Su) ve bir oğlu (Hasan) oldu.
Son yıllarında Eski Datça’ya yerleşti ve her hafta Leman, her ay Öküz dergilerinde yazıları ve şiirleri yayımlandı. 1996 yılında kurulan Emek Partisi'nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Şairin "Hava döndü" şiiri EMEP'in parti marşı olarak kullanılmaktadır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel`e hakaretten de yargılanan Yücel, 18 Nisan 1999 seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi`nin İzmir 1. sıra milletvekili adayı oldu. 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair, çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça'ya defnedildi.
Can Yücel, 1945-1965 yılları arasında `Yenilikler`, `Beraber`, `Seçilmiş Hikayeler`, `Dost`, `Sosyal Adalet`, `Şiir Sanatı`, `Dönem`,`Ant`, `İmece` ve `Papirüs` adlı dergilerde yazdı. Daha sonraları `Yeni Dergi`, ‘Birikim`, `Sanat Emeği`, `Yazko Edebiyat` ve `Yeni Düşün` dergilerinde yayımladığı şiir, yazı ve çeviri şiirleri ile tanınan Yücel, 1965`ten sonra siyasal konularda da ürün verdi. 12 Mart 1971 döneminde Che Guevara ve Mao'dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkûm oldu. 1974’de çıkarılan genel afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından hapiste yazdığı "Bir Siyasinin Şiirleri" adlı kitabını yayımladı. 12 Eylül 1980 sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla "Rengahenk" adlı kitabı toplatıldı.
1962'de İngiltere'deyken, 1709 yılından kalma, Latin harfleriyle taş baskısı olarak basılmış bir Türkçe dilbilgisi kitabı bulması geniş yankı uyandırdı.
Şiirlerinde argo ve müstehcen sözlere çok sık yer veren, bu nedenle zaman zaman dikkatleri üzerine çekip koğuşturmaya uğrayan Yücel, ilk şiirlerini 1950 yılında `Yazma` adlı kitapta toplamıştır.
Can Yücel, taşlama ve toplumsal duyarlılığın ağır bastığı şiirlerinde, yalın dili ve buluşları ile dikkati çekti. Can Yücel'in ilham kaynakları ve şiirlerinin konuları; doğa, insanlar, olaylar, kavramlar, heyecanlar, duyumlar ve duygulardır. Şiirlerinin çoğunda sevdiği insanlar vardır. 'Maaile' şairin kitaplarından birine koyduğu bir ad. Can Yücel için ailesi çok önemlidir: eşi, çocukları torunları, babası.. Bu insanlarla olan sevgi dolu yaşamı şiirlerine yansımıştır. 'Küçük Kızım Su'ya', 'Güzel'e', 'Yeni Hasan'a Yolluk', 'Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim' bu sevgi şiirlerinden bazılarıdır.
Can Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Brecht gibi önemli yazarların oyunlarından çeviriler yaptı. Shakespeare çevirileri ("Hamlet", "Fırtına" ve "Bir Yaz Gecesi Rüyası") aslına bağlı kalmayan, eserleri topluma aktarma amacıyla yaptığı çevirilerdir. Shakespeare'in ünlü 'to be or not to be' sözünü 'bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin' şeklinde Türkçeleştirmiştir. 1959'da ilk baskısı yayımlanan 'Her Boydan' adlı kitabında dünya şairlerinin şiirlerini serbest ama çok başarılı bir biçimde Türkçeye çevirmiştir.
12 Ağustos 1999 tarihinde vefat eden Yücel'in cenazesi dönemin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'nın katkıları ile Datça'ya getirildi ve 17 Ağustos 1999 tarihinde 1999 Gölcük depreminin meydana geldiği tarihte defnedildi. Ölüm yıldönümlerinde anma törenleri, "şarap" içiliyor gerekçesi ile Datça Belediyesi tarafından yapılmadı. "Mekanım Datça Olsun" isimli bir kitap yazması ve yayınlaması nedeniyle, mezarı Datça şehrine defin edilen Yücel'in mezarı, Datça'da adına tören düzenlenmemesi ve başka yerlerde yapılan törenler nedeniyle yıkıma uğratıldı ve mezar taşı parçalandı. Mezarı yakınında bulunan "Can Evi" isimli alan ise, bu yıkımın ardından kapatıldı.
Elektrik
Elektrik, elektrik yüklerinin akışına dayanan bir dizi fiziksel olaya verilen isimdir. Elektrik, pek çok farklı şekillerde var olabilir. Örneğin, yıldırımlar, durgun elektrik, Elektromanyetik indüksiyon ve elektrik akımı gibi. Ek olarak, elektrik Elektromanyetik radyasyon, Radyo dalgaları gibi şeylerin oluşumuna da izin verir.
Elektrikte, elektrik yükleri diğerleri ile de etkileşime giren Elektromanyetik alanlar yaratır. Elektrik, pek çok fiziksel durumdan dolayı var olabilir :
Elektrik mühendisliğinde, elektrik şunlar için kullanılır ;
Elektrik olayı, antik çağlardan beri araştırılmaktadır, teorik anlaşılması ise yaklaşık on yedinci ve on sekizinci yüzyıla kadar uzamıştır. Hatta bundan sonra bile, pratik uygulamalar çok az miktarda kalmıştır ve elektriğin endüstride ve yaygın kullanımı için uygun hale gelmesi ancak on dokuzuncu yüzyılda olmuştur. Elektriğin akıl almaz bir yaygınlığı vardır yani diğer bir deyişle ulaşım, ısıtma, aydınlatma, iletişim ve teknolojik aletlerde elektrik yaygın olarak kullanılmaktadır. Elektriksel güç ise, şu anda endüstrinin kırılmaz kemiklerinden bir tanesidir.
Elektriğin var oluşu ile ilgili insanlar en ufak bir bilgi sahibi değilken bile, Elektrikli yılan balığının şok etkisinin farkındalardı. Antik Mısır’da BC 2750 de yazılmış bir yazı bu balığı Nil’in fırtınası olarak tanımlamıştır. Bu balık aynı zamanda diğer balıkların koruyucusu olarak görülüyordu. Elektrik balığıyla ilgili yine Romalı ve Arap bilimciler ve fizikçiler tarafından Antik Yunanistan'da bahsedilmiştir. Pek çok antik yazar, Pliny the Elder ve Scribonius Largus gibi, kedi balığından ve torpidodan gelen elektrik şokunun hissizleştirdiğini onaylamıştır. Bu şoklar, iletken objelerde yayılabilirler. Muhtemelen ışığın kimliği ve elektrikle ilgili doğruya en yakın ve en eski yaklaşım, Araplardan gelmiştir. On beşinci yüzyıldan önce Araplar tarafından ray (ışın) olarak adlandırılmıştır.
Antik kültürlerden Akdeniz taraflarında olanlar belli başlı nesneleri biliyorlardı. Örneğin kehribar parçaları kedinin tüylerine sürüldüğünde, kuş tüyü gibi objeleri çekebiliyordu. 600 BC civarlarında Thales of Miletus, durağan elektrikle alakalı bir dizi gözlem yaptı. Magnet gibi maddelerin aksine kehribarın oluşturduğu sürtünmeden dolayı olduğunu düşünüyordu. Thales bu çekimin manyetizmadan olduğunu düşünürken yanılıyordu, ancak daha sonraları bilim Manyetizm ve elektrik arasında bir bağlantı kanıtlayacaktı. Tartışmaya açık bir teoriye göre, Parthianlar elektro taban hakkında bir bilgi sahibi olabilirlerdi.1836’da pilin keşfine bağlı olarak, galvanik hücreler ve onun |
doğadaki bilinmez etkisi buna olanak sağlıyordu.
Elektrik, 1600lere, İngiliz bilim adamı William Gilbert tarafından elektrik ve manyetizma adına dikkatli bir inceleme yapılana kadar biraz daha entelektüel bir merak olarak kaldı. Elektricus adı verilen "kehribara benzer" anlamı taşıyan yeni bir sözcük oluşturdu. Bu ortaklık, İngilizce de “electric” ve “electricty” adı verilen kelimelerin doğmasını sağladı. Yazılı olarak ilk görünümlerini ise 1646 yılında Thomas Browne’nin, Pseudodoxia Epidemica kitabında yaptılar.
İlerleyen çalışmalar, Otto von Guericke, Robert Boyle, Stephen Gray ve C.F. du Fay tarafından yapıldı. On sekizinci yüzyılda Benjamin Franklin, elektrik hakkında çok geniş bir çalışma yaptı. Haziran 1752’de fırtınalı bir günde, uçurtma ipine bağladığı metal bir anahtarla deney yaptı ve uçurtmaya yıldırım düşmesini umdu. Anahtardan eline zıplayan sparklardan, yıldırımın da elektriksel bir doğa olayı olduğunu kanıtlamış oldu. Aynı zamanda, paradoks bir olay olarak Leyden Jar ‘ı da elektriğin hem pozitif hem negatif yükler içerdiğini kanıtlayarak açıklamış oldu.
1771’de, Luigi Galvani, biyoelektrik üzerine olan keşfini yayınladı ve elektriğin sinir hücreleri denen hücreler ile kaslara sinyaller yolladığını gösterdi. Alessandro Volta’nın bataryası, ya da Voltaik pili, 1800lerde bakır ve çinko ile yaptığı deneyle, daha güvenilebilir bir bakış açısı yakalanmış oldu. Elektromanyetizmanın bulunması, elektrik ve manyetizmanın birleşmesi olayı, Hans Christian Ørsted ve Andre Marie Ampere tarafından 1819-1820 yıllarında oldu. Michael Faraday elektrik motorunu 1821 de keşfetti ve Georg Ohm, matematiksel olarak elektriksel devreleri 1827 yılında açıkladı. Elektrik ve manyetizma (ışık) mutlaka James Clerk Maxwell ile de ilişkilidir.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında, elektrikte ani bir gelişim meydana geldi ve on dokuzuncu yüzyılın sonunda, elektrik mühendisliğinin en büyük keşifleri yapıldı. Alexander Graham Bell, Ottó Bláthy, Thomas Edison, Galileo Ferraris, Oliver Heaviside, Ányos Jedlik, Lord Kelvin, Sir Charles Parsons, Ernst Werner von Siemens, Joseph Swan, Nikola Tesla ve George Westinghouse elektriği inanılmaz bir bilimsel meraka çevirdi ve bunu modern hayata uyguladılar. Bu uygulamalar, ikinci endüstri devrimini tetikledi.
1887’de, Heinrich Hertz elektrotların, ultraviyole ışıklar ile yaratılan elektrik sparkları ile daha kolay aydınlatıldığını keşfetti. 1905’te Albert Einstein, elektriğin kuantlar halinde küçük paketler olarak taşındığını açıkladığı Fotoelektrik olayın deneysel verilerini incelediği bir kâğıt yayınladı. Bu keşif, kuantum devrimine ön ayak oldu. Einstein, 1921 yılında ‘fotoelektrik yasasını keşfi” nedeniyle, Nobel Ödülü’nü kazandı. Fotoelektrik olayı şu anda güneş panellerinde bulunan foto hücreler tarafından, elektriksel durumlarda çokça kullanılıyor
İlk katı cihaz, kedi fısıltısı detektörü idi. İlk olarak 1900lerde radyo alıcısı olarak kullanıldı. Katı bir kristale temas eden kablo, radyo sinyallerini belirleme amacına hizmet ediyordu. Akımın aktığını iki şekilde anlayabiliriz. Negatif yüklenmiş elektronlar ve pozitif yüklü elektron eksikliklerine delik denir. Bu yükler ve delikler kuantum fiziğince açıklanır. Yapıda kullanılan nesne genelde, yarı iletken bir kristaldir.
Bu katı hal aletleri, daha sonraları transistörlerin başlı başınca keşif malzemesi olmuştur(1947). Yaygın katı hal cihazlarından bazıları transistörler, mikroproses çipleri, ve RAM lerdir. RAM’in özel bir türü, flaş RAMlerdir. Genelde ek bellek olarak kullanılırlar. Katı hal sürücüleri, mekanikse olarak hard diskleri döndüren parçalar yerine de kullanılabilir. Bu cihazlar 1950lerde ve 1960larda Transistörlerin vakum tüplerinden yarı iletkenlere değişimi, diyotlar, transistörler, LEDler ve toplu akım için önem arz etmiştir.
Ayrıca bakınız: elektron, proton, nötron
Elektrik yüklerinin varlığı, elektrostatik kuvvetin oluşmasını sağlamıştır: yükler birbirlerine bir kuvvet uygularlar ve bu etki (tamamen anlaşıldığı düşünülmüyor) antik çağlarda da biliniyordu. Bir cam top, kıyafete sürülerek ya da bir çubuk yardımı ile oynatılabiliyordu. Eğer aynı top, cam çubuk ile yüklenirse, önce birbirlerini çektikleri, ardından ittiği gözlemlendi. Fakat, eğer bir top cam çubukla diğeri plastik çubukla yüklenirse, iki topun birbirini çektiği gözlemlendi. Bu olay on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Charles-Augustin de Coulomb tarafından incelendiğinde hepimizin çok iyi bildiği bir sonuca ulaştı : Aynı yükler birbirlerini iterken zıt olanlar birbirlerini çeker.
Yüklü parçacıkların kendileri üzerine de kuvvet uygular, bu nedenle yük kendisini herhangi bir iletken yüzey üzerine ulaştırmak ister. Bu elektromanyetik kuvvetin büyüklüğü yüklerin çarpımının, uzaklığın karesine bölümü ile doğru orantılı bir bağlantısı vardır. Elektromanyetik kuvvet, çok güçlüdür, kuvvetli etkileşimler içerisinde ikinci sıradadır ancak uzaklıksal olarak kıyaslanamaz. Kendisinden çok daha zayıf kütle çekim kuvveti ile kıyaslandığında, elektromanyetik kuvvet elektronları 10^42 kez daha uzağa itebilir.
Çalışmalar belli atom altı parçacıkların, elektrik yükleri gibi davranabildiğini gösterdi. Elektrik yükleri, elektromanyetik kuvvetle etkileşir ve bu doğanın dört temel kuvvetinden Bizim en aşina olduğumuz elektrik taşıyıcıları proton ve elektrondur. Deneyler, yükün korunan bir nicelik olduğunu göstermiştir diğer bir deyişle, izole edilmiş bir sistemde yük miktarı aynı kalmak zorundadır. Sistem içerisinde yük, direk temas yoluyla veya bir iletken yardımıyla ,kablo gibi, bir nesneden diğerine geçebilir. Durgun elektrik terimi bir yükün bir nesnede bulunuşu anlamına gelir.
Elektron ve Protonun işaretleri zıttır bu nedenle de enerjinin miktarı pozitif ya da negatif olarak ifade edilir. Varsayımla, elektronların taşıdığı yük negatif, protonlar ise pozitif kabul edilmiştir. Sahip olunan yük miktarı Q ile gösterilir ve Coulomb ile ifade edilir, her elektron yaklaşık −1.6022×10−19 coulomb yük taşır. Proton da buna eşit miktarda fakat ters işaretli yük taşır. Yük sadece madde tarafından oluşturulmaz. Aynı zamanda anti madde, anti parçacık da birbirlerine göre eşit miktarda fakat ters işaret taşımaktadır.
Yük, pek çok çeşit yolla ölçülebilir. En erken ölçümlerden biri ise altın yapraktır ve bazen sınıflarda gösterim amaçlı kullanılabilmektedir.
Kütle gibi, elektriksel yük de soyut bir özellik olup, fizikçiler tarafından maddenin davranışlarını tanımlamak için kullanılır. Bir diğer deyişle, hiç kimse doğrudan bir elektriksel yük görmemiştir, ancak bazı parçacıkları inceleyerek benzerliklerin varlığı saptanmıştır.
Kütlenin tersine, biri diğerinin tersi davranışlar sergileyen iki tür elektriksel yükten söz edilir, ve uzlaşımsal (konvansiyonel) olarak, artı (veya "pozitif") ve eksi (veya "negatif") diye adlandırılırlar.
Eşit miktarda artı ve eksi yüke sahip parçacıklar ise, biri diğerini elediğinden, yüksüz veya nötr olarak adlandırılırlar. Parçacıklar arasındaki bu gücün nicel değerlendirilmesi ise Coulomb yasası ile hesaplanmaktadır.
Elektrik yüklerinin hareketi, elektrik akımı olarak bilinir ve niceliği genelde Amper ile ifade edilir. Akım, hareket eden herhangi bir yük yardımı ile sağlanabilir fakat bunların en yaygını elektrondur. Ancak hareket halindeki herhangi bir yük, akım yaratmaya yeter.
Tarihsel varsayım ile, pozitif akım sahip olduğu artı yüklerin akış yönünde ilerleyen akım olarak ya da devrede en artı yerden en eksi yere akan akıştır. Bu davranışa sahip akıma, varsayımsal akım denir. Elektrik devresindeki negatif yüklü elektronların hareketi, ki bu akımın en yaygın şeklidir, elektronların akış yönünün tersi yönde olunca pozitif kabul edilir. Fakat, şartlara bağlı olarak, bir elektrik akımı iki yönde hatta ve hatta bir anda iki yönde birden olabilir. Bahsettiğimiz varsayım, bu tarz bir durumu basitleştirmek için kullanılmaktadır.
Elektrik akımının bir metalden diğerine iletilmesi olayına elektrik iletimi denir ve bu olayın doğası yüklü parçacığa ve bu parçacığı ileten materyalin cinsine bağlıdır. Metalik iletkenlik ve elektroliz elektrik akımının bu ilerleyişine örnektir. Her ne kadar parçacıklar aslında yavaş bir hızla hareket etse de, bazen ortalama bir dönme hızı sayesinde elektrik alan içerisinde ışık hızına yakın bir hıza ulaşırlar ve bu nedenle uzun kablolar boyunca sinyalleri oldukça kısa zamanda taşıyabilirler.
Elektrik akımı, tarihte de kendi varlığının farkına varılmasını sağlayan pek çok gözlemlenebilir etkiye sahiptir. Örneğin su, elektrik akımı ile galvanik pillerin 1800 yılında Nicholson ve Carlisle tarafından bulunmasını sağlamıştır. Bu olaya elektroliz adı verilir. Bu girişim, 1833 yılında Michael Faraday tarafından bayağı ilerletilmiştir. Üzerinden akım geçen bir direnç tarafından üretilen elektrik 1840 yılında James Prescott Joule tarafından matematiksel olarak ispat edilmiştir. Elektrik akımı ile ilgili en önemli keşiflerden bir tanesi 1820 yılında Hans Christian Orsted tarafından kazara yapılmıştır. Dersi için hazırlanırken, içinden akım geçen bir telin, bir iğne üzerindeki etkisini gözlemlemiştir. Bu olayla, elektrik ve manyetizma arasındaki etkileşimleri açıklayan temel bir olay olan elektromanyetizmayı keşfetmiştir.
Mühendislikte veya gündelik hayatın uygulamalarında akım doğrudan akım veya alternatif akım olarak ikiye ayrılır. Bu kavramlar, akımın zaman içerisindeki değişimine göre yapılır. Örneğin doğrudan akım, bir batarya tarafından üretilir ve pek çok elektrik devresince kullanılır. Doğrudan akımın bir yönü yoktur ve devrenin pozitif tarafından negatif tarafına doğru akar. Genel tanıma göre elektronlar tarafından taşınır, elektronlar akıma zıt yönde hareket eder. Alternatif akım ise doğrultusunu belli aralıklarla değiştiren ve neredeyse bir Sinüs fonksiyonu gibi davranır. Dolayısı ile Alternatif akım, bir iletkende, net yükü değiştirmeden ve net bir uzaklık kat etmeden ileri ve geriye doğru gider. Alternatif akımın zaman ortalaması değeri sıfırdır, ancak bu akım enerjiyi ilk önce bir doğrultuda sonra diğer doğrultuda yayar |
. Alternatif akım, durgun akım altında gözlemlenemeyen, Kapasitör ve İndüktör gibi elektrik niceliklerinden etkilenir. Fakat bu nicelikler, transistorler söz konusu olduğunda önem kazanır.
Elektrik alan konsepti Michael Faraday tarafından oluşturuldu ve tanıtıldı. Bir elektrik alan, kendini çevreleyen uzayda yüklü bir parçacık tarafından yaratılır ve alandaki diğer yüklü parçacıklara bir kuvvet uygular. Bir elektrik alan iki kütler arasında, kütle çekim etkisine benzer bir şekilde oluşur. Aynı bunun gibi, sonsuza kadar gidebilir ve uzaklığın karesi ile ters orantılıdır. Ancak aralarında önemli bir fark vardır. Kütle çekimi her zaman çekim etkisi üzerine çalışır, iki kütleyi birbirine çeker, ancak elektrik alan aynı zamanda itim etkisi de yaratabilir. Genelde büyük kütleler net bir yüke sahip olmadıklarından, elektrik alan bu uzaklıklarda sıfırdır. Bu nedenle evrende kütle çekim kuvveti elektrik alan kuvvetinden daha zayıf olmasına rağmen baskın olan kuvvettir
Elektrik alan, genelde uzayda değişkenlik gösterir ve büyüklüğü bir noktada bulunan birim yüke uyguladığı kuvvet olarak ölçülür. Konsept yükü ya da diğer bir deyiş ile test yükü, kendi alanı ana alanı tahrip etmeyecek kadar küçük ve aynı zamanda manyetik alanın etkisinden kurtulabilecek kadar da durağan olmalıdır. Elektrik alan kuvvet kavramı ile ifade edildiği ve kuvvet bir vektör büyüklüğü olduğu için elektrik alan da vektörel bir niceliktir. Yani hem büyüklüğü hem de yönü vardır. Özelleştirirsek, vektör alanıdır.
Durağan elektrik yükleri ile ilgilenen çalışma alanına elektrostatik. Bu alan, diğer alanlarla aynı hayali çizgileri olan bir dizi gibi hayal edilebilir. Bu konsept Faraday tarafından tanıtılmış ve "kuvvet çizgileri" terimi hala bazen hala kullanılmaktadır. Alan çizgileri terimi, pozitif yükü o yönde hareket ettiren patikalar olarak düşünülebilir. Ancak bu konseptler hayal ürünüdür ve fiziksel bir varlıkları yoktur. Bu alan çizgilerinin belli başlı özellikleri vardır. Öncelikle bu alan çizgileri pozitif yükten başlar ve negatif yükte biter. İkincisi, bu alan çizgileri iyi bir iletkene doksan derece ile girmelidir. Son olarak bu çizgile asla birbirlerini kesmezler veya kendi üzerlerine kapanmazlar.
İçi boş bir iletken, bütün yüklerini dış yüzeyinde taşır. Bu nedenle iletkenin içindeki elektrik alan sıfırdır. Bu prensip Faraday kafesi olarak adlandırılır ve buna göre metal bir iletken kendi içini, dış etkilerden izole eder.
Yüksek voltajlı ekipmanları tasarlarken, elektrostatiğin prensipleri önemli olmaktadır. Her elektrik alanın kendine göre sonlu bir limiti vardır. Bu limitin ötesi elektrik kırılma elektriği olarak yorumlanır. Uzun boşluklarda, bu değer hala küçüktür. Bu durumun doğada en kolay gözlemlenebilir hali yıldırımlardır ve bu durum bulutlar arasındaki elektrik alanın, havanın kaldırabileceği seviyeyi aşmasıyla oluşur. Yıldırımların yaklaşık değeri 100MV a kadar ulaşabilir
Alan kuvveti, etrafındaki nesnelerden çok etkilenir özellikle köşeli noktasal objeler tarafından bükülmeye zorlandığında, örneğin, yıldırımların sivri yerlere düşmesinin nedeni budur.
Elektrik potansiyeli konsepti, elektrik alan ile çok yakından alakalıdır. Elektrik alan içerisine yerleştirilen yüklü bir parçacık bir kuvvet hisseder. Bu nedenle, parçacığın yerini değiştirebilmek için hissedilen kuvvete karşı koyulabilmesi gerekir ve bu bir iş yapılmasını gerektirir. Herhangi bir noktanın elektrik potansiyeli, bu test yükünü sonsuz uzaklıkta belirli bir noktaya getirmek için yapılması için gereken enerji miktarıdır. Genelde bu nicelik, voltla ölçülür. Bir Volt, bir coulomb yükü sonsuzdan getirmek için yapılması gereken bir joul iş yapma miktarıdır. Bu potansiyel tanımı, daha pratik bir uygulama olarak ve daha kullanışlı bir tanı olarak elektrik potansiyel fark olarak da kullanılır ve bu yükü iki nokta arasında hareket ettirmek için gereken enerjidir. Elektrik alan "korunur" olması ile özel bir karaktere sahiptir. Yani bir test yükünün hangi yol üzerinde taşındığı önemli değildir. İki nokta arasında yer alan bütün yollar aynı anlama gelir aynı enerjiyi gerektirir. Bu nedenle potansiyel fark tek bir değerdir. Volt doğru bir kullanım olmasına rağmen genellikle voltaj elektrik potansiyelini açıklamak ve ölçmek için kullanılır.
Daha pratik olması amacıyla, potansiyelin ifade edilebilmesi ve karşılaştırılabilmesi için ortak bir referans noktası seçmek gereklidir. Bu sonsuzluk da olabilirken, daha kullanışlı bir referans Dünya'nın ta kendisidir. Dünya'da her yerde potansiyel aynı kabul edilir. Bu referans noktası Dünyada yeryüzü olarak kabul edilir. Dünya, sonsuz miktarda artı ve eksi yükler barındırıyor olarak kabul edilir bu nedenle elektriksel olarak yüksüzdür veyahut yüklenemez.
Elektrik potansiyeli skaler bir niceliktir. Sadece büyüklüğü vardır, herhangi bir yöne sahip değildir. Yükseklikle analog olarak görünebilir ; aynı objeleri yüksekten kütle çekim alanına bırakırsak, düşecektir aynı elektrik alanda voltajdan kaynaklanan farkta olduğu gibi. Aynı haritalarda eşit yükseklikte olan noktaların işaretlendiği gibi, elektrik potansiyelinde de aynı potansiyele sahip yüzeyler işaretlenebilir bunlara da eş potansiyel yüzeyler denir. Eş potansiyel çizgileri ile elektrik alan çizgileri birbirlerine diktir. Aynı zamanda bir iletkenin yüzeyine de paralel olmaları gerekir. Aksi halde, bu durum yükleri hatta eş potansiyel yüzeyleri dahi hareket ettirecek bir kuvvete neden olur.
Elektrik alan, resmi olarak birim yüke uygulanan kuvvet olarak tanımlansa da potansiyel konsepti daha kullanışlı ve geçerli bir tanım yapma olanağı sağlar.
Ørsted, 1821'de akım taşıyan bir telin etrafında manyetik alanın var olduğunu bulmuştur. Böylece elektrik ile manyetizma arasında direk bir ilişki olduğu keşfedildi. Dahası, bu etkileşim doğada bilinen iki temel kuvvetten, elektrostatik kuvvetlerden ve kütle çekim kuvvetlerinden farklıydı. Bu kuvvet bir iğneyi, 90 derece ile itiyordu.
Ørsted keşfettiği şeyi tam olarak anlamamıştı ancak gözlemlediği etki karşılıklıdır. Akım magnetlere, manyetik alanlar da akım üzerine kuvvet uygulayabiliyordu. Bu olay daha sonra Andre Marie Ampere tarafından incelendi. Ampere akım taşıyan iki paralel telin birbirine kuvvet uyguladığını, akım paralelse birbirlerini çektikleri, akımlar zıt yöndeyse birbirlerini ittiklerini keşfetti. Bu etkileşim ,ardından, uluslararası olarak Amper tanımı diye bilinir.
Manyetik alan ve akım arasındaki ilişki çok önemlidir. Michael Faraday 1821 yılında bu ilişkiyi kullanarak elektrik motorunu icat etmiştir. Bu tek kutuplu motor içinde permanant bir magnet vardır ve cıva havuzunun iki ucuna yerleştirilmiştir. Magnete kablo tarafından tanjant bir kuvvet uygulanır. Magnet, akım var olduğu müddetçe bir çember çizmeye devam eder.
1832 yılında Faraday yapılan deneylerde, kablo, uçları tarafından oluşturulan potansiyel farka paralel olarak hareket eder. Daha sonraları yapılan analizler, Elektromanyetik indüksiyon olarak bilinir, bu prensibi oluşturmasına imkan tanımıştır. Bu prensip bugün Faraday İndüksiyon Yasası olarak bilinir kapalı devredeki potansiyel fark, bu devrede değişen manyetik akıyla orantılıdır. Bu keşif, 1831 yılında ilk elektrik jeneratörünün yapılmasına olanak sağlamıştır. Bu jeneratörde bir bakır disk mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çevirir. Faraday diski pratik bir jeneratör oluşturmak için elverişli değildi. Fakat bu durum, manyetizmayı kullanarak elektrik gücü üretmenin mümkün olduğunu gösterdi
Kimyasal reaksiyonların elektrik üretebilmesi çok geniş kullanım alanlarına sahiptir.
Elektrokimya, elektriğin her zaman önemli bir parçası olmuştur. Galvanik pillerin ilk icadından itibaren, elektrokimya hücreleri de pek çok farklı bataryaları var etmiştir. Alüminyum bu yolda çok farlı nicelikler oluşturmuştur ve elektrik gücü ile çalışan, tekrar şarj edilebilen hücreler üretilmiştir.
Elektrik akımı, elektrik bileşenleri arasında elektrik yükleri akışı tarafından oluşturulan bir bağlantıdır, kapalı bir devrede oluşur. Genellikle, çok yararlı işler için kullanılmaya elverişlidir.
Elektrik devresinin bileşenleri pek çok farklı şekillerdedir örneğin bu bileşenlerden bazıları transistorler, Dirençler, Kapasitörler, düğmelerdir. Elektrik devreleri, bazı aktif bileşenler de içerir, yarı iletkenler buna örnektir. En basit devre elemanları pasif ve doğrusal olarak nitelendirilir.
Direnç, pasif devre elemanları içinde belki de en basit olanıdır. Adından da anlaşıldığı gibi, geçen akıma direnir. Enerjiyi, ısı olarak açığa çıkartır. Direnç, yüklerin hareketinin bir sonucudur örneğin metallerde direnç elektronlar ve iyonlar arasında meydana gelen çarpışmaların sonucudur. Ohm yasası, devre teorisinin basit bir yasasıdır. Bu yasa, direncin üzerinden geçen akımın, potansiyel farkla direk alakalı olduğunu söyler. Pek çok maddenin direnci, büyük bir sıcaklık aralığında ve belli bir akımda sabittir. Bu tarz maddelere, ohmik maddeler denir. Ohm, direncin birimi olarak George Ohm'un anısına verilmiştir. Bir ohm, bir amp akımla bir volta karşılık gelecek potansiyel farka eşittir.
Kapasitör, Leyden şişesinin bir gelişimidir. Bu şişe, yükleri depolayabilir. Arada bir dielektrik madde ile iki iletken levhadan oluşur. Böylece, birim hacimdeki alan arttırılmış olur ya da kapasite oluşturulur bu da kapasitörü oluşturur. Kapasitörün birimi Farad'dır. Michael Faraday'ın hatırasına verilmiştir. Sembol olarak F ile gösterilir. Bir Farad, bir coulomb yükle yüklenmiş bir kapasitörün bir voltluk potansiyel fark üretebildiği değerdir. Kapasitör, bir güç kaynağına bağlandığı anda yük depolamaya başlar, kapasitör zamanla doldukça bu akım da zamanla azalır. Kapasitörün olduğu bir devrede bu nedenle sabit bir akım olmaz.
İndikatör de bir iletkendir. Genelde bir bobine satılı tellerden oluşur ve üzerinden geçen akıma karşılık olarak manyetik alanda enerji depolar. Akım değiştiğinde, manyetik alan da değişir böylece iletkenin uçları arasında bir gerilim indüklenir. İndüksiyon gerilimi, akımda zamanla meydana gelen değişimle orantılıdır. Bu sabit or |
an indüktans olarak adlandırılır. Birimi Henry'dir ve Joseph Henry'nin adına ithaf edilmiştir. Henry, Faraday'ın çağdaşıdır. İndüktansta bir Henry, eğer akım saniyede bir amper değişiyorsa bir volttur.
Elektrik gücü, elektrik devresi tarafından transfer edilen elektrik enerjisinin miktarıdır. Gücün SI birimi, watt'dır ve saniyedeki joule miktarıdır.
Elektrik gücü, mekanik güç gibi, yapılan iş miktarıdır. Watt olarak ölçülür ve P harfi ile gösterilir. Wattage terimi, "bir watt'daki elektrik gücü" anlamına gelir. Bu güç, bir elektrik devresi tarafından, elektrik potansiyeli( voltaj) üzerinden her t saniyede Q yükü geçiriyorsa
Elektrik üretimi genelde elektrik jeneratörleri tarafından yapılsa da, bazı kimyasal kaynaklar tarafından mesela elektrik bataryaları tarafından sağlanabilir. Elektrik gücü genelde iş ve evler için, elektrik santrallerince sağlanır. Elektrik genelde kilowatt saat olarak satılır, yani bir saatte üretilen kilowatt cinsinden güçtür. Fosil yakıtlardan farklı olarak, elektrik düşük bir entropidir. Yüksek verimlilik ile harekete çevrilebilir.
Elektronik, elektrik devreleri ile uğraşır ve aktif elektrik bileşenleri ile beraber olur örneğin transistorler ve Diyotlar gibi. Aktif bileşenlerin lineer olmayan davranışları, elektronların akışını kontrol edebilmeyi sağlar. Bilgi sistemlerinde, telekomünikasyonda ve sinyal sistemlerinde kullanılır. Elektronik cihazların aç, kapa özellikleri dijital bilgiler sağlar.
Günümüzde, çoğu elektronik cihazlarda, elektriğin kontrolünü sağlamak için yarı iletken bileşenler kullanılır. Yarı iletken cihazlar ve bunlarla alakalı teknolojinin branşları Katı hâl fiziği olarak geçer.
Faraday'ın ve Amper'in yasası, zamanla değişen bir manyetik alanın, bir elektrik alan oluşturabileceğini gösterdi. Bu nedenle, iki alan da zamanla değiştiğinde, bir alan diğerini indüklemiş olmak zorundadır. Bu olay dalga özelliğidir ve doğal olarak elektromanyetik dalgaya karşılık gelir. Elektromanyetik dalgalar, teorik olarak James Clerk Maxwell tarafından 1864 analiz edilmiştir. Maxwell elektrik alan ve manyetik alan arasındaki ilişkiyi bir dizi denklemle ifade etmiştir. Hatta bu tarz dalgaların ışık hızında hareket etmesi gerektiğini de kanıtlamıştır. Bu nedenle, ışık kendisi bir elektromanyetik radyasyondur. Maxwell Yasası bunu söyler. Bu fiziğin dönüm taşlarından birisidir.
İsa'dan önce 6.yüzyılda ünlü Yunan düşünür Tales, amber çubukla yaptığı deneyler, elektrik enerjisi hakkındaki ilk çalışmalardır. Bu metot sürtünme ile elektriklenme olarak bilinir ve hafif objeleri kaldırabilir ve sparklar yaratabilir. Çok verimsizdir. 18. yüzyıla kadar galvanik piller icat edilemedi ve bu tarihten sonra elektrik kullanılabilir hale geldi. Galvanik piller, elektrik bataryalarını oluşturdu ve enerji kimyasal olarak depolandı. Bataryalar, pek çok ortak çalışmaya uyum sağlayabilir. Ancak, barındırabileceği enerji miktarı sınırlıdır. Bir kez boşaldığında, tekrar yüklenmesi gerekir. Çok büyük elektrik gereklilikleri için, elektrik enerjileri transit olarak yaratılmalı ve iletken olarak devam etmelidir.
Elektriksel güç genelde elektro-mekanik jeneratörler tarafından fosil yakıtlarla üretilir. Ya da nükleer reaksiyonlar sonucu oluşan ısı kullanılır. Diğer bir şekilde de, rüzgar ya da suyun kinetik enerjisi kullanılarak üretilebilir. Modern buhar türbini Sir Charles Algernon Parsons tarafından 1884'te icat edildi ve bugün dünyada kullanılan elektik gücünün yaklaşık yüzde 80'ini üretiyor. Bu tarz jeneratörler, Faraday'ın 1831 yılında ürettiği disk jeneratörünün prensipleri ile hiç alakası yoktur ancak bu cihazların prensipleri hala elektromanyetik bilgilere dayanır. On dokuzuncu yüzyılda transformatörlerin icadı, elektrik gücünün daha verimli ve daha yüksek voltajla fakat daha düşük akımla taşınabilmesine imkan tanıdı. Verimli bir elektrik transmisyonu, yerleşik güç istasyonlarında yaratılabilir. Ekonomik boyutta bu kazançlıdır. Aynı zamanda ihtiyaç duyulduğunda çok uzaktaki yerlere de taşınabilir.
Elektrik enerjisi uluslararası ihtiyacı karşılayabilecek kadar büyük boyutlarda kolayca depolanamadığı için, her zaman ihtiyacı karşılayacak kadarının üretilmesi gerekiyor. Bu nedenle elektriği kamuya sunan kuruluşların birikimle ilgili doğru öngörüler yapabilmesi, güç istasyonlarında koordinasyonu sürdürmeleri gerekir
Uluslar modernleştikçe ve ekonomi geliştikçe, elektriğe olan talep de artmaya başladı. Yirminci yüzyılın ilk üç on yılında, Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl elektriğe duyulan ihtiyaç yüzde 12 arttı. Bu artış şu anda da ekonomisi gelişmekte olan Çin ve Hindistan gibi ülkelerde deneyimleniyor. Tarihsel olarak, elektriğe duyulan ihtiyacın artışı diğer enerjilere duyulan ihtiyaçtan daha fazladır. .
Elektrik üretimi ile ilgili endişeler, yenilenebilir enerji kaynaklarına duyulan ilginin artmasına neden oldu özellikle rüzgar enerjisi ve hidrolik santraller. Elektrik üretiminin çevreye olan etkisi üzerine yapılan tartışmalar devam etse de, son durum eskisine nazaran oldukça temizdir.
Elektrik enerjiyi transfer etmek için oldukça elverişli bir yöntemdir ve pek çok şekilde kullanıma uygundur. Akkor lambanın 1870de icat edilmesi ile, ışıklandırma halka açık bir hale geldi. Elektriklenme tehlikelere sahip olsa da, açık alevler ve gaz lambaları yerine kullanılması yangınları oldukça önledi.
Elektrik aynı zamanda ısı için de kullanılır. Örneğin klimalar ve ısı lambaları. Elektrikle ısınma kontrol edilebilirken, israf olarak görünebilir çünkü pek çok elektrik güç istasyonunun, ısı üretebilmesi için zaten belirli bir miktar elektrik kullanması gerekir.
Elektrik iletişimde kullanılır, örneğin elektrik telgrafları. 1860larda telgrafın icadının ardından, dünya çapında iletişim için kullanılır bir hale gelen elektrik, daha sonraları optik fiberler ve uydu iletişimi ile de bir iletişim marketi oluşturmuştur.
Elektromanyetizmanın etkileri en açık şekilde elektrik motorlarında gözlemlenebilir.
Yirminci yüzyılın en önemli icatlarından transistor de elektronik cihazların kullanımıyla oluşmuştur. Modern devrelerin temel bir yapısıdır. Modern eklemeli devreler birkaç santimetre karede bilyonlarca transistor barındırabilir
Elektrik aynı zamanda taşımada da bir yakıt olarak kullanılabilir özellikle elektrikli otobüsler ve trenler.
İnsan bedenine uygulana bir gerilim, dokulardan elektrik akımı geçmesine neden olur ve ilişki her ne kadar doğrusal olmasa da, daha büyük gerilim daha büyük bir akım yaratır. Eşik değeri, frekans kaynağına ve akımın yoluna göre değişiklik gösterse de, 0,1mA den 1mA e kadar çıkabilir. Eğer akım yeterince yüksekse, kas kasılmalarına, kalp çarpıntılarına ve doku yanmalarına neden olabilir. Elektriğin neden olduğu acı şok edici olabilir. Bu nedenle elektrik, bazı zamanlarda bir işkence yöntemi olarak da kullanılmaktaydı. Elektroşok, elektrik şoku ile ölüme verilen isimdir. Elektroşok, son zamanlarda azalmış olsa da, hala bazı yargı hükümlerinde idam için kullanılmaktadır.
Elektrik, insanoğlunun icadı değildir ve doğada da pek çok farklı şekilde gözlemlenebilir. Önemli bir olay olan yıldırımlar buna örnektir. Makro boyutta, dokunma, sürtünme ve kimyasal bağlar, elektrik alanların atomik boyutlardaki etkileşimlerinden kaynaklanır. Dünya'nın manyetik alanı doğal bir dinamodur. Gezegenin çekirdeğinde meydana gelen çembersel akımdan kaynaklanır. Belli kristaller, kuartzlar ve hatta şeker bile dış baskıya maruz kaldığında, yüzleri arasında fark oluşturur. Piezoelektrik , 1880 yılında Pierre ve Jacques Curie tarafından keşfedilmiştir. Etki karşılıklıdır ve piezoelektrik madde, elektrik alana maruz kalan maddedir ve fiziksel boyuttaki ufak değişimler yer alır
Köpekbalığı gibi bazı organizmalar, elektrik alandaki değişimleri algılayabilirler bu olay elektro perspektif olarak bilinir. Bu tarz organizmalar, kendilerini yırtıcı olarak ya da savunma silahı olarak voltaj yaratabilirler. Bütün hayvanlar, hücreleri arasında bilgi taşımak için elektrikten yararlanır ve böylece sinir sistemlerinde nöronlar ve kaslar arasında bilgi taşıyabilirler. Bir elektrik şoku bu sistemi uyarır ve kaslar kasılmasına neden olur. Bazı bitkilerde de bu döngü, hareketlerin oluşumunda görev alır.
1850 yılında William Ewart Gladstone, bilim adamı Faraday'a " Elektrik neden bu kadar değerli ?" diye sordu. Faradayda "Bir gün efendim, bunu ödeyebilirsiniz." Dedi
On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın başlarında, elektrik günlük hayatın bir parçası değildi. Hatta endüstriyel Batı bile buna sahip değildi. Popüler kültür, ilk zamanlarda bunu gizemli ve sihirli bir olay yaşama ve ölüme karar veren bir mekanizma olarak gördü ve doğanın bir yasası olduğuna karar verdi. Bu tutum 1771 yılında Luigi Galvani'nin yaptığı deneylerle başladı. Bu deneyde Galvani, ölmüş kurbağaların bacaklarındaki oynamaları keşfetmesi ile oldu. Revitalizasyon veya ölmüş ya da boğulmuş insanların dirilme hikâyeleri Galvani'nin çalışmalarından sonra başladı. Bunlardan biri Mary Shelley'in Frankenstein(1819) isimli eseridir. Halbuki bu kitapta, yazar yaratığın diriliş yönteminden bahsetmemiştir. Daha sonraları, yaratıkların diriltilme hikâyeleri, korku filmlerinin ana ögelerinden biri haline geldi
Elektrikle birlikle gelen durmadan yenilenme ve elektriğin gündelik hayatın vazgeçilmez bir bütünü olması yirminci yüzyılın yarısına kadar uzadı. Popüler kültür tarafından sadece akışı durduğu zaman dikkat çekti hatta genelde felaket sinyali olarak yorumlandı. Bu akışı sağlayan kişiler, Jimmy Webbin, Wichita Lineman şarkısındaki gibi (1968), kahraman ve büyücü gibi figürler olarak düşünülürler.
Led Zeppelin
Led Zeppelin İngiliz Rock grubudur ve Rolling Stone dergisi tarafından; "tartışmasız rock tarihinin en uzun soluklu gruplarından biri" olarak tanımlanmıştır. Led Zeppelin, gitarda Jimmy Page, davulda John Bonham, bas gitarda John Paul Jones ve vokalist olarak da Robert Plant tarafından dört kişilik bir grup olarak kurulmuştur. Grup, Deep Purple ve Black Sabbath ile birlikte Hard Rock ve Heavy Metal'in öncülerinden sayılır.
1968 yılında ku |
rulan grup daha çok Heavy Metal müzik tarzının öncülerinden biri olarak tanınsa da yaptığı müzikle Blues, Rockabilly de dahil olmak üzere birçok farklı popüler müzik türünü aynı potada eritti. Popüler ve kolay erişilebilir kalmakla beraber istikrarlı bir şekilde yenilikçi olunabileceğini de kanıtlamışlardır. 1980 yılında John Bonham'ın ölümüyle dağılan grup hâlâ Rock müzik tarihindeki etkileri nedeniyle saygı görmeye devam etmektedir.
Grup, bugüne kadar 111 milyonu Amerika'da olmak üzere dünya genelinde toplam 300 milyonun üzerinde albüm satışına ulaşmıştır (Amerika'da satış sıralamasında The Beatles'ın ardından ikinci sıradadır).
"Stairway to Heaven"ın yanı sıra en popüler parçalarından bazıları:
"All My Love", "Thank You", Babe I'm Gonna Leave You", Rock and Roll", "Black Dog", "Heartbreaker",
"Living Loving Maid", "Immigrant Song", "Kashmir","Since I've Been Lovin' You",
"Dazed and Confused", "Misty Mountain Hop",
"Whole Lotta Love", "Communication Breakdown",
"Achilles Last Stand", "Fool in the Rain",
"Moby Dick", "When the Levee Breaks", "No Quarter",
"Good Times, Bad Times", "The Song Remains The Same" ve "In My Time Of Dying"
Led Zeppelin'in adı bulunmayan dördüncü albümünün kapağında grup elemanlarının imza olarak kullandığı dört mistik şekil bulunmaktadır: John Bonham birbirine bağlı üç çemberden oluşan şekli; John Paul Jones özgüven ve ustalığı tasvir eden Kelt şeklini; Robert Plant Mu uygarlığının bir şeklini; ve Jimmy Page de “Zoso” olarak söylenen gizemli şekli. Sözleri İngiliz mistik edebiyatının ünlü kadın yazarlarından Lewis Spence’in “The Magic Arts in Celtic Brain” adlı kitabından etkilenen Robert Plant tarafından yazılan ve elinde mistik güçleri bulunan doğaüstü bir kadının ruhsal arayışlarını içeren ve tüm zamanların en büyük rock şarkılarından biri olarak nitelenen "Stairway to Heaven" şarkısı bu albümde yer almaktadır.
Berlin
Berlin, Almanya'nın başkenti ve en büyük şehridir. Berlin, aynı zamanda bir eyalet-kenttir.
II. Dünya Savaşı öncesinde 4,3 milyon kişinin yaşadığı şehirde 2008 itibarıyla 3,5 milyon kişi yaşamaktadır. Berlin, Kuzey Almanya'da, Spree ve Havel nehirlerinin arasındaki kumluk bölgeye kuruludur. 1961'den 1990'a kadar (Komünist) Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye ayrılmış olan kenti ikiye bölen duvara (Berlin Duvarı) sonradan "utanç duvarı" adı da verilmiştir. Daha sonra duvar yıkılmıştır.
Kentin ortasından akan Spree nehrinin, iki kıyısında, Cölln ve Berlin adlı iki balıkçı köyü iken ilk kez 1307 yılında birleşti. Brandenburg'un (daha sonra ise Prusya'nın) başkentliğini yapan Berlin, 18. yüzyıla kadar önem arz eden bir şehir değildi. Ancak Prusya'nın güçlenmesi sürecinde öncelikle Kuzey Almanya'nın ve sonrasında da Avrupa'nın siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda önemli merkezlerinden biri haline geldi. 1871 yılında kurulan Alman İmparatorluğu'na başkentlik yapan Berlin, 1933 yılından itibaren Nazi Almanyası'nın da başkentiydi. II. Dünya Savaşı'nda harabeye döndü, müttefik devletler tarafından işgal edildi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra şehir dört sektöre bölündü ve tüm Almanya'da olduğu gibi Berlin de ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve SSCB'nin kontrolüne girdi. Batılı ülkelerle Sovyetler Birliği arasında hızla gelişen siyasi farklılık ülkeyi olduğu gibi kenti de doğu ve batı olmak üzere ikiye böldü. 12 Ağustos 1961 tarihinde Berlin Duvarı'nın yapımına başlandı ve Berlinlilerin doğudan batıya geçişi en katı yöntemlerle engellendi. Zamanın imparatorluk merkezi Mitte ile birlikte, Berlin'i inşa eden mimar Karl Friedrich Schinkel 'in tasarladığı binalar, büyükelçilikler, saraylar, müzeler tamamen kentin doğu kesiminde kaldı. Türkiye'den kaçak yollarla getirilen Bergama Sunağı'nın sergilendiği dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Bergama Müzesi, Cölln ile Berlin'i birleştiren anlaşmanın yapıldığı St. Nicholas Kilisesi de tıpkı diğer önemli yapılar gibi Doğu Berlin'de kaldı.
1989'da duvarın yıkılması ve 3 Ekim 1990'da iki Almanya'nın resmen birleşmesiyle Berlin eyalet şehir olarak eski bütünlüğüne kavuştu ve birleşik Almanya Federal Cumhuriyeti'nin başkenti oldu.
Cölln şehri (çift kent Berlin-Cölln Spree adasında) ilk defa 1237'de resmi olarak kayıtlara geçti ve 1244'de ilk defa Berlin adında anıldı. Berlin, Spree nehrinin kuzey kısmında yer alıyordu. 1307'de iki şehirde beraber kullandıkları bir belediye binasına sahip oldular. Berlin'in adı armasındaki ayı (Almanca: Bär) ile ilgisi yoktur. Daha çok Slav dilinden gelen "Berl" kelimesinden olduğu düşünülüyor. Berl Slav dilinde "Bataklık" anlamına geliyor. Spandau ve Köpenick, Berlin'den önce kuruldu. Berlin şehri tarihin geçen kısmında 1157'de Mark Brandenburg'a ait oldu.
1415'de "I. Friedrich" Mark Brandenburg'un elektörü oldu ve 1440'a kadar da elektör olarak kaldı. Hohenzollern Hanedanı Berlin'e 1918'e kadar hükümdarlık etti.
Otuz Yıl Savaşları 1618'den 1648'e kadar sürdüğü sırada belki en çok Berlin'i vurdu. Evlerin üçte biri hasar gördü ve nüfusun yarısı azaldı. Friedrich Wilhelm 1640'ta hükümdarlığı babasından aldı ve Berlin'e Avrupa'nın çeşitli yerlerinden insanları davet etti. Dinlere karşı da hoşgörülüydü kendisi. 1671'de 50 tane Yahudi ailesine Berlin'e Avusturya'dan taşınma izini verildi. 1685'te Friedrich Wilhelm Fransız Huguenotları Mark Brandenburg'a davet etti. 15.000'nin üzerinde gelen Huguenotların 6000'ini Berlin'e yerleşti. 1700'de Berlin'in nüfusunun yüzde 20'si Fransızlardan oluşuyordu. Huguenotların Berlinlilere kültürel etkisi yoğundu. Ayrıca Bohemya, Polonya ve Salzburg'danda çok göçmen Berlin'e.geldi .
1871'de Berlin Almanya İmparatorluğunun başkenti oldu ve 1701'de Birinci Friedrich'in taçı Berlin'de takıldığı için Prusya'nın başkenti oldu. 1 Ocak 1710`da Berlin, Cölln, Friedrichswerder, Dorotheenstadt ve Friedrichstadt birleşip bir şehir oldu. 1861'de Wedding, Moabit, Tempelhof, Schöneberg ve Spandau da Berlin ile birleşti.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1918'de Berlin'de Weimar Cumhuriyeti kuruldu. 1920'de komşu şehirlerle ve belediyelerle Berlin yeniden birleşince başkentin nüfusu 4 milyon oldu.
Nazi Partisi iktidara gelince 1933'te Berlin Nazi Almanyası'nın başkenti oldu. Naziler 1936'da Berlin'de yapılan Olimpiyat Oyunlarını da propaganda için kullandı. Sonrasında Adolf Hitler ve mimar Albert Speer Berlin'in yapısını değiştirip dev yapıların Roma stilinde yapılmasına karar verdi.
Naziler Berlinli Yahudileri toplumdan soyutlayıp toplama kamplarına gönderdi, birkaç yıl sonra da katlettiler. 1933'de başkentte 160.000 Yahudi yaşıyordu. 1938'de Kristal Gece olarak bilinen geceden sonra Yahudilere yapılan saldırı ve tacizler artarak devam etti. II. Dünya Savaşı'nda Berlin yoğun bombardımana tutuldu ve Berlin'deki evler ve yapılar hasar görüp yıkıldı. Eğer Hitler savaşı kazansaydı Berlin'i Büyük Alman İmparatorluğu'nun başkenti yapmayı ve adını Germania olarak değiştirmeyi planlıyordu.
Berlin Kızıl Ordu tarafından ele geçirilince, kent 8 Mayıs 1945'te kapitülasyona uğradı. Londra Antlaşmasına göre de bütün Almanya 4 sektöre bölünecekti. Bunun yanı sıra Berlin'in de 4 sektöre bölünmesi kararlaştırıldı. Batılı Müttefikler (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) şehrin batısını işgal ederken Sovyetler de kentin doğusunda söz sahibi oldular.
Batılı Müttefiklerinin ve Sovyetlerin ideolojileri pek uyuşmadığından, Sovyetler 1948/49'da Batı-Berlin'ne ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Bundan yılmayan Batılı Müttefikler Batı Berlin'e havadan destek vermeye başladı (Luftbrücke).
Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Almanya'nın batısında kurulması üzerine Almanya'nın doğusunda Demokratik Almanya Cumhuriyeti(DDR) 1949'da ilan edildi, böylece Soğuk Savaşın etkisi Berlin'e de yansıdı. Federal Cumhuriyeti başkentini Bonn olarak ilan edince, Doğu Almanlar Doğu-Berlin'i başkent ilan etti. Batı ve Doğu arasında ihtilaf daha da büyüdü ve 13 Ağustos 1961 Berlin Duvarı'nın yapılmaya başlamasıyla bu ihtilaf en yüksek düzeye ulaştı.
Batı Berlin de facto Almanya Federal Cumhuriyetine aitti ve bu yüzden Batı Berlin'e özel haklar tanındı. Doğu Berlin de Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nin bir parçasıydı. Berlin'in doğusu ve batısı tamamen birbirinden ayrıydı. Geçişler sadece belirli kontrol noktalarından mümkündü. Almanya Federal Cumhuriyetin'den Berlin'in batısına geçiş tamamen yasaktı ve sınır bölgelerine keskin nişancılar konulmuştu.
1989'da Berlin Duvarı yıkıldı ve iki ülke Almanya Federal Cumhuriyeti adı altında tekrar birleşti. Bir süre sonra Berlin, Birleşik Almanya'nın başkenti oldu. 1991'de verilen kararla başkent Bonn'daki bakanlıkların, yasama ve yönetim birimlerinin büyük bir kısmının Berlin'e taşınması kararlaştırıldı. Hükûmet ve Federal Meclis 1 Eylül 1999 tarihinde Berlin'de işine başladı.
Berlin'in doğudan-batıya uzunluğu 45 km'dir ve güneyden kuzeye ise 38 km'dir. Şehrin yüzölçümü 892 km²'yi bulur. Berlin eyaleti, tek komşusu Brandenburg eyaletiyle çevrilidir. Polonya sınırına sadece 70 km uzaklıktadır.
Berlin'in coğrafi oluşumu buzul çağının etkisiyle belirlenmiştir. Almanya'nın başkenti, Teltow ve Barnim yaylaları arasında kalır. 20 bin yıl önce Berlin'in etrafı dev buzullarla çevriliydi, bunların 18 bin yıl önce erimesiyle Berlin'in coğrafyası oluşmuştur.
Berlin'den iki önemli ırmak geçmektedir. Bunlar Spree ve Havel'dir. Spree ırmağı doğudan batıya doğru akmaktadır. Irmak daha sonra, batıdaki Spandau ilçesindeki Havel ırmağıyla birleşir. Havel ırmağı ise güneyden kuzeye Tegeler See ve Großer Wannsee göllerinden geçerek akar.
Berlin'deki en yüksek doğal tepe Großer Müggelberg'dir (115,4 m). Bu tepe Treptow-Köpenick ilçesindedir. Geriye kalan iki tepe II. Dünya Savaşından kalan hafriyat ya da çöplerle oluşmuş tepelerdir. Teufelsberg (114,7 m) Charlottenburg-Wilmersdorf ilçesinde yer alır. Ahrensfelder Berge (112,1 m) ise Marzahn-Hellersdorf ilçesindedir.
10 Haziran 1998 tarihinde çıkan yasa ile birlikte ilçe sayısı 23 olan Berlin, tasarruf ve yönetilebilirliği kolaylaştırmak amacıyla 12 idari bölgeye ayrılmıştır. 1 Ocak 2001 tarihinden itibaren uygulama şu şekildedir:
Şehirde senelik ortala |
ma sıcaklık 8,9 derecedir. Ortalama Yıllık Yağış Toplamı 581 mm'dır. En sıcak aylar ise Temmuz ve Ağustos aylarıdır ortalama 18,5 ve 17,7 derece ile. En soğuk aylar ise Ocak ve Şubat ayları ortalama -0,6 ve -0,3 derece ile. En çok yağış Temmuz ayında olur 70 mm ile ve an az yağış ise Mart ayında 31 mm ile.
Berlin'in toplam nüfusu 3,4 milyondur ve böylece Almanya'nın en kalabalık şehridir. 17. yüzyıla kadar Berlin yöresinde çok az insan yaşıyordu ve 30 Yıl Savaşları sayesinde de bu nüfus yarı yarıya inmişti. 1640 yılında hükümdarlığı babasından alan Friedrich Wilhelm Fransa'dan Berlin'e ve yöresine çok sayıda Huguenot yerleştirmiştir. Böylece 1648'de 6 bin nüfuslu olan şehirde 1709 yılında nüfus 57 bine çıkmıştır. 1875'te şehrin nüfusu bir milyonu aşmıştır.
1920'de Berlin'in etrafındaki şehir ve belediyelerle birleşmesi sonucu bu sayı neredeyse 4 milyona ulaştı. II. Dünya Savaşı sonucu bu sayı düştü ve şehrin nüfusu bundan sonra 3,1 veya 3,6 milyon arasında hep aynı düzeyde kaldı.
Berlin her zaman göçe uğramış olan bir şehirdir. 17. yüzyılda Huguenotlar Berlin'e yerleşti. 19. yüzyılın ortasından sonra pek çok Slav Berlin'e göç etti. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Güney Avrupa'dan ve Türkiye'den göç olmuştur. Doğu Berlin'de ise Vietnamlılar Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nin konuk işçileri olarak buraya göç etti. 1980'lerde Alman asıllı Ruslar Berlin'e gelmeye başladı.
Berlin'in 3,4 milyon nüfusunun yüzde 59'u ateist veya agnostik, yüzde 22,3'ü Protestan, yüzde 9,1'i Katolik, yüzde 6,2'si Müslüman, yüzde 2,7'si diğer Hıristiyan ve yüzde 0,6'si diğer dinlere mensuptur.
Berlin'de yaşayan Müslümanların çoğu Türk'tür.
Berlin'de 11 sinagog, 76 cami ve 2 Budist tapınağı var.
Şu an Berlin'de yaklaşık 200.000 civarında Türk yaşamaktadır. Bu, Türkiye dışında yaşayan en kalabalık Türk, aynı zamanda Berlin'deki en kalabalık yabancı nüfusunu oluşturur. Berlin'de en yoğun Türk nüfusu Kreuzberg semtinde ('Kroytsberg' diye okunur) bulunmaktadır. 149.884 nüfusa sahip Kreuzberg'de yaklaşık 50 bin yabancı kökenli yaşamaktadır.
2015 senesinde Berlin eyaleti'nin gayri safi yurtiçi hasıla'sı 124 milyar Euro'du. 2014, Brandenburg eyaletinde ise bu rakam 62 milyar Euro'du. Bu Berlin eyaleti için yüzde 2,2 bir büyüme kaydediyor ama bunu Almanya'nın geneli ile karşılaştırılırsa, Federal Cumhuriyetin büyümesi yüzde üç'tür.
Berlin eyalet ticarethanelerinin yüzde 80'i hizmet sektöründe bulunuyor. Hizmet sektörü şehir için en önemli hizmetlerden biri, çünkü nüfusun yüzde 41'i (591.000 çalışanlar) bu branş'da çalışıyor.
Berlin'in geleceği için bilim, teknik, teknoloji ve bilgisayar gibi branşların gelişmeleri için çalışılacak. Eyalet'in öbür Almanya'nin eyaletlerine göre çok yüksek bir işsizlik sayısı var. 2008 senesinin Ağustos ayında işsizlik oranı yüzde 13,7'ydi. 2007 senesine nazaran bu rakam yüzde 2 düştü bu ama yine de Berlin eyaleti için çok yüksek.
Berlin eyaleti'nin medyası hem Berlin bölgesine hem Almanya'nın geneline yayın yapar. MTV, Nick, VIVA, Sat.1, N24, Tv.Berlin, FAB ve rbb gibi birçok televizyon istasyonunun stüdyoları Berlin'dedir. Ayrıca birçok radyo kanalı da vardır. Bunların arasında DeutschlandRadio, KissFM ve Türkçe yayın yapan MetropolFM de bulunur. Berlin'in başkent olmasıyla ARD, ZDF ya da RTL gibi ulusal kanalların, Berlin'de stüdyoları açılmıştır.
Almanya'da en çok gazete Berlin'de yayımlanıyor. Bunların en tanınları arasında Der Tagesspiegel, Berliner Zeitung ve Berliner Morgenpost yer alır. Ayrıca, B.Z., Bild Berlin ve Berliner Kurier gibi sadece Berlin için yayım yapan gazeteler de vardır.
Müzeler Adası, Kültür Forumu ve Dahlem'deki müze ve koleksiyonlar dünya çapında önem taşıyor. Berlin, sanat alanında da dünyanın en önemli şehirleri arasında. Üç opera, filarmoni, birçok tiyatro, konser salonu ve kütüphanenin yanı sıra; Berlin Film Festivali, festival haftaları ve tiyatro günleri, tüm sanatseverleri Berlin'e çekiyor.
Berlin, Almanya'nın sadece siyasi değil, aynı zamanda da kültür başkentidir. Berlin'de birçok müze bulunmaktadır. Özellikle kentin doğusunda yer alan Müzeler Adası (Museumsinsel) içinde Pergamon (Bergama) Müzesi de dahil, birçok müzeyi barındırmaktadır. Ayrıca kentte çok sayıda sanat galerileri, tiyatrolar vardır. Şehir turizminde ziyaretçi açısından Berlin ön sıralarda yer alır. Sadece günübirlik turist sayısı yılda 100 binin üzerindedir. Başlıca müzeleri ve turistik yerleri:
1991'de Almanya Federal Meclisi'nin birleşmesinden sonra yaptığı ilk oturumda Berlin'in başkent olması ve hükûmet ile Almanya Federal Meclisi'nin bundan böyle Berlin'de olması kararlaştırıldı. 1994'den beri Almanya'nın Cumhurbaşkanı da Berlin'de bulunmaktadır ve 1999'da hükûmetin de çoğu eski başkent Bonn'dan Berlin'e taşındı. Ancak bakanlıkların bir kısmı hâlâ Bonn'da ya da Almanya'nın diğer şehirlerindedir.
Berlin 3 Ekim 1990'dan sonra Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Doğu Almanya ve Batı Almanya'nın birleşmesiyle oluşan tek eyalet oldu. 1 Ocak 2001 yılından itibaren mali ve bürokratik anlamda tasarruf için Berlin'deki 23 ilçeden bazıları birleştirilerek bu sayı 12'ye indirildi. Berlin eyalet parlamentosunda şu an SPD, CDU, Die Linke, Birlik 90/Yeşiller ve Piraten (Korsanlar) partilerinin senatörleri ve bağımsız vekiller mevcuttur. SPD ile CDU partileri Kasım 2011'den bu yana Berlin koalisyon hükümetini oluşturmaktadır. Berlin'in Yürütme'si Berlin Senatosu'ndadır ve belediye başkanının (Michael Müller, SPD) yanı sıra on senatörden oluşur. Berlin belediye başkanı aynı zamanda Berlin Eyaleti'nin de en üst düzeydeki resmi temsilcisidir.
Berlin eyaletinin 2006 bütçesi 20,5 milyar Euro'ydu. Bu bütçede 3,2 milyar € diğer eyaletlerden alınan yardımlardı ("Länderfinanzausgleich"). Berlin, yıllık bütçesi için 1,8 milyar € kredi aldı. Şehrin 61 milyar € borcu var ve her yıl bu borca 2,4 milyar € ekleniyor.
İlk defa başkent 2007 senesinde 80 milyon Euro kâr yapabildi. Böylece Berlin eyaleti ilk defa daha çok para aldı daha çok para sarfetmekdense. Bu kâr hemen borçların bir kısmını kapatmak için harcandı. Finanzsenatörü Thilo Sarrazin'e göre bu kâr daha çok vergilerin daha düzenli ve daha doğru alınmasından kaynaklandı. Çünkü Berlin eyaleti önceki seneye nazaran yüzde on daha çok vergi almıştı. 2008 ve 2009 senesindede Berlin eyaleti'nin daha çok kâr yapacağı tahmin ediliyor.
Berlin eyaleti'nin sembolü bir ayıdır (Berliner Bär). Arma gri ya da beyaz renktedir ve üzerinde bir siyah ayı vardır. Bu ayının dili ve tırnakları kırmızıdır. Bu armanın üzerinde beş ağaç yaprağından oluşan altın bir taç yer alır. Taç aynı zamanda bir kale olarak da algılanabilmektedir. Bu kalenin kapısı armanın tam ortasındadır. Berlin ayısının neden Berlin'in simgesi olduğunu açıklayabilecek kayıt veya belge yoktur. Ama onun yerine birçok kuram vardır. Bunlardan biri Berlinlilerin Mark Brandenburg'un kurucusu "Albrecht der Bär 'in (Albrecht ayısı) takma adı Bär 'den (ayı) simge olarak aldıkları. Diğer kuram ise Berlin'in adından geldiği yönündedir ( Ber"'(lin) = Bär ). Ayı ilk defa 1280'de bir mühürde görülmektedir. Yüzyıllar boyu Berlin ayısı kenti işaret eden mühürlerde, armalarda ve bayraklarda yerini Prusya ve Brandenburg'un kartalı ile paylaşmak zorunda kaldı. İlk defa 20. yüzyılda ayı tek başına mühürlerde, armalarda ve bayraklarda yer aldı.
Berlin eyaletinin bayrağında da bir ayı vardır. Böylece, Berliner Bär beyaz zemin üzerindedir, alttan ve üstten birer kırmızı çizgi geçer. Çok az değişime uğrayan bu bayrak ilk kez 1911'de kullanıldı ve ilk kez 1913'te Rotes Rathaus'ta dalgalandı. Daha önceden Berlin için siyah-kırmızı-beyaz renkli bir bayrak kullanılıyordu. Bu bayrak, Alman İmparatorluğu'nun bayrağına çok benzediğinden ve yanıltıcı olduğundan daha sonra Berlin ayısı bayrağı ile değiştirildi.
Eyalet sembolü ise bir gri armanın üzerinde olan bir ayı. Bu armada taç yoktur, sadece üç renk kullanılmaktadır. Berlin içişleri ve spor senatosu tarafından kullanılmaktadır ve belirli kişilerin, şirketlerin ve yüksek dairelerin Berlin'e ait olduklarını gösterir. Berlin'in ilçelerinde de kendilerine ait armalar vardır. Bu armalarda Berlin'e ait olduklarını gösteren bir kale vardır.
Berlin'in toplam 18 tane kardeş şehri var
Balıklıgöl
Balıklıgöl (Aynzeliha ve Halil-Ür Rahman Gölleri), Şanlıurfa şehir merkezinin güneybatısında yer alan ve İbrahim Peygamberin ateşe atıldığında düştüğü yer olarak bilinen bu iki göl, kutsal balıkları ve çevrelerindeki tarihi eserler ile Şanlıurfa'nın en çok ziyaretçi çeken yerlerindendir.
İbrahim Peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca, Nemrut tarafından bugünkü Urfa Kalesinin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol"' emri verilir. Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür. Rivayete göre Nemrut'un kızı Zeliha da İbrahim'e inandığından kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yerde de Aynzeliha Gölü oluşmuştur.
Enformasyon
Enformasyon (malumat) en genel anlamda belirli ve görece dar kapsamlı bir konuya (bağlama) ilişkin, derlenmiş bilgi parçasıdır. Derleme süreci ölçüm, deney, gözlem, araştırma ya da haber toplama (istihbarat) bulgularının özetlenmesi biçimini almaktadır. Bulgular, onların biçimlendirilmesi ve sunulmasında kullanılan sembollerin genel olarak kabul görmüş bir yaklaşımla yorumu ile anlamlandırılmaktadır.
Belirli bir konuda zamanla biriken enformasyon, ayıklanıp sınıflandıktan ve düzenlendikten sonra, genelliği ölçüsünde bilgiye dönüşmektedir. Bu açıdan, enformasyon özel bir konunun anlaşılmasına ya da özel bir problemin çözümüne hizmet ederken, bilgi görece daha genel bir konunun anlaşılması veya belirli türden problemlerin tümünün çözülmesi için kullanılmaktadır.
İstatistikte enformasyon sözcüğü belirli bir popülasyona ilişkin olarak toplanmış veriler ve bunların sayısal ya da görsel olarak sunulmuş öz |
etlerine işaret etmektedir. Bir popülasyona ilişkin parametreler ve istatistikler, o popülasyona ait enformasyonu teşkil etmekte; popülasyonun anlaşılmasına, betimlenmesine, giderek popülasyona ilişkin çıkarımlarda bulunulmasına yardımcı olmaktadır.
Bilişim biliminde enformasyon sözcüğü bir bilişim sistemi tarafından kayıt, depolama, sorgulama, düzenleme ve özetleme işlemlerinden geçirilerek biçimlendirilmiş ve anlamlandırılmış veriler anlamında kullanılmaktadır. Veriler tek başlarına herhangi bir anlam taşımamaktadır. İşlenerek enformasyona dönüştürüldükten sonra elde edildikleri bağlam içerisinde problem çözme ya da karar verme amacı ile kullanılabilmektedir.
İşletme yönetiminde enformasyon problem çözme, karar verme, öngörme ve planlama amaçları için kullanılmaktadır. İşletme yöneticilerinin bu amaçlar için gereksindikleri enformasyonun ne olduğunun bilincinde olmalarına enformasyon okur-yazarlığı adı verilmektedir. Enformasyon okur-yazarlığı:
İşletmecilikte enformasyon yalnızca yöneticiler tarafından kullanılmamaktadır. İşletmelerin müşteriler, tedarikçiler, çalışanlar, hissedarlar, finansörler veya kamu kurumları gibi belli başlı paydaşları da, işletmenin pazara sunduğu mal ve hizmetler, bu mal ve hizmetleri üretmekte kullandığı süreçler, işletmenin mali performansı gibi alanlarda enformasyona gereksinme duymaktadır.
Turizmde enformasyon, turistik bir ilgi odağına ilişkin bilgi anlamında kullanılmaktadır. Bu bilgi, ilgi odağı olan noktaya nasıl ulaşılabileceğinden başlayarak, odak noktasının fiziksel, toplumsal, kültürel ya da tarihsel özelliklerine dek farklı konuları kapsayabilmektedir.
Telekomünikasyonda enformasyon, bir veri kitlesinin anlamından bağımsız olarak, o kitleye dair sayısal bilgi demektir. İletilen ya da depolanan veri kitlesi, o verilerin kullanıcısı tarafından anlamlı kabul edilirken, veri kitlesine ilişkin veriler iletişim ve depolama süreçlerini çalıştırmakta, kullanıcıya ise herhangi bir şey ifade etmemektedir.
Enformasyonun ölçüm birimi entropidir. Entropi analog ya da rakamsal (dijital) bir sembolün depolanması ya da iletilmesi için gereken ortalama veri miktarıdır.
Enstantane
Enstantane, fotoğrafçılıkta diyaframdan geçen ışınların ne kadar süreyle sensörde kalacağını kontrol eden sisteme denilmektedir.
Fransızca anlık, ansızın anlamındaki ""instantané"" kelimesinden gelir.
Objektif ile sensör (eski 'dijital olmayan' makinelerde film) arasındaki perde diye ifade edilen aygıtın açılıp kapanma süresini ifade eden birimdir.
Fotoğrafçılıkta fotoğraf makinesinde, ışıklama süresini belirlemek için kullanılan Işık Düzeneği; Obtüratörün açılması ile kapanması arasında geçen zaman; yani, ışığa duyarlı alanın ışık aldığı süre. B (bulp ın kısaltılmışıdır ve sınırsız anlamına gelir) ile 1/10000 saniye arasındaki değerlerde ayarlanır ve otomatik pozlama veya tam otomatik işletimi olan fotoğraf makinelerinde, önceden yapılmış olan pozlama ölçümü doğrultusunda, gerçekleştirilir.
1 saniyeden daha hızlı pozlarda kullanılan 1EV büyüklüğündeki değerler şöyledir:
Sayılara '1/' ekleyiniz (örnek: 15, 1/15 olmalı, yani saniyenin 15'de biri)
2, 4, 8, 15, 30, 60, 125, 250, 500, 1000, 2000, 4000, 8000...
1 saniyenin üzerinde pozlamalar için,
2, 4, 8, 15, 30 saniye mevcuttur.
Yukarıdaki değerlerlerin aralığı her fotoğraf makinesinde farklılık gösterir. Genelde profesyonel ve yarı profesyonel makinelerde enstantane aralığı geniştir. Ancak amatör, kompakt makinelerde ise enstantane değeri ayarlanamaz ve sabittir.
Enstantane ile diyafram açıklığı fotoğraf filminin üzerine düşen ışık miktarını belirler. Bu iki değişkenin alacağı farklı değerler fotoğrafta değişik efektlere yol açar.
Bu değerlerin her bir atlayışı, diyafram, ISO/ASA (hassasiyet) gibi şartlar aynıyken, iki kat ışık pozlamak demektir.
Rötuş
Rötuş, bir şey üzerindeki kusurları düzeltmek amacı ile yapılan iyileştirme işlemi. Yaygın olarak bir fotoğrafçılık terimi olarak kullanılan rötuş, klasik fotoğrafçılıkta bir fotoğraf üzerinde bulunan çizik, toz ve benzeri kusurları kapatmak için yapılan işleme denir. Dijital fotoğrafçılığın yaygınlaşması ile günümüzde kavram genişleyerek renk değiştirme, kusur kapatma, kesme gibi daha farklı manipülasyon işlemleri için de kullanılır olmuştur.
Günümüzde rötuş elektronik ortamda bilgisayarlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bilgisayar ortamında rötuş yapmak için kullanılan en yaygın programlardan birisi Adobe firmasının bir ürünü olan Adobe Photoshop'tur.
Diyafram
Diyafram şu anlamlara gelebilir:
Işık düzengeci
Işık düzengeci ya da diyafram "(İng:Aperture, Alm. Fotografische Blende.)" fotoğraf makinelerinde, objektif içinden geçen ışığın, yeğinliğini ayarlamak için kullanılan ve çoğunlukla objektif içine yerleştirilmiş olan metal düzenek.
Işık düzengeci özü itibarı ile, objektif içinden geçen ışığın, ışık aralığını dolayısı ile netlik derinliğini ayarlamak için geliştirilmiştir. Çünkü resmin göze net gibi görünen kısmı, ışık düzengeci yardımı ile ayarlanan ışık aralığı ile belirlenir.
Eğer fotoğrafçılıkta kullanılan objektif bir göze benzetilecek olursa, Işık düzengeci de, gözbebeğine benzetilebilir. Bu nedenle bu düzeneğin bazı türlerine ışık bebeği (Alm. Irisblende) denir. Bu düzenek, objektif içinden geçerek film (duyarkat)/sensör üzerine düşen ışığın yeğinliğini (miktarını/şiddetini) düzenlemek için kullanılır. Ancak gözbebeği gibi, ışığı otomatik olarak ayarlayamaz. Işık aralığı denilen, bu aralığın kullanıcı tarafından belirlenmesi gerekir.
Işık aralığı ayarı, kullanılan film/sensör duyarlığına ve seçilen ışıklama süresine bağlı olarak, objektif bileziği üzerine kazınmış olan değerlerden biri seçilerek ya da fotoğraf makinesinin gövdesi üzerinden belirlenir.
Objektif bileziği üzerinde bulunan ve ilk bakışta pek de simetrik görünmeyen ışık aralığı değerleri bir basamak şeklinde düzenlenmiştir. Basamak oluşturan değerlerden her biri, bir sonraki (ya da bir önceki) sayısal değerin tam iki katı ışık aralığına işaret eder ve objektifin odak uzaklığının, ışık aralığının çapına bölünmesi ile elde edilir.
Müzik albümü
Bir müzik albümü, aslen içinde müzikal kayıt bulunduran plak ve uzunçalar biçimindeki çalışmalardır. Zamanla gelişerek kaset, compact disc ve MP3 olarak dijital biçimleri de ortaya çıkmıştır. Müzik albümleri fiziksel olarak genellikle dekoratif kapakları (albüm kapağı) ve albüm notları ile satışa sunulur. Albüm notları; müzik ve kayıt hakkındaki ekleri, arka plan bilgilerini, kaydın analizini, şarkı sözleri ile librettoları, sanatçı fotoğrafları ile diğer görüntüleri ve metinleri, buna ek olarak iş birliğine katılanlara teşekkür yazısını içerebilir. Compact disc formatının ortaya çıkmasından sonra albüm notları, CD kitapçığı olarak da anılmaya başlandı.
Stüdyo albümü, bir kayıt stüdyosunda kaydedilen parçalardan oluşan albüm. Bir stüdyo albümü, yeni yazılmış ve kaydedilmiş ya da daha önce yayımlanmamış şarkılar ile remikslerden oluşur. Kendisini daha önceden kaydedilen parçalar içermemesi sayesinde derleme albümlerden ayırt ettirir. Bir stüdyo albümünün yapımı genellikle önceden planlanarak gerçekleştirilir, tamamlanması birkaç gün veya birkaç yıl sürebilir. Bu albümler bazen bir veya birden çok cover kaydı ya da konserlerde yapılmış canlı ses kaydı içerebilir.
Fotoğraf
Fotoğraf (Eski Yunanca (fos), (fotos)), “ışık (gök cisimlerinin)“, “aydınlık“ ve (grafein), “çizmek“, “kazımak“, “resim yapmak“, "yazmak" kelimeleri birleştirilerek türetilmiş bir isimdir. Kelime anlamı, ışık yardımı ile iz bırakmaktır. Fotoğraf, cisimlerden yansıyan elektromanyetik radyasyonun toplanıp odaklanmasıyla oluşturulur. En yaygın rastlanan fotoğraflar insan gözünün görebileceği kalıcı görüntüler meydana getiren dalga boylarıyla olan fotoğraflardır.
Fotoğrafta en önemli unsur ışıktır. Işık üzerine vurduğu nesneleri görülebilir kıldığı gibi, fotoğraf oluşumunu da sağlar. Bu yüzden fotoğrafı çekecek makinedeki objektif de önem arzetmektedir. Objektifin diyafram değeri ne kadar küçükse içeriye giren ışık miktarı da o kadar çok olacağından fotoğraf çekiminde daha yüksek enstantaneler kullanılabilinecektir. Diyafram'ın 1, olması objektife gelen ışığın tamamının sensöre düşmesidir. Kaliteli ve pahalı lenslerin diyafram değerleri genel olarak 2,8 ve daha düşüktür.
Fotoğrafın çekilebilmesi için ışık şarttır. Işık herhangi bir kaynaktan cisime gelir. Cisimden yansıyan ışık bir algılayıcıya yani göze ya da filme ya da sensore geldiği zaman görünür olur ve renkleri konusunda bilgi verir. Cisimlerin renkleri üzerine gelen ışığın ışık ısısı ve ne kadarını absorbe edip ne kadarını hangi dalga boyunda yansıttığına göre algılanır. Örneğin beyaz duvar sarı ışık ile aydınlatıldığında sarı, mavi ışık ile aydınlatıldığında ise mavi renk olarak görünür. Ancak kırmızı renkli cisim yeşil ışık ile aydınlatıldığında siyah gözükebilir.
Objektifler ilk kamera sayılan "camera obscura"dan bu yana gelişme göstererek optik kusurları neredeyse tamamen giderilmiş hale gelmişlerdir. Geniş açı , normal odaklı ve tele objektif olarak kabaca 3 gruba toplanabilir. Aynı zamanda sabit odaklı ve değiştirilebilir odaklı(zoom) objektifler olarak iki ayrı grupta da toplanabilir.
Çoğu fotoğraf, ışığı fotoğraf filmine, CCD’ye ya da CMOS görüntü algılayıcısına odaklayan fotoğraf makinesiyle çekilir. Nesneler ışığa duyarlı kağıdın yerleştirilip, ışığa maruz bırakılarak (fotogram) ya da bir tarayıcının üzerine konularak da fotoğraf elde edilebilir. İyi fotoğraf'ın ne olduğu her zaman tartışma konusu olmuştur.
Dijital fotoğraf bilgisayar ortamında çeşitli dosya formatlarından oluşur. Bu formatlardan en popüler olanı sıkıştırılmış JPEG'dir. Diğer formatlar ise TIFF ve RAW formatlarıdır.
Görüntüyü görünür kılma kimyasal bazı işlemler gerektirir. "Gümüş ışıkla etkileştiğinde kararır" bilgisinden doğan sonuçları karanlık kutu (Camera Obscura) ile aynı anda, ilk kez deneyen Thomas Wedgwood'un kuramsal çıkarımları doğrudur. Ancak denemelerindeki ışıklama süresinin çok uzun olması, oluşan görüntüdeki kararmayı du |
rduramaması, üstelik oldukça genç sayılacak yaştaki ölümü 1840'da, Sir John Herscel'in Yunanca'da türeterek "ışıkla yazmak" anlamında adlandırdığı "fotoğraf"ın mucidi olmasını engeller.
Fransa'dan Joseph Nicephore Niepce, Louis Jacques Mande Daguerre, Hippolyte Bayard, ve İngiltere'den William Henry Fox Talbot bu başarıya ulaşırlar.1826 veya 1827'de Joseph Nicéphore Niépce ışığa duyarlı bir levha üzerinde, kalıcı görüntüler elde etmeyi başarır. Niepce'in görüntüsü sekiz saat boyunca ışıklanır. 1829'da benzer çalışmalar yapan Louis-Jacques-Mande Daguerre'la ortaklık kurar. Niepce, çalışmaları bir yönteme dönüşemeden vefat eder.1835 yılına gelindiğinde, birgün Daguerre ışıklanmış bir levhayı içinde kimyasalların bulunduğu bir kaba yanlışlıkla koyar. Birkaç gün sonra levhayı farkettiğinde, elde ettiği sonuçtan kendi adını vereceği yöntemi bulur. "Daguerrotype" adını verdiği bu buluş, 1839'de Fransız Bilimler Akademisi'nce resmileştirilir.
Bu gelişme, halk arasında ilgi uyanmasına ve fotoğrafın yaygınlaşmasına yarar. Ayna görüntüsünün tersinin elde edildiği bu yöntemde; bir gümüş levha, iyot buharına tutulur, yüzeyinde gümüş iyodürden oluşan bir tabaka elde edilir, bu yüzey, karanlık kutu yeterince ışıklandıktan sonra civa buharıyla yıkanır. Benzer çalışmaları İngiltere'de sürdüren William Henry Fox Talbot 1839'da karanlık kutu ile edinilen ilk kalıcı görüntüyü kendisinin bulduğunu ileri sürse de ilgi ve kabul görmedi. Çalışmalarını sonraki yıllarda da sürdüren Talbot negatif/pozitif işlemlerini içeren "Calotype" adını verdiği yönteminde; gümüş tuzlarına batırılmış bir kâğıt kullanarak elde edilen negatif görüntülerden, yine aynı teknikle hazırlanmış kâğıtlara istenilen sayıda pozitif fotoğraf basmayı başarır.
Yedigöller Millî Parkı
Yedigöller Millî Parkı, Batı Karadeniz bölgesinde Bolu ilinin kuzeyinde Zonguldak ilinin güneyinde Düzce ilinin doğusunda yer alan Millî Parka Bolu İli Mengen ilçesinden ulaşım mümkündür. Ayrıca Ankara-İstanbul karayolunun 152inci km'sinden Yeniçağa ve 190 km'sindeki Bolu ilinden kuzeye ayrılan yollarla ulaşılır. Kışın Bolu-Yedigöller güzergahı karla kapalı olduğundan ulaşım sadece Yeniçağa-Mengen-Yazıcık üzerinden yapılır. Her iki yolun da yaklaşık 30 km'lik bölümü stabilizedir. 2015 Sonbahar aylarında Bolu ilinden kuzeye ayrılan yol yapım tadilatının ilk etabı bitirilmiş yol ulaşıma açılmıştır. Bu yolu kullanan sürücülerin dikkatli olması gerekmektedir.
Batı Karadeniz Bölgesinin oldukça engebeli bir yöresinde bulunan Millî Parkta heyelanın oluşturduğu göller "Orman Denizi" ni andıran zengin bitki örtüsü göllerde yaşayan alabalıklar ve bu değerlerin yarattığı rekreasyon kullanım potansiyeli ana kaynakları oluştururlar. Genellikle yer yapısı serpantinlerden ve volkanik kayaçlardan oluşan sahada zaman zaman göçük yer hareketleri sürüklenmeye hazır arazi yapısı, göllerin meydana gelmesini hazırlayan başlıca faktörlerdir. Göller, kayan kitlelerin, vadilerin önlerini kapaması sonucu arkada suların biriktiği set gölleridir. Bunlardan bazıları dip kaçakları ile birbirine bağlantılıdır.
Millî Parkta hakim bitki örtüsü kayın ağaçlarıdır. Ayrıca meşe, gürgen, kızılağaç, karaçam, sarıçam, köknar, karaağaç, ıhlamur ve porsuk gibi değişik tür ağaçlar da görülmektedir.
Etkili koruma ile Parkın içerisinde ve yakın çevresindeki sahalarda sayıları artan geyik, karaca, ayı, yabani domuz, kurt, tilki ve sincap türleri bulunmaktadır.
Türkiye'de ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969 yılında bu Millî Parkta kurulmuştur. Dolayısıyla rekreasyonel açıdan olta balıkçılığına kaynak olmuştur. Balıkçıların Abant'tan getirdikleri Alabalık türü, yedigöllerin doğal alabalık çeşitlerinin yumurtalarını yiyerek yok olma noktasına getirmiştir. Ayrıca kampçılık, günübirlik piknik, tabiat içerisinde yürüyüş, fotografçılık ziyaretçilerin uğraşlarıdır.
Yedigöler Millî Parkı içerisindeki Kapankaya manzara seyir yerine çıkıldığında gölleri ve eşsiz peyzaj güzellikleri görmek mümkün olduğu gibi, bu güzergah üzerinde anıt ağaç levhasını da görmek mümkündür. Yol kenarındaki levhanın bulunduğu yerden patika takip edildiğinde anıt ağaç görülebilir. Geyik üretim alanı ziyaret edilebilir.
Mevcut Hizmetler ve Konaklama: Millî Park içinde kampçılık, günübirlik piknik, yürüyüş, fotoğraf çekimi gibi rekreaktif faaliyetler yapılırken konaklama ve yiyecek ihtiyaçları da tesis edilen dinlenme evleri, kır gazinosu ve kantinden karşılanılabilir.
Millî Parkta çadırla ve karavanla konaklanabildiği gibi, misafirhane ve bungalovlardan da faydalanılabilir.
Oberon (programlama dili)
Oberon Pascal dilinin mucidi Niklaus Wirth ve Martin Gutknecht tarafından, 1985-1988 yılları arasında, Zürih'te Eidgenossische Technische Hochschule'de (ETH) geliştirilmiştir.
Nesneye yönelik yapıda bir dildir. Aynı zamanda yordamsal ve blok-yapısal bir dildir. Bilgisayar bilimi eğitiminde kullanılmak amacıyla geliştirilmesine rağmen uygulama geliştirme amacı ile de kullanılabilecek genel maksatlı dil niteliğindedir.
Oberon'un yazımı Pascal diline benzemektedir fakat semantiği Pascal'dan çok daha zengindir. Pascal gibi her değişkenin kullanılmadan önce bildirilmesi zorunluluğunu getirmektedir. İşleçlerin üst üste bindirilmesi, çoklu kalıt alma gibi özellikleri desteklememektedir. Soyut arayüzler ve yansıtma dilin diğer özellikleridir.
SNOBOL
String Oriented Symbolic Language (Karakter Zincirlerine Yönelik Sembolik Dil, kısaca SNOBOL), 1962 ve 1967 yılları arasında AT&T Bell Laboratuvarları'nda David J. Farber, Ralph E. Griswold ve Ivan P. Polonsky tarafından geliştirilen ve SNOBOL4 ile doruklanan bilgisayar programlama dillerinin soysal (jenerik) adıdır.
SNOBOL dili, çok güçlü fakat eksantrik bir programlama dili olarak nitelendirilmiştir; çünkü çok özel bir alan için, yani karakter zinciri (string) işlemleri için tasarlanmıştır. SNOBOL'da klasik dillerdeki gibi aritmetiksel değişkenler ve atama deyimleri de mevcuttur, fakat ağırlık karakter zinciri işleme fonksiyonlarına verilmiştir.
Dilin sözdizimi (sentaksı), inanılmaz derecede güçlü karakter zinciri tanıma ve işleme olanakları sağlamaktadır. Kontrol akışı, genellikle karakter zinciri eşleme işlemlerindeki başarı ya da başarısızlık durumuna göre tasarlanmıştır.
Midge Ure
Midge Ure (aslı; James Ure doğum; 10 Ekim 1953, Lanarkshire, İskoçya); 1970 ve 1980'lerde büyük başarılara imza atmış; rock'n roll gitaristi, şarkıcısı ve şarkı sözü yazarı. Sahne adı Midge'i, gerçek adı olan Jim'in fonetik olarak ters çevrilmesiyle oluşturmuştur.
Müzik kariyerine pop-rock grubu olan Slik'de başlamıştır. Daha sonra The Rich Kids ve Thin Lizzy'de çalmıştır. 1984 yılında Bob Geldof ile bir The Band Aid hiti olan "Do They Know It's Christmas?"i yazmıştır. 1985 yılında "If I Was" adlı single'ini ve "The Gift" adlı albümünü çıkarmıştır. Solo kariyeri 1990'lara dek sürmüştür.
Anamur
Anamur, Mersin iline bağlı bir ilçedir. Adı Yunanca Ανεμούριον = "Anemourion" (yel değirmeni) sözcüğünden türemiş, rüzgarlı burun anlamına gelmektedir. Antik Anemurium kenti, Anamur burnuna çok yakın ve sürekli rüzgar alan bir noktada kurulmuştur.
Geçmişi antik çağlara uzanan ve sırasıyla Kizuvatlalılar, Hititler, Asurlular ve Persler'in egemenliği altına giren Anamur, MÖ 333'te Büyük İskender’in doğu seferi sırasında Makedonya Krallığı’na bağlanmış, bu dönemden sonra kentin adı "Anemurium" olarak anılmaya başlanılmıştır. Anemurium, antik kaynaklara göre “Rüzgarlı Burun” anlamına gelmektedir. MÖ 1. yüzyıl'da Roma, sonra Bizans egemenliğine giren Anamur, Bizanslılar zamanında yeniden inşa edilmiştir. Daha sonra sırasıyla Arapların, Bizanslar'ın, Anadolu Selçukluların, yeniden Bizans'ın ve Kilikya Ermeni Krallığı'nın eline geçen Anamur, Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın, Ertokuş Bey’i kıyı şehirlerinin alınmasıyla görevlendirmesi sonucu, 1228'de Selçuklular'ın, 1243'te yeniden Kilikya Ermeni Krallığı'nın, daha sonra 1275'te Karamanoğlu Beyliği'nin ve 1471'de Osmanlı İmparatorluğu yönetimine geçmiştir.
Anamur 1869 yılında ilçe olmuştur. 1867'de Konya vilayetine bağlı İçel Sancağı'nın bir kazası olan Anamur, 1877'de İçel Sancağı Adana vilayeti'ne bağlanınca, Adana vilayeti İçel Sancağı'nın bir kazası durumuna gelmiştir. Eski kaza merkezi bugünkü Ören beldesinin Nasrettin ve Ortaköy mahalleleridir. Burada yıkık durumdaki eski bir devlet binası hala görülebilir. Sonraları daha iç ve yüksekçe bir bölge olan "Çorak", ilçe merkezi olmuş, adı "Anamur" olarak değiştirilirek, devlet daireleri ve birçok aile Çorak'a taşınmıştır. 1930 yılında eski hükumet konağı binası Rum Ortodoks kilisesi yıkılarak yerine inşa edilmiştir. Mimarı Ermeni bir ustadır.
Kumsalları, nesli tükenmek üzere olan deniz kaplumbağalarının ("Caretta caretta") yumurtlama alanıdır. Ayrıca deniz kıyısının ıssız ve kayalık olan kesimlerinde Akdeniz fokları yaşamaktadır.
Ormanlık alanları özellikle çam, meşe, kavak, çınar, maun gibi ağaçlar ile defne, keçiboynuzu (harnup), pıynar, mersin (murt), zakkum ... gibi maki grubu bitkilerle kaplıdır. Ormanlarında yaban keçisi, keklik, tavşan, kaplumbağa, kelebek ... gibi çeşitli yabanıl hayvanlar özgürce yaşamaktadır.
Kıyıda İskele, Kale, Melleç, Ören plajı; iç kesimlere doğru Pullu Mesire yeri, Köşekbükü Mağarası yukarı kesimlerde ise yaylalar, ormanlık alanlar, görülmeye değer yerlerdir.
Anamur, Mersin'e bağlı bir ilçe olup, Türkiye'nin güney ucunda bulunur. Anamur Türkiye'de muz , yer fıstığı narenciye ve çilek ile ünlü bir ilçedir. Güneyinde Akdeniz, batısında Antalya'nın Gazipaşa, kuzeyinde Karaman'ın Ermenek, kuzeydoğuda Gülnar ve doğusunda Bozyazı ilçeleri vardır.
Anamur'da tropika iklim hüküm sürdüğünden maki ve tropikal iklim bitkilerinin hemen hepsi yetişmektedir. Yıllık sıcaklık ortalaması ise 20 ile 24 derece arasında değişmektedir.
Anamur ormanlarının özellikle çam, meşe, kavak, çınar, maun gibi ağaçlar ile defne, keçiboynuzu (harnup), pıynar, mersin (murt), zakkum gibi maki grubu bitkilerle kaplıdır.
İlçe nüfusu 63.983'dir. Anamur halkı büyük çoğunlukla Türk kökenlidir. Yerleşik Türklerin |
çoğunluğu Ermenek'ten gelerek ilçeye yerleşmişlerdir. Osmanlı döneminde ise beş altı kadar zanaatkar aile İstanbul'dan getirilerek yörenin Osmanlılaşması ve Karamanoğlu kültüründen kurtulması için yerleştirilmişlerdir. Toroslarda yaşayan göçebe yörük Türkler ise zaman içinde gerek ilçe merkezinde gerekse kırsaldaki köylerde yerleşik hayata geçmişlerdir. İlçenin kırsal kesimindeki köylerde hala Türkmen obaları yaşamaktadır. Anamur'un bazı köyleri Tahtacıdır. Tahtacılar geçimlerini orman ürünleri ve kerestecilikle kazanan ve Alevi inancına sahip Türkmenlerdir. Tahtacı köyleri folklorik yapısında semah dansları ve farklı düğün ve cenaze törenleri gelenekleri görülebilir. İlçe merkezinde güney batıya doğru Abdal mahallesi bulunur. Abdallar ise yine Alevi inancına sahip bir topluluktur. Abdallar düğünlerde müzisyenlik yaparak ya da çeşitli hizmet sektöründe çalışmaktadır.(Örneğin: Sünnetçilik, müzisyenlik,balıkçılık vs) Birçok araştırmacı Abdalların Çingene olduğunu rivayet eder, ama bu konuda kesin bir bilgi yoktur.
Diğer yandan Göçmen diye adlandırılan mahallede ise Arnavutluk'tan 1930'lu yıllarda gelen Arnavut göçmenler ile 1960'lı ve 70'li yıllarda Kıbrıs'tan gelen göçmenler yaşamaktadırlar. İskele mahallesinde ise Mısır'dan zamanında gelip yerleşmiş balıkçılıkla uğraşan aileler vardır.
İstiklal Savaşı sonrası imzalanan Lozan Antlaşması gereği, nüfus mübadelesi ile yöredeki Rum Ortodoks ve Karamanlılar Kıbrıs üzerinden Yunanistan'da Atina'nın Nea Ionia semtine göç ederek yerleşmişlerdir. Göç edenlerin kaç tanesi Rum kaç tanesi Ortodoks inancına sahip oldukları bilinmemektedir. Ama görgü tanıkları yaşlı insanların anlattıklarına bakılırsa, 500 kadar Ortodoks Hristiyan İskele'den sandal ve teknelere binerek Kıbrıs'a doğu açılmışlardır. O yıllarda Anamur nüfusunun toplam 3.000 i bile bulmadığı düşünülürse Rum nüfus %25 kadar olmalıdır.
Anamur dışarıdan çok fazla göç almamakla birlikte çevre illerden gelip yerleşenler ya da yazlıkçılardan yerleşenler bulunmaktadır. İlçede ikamet eden nüfusun 54.000'i Mersin nüfusuna kayıtlıdır. 504 kişi Adana nüfusuna, 406 kişi Antalya nüfusuna, 763 kişi Konya nüfusuna, 1.146 kişi ise Karaman nüfusuna kayıtlıdır.
Muz üretimini genel olarak seralarda sağlayan Anamur'da seracılık 1995'ten sonra yaygınlaşmaya başlamıştır. Türkiye'nin çilek ihtiyacının %40 gibi büyük bir kısmı da Anamur'dan karşılanır. Yetersiz ulaşım koşulları nedeniyle yabancı turistler tarafından çok fazla ilgi çekmeyen Anamur, yerli turizm açısından gelişmiştir. İlçenin birçok bölgesinde yerli turistlerin yılın belli aylarında ikamet ettiği siteler bulunmaktadır. Yaz aylarında Anamur'da Ankara ve Konya'dan gelen birçok yerli turist görülebilir.
Mamure Kalesi, Anamurium Antik Kenti ve Titiopolis Antik Kenti, Ala Köprü, Ak Camii, Anamur ilçe merkezi ve Ören beldesindeki tarihi evler, Azıtepe ve Anamur Müzesi Anamur'da gezilmesi gereken önemli yerlerdir.
Anamur halkı, yazın 40-45 dereceyi bulan sıcaklardan kaçmak için Toroslar'ın yüksek kesimlerinde kurdukları küçük yayla köylerine çıkarlar. Yaklaşık 3 ay kalınan bu köyler, sahile göre yükseklikleri nedeniyle oldukça serindir. Yakın zamana kadar birçoğunda içme suyu, elektrik, telefon ve kanalizasyon olmayan bu yayla köyleri yayla turizminin ön plana çıkmasıyla alt ve üst yapısı hızla tamamlanmaktadır. Yayla köylerinde modern evlerin yanı sıra hala geleneksel mimariye uygun olarak taştan toprak damlı, tek gözlü, içinde ateş yakma yeri (ocaklık) ve baca bulunan, bir ya da iki pencereli olarak da yapılmaktadır. Yörede bu evlere evcik denmektedir. Modern yapılar inşa edilirken eski evler tamamiyle yıkılmamış, toprak damlara beton dökülerek, pencerelere de demir panjurlar eklenmiştir. Anamur'un en kalabalık yaylası Abanoz'dur. Diğer bilinen yaylaları ise Kaş, Akpınar, Halkalı, Kozağacı, Elbalak, Bodrum, Çandır yaylalarıdır.
Anamur Yöresi Yemekleri genelde sebze ağırlıklı, zeytinyağlı, bazen etli ve sıcak ama çoğunlukla soğuk da tüketilen kendine has lezzetlerdir. Anamur mutfağı Yörük geleneği ve lezzetleriyle beraber, Kıbrıs ve Adana mutfağından da etkilenmiş, çeşitli kebaplar da yöreye has özellik kazanmıştır. Anamur mutfağı tek başına değil Alanya, Ermenek, Kıbrıs ve aslında genel anlamda Taşeli mutfağıyla birlikte ele alınıp değerlendirilmelidir. En yaygın bilinen batırık ve kısır, Anamur yöresinde, özellikle hanımların ikindi oturmalarında, çayla birlikte aldıkları özel bir yiyecektir. Bunun dışında yörede gölevez olarak adlandırılan bir çeşit etli yemek de yapılmaktadır. Diğer lezzetler ise tuzlu olarak; bişi(pişi), kapama, bazlama, yoğurtlu patates, bakla yoğurtlama, yaprak sarması, domates dolması, biber ve kabak dolması, patates dolması, erişte, kabak kavurması, börülce, gölevezli kuru fasulye, nohutlu pilav, kulak çorbası, maş çorbası, pirinç çorbası, keşkek, dövme pilav, yahni, kaburga dolması (boş); tatlı olarak ise palize, samsıra, karsambaç ve cevizli baklavadır.
Garnitür olarak çok çeşitli salata ve mezeler hazırlanır. Bunlar, semizotu ve roka salatası, çoban salata, marul salatası, lahana salatası, ıspanak salatası, kaya koruğu, tarator, yoğurtlu zeytin ezmesi, patates salatası, soğan piyazı, biber kızartması, fava, acılı ezme ve balık çeşitleridir.
Ural-Altay dil ailesinin Oğuz Türkçesinin Taşeli Yöresinde konuşulan bir ağzıdır. Kıbrıs ağzıyla çok büyük benzerlikler gösterir. Yunanca kelimeleri fazlaca barındırmakla beraber genelde Öztürkçe yaratıcı sözcükler hakimdir. Değişik bir vurgu yapısı vardır. Genizden söylenen ñ harfi vardır.
Uranüs
Uranüs Güneş Sisteminin Güneş'ten yakınlık sırasına göre 7. gezegenidir. Çap açısından Jüpiter ve Satürn'den sonra üçüncü, kütle açısından bu iki gezegen ve Neptün'ün ardından dördüncü sırada gelir. Adını Yunan mitolojisi'ndeki gökyüzü tanrısı Uranos'tan (Yunanca'da "Οὐρανός", Latinceleştirilmiş şekli ile Uranus) alır. 1781 yılında William Herschel tarafından bulunmuştur. Buz devleri sınıfına girmektedir.
Uranüs, Güneş çevresinde bir devrini 84 yılda tamamlar. Hafifçe eliptik olan yörüngesi boyunca, Güneş'e uzaklığı 18-20 Astronomi birimi (Yaklaşık olarak 2.842.400.000 km'dir.)(ortalama 211-421)arasında değişir.
Uranüs’ün kütlesi Dünya’nınkinin 15 katı, hacmi ise 63 katıdır. Uranüs’ün çevresinde ince, keskin hatlı ve koyu renkli 10 halkanın olduğu tespit edilmiştir. Halkaların tümü, yaklaşık 1 m çapında koyu renkli kaya benzeri parçalardan oluşmaktadır. Bunların yapısı henüz belirlenememiştir. Uranüs, kutbu güneşe bakacak şekilde tekerlek gibi döner. Böylece etrafındaki halkalar da dik olarak onunla birlikte döner.
Uranüs’te, Dünya’nın ve Satürn’ün çevresindekilerle karşılaştırılabilecek ölçüde manyetik alan vardır. Manyetik alanın ekseni, gezegenin dönme eksenine göre 55 eğiktir ve bu diğer gezegenlere oranla oldukça yüksek bir değerdir. Bu eğiklik manyetik alanın, güneş rüzgarı karşında tirbuşan benzeri uzun bir kuyruk yapmasına neden olur. Gezegenin dönme periyodu yaklaşık olarak 17.5 saattir ve dönme ekseni olağan dışıdır. Uranüs’ün eriyik halde bulunan ağır bir çekirdeği vardır. Çekirdeğin çevresinde ise su, metan ve amonyaktan oluşan birkaç bin C sıcaklığında ve binlerce km kalınlığında bir manto yer alır. Bu aşırı sıcak mantonun, üzerindeki atmosferin ağırlığından kaynaklanan devasa basıncın etkisiyle kaynayamadığı ve buranın elektriksel olarak iletken olduğu, gezegenin manyetik alanını sınırladığı düşünülmektedir.
Uranüs’ün 27 uydusu bilinmektedir. Jüpiter ve Satürn’den sonra en fazla uyduya sahip olan gezegendir. Beş büyük uydusunun (Miranda, Umbriel, Ariel, Oberon ve Titania) çapları 470–1580 km arasında değişir.
Küçük uydular: Cordelia, Ophelia, Bianca, Cressida, Desdemona, Juliet, Portia, Rosalind, Belinda, Puck, Caliban, Stephano, Trinculo, Sycorax, Prospero, Setebos, S/1986 U10, S/2001 U2, S/2001 U3, S/2003 U1, S/2003 U2, S/2003 U3
Fenomen
Fenomen (Fransızca: "phénomène" veya görüngü), duyularla algılanabilen şey. Fenomen kelimesi, bazılarınca sadece şaşırtıcı şeyler için kullanılsa da, genel kullanımda böyle bir anlamı bulunmamaktadır.
Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne demektir. Bir nesne, olay ya da sürecin nesnel gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir. Kant, fenomeni duyularla algılanamayan mutlak gerçek anlamında kullandığı numen terimine karşıt olarak, duyularla algılanabilen şeyler için kullanmıştır. Edmund Husserl'e göre ise fenomenolojinin ele aldığı konu, algısal ve deneysel nesneler dünyası değil, nesnelerin özüdür.
Genç
Genç, farklı anlamlar taşıyabilen bir kelimedir;
İsmet Özel
İsmet Özel (d. 19 Eylül 1944, Kayseri), Türk şair ve yazar.
Bir süre Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğrenim gördükten sonra, Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı’ndan mezun oldu. 18 yıl Devlet Konservatuvarı’nda Fransızca okutmanlığı yaptı. Ataol Behramoğlu'yla birlikte Halkın Dostları dergisini kurdu ve yönetti. 1963’ten itibaren şiirleri yayımlanmaya başladı. 1974’te düşünsel ve ruhsal bir değişim yaşayarak yazı hayatına İslami düşünce çerçevesinde devam etti. Uzun yıllar çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. 2005’te Türkiye Yazarlar Birliği deneme ve üstün hizmet ödülünü kazandı. 9 şiir, 22 deneme, söyleşi, mektup ve 5 çeviri kitabına imza attı.
1978 yılında kaleme aldığı Üç Mesele (Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma) en önemli kitaplarından biridir. 2007 yılında kurulan İstiklal Marşı Derneği'nin kurucusudur. İstiklal Marşı Derneği fahri genel başkanıdır.
Masaüstü yayıncılık
Masaüstü yayımcılık veya masaüstü yayıncılık, kitap, dergi gibi yayınları masa başında, bilgisayar destekli olarak, baskı ya da yayına hazırlama işidir. "Masa başında yayıncılık" anlamına gelmesine rağmen dilimize kelime çevirisi yapılarak masaüstü yayıncılık olarak girmiştir.
İlk kez 1985 yılında Adobe, Aldus, Apple, Linotype ve Quark (1987) adlı firmalar tarafından kullanılan bu terim, matbaacılık sektörüne getirdiği yeniliklerle Gutenberg tarafından bulunan ve 500 yıllık geçmişe sahip olan matbaacılığı kökten ve devrim niteliğinde değiştirmiştir.
Bun |
a göre Adobe tarafından geliştirilen ilk PostScript sayfa tanımlama dili, Aldus tarafından geliştirilen ilk sayfa düzenleme programı ("") ve Apple tafından geliştirilen grafik tabanlı işletim sistemi ile desteklenmiş ve postscript belgeleri basabilen postscript yazıcılar (LaserWriter) ve Linotype tarafından geliştilen postscript yazı karakterleri ile postscript film çıkış aygıtının piyasaya sürülmesi ile birlikte daha önce ancak bir ekip tarafından yapılabilen işler, özellikle 1992'den sonra masa başında bir ya da birkaç kişi ile yapılabilir hâle gelmiştir.
Günümüzde gerek baskı ile ilgili ön hazırlık çalışmaları, gerek fotoğrafçılık tekniklerinin tamamı masa başında (masa üstü yayıncılık) yolu ile yapılmaktadır. İkisi de bilgisayar destekli olarak ve elektronik ortamda yapılmasına rağmen masaüstü yayıncılık ile elektronik yayıncılığın birbirine karıştırılmaması gerekir.
En çok tercih edilen programlar Adobe'nin ürettiği InDesign ve QuarkXPress'tir.
Yayımcı
Yayımcı, sanat, edebiyat, müzik eserlerini çoğaltarak, tek tek ya da toptan satan kişi ya da kuruluş.
Yayıncı olan kişi ya da kuruluş, yazılmış, çizilmiş ya da bestelenmiş olan herhangi bir eserin, yayınlama hakkını, eser sahibinden satın alarak, eserin basım, yayın, dağıtımını üstlenen kişi ya da kuruluştur. Eserin, baskıya hazırlanması, değişik kanallardan pazara sürülmesi ve eserin tanıtım ile ilgili faaliyetler de, yine, geleneksel olarak, yayıncı kişi ya da kuruluş tarafından yürütülür.
Yayıncılar genellikle, ana çalışma alanlarına göre gruplandırılır. Buna göre, kitap yayıncığı, sanat yayıcılığı, müzik yayıncılığı, gazete yayıncılığı, dergi yayıncılığı, harita yayıncılığı ve kırtasiye yayıncılığı olmak üzere birçok yayın ve yayıncılık türü vardır.
DTP
Birden fazla kavramın kısaltması günümüz Türkçesinde DTP olarak kullanılmaktadır.
DTP kısaltmasının kullanıldığı yerler:
Zeki Müren
Zeki Müren (6 Aralık 1931 – 24 Eylül 1996), Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı, oyuncu ve şair. "Sanat Güneşi" ve "Paşa" olarak anılan Müren, Klasik Türk müziğinin en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilir. Sanata olan katkılarından dolayı 1991 yılında "Devlet Sanatçısı" unvanıyla ödüllendirilmiş, Türkiye'de verilmeye başlanan Altın Plak Ödülü'nün de ilk sahibi olan sanatçı müzik yaşantısı boyunca altı yüzü aşkın plak ve kaset doldurmuş üç yüzü aşkın şarkı bestelemiştir.
Bursa'nın Hisar semtinde, Ortapazar Caddesi'ndeki 30 numaralı ahşap evde Kaya ve Hayriye Müren çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi Üsküp'ten Bursa'ya göç etmişti. Babası kereste tüccarıydı. Ufak tefek ve çelimsiz bir çocuktu. 11 yaşında Bursa'da sünnet oldu.
İlkokulu Bursa Osmangazi İlkokulunda (sonradan Tophane İlkokulu ve Alkıncı İlkokulu) okudu. Henüz ilkokuldayken yeteneği öğretmenleri tarafından keşfedildi ve müzikli okul müsamerelerinde baş rolleri oynamaya başladı. Hayatındaki ilk rolü, bu müsamerelerden birindeki çoban rolüdür.
Ortaokulu yine Bursa'da, Tahtakale'deki 2. Ortaokulda tamamladı. Ortaokulu bitirdikten sonra babasına İstanbul'a gitme arzusunda olduğunu açıkladı ve onun da onayıyla İstanbul Boğaziçi Lisesine yazıldı. Bu okulu birincilikle bitirdi. Olgunluk imtihanlarını pekiyi dereceyle verip İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisine (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen atölyesinden mezun oldu. Desen çalışmalarını öğrencilik yıllarından başlayarak pek çok kez sergiledi.
Zeki Müren, Bursa'da tamburi İzzet Gerçeker'den aldığı solfej ve usul dersleriyle musiki bilgileri öğrenmeye başladı. 1949'da, Boğaziçi Lisesi'nde okurken sinema yönetmeni ve yazar Arşavir Alyanak'ın babası Agopos Efendi ile birbaşka hocası Udi Krikor'dan aldığı derslerle de musiki eğitimini sürdürdü. Daha sonra fasıl musikisini iyi bilen ve geniş bir repertuvarı olan Şerif İçli'den çeşitli eserler meşk etti; Refik Fersan'dan, Sadi Işılay'dan, Kadri Şençalar'dan faydalandı.
1950 yılında henüz üniversite öğrencisiyken TRT İstanbul Radyosunun açtığı ve 186 adayın katıldığı solist sınavını birincilikle kazandı. 1 Ocak 1951'de, İstanbul Radyosunda canlı olarak yayımlanan bir programda ilk radyo konserini verdi ve bu konseri çok beğenildi. Bu konserde kendisine eşlik eden saz ekibi Hakkı Derman, Serif İçli, Şükrü Tunar, Refik Fersan ve Necdet Gezen'den oluşuyordu. Konserden sonra Hamiyet Yüceses stüdyoyu arayarak kendisini tebrik etti. O yıllarda TRT Ankara Radyosu Anadolu'da en çok dinlenen radyo idi ve İstanbul Radyosu Anadolu'dan net olarak dinlenemiyordu. Aynı hafta klarnet sanatçısı Şükrü Tunar Müren'i Yeşilköy'deki kendisine ait plak fabrikasına götürerek yine kendi eseri olan "Muhabbet Kuşu" şarkısını plağa doldurttu. Bu plak sayesinde Müren tüm Anadolu'da tanındı.
Zeki Müren, bu başarılı ilk konserden ve plak çalışmasından sonra Türkiye radyolarında düzenli olarak eserler seslendirmeye başladı. Radyo programları on beş yıl sürdü, bunların çoğu canlı yayın programlarıydı. Müren bundan sonra kendini daha çok sahne ve plak çalışmalarına verdi. İlk sahne konserini 26 Mayıs 1955 tarihinde verdi. Genellikle kendi dizayn ettiği sahne kıyafetlerini giyiyordu. Saz heyetine tek tip kıyafet giydirmek ve T podyum kullanmak gibi çeşitli yenilikler getirdi.
Maksim Gazinosu sahnelerinde aralıksız 11 yıl Behiye Aksoy ile dönüşümlü olarak sahne aldı. 1976'da Londra'daki Royal Albert Hall'da konser vererek bu mekânda sahne alan ilk Türk sanatçı oldu.
Zeki Müren 600'ü aşkın plak ve kaset doldurdu. Plağa okuduğu ilk şarkı Şükrü Tunar'ın "Bir Muhabbet Kuşu" güfteli şarkısıdır. Müren 1955'te "Manolyam" adlı şarkısıyla Türkiye'de ilk kez verilen Altın Plak Ödülü'nü kazandı. 1991 yılında Devlet Sanatçısı seçildi.
300 dolayında şarkı besteledi. On yedi yaşındayken bestelediği "Zehretme hayatı bana cânânım" mısrasıyla başlayan acemkürdi şarkı bestelediği ilk şarkıdır. "Şimdi Uzaklardasın" (suzinâk), "Manolyam" (kürdilihicazkâr), "Bir Demet Yasemen", "Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin" (nihavend) güfteli, "Elbet Bir Gün Buluşacağız" gibi şarkıları sık sık okunan, en sevilen şarkılarıdır. Zeki Müren bu şarkıları plaklara da okumuştur.
Zeki Müren 1954'te Beklenen Şarkı adlı filmde sinema oyunculuğuna başladı. Büyük bir ticarî başarı kazanan bu filmden sonra, şarkılarının çoğunu kendisinin bestelediği 18 filmde daha oynadı. 1965'te de Arena Tiyatrosu'nca sahneye koyulan "Çay ve Sempati" adlı oyunda baş rolü oynadı.
Zeki Müren, başarılı yorumculuk ve oyunculuk kariyerlerinin yanı sıra yüksek eğitimini aldığı desen tasarımına da devam etti. Sahne kıyafetlerinin pek çoğunu kendisi tasarladı. Resimle de uğraşan Müren öğrencilik yıllarından itibaren gerek desenlerini, gerekse resimlerini pek çok ilde sergiledi.
1965 yılında 100'e yakın şiirinin yer aldığı Bıldırcın Yağmuru adlı şiir kitabını çıkardı. Bu kitabında yer alan şiirlerinden bazıları "Pembe Yağmurlar", "Bursa Sokağı", "İkinci Sadık Dost", "Çim Makası", "Son Kavga", "Bu Bestecikler Sana", "Alınyazım", "Kazancı Yokuşu" ve "Kendimi Arıyorum"'dur.
Zeki Müren hayatı boyunca hiç evlenmedi. 1950'lerin Türkiye'sinde alışılmış kalıpları zorlayan elbiseleri ve sahne davranışı ile halkın ilgisini sürekli olarak üstünde tutmayı başardı. Mesleğe başladığı ilk yıllarda daha sıradan kıyafetler ve saç stilleri taşımasına rağmen ileriki yıllarda kadınsı kıyafetler, saç modelleri ve makyajı ile sahnelerde yer aldı. Kendisi hiçbir zaman cinsel yönelimi ile ilgili bir açıklama yapmadı ve zaman zaman adı kadınlarla anıldı ancak genel kanaat eşcinsel olduğu yönünde idi..
Kurallı ve ağdalı bir Türkçe konuşmaya özen göstermesi ile bilinir. "Müziğin Paşası" olarak anılması, 1969'da Aspendos konserinden sonra ilk defa Antalya halkının kendisi için kullanmasıyla başlamıştır. Kendisi, bu şekilde anılmaktan memnun olmakla birlikte neden uygun görüldüğünü bilmediğini açıklamıştır. Askerliğini 1957-1958 yıllarında yedek subay olarak Ankara Piyade Okulu (6 ay), İstanbul Harbiye Temsil Bürosu (6 ay) ve Çankırı'da (3 ay) yaptı. Zeki Müren'in Karagöz sanatçısı Hayali Saf Deri, Metin Özlen tarafından hazırlanan kuklası doğum yeri olan Bursa'da sahne aldı. Doğum günü olan 6 Aralık tarihi ise, Onur Akay'ın TRT Müzik ekranlarından yaptığı öneri ile, 2012 yılından bu yana Türk Sanat Müziği Günü olarak kutlanmaktadır.
Zeki Müren kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığı nedeniyle hayatının özellikle son 6 yılında sahne hayatından ve medyadan uzaklaştı. Bodrum'daki evinde inzivaya çekildi. Bu dönemi "kendini dinlemek" olarak tarif eder. 24 Eylül 1996 günü, TRT İzmir Televizyonunda kendisi için düzenlenen tören sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Cenazesi büyük bir halk kalabalığının katıldığı büyük bir törenle kaldırıldı. Mezarı, doğum yeri olan Bursa'da Emirsultan Mezarlığı'ndadır.
Vasiyetinde tüm mal varlığını Türk Eğitim Vakfı ve Mehmetçik Vakfına bıraktı. TEV ve Mehmetçik Vakfı, 2002 yılında Bursa'da Zeki Müren Güzel Sanatlar Anadolu Lisesi'ni yaptırdı. TEV Bursa Şube Başkanı Mehmet Çalışkan 24 Eylül 2016 tarihinde yaptığı bir açıklamada vakfın Zeki Müren Burs Fonu'ndan 20 yılda 2.631 öğrencinin yararlandığını belirtti.
Ölümünün ardından sanatçının Bodrum'da son yıllarını yaşadığı evi Kültür Bakanlığı'yla yapılan protokol ile Zeki Müren Sanat Müzesi'ne dönüştürüldü ve 8 Haziran 2000 tarihinde ziyarete açıldı.
"* Zeki Müren, yukarıda belirtilenler dışında, 1968-1974 yılları arasında Grafson Plak'tan kendi adıyla anılan 12 farklı albüm daha yayınlamıştır.
Suriye
Suriye (Arapça: سوريا) ya da resmî adıyla Suriye Arap Cumhuriyeti, (Arapça: الجمهورية العربية السورية, "El-Cumhuriyyetü'l-Arabiyyetü's-Suriyya") Orta Doğu'da Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak ve Türkiye ile komşu bir ülkedir. Akdeniz'e kıyısı vardır. Başkenti ve en büyük şehri Şam'dır. Suriye'nin toplam nüfusu resmi verilere göre 2004'te 17 milyon 921 bin kişiydi. Halep, Lazkiye, Humus diğer büyük şehirleridir.
1963'ten beri ülke Baas Partisi tarafından yönetilmektedir; devletin başında 1970'ten beri Esad ailesinden biri olmuştur. Suriye'nin şimdiki devlet |
başkanı, ülkeyi 1970'ten öldüğü 2000 yılına kadar yöneten Hafız Esad'in oğlu Beşar Esad'dır. 2011 yılının Mart ayında Ortadoğu'da yaşanan dalgalanmalardan etkilenerek sokağa dökülen halk gösteriler düzenledi. Halkın reform istemesi ve onlarca kişinin ölümü sonucunda Muhammed Naci el-Otari'nin başbakanlık görevinde olduğu hükümet 29 Mart 2011 tarihinde istifa etti. Muhammed Naci el-Otari, hükümet kurulana kadar Beşar Esad tarafından geçici olarak başbakan olarak atandı. Aynı gün başkent Şam başta olmak üzere pek çok şehirde on binlerce kişi hükumet yanlısı gösteriler düzenledi.
Akdeniz'in doğusunda yer alan Suriye'nin batısında dağlık bir kütle yer alır. K-G yönünde uzanan Ensariye Dağları Türkiye'deki Nur Dağlarının bir uzantısı şeklinde Anti-Lübnan Dağları olarak İsrail'e kadar kıyı boyunca uzanır. 1000 metre yükseklikteki bu dağlar kıyıya paralel uzanması nedeniyle deniz etkisinin Suriye'nin iç kısımlarına sokulmasını önler. Suriye'nin iç kısımlarında çöl şartları etkilidir. Suriye'nin güneydoğusunda Suriye Çölü yer alır. Suriye'nin 2/3 si çöllerle kaplıdır. Akdeniz kıyısında Akdeniz iklimi egemendir. Tarım ve hayvancılık halkın temel uğraşıdır. Suriye'nin yeraltı kaynakları arasında petrol ve fosfat çok önemlidir.
Suriye'nin iklim şartları, kuzeydeki topografik ve dağlık yapısı nedeniyle, ülkede bitki örtüsü olarak bozkır ve orman bulunur. Ülkenin kuzeyindeki dağlık bölgede kavak, Söğüt ve Meşe ağaçları bulunur. güneyinde ise genelde çöl ağaçları olan hurma ve Palmiye ağaçları vardır.
Suriye'nin ekonomisini tarım, turizm, alışveriş ve petrol ihracatı oluşturmaktadır.
Suriye'nin kültürü Mezopotamya kültürü, İslam dini ve geleneksel Arap kültürü etrafında biçimlenmiştir. Buna karşın, Suriye'nin çeşitlilikler içinde yüksek bir kozmopolit toplum ve canlı bir kültüre sahiptir. İslam etkisi ve ağırlıklı olarak Arap kültürünün mimari, müzik, giyim, mutfak ve yaşam tarzında görülebilmektedir.
Daha çok Arap mutfağı tutulmakta olup döner lokantalarından Suriye otellerinin lüks lokantalarına kadar her yerde bulunabilmektedir. Hızlı yiyecekler, Kürt ve Batı mutfakları da oldukça popüler olup geniş miktarda bulunabilmektedir. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlar, pirinç ve bulgurdur. Bu nedenle Suriye mutfağı ağır yemeklerden oluşur. Mutfağın temel bileşenleri Kebaplar, lahmacunlar, etli yemekler ve hamurlu tatlılar olup dünyanın her yerinde tanınmakta ve tercih edilmektedir. Fast-Food tarzı Batı kültürünün de arttığı bu devirlerde, fast-food'la yarışabilir hızlı hazırlanabilen bir mutfaktır.
Suriye'de giyim bakımından bir zorlayıcılık yoktur. İnsanlar istedikleri kıyafeti giyebilmektedirler. Örneğin: yöresel kıyafetler veya batı tarzı kıyafetler. Suriye'de insanların birçoğu yöresel Arap kıyafeti olan kandura giyerler. Bu giyim biçimleri, Suriye'nin çok sıcak ve nemli veya çok soğuk olan iklimine göre değişmektedir.
Suriye etnik yapısı:% 77-83 Arap ,% 7-8 Kürt ,% 5-6 Türk ,% 2 Ermeni,% 1 Çerkes,% 1 diğer, ayrıca Filistinli ve Iraklı mülteciler.
Dini gruplar: Sünni (% 74), Nusayri (% 12), Hristiyan (% 10), Dürzî (% 3) ve az sayıda diğer Şiî İslami hizipler (İsmailî, Câferî), çok az sayıda da Yahudi ve Yezidi.
Suriye, tarih boyunca Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Yunanlar, Romalılar, Bizans, Emevîler, Abbâsîler, Eyyubiler, Selçuklular, Memlûklular, Haçlılar ve Osmanlı Devleti tarafından yönetilmiştir. Başkenti Şam Emevi İmparatorluğu'nun merkezi ve Memlûk Devleti'nin bölgesel yönetim merkeziydi. Şam, 1260 yılında Memlük Sultanlığının başkenti olmuş, 1400 yılında, Timur tarafından saldırıya uğrayıp yok edilmiştir. 1517'de Osmanlı egemenliğine girmiş ve tam 403 sene boyunca Osmanlı tarafından yönetilmiştir. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı yönetiminden çıkmıştır.
1920 yılında gerçekleşen Fransa-Suriye Savaşı sonucunda Suriye bağımsızlığını kaybetmiş ve 1920'den 1946'ya kadar Fransa yönetiminde kalmıştır. 1946'daki bağımsızlık ilânından sonra, 1958 Şubat'ında, Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni kurmuşlardır. Ama bu birliktelik, ancak 3 yıl sürmüştür ve iki ülke 1961 yılında ayrılmışlardır. Suriye, Altı Gün Savaşı'nda Golan Tepeleri'ni kaybetmiştir. İsrail, 1981 yılında burayı, tek taraflı olarak ilhak etmiştir. Bu işgal, bugün hala iki ülke arasında sorundur.
Suriye yönetimsel olarak on dört ile bölünmüştür. En yüksek yönetimsel bölüm olan il Suriye'de Arapça محافظة "muhafaza" olarak adlandırılır. On dört il, Arapça منطقة "mıntıka" olarak adlandırılan altmış ilçeye, ilçeler de Arapça ناحية nahiye diye adlandırılan 206 bucağa bölünmüştür. Bucaklar, en küçük yönetimsel birim olan köyleri içinde barındırır.
Sarıkaya, Yozgat
Sarıkaya, Yozgat ilinin bir ilçesidir.İl Merkezine 79 Km'dir.
Sarıkaya, Anadolu’da ilk siyasi birliği kurmuş olan Hitit İmparatorluğu'nun kuruluş alanı içerisinde bulunmaktadır. Bu devrin vesikası olan höyüklere Sarıkaya’nın köylerinde çokça rastlanmaktadır. Hititlerden sonra bu bölge Asurilerin ve ardından da İskender’in işgaline uğramış ve tahminen MÖ 1. yüzyılda Romalılarca alınmıştır.
Sarıkaya'da Roma devrine ait tarihi kalıntılar ve eserlerin yanında çok sayıda yazılı vesikalara da rastlanmaktadır. Sarıkaya Roma devrinde 7000 haneli Opel adında bir şehirdi. Kaplıcalarıyla ünlü ilçede bulunan Roma devrine ait kaplıca kalıntısının Roma Krallarından birinin kızı için yapıldığı söylenmektedir. Sarıkaya’da Romalılardan kalma büyük taşlarla örülü duvar kalıntılarına, şehri çevreleyen surların temellerine, sütunlara ve sütün başlıklarına yapılan kazılarda sık sık rastlanmaktadır.
1071 Malazgirt Zaferi'nden sonraki yıllarda, bölgenin Selçuklu hakimiyeti altına girdiği ve Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlıların hakimiyetine geçtiği sanılmaktadır. Günümüzde, ilçe sınırları içerisinde Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden kalma az sayıda yerleşik Türkmen köylerine rastlanmakla birlikte, 1878 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) nedeniyle Doğu Anadolu Bölgesi'nden göç eden ve 'Kars Muhaciri' diye adlandırılan halkın yerleştiği köyler de bulunmaktadır.
Cumhuriyet döneminden itibaren, Sarıkaya’ya 1924-1936 yıllarında Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya SFC’den gelen, 1951 yılından itibaren de Bulgaristan’dan zaman zaman göç eden Türk vatandaşları yerleştirilmiştir.
Sarıkaya ilçesi, 1935 yılına kadar Akdağmadeni ilçesinin bir köyü iken, dönemin Valisi Bekir Sami Baran tarafından bucak merkezi haline getirilmiş ve o zamana kadar bucak merkezi olan Aşağısarıkaya köyünden bucak teşkilatı tamamen alınarak, Terzili Hamamı veya Hamam köyü diye anılan şimdiki ilçe merkezine getirildiği için, ilçenin adı Sarıkaya olarak anılmaya devam etmiştir. Daha sonra 1957 yılında aynı adla ilçe merkezi olmuştur. Sarıkaya ve Saraykent, haritada görüldüğü gibi, Yozgat'ın il sınırlarına bağlı olmayan tek ilçesidir.
Mit
Mit aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Disket
Disket, (Floppy disk) bilgisayardaki bilgiyi taşımak için kullanılan, üzerine demir oksit kaplanmış bir plastik diskin yine plastik bir kap içerisine yerleştirilmesiyle oluşturulmuş manyetik veri saklama ortamı.
Plastik diskin esnek olması nedeniyle İngilizcede "floppy" adı verilir. Türkçede flopi disk ya da disket olarak okunur. Genellikle küçük boyutlardaki program ya da verilerin saklanması ve bir bilgisayardan diğerine aktarılması için bilgisayarların okuyucu gözüne yerleştirilerek kullanılan plak biçiminde manyetik özellikli bir araçtır. Disketlerden, bilgisayar kasası üzerinde bulunan disket sürücü ile bilgi alışverişi yapılır. Bilgiler silinerek disket içindeki manyetik hafıza alanı tekrar tekrar kullanılabilir. Disketlerin üzerinde, kullanıcılara disketin içindeki veri hakkında bilgi veren kâğıt etiketler de yapıştırılabilir. USB Driverlar çıktıktan sonra artık Disketlerin bilgisayarlarda bir önemi kalmamıştır.
İlk disket, 1960'ların sonunda icat edildi. İlk zamanlar bir ismi yoktu. İlk disketin çapı 8 inç (200 mm)'ydi. 1960'ların sonlarında icat edilse de disket ancak 1971 yılında ticari olarak kullanılabilir hale geldi. İlk ticari disketi IBM firması geliştirdi. Daha sonraları Memorex, Shugart Associates ve Burroughs Corporation gibi şirketler disket üreticisi halini aldı. Disket terimi 1970 yılında konuşulmaya başlandı. 1980'lerde disketlere bir takım yenilikler getirildi. Bir disket en fazla 5 inç inceliğine gelmişti. O zamana kadar orijinal disketler 8 inç boyutundalardı ve çok büyüklerdi. 1990'lı yıllara gelindiğinde ise artık disketler 2 inç küçülüp 3 inç olmuşlardı. Ve disketler ilk o zamanlar plastik malzemelerden üretilmeye başlandı.
Disketler, farklı ebat ve hacimlere sahiptirler. Bir disketin fiziksel büyüklüğü bir kenarının inç olarak uzunluğuyla anılır. Günümüz piyasasında kullanımı en yaygın olan disket türü 3,5 inçlik (3.5") diskettir. Geçmişte 5,25 inçlik ve 8 inçlik olanları da kullanılmıştır.
Disketler veri saklama kapasitesine göre de sınıflara ayrılır. Disketin kapasitesi sağ üst köşesinde yazan DD ve HD harflerinden anlaşılır. DD (Double Density) disketler 720 KB, HD (Hight Density) disketler 1,44 MB'lık veri saklama kapasitesine sahiptir.
Kişisel bilgisayarlarda kullanılmakta olan disket türleri aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Bunların haricinde Amiga Bilgisayarları DD Disketlere 880 KB, HD Disketlere de 1.76 MB veri yazılmaktadır.
Disketlerin sağ ve sol alt köşelerinde kare biçiminde iki delik bulunmaktadır. Disketlerin üzerindeki bu deliklerden biri protect (koruma) penceresidir. Disketlerin sağ tarafındaki delik (kayıt koruma penceresi) üzerinde bir kapak bulunmaktadır. Bu koruma kapağı açıksa diskete bilgi kaydedilebilir, disketten bilgi silinebilir, diskete virüs bulaşabilir. Koruma kapağı kapalı ise disket salt okunurdur. Disketteki bilgiler değiştirilemez, silinemez, diskete virüs bulaşmaz. Disketteki bilgileri korumak için disket korumaya alınır (protect'lenir). İçinde önemli bilgiler olan disketlerin silinmemesi ve disketlere virüs bulaşmaması için koruma penceresinin kapatılması gerekir.
Disket kabının üzerinde bulunan metal (okuma penceresi kapağı) diski dış et |
kilerden (toz, güneş ışığı, vb.) korumak amacıyla yapılmıştır. Disket sürücü içerisine girince bu kapak açılır ve okuma kafası diski okumak için diskin içindeki manyetik disk üzerine konumlanır. Bu kapağın açılarak içerdeki manyetik diske dokunulması disketin bozulmasına sebep olabilir.
Disketler, verileri yavaş bir şekilde kaydeder ve çabuk bozulma özelliğine sahiptir. Hiç kullanılmadan bozulanları bile bulunmaktadır. Çarpma, ısı gibi etkenler, bozulmayı hızlandırır. Plastik türü malzemeden imal edilmiş olması, bir başka dezavantaj olup, kırılma meydana gelmeden hasar, yani, kullanım dışı olmayı gerçekleştirir. Minik, kare bir düğme şeklindeki güvenlik konumlaması bulunmakla beraber, günümüzde kullanılan taşınabilir diskler gibi, çeşitli şifreleme söz konusu olmadığından, her an, her şekilde, herkes tarafından, her türlü bilgisayar, ortamda kolaylıkla kullanılabilir. Ancak ucuz olması sebebi ile kullanımı, asgari düzeyde olsa bile devam etmektedir.
Kapasitesi sınırlı olduğu için, resim, grafik, tablo vb. yüklü dosyaların aktarımı konusunda yetersizdir. Daha sonraları, zipli disketler (renkli) kullanıma sunulmuştur ama onlar içinde işlemci üzerinde bu kullanıma uygun yuva gerekli olmuştur. Kapasite artmış ama her işlemcide bu tip disketlerin kullanımına uygun yuvalar olmadığı için yine yetersiz olmuştur.
Bir başka dezavantaj ise, yüklenen verilerin zaman zaman, bir kısmında hasar meydana gelebilmektedir. Ayrıca, zaman aşımı ile iyi korunsa bile kendiliğinden bozulma söz konusu olabilmektedir.
Tüm bu dezavantajlara rağmen disketler; iş yerlerinde belgelerin (*.doc, *.txt, *.ppt gibi dosya türlerinin) saklanmasında, BIOS güncellemede, bazı SONY dijital kameralarda, bilgileri yedeklemede, anlık dosya aktarımı, bazı disket sürücüsü barındıran orglardaki melodilerin saklanmasında, bazı otomatlarda ve eski işletim sistemlerinin kurulumunda kullanılır (*.img).
İlk disketi üreten ve 90'lı yılların sona kadar piyasanın en büyük hakimi olan Sony, 4 Şubat 2013 tarihi itibarıyla disket üretiminin durdurulduğunu açıklamıştır. Şirket benzer bir kararı 2004 yılında da almak istemiş; ancak özellikle ses mühendislerinin ve müzisyenlerin şarkı kaydetmek için kullandıkları ekipmanların çoğunun halen disket girişli olması nedeniyle MiniDisk operasyonlarına kısarak devam etme kararı almıştır.
Port (donanım)
Port, bir bilgisayarla dış aygıtlar arasındaki kablo ile iletişimi sağlayan veri kanalı. Portlar, seri (COM) ve paralel (LPT) olmak üzere iki temel kısımda incelenir. SCSI, USB, PCMCIA gibi aynı anda birden fazla dış aygıtın bilgisayara bağlanabilmesine olanak tanıyan portlar da bulunmaktadır.
Jeton
Jeton, gişelerde, telefon ve türlü oyunlarda para yerine kullanılan küçük, metal veya plastik nesnedir. Madenî para yerine kullanılırlar. Madenî paradan farklı olarak, madenî para devlet tarafından basılıp her türlü ürünün satın alınmasında kullanılabilirken, jetonun daha sınırlı bir kullanım alanı vardır ve çoğunlukla bir şirket, grup, dernek ya da şahıs tarafından dağıtılırlar.
Geçmişte ülkelerdeki enflasyona göre kullanımı değişiklik göstermiştir. Para birimi istikrarlı olan ülkelerde ankesörlü telefonlarda genellikle doğrudan madenî para kullanılırken, paranın değerinin istikrarsız olduğu yerlerde umumi telefonlar için jeton kullanımı tercih edilmiştir. Metro sistemlerinde de jeton kullanımı yaygın olmuştur. Teknolojinin gelişmesiyle, pek çok yerde jetonun yerini manyetik ya da akıllı kartlar almıştır.
Ludwig van Beethoven
Ludwig van Beethoven ( Doğum: 17 Aralık 1770, Ölüm: 26 Mart 1827 ) Klasik dönemden romantik döneme geçiş sürecine büyük katkı sağlamış ve gelmiş geçmiş en ünlü ve en etkileyici bestecilerden biri olarak kabul edilen Alman piyanist ve besteci. 9 senfonisi, 5 piyano konçertosu, 32 piyano sonatı, 16 yaylı dörtlüsü ve hayatı boyunca yazdığı tek opera olan Fidelio en çok bilinen eserlerindendir.
Almanya'nın Bonn şehrinde doğan ve çok küçük yaşlardan itibaren müziğe karşı olan yeteneği babası ve ilk müzik öğretmeni olan Johann van Beethoven tarafından fark edilen Beethoven daha sonra besteci ve orkestra şefi Christian Gottlob Neefe ile çalışmalarına devam etmiş, 21 yaşında Viyana'ya yerleşmiş ve orada Joseph Haydn ile çalışmış aynı zamanda virtüöz piyanist olarak şöhret kazanmış, ölene dek Viyana'da yaşamını sürdürmüştür. Yirmili yaşlarının sonlarına geldiğinde işitme sorunları yaşamaya başlamış ve hayatının son zamanlarında neredeyse tamamen sağır olmuştur. 1811 yılında 41 yaşında orkestra şefliğini ve halka açık konserler vermeyi bırakmış fakat beste yapmaya devam etmiştir. En çok takdir edilen eserlerini hayatının son 15 yılında bestelemiştir.
Beethoven'ın kendisiyle aynı adı taşıyan dedesi Ludwig Van Beethoven (1712–1773) Belçika'nın Mechelen kentinde doğduktan sonra 20 yaşında Almanya'nın Bonn kentine taşınır ve bir sarayda bas koristi olarak iş bulmasının ardından 1761 yılında o sarayın Kapellmeisterı olarak atanır ve Bonn'un seçkin müzisyenleri arasına girer. Ludwig'in tek çocuğu olan Johann van Beethoven (1740–1792) babası gibi Bonn'da aynı sarayda tenor olarak çalışır ve ayrıca klavye ve keman dersleri verir. 1767'de Johann Heinrich Keverich (1701–1751)'in kızı olan Maria Magdalena Keverich (1746-1787) ile evlenir.
Beethoven Bonn'da gerçekleşen bu evlilikten sonra dünyaya gelen yedi çocuktan ikincisidir. Bu evlilikten doğan yedi çocuktan sadece Beethoven ve diğer iki kardeşi Kaspar Anton Karl van Beethoven ( 1774 - 1815 ), Nikolaus Johann van Beethoven ( 1776 - 1848 ) hayatta kalır. Beethoven'ın gerçek doğum günü hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen vaftiz ediliş tarihi kilise kayıtlarına 17 Aralık 1770 olarak geçmiştir. O dönemlerde yeni doğan bebekler doğdukları günden bir gün sonra vaftiz edilirler ve bu yüzden Beethoven'ın doğum günü ailesi ve öğretmeni Johann Albrechtsberger ( 1736-1809 ) tarafından 16 aralıkta kutlanır.
Beethoven'ın ilk müzik öğretmeni babasıdır. Daha sonra Gilles van den Eeden'den organ ve aile dostu olan Tobias Friedrich Pfeiffer'den klavye dersleri alır. Aynı zamanda Franz Rovantini'den keman ve viyola dersleri alır. Beethoven 5 yaşından itibaren çok yoğun müzik dersleri almaya başlar klavye öğretmeni Pfeiffer bazen onu gece yatağından kaldırarak zorla dersler verir. Johann van Beethoven Mozart'ın babası olan Leopold Mozart'ın oğlu ile birlikte çıktığı turnelerden ve başarılarından haberdardır. Bu onlarla aynı yolu izlemeye başlar Beethoven ilk halka açık konserini 1778 yılında henüz yedi yaşında iken verir. 1779 yılında Beethoven Christian Gottlob Neefe'den ilk bestecilik dersleri almaya başlar. 1783 yılında Christian Gottlob Neefe'nin yardımıyla Beethoven ilk bestesini yayınlar (WoO 63 klavye varyasyonları) daha sonra Beethoven Neefe'nin asistanı olarak çalışır. 1784 yılından itibaren ilk parasını asistanlıktan kazanmaya başlar. İlk 3 piyano sonatı ( Kurfürst ) 1783 yılın'da yayınlanır. Beethoven'ın bu muazzam yeteneği başpiskopos Maximilian Friedrich tarafından fark edilerek maddi ve manevi yönden desteklenir.
O sıralarda baş gösteren aydınlanma çağı ve masonluk Beethoven'ı derinden etkiler Neefe ve Beethoven'ın çevresindekilerin çoğu aydınlanmışlar ( Order of the Illuminati ) üyesidir. 1787 yılında Beethoven, Mozartla çalışmak umuduyla Viyanaya gider fakat varışından 2 hafta sonra annesinin hastalığını öğrenir ve geri döner Beethoven aynı yıl içinde annesini kaybeder ve babası alkolik olur. Bunun sonucunda Beethoven küçük kardeşlerinin sorumluluğunu almak zorunda kalır ve 5 yıl boyunca Bonn'da kalmaya karar verir. Bu sıralarda Franz Wegeler ile tanışır ve onun sayesinde o zamanın seçkin ailelerinden olan von Breuning ailesi ile tanışır. Beethoven sıkça von Breuning ailesinin evine ziyaretlere gider ve çocuklarına müzik dersleri verir. Bu sıralarda Almanyanın soylularından Count Ferdinand von Waldstein ile tanışır ve ondan maddi destek görür. Daha sonra Beethoven onun adına bir sonat yazacaktır. Beethoven 1789 yılında babasının alkolizm bataklığına düşmesinin ardından yasal yollara başvurarak babasının maaşının yarısının kendine ödenmesini sağlar bu sayede ailesine destek olabilecektir. Aynı zamanda seçkin sarayların orkestralarında viyola çalarak ailesine maddi katkı sağlamaya devam eder, Bu sayede Mozart'ın operalarıyla tanışır ve ünlü flüt virtüözü Anton Reicha ile arkadaşlık kurar.
1792 yılında Viyana’ya giden Beethoven klasik müziğin ünlü bestecisi Joseph Haydn’ın yanında çalışmaya başladı. Joseph Haydn kısa sürede Beethoven’ın üstün yeteneğini fark etti ve her konuda ona destek oldu. Beethoven, başlarda besteci olarak değil piyanist olarak adını duyurdu. Daha sonra yaptığı bestelerle klasik müziğin 19. yüzyılın sonuna kadar yaşayan tüm müzisyenleri etkiledi.
Beethoven’ın dokuz senfonisi, beş piyano konçertosu, bir keman konçertosu, bir piyano, keman ve çello için üçlü konçerto, otuz iki piyano sonatı ve birçok oda müziği eseri bulunmaktadır. Sadece bir opera, Fidelio, bestelemiştir. İlk senfonisini 1800 yılında yapmıştır. 3. senfonisini, Eroica olarak da bilinir, Napolyon’a Avrupa’ya demokrasi getirdiği için adamıştır. Ancak daha sonra Napolyon kendini İmparator ilan ettiğinde bu adamayı geri almıştır. 9. senfoni ise en çok bilinen ve bugün Avrupa Birliği marşı da olan en çarpıcı senfonisidir.
Beethoven çok titiz çalışan bir müzisyendi. Müziği, ifade gücü ve teknik olarak çok üst seviyedeydi. Beethoven, Haydn ve Mozart’tan devraldığı prensipleri geliştirdi, daha uzun besteler yazdı ve daha tutkulu, dramatik eserler oluşturdu. Özellikle Op. 109 piyano sonatıyla Klasik müziğin Romantik Dönemi'ni başlatmıştır.
Yaşamı boyunca sağlık problemleri çeken Beethoven 1801’de işitme problemleri yaşamaya başlamış ve 1817’de tamamen sağır olmuştur. Bu dönemden sonra sağırlığı müzik yaşamını hiçbir şekilde etkilememiştir. 9. senfoniyi sağırlık döneminde bestelemiştir.
1827 yılında 56 yaşındayken dünyaca tanınan bir besteci olarak siroz hastalığı nedeniyle vefat etmiştir ve cenazesine otuz bine yakın insan katılmıştır.
Johann Sebastian Bac |
h
Johann Sebastian Bach (21 Mart 1685 - 28 Temmuz 1750) dünyaca ünlü Alman barok müzik bestecisi ve orgcudur. Bach köklü Alman stillerini özellikle İtalya ve Fransa gibi dış ülkelerden aldığı ritimlerin, formların ve yapıların adaptasyonu ve kontrpuan, armoni, müzikal motiflerin organizasyonundaki ustalığıyla geliştirmiştir. Bach’ın besteleri Brandenburg Konçertoları, Goldberg Varyasyonları, Si minor Missa, 2 Çile, ve 200 tanesi günümüze kadar ulaşmış 300’den fazla kantatayı kapsamaktadır. Bach’ın müziğine teknik hakimiyeti, artistik güzelliği, entelektüel derinliği sayesinde büyük saygı duyulmuştur. Bach 19. yy.’da müziğinin tekrar çalınmaya başlaması ve ilginin tekrar canlanmasına kadar kendi döneminde büyük bir besteci olarak bilinmemiş ancak kendisine bir orgcu olarak büyük saygı duyulmuştur. Bugün en büyük bestecilerden biri olarak kabul edilir.
Hemen hemen bütün bireyleri müzisyen olarak yetişmiş ve yüzyıllarca sürmüş uzun bir sülâlenin en yüksek doruğunu oluşturan Johann Sebastian Bach’ı yalnızca soyadı ile “Bach” olarak anabiliriz. Çünkü bu kocaman ailenin öteki üyeleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir sanatçı olmuştur. Bach ailesi, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca ailenin doğan her ferdini müzisyen olarak yetiştirdi ve eğitti. Dededen toruna her birey birbirine müzikle bağlanmıştır yakıştırması çok doğrudur.
Bach ailesinin bilinen en eski bireyi Veit Bach 1555’de doğup 1619’da ölmüştür. Fırıncı ve değirmenci idi. Gotha yakınlarındaki Wechmar köyündendir. Bir aralık Macaristan’a gitmiş fakat oradaki Katolikler arasında kendi Protestanlığından dolayı tedirgin olarak yine köyü Wechmar’a dönmüştür. “Cytringen” denen küçük bir lavta çalardı.
Veit Bach’ın oğlu Hans Bach, aşağı – yukarı 1580’de doğup 1626’da vebaya tutularak ölmüştür. Halıcı ustasıydı. Aynı zamanda köy çalgıcılığı yapardı. Şen, neşeli bir adamdı. Oğullarından biri olan Christoph Bach (1613-1661) Erfurt ile Arnstadt’da müzisyendi. Hans’ın ikiz oğullarından Johann Ambrosius (1645-1695) Erfurt ile Eisenach’da kemancıydı. Johan Sebastian Bach ise Johan Ambrosius’un oğludur. Bach ailesi o kadar çok müzisyen yetiştirmiştir ki “Bach” demek sanki müzisyen demek olmuştu. Bach ailesi aralarında sık sık toplanır ve müzik toplantıları yaparlardı. Bu toplantılara Bach ailesinden 120 kadar birey geldiği olurdu.
Johann Sebastian Bach, 21 Mart 1685’de doğdu, dokuz yaşındayken annesini, on yaşındayken de babasını kaybetti. Bunun üzerine abisi olan Orgcu Johann Christoph Bach, öksüz kalan kardeşini büyütme görevini üstlendi. Johann S.Bach, Lüneburg’daki Mattehaus Kilisesi'ne soprano olarak girdiğinde henüz 15 yaşındaydı. O sırada besteci Lüneburg’da Johannes Kilisesi'nin orgculuğunu yapıyordu. J.S.Bach bu ustadan çok yararlandı. Bach’ın org için yazdığı ilk eserlerde Böhm’ün etkileri görülür.
J. S. Bach bilgisini arttırmaya o kadar hevesliydi ki Lüneburg’da bulduğu olanaklarla yetinemeyerek büyük bestecilerin eserlerini dinlemek için Hamburg’a kadar yürüyerek yolculuk yapmayı göze aldı ve orada Brunckhorst’un yönettiği saray müzisyenlerini dinleyerek sanat gereksinimini karşılamaya çalıştı.
Bach’ın üstlendiği ilk ciddi görev Saksonya-Weimar dükünün orkestrasında kemancılık görevidir. Bu orkestradaki müzisyenler Macar kıyafetleri giyerlerdi. Elbet Bach da öyle yaptı. Bu görevinden aynı yıl çıktı ve Arnstadt’da orgcu oldu. Bu görevde orgu kendi kişisel biçimine göre çalışı kilise yönetiminin hoşuna gitmiyordu ve “Cemaati şaşkına döndürüyorsunuz” şeklinde eleştiriler alıyordu. 1705/1706’da, tanınmış orgcu Buxtehude’yi dinlemek ve her türlü müzik etkinliklerinden haberdar olmak için Lübeck’e gitti. Ancak bu yolculuğunda izin süresini geçirdiği için Arnstadt’daki efendiler onu şiddetle kınadılar. Bununla birlikte belki de dehasını biraz sezmiş olduklarından pek ileri varmayı göze alamadılar.
Oysa Bach 1707’de onları yüzüstü bırakıp Mühlhausen’deki nin orgculuğunu yapmak için Arnstadt’ı terk etti ve burada kaldığı sıralarda kendi akrabası olan ile evlendi.
Bach 1708 yılında Weimar sarayı orgculuğu ile oda müzikçiliği görevine, 1714’de saray orkestrasının birinci kemancılığına atandı. O yıllarda başkemancılar ya da Klavsenciler orkestrayı yönetirdi.
1714’de usta bir orgcu olarak açılıp birçok kente gitti ve bu yolculuk sırasında Prusya’nın Kassel kentinde bir dinleti verirken bir eserinin pedal melodisini olağanüstü çaldığından dinletide bulunan ve bir süre İsveç kralı olan Hessen dükü Friedrich kendinden geçercesine coşarak parmağındaki değerli yüzüğü çıkarıp Bach’a hediye etmiştir.
Bach Weimar’da iken adında Paris’li bir usta orgcu ve klavsenci Almanya’da bir dizi dinletiler veriyordu. Bu kişi fazlaca övünen ve parlak çalmak haricinde yüzeysel bir çalış biçimi olan biriydi. Dresden’de saraylılar önünde bir klavsen dinletisi vererek o denli büyük başarı kazanmıştı ki yüksek bir ücretle sarayda tutulması istenmişti. Saray görevlilerinden Volumier adında bir Belçikalı Bach’ın üstünlüğüne inandığından Parisli ustayla boy ölçüşmek üzere Bach’ı çağırttı. İki usta arasında yarışma yapılacağı halka duyuruldu. Fakat Bach yarışma yerine geldiğinde rakibi Marchand’ı orada göremedi. Çünkü adamcağız başına gelecekleri önceden değerlendirip kaçmıştı! Bu olaydan sonra Bach’ın onuru ve ünü bir kat arttı. Ama kendisi her türlü gösteriş eğiliminden uzak, alçak gönüllü bir insan olduğundan dolayı bu olaya önem vermedi. Hatta bu olaydan söz ederek kendisini kışkırtmaya çalışanlar olduğunda Bach hemen sözü başka konuya kaydırır, Marchand olayını kapatırdı.
Bach 1717’de Samuel Drese’den açılan Weimar sarayı kapel ustalığına kendisinin getirilmeyişine çok sinirlendi ve öfkesini o kadar şiddetle açığa vurdu ki Weimar dükü onu dört hafta hapsetti.
Bundan sonra Bach yine 1717 yılında Anhalt dükü Leopold’un Köthen’deki sarayında oda müziği şefi oldu. Köthen’de org bulunmadığı gibi koro da yoktu. Yalnız orkestra ile oda müziği grupları vardı. Bundan dolayı Bach yalnız orkestra ve oda müziği eserleri bestelemeye başladı. Zaten yaşamı boyunca aldığı çeşitli görevler hep onun müzik yaratıcılığını etkilemiş ve kendisi hangi görevde bulunuyorsa orada eline geçen olanaklara göre eserler bestelemiştir. İşte Bach’ın en önemli eserleri arasında kabul edilen Brandenburg Konçertoları bu sıralarda yazılmış eserledir.
Bach, Georg Friedrich Händel’i çok beğeniyor ve onunla buluşmayı çok istiyordu. Ama hayatı boyunca bunu başaramadı. 1719’da Händel, Londra’daki Haymarket Operası için eserler yazmak üzere Almanya ve İtalya’yı dolaşmaya çıkmıştı. Bach bu dolaşmalar sırasında Händel’in Halle’ye uğradığını haber alınca sadece onu görmek için Halle’ye gitti. Fakat Bach oraya ulaştığında Händel’in kentten ayrıldığını öğrendi ve boş boş dönmek zorunda kaldı.
1720’de Köthen dükü Bach ile birlikte Karlsbad’da dek bir yolculuk yaptı ve bu yolculuktan geri döndüklerinde Bach karısının ölmüş ve toprağa verilmiş olduğunu öğrendi.
Artık Köthen’de kalmak istemiyordu çünkü o güne dek müziğe büyük önem veren ve Bach’a derin bir saygı besleyen dük 1721’de Anhalt - Bernburg soyundan genç bir prensesle evlenmiş ve Bach’ın söylediğine göre bu prenses kocasını müzikten uzaklaştırmış ve başka konulara yöneltmişti. Bundan dolayı Bach Köthen’de sıkılmaya başladı.
Bununla birlikte karısının ölümünden bir buçuk yıl kadar sonra ve dükün evlenmesinden bir hafta önce değerli bir şarkıcı olan ve henüz 20 yaşında olan Magdalena Bach|Anna Magdelena Wilcke ile evlenmişti. Bach’ın Köthen’den ayrılışının yalnızca dükün müziğe olan ilgisizliği değildi. Köthen halkının çoğu Kalvin’ci olduğundan kentteki en iyi okul da Kalvin’ci okulu idi. Bach Luther’ci olduğundan dolayı en büyüğü 12 yaşında olan çocuklarını Calvin’ciler okuluna göndermek istemiyordu.
Leipzig’deki Thomas Okulu ve kilisesinin kantoru ya da başka bir deyişle koro şefi ve öğretmeni olan 1722’de öldü. Açılan kantorluk için başvuran altı kişi arasında Georg Philipp Telemann kilise yönetim kurulunca ötekilere yeğlenerek oybirliği ile seçildi. Fakat Telemann bu görevi kabul etmedi. O zaman Bach’ın adı ileri sürüldü. Ama kurul ölen Kuhnau’nun öğrencilerinden ’in atanmasını uygun gördü. Gaupner, Darmstadt dükünün sarayında müzik yöneticisiydi. Dük onun ayrılmasına kesinlikle izin vermeyince Thomas kilisesi ile okulun arasında bir yarışma yapıldı. Bu yarışmada Bach başarı gösterdiyse de yönetim kurulu Gaupner’den ümidi kesmediğinden birkaç ay daha beklemeyi yeğledi. Sonunda Gaupner’den kesin ret yanıtı geldi. Bunun üzerine kurul “en iyi müzisyenleri elde etmeye olanak bulamadığından dolayı orta nitelikli müzisyenlerden seçmek zorunda kaldığını” belirterek Bach’ın atanmasını onayladı..
Oysa Bach da Thomas kilisesinin kantorluğuna pek teşne değildi. Dostlarından Georg Erdmann’a yazdığı bir mektupta, daha yüksek bir konumu olan kapel ustalığından kantorluğa geçmenin pek hoş bir şey olmadığını yazıyor. Bu konuda etken olan neden çocuklarının öğrenimi idi.
Bach’ın Thomas kilisesi kantorluğuna atanması sırasında bu kilise yangında yanmış olan eski St. Bonifaz kilisesinin yerine yapılmış yeni bir yapı idi. Elbet orgu da yeniydi. (Şu anda yaklaşık 300 yıllık olan bu org kullanılmamaktadır. Yalnız bazı parçaları anı olarak saklanmaktadır.)
St. Bonifaz okulu 1212 yılında kurulmuştu. Bu okulun yönetimi 1543’de kent yönetim kuruluna geçmiştir. Bach’ın kantorluğa atanması sırasında yönetim kurulu, rektör, rektör yardımcısı kantor ile beş kişiden oluşuyordu. Rektör ile kantorun konutları okul içindeydi. Kantor dört sınıfın öğrencisi ile ilgilenirdi. Bu dört sınıfta 55 öğrenci vardı.
Bach Thomas Okulu’ndaki öğrencilere Perşembe dışında her gün toplu olarak koro dersi verirdi. Perşembe günü ise öğrenciyle birlikte kiliseye giderdi.
Leipzig’deki kiliselerin koridorlarına Thomas Okulu koro sağlardı. Bundan başka Thomas ile Nikolai kiliselerinde orkestra eşlikli dinleti geleneği vardı. Her iki kilisenin birer orgcusu bulunuyordu. Thomas kilisesindeki koro ve orkestrası kantor yönetirdi. Olağan Pazar günleri mutlaka iki kiliseden birinde kantat seslendirilirdi.
Bach kantorluk g |
örevinden başka bir de Thomas Okulu’nun dördüncü ve üçüncü sınıflarına Latince dersi vermekle yükümlüydü. Ayrıca üniversitenin resmi törenlerinde akademik müzik şefi olarak katılmak, okulun belli öğrencilerine olağan koro dersi dışında org, klavsen, keman öğretmek de onun görevleri arasındaydı. Bunca çalışmaya karşın eline geçen para çok azdı.
Sanatçı 28 Ekim 1730 günü Georg Erdmann’a yazdığı bir mektupta şöyle diyor:
“Şimdiki yıllığım 700 thaler kadardır, arada ek gelir olursa artar. (thaler o dönemin Almanya’sında kullanılan para birimidir.) Bu da gömülen cenazelerin sayısına bağlıdır. Havalar sağlığa uygun gidince ek gelir azalıyor. Sözgelimi geçen yıl cenaze sayısı eksildiğinden dolayı ek gelirden 100 thaler içeri girdim. Thüringen’de 400 thaler alırken daha iyi geçiniyordum. Burada iki katı elime geçiyor olsa da yaşamın pahalılığından dolayı yine de sıkıntı çekiyorum. Size aile durumumu anlatayım: İlk eşim Köthen’de öldüğünden dolayı ikinci kez evlendim. İkinci evliliğimden bir oğlum ile iki kızım sağdır. Büyük oğlum hukuk okuyor. Ötekisi birinci sınıfta, biriyse ikinci sınıfa devam etmektedir. En büyük kızım daha evlenmemiştir. İkinci evliliğimden olan çocuklar henüz çok küçüktürler: oğlanların en büyüğü altı yaşında. Fakat hepsinin müziğe ilgileri var. Ailemle bir çalgı grubu kurabileceğimize eminim. Özellikle şimdiki karımın güzel bir soprano sesi var, büyük kızım da iyi şarkı söyler… vb.”
Leipzig’e döndükten sonra Sebastian Bach’ın gittikçe artan hastalıkları kendisini de yakınlarını da endişelendirmeye başlamıştı. Özüne karşı pek sert davranan Bach ilk sıralarda bu rahatsızlıkları iki kat etkinlikle alt etmeye uğraştı. Fakat bu sefer ilaçlar yetersiz kalıyordu.
Hele gözlerinden çok rahatsızdı. Eskiden beri miyop olan gözleri fazla çalışmaktan ve notaları kopyalamaktan yorulmuş, yavaş yavaş görmez olmaya başlamıştı. 1749’da gözlerine yapılan ameliyat başarısızlıkla sonuçlanarak tamamen kör olmasına yol açtı.
Bach’ın körlüğü cesaretini, sabrını ve dinsel inancını hiç sarsmadı. O yine çalışmalarını sürdürüyordu. Gözlerinden dolayı karanlık bir odada kalmaya mahkûm olmasına karşın damadı ve çömezi Altnikol’a son koral’ini söyleyip yazdırıyordu. Bu koral “En büyük sıkıntılara düştüğümüzde” (Wenn wir in höchsten Nöthen sein BWV 641) sözleri ile başlıyordu. Bach ölümünün yaklaştığını hissedince o koralin başına “Tanrım işte katına çıktım” tümcesini yazdırmıştır.
Gerçi ölümünden yaklaşık on gün önce gözleri yeniden görmeye başladıysa da bu iyileşme pek geçici kaldı. Sonunda yüksek ateşle bir inme geldi ve yapılan sağaltım yarar sağlamayarak 28 Temmuz 1750 akşamı saat dokuza çeyrek kala, Sebastian Bach 66 yaşında hayatını kaybetti.
J.S.Bach'ın eserleri BWV numaralarıyla indekslenmektedir; kısaltma "Bach Werke Verzeichnis" ( Bach Eserleri Kataloğu) kelimelerinin baş harflerinden oluşur. Katalog, Wolfgang Schmieder tarafından derlenerek 1950 yılında basılmış; kronolojikten ziyade tematik olarak düzenlenmiştir. Örneğin BWV 525'ten BWV 748'e kadar olan eserleri org için yazılmıştır.
BWV 1 - 224
Kantatlar dinsel ve dünyasal olmak üzere ikiye ayrılır. Dinsel kantatlar (ya da kilise kantatları) çoğu zaman kilise yılının kutsal günleri ile Pazar günleri için yıllık takımlar olarak tasarlanmış ama tasarlanan beş takım ya gerçekleşmemiş ya da kayboldukları için günümüze kadar ulaşamamıştır. Günümüze kadar ulaşabilenlerin kilise yılına dağılımı şöyledir:
Noel öncesi 1. pazar (Dominica 1 Adventus Christi / 1. Advent) BWV 36, 61, 92
Noel öncesi 3. pazar (Dominica 3 Adventus Christi / 3. Advent) BWV 141
Noel öncesi 4. pazar (Dominica 4 Adventus Christi / 4. Advent) BWV 132
1. Noel günü (Feria 1 nativitatis Christi / 1. Winhnachtsfesttaf) BWV 63, 91, 110, 142, 191, 197a
2. Noel günü (Feria 2 nativitatis Christi / 2. Winhnachtsfesttaf) BWV40, 57, 121
3. Noel günü (Feria 3 nativitatis Christi / 3. Winhnachtsfesttaf) BWV64, 133, 151
Noel ertesi Pazar (Dominica post nativitatis Christi / Sonntag nach Winhnachten) BWV 28, 122, 152
Yeniyıl günü/İsa yalvacın sünneti (Festo circumcisionis Christi/Fest der Beschneidung Christi / Neujahrstag)BWV 14, 41, 143, 171, 190, ek 8
Yeniyıl ertesi pazar (Dominica post festum circumcisionis Christi / Sonntag nach der Beschneidung Christi) BWV 58, 153
Görünme kutsal günü (Festo epiphanias/Epiphanis) BWV 65, 123
Görünme ertesi 1. pazar (Dominica 1 post epiphanias/1.Sonntag nach Epiphanias) BWV 32, 124, 154, 217
Görünme ertesi 2. pazar BWV 3, 13, 155
Görünme ertesi 3. pazar BWV 72, 73, 111, 156
Görünme ertesi 4. pazar BWV 14, 81
70. Gün (Septaugesimae) BWV 84, 92, 144
60. Gün (Sexagesimae) BWV 18, 126, 181
Paskalya öncesi 7. pazar (Estomihi) BWV 22, 23, 127, 159
Paskalya öncesi 4. pazar (Oculi) BWV 80a
Hurma pazarı (dominica palmarum aut festo Mariae annunciations/Palm – Sonntag/Fest Mariae Verkündigung) BWV 182
1. Paskalya günü (feria paschatos/Osterfest) BWV 4, 15, 31, 160, 249
2. Paskalya günü (2. feria paschatos/2. Osterfesttag) BWV 6, 66
3. Paskalya günü (3. feria paschatos/3. Osterfesttag) BWV 134, 145, 158
Akpazar/Küçük paskalya (Quasimodogeniti/Weisser Sontag) BWV 42, 67
Paskalya ertesi 2. Pazar (Misericordia Domini) BWV 85, 104, 112
Paskalya ertesi 3. Pazar (Jubilate) BWV 12, 103, 146
Paskalya ertesi 4. Pazar (Cantate) BWV 108, 166
Paskalya ertesi 5. Pazar (Rogate) BWV 86, 87
İsa’nın göğe çıkışı günü (festo ascensionis Christi/Himmelfahrt Christi) BWV 11, 37, 43, 128
Paskalya ertesi 6. Pazar (Exaudi) BWV 44, 183
Pentakot 1. Günü (festo pentecostes/Pfingstfest/1. Pfingsfesttag) BWV 34, 59, 74, 172, 218
Pentakot 1. Günü (feria pentecostes/Pfingstfest/2. Pfingsfesttag) BWV 68, 173, 174
Pentakot 3. Günü BWV 175, 184
Üçlübirlik günü ertesi 2. Pazar BWV 2, 76
Üçlübirlik günü ertesi 3. Pazar BWV 21, 135
Üçlübirlik günü ertesi 4. Pazar BWV24, 177, 185
Üçlübirlik günü ertesi 5. Pazar BWV 88, 93
Üçlübirlik günü ertesi 6. Pazar BWV 9, 170
Üçlübirlik günü ertesi 7. Pazar BWV 107, 186, 187, ek1
Üçlübirlik günü ertesi 8. Pazar BWV 45, 136, 178
Üçlübirlik günü ertesi 9. Pazar BWV 94, 105, 168
Üçlübirlik günü ertesi 10. Pazar BWV 46, 101, 102
Üçlübirlik günü ertesi 11. Pazar BWV 113, 179, 199
Üçlübirlik günü ertesi 12. Pazar BWV 35, 69, 137
Üçlübirlik günü ertesi 13. Pazar BWV 33, 77, 164
Üçlübirlik günü ertesi 14. Pazar BWV 17, 25, 78
Üçlübirlik günü ertesi 15. Pazar BWV 51, 99, 100, 128
Üçlübirlik günü ertesi 16. Pazar BWV 8, 27, 95, 106, 161
Üçlübirlik günü ertesi 17. Pazar BWV 47, 114, 148
Üçlübirlik günü ertesi 18. Pazar BWV 96, 169
Üçlübirlik günü ertesi 19. Pazar BWV 5, 48, 56, ek2
Üçlübirlik günü ertesi 20. Pazar BWV 49, 162, 180
Üçlübirlik günü ertesi 21. Pazar BWV 38, 98, 100, 109, 188
Üçlübirlik günü ertesi 22. Pazar BWV 55, 89, 115
Üçlübirlik günü ertesi 23. Pazar BWV 52, 139, 163
Üçlübirlik günü ertesi 24. Pazar BWV 26, 60
Üçlübirlik günü ertesi 25. Pazar BWV 90, 116
Üçlübirlik günü ertesi 26. Pazar BWV 70
Üçlübirlik günü ertesi 27. Pazar BWV 140
Meryem’in arınması (festo purificationis Mariae/Fest Mariä Reinigung) BWV 82, 83, 125, 157, 158, 161
Meryem’e haber günü (festo annunciationis Mariae/Fest Mariä Verkündigung) BWV 1, 182
Meryem ziyareti (feto visitationis Mariae/Fest Mariä Heimsuchung) BWV 10, 147
Johannes günü (festo St. Joannis Baptistae/Fest Johannis des Täufers/Johannisfest) BWV 7, 30, 167, 220
Mihael günü (festo Michaelis/Michaelisfest) BWV 19, 50, 130, 149, 219
Reform bayramı (31 Ekim, festo reformationis/Reformationsfest) BWV 79, 80
Hangi güne özgü olduğu belirtilmemiş dinsel kantatlar: BWV 21, 51, 54, 97, 117, 131, 150, 189, 192, 200, 221,22, 223, 224
Seçim kantatları: BWV 71, 119, 69, ek4, 120, 69a, ek3, 29, 137, 193
Evlilik kantatları: BWV 34a, 120a, 195, 196, 197
Org kutsaması: BWV 194
Cenaze müzikleri: BWV 53, 106, 118, 157, 198, ek16, 17
Dünyasal kantatlar: BWV 30a, 46a, b, c, 134a, 173a, 193a, 201, 205, 205a, 206, 207, 207a, 208, 208a, 209, 210, 210a, 211, 216, 216a, 249a, b, ek5-15, 18 – 19.
BWV 225 Singet dem Herrn ein neues Lied (Efendimize yeni bir şarkı söyleyin)
BWV 226 Der Geist hilft unsrer Schwachheit (Ruh, güçsüzlüğümüzde destek olur)
BWV 227 Jesu meine freude (İsa, sevincim)
BWV 228 Fürchte dich nicht, ich bin bei dir (Korkma, yanındayım)
BWV 229 Komm, Jesu, komm! (Gel İsa, gel!)
BWV 230 Lobet den Herrn, alle Heiden (Efendimizi övün, tüm dinsizler)
BWV 231 Sei Lob und Preis mit Ehren (Saygıyla övgü sana)
BWV 232 si minör missa, Leipzig 1733
BWV 233 Fa Majör missa, Leipzig 1737?
BWV 234 La majör missa, Leipzig 1737/38?
BWV 235 si minör missa, Leipzig 1737?
BWV 236 Sol Majör missa, Leipzig 1737/38?
BWV 237-242 Missa bölümleri (Do Majör, Re Majör, re minör, Sol Majör, 5 Re Majör Sanctus, 1 sol minör Christe elesion)
BWV 243 Re Majör Magnificat (ilk versiyonu Mi-bemol Majör)
BWV 244 St. Matthew Passion (Matthäuspassion) Matta azabı
BWV 245 St. John Passion (Johannespassion) Yahya azabı
BWV 246 St. Luke Passion (Lukaspassion) Luka azabı
BWV 247 St. Mark Passion (Markuspassion) Mark azabı
BWV 248 Cristmas Oratorium (Weihnachts-Oratorium) Noel Oratoryosu
BWV 249 Easter Oratorium (Oster-Oratorium) Paskalya Oratoryosu
BWV 439-507 Dinsel şarkı ve aryalar (Schemelli’nin şarkı albümünden şifreli ve şifresiz bas ile)
BWV 508-518 Şarkılar ve aryalar (Anna Magdalena Bach’ın 2. albümünden, 1725)
BWV 519-523 Beş dinsel şarkı
BWV 524 Qoudlibet (eksiktir)
BWV 525-530 Trio sonatlar
Forkel’in bildirdiğine göre Sebastian Bach “iki klavye ve bir pedal için 6 sonat”ı en büyük oğlu William Friedmann (d.1710) için yazmıştır. Başlığını yanlış yorumlayanlar bu eserleri Bach’ın evinde kullandığı bilinen pedalli klavsen için yazdığını ileri sürmüşlerse de org eserleri olduğu kesindir. BWV 528 eser sayılı sonatın ilk bölümü 1723’te yazılmış bir kantatın giriş bölümünden uyarlanmış olduğuna göre hepsi sonatların hepsi, Bach’In Leipzig’deki ilk yıllarında yazılmış ve üstün yetenekli oğlu tarafından çok geçmeden eğitim materyalleri olarak kullanılmış olabilir. İtalyan stilinde konçerto formunun hızlı-yavaş-hızlı akışlı üç bölümlü (sadece BWV 528’de ilk kısa ve yavaş bir giriş |
vardır) yapısını gösteren sonatların hızlı bölümleri genellikle A-B-A formundadır. A kısımları biçimsel benzerlik gösterirken, B kısımları daha hareketli ve geliştirimsel niteliklidir. Bach’ın konçertolarında görülen birlikte girişli ve rondo formuna yakın biçimsel kuruluş bu hızlı bölümlerde de gözlemlenebilir. Bölümler ana tonalitelerde etkileyici bir ana düşünce ile başlayıp biter. Gerekli geçişleri gerçekleştiren zıt nitelikli yan kesimlerin arasına ana konunun yakın tonlara aktarılmış biçimleri serpiştirilir. Ağır akışlı orta bölümler daha yalın bir yapı gösterir. Her iki üst parti ezgisel çizgiyi örerken bas partisi destekleme işlevini görür. A-B-A biçimi bu bölümlerde de sık görülür.
Bu altı sonatta Bach, iki ezgi çalgısı ile sürekli bas için trio sonat alanındaki deneylerini sürdürür. Trio sonatların en az üç çalıcı (eğer sürekli bas bir bas çalgısı ile pekiştirilecekse dört çalıcı) tarafından seslendirilmeleri gerekirken, Bach Köthen’de yazdığı sanılan Keman, Klavsen sonatlarında, solo çalgılarından birinin partisini klavsenin sağ eline, sürekli bası ise sol eline yazmıştır. Bu sayede üç çalıcı gerekirken sadece iki çalıcının seslendirebilmesine olanak sağlamış, org sonatlarında ise iki ezgi partisini olgun elle çalınan klavye partilerine, bası da ayakla çalınan pedal partisine yazarak tek bir kişinin seslendirebileceği trio sonatlar yazmıştır. Bach’ın diğer org eserlerinden alıştığımız dolgun tınlayış yerine bu sonatlarda baştan sona hemen hemen yalnızca üç partili yazı buluruz.
Trio Sonat no.1 BWV 525 Mi-bemol Majör
I. Tempo belirtilmemiş (Allegro) - II. Adagio - III. Allegro.
Trio Sonat no.2 BWV 526 do minör
I. Vivace - II. Largo - III. Allegro.
Trio Sonat no.3 BWV 527 re minör
I. Andante - II. Adagio e dolce - III. Vivace.
Trio Sonat no.4 BWV 528 mi minör
I. Adagio-Vivace - II. Andante - III. Un poco allegro
Trio Sonat no.5 BWV 529 Do Majör
I. Allegro - II. Largo - III. Allegro
Trio Sonat no.6 BWV 530 Sol Majör
I. Vivace - I. Lento - III. Allegro
BWV 531-582 Prelüd ve Fügler
Bach’ın org için yazdığı prelüd ve füglerden 30 tanesi birer çift oluşturur (Prelüd ön çalınış anlamında ve ardından genellikle bir füg takip eder) diğerleri tek prelüd ya da füg bölümü olanlardır. Prelüdlerin birkaçı Toccata ya da Fantazi gibi müziksel olarak yakın başlıklar taşır.
BWV 531 Do Majör Prelüd ve Füg
BWV 532 Re Majör Prelüd ve Füg
BWV 533 mi minör Prelüd ve Füg
BWV 534 fa minör Prelüd ve Füg
BWV 535 sol minör Prelüd ve Füg
BWV 536 La Majör Prelüd ve Füg
BWV 537 do minör Prelüd ve Füg
BWV 538 re minör Toccata ve Füg
BWV 539 re minör Prelüd ve Füg
BWV 540 Fa Majör Toccata ve Füg
BWV 541 Sol Majör Prelüd ve Füg
BWV 542 sol minör Fantezi ve Füg
BWV 543 la minör Prelüd ve Füg
BWV 544 si minör Prelüd ve Füg
BWV 545 Do Majör Prelüd ve Füg
BWV 546 do minör Prelüd ve Füg
BWV 547 Do Majör Prelüd ve Füg
BWV 548 mi minör Prelüd ve Füg
BWV 549 do minör Prelüd ve Füg
BWV 550 Sol Majör Prelüd ve Füg
BWV 551 la minör Prelüd ve Füg
BWV 552 Mi-bemol Majör Prelüd ve Füg
BWV 553-560 Sekiz küçük Prelüd ve Füg
BWV 553 Do Majör BWV 557 Sol Majör
BWV 554 re minör BWV 558 sol minör
BWV 555 mi minör BWV 559 la minör
BWV 556 Fa Majör BWV 560 Si-bemol Majör
BWV 561 La Majör Fantezi ve Füg
BWV 562 Do Majör Fantezi ve Füg
BWV 563 Fantasia con Imıtatione (Benzetmeli fantezi) si minör
BWV 564 Do Majör Toccata, Adagio ve Füg
BWV 565 re minör Toccata ve Füg
BWV 566 Mi Majör Toccata
BWV 567 Do Majör Prelüd
BWV 568 Sol Majör Prelüd
BWV 569 la minör Prelüd
BWV 570 Do Majör Fantazi
BWV 571 Sol Majör Fantazi
BWV 572 Sol Majör Fantazi
BWV 573 Do Majör Fantazi
BWV 574-579 Küçük org fügleri
BWV 574 do minör Füg BWV 577 Sol Majör Füg “Alla Gigue”
BWV 575 re minör Füg BWV 578 sol minör Füg
BWV 576 Sol Majör Füg BWV 579 si minör Füg
BWV 580 Re Majör Füg
BWV 581 Sol Majör Füg
BWV 582 do minör Paskalya ve Füg
BWV 583 re minör trio
BWV 584 sol minör trio
BWV 585 do minör trio
BWV 586 Sol Majör trio
BWV 587 Fa Majör Arya
BWV 588 re minör Kanzon
BWV 589 Re Majör Alla breve
BWV 590 Fa Majör Pastoral
BWV 591 Küçük Uyumlu Labirent
BWV 592-597 Org için 6 Konçerto
Bestelenişleri Weimar’da belki J.Gottfried Walther’in benzer çalışmalarının etkisiyle. Üçü Vivaldi’nin iki genç yaşta ölen Weimar dükü Johann Ernst’in, biri de kimliği belirlenememiş bir bestecinin keman konçertosundan uyarlanmıştır.
BWV 592 Org Konçertosu no.1 Sol Majör
BWV 593 Org Konçertosu no.2 la minör
BWV 594 Org Konçertosu no.3 Do Majör
BWV 595 Org Konçertosu no.4 Do Majör
BWV 596 Org Konçertosu no.5 re minör
BWV 597 Org Konçertosu no.6 Mi-bemol Majör
BWV 598 Org için pedal alıştırması. (Pedal-Exercitium)
BWV 599-644 Org kitabı (Orgelbüchlein)
BWV 645-650 Çeşitli Türden Altı Koral
BWV 651-668 Çeşitli Türden Onsekiz Koral
BWV 669-689 Koral işlemeleri
BWV 690-713 Kirnberger Dermesi’nden Koral İşlemeleri
BWV 714-740 Koral İşlemeleri
BWV 741-765 Koral Prelüdleri
BWV 766-768 Çeşitlemeler (Partite Diverse)
BWV 769 Kanonsal çeşitlemeler
BWV 770 Çeşitlemeler (Partite Diverse)
BWV 771 Çeşitlemeler
BWV 772-801 İki ve Üç Sesli Envansiyonlar
Klavsen için 20 tane eğitici parçadan oluşur. İlk biçimleri Bach’ın 9 yaşındaki oğlu Wilhelm Friedmann için 22 Ocak 1720 günü yazmaya başladığı nota kitabında Praeambulum ve Fantasia başlıklarıyla, son biçimleri de Bach’ın kendi eliyle yazdığı bir kitap biçimindedir. Bu kitabın kapağında, amacının klavsen çalmayı sevenlere ve özellikle öğrenmek isteyenlere, bu konuda kılavuzluk olduğunu belirtir. 2 partili olanlar açık seçik çalabilme, 3 partili olanlar ise doğru ve iyi biçimde üstesinden gelebilme, buluşlar üretme ve geliştirme, çalıcılıkta ezgisel bir biçime ulaşabilme ve üretmekten güçlü bir ön haz alma gibi amaçları vardır.
BWV 772-786 İki Sesli Envansiyonlar BWV 787-801 Üç Sesli Envansiyonlar
No.1 Do Majör No.1 Do Majör
No.2 do minör No.2 do minör
No.3 Re Majör No.3 Re Majör
No.4 re minör No.4 re minör
No.6 Mi-bemol Majör No.6 Mi-bemol Majör
No.7 mi minör No.7 mi minör
No.8 Fa Majör No.8 Fa Majör
No.9 fa minör No.9 fa minör
No.10 Sol Majör No.10 Sol Majör
No.11 sol minör No.11 sol minör
No.12 La Majör No.11 sol minör
No.13 la minör No.13 la minör
No.14 Si-bemol Majör No.14 Si-bemol Majör
No.15 si minör No.15 si minör
İngiliz Suitleri
Prelüdleri olmakla Fransız suitlerinden ayrılan bu altı suit için neden “İngiliz” nitelemesinin eklendiği bilinmemektedir. Kimi yazar bir İngiliz için bestelenmiş olabileceklerini, kimiyse Londra’da etkinlik gösteren Dieupart ve Händel’in suitlerine benzerlik gösterdikleri için bu adı almış olabileceklerini ileri sürer.
Fransız Suitleri
Prelüdlerinin olmayışı ile İngiliz suitlerinden ayrılan bu altı suite “Fransız Suitleri” başlığını Bach’In verdiği sanılmıyor. Bu başlığın yakıştırılmasında neden olarak olsa-olsa bölümlerinin özlü oluşu gösterilebilir. İlk beş suit Anna Magdalena Bach için Köthen’de 1722’de yazılmaya başlanan nota kitabında bulunduğuna göre bu sıralarda yazılmış olabilir.
BWV 806-811 İngiliz Suitleri BWV 812-817 Fransız Suitleri
No.1 La Majör No.1 re minör
No.2 la minör No.2 do minör
No.3 sol minör No.3 si minör
No.4 Fa Majör No.4 Mi-bemol Majör
No.5 mi minör No.5 Sol Majör
No.6 re minör No.6 Mi Majör
BWV 818 la minör Suit
BWV 818a la minör suit (yeniden düzenlenmiş)
BWV 819 Mi-bemol Majör Suit
BWV 820 Fa Majör uvertür (suit)
BWV 821 Si-bemol Majör suit
BWV 822 sol minör suit
BWV 823 fa minör suit
BWV 824 La Majör suit
BWV 825-830 Altı Partita
No.1 Si-bemol Majör
No.2 do minör
No.3 la minör
No.4 Re Majör
No.5 Sol Majör
No.6 mi minör
BWV 831 si minör Partita “Fransız uvertürü”
BWV 832 La Majör Partita
BWV 833 Fa Majör Prelüd ve Partita
BWV 834-845 Çeşitli suit bölümleri
BWV 834 do minör Allemande BWV 840 Sol Majör Courante
BWV 835 la minör Allemande BWV 841 Sol Majör Menuet
BWV 836 sol minör Allemande BWV 842 sol minör Menuet
BWV 837 sol minör Allemande BWV 843 Sol Majör Menuet
BWV 838 Allemande ve Courante BWV 844 re minör Scherzo
BWV 839 sol minör Sarabande BWV 845 fa minör Gigue
BWV 846-893 Eşit Düzenlenmiş Klavye (Das Wohltemperierte Klavier)
BWV 846 Do Majör 4 sesli
BWV 847 do minör 3 sesli
BWV 848 Do-diyez Majör 3 sesli
BWV 849 do-diyez minör 5 sesli
BWV 850 Re Majör 4 sesli
BWV 851 re minör 3 sesli
BWV 852 Mi-bemol Majör 3 sesli
BWV 870 Do Majör 3 sesli
BWV 871 do minör 4 sesli
BWV 872 Do-diyez Majör 3 sesli
BWV 873 do-diyez minör 3 sesli
BWV 874 Re Majör 4 sesli
BWV 875 re minör 3 sesli
BWV 876 Mi-bemol Majör 4 sesli
BWV 853 mi-bemol minör 3 sesli
BWV 854 Mi Majör 3 sesli
BWV 855 mi minör 2 sesli
BWV 856 Fa Majör 3 sesli
BWV 857 fa minör 4 sesli
BWV 858 Fa-diyez Majör 3 sesli
BWV 859 fa-diyez minör 4 sesli
BWV 860 Sol Majör 3 sesli
BWV 861 sol minör 4 sesli
BWV 862 La-bemol Majör 4 sesli
BWV 863 sol-diyez minör 4 sesli
BWV 864 La Majör 3 sesli
BWV 865 la minör 4 sesli
BWV 866 Si-bemol Majör 3 sesli
BWV 867 si-bemol minör 5 sesli
BWV 868 Si Majör 4 sesli
BWV 869 si minör 4 sesli
BWV 877 mi-bemol minör 4 sesli
BWV 878 Mi Majör 4 sesli
BWV 879 mi minör 3 sesli
BWV 880 Fa Majör 3 sesli
BWV 881 fa minör 3 sesli
BWV 882 Fa-diyez Majör 3 sesli
BWV 883 fa-diyez minör 3 sesli
BWV 884 Sol Majör 3 sesli
BWV 885 sol minör 4 sesli
BWV 886 La-bemol Majör 4 sesli
BWV 887 sol-diyez minör 3 sesli
BWV 888 La Majör 3 sesli
BWV 889 la minör 3 sesli
BWV 890 Si-bemol Majör 3 sesli
BWV 891 si-bemol minör 4 sesli
BWV 892 Si Majör 4 sesli
BWV 893 si minör 3 sesli
BWV 894 la minör Prelüd ve Füg
BWV 895 la minör Prelüd ve Füg
BWV 896 La Majör Prelüd ve Füg
BWV 897 la minör Prelüd ve Füg
BWV 898 Si-bemol Majör Prelüd ve Füg
BWV 899 re minör Prelüd ve Küçük Füg
BWV 900 mi minör Prelüd ve Küçük Füg
BWV 901 Fa Majör Prelüd ve Küçük Füg
BWV 902 Sol Majör Prelüd ve Küçük Füg
BWV 903 re minör Kromatik Fantezi ve Füg
BWV 904 la minör Fantezi ve Füg
BWV 905 re minör Fantezi ve Füg
BWV 906 do minör Fantezi ve Füg
BWV 907 Si-bemol Majör Fantezi ve Füg
BWV 908 Re Majör Fantezi ve Füg
BWV 909 do minör Konçerto ve Füg (Bach’ın oldu kesin değildir)
BWV 910 fa-diyez minör Toccata ve Füg
BWV 911 do minör Toccata ve Füg
BWV 912 Re M |
ajör Toccata ve Füg
BWV 913 re minör Toccata ve Füg
BWV 914 mi minör Toccata ve Füg
BWV 915 sol minör Toccata ve Füg
BWV 916 Sol Majör Toccata ve Füg
BWV 917 sol minör Fantezi
BWV 918 do minör Fantezi
BWV 919 sol minör Fantezi
BWV 920 do minör Prelüd
BWV 921 la minör Prelüd
BWV 922 si minör Prelüd
BWV 923-932 Dokuz Küçük Prelüd
BWV 933-938 Altı Küçük Prelüd
BWV 939-943 Beş Küçük Prelüd
BWV 944-962 Çeşitli Fügler ve Fügatolar
BWV 963 Re Majör Sonat
BWV 964 re minör Sonat
BWV 965 la minör Sonat
BWV 966 Do Majör Sonat
BWV 967 la minör Sonat
BWV 968 Sol Majör Adagio (BWV 1005, 3. Solo keman sonatından ilk bölümün uyarlamasıdır)
BWV 969 sol minör Andante (Bach’ın olduğu kuşkuludur)
BWV 970 re minör Presto (Bach’ın olduğu kuşkuludur)
BWV 971 İtalyan Konçerto, Fa Majör
I. Tempo belirtilmemiş - II. Andante - III. Presto
Büyük grup (tutti) ile küçük grup (concertino) arasında çekişmeli olarak çalınarak yapılan müzik ilkesine dayanan barok konçertoyu Bach iki klavyeli klavsene uyarlamıştır. Bunu alt klavyeyi tutti, üst klavyeyi de concertino olarak kullanmış ve bunu da partisyon üzerinde forte ve piano olarak belirtmiştir. Birinci bölüm üç konulu tipik bir konçertodur. İkinci bölüm ezgisel yapısı ile dikkati çeker, sürekli bir bas hareketi devam ederken bir keman konçertosunun ikinci bölümünü andıran bir yapıda işlenir. Üçüncü bölüm ise son derece canlı ve çekişmelidir. Adeta bir orkestra konçertosu gibidir.
BWV 972-987 Solo Klavsen için Konçertolar
BWV Goldberg Varyasyonları (30 Çeşitlemeli Aria)
Çariçe Büyük Katarina’nın Saksonya sarayı katındaki elçisi Kont Hermann Carl von Kaiserling’e uyuyabilmesi için her gece müzik çalmakla görevli olan, Johann Gottlieb Goldberg için bestelenmiştir. Bu yüzden başlığı da “Goldberg Varyasynları”dır. Bach’ın en önemli eserleri arasında yer alır, Aria adlı konusu kimin olduğu bilinmeyen ve ilk kez Anna Magdalena’nın 1725 tarihli 2. Nota kitabında görülen bir sarabanddır. Dizinin en başında ve en sonunda birer kez çalınan bu aryanın 32. Ölçülük bası üzerine kurulmuş ve çeşitlemeler bir yandan büyük çeşitlilik gösterirken öte yandan benzer özelliklerle de diziye bakışık bir çatı kurarlar. Her üçüncü çeşitlemede (3, 6, 9, 12, 15, 18, 21, 24 ve 27 sırasayılılar) kanon örgüsünde olup benzet-leme aralığı birliden sırayla dokuzluya dek açılır. Son çeşitlemede “Lahana ile Pancar beni kaçırdı” ve “Nicedir seninle olamadım” adlı halk ezgilerini örgüsüne kattığından qoudlibet başlığını taşır.
BWV 989 İtalyan biçiminde çeşitlemeli aria, la minör
BWV 990 Saraband ve çeşitlemeler, Do Majör (Bach’ın olduğu kuşkulu sayılır)
BWV 991 Arya ve çeşitlemeler (Bach’ın olduğu kuşkulu sayılır)
BWV 992 Çok sevgili Ağabeyinin ayrılışı üzerine Kapris, Mi Majör
BWV 993 mi minör Kapris
BWV 994 Do Majör Applicatio
BWV 995 Lavta suiti no.3 sol minör
BWV 996 Lavta suiti no.1 mi minör
BWV 997 do minör Partita
BWV 998 Prelüd, Füg ve Allegro, Mi-bemol Majör
BWV 999 do minör Prelüd
BWV 1000 sol minör Füg
BWV 1001-1006 Solo Keman için 3 Sonat ve 3 Partita
Bach’ın eşliksiz solo çalgılar için yazdıklarının doruğu, dehasının en önemli kanıtları sayılan ve bugün “Altı sonat” olarak adlandırılan bu solo keman eserleri gerek bütün olarak, gerekse tek bölümleri ile sık sık seslendirilmektedir. İşlenişinde yer-yer gölülen geniş ve dört sesli akorların Bach zamanında daha eğimli olan (bugün Bach yayı olarak bilinen) keman yayı ile ancak çalına-bildiği sanılır. Bestecinin “sonat” başlığını verdiği eserler kilise sonatının ağır-hızlı-ağır-hızlı dizilişli dört bölümünü, “partita” adını verdikleriyse barok suit bölümlerini art arda dizer. Hepsinin 1720 civarında Köthen’de bestelenmiş oldukları düşünülmektedir.
BWV 1001-1006 Solo keman için 3 sonat ve 3 partita
Sonat no.1 BWV 1001 sol minör Partita no.1 BWV 1002 si minör
Sonat no.2 BWV 1003 la minör Partita no.2 BWV 1004 re minör
Sonat no.3 BWV 1005 Do Majör Partita no.3 BWV 1006 Mi Majör
BWV 1007-1012 Solo viyolonsel için 6 Suit
Suit no.1 BWV 1007 Sol Majör Suit no.4 BWV 1010 Mi-bemol Majör
Suit no.2 BWV 1008 re minör Suit no.5 BWV 1011 do minör
Suit no.3 BWV 1009 Do Majör Suit no.6 BWV 1012 Re Majör
BWV 1013 Solo Flüt için Sonat (Partita), la minör
BWV 1014-1019 Keman ve Klavsen için 6 sonat
Sonat no.1 BWV 1014 si minör Sonat no.4 BWV 1017 do minör
Sonat no.2 BWV 1015 La Majör Sonat no.5 BWV 1018 fa minör
Sonat no.3 BWV 1016 Mi Majör Sonat no.6 BWV 1019 Sol Majör
BWV 1020 Flüt ve Klavsen için Sonat sol minör
BWV 1021 Keman ve Sürekli Bas için Sonat Sol Majör
BWV 1022 Keman ve Klavsen için Sonat Fa Majör
BWV 1023 Keman ve Sürekli bas için Sonat mi minör
BWV 1024 Keman (ya da Flüt) ve Sürekli bas için Sonat do minör
BWV 1025 Keman ve Klavsen için Suit La majör
BWV 1026 Keman ve Klavsen için Füg sol minör
BWV 1027 Viyola da Gamba ve Klavsen için Sonat no.1 Sol Majör
BWV 1028 Viyola da Gamba ve Klavsen için Sonat no.2 Re Majör
BWV 1029 Viyola da Gamba ve Klavsen için Sonat no.3 sol minör
BWV 1030 Flüt ve Klavsen için Sonat no.1 si minör
BWV 1031 Flüt ve Klavsen için Sonat no.2 Mi-bemol Majör
BWV 1032 Flüt ve Klavsen için Sonat no.3 La Majör
BWV 1033 Flüt ve Sürekli bas için Sonat no.1 Do Majör
BWV 1034 Flüt ve Sürekli bas için Sonat no.2 mi minör
BWV 1035 Flüt ve Sürekli bas için Sonat no.3 Mi Majör
BWV 1036 İki keman (ya da Flüt ve Obua) ve Klavsen için Sonat no.1 re minör
BWV 1037 İki keman (ya da Flüt ve Obua) ve Klavsen için Sonat no.2 Do Majör
BWV 1038 İki keman (ya da Flüt ve Obua) ve Klavsen için Sonat no.3 Sol Majör
BWV 1039 İki keman (ya da Flüt ve Obua) ve Klavsen için Sonat no.4 Sol Majör
BWV 1040 Keman, Obua ve Sürekli bas için Çalgısal bölüm, Fa Majör
BWV 1041-1045 Keman Konçertoları
BWV 1041 Keman, Yaylı Çalgılar ve Sürekli bas için Konçerto no.1 la minör
BWV 1042 Keman, Yaylı Çalgılar ve Sürekli bas için Konçerto no.2 Mi Majör
BWV 1043 İki Keman, Yaylı Çalgılar ve Sürekli bas için İkili Konçerto re minör
BWV 1044 Flüt, Keman, Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Üçlü Konçerto la minör
BWV 1045 Keman ve Orkestra için Sinfonia Re Majör
BWV 1046-1051 Brandenburg Konçertoları
BWV 1046 Brandenburg Konçertosu no.1 Fa Majör
BWV 1047 Brandenburg Konçertosu no.2 Fa Majör
BWV 1048 Brandenburg Konçertosu no.3 Sol Majör
BWV 1049 Brandenburg Konçertosu no.4 Sol Majör
BWV 1050 Brandenburg Konçertosu no.5 Re Majör
BWV 1051 Brandenburg Konçertosu no.6 Si-bemol Majör
BWV 1052-1058 Klavsen Konçertoları
Leipzig’de Telemann Derneği Dinletileri için 1730-33 evresi keman konçertolarından (BWV 1052, 1054-1058) ve belki kilise kantatlarından (BWV 1053) uyarlamıştır. 7 klavsen konçertosu içinde bugün en çok sevilen ve sık seslendirilenleri 1. ve 5. konçertodur.
BWV 1052 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.1 re minör
BWV 1053 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.2 Mi Majör
BWV 1054 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.3 Re Majör
BWV 1055 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.4 La Majör
BWV 1056 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.5 fa minör
BWV 1057 Klavsen, 2 Blokflüt ve Yaylı Çalgılar için Konçerto (no.7) Fa Majör
BWV 1058 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.7 sol minör
BWV 1059 (Tamamlanmamış bir klavsen konçertosu olduğu düşünülür. Günümüzde genellikle orijinalinin bir obua konçertosu olabileceği sanılarak BWV 35 eser sayılı kantatından sinfonia
ve aradaki allegro bölümü, ikinci bölüm için de 5. klavsen konçertosunun ağır bölümü kullanı-larak yeniden düzenlenmiştir.)
BWV 1060 2 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.1 do minör
BWV 1061 2 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.2 Do majör
BWV 1062 2 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.3 do minör
BWV 1063 3 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.1 re minör
BWV 1064 3 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto no.2 Do Majör
BWV 1065 4 Klavsen ve Yaylı Çalgılar için Konçerto la minör
BWV 1066-1070 Orkestra Suitleri (Uvertürler)
BWV 1066 Suit no.1 Do Majör (2 Ob. Fgt. Yaylılar ve Sürekli bas için)
BWV 1067 Suit no.2 si minör (Flt. Yaylılar ve Sürekli bas için)
BWV 1068 Suit no.3 Re Majör (2 Ob. 1 Fgt. 3 Trp. Timp. Yaylılar ve Sürekli bas için)
BWV 1069 Suit no.4 Re Majör (3 Ob. 1 Fgt. 3 Trp. Timp. Yaylılar ve Sürekli bas için)
BWV 1070 Yaylılar ve Sürekli bas için Suit sol minör (Bach’ın olduğu kuşkuludur)
BWV 1071 Sinfonia, Fa Majör (1. Brandenburg Konçertosunun 3. Bölümü ve Polacca kısmı çıkarılarak yapılmış bir yeniden düzenlemesidir)
BWV 1072 Sekiz Partili Kanon (Marpurg için)
BWV 1073 Dört Partili Kanon L. F. Hudemann için)
BWV 1074 Dört Partili Kanon (J. M. Gesner için)
BWV 1075 İki Partili Kanon (Mizler’in derneği için için)
BWV 1076 Altı Partili Kanon (J. G. Fulde için)
BWV 1077 Üç Partili Kanon (J. Walther için)
BWV 1078 Yedi Partili Kanon (Belki B. Schmidt/Faber için)
BWV 1079 Müzikal Sunu (The Musical Offering/Musicalisches Opfer)
BWV 1080 Füg Sanatı (Die Kunst der Fuge/The Art of the Fuga)
Peano aksiyomları
Peano aksiyomları, doğal sayılar kümesinin tanımını vermekte kullanılan, Giuseppe Peano ve Julius Wilhelm Richard Dedekind tarafından ortaya konmuş dört temel ve bir yardımcı aksiyomdur. Bu aksiyomlar:
a. Verilen küme boş değildir. 1 adı verilen bir nesne içerir.
formula_1
b. Her doğal sayı için onun ardılı denilen başka bir doğal sayı ve yalnızca bir doğal sayı vardır.
c. Ardılı 1 olan hiçbir doğal sayı yoktur.
d. İki doğal sayının ardılları eşitse, bu iki doğal sayı da eşittir.
e. Eğer herhangi bir doğal sayı topluluğu 1'i içeriyorsa, ve herhangi bir doğal sayıyı içerdiğinde o doğal sayının ardılını da içerme özelliği varsa, o zaman bu topluluk gerçekte bütün doğal sayıları içerir.
Matematikçiler arasında doğal sayıların hala sıfır ile mi yoksa bir ile mi başlaması gerektiği konusu tartışılmaktadır.
Karşılaştırınız: doğal sayılar, sayma sayıları
Sayma sayıları
Sayma sayıları, 1'den başlayarak sonsuza kadar olan sayılar kümesine verilen isimdir. Başka bir deyişle pozitif (+) doğal sayılar kümesi olarak da tanımlanabilir. Bu tanım, sıfır doğal sayı olarak kabul edildiğinde doğal sayılar kümesinden farklılık gösterir. Bu sayıları bazı nesneleri |
saymak ve sayısını belirlemek için kullanırız. (bakınız: Peano Aksiyomları). Sayma sayıları formula_1 şeklinde tanımlıdır.
Matematiksel sabit
En çok kullanılan matematiksel sabitler pi sayısı, e sayısı (doğal logaritma tabanı) ve i sayısıdır.
pi sayısı bir çemberin çevresinin çapına oranı ya da bir dairenin alanının yarıçap karesine oranı olarak ifade edilir.
"e" sayısı, Leonard Euler'in isminden gelir ve kabaca tanımı f(x) = 1/x fonksiyonunun eğrisi altında bir birim karelik alan sınırlanabilmesi için x=1 doğrusunun sağında seçilecek doğrunun x eksenini kestiği noktadır. Yani doğru x = e olarak seçilirse altta kalan şekil bir birim kare olacaktır. Bu eşitlik integral ile :
formula_1 şeklinde ifade edilir.
e sayısının başka bir tanımıysa bir dizi limiti tarafından verilir (integral Riemann toplamına açıldığında aslında iki tanımın özdeş olduğu ortaya çıkar.)
formula_2
"Pi" ve "e" sayıları reel sayılardır.
"i" sayısı ise karmaşık sayıların tanımlanmasında kullanılan bir sabittir ve formula_3 olarak tanımlıdır.
Bunlar temel sabitler olup, bunların haricinde pek çok sabit bulunmaktadır.
Kullanılan kısaltmalar:
Mathcad
Mathcad yazılımı, bir kelime işlemcisi gibi (örneğin Microsoft Word) belgeler oluştururken aynı anda matematik işlemler yapabilmenize olanak tanır. Mathcad yazılımı, Microsoft Excel'e benzer şekilde, sayfa içinde yaptığınız değişiklikleri anında bütün hesaplamalara yansıtır. Mathcad yazılımının bir diğer önemli özelliği ise, işlemlerde birim kullanımına izin vermesidir. Böylece, hesaplamalarınızda boyutsal homojenliği kontrol edebilir ve sonuçlarınızı istediğiniz birimlerle gösterebilirsiniz.
Önerme
Mantıkta, öne sürülen bir ifadenin, değeri ya doğru ya da yanlış olmak zorunda olan içeriğine önerme denir. Kesin olan cümleler yanlış veya doğru da olsa önermedir. Ayrıca cümlenin yanlış veya doğru olduğunun bilinmesi gerekmez. Önerme arasına bir cümlede kesinlikle soru ekleri (mi?, mı?) olmaz.
Mantığın önermelerle ilgilenen dalı önermeler mantığıdır.
Tanımdan anlaşılacağı gibi, aynı önerme olmaları için ifadelerin aynı şekilde dile getirilmesi gerekmez. Aşağıdaki önermelerin hepsi aynı önermedir ve değerleri aynıdır (hepsi doğrudur).
Sembolik mantık
Sembolik Mantık' ın anlaşılması için ilk olarak önerme kavramının açıklaması gerekir.
"Önerme"; Bir yargı belirten, doğru veya yanlış olan cümlelere denir. Örneğin; "Ankara, Türkiye'nin güneyindedir." cümlesi bir önermedir ve bu önerme yanlıştır. "1 Ocak, yeni bir yılın başlangıcıdır." önermesi ise doğru bir önermedir.
Önermeler mantığında basit önermeler p, q, r, s, t, v, z... gibi önerme
sembolleriyle gösterilir.
Önerme eklemlerinin sembolik mantıkta kullanımı aşağıdaki tablodaki gibidir.
Değilleme eklemi:
Olumlu bir ifadeyi olumsuz hale, olumsuz bir ifadeyi ise olumlu hale getirir.
Önerme iki defa değillenirse tekrar kendine döner. Yani ~[~(p)]=p
Ve eklemi:
İki basit önermenin "ve eklemi" ile bağlanmasıyla oluşan bileşik önermeye "Tümel evetleme önermesi" denir.Tümel evetleme önermesinde bileşik önermenin doğruluğu, bu bileşik
önermeyi oluşturan bütün bileşenlerin aynı anda doğru olmasına bağlıdır.
Veya eklemi:
İki basit önermenin "veya eklemi" ile bağlanmasıyla oluşan önermeye "tikel evetleme önermesi" denir. Bu önermenin doğru olabilmesi için, önermelerden yalnızca birtanesinin doğru olması gerekli ve yeterdir.
İse eklemi:
İki basit önermenin "ise eklemi" ile bağlanmasıyla oluşan ekleme "koşul önermesi" denir.Koşul önermesinde ön bileşen doğru, sonraki bileşen yanlış değer almışsa bileşik
önerme yanlış değer alır. Diğer durumlarda önerme doğru değer alır.
Ancak ve Ancak Eklemi:
İki basit önerme "ancak ve ancak...ise" ile birleştirilmişse, ortaya çıkan bileşik önermeye
karşılıklı koşul önermesi adı verilir. Bu önerme türünde, bileşenlerin hepsi de aynı
değeri almışsa önerme doğru, diğer hallerde yanlıştır. Dolayısıyla, karşılıklı koşul
ekleminin doğru olabilmesi için, bileşenlerden ikisi de doğru ya da ikisi de yanlış
olmalıdır.
Önermelerin doğruluk değeri D ve Y harfleri ile belirtilir. Önerme doğru ise doğruluk değeri D, yanlış ise doğruluk değeri Y olur. Bu önerme çeşileri tek yargı belirttiği için basit önermedir. Bileşik önermeler iki veya daha çok yargıyı birleştiren önermelerdir. Bu önermelerdeki yargılar mantık eklemleri -ise, ve, veya, ancak ve ancak- ile birbirine bağlanır. Örneğin; " Ali öğretmen veya öğrencidir." Bu cümlede " Ali öğretmendir." ifadesi ile "Ali öğrencidir." önermeleri "veya" eklemi ile birbirine bağlanmıştır.
Açık önerme
Açık önerme, doğruluk değeri değişkenlere bağlı olarak değişen önermelerdir.
Örnek olarak:
x) ≡ x < 3 (Önerme tek değişkenli bir açık önermedir, x in tanım kümesi Doğal Sayılar olması durumunda; x = 1 ve x = 2 değerleri icin P(1) in ve P(2) nin değeri doğru diğer x değerleri için yanlıştır)
Q(x,y) ≡ x + 2 = y (İki değişkenli açık önerme, y lerin x ten farkı iki oldugu her x,y değeri için Q(x,y) doğru önermedir)
Pi sayısı
Pi sayısı (formula_1), bir dairenin çevresinin çapına bölümü ile elde edilen irrasyonel matematik sabiti'dir. İsmini, Yunanca "περίμετρον" "(çevre)" sözcüğünün ilk harfi olan π den alır. Pi sayısı, Arşimet sabiti ve Ludolph sayısı olarak da bilinir.
Fabrice Bellard, 2010 yılında Chudnovsky algoritması kullanarak sayının ilk 2.699.999.990.000 basamağını bulmuştur. Arşimet, 3 tam 1/7 ile 3 tam 10/71 arasında bir sayı olarak hesapladı. Mısırlılar 3,1605, Babilliler 3.1/8, Batlamyus 3,14166 olarak kullandı. İtalyan Lazzarini 3,1415926, Fibonacci ise 3.141818 ile işlem yapıyordu.
Pi sayısının bazı yaklaşık değerleri şu şekildedir:
Pi(π) formüllerinden başlıcaları şunlardır.
Nilakantha Somayaji:
Franciscus Vieta:
Gregory–Leibniz:
Isaac Newton:
Leonhard Euler:
Bailey-Borwein-Plouffe:
Fabrice Bellard:
Adamchik-Wagon:
Fonksiyon
Fonksiyon (Fransızca ya da "fonksiyon") matematikte değişken sayıları girdi olarak kabul edip bunlardan bir çıktı sayısı oluşmasını sağlayan kurallardır. Bir işlem türüdür. Dört işlemden sonra gelir.
Fonksiyonun matematiksel yani biçimsel ve kuramsal tanımı şu şekildedir:
formula_1 ve formula_2 iki küme olsun. formula_3, formula_4 kartezyen çarpımının şu özelliği sağlayan bir altkümesi olsun:
Bu durumda formula_8 üçlüsüne "fonksiyon" adı verilir. İki tanım daha: formula_1, formula_8 fonksiyonunun tanım kümesidir, formula_2 ise varış kümesidir.
formula_8 fonksiyonuna formula_13 adını verirsek, verilen bir formula_5 için formula_2'nin formula_16 ilişkisini sağlayan yegane formula_17 elemanı formula_18 olarak gösterilir. Kimi zaman formula_18 yerine formula_20 yazıldığı da olur. Demek ki, her formula_21 için formula_22 olur. Ayrıca formula_3 kümesine formula_13 fonksiyonunun grafiği adı verilir.
Fonksiyonu matematiksel olarak tanımlamak için "kural"dan söz etmediğimize dikkatinizi çekeriz. Ama formula_3'nin bir küme olması gerekliliği matematikçiler açısından can alıcı noktadır.
Eğer formula_26 ise formula_8 üçlüsünün bir fonksiyon olması için formula_3'nin boşküme olması gerektiği açıktır, işte bu formula_29 üçlüsü boş fonksiyondur.
Çizgileri düşey doğruları hepsi grafiği yalnız bir noktada kestiği için f (x) fonksiyonudur.
formula_1 ve formula_2 iki küme olsun. formula_1'nın her elemanını bir şekilde formula_2'nin bir ve bir tek elemanıyla ilişkilendirilmiş olsun. (Koyu renkle yazılmış kelimeler önemlidir; ilerde bunların üstünde durulacaktır.) Mesela formula_34 (gerçel sayılar kümesi), formula_2 de -3'ten büyük gerçel sayılar kümesi olsun, yani formula_36 olsun. İlişkilendirme de şöyle yapılmalı: formula_1'nın her elemanını (yani her gerçel sayıyı), o elemanın karesiyle ilişkilendirilmiş olsun. Böylece ilişkilendirmeyi bir formülle tanımlamış olduk. Bu örnekteki ilişkilendirmeyi formula_38 olarak yazarız, her sayı karesiyle ilişkilendirilmiştir, mesela -3 sayısı 9'la, formula_39 sayısı 2'yle ilişkilendirilmiştir. İşte formula_1'dan formula_2'ye giden fonksiyon böyle bir şeydir. Fonksiyon formula_13 sembolüyle ifade edilir. Verilen örnek için formula_43 yazılır.
formula_1 yaşamış ya da şu anda yaşayan insanlar kümesi olsun. formula_13 fonksiyonu her insanı annesine götürsün. Matematiksel olmasa da bu, formula_1'dan formula_1'ya giden bir fonksiyondur, çünkü her insanın bir annesi vardır. Ama her insanı kardeşine götüren bir fonksiyon yoktur çünkü bazı insanların kardeşi olmadığı gibi bazı insanların birden çok kardeşi vardır. Öte yandan, her insanı en büyük kardeşine götüren kural, kardeşi olan insanlar kümesinden formula_1 kümesine giden bir fonksiyondur.
formula_1'dan formula_2'ye giden bir formula_51 fonksiyonu, formula_1 kümesinin her elemanını formula_2'nin bir ve bir tek elemanına götüren/elemanıyla ilişkilendiren bir "kural"dır. (Burada biraz yalan var, ama pek önemli değil: Kuralın ne demek olduğunu söylemediğimiz gibi, bir fonksiyonun tanımlanması için herhangi bir kurala da aslında gerek yoktur! İlerde, yazının sonunda, fonksiyonun gerçek matematiksel tanımını verdiğimizde bu pembe yalana ihtiyacımız kalmayacak.)
Özet olarak, verilmiş bir formula_51 fonksiyonu, formula_1'nın her elemanını bir şekilde formula_2'nin bir ve bir tek elemanına götürür/elemanıyla ilişkilendirir.
Yukardaki örnekte, kural, formula_43 olarak verilmiştir. Ama bir fonksiyon bir formül ya da bir kuraldan öte bir şeydir. Bir fonksiyon, sadece bir kural değildir; bir fonksiyonu tanımlamak için, kural dışında, bir de ayrıca formula_1 ve formula_2 kümeleri de gerekmektedir. Formül ya da kural aynı kalsa bile formula_1 ve formula_2 kümeleri değişirse fonksiyon da değişir. Yukardaki örnek üzerinden gidelim:
Yukarda formula_62 R ve formula_63 almış ve fonksiyonu formula_64 kuralıyla tanımlanmıştı. Şimdi formula_1 yerine formula_66 alırsak ve formülü ve formula_2 kümesini aynı tutarsak, o zaman elde edilen formula_68 fonksiyonunu gene formula_13 ile göstermek yanlış olur, çünkü bu iki fonksiyon değişik fonksiyonlardır. formula_70'den formula_2'ye giden ve kare alma kuralıyla tanımlanan fonksiyonu mesela formula_72 ile gösteril |
ebilir.
Bunun gibi, formula_2 kümesi değişirse, o zaman fonksiyon da değişir; mesela formula_74 ise, kare alma kuralı formula_1'dan formula_76'e giden bir fonksiyon tanımlar ve bu fonksiyon, yukardakilerle karışmasın diye, formula_13 ya da formula_72 ile değil, bir başka sembolle, mesela formula_79 ile gösterilir.
Aynı şekilde formula_70'den formula_76'e giden bir fonksiyon, formula_82 ya da formula_79 ile değil, mesela formula_84 ile gösterilmelidir.
Yukarda koyu renkle yazılı kelimeler şu nedenle önemlidir: Bir formula_51 fonksiyonu, formula_1 kümesinin her elemanını formula_2'nin bir elemanına götürür, yani formula_1'nın bazı elemanlarını unutmuş olamaz. Mesela, karekök alma kuralı, gerçel sayılar kümesi formula_89'den formula_89'ye giden bir fonksiyon tanımlamaz, çünkü negatif sayıların gerçel sayılarda karekökü yoktur. Ya da formula_91 (doğal sayılar kümesi) ise, formula_92 kuralı, formula_1'dan formula_2'ye giden bir fonksiyon tanımlamaz çünkü formula_95'dir ve formula_96 olmasına karşın formula_97 sayısı formula_2'de değildir. Öte yandan bu formula_92 kuralı, formula_100'den tam sayılar kümesi formula_101'ye giden bir fonksiyon tanımlar.
İkinci koyu renkli kısmın önemi ise şu şekildedir: Bir formula_51 fonksiyonu, formula_1'nın her elemanını formula_2'nin bir ve bir tek elemanına götürür, yani formula_1'nın aynı elemanı formula_2'nin iki ayrı elemanına gidemez. (Yukarda verilen kardeş misali hatırlanmalı.) Mesela formula_107 ise, formula_1'nin bir formula_109 elemanını formula_110 denkleminin formula_17 çözümlerine götüremez, çünkü eğer formula_112 değilse, bu denklemin R'de iki değişik formula_17 çözümü vardır, nitekim formula_110 denkleminin çözümleri formula_115 ve formula_116'tir. Burada, formula_109'in formula_109'e mi yoksa formula_119'e mi gideceği belirtilmemiştir ve bu, bir fonksiyon yaratmada sorun teşkil eder. Bir formula_51 fonksiyonunda, formula_1'nın her elemanını formula_2'nin bir ve bir tek elemanına gitmelidir, iki ya da daha fazla elemana gidemez. (Birkaç yüzyıl önce bu tür fonksiyonlar kabul ediliyordu ama bugün bunlara fonksiyon denmiyor.)
Bir formula_51 fonksiyonunda, formula_1'ya tanım kümesi ya da kalkış kümesi denir. formula_2'ye de değer kümesi ya da varış kümesi denir.
Eğer formula_5 ise formula_18'e formula_109'in formula_13 altında görüntüsü adı verilir. formula_2'nin
altkümesi formula_132 olarak gösterilir ve bu kümeye formula_13'nin görüntü kümesi adı verilir. (Kimi formula_132 yerine formula_2'ye görüntü kümesi demeyi yeğliyor ama her zaman görüntü kümesi değer kümesine eşit olmak zorunda değildir.)
Mesela formula_43 kuralıyla tanımlanan formula_137 (-3,5) formula_138 R fonksiyonunun görüntü kümesi formula_139 aralıkıdır.
formula_13 ve formula_72 fonksiyonlarının birbirine eşit olması için, 1) tanım kümelerinin eşit olması, 2) değer kümelerinin eşit olması ve 3) tanım kümesindeki her formula_109 için formula_143 olması gerekmektedir. Bu üç şarttan biri eksikse fonksiyonlar eşit olmaz. (Genellikle liselerde sadece üçüncü şart üzerinde durulur.) Gene de eşitlikte en önemli şart (3) şartıdır. Ardından (1) şartı gelir. (2) şartının gözden kaçtığı olur.
formula_1 ve formula_2 iki küme olsun ve formula_146 olsun. formula_1'nın her elemanını formula_2'nin bu formula_149 elemanına götüren fonksiyona sabit fonksiyon adı verilir. formula_149 değerini alan sabit fonksiyonu formula_151 olarak gösterirsek, o zaman formula_152 fonksiyonu, her formula_5 için formula_154 kuralıyla tanımlanır. Not: formula_1 ve formula_2 kümelerinin önemini ortaya çıkarmak istiyorsak, formula_151 yerine formula_158 yazmak gerekebilir. Bu fonksiyona "sabit formula_149 fonksiyonu" adı verilir.
Bileşke mümkün olduğunda formula_160'dir. Ama formula_161'dir.
Eğer formula_1 ya da formula_2'nin tek bir elemanı varsa, o zaman formula_1'dan formula_2'ye giden her fonksiyon sabit olmak zorundadır.
Eğer formula_166 ve formula_167 ise, formula_1'dan formula_2'ye giden bir fonksiyon yoktur.
Eğer formula_26 ise, formula_2 hangi küme olursa olsun, formula_1'dan formula_2'ye giden bir ve bir tek fonksiyon vardır: boş fonksiyon. Pek de önemli olmayan bu olgu, birazdan, fonksiyonun matematiksel tanımı verdiğimizde bariz olacak.
Eğer formula_1 bir kümeyse, her formula_5 için Idformula_176 kuralıyla tanımlanan Idformula_177 fonksiyonuna formula_1'nın özdeşlik fonksiyonu adı verilir. Özdeşlik fonksiyonu bileşkenin sağdan ve soldan etkisiz elemanıdır.
Eğer formula_51 bir fonksiyonsa ve formula_180, formula_1'nın bir altkümesiyse, o zaman formula_13 fonksiyonunu formula_70 altkümesine kısıtlayabiliriz, yani formula_13'nin sadece formula_70 kümesinin elemanlarında alacağı değerlerle ilgilenilebilir. Bu yeni fonksiyon
olarak yazılır ve bu fonksiyona formula_13'nin formula_70'e kısıtlanmışı adı verilir. Elbette eğer formula_189 ise formula_190 eşitliği geçerlidir.
Bir fonksiyonun varış kümesini de değiştirilebilir: formula_51 bir fonksiyon olsun. formula_76, formula_13'nin görüntü kümesi formula_132'yı altküme olarak içeren herhangi bir küme olsun. O zaman formula_1 tanım kümesini ve formula_13 kuralını değiştirmeden yeni bir formula_197 fonksiyonu elde edilebilir. Bu fonksiyon - daha önceki paragraftaki gibi - özel bir sembolle gösterilmez.
formula_198 ve formula_199 iki fonksiyon olsun. formula_1 üzerinde formula_13 olan, formula_2 üzerinde formula_72 olan ve formula_204'den formula_205'ye giden bir formula_206 fonksiyonu tanımlamak istiyoruz. Eğer formula_207 ise hiç kuşku yok ki formula_208 olmalı. Eğer formula_209 ise gene hiç kuşku yok ki formula_210 olmalı. Ama formula_211 olduğunda, formula_212 için formula_18 ya da formula_214 arasında bir seçim yapmalıyız, özellikle eğer formula_215 ise... Bu durumda hangi seçimi yapılırsa yapılsın istediğimiz iki şarttan birini çiğnemek zorunda kalacağız. Ama diyelim ki, her formula_211 için formula_143, yani formula_13 ve formula_72 fonksiyonları formula_220 kesişiminde aldıkları değer aynı, bir başka deyişle formula_221. O zaman formula_222 fonksiyonunu herhangi bir seçime gerek kalmadan şöyle tanimlayabiliriz:
Bu fonksiyona formula_13 ve formula_72 fonksiyonlarının birleşimi ya da yapıştırılması adı verilir ve yukarda gösterildiği gibi bu fonksiyon formula_206 olarak yazılır.
Mesela formula_230 fonksiyonu formula_231 olarak tanımlanmışsa ve formula_232 fonksiyonu formula_233 olarak tanımlanmışsa, o zaman formula_234 fonksiyonu aynen mutlak değer fonksiyonudur: formula_235.
Elbette formula_236 ve formula_237.
Gene doğal olarak formula_206 diye bir fonksiyon varsa formula_239 diye bir fonksiyon de vardır ve bu iki fonksiyon birbirine eşittir.
Yukardaki yapıştırmayı yapabilmemiz için formula_13 ve formula_72 fonksiyonlarının varış kümeleri aynı olmak zorunda değildi. Nitekim, eğer formula_242 ve formula_199 iki fonksiyon ise ve bu fonksiyonların formula_220 kümesinde aldıkları değer eşitse, o zaman formula_1 üzerinde formula_13 olan, formula_2 üzerinde formula_72 olan bir formula_249 fonksiyonunu gene tanımlayabiliriz.
İkiden çok, hatta sonsuz tane fonksiyonu da yapıştırabiliriz eğer gerekli şartlar sağlanıyorsa: formula_250 bir fonksiyon ailesi olsun. Ayrıca her formula_251 göstergeçleri (endisleri) için formula_252 ve formula_253 fonksiyonlarının formula_254 kesişiminde aldıkları değerler eşit olsun. O zaman her formula_255 ve her formula_256 için formula_257 eşitliğini sağlayan bir formula_258 fonksiyonu,
kuralıyla tanımlanabilir. Bu tür yapıştırmalar topolojide ve analizde sık sık kullanılır.
Bir fonksiyonun altkümeler kümesinde neden olduğu fonksiyon. formula_261 bir fonksiyon olsun. formula_1'nın her formula_263 altkümesi için, formula_2'nin formula_265 altkümesi şöyle tanımlanır:
Bu formula_265 yazılımı ender de olsa soruna yol açabilir, çünkü formula_1'nın formula_263 altkümesi bal gibi de aynı zamanda formula_1'nın bir elemanı olabilir, o zaman formula_265 ifadesinin formula_51 fonksiyonunun formula_263'te aldığı değer mi olduğu, yoksa yukardaki gibi formula_2'nin altkümesi olarak mı tanımlandığı anlaşılamaz. Mesela, formula_275 olsun. formula_276 olsun. formula_261 fonksiyonu, formula_278, formula_279 olarak tanımlansın. Ve son olarak formula_280 olsun. formula_263, hem formula_1'nın bir elemanı hem de bir altkümesidir. formula_263 eleman olarak görüldüğünde formula_284 olur ama altküme olarak görüldüğünde formula_285 olur. Belki bu yüzden
tanımı yerine,
tanımını yapmak daha yerinde olur.
Eğer formula_288, formula_263'in altkümeleri kümesiyse, yukardaki formula_290 kuralı, formula_288'ten formula_292'ye giden bir fonksiyon tanımlar. Bu formula_290 fonksiyonu altküme olma ilişkisine saygı duyar.
= Tanım =
A'dan B'ye tanımlı bir gönderme (f), (A,B,F) şeklinde gösterilebilen bir üçlüdür. Burada F, aşağıdaki özelliklere sahip sıralı ikili kümesidir.
formula_299
formula_300
Başka bir deyişle, bir bağıntının gönderme olabilmesi için, A kümesindeki herhangi bir ögenin B kümesinden en fazla bir ögeyle eşleşmesi gerekmektedir.
Gönderme, daha soyut matematiksel anlamda bir kümedir ve tanımı şu şekildedir:
formula_301 göndermesi için,
formula_302
Yukarıdaki resmi tanımlama, her zaman kullanışlı olmadığından genelde göndermeler farklı tanımlanır.
En yaygın tanımlama biçimi, örneklerde görüldüğü gibi sağ tarafı girdilere (parametrelere) dayalı formül, sol tarafı göndermenin ve bağımsız girdilerin belirtildiği bir eşitliktir.
Göndermeler aşağıda örnekte görüldüğü gibi parçalı şekilde de tanımlanabilir.
formula_304
Tümevarımla yakın ilişkisi olan ilginç bir tanımlama biçimi de yinelgedir. Mesela Fibonacci Serisi'nin üretici göndermesi şu şekilde tanımlanabilir.
formula_305
Boylece formula_100'den formula_100'ye giden bir formula_308 fonksiyonu tanımlanır.
formula_309 şeklinde tanımlı bir gönderme,
Matematiksel olarak; her y € B için en az bir x€A vardır öyle ki; f(x)=y'dir.
Bilgisayarda göndermelere Türkçede genellikle fonksiyon adı verilir.
Riemann toplamı
Matematikte, Riemann toplamı genellikle fonksiyon eğrisinin altında kalan bölgenin ya |
klaşık alanıdır. Bu toplama, Alman matematikçi Bernhard Riemann'ın soyadı verilmiştir.
Toplama işlemi, bölgenin farklı şekillere bölünüp (dikdörtgenler ya da yamuklar) birlikte, fonksiyonun ölçülen bölgesine benzer bir alan çıkartılması, ardından da her bir şeklin alanının hesaplanması ve son olarak bütün bu küçük alanların toplanmasından oluşur. Böyle bir yaklaşım belirli integrallerin sayısal hesaplanmasında kullanılabilir. Ayrıca hesabın temel teoremi kapalı tür integral yazımına izin vermediği zaman da kullanılabilir.
Küçük şekillerle doldurulmuş bölgenin alanı tam olarak, ölçülmek istenen alana eşit olmadığı için Riemann toplamı gerçek alandan daha farklı çıkar. Bu hata, bölgeyi daha da küçük şekillere bölmekle giderilebilir. Şekiller küçüldükçe toplam, Riemann integraline yaklaşır.
"f" : "D" → R fonksiyonunu reel sayılar, R, kümesinin "D" altkümesinde tanımlayalım. "I" = ["a", "b"] ise "D" altkümesinde tanımlı kapalı bir aralık olsun ve
olarak "I" aralığının bir kesiti olsun, ve de
"f" fonksiyonun "I" altkümesindeki "P" kesiti Riemann toplamı şöyle tanımlanır:
Burada şuna dikkat edilmelidir ki, formula_4 değeri, formula_5 aralığında isteğe bağlı bir değerdir, yani herhangi bir "f" fonksiyonu için farklı Riemann toplamları üretilebilir, yeter ki formula_6 şartı sağlansın.
Örnek: formula_4nin değişik seçimleri, farklı Riemann toplamları verir:
Verilen bir kesitteki herhangi bir Riemann toplamı (yani, formula_4 için formula_17 ve formula_18 aralığındaki istenilen değeri) üstten ve alttan Rieman toplamlarının arasında kalır. "Riemann integrallenmesi" için kesit daraldıkça alttan ve üstten Riemann toplamlarının birbirine hep yaklaşması gerekir. Bu bilgi sayısal integral hesabı için kullanılabilir.
Riemann toplamının dört ana yöntemi, eşit kesit boyutları kullanılarak daha iyi anlaşılabilir. Yani, ["a", "b"] aralığı "n" alt aralığa bölünür ve her bir aralığın uzunluğu
bağıntısıyla bulunur.
Kesitlerdeki noktalar da
ile gösterilir.
Sol toplam, dikdörtgenlerin sol uç noktalarının kullanılması ve Δ"x" taban uzunluğu ile "f"("a" + "i"Δ"x") dikdörtgen uzunluğu kullanılmasıyla hesaplanır. Bunu "i" = 0, 1, ..., "n" − 1 için yapıp, çıkan alanları toplamak şu sonucu verir:
Eğer "f" fonksiyonu bu aralıkta monoton azalan bir şekildeyse sol Riemann toplamı gerçek değerden fazla bir sonuca götürür, fakat monoton artan ise gerçek değerden daha düşük bir sonuç çıkartır.
Burada "f" fonksiyonun sağ sınır noktaları kullanılır. Bu da tabanı Δ"x" olan ve yüksekliği "f"("a" + "i"Δ"x") olan dikdörtgenler verir. Bu işlemi bütün "i" = 1, ..., "n" değerleri için yapmak ve çıkan sonuçları toplamak şunu verir
Eğer "f" fonksiyonu monoton azalansa sağ Riemann toplamı gerçek değerden daha düşük bir sonuç verir, eğer monoton artansa da gerçek değerden daha büyük bir değer verir.
Bu formüldeki hata şöyle bulunur
burada formula_24, formula_25 fonksiyonun mutlak değerinin o aralıktaki maksimum değeridir.
"f" fonksiyonunu, aralığın orta noktalarını kullanarak, boyları, birinci aralık için "f"("a" + "Q"/2), ikincisi için "f"("a" + 3"Q"/2) olan ve "f"("b" − "Q"/2) kadar giden dikdörtgenler verir. Bunların alan toplamları şöyledir
Bu formülün hatası şöyledir
burada formula_28, formula_29 fonksiyonun mutlak değerinin o aralıktaki maksimum değeridir.
Bu yöntemde ise, "f" fonksiyonunun aralıktaki değerleri sol ve sağ sınır noktalarının ortalamasına denkleştirilir. Yukarıdakilerle aynı olarak, yamuk için alan formülünü kullanarak
"b", "b" paralel kenarlı ve "h" yükseklikli yamukların alanını hesaplayıp şu formülle bütün bu alanları toplamak mümkün olur
Bu formüldeki hata şöyle hesaplanır
burada da formula_28, formula_29 fonksiyonun mutlak değerinin o aralıktaki maksimum değeridir.
Yamuk yöntemiyle hesaplanan olası alan değeri sağ ve sol toplamların ortalamasına eşittir.
Örnek olarak, "y" = "x" fonksiyonunun 0 ile 2 arasındaki eğri altında kalan alanı Riemann toplamı kullanılarak algoritmik bir şekilde hesaplanabilir.
İlk önce, [0, 2] aralığı "n" parçaya bölünür, ve her birinin genişliği formula_35 kadardır; bunlar Riemann dikdörtgenlerinin (bu noktadan sonra "kutu" denilecek) enleridir. Sağ Riemann toplamı kullanılacağı için, kutuların x koordinatları dizisi formula_36 şeklinde olur. Aynı şekilde, kutuların uzunluk dizisi de formula_37 olur. formula_38, formula_39 eşitliklerini göz önünde bulundurmak önemlidir.
Her kutunun alanı formula_40 olur ve de "n"inci sağ Riemann toplamı:
olur.
Eğer "n" → ∞ iken, yukarıdaki toplama formülünün limiti alınırsa, artan kutuların alan toplamı değerinin, grafiğin altında kalan bölgenin gerçek alanına yaklaştığı fark edilir. Dolayısıyla:
Bu yöntem daha farklı yollarla hesaplanan belirli integral ile de uyuşmaktadır:
İntegral
İntegral veya tümlev, bir fonksiyon eğrisinin altında kalan alan. Fonksiyonun, türevinin tersi olan bir fonksiyon elde edilmesini sağlar.
İntegral, verilen bir "f(x)" fonksiyonunu türev kabul eden "F(x)" fonksiyonunun bulunması olarak yapılabilir. "F(x)" fonksiyonuna "f(x)" fonksiyonunun integrali veya ilkeli denir. İntegral, Latince toplam kelimesinin ("ſumma", "summa") baş harfi s'nin biraz evrim geçirmiş ∫ işareti ile gösterilir. Bu işaret Gottfried Wilhelm Leibniz tarafından tanımlanmıştır.
"c" bir sabiti gösterir ve integralin bir sabit farkı ile bulunabileceğine işaret eder.
Bir eksen takımında gösterilen "f(x)" göndermesinin altında kalan "a < x < b" aralığındaki alan, integral yardımıyla hesaplanabilir. Bu amaçla alan küçük dikdörtgenlere bölünerek, bunların alanı hesap edilip toplanır. Dikdörtgen sayısı arttıkça toplam eğri altındaki alan, alanın değerine yaklaşır ve integralin tam değeri bulunmuş olur.
Bu toplama Riemann toplamı denir. İntegralin Riemann anlamındaki tanımı Riemann toplamındaki bölüntü sayısı olan "n" nin bir limit içerisinde sonsuza götürülmesiyle elde edilir.
Bu şekildeki integral belirli sınırlar arasında hesaplandığı için, belirli İntegral olarak isimlendirilir. Sınırlar göz önüne alınmadan hesaplanan integrale ise belirsiz integral denir. Bazı durumlarda "f(x)" göndermesinin integrali "F(x)" bulunamaz. Bu durumda belirli integral sayısal olarak hesaplanır.
Uzunluk, alan ve hacimlerin hesaplanmasında integral hesabın önemli yeri vardır. Birden fazla değişkene bağlı fonksiyonlarda integral kavramı genişletilebilir ve bu durumda katlı integraller ortaya çıkar.
Riemann'dan sonra soyut kümelerin de integrallenebilmesi amacıyla Lebesgue integrali
geliştirilmiştir.
Değişken değiştirme, karmaşık problemleri basitleştirmek için kullanılan değişken değiştirme yöntemidir. Bu yöntemde ham (eski) değişken yerine yeni (daha basit) değişken kullanılır. Problem çözüldükten sonra yeni değişken ile elde edilen sonuç, eski değişkende yerine konur.
Aşağıdaki 6.dereceden bir polinomu ilkel fonksiyon kullanarak çözmek neredeyse imkansızdır. Bunun için değişken değiştirme yöntemini kullanalım:
Bu denklemde "x" = "u" değişken değişimini uygulanırsa aşağıdaki denklem elde edilir:
Böylece denklem ikinci dereceden denklem biçimine dönüştü. Bu denklemin kökleri;
Bu yeni değişkenin sonuçlarını, ham değişkende yerine koyalım:
Doğru (geometri)
Doğru, matematikte mantıksal bir değer. Matematik'te ne olduğu belli olmayan (tanımsız) değerlerden biridir. Hakkında doğru veya doğru değil diye değer yükleyebileceğimiz cümlelerden mümkün olduğu kadar azına "doğru" değeri veririz. Sonra mantıki olarak yeni cümlelerin değerlerini araştırırız.
Ayrıca geometride ifadesi aynı doğrultuda olan ve her iki yönden de sonsuza kadar giden noktalar kümesi diye de tanımlanır. Bir doğru üzerinde en az 2 nokta, dışında da en az 1 nokta mevcuttur.
Matematikte doğrunun değişik ifadeleri vardır:
burada:
Üç boyutluda, bir doğru genellikle parametrik eşitlikler olarak ifade edilir:
burada:
Rde, tüm doğrular "L" ile tanımlanır.
Aksiyom
Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit , aksiyom ya da postulat denir. Ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Belitlere dayanan bir felsefe, belitlerin yanlışlığı meydana çıkınca çöker.
"belli/açık olan", "usa uygun", "Akla, mantığa uygun düşen", "mantıken açık olan", "koyut" gibi anlamlara gelir. "belge" ve "belir(mek)" sözcüğükleriyle aynı kökten, Eski Türkçe "bel-" kökünden gelir. Muhtemelen, "bel-" sözcüğü "bil-" sözcüğünün bir çeşitlemesi durumundadır.
Latincedeki "axioma" sözcüğü "axiom" olarak İngilizceye geçmiş ve oradan Türkçeye yerleşmiştir. Sözcüğün kaynağı Yunancada "yetke", "değerli veya uygun olduğu düşünülen" anlamlarına gelir. "değerli, ağır, uygun" anlamına gelen αξιος ("axios") sözcüğünden türer. Kökü olan "ag-" sözcüğü; "çekmek" (ağırlık çekmek gibi), "sürmek", "devinmek" gibi anlamlara gelir.
Descartes ve başta Spinoza olmak üzere izdaşları felsefelerini belitlere dayarlar. Örneğin Descartes, felsefesini "düşünüyorum, öyleyse varım" belitinden çıkarak kurmuştur. Spinoza da ünlü Etika'sında örneğin, "başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir" gibi belitlerden yola çıkar. Ne var ki, ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır. Bundan başka, bu belitler, "parçalarının toplamı bütüne eşittir" gibi belitler gücünde değildirler. Daha açık bir deyişle, Dekartçıların belitleri öznel, kendilerince belit sayılmış belitlerdir. Nitekim Cogito'nun yüzyıllarca önceki biçimini çürütmek için, "bin altın düşünüyorum, öyleyse bin altınım var" önermesi ileri sürülmüştür.
Fatih
Fatih, Tarihi yarımada (Suriçi) denen İstanbul şehrinin kurulduğu ve geliştiği bölgenin tamamını kaplayan ve valilik, büyükşehir belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü ve şehrin vergi dairesi gibi kurumların yer alıyor olmasıyla İstanbul'un merkezi sayılan ilçe. Güneybatıdan Zeytinburnu, kuzeybatıdan Eyüp ilçeleri ile kuzeyden Haliç, doğudan İstanbul Boğazı ve güneyden Marmara Denizi ile çevrilidir.
Fatih |
İlçesi, 1928'den 2008'e kadar Eminönü'yle beraber Tarihi Yarımadadaki iki ilçeden biri olmuştur. 2008'de Eminönü İlçesi'nin varlığının bir kere daha ortadan kaldırılıp tarihinde olduğu gibi yeniden Fatih İlçesi'ne katılmasından beri tekrar tüm Tarihi Yarımada üzerindeki tek ilçe haline gelmiştir. Kırsal yerleşimi olmayan ve 15.62 km²'lik (1562 hektar) bir alanı kaplayan Fatih İlçesi 57 mahalleden oluşmaktadır.
Konstantinopolis 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildiğinde Ortodoks Patrikhanesi, Ayasofya'nın hemen yanında yer almaktaydı. Patrikhane fethi izleyen günlerde önce Havariyun Kilisesi'ne daha sonra da Fener'e taşındı.
Fatih Sultan Mehmet fethin onuncu yılında yıktırdığı Havariyun Kilisesi'nin yerine kendi adıyla anılan büyük bir külliye yaptırdı. Fatih Külliyesi'nin çevresinde zamanla bir Müslüman mahallesi ortaya çıktı. Külliyenin adıyla anılmaya başlayan bu mahalle hızla klasik bir Osmanlı-Türk şehri halini almış, Fatih semtine ve ilçesine adını vermiştir.
Fatih İlçesi, kuzeybatıda Eyüp ilçesi, kuzeyde Haliç, güneyde Marmara Denizi, batıda Zeytinburnu ilçesiyle komşudur. İlçenin yüzölçümü 15.62 km²'dir (1562 hektar). İlçenin deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 60 m’dir. Tarım arazisi yoktur. Tarihi Yarımada 7 tepe üzerine kurulmuştur, şiirlere konu olan İstanbul’un yedi tepesi, Fatih sınırları içinde kalır.
Fatih’in sınırlarını tarihi surlar ile Haliç ve Marmara Denizi belirler. Haliç Ayvansaray’dan Yedikule’ye kadar uzanan surların bir bölümü tamir görmüştür ve Fatih’i Eyüp ve Zeytinburnu ilçelerinden ayırır. Haliç ve Marmara kıyılarındaki deniz surları büyük ölçüde tahrip olduğu için günümüze kadar ulaşamamıştır. Kıyılarının toplam uzunluğu 14 km'dir.
Fatih İlçesi'nin nüfus gelişimi İstanbul'un diğer ilçelerinden farklı olmuştur. Eski Eminönü İlçesinde 1960'lerda başlayan nüfustaki gerileme 1990'lı yıllarda da eski Fatih İlçesinde başlamıştır. Bugün de ilçe nüfusu gerilemektedir. Bunun başlıca nedenleri gelişim alanlarının darlaşması, ekonomik olanakları gelişenlerin başka ilçelere taşınması ve önemli bölgelerin konut alanı olmaktan çıkıp iş alanı niteliği kazanmasıdır.
İlçenin tümü İstanbul kentinin tarihsel çekirdeği olan suriçinde yer alır. 1928'de İstanbul İli Merkez İlçesi Eminönü ve Fatih ilçeleri kurularak ikiye bölündü. Fatih ve Eminönü ilçeleri 1984'e değin İstanbul Belediyesi'ne bağlı bir şubeyken, yapılan bir düzenlemeyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı ilçe belediyeleri durumuna getirildiler. 29 Mart 2009 tarihinde yürürlüğe giren 5757 sayılı kanunla, Tarihi Yarımada’nın iki ilçesi (Fatih ve Eminönü), "Fatih" adı altında tek bir ilçeye dönüştürülmüştür.
Fatih İlçesi bugün 57 mahalleden oluşmaktadır:
Marmaray kazıları neticesinde 8500 yıllık bir tarihe sahip olduğu anlaşılan İstanbul şehrinin en eski yerleşim alanlarından biri olan Fatih İlçesi, tarihsel yapılar açısından oldukça zengindir. Tarihi Yarımada Fatih, Roma İmparatorluğu’nun en önemli merkezlerinden biri olma özelliğine sahip bir yer olmasının yanında 1058 yıl Bizans'a, 469 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmıştır. Bu özelliği dolayısıyla Tarihi Yarımada’da bu üç önemli medeniyete ait çok önemli eserleri bir arada görmek mümkündür. Tarihi yarımada, üzerinde yer alan Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma eserlerle adeta bir açık hava müzesi görünümündedir.
İstanbul'un çevresinde bulunan, Bizans zamanında yapılmış şehir duvarlarıdır. İstanbul'un etrafını çeviren surlar tarihte 5. yüzyıldan başlayarak inşa edilmiş, yıkılmalar ve yeniden yapmalarla dört defa elden geçmiştir. Son yapımı MS 408'den sonradır. II. Theodosius (408-450) zamanında İstanbul surları Sarayburnu'ndan Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray'a bu taraftan, ve Marmara kıyısı boyunca Yedikule'ye, Yedikule'den Topkapı'ya, Topkapı'dan Ayvansaray'a uzanıyordu.
Fatih ilçesi bugün yalnızca kuzey ve batıdan tarihi surlarla çevrilidir. Haliç kıyısındaki Ayvansaray’dan Marmara kıyısındaki Yedikule’ye kadar uzanan bir bölümü tamir gören bu surlar Fatih İlçesini Eyüp ve Zeytinburnu ilçelerinden ayırır. Haliç ve Marmara kıyılarındaki deniz surları büyük ölçüde tahrip olduğu, zarar gördüğü için günümüze kadar ulaşmamıştır.
Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından M.S. 532 - 537 yılları arasında İstanbul'un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür ve günümüzde müze olarak hizmet vermektedir. Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.
Topkapı Sarayı Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılmış,Abdülmecit’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene boyunca devletin idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmi ikametgâhı olmuştur. Kuruluş yıllarında yaklaşık 700.000 m²'lik bir alanda yer alan sarayın bugünkü alanı 80.000 m²'dir.
1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Eminönü'nde Yeni Camii'nin arkasında ve Çiçek Pazarı'nın yanındadır. İstanbul'un en eski kapalı çarşılarından olan Mısır Çarşısı, 1660 yılında Turhan Sultan tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Kazım Ağa'dır. Çarşı son olarak 1940-1943 yılları arasında İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiştir.
Fatih İlçesindeki en önemli dini anıtsal yapılardan biri olan Fatih Camii yine Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Fatih camii bu bölgedeki en fazla ziyaret edilen cami durumundadır. Fatih Camii'nin Osmanlı Tarihi açısından bir diğer önemi de açılan ilk medreselerin bu camiinin bünyesinde olmasıdır. Şu anda hala bu medreseler üniversite öğrencileri tarafından kullanılmaktadır. Tarihi değere sahip Zeyrek Camii kiliseden camiye çevrilmiştir. İskender Paşa Camii, Hırka-i Şerif Camii, Vefa Camii, yine bölgedeki en önemli anıtsal yapılardır.
Fatih İlçesi sınırları içindeki tarihsel nitelikli camilerden bazıları;
Fatih'i Beyazıt'a bağlayan ana cadde olan Fevzi Paşa Caddesi Roma döneminden beri aynı işlevini sürdürmektedir. Yine çok önemli bir yapı olan tarihi Bozdoğan (Valens) Kemeri aynı bölgede bulunmaktadır.
Fatih semti oldukça yüksek bir yerde kurulmuştur. Çeşitli manzara noktalarından Haliç ve İstanbul Boğazı rahatlıkla izlenebilir.
Şehrin en eski yerleşim alanlarından bazılarının bulunduğu Fatih ilçesi, tarihsel yapılar açısından oldukça zengindir.Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde cazibesinden hiçbir şey kaybetmemiştir ve sınırları içinde çok önemli tarihi ve turistik eserler barındırır. Sadece Türkiye'de değil dünyada da eşine az rastlanan bu eserlerden bazıları şunlardır:
Fatih İlçesi'ndeki başlıca müzeler şunlardır;
Fatih İlçesi eğitim kurumları açısından oldukça zengindir. İlçe sınırları içinde 66 ilköğretim ve dengi eğitim kurumu bulunur. Ayrıca aralarında İstanbul Lisesi, Davutpaşa Lisesi, Pertevniyal Anadolu Lisesi, Vefa Lisesi, Cağaloğlu Anadolu Lisesi ve Fener Rum Erkek Lisesi gibi pek çok köklü ortaöğrenim kurumunun bulunduğu 37 lise barındırır.
Yükseköğretim kurumları arasında İstanbul Üniversitesi önemli bir yer tutar. İstanbul Üniversitesi'nin merkez binası ve çoğu fakülteleri bu ilçede yer almaktadır; Tıp (Çapa), Diş Hekimliği, Cerrahpaşa Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen, İktisat, Eczacılık, Hasan Ali Yücel Eğitim, İlahiyat, Su Ürünleri, İletişim ve Siyasal Bilgiler fakülteleri.
İstanbul Üniversitesi'nin dışında, Biruni Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi merkez kampüsü, İstanbul Ticaret Üniversitesi Eminönü Kampüsü ve Marmara Üniversitesi rektörlüğü Tarihi yarımada içindeki diğer yükseköğretim kurumlarıdır.
Fatih İlçesi, hem kara, hem deniz hem de raylı sistemleriyle İstanbul'un ulaşımı en kolay ilçelerden birisidir.
Atatürk (Unkapanı) Köprüsünden itibaren başlayan Atatürk Bulvarı ve daha güneydeki Gazi Mustafa Kemal Paşa Caddesi, 2008'e kadar Eminönü ve Fatih ilçeleri arasında sınır oluşturuyordu. İstanbul kent içi ulaşım bağlantılarından bazıları Fatih İlçesi'nden geçer. Bunlardan başlıcaları Saraçhanebaşı'ndan Edirnekapı'ya uzanan Macar Kardeşler ve Fevzi Paşa caddeleri, Aksaray'ı Topkapı-Edirnekapı Caddesi'ne bağlayan Vatan Caddesi ile yine Aksaray'ı Topkapı'ya bağlayan Millet Caddesi'dir. Haliç kıyısı boyunca Ayvansaray, Mürsel Paşa, Abdülezel Paşa, Kadir Has ve Ragıp Gümüşpala caddeleri yer alır. Bu caddelerle Haliç arasında yeşil alanlar yer alır. İlçenin Marmara kıyısından Sirkeci'yi Bakırköy'e bağlayan "sahil yolu" da denen Kennedy Caddesi geçer. Atatürk (Unkapanı) ve Galata köprüleri tarihî yarımadayı Beyoğlu yakasına bağlar.
Sirkeci Garı'ndan başlayıp İstanbul'u Avrupa'ya bağlayan ve kentin Avrupa Yakasındaki banliyö ulaşımını sağlayan çift hatlı demiryolu da yer yer sahil yoluna paralel olarak uzanır. 1992'de hizmete giren Zeytinburnu-Kabataş tramvay hattı Millet Caddesi, Ordu Caddesi, Divan Yolu ile Sirkeci'ye ulaştıktan sonra Galata Köprüsü üzerinden Karaköy'e ulaşır. Aksaray'dan başlayan M1 hafif metro hattı Atatürk Uluslararası Havalimanı'nda noktalanır.
Fatih İlçesi bir yarımada olarak suyolu ulaşımında oldukça avantajlı bir konumdadır; Sirkeci-Harem arasında feribot, Eminönü iskelesinden ise Kadıköy, Üsküdar ve İstanbul Boğazı'na ş |
ehir hatları seferleri düzenlenir.
İDO Yenikapı İskelesi'nden ise Bakırköy, Bostancı ve Kadıköy'e deniz otobüsü seferleri düzenlenir. Haliç kıyısındaki Ayvansaray, Balat ve Fener iskelelerinden ulaşımdan çok gezinti amaçlı Haliç seferleri düzenlenir.
Fatih ilçesi ülkenin dört bir yanından gelen hasta ve hasta yakınlarını ağırlamaktadır. Bunun nedeni ise ilçede birçok hastane bulunmasıdır. Genellikle Çapa Tıp Fakültesi'nin adı geçse de ilçe de ayrıca Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Vakıf Gureba Hastanesi, Haseki Hastanesi, İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi gibi birçok büyük hastane'nin yanı sıra özel hastaneler ve poliklinikler de bulunmakta.
İlçenin ekonomik, özellikle de ticari fonksiyonu dışında diğer önemli fonksiyonları turizm, idari ve eğitimsel fonsiyonlardır. Tarihi yarımada üzerinde yer alan Roma, Bizans ve Osmanlı eserleri ilçede turizm fonksiyonuna giderek önem kazandırmaktadır; özellikle yarımadanın eski Eminönü İlçesi içinde kalan kısmındaki işyerleri giderek turizme dönük işletmelere dönüşmektedir. İstanbul Valiliği'nin burada bulunması, İstanbul ilinin birçok önemli resmi dairesinin de burada yer almasına yol açmıştır.
Çapa semtinde eczaneler ve sağlık ekipmanları satan işletmeler yoğunlaşmıştır. Laleli semtinde, ağırlıklı olarak Bağımsız Devletler Topluluğu ve Orta Doğu ülkelerine dönük satış yapan konfeksiyon mağazaları yoğunlaşmıştır.
İlçenin profesyonel futbol liglerindeki en büyük temsilcisi İstanbulspor olmuştur. 1926'da İstanbul Lisesi öğrencileri tarafından kurulan İstanbulspor uzun aralıklarla da olsa 2000'li yılların ortalarına kadar Süper Lig'de mücadele etmiş, ancak daha sonra içine düştü mali ve idari kriz nedeniyle 2. Lig'e gerilemiştir. Fatih Karagümrük, İstanbulspor kadar başarılı olamamışsa da taraftar olarak ilçenin en güçlü kulübü olmuştur. Kırmızı-Siyahlı renklere sahip olan takım, 1958-1963 ve 1983-84 yılları arasında 1. Lig'de (Süper Lig) mücadele etmiştir. Türk Futbolu'na birçok yıldız kazandıran takım 2010-2011 sezonunda Bölgesel Amatör Lig'de 3. Profesyonel Lig'e çıkma mücadelesi verecektir. Kulüp yakın zamanda tesisleşme konusunda bir hayli mesafe kaydetmiştir. Bir diğer ünlü spor kulübü ise Vefa Spor Kulübü'dür. Süper Lig'in kuruluşundan 1970'lerin ortalarına kadar aralıklı da olsa bu ligde mücadele eden Vefa, daha sonra düşüşe geçerek amatör lige kadar geriledi. Yeşildirek 1960'ların başında Süper Lig'de oynayıp halen amatör ligde mücadele eden bir başka Fatih İlçesi kulübüdür. İstanbul Güreş İhtisas Kulübü güreş branşında Türkiye'nin önde gelen kulüplerindendir. Başlıca spor tesisleri Vefa Stadı ile Vefa Spor Salonu'dur.
İlçede yaşayan nüfusun büyük kısmının anadili Türkçedir. Bazı bölgelerde Kürtçe, Rumca, Gürcüce, Ermenice, İbranice konuşan nüfus yaşar. Zira Rumlar, Gürcüler ile Ermeni ve Museviler kendi ana lisanlarına, örf ve adetlerine bağlıdırlar. İstanbul'un fethinden sonra Kumkapı bölgesine yerleştirilen Ermeniler hala burada yoğun biçimde yaşarlar. İlçenin güneybatısında yer alan ve İstanbul'un en büyük Çingene mahallesinden biri olan Sulukule, 2005 yılında başlatılan "Sulukule Kentsel Yenileme Projesi" ile büyük ölçüde eski kültürel dokusunu kaybetmiştir. Muhafazakar yaşam tarzının sınırlarda yaşandığı Çarşamba, "kabadayılar semti" olarak adlandırılan Karagümrük ve meyhaneleriyle ünlü Kumkapı semtleri Fatih'in kozmopolit yapısını gösterir.
Çevre Tiyatrosu, Fatih Reşat Nuri Sahnesi, Fatih Belediyesi Zübeyde Hanım Kültür Merkezi, gibi modern dönemde yapılmış gösteri mekanlarının yanı sıra Aya İrini gibi tarihsel mekanlar da performanalara ev sahipliği yapar. Ayrıca birçok kütüphanesi bulunmaktadır.
Bayrampaşa
Bayrampaşa, İstanbul'un bir ilçesidir. Kuzeyde Gaziosmanpaşa, doğuda Eyüp, güneyde Zeytinburnu, batıda Esenler ile çevrilidir. 1970 yılında İstanbul nüfusunun %4.11'ini oluşturan Bayrampaşa, 2000 yılında %2.44'lük bir paya sahiptir. Bayrampaşa ilçesi, nüfus yoğunluğu açısından, yıllara göre artan değerlere sahiptir. İstanbul'un en yüksek yoğunluk değerine sahip ilçelerinden birisidir. 1970 yılında yoğunluğu 130 ki/ha iken 2000 yılında 259 ki/ha yoğunluk değerine ulaşmıştır.
1927’de Bulgaristan’ın Filibe şehrinden göç eden ve yöreye ilk yerleşen göçmen grubuna tarım için ayrılan bölgede bağcılık yapılmış, sağmal inekler yetiştirilmek üzere Velibey (Demirkapı), Ferhatpaşa ve Cicoz adlı çiftlikler kurulmuştur.
İstanbul halkının 1950’lere kadar mesire yeri olan ve gelenlerin istedikleri kadar üzüm yedikleri, ancak dışarıya çıkartamadıkları meşhur Numunebağları, Abdi İpekçi Caddesi ile O-1 Karayolu arasındaydı. (Anılan bağlardan geriye “Numunebağ Caddesi” adı kalmıştır.) Bugünkü Bayrampaşa’nın ilk çekirdeğini oluşturan ve 1954’te köy statüsüne getirilen Sağmalcılar, Rami Bucağı sınırları içindeydi ve Maltepe Askeri Kışlası nedeniyle "Kışla Arkası" olarak da anılıyordu.
1927’den itibaren gruplar halinde Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen göçmenlere ilaveten 1955’te İstanbul’un iki büyük caddesi olan Vatan ve Millet Caddeleri yapılırken evleri istimlake uğrayan vatandaşların çoğunun Sağmalcılar Köyü’ne yerleşmesi, nüfusun artışına neden oldu. Ayrıca, 1950’den itibaren bölgede yapılan fabrikalar, ilçeyi sanayi bölgesi haline getirdi.
Sağmalcılar Köyü 1960’ta belediye oldu. Mimar Sinan tarafından İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla döşenen ve o sırada hala faal durumda bulunan su kanallarına, inşa edilen binaların atık su ve tuvalet tesisatlarının yanlış bağlanması ve bu su kanallarına bağlı çeşme sularının bölge halkı tarafından kullanılması sonucunda semtte kolera salgını çıktı. Salgın çok kişinin hayatına mal oldu. Sağmalcılar adını zihinlere kolera sözcüğüyle birlikte yerleştiği düşünülerek ve lV. Murad’ın sadrazamlarından Bayram Paşa’nın burada bir çiftlik sahibi olmasından esinlenilerek Sağmalcılar adı Bayrampaşa olarak değiştirildi.
Eyüp İlçesi’nin bir semti olarak gelişmesini sürdüren Bayrampaşa Mayıs 1990 tarihinde ilçe statüsüne yükseltildi. Böylece Eyüp Belediyesi’nden ayrılarak müstakil belediye teşkilatına kavuşturuldu. Bayrampaşa, cadde ve sokakları ile oldukça planlı bir şehir görünümündedir. Semt merkezi Orta, Vatan ve Yenidoğan Mahallelerini içine almaktadır. Diğer mahalleleri: Altıntepsi, Cevatpaşa, İsmetpaşa, Kartaltepe, Kocatepe, Terazidere, Yıldırım ve Muratpaşa'dır.
Büyük İstanbul Otogarı, sebze hali, metro merkezi, otobüs terminali, PTT santralı, Bayrampaşa Devlet Hastanesi, Sağlık Ocağı ve Dispanseri başlıca kamu kuruluşlarıdır. Kızılay, Türk Hava Kurumu, Bayrampaşa Vakfı, Sosyal Doku Vakfı, Anadolu Gençlik Derneği, Göz Nuru Vakfı ilçedeki sosyal yardım kuruluşlarıdır. İlçede 2 adet anaokulu, 15 adet ilkokul, 14 adet ortaokul, 13 adet lise dengi okul, çok sayıda özel öğretim kurumu ve çeşitli üniversitelerin fakülteleri bulunmaktadır. Cami sayısı 30’u aşmıştır. Bunlardan Bayrampaşa Merkez Camii, belediye başkanlığı binası karşısındadır. Osmanlı klasik mimarisinin izlerini taşımaktadır. Kubbe ve şerefeleri Edirne Selimiye Camii’nin tarzını andırır. Caminin alanı 860 m²’yi bulmaktadır. 2 stadyum ve 4 kapalı spor salonu ve içinde 2 adet yüzme havuzu bulunan Hidayet Türkoğlu spor merkezi Bayrampaşa’nın önemli spor tesisleridir. Semt folkloru çeşitlilikler göstermektedir. Ülkemizin her yöresinden ve yurt dışından gelen insanlar, geldikleri bölgenin ve ilin farklı oyun, türkü ve geleneklerini getirmişlerdir. Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin kurdukları Balkan Oyunları, Folklor Derneği ilçe folkloruna canlılık kazandırmaktadır.
Tarihi eserler bakımından önemli bir yeri olan Maltepe Askeri Hastanesi, 1827’de yaptırılmıştır. Bina dört cephelidir. Orta yerinde büyük bir avlusu vardır. Ön cephesi tek, öteki yönleri ikişer katlıdır. Tavanları yüksek, odaları ve koğuşları geniştir. Giriş kapısı Türk-rokoko tarzında mermerden inşa edilmiştir. Nizamiye Kapısının üzerinde Haşim imzalı “Tuğra-i Hümayun” ve çok uzaktan okunabilen besmele ile “Fih-i Şifa-ün’lin nas” ayetini içeren altın suyu ile celi yazı, altında ve kapının iki tarafında Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin yeşile boyanmış ta’lik yazısı ile “Çaresaz-ı derdimendan Hazret-i Mahmüd Han” (Dertlerin dermanı olan sultan 2. Mahmud) dizesi ile başlayan ve “Cism-i Han Mahmud ola asattan daim masun (Tanrı Sultan Mahmud’u daima kötülüklerden korusun) dizesi ile sona eren 32 beyitlik bir kitabe bulunmaktadır. 1922’de lağvedilen hastane bir müddet askeri okul ve daha sonra kışla haline getirilerek 66. Tümen’in karargahı olarak kullanılmıştır. Bugün Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne hizmet binası olarak ayrılmıştır. l. Süleyman’ın (Kanuni) emriyle Koca Sinan tarafından yapılan su terazilerinden ve su maslaklarından pek az iz kalmıştır. Belediye Parkı’ndaki Atatürk Anıtı ilçede yeni anıtlardır. Bayrampaşa’da bulunan kapalı ceza ve tevkifevinin yapımına 1955’te başlanmış, 1968’de tamamlanarak hizmete sokulmuştur. Sultanahmet Ceza ve Tevkifevi buraya taşınmıştır. 120.000 m2’lik bir alanı kaplamaktadır. 30.000 m2’lik bölümü hücre kısmına ayrılmıştır. Kadın ve çocuk koğuşları ayrıdır. Bünyesinde 100 yataklı bir hastane vardır. Bayrampaşa Cezaevi 2009 yılında Silivri'ye taşınmış ve cezaevi kapatılmıştır.
1970 öncesi tarıma dayanan bir ekonomisi olan Bayrampaşa, 1970 sonrası hızlı kentleşme ve yoğun göç sonucunda ekonomisi sanayi ve ticaret ağırlıklı bir ilçe oldu. İlçede yaşayanların bir kısmı ilçe dışında çalışırken, bir kısmı da esnaflık yapmakta ve sanayi kuruluşlarında çalışmaktadır. Ağır bir sanayisi olmayan Bayrampaşa'da, sanayi, yedek parça, otomobil tamiri, kalıpçılık, elektrik elektronik parça üretimi, hırdavat alet üretimi, plastik döküm, soğuk demir işlemesi, talaşlı üretim, tekstil gibi alanlara yönelmiştir. Tarımsal alan yoktur.
İlçe eski hantal görüntüsünden modern bir görüntüye geçiş aşamasındadır. Otogar'ın arkasına açılmış olan Carrefoursa ve Bauhaus, merkezde belediyenin yanında açılan Turkuazoo ilçenin ticari hayatını canlandırmıştır. Demirkapı Caddesi, Bayrampaşa'nın ticaret merkezi sayılabilir. Ayrıca yeni açılan IKEA semtin tanınmasına sebep olmuştur. 2009 yıl |
ının sonlarına doğru yapımı tamamlanan Forum İstanbul AVM hizmete açılmıştır.
Ayrıca İstanbul'un önemli mekanlarından olan Bayrampaşa Otogarı'da bu ilçededir.Ancak çıkışı Esenler'e olduğundan Esenler Otogarı diye de geçmektedir.
Bayrampaşa'nın mahallelerini gösteren harita
Bayrampaşa ilçesi, 11 mahalleden oluşmaktadır.
Uranüs (anlam ayrımı)
Metre
Metre bir uzunluk birimidir. Genellikle kısaltması olan m harfi ile gösterilir.
1 metre, ışığın boşlukta 1/299.792.458 saniyede aldığı yol olarak tanımlanmıştır.
1 metre aşağıdaki büyüklüklere eşittir.
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (kısaca TEGV), devlet tarafından verilen temel eğitime katkıda bulunmak amacıyla 23 Ocak 1995 tarihinde İstanbul’da kurulmuş eğitim vakfıdır.
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, başta Suna Kıraç olmak üzere bir grup sanayici, yönetici ve akademisyenin girişimi ile 23 Ocak 1995 tarihinde kuruldu. 55 kişilik bir mütevelli heyetiyle kurulan vakıf, ilk yıllarında burs sağlama, okul onarımları, gençlik merkezleri kurma gibi etkinlikler gerçekleştirdi. Ardından ilköğretim çağındaki çocuklara "okul dışı eğitim desteği" vermeye odaklandı. 16 yıl içerisinde Türkiye'nin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşu oldu
2009 yılında Bakanlar Kurulu tarafından "izin almadan yardım toplama" hakkına sahip vakıflardan biri olarak tanındı.
TEGV amacını “"7-16 yaş arası çocuklarımızın Cumhuriyetimizin temel ilke ve değerlerine bağlı, akılcı, sağduyulu, özgüven sahibi, düşünen, sorgulayan, kendi iç yaratıcılığını harekete geçirebilen, barışçı, farklı düşünce ve inançlara saygılı, insan ilişkilerinde cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeyen bireyler olarak yetişmesine katkıda bulunacak eğitim programları ile etkinlikler oluşturmak ve uygulamak"” olarak ortaya koymuştur.
Bu amaçla özgün eğitim programları geliştirir ve bu programları ülkenin çeşitli yerlerinde kurduğu “"eğitim Parkları"”, “"Öğrenim Birimleri"”, “"Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimleri"”, “"İl Temsilcilikleri"” ve “"Sosyal Etkinliklere Destek Protokolü"” kapsamında ilköğretim okullarında, gönüllüleri aracılığı ile hayata geçirir. Vakıf tamamen gönüllülük esasına göre çalışmaktadır.
İlk Eğitim Parkı, İstanbul'un Fatih ilçesinde 20 Nisan 1996 günü açılışı gerçekleştirilen Çukurbostan Eğitim Parkı; ilk öğrenim birimleri ise; İstanbul Beykoz, Yeniköy ve Zeyrek Öğrenim Birimleri'dir. 1996'dan itibaren maddi desteğe ihtiyacı olan öğrencilere burs sağlamaktadır.
İstanbul dışında yapılan ilk Eğitim Parkı, "Van Feyyaz Tokar Eğitim Parkı"'dır.
17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin ardından "Hayat Mahalleleri Projesi"'ni yaşama geçirilmiş ve Marmara Bölgesi'nde toplam 6 Hayat Mahallesi kurulmuştur.
2000 yılı sonunda "Öğrenim Birimleri" ülke çapında yaygınlaşarak sayıları 49'a ulaşmıştır.
İlk Gezici Öğrenim Birimi "Ateş Böceği" de 2000 yılında park ve birimlerin bulunmadığı bölgelerde çocuklara eğitim desteği vermek üzere Anadolu yollarına çıkmıştır.
2001 yılında; Eğitim Gönüllüleri kamuoyu nezdinde tanınırlığını artıracak iki büyük etkinlik gerçekleştirmiştir: 23 Nisan 2001 tarihinde bir televizyon kanalında üç gün süren ""Bir Milyon Çocuk Eğitim Kampanyası"" ile bağışçı ve gönüllü sayısı arttırılmış; hemen arkasından Haziran 2001 tarihinde gerçekleşen futbolcu Mehmet Özdilek'in jübilesi ve jübile gelirinin vakfa bağışlanması ile tüm Türkiye'de vakfın bilinirliği sağlanmıştır.
2001 yılı sonunda öğrenim birimleri sayısı 63'e ve gezici öğrenim birimi sayısı 5'e ulaşmıştır.
2002 yılında Samsun ve Diyarbakır'la birlikte Eğitim Parkları sayısı 8'e, Öğrenim Birimlerimizin sayısı 64'e ve Gezici Öğrenim Birimleri sayısı ise 13'e ulaşmıştır.
2003 yılında 12 Eğitim Parkı, 58 Öğrenim Birimi ve 17 Ateş Böceği ile ülkenin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşu olmuştur.
2006 yılında faaliyetlerini yaygınlaştırmak, yerel talepleri karşılamak ve TEGV etkinlik noktasının bulunmadığı yerlerde ulaşamadığı çocuklara da eğitim desteği verebilmek amacıyla “İl Temsilciliği” uygulamasını başlatmıştır.
2011 yılında 10 Eğitim Parkı, 52 Öğrenim Birimi, 3 İl Temsilciliği ve 21 Ateş Böceği ile 36 ilde faaliyetlerini sürdürmüştür.
2012 yılında 10 Eğitim Parkı, 54 Öğrenim Birimi, 3 İl Temsilciliği ve 21 Ateş Böceği ile 39 ilde faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedir.
Marmara Denizi
Marmara Denizi, Karadeniz'i, Ege Denizi ve Akdeniz'e bağlayan bir iç denizdir. Karadeniz'e İstanbul Boğazı, Ege Denizi'ne Çanakkale Boğazı ile bağlanır. Türkiye'nin Asya ve Avrupa kısımlarını da birbirinden ayırır. Marmara Adasında bol miktarda mermer bulunması yüzünden adaya ve denize, Yunanca mermer anlamına gelen ""Marmaros"" denmiştir. Denizin bir diğer eski adı da "Propontis"tir. Türkiye'nin en büyük şehirlerinden İstanbul ve İzmit bu denizin kıyısında, diğer bir büyük şehri Bursa ise hızla deniz kıyısına doğru genişlemektedir.
Yaklaşık olarak 240 km uzunluğa ve 70 km genişliğe, 11,500 km² yüzölçümüne sahip ve en derin yeri -1.270 metre olan Marmara Denizi'nde, görülen akıntı tipi, normal deniz ve okyanuslardaki dairesel tip yerine, doğu batı yönünde bir akıntıdır. Denizin yüzeyi Karadeniz kökenli, dibi ise Ege-Akdeniz kökenli tuz, sıcaklık ve oksijen oranı bakımından farklı su kütlelerinden oluşur.
Marmara Denizi'ndeki adalar; İmralı Adası, Marmara Adaları ve Prens Adaları olarak gruplandırılır. Yüzölçümlerine göre en büyük üç ada şu sıradadır;
Marmara Denizine dökülen başlıca akarsular şunlardır.
Anadolu
Trakya
Marmara Denizi'nin kuzeyinde yer alan bu derin noktalar doğudan batıya şunlardır:
Marmara denizi, jeolojik periodlar içinde özellikle buzulçağ dönemlerinde göle, kimi zamanda denize dönüşerek sürekli bir değişim yaşamıştır. Örneğin Miyosen döneminde (20 milyon yıl kadar önce) Marmara Denizi, Karadeniz, Hazar denizi ve Macaristan'a kadar uzanan bir iç denize birlikte daha büyük bir denizin parçasıdır. Denizin yakın jeolojik dönemi incelendiğinde 12 bin yıl öncesinde deniz seviyesinin -85 m olduğu ve Marmara'nın bir göl olduğu anlaşılır. Marmaranın son kez denize dönüştüğü dönem 6500-7000 yıl öncesine tarihlenir. Bu dönemde İstanbul Boğazı'nın suyla dolması sonucu oluşan Karadeniz Tufanı ile Marmara denizi, göl olan Karadeniz'de su seviyesinin yükselmesine ve denize dönüşmesine aracılık etmiştir.
Marmara denizinde jeolojik olarak çok yakın döneme denk gelen başlıca değişimler şunlardır;
Kapıdağ Yarımadası: Tarihsel olarak adayken ve yüzölçümü düşünüldüğünde Marmara Denizinin en büyük adasıyken, karayla birleşerek (Tombolo) yarımadaya dönüşmüştür.
Büyükçekmece ve Küçükçekmece Gölleri: Her iki göl, akarsuların aşındırdığı birer vadi iken, deniz seviyesinin yükselmesi sonucunda koya dönüşmüştür. Zamanla koyun ağzında biriken alüvyonlar, deniz kulağı adı verilen alüvyon setleri oluşturarak, koyun ağzını daraltıp ya da kapatıp koyun göle dönüşmesine neden olmuştur.
Vordonisi Adası: Battığı düşünülen Prens Adalarından biri. Günümüzde Manastır kayalıkları olarak adlandıran bölge, Bizans döneminde MS 1000 yılında gerçekleşen bir deprem neticesinde battığı düşülmektedir. Yapılan dalışlarda bulunan MS 500 yılına ait manastır kalıntısı bölgenin geçmişte bir ada olduğunu kanıtlamaktadır.
Marmara denizi altında Marmara Fayı ya da fayları olarak da bilinen, Kuzey Anadolu Fay hatının batısında yeralan, sismik olarak harketli bir fay bölgesi vardır. Tarih boyunca ürettiği depremlerle büyük yıkıma yol açan bu faylar 1509 Büyük İstanbul Depremi ve 1999 Gölcük Depremi gibi depremlerin sorumlusudur. Ayrıca günümüzde bu denizde tsunami olma riski vardır. Bunun için denize bir tsunami uyarı sistemi kurulmuştur.
Boğazlar dışarda bırakılırsa Marmara Denizi ile ilgili tarihsel olarak bahsedilecek ilk şey Argonotlar Seferidir. İason önderliğinde Altın Post'u aramak için Karadeniz'e doğru yol alan bu denizcilerin mitolojik öyküsünde, denizciler Marmara kıyılarınada uğrar. Helenistik dönemde boğazlar ve Marmara Denizi, balık göç yolları üzerinde olduğu için kıyı kentlerinde balıkçılık ön plana çıkar. Byzantion gibi kentlere ait sikkelerde balık motifinin kullanımı buna örnektir.
Moby Dick romanın yazarı Melville, İstanbul'da yaşamış Bizanslı tarihçi Prokopius'un MS 10. yüzyılda Marmara Denizi'nde gemilere saldıran bir balinadan söz ettiğini anlatır. Bir başka tarihî yazar Ahmet Mithat Efendi "Sayyadane Bir Cevelan" adlı kitabında, İstanbul Surları'na asılmış balina kemiklerinden bahseder. Kaldırılan kemikler nedeniyle denizin bereketi kaçınca Padişahın, kemiklerin bulunup yerine asılmasının emreden bir fetva yayınladığından bahseder.
Marmara Denizi, tarihsel batıklar açısında zengin bir denizdir. Marmaray kazıları sırasında keşfedilen Bizans'ın en büyük limanı olan Theodosius Limanı ve liman batıklarının dışında, denizin farklı bölgelerinde 6. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar dayanan birçok başka batıkta bulunmaktadır. Bunlar dışında I. Dünya Savaşına tarihlenen Osmanlı ve yabancı ülkelere ait batıklar ise Marmara denizinde yaşanan çarpışmalarını göstermesi sebebiyle deniz tarihi açısından önemlidir.
Osmanlı döneminde Marmara'da batan bazı askeri ve sivil deniz araçları şunlardır;
Marmara Denizi'nin ilginç bir özelliği de orta kesimlerinin kıyıdan uzaklığının 12 deniz milinden daha fazla olmasıdır. Böylece uluslararası deniz hukukuna göre bu orta kesimler Türk karasularının dışında kalmaktadır. Fakat başka herhangi bir kıyıdaş devlet bulunmadığından ve her yönde Türkiye karasuları ile kuşatılmış olduğundan dolayı Marmara Denizi'nin tamamı Türk karasuları durumundadır. Bunun esas sebebi Türkiye'nin uluslararası hukukça tanınan "kadim hak" olarak Marmara Denizi'ne iç deniz olarak sahip olmasıdır. Açık denizler için öngörülen münhasır ekonomik bölge, devletin karasularındaki tam egemenliği düşünüldüğünde Marmara Denizi için mümkün değildir.
Marmara kıyısındaki idari birimler;
İstanbul
Balıkesir
Bursa
Çanakkale (il)
Kocaeli
Tekirdağ
Yalova (il)
Bunların dışında zaman zaman yakalanan köpekbalıkları ve İstanbul kıyılarında da gözlene bilen |
çeşitli yunus türleri Marmara direyinin diğer parçalarıdır.
Marmara denizinde antik çağlardan beri balıkçılık önemli bir uğraştır. 2010 yılında denizde avlanan balıklık, Türkiye balıkçılığın %8,36'sini oluşturur. Fakat günümüzde aşırı avlanma, kirlilik gibi kimi faktörler Marmara'daki balık stoklarını tehdit etmektedir. Ticari değere sahip olan tür sayısı ve avlanan balık miktarı düşüş eğilimindedir. TÜİK verilerine göre 2004'te Marmara'da avlanan 68 bin ton balığa karşı, 2009'da 31 bin ton balık avlanmıştır.
Madencilik konusunda Türkiye denizlerindeki ilk doğal gaz yatağı, TPAO tarafında Kuzey Marmara sahasında 1,200 m derinlikte Kuzey Marmara-1 kuyusunun 1988 yılındaki sondajı ile bulunmuştur. Saha, Silivri'nin 5 km batısında sahilden 2.5 km uzaklıkta bulunmaktadır. Kuzey Marmara sahasında doğal gaz üretimine 1997 yılında geçilmiştir.
Deniz turizm açısında Silivri, Marmaraereğlisi, Yalova kıyıları ve Avşa adası bölge içinde ön plana çıkmıştır.
Kirlilik, Marmara denizin başlıca sorunlarındandır. Özellikle denizin kuzeydoğusundaki İstanbul ve İzmit gibi yoğun nüfuslu şehirlerin atıkları ile İzmit Körfezi etrefındaki ağır sanayi tesisleri, denizi kirliliğin nedenleridir. Günde yaklaşık olarak 0,3 milyon metreküp sanayi, 2,1 milyon metreküp evsel atık bırakılmaktadır. Denizdeki yoğun denizanası popülasyonu bu kirliliğin işareti olarak kabul edilir.
Küresel Isınma ile değişen deniz yapısı ve istilacı türler Marmara Denizine yönelik yeni tehditlerdir. Zehirli denizanaları ve balon balığı Marmara'daki örnek istilacı türlerdendir.
Boğazlar dışında sadece Marmara Denizi'nde gerçekleşen ölümle ya da büyük çapta kirlilikle sonuçlanan kazalar şunlardır;
İDO tarafında İstanbul, Yenikapı İskelesi en büyük merkez olmak üzere, İstanbul kıyılarına ve adalarına, Yalova, Mudanya, Bandırma ve Marmara Adalarına seferler vardır. İzmit Körfezi'nde yapılan Eskihisar-Topçular feribot seferleri ise diğer bir ulaşım türüdür. Yük taşımacılığı amaçlı Bandırma, İstanbul arası roro seferleri ise Marmara denizindeki son önemli ulaşım türüdür.
Ayrıca BUDO Bursa Büyükşehir Belediyesi Deniz Otobüsü Bursa-İstanbul arasında seferlerine başlamıştır.
Şakir Sabri Yener
Şakir Sabri Yener (d. 1888, Gaziantep - 1973) Folklorist, eğitimci, yazın ve düşün adamı, şair ve yazar.
Gazi Sancak gazetesinde çeşitli manzume ve yazıları yayınlandı. Folklor (halk Bilgisi), tarih ve dil araştırmalarını sürdürüp, bütün ömrü boyunca derleme ve yeni kuşaklara aktarılacak yüzlerce yazı hazırladı. Gaziantep Büyükleri kitabının hazırlıklarına başladı. 1931 yılında "Kurtuluş Manzumesi" adlı şiiri, öğretmen Fuat Oral tarafından bestelendi ve okullarda şarkı olarak söylendi. 1932-1947 yıllarında Gaziantep Halkevinin yayınlamış olduğu 34 adet kitap ve dergide emeği vardır. 1933 yılında "Hasip Dürri" adlı eseri Ömer Asım Aksoy ve Ali Nadi Ünler ile birlikte yazıp yayınladılar.
1939 yılında "Arif BİLEN'in Mektupları" isimli müşterek kitabı yayınlandı. 1939-1949 yıllarında Başpınar Dergisinde 120 adet folklor,manzume ve tarih konulu yazısı yayınlandı.
Şakir Sabri YENER'in Gaziantep, Yeni Gaziantep, Gazi Yurt, Yenigün gazetelerinde yayınlanmış üç yüzden fazla yazı ve şiiri vardır. Gaziantep Kültür Dergisinin 13 ciltlik kolleksiyonunda 220 yazısı yayınlandı. 1958 yılında "Gaziantep Kitabeleri" adlı kitabı,Kültür Derneğince yayınlandı. Ayrıca "Gaziantep'in Yakın Tarihinden Notlar ve Hatıralar" kitabı yayınlanmıştır.
Işık
Işık, bir ışımanın ışık kaynağından çıktıktan sonra cisimlere çarparak veya direkt olarak yansıması sonucu canlıların görmesini sağlayan olgudur. Hangi ortamda olursa olsun, gece ve gündüz kendiliğinden ışık yayarak görülebilen cisimlere ışık kaynağı denir. Işık hızı "c" ile gösterilir. Yunanca'da "celeritas" (hız) anlamına gelir. Einstein'ın E=mc² kütle-enerji eşdeğerliğindeki "c" ışık hızını ifade eder. Görünür ışık (yaygın kullanımı ile ışık), insan gözü tarafından algılanabilen ve görülen elektromanyetik dalgadır. Işık sinüsoidal dalga ve parçacık (foton) şeklinde hareket eder. Görünür ışığın dalga boyu 380 nm ile 760 nm arasındadır. Bu aralık elektromanyetik tayfta, kızılötesi ile morötesi arasına denk gelir. Görünür ışığın dalga boyu kızılötesinden kısa, morötesinden uzundur.
Işığın özellikleri arasında şiddeti, yayılma yönü, frekansı, kutuplanması ve vakumda 299,792,458 m/s olan hızı yer alır.
Işık da diğer elektromanyetik ışınımlar (EMI) gibi foton adı verilen "paketlerden" oluşur. Fotonlar dalgaların ve parçacıkların özelliklerini gösterir. Bu, fizikte dalga parçacık ikiliği olarak adlandırılır. Işığı inceleyen fiziğin alt dalı optiktir. Optik, modern fiziğin önemli bir araştırma alanıdır.
Işığın boşluktaki hızı yaklaşık 300,000 km/s'dir. (Tam olarak 299,792,458 m/s'dir).Tüm elektromanyetik dalgaların boşluktaki hızı da budur. Işık saydam maddelerin içinde boşluktaki hızından daha yavaş yayılır. Işığın bir madde içindeki yayılma hızı, o maddenin kırıcılık indisini belirler.
Elektromanyetik dalgalar birbirine dik olarak salınan elektrik alan ve manyetik alandan oluşur. Bu EM dalgalar frekanslarına (aynı zamanda dalgaboyuna; "dalgaboyuyla frekans arasında c=λf ilişkisi vardır") göre çeşitli isimler alırlar. Bu isimler yandaki görselde görülebilir. İnsan gözü bu tayfın küçük bir bölümü olan görünür ışık kısmını görür.
Işık, dalga boyuna göre göze farklı renklerde gözükür. Temel ışık renkleri, kırmızı, yeşil ve mavidir. Diğer renkler bu üç rengin karışımıyla elde edilir. Üç rengin birlikte varlığı beyazı oluşturur. Hiçbir ışığın olmaması durumundaysa siyah oluşur.
Güneş ışığı tüm renklerin birleşiminden oluşur. Bu ışık, bir prizmadan geçirildiğinde her renk farklı miktarlarda kırılır ve ortaya gökkuşağı gibi bir tayf çıkar. Bu olayı ilk kez Isaac Newton, Opticks isimli kitabında açıklamıştır. Bu deneyin ardından, tayftaki tek bir rengi tekrar prizmadan geçiren Newton, tek rengin herhangi bir değişikliğe uğramadan kırıldığını gözlemlemiş ve renklerin prizma tarafından üretilmediği, Güneş ışığının tüm renkleri içinde barındırdığı sonucuna ulaşmıştır.
Işığı ve ışığın maddeyle etkileşimini inceleyen fiziğin alt dalına optik denir. Gökkuşağı, kuzey ışıkları gibi ışıkla ilgili olaylar optik olaylar olarak adlandırılır. Işığın doğasından kaynaklanan birtakım olaylar vardır:
Yansıma ışığın bir yüzeye çarptıktan sonra geri dönmesidir. Her cisim ışığı yansıtır ve biz yansıya ışıklar sayesinde cisimleri görürüz. Işığı en çok yansıtan cisimler ise aynalardır. Yansıma olayı ilk kez Öklid tarafından açıklanmıştır. 1100'lü yıllarda İbnül Haysem yansıma yasalarını ortaya koymuştur.
Kırılma ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken yönünün değişmesidir. Sudaki cisimlerin gerçektekinden daha yakında görünmesinin sebebi budur. Kırılma açısı 1621 yılında Willebord Snell tarafından hesaplanmıştır ve Snell Yasası olarak bilinir.
Kutuplanma, elektrik alan ve manyetik alandan oluşan ışığın pek çok düzlemde ilerleyen elektrik alanının tek bir düzlemle sınırlandırılmasıdır. Bu kutuplanmayı sağlayan filtreler güneş gözlüklerinde ve fotoğrafçılıkta kullanılır.
Güneş'in ışık yayması şu prensiple alakalıdır; dört helyum atomu füzyon (nükleer kaynaşma) aşamasında açığa bir enerji çıkarır bu da şu an güneşin çekirdeğinde gerçekleşen bir olgudur. Bir nevi maddenin kendine uygulanan kuvvete şiddetle direnç göstermesidir. Madde enerjiye karşı koymaya devam ettikten bir süre sonra ısı yaymaya başlar ve sonrasında maddeyi oluşturan elektronlar yeterli enerjiye sahip olduklarında bağlı oldukları atom’un yörüngesinden kaçacak gücü bulurlar. Elektronlar yörüngelerinden koparken ortaya bir enerji boşalması çıkar. Bu "ışık" olarak nitelenir.
Standart ampulün çalışma mantığı da budur. Neon gazı ile doldurulmuş bir cam küre içine iki kutup arasına tungsten metali gerdirilir. Tungsten, üzerinden geçen elektrik enerjisi sonucu enerjiye tepki göstererek ışıma yapar. Tungstenin kaynama noktası çok yüksek bir metal olduğu için bu kuvvete karşı koyabilmektedir. Aksi halde metal erir ve ışıma sona erer. Şu an kullanılan tasarruflu lambalarda aynı mantıkla çalışır. Dairesel bir tüp içerisine xenon veya neon gazı sıkışıtırılır(gazlar sıkıştırıldıklarında atomlar arasındaki fiziksel mesafe daralır bu da daha sağlıklı bir ışıma demektir). İki kutup arasında belli mesafede bir yol oluşturulmuş olur. Elektrik verildiğinde elektronlar bir kutuptan diğer kutba ksenon gazı yardımı ile akarlar bu esnada gaz bu etkiye tepki gösterir ve ışır.
İnsan tarafından renklerin algılanması; ışığa, ışığın cisimler tarafından yansıtılışına ve nesnenin gözyardımıyla beyne iletilmesi sayesinde gerçekleşir. Bize ışık kaynağından gelen ışınlar gözümüze yansır ve bu ışınların sayesinde karşımızdakini rahatlıkla görebiliriz.
Göz tarafından algılanan ışık, retinada sinirsel sinyallere dönüştürülüp, optik sinir aracılığıyla beyine iletilir. Göz, üç temel birleştirici renk olan; kırmızı, mavi ve yeşile tepki verir ve beyin, diğer renkleri bu üç rengin farklı kombinasyonları olarak algılar. Renklerin algılanışı dış koşullara bağlı olarak değişir. Aynı renk güneş ışığında ve mum ışığında farklı algılanacaktır. Fakat, insanın görme duyusu ışığın kaynağına uyum sağlayarak, bizim her iki koşuldakinin de aynı renk olduğunu algılamamızı sağlar.
Tat alma, duyma, dokunma ve diğer duyularımızda da olduğu gibi, renklerin algılanışı da özneldir. Bir renk sıcak, soğuk, ağır, hafif, yumuşak, kuvvetli, heyecan verici, rahatlatıcı, parlak veya sakin olarak algılanabilir. Ancak bu tanımlama, kişinin, kültür, dil, cinsiyet, yaş, çevre veya deneyimlerinden kaynaklanır. Kısaca, herhangi bir renk, iki ayrı insanda aynı duyguları uyandırmayacaktır. İnsanları gama ışınına duyarlılıklarıyla da birbirlerinden ayırmak mümkündür.
Doğrudan alınan güneş ışığı; %47 kızılötesi, %46 görünür ışık ve %7 morötesi ışınımdan oluşur.
Keşfedilen ilk görünmez ışın, 1800 yılında William Herschel tarafından rastlantıyla bulunan kızılötesi ışınımdır. Herschel, güneş ışığını bir prizmadan geçirerek tayf renkleri olarak adlandırılan k |
ırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renkleri incelerken çok ilginç bir şeyle karşılaşır. Her rengin sıcaklığını ayrı ayrı termometreyle ölçerken, kırmızı rengin ötesinde termometrenin yükseldiğini görür. Bu şekilde yayılan ısının da kırmızı ışık gibi bir ışık türü olduğunu, ama insan gözüyle görülmediğini istemeden de olsa göstermiş olur. William bu keşfine kızılötesi ışınım adını verir. Bu keşiften sonra tayfın diğer ucunda yer alan ve morötesi ışık olarak adlandırılan, görünmez ışık da fotoğraf kartı üzerindeki etkisi sayesinde keşfedilir.
Karanlık bir yerde göremeyiz; tıpkı Albert Einsteinin dediği gibi "Karanlık diye bir şey yoktur, karanlık ışığın yokluğudur". Işık kaynakları olmadan ışık da olamaz ve ışık kaynakları bize kendiliklerinden gözükürler. Onun için fizik dilinde ışık kaynağı denir. Onlardan kaynaklanan ışığın aracılığıyla gördüğümüz cisimlere de karanlık cisimler adını veririz. Karanlık cisimler, ışık kaynağından çıkan ışınların yansıması sonucu bize
gözükür. Işık kaynağı ile karanlık cisimlerin arasına koyduğumuz cam, su gibi cisimler, bu karanlık cisimleri görmemizi engellemez.
Standart ampulün çalışma mantığı da budur... Neon gazı ile doldurulmuş bir cam küre içine iki kutup arasına tungsten metali gerdirilir. Tungsten, üzerinden geçen elektrik enerjisi sonucu enerjiye tepki göstererek ışıma yapar. Tungstenin kaynama noktası çok yüksek bir metal olduğu için bu kuvvete karşı koyabilmektedir. Aksi halde metal erir ve ışıma sona ererdi. Şu an kulanılan tasarruflu lambalarda aynı mantıkla çalışır. Dairesel bir tüp içerisine xenon veya neaon gazı sıkışıtırıl…(gazlar sıkıştırıldıklarında atomlar arasındaki fiziksel mesafe daralır buda daha sağlıklı bir ışıma demektir) iki kutup arasında belli mesafede bir yol oluşturulmuş olur. Elektrik verildiğinde elektronlar bir kutuptan diğer kutuba xenon gazı yardımı ile akarlar bu esnada gaz bu etkiye tepki gösterir ve ışır. Bu da bizim ışık kaynağımızdır.
Işık bizim görebilmemizin ana nedenidir. Eğer ışık olmasaydı hiçbir şey göremezdik. Çünkü görme işleminde ışık kaynağından çıkan ışınlar etrafımızdaki cisimlere çarparak gözümüze ulaşırlar da o narin göz bebeğimiz onları birer birer içeri buyur edip retinada ağırlar. Daha sonra retinaya körü körüne bağlı sinirler aracılığı ile burada oluşan görüntü, işlenmesi ve yorumlanması için beyine yollanır. Fakat 1600'lü yıllarda ışık ışınlarının gözümüzden çıkıp diğer cisimlere çarpıp geri geldiğine ve böylece görebildiğimize inanılırdı.
Işık; foton denilen kütlesiz (ağırlıksız değil, kütlesiz) ve yüksüz atom-altı parçacıklardan oluşur.Tüm parçacıklar gibi fotonlar da dalga özelliği gösterirler. Yani bir dalga boyları ve bir frekansları vardır. Işık ışınları da fotonların ilerlerken aldıkları yoldan başka bir şey değildirler. Fotonlar kaynaklarından çıktıktan sonra -eğer önlerinde hiçbir engel yoksa- düz doğrultuda ve hiç sapmadan yayılırlar. Herhangi bir cisme çarpınca da cismin şeffaf olup olmamasına göre yansır veya kırılırlar.
Günümüzde ışığın hareketi, dual (ikili, çift) model denilen dalga ve parçacık teorilerinin birleşmesinden oluşmuş bir teori ile açıklanmakta. Açıklama kısaca şöyle: Işık dalga özelliği gösteren fotonlardan oluşmuştur. Ve yayılırken iki özelliği de gösterebilir. Ama kesinlikle ikisini bir arada değil! Bazen dalga bazen de parçacık olarak yayılır ışık. Ama hangi hallerde parçacık hangi hallerde dalga olarak yayıldığı konusunda hiçbir bilgimiz yok. Ama şunu biliyoruz ki biz onu dalga olarak görmek istiyorsak dalga, parçacık olarak görmek istiyorsak parçacık olarak davranır.
Dilbilim
Dil bilimi, lengüistik ya da lisaniyat; dilleri dil bilgisi, söz dizimi (sentaks), ses bilgisi (fonetik), ses bilimi (fonoloji), biçim bilimi (morfoloji) ve edim bilimi (pragmatik) gibi çeşitli yönlerden yapısal, anlamsal ve bildirişimin çıkış bağlamını temel alarak sözlerin gönderimlerini ve iletişimde dilin yaptırım gücünü inceleyen bilim dalı.
"Genel" (veya "kuramsal") "dil bilimi" dillerin yapılarını (dil bilgisi) ve anlamlarını (anlam bilimi) inceler. Dil bilgisinin incelenmesi, "biçim bilimi" (sözlerin oluşumu ve değişimi) ve "söz dizimini" (sözlerin ifade veya cümle oluşturmak için bir araya getirilmesi ile ilgili kurallar) kapsar. Dili sesler aracılığıyla ifade etmek için kullanılan sistem olan ses bilimi de bu alanın bir parçasıdır.
Dil bilimi, genelgeçer dil niteliklerini bulmak ve gelişimleri ile kökenlerini açıklamak için dilleri karşılaştırır (karşılaştırmalı dil bilimi) ve dillerin tarihleri üzerinde araştırma yapar (tarihi dil bilimi). "Ses bilimi", dil biliminin bir dalı olarak, seslerin üretilişi, hareketi ve algılanışını inceler. Sosyal bir bilim olan dil bilimi ile doğa bilimlerinden fiziğin ilişkilendirilebileceği tek noktadır.
"Uygulamalı dil bilimi" dilbilimsel teorileri, yabancı dil öğretimi, konuşma terapisi, çeviri ve konuşma bozukluğu gibi alanlarda uygulamaya geçirir.
Aşağıda listelenmiş olan araştırma alanlarına ek olarak genel dil bilimi kendisini ilgilendiren konularla da ilgilenir.
Cenevreli dil bilimci ve gösterge bilimci Ferdinand de Saussure (1857–1913) >"dil" kavramına ilişkin köklü ve uzun süredir dil bilimi etkileyen bir görüşe sahiptir. Bunun nedeni biçimsel yapı olarak dil - ki Saussure bunu Langue (yapı/sistem) olarak adlandırır - ve somut kullanılan dil arasında - bunu da Parole (söz) olarak adlandırır - yapmış olduğu ayrımdır.
Langue, bir dil topluluğuna ait konuşmacının kafasında mevcut olan teorik, anlaşmalı bir sistemdir. Parole (söz) ise özel zamanlarda konuşmacılar tarafından güncellenmiş dildir. Bunun yanında dilsel ögeler her kullanım durumuna göre farklı bir anlam kazanabilir. Bu sebeple parole (söz) dilin içeriği, Langue ise dilin biçimi olarak ayrılır.
De Saussure, dilde "iki yönlülük" fikrini ortaya atan ilk kişi değildir. Daha önce Hermann Paul de aynı şekilde "Dil Tarihi Prensipleri" kitabında bunu ifade etmiştir. Paul kitabında bir kelimenin "normal anlamı"ndan, yani alışılagelmiş kendi anlamından bir de nedensel (nadir) anlamından, yani her bir dilin olasılıklarından kaynaklanabilecek anlamlarından söz etmektedir.
Hem tarihçi ve dil bilimci Paul, hem de yapısalcı Saussure nedensel, başka bir deyişle durumsal olarak ortaya çıkan dilin normal anlamı, yani Langue'a ait teorik dil sistemini etkilediğini ve böylece değişikliklerin meydana gelebileceğini ve bunun da dil değişimlerine açıklık getirdiğini tespit etmişlerdir.
Dille ilgili bu ikilemli görüş üretici dil bilgisi modelinde ve özellikle de Noam Chomsky (1928) tarafından kurulan dönüşümsel dil bilgisinde ortaya koyulmuştur. Chomsky'nin modelinin farkı, Paul'unki gibi tek tek kelimeler ya da Saussure'ünki gibi dilsel sistemi esas almamasındadır. Chomsky daha çok biyolojik nedenlerle ilgilenir ve Kompetenz (dil yetisi) ve Performanz (dil edinimi) ayrımını ön plana çıkarır.
Dil yetisi (Kompetenz) özel bir dil sistemine sahip olabilmek için ana dil edinimi süresince kazanılmış yeteneklerdir. Bu yeteneklerin edinimini biyolojik faktörler belirler. Küçük çocukların dil gelişimi esnasında her bir dile göre ayrılan temel, dilsel parametreler doğuştandır. Bir konuşmacının dil yetisi, bir insanın dil edinimi sonrasında sahip olabileceği ideal bir dil sistemidir.
Dil edinimi ise konuşma sürecindeyken dilin hatalarla dolu somut kullanımını betimler. Böylece Saussure'ün Parole (söz) kavramıyla hemen hemen özdeştir.
Langue (dil) sabit bir model ve kurallar sistemi olarak görülür. Kompetenz (dil yetisi) ise sınırlı sayıda kurallar ve dilsel ögelere yer verip daha çok sınırsız dil ifadelerinin oluşmasına izin verdiği için dinamik bir model olarak anlaşılır. Bu yönden Kompetenz ve Langue birbirinden ayrılır (ama uygulamada bir dilde kurallar doğrultusunda oluşan bütün kelime birleşimleri aynı ölçüde ifade edilmez; aksine belli kelimeler aynı zamanda başka belli kelimelerle karşılanır. Bu bütünce dil bilimine bağlı bir durumdur.)
Chomsky; bunu yaklaşık 20 yıl sonra 1965’te oluşturduğu bir modelle değiştirmiştir. Dilde bulunan hatalardan dolayı konuşulan dil biyolojik olan dilsel yapıların incelenmesine uygun değildir. Bu duruma bağlı olarak Chomsky Kompetenz'i (dil yetisi) sırf zihinsel ve (büyük ölçüde) bilinçsizce oluşturulan yapı olarak görür ve I-dil'den, yani "iç dilden" söz eder.
Bu da I-dil sınırlarına girmeyen durumları içeren E-dil, yani biçimsel dili oluşturur. Bir başka deyişle, sadece bir anda gerçekleşen konuşma değil, bir konuşucu topluluğu içinde üzerinde uzlaşı olan bir dilin ayrıntılı özellikleri söz konusudur (bundan dolayı mesela bir dilin belli bir lehçesi Kompetenz'in (dil yetisinin) ya da Langue'un (dilin) bir bölümü olarak değil de, E-dil üst başlığının bir bölümü olarak görülür). Doğal bir dilin sadece biyolojik olan nedenlerle gelişen alt sistemiyle ilgili değildir. Aksine doğuştan olan dil özelliklerine bağlı olmayan değişken dil alışkanlıklarını gösteren bir sistemdir.
Genel dil biliminde dil sistemi ve dil kullanımının, örnek ve uygulamanın bu ayrılmış modelini aşacak az sayıda araştırma var. Bütünce dil bilimi bu konuyu ele alır. Bütünce dil bilimi kullanılan dilin temsili malzeme bütünü yardımıyla bir dil sisteminin (Almanca, İngilizce gibi) yapısal özelliklerini (söz dizimlik, sözlüksel gibi) ve alt sistemlerini (Avusturya ya da İsviçre Almancası gibi) araştırır.
Aynı zamanda bütünce dil bilimi belli gruplara ait metinlerin (belli bir sosyal gruba özgü dil, siyasi ve gazete metinleri gibi) özellikleri, kullanımdaki dilin özellikleri ve dil kullanımı nedenleri gibi dil materyallerini saptar. Doğuştan olan dil bilgisi ne ilişkin araştırmalara da önemli katkılar sağlayan, çocukların erken yaşlardaki dil edinimine ilişkin gözlemler; kaydedilen çocuk dili materyal ve veri tabanları aracılığı ile yapılır.
Yapı yönünden - bugüne kadar yapılmış dil incelemeleri durumu - dil analiz edilir ve öğelik parçalara ayrılır. Bu parçaların işlevleri ve öğe tamlamalarının türü araştırılır.
Dilin normal durumu olarak dil seslerinin bir sırası olarak görülen ses dili ka |
bul edilir.. Ayrı ayrı sesten oluşan her bir ses sırası, ses bilimi düzleminde işlevsel ögeler olan ses öğesini ve heceyi oluşturur. Üst düzlemde (biçim bilgisinde) bunlar biçim birimlerini ve kelimeleri oluştururlar. Bunlar da – bir üst düzlemde – dilsel bir ifadenin temel birimi olan ve belli sözdizimlik kurallara göre oluşturulan cümle olarak anlaşılır.
Bir tümcenin ögeleri farklı açılardan belirlenebilir. Parça tümcelerin (temel cümle, ikinci, yani yancümle) yanı sıra cümle içerisinde az ya da çok sayıda olabilen kapsamlı kelime bileşimleri de cümle kurucu birimler (hatta dizimler) olarak belirlenebilir. Dönüşümlük dil bilgisiyle birlikte "tümce" kavramı yeniden tanımlanmıştır.
Böylelikle "kök"leri bir isim ya da bir fiil gibi belirli kelime türlerinden oluşan ve diğer ögelere (yani bağlı kelimeler) bağlı olan, birbirini tamamlayan cümle ögeleri tanımlanır. Bu tür tümceler genelde bir cümle içinde bütünüyle değiştirilerek görülebilir. Bu, olumsuz tümceler gibi soyut yapıdaki tümcelerin tanımlanmasına da izin verir.
Tümcelerin biçimlenişinin, çok sayıda tümcelerin karşılıklı etkileşimine bağlı olduğu yönündeki görüşü benimsenene kadar; tümce, uzun yıllar en üst dilbilimsel analiz düzlemi olarak görülmekteydi. Cümle üstündeki düzlemde metin oluşturulur. Metinler belirli biçimde yapılandırılabilir. Farklı kısımlar başka biçimde birbirleriyle ilişki içindedir. Metinler tipolojik olarak sınıflandırılır (metin işlevleri) ve/veya belirli metin türlerine (yapısalcı sınıflandırma) aittir.
En üst düzlemde bir süredir birçok metinden oluşan bir topluluk bir metinle alakalı olarak diğer metinde şekil alan söylem düşünülmektedir. Sınırdaş bilimlerde de kullanılan alışılmış ve çok anlamlı "söylem" kavramı dil bilimi içinde de birbirine uymayan şekillerde tanımlanmaktadır. Söylem kavramı altında her bir konuşmadan tutun da bir konuşmacı topluluğunda üretilen metinlerin hepsini içeren bir bütün anlaşılabilir.
Dil, insanların kullandığı en önemli ve en etkili iletişim aracı olarak görülmektedir. Buna bağlı olarak dilin her bir işlevini esas alan birçok model vardır. Bu en köklü modellerden biri Karl Bühler'e ait olan Organon Modeli’dir. Diğer taraftan dili, yeteneğe yatkın biçimde bir biyolojik nesne olarak gören Noam Chomsky Okulu için dilin iletişimsel işlevi ikinci plandadır ve araştırmalarının öncelikli içeriği değildir.
Dil kavramının farklı şekillerde yorumlanmasından ve dilin çok farklı yönlerinin incelenmesinden dolayı dil bilimi için herhangi bir bilim dalına aittir demek mümkün değildir. "Linguistik"; dilsel sistemin bilimi, çoğu kişi tarafından da gösterge biliminin bir alt alanı ya da göstergelerin bilimi olarak görülmektedir. Bu yüzden linguistik, yapısal bilimler ya da formal bilim grubuna dâhil edilir.
Ancak kişisel dil edinimi ve dil kullanımı psikolojik ya da klinik bir durum olarak değerlendirildiğinde dil biliminin bu alt alanı doğa bilimleri grubunda sayılabilir. Dil, toplumsal ve kültürel bir kavram olarak incelendiğinde ise dili kültür bilim ya da ruh bilimi kategorisinde değerlendirilebilir. Dil biliminin sosyal bilimlere ait budun dil bilimi, siyaset dil bilimi ya da toplum dil bilimi gibi alt alanları da vardır.
Bilimsel alanların adlandırılmasında farklılıklar yaşanmasına ilaveten dil biliminin kendisi de birbirlerini sınırlayan alt alanlara kesin bir şekilde ayrılmada sorun yaşamaktadır. Bilhassa bütün bilimsel alanların birbirlerinden yararlanan alanlar olma özelliğinden ileri gelen böyle bir sınıflandırma genellikle tartışmalıdır. Karşılaştırmalı dil bilimi ya da tarihi dil bilimi, genel dil bilimi ve uygulamalı dil bilimi; birçok araştırma; bu üç büyük dilbilimsel uzmanlık alanın hali hazırdaki sınırlandırılmasını ya yapay ya da uygunsuz bulmaktadır.
Tek tek araştırma alanlarının hangi alana ait olduğu konusunda kısmen farklı sınıflandırmalarla karşılaşılabilir. Bu nedenle örneğin sosyal dil biliminin genel dil biliminin bir bölümü mü yoksa uygulamalı dil biliminin bir bölümü olduğu konusunda genel bir yargı söz konusu değildir.
Ayrı ayrı dilleri hem dilbilimsel, hem de edebiyatbilimsel ve kültürbilimsel açıdan inceleyen filoloji (betik bilim) modern dil biliminin bir bölümü olarak değerlendirilmez. Aksine filoloji dili ve tarihi gelişimini yazılı belgelerden inceleyen, kendine özgü bir bilim dalıdır. Türkiye'de üniversite yapılanmalarında bu iki bilim dalı farklı bölümler altında ifade edilmektedir. Dil bilimi bölümü (İngiliz dil bilimi) ile dil ve edebiyat (Türk dili ve edebiyatı, Alman dili ve edebiyatı, Japon dili ve edebiyatı vs.) bölümleri adı altında eğitim verilmektedir. Dilbilimsel alt alanların aşağıdaki sınıflandırılmaları konusunda büyük ölçüde fikir birliği sağlanmıştır.
Temel olarak linguistik ve dil bilimi kavramları eşdeğer iki kavram olarak algılanmaktadır. Ancak; özellikle doğal dilin teorik temellerinin araştırılması bakımından linguistik adı altında bu alanın anlaşılması ve dil bilimi kavramının kullanımı ile de büyük ölçüde dilin sosyal ve kültürel bir olgu olarak gösterilmesi bu noktada kavramsal ikileme neden olmaktadır. Buna göre hangi alanın genel linguistiğe ya da genel dil bilimine ait olduğu konusunda farklı anlayışlar vardır.
Dil sisteminin parçalarının (sesler, kelimeler, farklı işlevsel birimler) tanımlanması, işlevleri ve anlamları, ayrıca onların bir araya gelme örnekleri ve olasılıkları (ses birleşimleri, ifadeler, cümleler, metinler) genel linguistiğin görev alanıdır. Farklı dil bilgisi modellerinin ifade edilmesi de genel linguistiğin görevlerindendir. Bu bakımdan istenilen evrensel dil bilgisi araştırmaları; yani bütün dillerde ortak olan biyolojik, belirlenmiş, temel dilbilgisel bir yapı- büyük önem kazanmıştır. Genel dil bilimi ve diğerleri genel dil teorilerinin ifade edilmesiyle de ilgilenir.
Teori odaklı genel linguistiğin temel alanlarından birisi (en azından doğrudan) gerçekten ifade edilen dille ve mevcut tekil bir dille ilgilenmemiştir. Bu yüzden bu alt alanlar bütünüyle teorik linguistik olarak adlandırılır. Genel linguistiğin sınırlı tanımı vardır ve aşağıda listelenmiş temel alt alanlar arasında sayılır. Bu yüzden teorik linguistik ve genel linguistik kavramları bir tutulmaktadır. Ama uygulamalı ve tarihi alanların da genel linguistiğe dâhil olabileceği anlayışına bağlı olarak bu eşdeğer kullanım yanlış anlamalara sebep olabilir. Bu temel alt alanlar şunlardır:
Dil bilgisi: Dilin yapısını, biçimin, belirli kurallara göre yapısal örneklerini inceler. Bu üst kavram altında aşağıdaki alanlar sıralanabilir.
Buna ilaveten birçok dilsel durum bu alanlar arasındaki ortak alanı gösterir. Bu nedenle ortak olguların araştırılmasında bir taraftan Morphonologie ya da Morphophonologie ve diğer taraftan da Morphosyntax'dan söz edilebilir.
Gittikçe bu alanların işbirliği, dil bilgisinin kapsamlı teorisi bakış açısıyla tanımlanmakta ve kendine özgü bir alan olarak "dil bilgisi teorisi" anlaşılmaktadır.
Söylem çözümlemesi: (yazılı ve sözlü) Metinlerin tematik ilişkilerini ve üretim ile alımlama ilişkilerini inceler. Uygulamada çok sayıda sosyal ve dil dışı diğer etmenler rol oynar ve bu alanda kullanılmış diller incelenir.
Dilin yapısal tanımlamasının yanı sıra genel dil biliminin diğer temel görev alanı olan dil dışı ortak genel niteliklerinin tanımlanmasıyla ilgili olarak genel dil biliminin başka dilbilimsel alanları gruba dâhil edilebilir.
Evrensel araştırmalar; her bir dilin çoğunun cümle bilgisi, biçim bilgisi ve ses bilimi açısından karşılaştırarak ve de dillerin genel ortak özelliklerini tespit ederek evrensel dil bilgisi araştırmaları üzerine denemeler yapar.
Evrensel araştırmalar ile dil tipolojisi, ayrımsal karşılaştırmalı dil bilimi ve alan tipolojisi arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır.
Dillerin karşılaştırılmasıyla ilgilenen bütün bu alanlar, araştırma kurumunun (çoğunlukla üniversite kurumu) görüş ve yönelimlerine göre genel dil bilimi tamamlayıcı bilim dalları olarak görülmektedir ve tarihi-karşılaştırılmalı alanlarla birlikte karşılaştırmalı dil bilimi adı altında toplanır. Karşılaştırmalı dil bilimi genel dil biliminin yanında bağımsız dilbilimsel bir ana disiplin olarak anlaşılabilir. Ayrıca bu alanlarda ortak dilsel özelliklerin tanımlanması sadece teorik değildir; bu tanımlama var olan her bir dil araştırması esas alınarak yapılır. Bu sebepten dolayı bu alanlar genel dil bilimine ait alanlar olarak görülmez.
Uygulamalı dil bilimi olarak da bilinen uygulamalı linguistik genel dil biliminin bir alanıdır. Dil öğrenimi araştırmaları, dil betimlemesi (sözlük bilgisi), ayrıca dilbilimsel görüş altında doğa bilimleri, kültür bilimi, bilgi bilimi, hukuk bilim ve ruh bilimindeki sorunlarla disiplinlerarası olarak ilgilenmektedir. Diğer alanlardaki dille ilgili problemlerin çözümlenmesinde dilbilimsel teori, metot ve bilgilerin kullanımı da – yani adeta ters yönde- bu alanın konusunu oluşturmaktadır.
Araştırma nesnesi olarak dille ilgili çok farklı görüşler ile farklı yaklaşımlar ve dil biliminin başka bilimlerden yararlanma özelliğinden dolayı genel dil bilimi ve uygulamalı dil bilimi arasında genel belirlenmiş bir sınırlama yoktur.
Bir taraftan genel dil bilimi teorik temellerle, mesela dil ve dil kullanımı için bütün bireylerde aynı olan biyolojik ve psikolojik, yani bilişsel koşullarla (dil edinimi, olası dilsel açıdan sorunlu durumlar, dil üretiminde sinirlerle ilgili süreç, dilin biyolojik kökeni gibi) ilgilenen bir alan olarak tanımlanabilir. Genel dil bilimi ayrıca konuşulan dilin sosyal, sosyo-demografik ve kültürel nedenlere (siyasi ve toplumsal kurumlarda kullanılan dil, cinsiyete özgü dil kullanımı, gençlere özgü dil, yaşlılıktaki dil kullanımı, kültürel koşul ve durumlara bağlı dil kullanımı gibi) bağlı ortak nitelikleriyle ilgilenen bir alan olarak da görülebilir. Bu anlayışla birlikte bunlarla ilgilenen Biolinguistik, psikolinguistik, sosyodil bilim, nörodil bilim, etimoloji gibi uygun dilbilimsel alanlar genel dil bilimine ait alanlar olarak kabul edilebilir.
Diğer taraftan kullanım koşulları altında dili araş |
tıran bütün bu alanlar soyut bir sistem olarak dille ilgilenmeyen, aksine konuşulan dili, yani "kullanılan" dili esas alan ve araştıran alanlar olarak tanımlanabilir. Bu şekilde tanımlandığında bu alanlar genel dil bilimine ait sayılabilir.
Dilbilimsel araştırma sonuçlarının kullanımını içeren ve tıp, bilişim, didaktik gibi diğer bilimsel uzmanlık alanlarıyla bağlantılı olan bu dilbilimsel disiplinler uygulamalı dil bilimi adı altında da toplanabilir. Aynı zamanda genel dil biliminin teorik alanlarına ait araştırma sonuçlarının uygulamalı kullanımıyla ilgili olarak bilgisayarlı dil bilimi ya da klinik dil bilimi ve Sprachpathologie gibi uygulama odaklı uzmanlık alanları ve dil didaktiği ya da çeviri teorileri gibi alanlar da kısmen genel dil bilimine ait sayılabilir.
Son olarak özellikle son zamanlarda kendine özgü bilimsel alanlar olmaya başlayan nicel dil bilimi ya da bütünce dil bilimi gibi dilbilimsel yöntemler de araştırma alanlarına göre ya genel dil bilimine ya da uygulamalı dil bilimine ait sayılır.
Uygulamalı dil bilimi hiçbir şekilde dil biliminin homojen alt alanı olarak anlaşılmamalıdır. Uygulamalı dil bilimi daha çok öncelikle dil ile soyut bir sistem olarak ilgilenen, hatta dili dilin "gerçek" çevresiyle bağlantıda gören, kendini gerçekten uygulamalı dillere adayan alt disiplinleri bir üst kavrama bağlamaktadır. "Uygulamalı", diğer adıyla applied linguistics anlayışında bu anlayış linguistics applied'ın karşısında durmaktadır, örneğin (genel dil bilimi bilgilerinin bilişim alanında uygulama bulduğu) bilgisayar dil bilimi, (araştırmanın terapi türlerinin işlenmesi hizmetinde bulunduğu) klinik dil bilimi, (öğretim malzemelerinin gelişimi için) dil öğretimi araştırması ya da (pedagojik amaçlar için) yazım araştırması ve yazma öğretisi durumlarında ortaya çıktığı gibi linguistics applied kavramı altında dilbilimsel araştırma sonuçlarının pratik olarak yer değiştirmesi anlaşılmaktadır.
Dahası psikodil bilim, toplum dil bilimi ve genel dil biliminin diğer alanları genellikle buna dâhil edilmektedir. Çünkü bu alanlar bireyin parçası olarak dilin tanımlanmasıyla uğraşmaktadırlar ve -pratik hayata dair bir bilgi üreten ve böylelikle dilin "uygulanması" ile ilgilenen disiplinlerin tersine- genel ilkeleri ve süreçleri ortaya çıkarmak istemektedirler.
Bilim dünyasının post-endüstriyel döneminde ve gittikçe bilgi dünyası olma yolundaki değişiminde; uygulamalı dil bilimi, insanların iletişim (sözlü ve sözsüz iletişim) ortamını, ayrıca bilgi organizasyonu, bilgi sunumu, bilgi biçimlendirmesi ile bilgi üretimini gösteren ve dil teknolojisine uygun çözümler üreten temel sorulara ve konulara destek vermeye çalışır. Bilgi aktarımı, çok dillilik, bilgilerin bilgisayar destekli biçimlendirilmesi ve sunumu, yeni yayın organlarında dil kullanımı, ana dil ve yabancı dil bilgilerinin edinim ve kullanım yetisini arttırmaya yönelik metot ve araçlar gibi konular bu alanın en büyük araştırma konularıdır.
Okuma ve yazma ediniminde, metin anlamada, sözlü iletişimde ve uygun konuşma yönetiminde (mesela sunuculuk); uygulamalı dil biliminin didaktikle doğrudan ilişkisini içeren öğrenme ve öğretim süreci arasında sıkı bir bağ oluşturur. Dilsel bilgiler, ders kitapları aracılığıyla edinilir ve sözlüklere bu bilgiler kodlanır.
Küreselleşme, çoğunlukla dil ve kültür iletimi üzerine yoğunlaşılmış çeviriyi beraberinde getirmekte ve otomatikmen çevirinin sınırlı bir şekilde gerçekleştirilmesine yol açmaktadır. Dil engellerinin aşılması uygulamalı dil bilimi için çok önemli bir konudur. Bu yüzden; uygulamalı dil bilimi, doğal dilin belli bir amaca yönelik yapısal kolaylaştırılmasıyla (mesela temel İngilizce), temel söz dağarcığının Esperanto, Europanto, Volapük ya da Interlingue gibi yapay dil olarak ele alınmasıyla ilgilenir.
Bir diğer esas noktayı, yazı, yani söz ve sözsüz ifade arasındaki arabirimlerin araştırılması oluşturmaktadır. Belgeler; kısmen, metni bölen ve dilsel olmayan tasvirlerden oluşur ya da metin resmi tamamlar. Çizelgeler, resimler, diyagramlar, formüller, denklemler, kartlar, haritalar, şemalar vs., başta ekonomi olmak üzere belirli içerikleri aktarmaktadırlar ve sözlü olarak ayrıntılı bir biçimde ifade edilir. Çoğu durumda çok karmaşık olan bu unsurları göz ardı etmek mümkündür; aynı zamanda mutlaka dilsel boyutta açıklamak ve yorumlamak gerekmektedir.
Çizgi roman gibi yayınlarda; resim, dili devam ettirebilir ya da yetersiz kaldığı yerde yerine geçebilir. Yani; yazar, bilinçli olarak metne bağlı kalabilir. Formlar, cevap kăğıtları, randevu defterleri gibi diğer metinler kare ve sütunların aktif işlemlerini gerektirir ve okurla diyalog içindedir. Bu tarz metinlerin araştırılması, işbilimsel insan-makine-arabirimin bilişimde iyileştirilmiş kullanım kolaylığına oldukça katkı sağlamaktadır.
Bilgi erişimi ve büyük veri bankalarından soruların yanıtlanması (bilgi erişimi, veri madenciliği, bilgi çıkarımı), ayrıca pasaja göre otomatik arama, yani sadece biçimine göre değil, anlamına göre de arama (bilgi erişimi ve arama motoru) dil biliminin ve bilişimin kesiştiği diğer noktalardır. Metnin bir başka dile çevrilmesini destekleme (bilgisayar destekli çeviri) ya da tamamen otomatik çeviri, metin işlemede (daktilo, dil bilgisi ve yazım hatalarının düzeltilmesi, derleme eser vs.) bilgisayar kullanıcısını destekleme ve ayrıca konuşulan dili işleme de (dili tanıma ve dil sentezi) uygulamalı dil biliminin çalışma alanlarıdır.
Bunlara paralel olarak uygulamalı dil bilimi klinik ve patolojik alanların teorik temelleri ve dil bozukluklarının teşhis ve tedavisiyle de ilgilenmektedir.
Bu; dil edinimine ve dilin işlenmesine ilişkin psikodilbilimsel temel bilgileri, dil ve beyin arasındaki ilişkiye bilişsel ve sinirbilimsel eğilimi, yetişkinlerdeki ve çocuk yaştaki dil bozukluklarının teorik temelleri, dil gelişimi bozukluklarının tahlil, tanı ve logopedik tedavi yöntemleri ile kalıcı dil ve konuşma hatalarını da kapsamaktadır. Statik ve dinamik (Braille alfabesi) kör alfabesinin gelişimi, sağırlara ait işaret dilinin incelenmesi ve kullanımı, parmak dilinin öğretilmesi da uygulamalı dil biliminin ilgi alanıdır.
Uygulamalı dil bilimi, edimle ve diğer bilimsel alanlarla işbirliğine ihtiyaç duymaktadır. Uygulamalı dil bilimi, uygulamayla ilgili kuramsal dil bilimi sonuçlarını ortaya koyar ve bu noktada dille dolaylı yönden yakın olan bilimlere başvurur (F. Königs'e göre uygulamalı dil biliminin tanımı)
Uygulamalı dil bilimi kavramı, dil bilimle ilgili bütün disiplinler arası bilimler için kullanılan bir üst kavramdır. Bundan dolayı; temelinde disiplinler arasılığın esas alındığı dil kullanımının olduğu psiko-dil bilimi, sosyo-dil bilimi, pragmatik-dil bilimi gibi kısa çizgili dil bilimler oluşmaktadır.
Uygulamalı dil kullanımının yanı sıra aşağıda sıralanan konular da uygulamalı dil bilimi kapsamındadır.
Genel dil bilimi ve tarihi dil bilimi arasında kısmen belirgin olmayan sınırlandırmalar oluşmuştur. Genel dil bilimi zaman içerisinde oluşan dilsel değişikliklerin genel prensiplerini, kurallarını ve yasal durumlarını betimleyen bir uzmanlık alanı olarak anlaşılabilir. Genelde tarihi dil bilimine ait sayılan alanlar genel dil biliminin de alanları olarak görülebilir.
Bunların başında ses bilimi, biçim bilgisi, cümle bilgisi araştırmaları, ayrıca artsürem olarak tanımlanan sözlük ve artsürem açısından (ses değişimi, dil bilgisel değişim, sözlüksel ve anlamsal değişim) sözlüksel anlam bilgisi araştırmaları sayılabilir. Ve ayrıca kelime oluşumu ve kelime tarihini araştıran köken bilimi (etimoloji) genel prensiplerin, dil oluşumunun ve dil gelişiminin, dil bozulmasının ve dil ölümünün araştırılması da anılabilir.
Genel dil bilimi, dil biliminin temel alanlarından biridir. Uygulamalı dil bilimi ve tarihi dil bilimi genel dil bilimini sınırlandırır. Bu iki uzmanlık alanı ve genel dil bilimi arasındaki sınır sıkça farklı şekilde çizilmektedir. Genel dil bilimi kavramı; Türk dili ve edebiyatı, Alman dili ve edebiyatı, Latin dilleri ve edebiyatı, Slav dilleri ve edebiyatı gibi ayrı ayrı filolojilere özgü dil bilimi olarak anlaşılabilir. Bu kapsamlı anlayışla birlikte uygulamalı ve tarihi dilbilimsel alanların büyük bir kısmı genel dil bilime dahil edilebilir.
Genel dil bilimi öncelikle doğal bir sistem olarak insan diliyle ilgilenir, temel olarak da tek tek dillerle değil de, dilin genel özellikleri ve işleviyle uğraşır. İnsan dilinin yapısı bakımından soyut modelinin çıkarılması, genel dil dışı ortak yönlerin tanımlanması ve açıklanması ile dil kullanımının genel özellikleri de genel dil biliminin inceleme alanı içerisindedir. Sonuç olarak dilin biyolojik kökeni ve dil ile dil kullanımının biyolojik esaslarının araştırılması da genel dil bilimine dâhil edilebilir.
Genel dil bilimi alanı öncelikle temel araştırmalarla uğraşır. Başka bilimlerden yararlanarak kullanışlı bilgilerin elde edildiği diğer bilim alanlarıyla arasında sıkı bir bağ oluşur. Ayrıca genel dil bilimi bilişsel biliminin tamamlayıcı bir parçasıdır.
Kuramsal dil bilgisi de denilen genel dil bilimi, soyut bir sistem olarak dilin bilimsel araştırılması ve dil üzerine ortaya atılan genel kuramlarla ilgilenir, bunun yanı sıra dil sosyolojisi ya da söylem çözümlemesi gibi uygulamalı dil biliminin alt alanlarından söylem çözümlemesi olarak çalışır.
Dil biliminin temel alt alanları şunlardır:
Kısa bir süredir aşağıdaki araştırma alanları da bağımsız dallar olarak görülebilir:
Diğer başlıca araştırma alanları şunlardır:
Sadece karşılaştırmalı dil bilimi değil, dilbilgisel özellikleri yardımıyla her bir dilin ya da dil grubunun betimsel araştırmalarının yapılması da genel dil bilimi alanına dâhildir. Ayrıca; aşağıda sıralanan araştırma alanları da genel dil bilimi alanı içerisine girmektedir.
Bununla birlikte burada uygulamalı dil bilimi ile ortak birçok nokta ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce yabancı dil dersleri ve artzamanlı dil değişimleriyle bağlantılı olan konularda bu durum söz konusudur.
Modern dil bilimi olarak da bilinen dil bilimi, insan dilini far |
klı yaklaşım biçimlerinde araştıran ve birçok bilim alanından yararlanan bir bilimdir. Dili bir sistem olarak gören dilbilimsel araştırmaların genel içeriği; dilin ögeleri, dilin birimleri ve bunların anlamlarıdır. dil bilimi; dilin oluşumu, kökeni ve tarihi gelişimiyle; dilin yazılı ve sözlü iletişimdeki çok yönlü kullanımıyla; dilin algılanması, öğrenilmesi ve telaffuzuyla, ayrıca olası ortaya çıkabilecek dil bozukluklarıyla ilgilenir.
Dil bilimi terimi ilk kez 19. yüzyılda kullanılmıştır. Bu terim dil incelemelerindeki yeni bir yaklaşımı geleneksel filolojiden ayırmak için ele alınmıştır. Filoloji öncelikle dilin yazılı metinlere yansıyan tarihsel gelişimiyle ilgilenir. Çalışma alanı kültür ve edebiyattır. Dil bilimi de yazılı metinlerle ve dilin zaman içindeki değişimiyle ilgilenmekle birlikte, konuşulan dillere öncelik tanır, dilin belli bir tarihsel andaki yapısını çözümler.
Dil bilimi genel olarak üç ana kola ayrılır. Bu sınıflandırmanın yapılması farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Genel dil bilimi ve uygulamalı dil bilimin, dil biliminin ana kollarından ikisi olduğu üzerinde ortak bir karara varılmışken, üçüncü ana kol olarak karşılaştırmalı dil biliminin mi yoksa tarihsel dil biliminin mi olduğu hâlâ tartışmalıdır.
Hem içerik olarak, hem de yöntem olarak çok farklı parçalardan oluşan ve diğer bilimlerin çoğuyla bağlantılı olan çok sayıda büyük ve küçük dil bilimi alanları ortaya çıkmıştır.
Antik çağın başlarında Hindistan'da dini metinlerin yorumlanması ve Yunanistan'da filolojiye hazırlık gibi farklı amaçlardan dolayı dille ilgilenilmiştir. Dil bilimi tarihi Antik çağ başlarından çok sayıda alt alana sahip modern ve bağımsız bir bilim olan günümüz dil bilimine kadarki süreyi kapsar. Bu süreç içerisinde; son zamanlarda gerçekleşen özellikle 19. yüzyılda Hint-Avrupa dil ailesinin kurulması, 20.yüzyılda Ferdinand de Saussure tarafından yapısalcılığın kurulması ve 20. yüzyılın ortalarından bu yana Noam Chomsky sayesinde üretici dil bilgisi nin geliştirilmesi en önemli dilbilimsel gelişmeler arasında sayılabilir.
Yaklaşım tarzlarındaki üç temel paradigmasal karşıtlıkla dilbilimsel araştırmalar sürdürülür. Araştırma sorularının oluşturduğu şemalarda bu farklılıklar açıkça uymayabilir.
Betimsel dil bilimi gerçekten kullanılan olguları ortaya koymaya çalışan bir bilim dalıdır. Bu dil bilimine karşıt olarak da kuralcı kavramı bir dilde zorunlu olarak ortaya çıkan yeni biçimleri, ülküsel ve donmuş bir örnek uğruna yadsıyan, "bir kavram olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda iyi kullanım"ı, "güzel kullanım"ı, "yanlış" diye nitelendiren biçimlere karşı savunan, sorunları yanlış-doğru karşıtlığı içinde ele alan geleneksel dil bilgisi ni nitelemek için kullanılan bir terimdir. Betimsel dil bilimi ise dil olgularını betimlemeye yönelen, salt gerçekleşmiş ögelerden oluşan bir bütünü ele alarak incelemeye verilen isimdir.
Yukarıda bahsedilen karşıtlıktan dolayı kuralcı odaklı çalışmalar uygulamalı dil bilimi olarak anlaşılır ama akademik alanlarda çok az yer alır. Kuralcı çıkarımlarla ilgili olarak çok tartışmalı görüşler yaygındır. Misalen genel olarak, ne ölçüde dil eleştirileri dilbilimsel araştırmaların konusu olabilir ya da olmalıdır. Çünkü dil eleştirileri ya kolayca dil kullanımına ilişkin kayda değer kurallarla birlikte anılıyor ya da sıkça toplum eleştirileri olarak da gösterilmektedir. Kuralcı çalışmalar – belirli gelişim normlarına uygun olarak çocuğun dil durumunu belirleyen dil gelişim testleri gibi birkaç istisna durum dışında- akademik araştırma ve eğitimlerde yer almazken aksine daha çok bilimsel ve özel taraflarda yapılır.
Aynı alanlardaki kuralcı ve betimsel çalışmaların karşılaştırılması aşağıdaki tablodaki gibidir:
Olguların süre içinde geçirdikleri evrim açısından ele alınmaları artzamanlılık, olguların evrim dışında ve süreden bağımsız olarak bir dizge biçiminde ele alınması ise eşzamanlılıktır.
Bu görüşler dilsel olgunun zaman içindeki (artzamanlı) ya da belirli bir zaman dilimindeki (eşzaman) gelişiminin betimlenip betimlenemeyeceğini belirler. Çoğu dilsel olgu tarihi boyutta da değerlendirilebilmesine rağmen, art zamanlı bilimsel araştırmaların konusu olarak belirli bilim alanları akademik modern dil biliminde yer edinmiştir. Mesela, bu yüzden toplum dilbilimsel konular ya da söz dizimsel olgular tarihi açıdan çok az ele alınırlarken, kelimelerin ses ve anlam değişiklikleri ya da bir dilin söz dağarcığındaki değişiklikler çok uzun zamandır tarihi araştırmaların merkezi olarak gösterilmektedir. Artzamanlılık esas alınarak hazırlanan araştırma sorularının kapsamı ve seçimi anlaşılabileceği gibi daha çok mevcut kaynakların varlığına bağlıdır.
Artzamanlı ve eşzamanlı çalışmaların aynı alanlardaki karşılaştırmalarına örnekler aşağıdaki tabloda verilmiştir:
Bu bağlamda ifade biçimi olarak dilin doğabilimsel bir durumdan mı, yoksa toplumbilimsel bir durumdan mı ortaya çıktığı araştırılır. Dile göre; doğabilimisel durum söz konusu olabiliyorsa, ifade biçimi olarak dilin kültürbilimsel ya da filolojik de olması mümkündür. Birçok dilsel olgu hem art zamanlı, hem de eşzamanlı olgu olarak yorumlanabilirken; betimsel ve kuralcı olgu gibi durumlarda bilimsel araştırmaların doğabilimsel ve sosyalbilimsel boyutlarında kesinlikle ikisinden birinin tercih edilmesi gerekir. Olası bakış açılarından birine kesin karar verilmesiyle birlikte belirli bir araştırma yönteminin seçimi gündeme gelir. Ama bütünce dil bilimi bir istisna oluşturur. Çünkü ölçme ve sayma yöntemleri hem dilsel bir sistemin nicel araştırmaları için kullanılabilir, hem de dil kullanımının nicel tanımlaması için kullanılabilir.
Aynı alanlardaki doğabilimsel ve toplumbilimsel çalışmaların karşılaştırılması aşağıdaki tablodaki gibidir:
Sosyal dil bilimi veya sosyodil bilim değil de sosyolinguistik tabirinin kullanımı, dil bilimi ile linguistik kavramlarının kullanımları konusundaki ikilemli duruma çözüm getiren bir örnektir. Psikolinguistik örneğinde de olduğu gibi. Zaman zaman genel dil biliminin alt alanı olarak hem teorik dil bilimi, hem de teori linguistik kullanılmaktadır.
"Uygulamalı" dil bilimi kavramı altında ne anlaşıldığı tam olarak net değildir. Bir taraftan (dilsel sistemin teorik yapısının, gramer modelinin ve benzeri şeylerin tersine) gerçek uygulamalı dilleri araştıran bir alt alan olarak anlaşılırken, diğer taraftan uygulama sonunda elde edilen araştırma sonuçlarının kullanılmasıyla ilgili bir alt alan olarak anlaşılmaktadır. Genel/teorik ve uygulamalı dil bilimi arasındaki bu özel durum sorun yaratmaktadır. İngiliz dili ile ilgili bilimsel alanda applied linguistics (ilk durumda söz konusu olan algılama biçimine göre) mi yoksa linguistics applied (ikinci durumda söz konusu olan algılama biçimine göre) kavramının kullanılacağı konusundaki adlandırma karşıtlığı tartışılmaktadır.
Karşılaştırmalı dil bilimi (karşılaştırmalı modern dil bilimi) tarihsel karşılaştırmalı dil bilimi için de kullanılan her bir dilin karşılaştırılmasıyla ilgilenen disiplinlere yönelik bir üst kavramdır. Mesela bütün dillerde ortak olan dil yapısının nitelikleri gibi bütün doğal dillerde bulunan özellikler genel karşılaştırmalı dil biliminin araştırma konusudur.
Karşılaştırmalı dil biliminin araştırma alanları şunlardır:
Karşılaştırmalı dil bilimi art ve eş zamanlı (diyakronik ve senkronik) araştırma yöntemlerine göre farklı dallara ayrılabilir. Genel karşılaştırmalı alanlar, genel dil bilimi ve tarihsel dil biliminin tarihsel karşılaştırmalı alanlarına da dahil olarak görülebilir.
Bu alanın aşağıda sıralanan bilim dalları ve tarihsel dil bilgisi nin asıl branşı, yani tarihsel dil bilimi ile bir araya gelmesi çok yaygın olan bir gelenektir. Bu bakımdan, geniş anlamda, tarihsel dil bilgisi anlayışı vardır.
Genel dil bilimi ve uygulamalı dil bilimden sonra üçüncü büyük bilim dalı olarak genel dil biliminin genel ve karşılaştırmalı alanlarının da olduğu tarihi dil bilimi, karşılaştırmalı dil bilimi yerine konularak eş zamanlı bir sınıflama yapılmaktadır.
Söylem çözümlemesi, 1970'li yıllarda konuşma çözümlemesi çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır ve konuşulan dilin çözümlemesi ile uğraşır. Söylem çözümlemesi, modern dil biliminin bağımsız bir araştırma alanıdır. Ancak metin dil bilimi ve Söz Eylem Kuramına yönelik sıkı bağlantıları vardır. Söylem Çözümlemesi'nin amacı, bir toplumdaki bireylerin iletişim kurarken kullandıkları farklı söz edimlerini araştırmaktır.
Söylem çözümlemesi, "insanlar nasıl konuşur?" konusu üzerinde araştırma yapar, konuşmadaki söz edimlerin yardımıyla karışlıklı sözel eyleme katılanların/konuşucuların (Interaktant) nasıl sağlandığını ve nasıl meydana geldiğini tanımlamaya çalışır ve bunların ilkeleri üzerinde yoğunlaşır. Burada yalnızca doğal konuşmalar değil, ses yapılarına göre yazılıp başka bir yazı şekline dönüştürülen yapay durumlar da söz konusudur.
Söylem çözümlemesinde, konuşmacının özelliklerine yönelik açıkça söylenip yazılmayan bir anlaşma vardır:
Bir konuşma farklı düzeylerde görülebilir ve sözel eyleme katılanların (Interaktant) bulunduğu aşağıdaki gerçekliklere sahiptir:
Bu düzeyler sık sık ve birbirinden ayırt edilmeden incelenir. Bunun nedeni ise bir konuşmanın temel düşüncesini ayırt edici özellikleriyle tanımlayarak göstermektir. Söylem Çözümlemesi’ne yönelik araştırmalar, söylem çözümlemesinin araştırma nesnesi konusunda başka bir anlayışa sahiptir. Kavramlar eş anlamlı olarak sık sık kullanılsalar da, araştırma nesnesi konusunda tamamen farklı varsayımlar bulunmaktadır.
Karşılıklı konuşmanın analizi, başka konuların yanı sıra özellikle konuşmayı oluşturucu sorulara yönelir; örneğin konuşucular arasında değişim, bir konuşmanın açılması ile bitirilmesi, söz alma birimlerinin (Redepartikel) işlevi ve rolü, düzeltme usulleri ve konuşma sınıflandırmalarına yönelik sorulardır bunlar. Sözel iletişimin belli başlı özellikleri „Konuşma Dili“ adlı makalede irdelenmektedir.
Yazı bilgisi denilince, "Hadumod Buβmann"'ın gramer kuralları olan doğal dillerin araştırılması anlaşılır.
Modern dil b |
ilimi alanları, bir dilin yazılı açıklamalarında var olan olağan dil olgusunu inceler, bu dil olguları ise bir dildeki imlanın gelişmesi ve sabitleştirilmesine yöneliktir. Birimlerin anlam ayırt edici işlevi ve bu birimlerin dilin seslerle ilgili yapılarıyla olan ilişkileri bakımından belli bir yazı sisteminin birimlerini araştırır.
Yazı bilgisi araştırmaları, geçerli yazım kurallarına ve tarihsel metinlerin çözümlenmesi ya da dilbilimsel bilgi işlemi dahil, işleyen sistemdeki yazı düzeneğinin değiştirilmesine hizmet eder.
Bir dildeki yazı sisteminde anlam ayırt edici en küçük birimlere grafem ya da graf denir.
Graf yazı sistemindeki en küçük birimdir, grafem ise anlam ayırt edici en küçük birimdir.
Fonoloji ve fonetik kavramlarına benzer olarak, yazılı dilin sadece duyusal (maddesel) yanının araştırma alanı da Grafetik olarak tanımlanır.
Yazılı dilin işlevsel bir birimi olan grafem; somut, el ile yazılmış ya da tipografik şeklinden, yani graftan bağımsızdır. Bir grafemin kaç graftan -örneğin Almancadaki –sch ("ş" olarak telaffuz edilir), -ch (gırtlak sesi, Türkçedeki "h" grafının söz içindeki telaffuzuna denk gelen graf’tır) ya da –ie (uzun i olarak okunur) gibi iki ya da üç graftan- oluşabileceği grafemik içerisinde tartışmalı bir konudur. Bâzı kuramlara göre, bir grafem birden fazla graftan oluşabilir; bâzı eski kuramlara göre ise /ʃ/ fonemi için –sch grafeminin kullanılması örneğinde olduğu gibi, bir grafem fonemin temsili olarak tanımlanır veya ses dağılımı nedeniyle, yani grafo-birimsel nedenlerden ötürü bir graf dizini bir birim olarak kabul edilir. Ama böyle harf birleşimlerinin birçok grafemin birleşiminden de olacağı görüşü çok yaygındır.
Sözlük bilimi modern dil biliminin içerisinde söz dağarcığı anlamındaki sözlük kuramıdır. Sözlük bilimi, sözcük sistemi ve sözcüklerin anlamlarına yönelik varlık bilimi olarak tanımlanır. Dilsel ifadelerin anlam yapısı ve sözcükler arasındaki bağlantı ile ilgilenir.
1960'lı yılların başından beri modern dil bilimi içerisinde kendine özgü bir alan olarak var olan sözlük bilimi, dil unsurlarını araştırır ve leksikografik ögeler (biçim birimi), kelime ve sözcük grupları arasındaki ilişkiyi ve kuralları belirlemeye çalışır.
Leksikografi sözlüklerin oluşturulmasıyla ilgilenir ve bunun için sözlükbilimsel olgulara başvurur, sözlükbilimsel araştırmalara yönelik yeni bilgiler verir.
Sözlük bilimine akraba olan diğer dil bilimi alanları; Ad bilimi, kavram bilimi, köken bilimi, kelime yapısı, deyim bilgisi ve özel adlar bilimidir.
Modern dil biliminin alt alanı olan biçim bilimi, bir dilin anlam taşıyan en küçük parçalarının (biçim birimi, morfem) araştırmasını yapar. Biçim birimleri farklı biçimlerde kullanılır, anlam ayırıcı en küçük birimlerden (fonem) oluşur ve bunların kelimelerini oluşturur. Biçim birimi kelimelerin iç yapısındaki dil olgularına ilişkin kurallarla ilgilenir.
Morfoloji geleneksel dil bilgisinde, bükün biçimlerinin ve kelime türlerinin çözümlemesini kapsayan ve söz yapısını da dikkate alan biçim bilgisidir.
Morfoloji kavramı, tipik sözcük yapılarını tanımlamak için dil bilimciler tarafından 19. yüzyılda ele alınmıştır. Bu kavram köken olarak, özellikle Botanik’teki biçim bilgisini başlatan Goethe'den gelmektedir. August Schleicher bu kavramı, dil bilimi için 1860 yılında sadece başlık olarak benimsedi. Morfemleri ise ilk olarak Leonard Bloomfield konulaştırdı. Bloomfield (1933) ve Harris (1951) bu konuya ayrı birer bölüm ayırarak eserlerinde yer vermiştir. Morfoloji, konum açısından sürekli bir değişime uğrarken hem hangi dil betimsel alanların ona dahil edilip edilmeyeceği sorusu, hem de değişik gramer sınıflarının düzenleyici sistemlerine nasıl dahil edileceği konusu farklı yaklaşımlarle ele alınmıştır.
Söz türetme temel birim ve eklerin birleştirilmesiyle oluşturulan kelime yapılarıdır. Misalen; iyi-lik, güzel-lik gibi… İyi sözüne –lik eki getirilerek sıfattan isim türetilmiştir.
Birleşik kelimeler en az iki sözün bir araya getirilmesiyle oluşur, ama bu sözler istenildiği kadar öğe içerebilir. Mesela; dil-bilim sözü dil sözü ile türemiş isim olan bil-im sözü bir araya getirilerek birleşik kelime yapılmıştır.
Kısaltmalar şu şekilde ayrılabilir:
Kimi dil bilimcilere göre evrişim konusu biçim bilgisi içerisinde ele alınır. Evrişim, bir kelimenin biçim değişikliği olmadan kelime türünün değişmesidir. Örneğin; “Adam güzel konuştu” ile "güzel çiçeklerden bir demet aldı" cümlelerinde "güzel" sözü biçimsel bir değişikliğe uğramadan ilk cümlede zarf, ikinci cümlede sıfat görevindedir.
Almancada kimi isimlerin tekil ve çoğul halleri aynıdır. "Das Kissen" (tekil), "die Kissen" (çoğul), bu sözcükte de hiçbir biçimsel değişiklik yoktur ve evrişime uğramış bir sözcüktür.
Evrişimin başka bir tanımı ise, morfemde hafif bir değişiklik olabileceği yönündedir, böyle sözler de bükün konusuna dahil edilebilir. Bu bağlamda evrişimin ilk belirttiğimiz tanımı Sıfır-türetme olarak adlandırılır.
Sözlerdeki biçimsel olaylar, başka hiçbir değişiklik olmadan sadece önek ve soneklerden oluşuyorsa kurallara uygun olan ifadelerle betimlenir. Arapçadaki bâzı sözcük türetme kurallarında olduğu gibi bâzı durumlar kurallara uygun olan dillerle anlaşılmaz.
Söz bilgisi ve bükünün bölümlenebilirliğine dair tartışmalar hala sürmektedir. Kimi okullarda sözcük bilgisi kendine özgü bir alan olarak, kimi okullarda ise biçim bilgisinin alt alanı olarak öğretilmektedir. Ama biçim bilgisi sözcük bilgisinin alt alanı olarak alınırsa söz bilgisini biçim bilgisinden ayırmanın hiçbir mantığı yoktur. Bir basit ve belirleyici kurala göre söz bilgisi ile bükün arasındaki fark şudur: Sözcük bilgisinde yeni kelimeler türetilir, bükünde ise sözcüklerin anlamlarına katkı yapılarak kelimelerin cümledeki işlevleri dile getirilir. Mesela; Söz bilgisi, hareket sözüne –siz eki getirilerek yeni bir kelime oluşturulan alandır. Bükünde ise yeni bir kelime türetilmez, sadece uyumluluk aranır, mesela; özne-yüklem uyumu, çoğul isimlerde yüklem de çoğul olur ya da yazmak fiilinin özneye göre (yazıyorum, yazıyorsun) çekimi gibi durumlar bükünün ilgilendiği konulardır.
Bükün ve cümle bilgisinde aynı dilbilgisel ve anlambilimsel işlevler söz konusu ise sınırlandırmalarda sorunlar ortaya çıkabilir. Örneğin; bükünlü diller grubunda olan Almancada şöyle bir kategori vardır: Almancada bütün isimlerin tanımlığı (Artikel) vardır. Bu tanımlıklar adların cinsini, çekimlerini, tekil ya da çoğul biçimlerini, belirli ya da belirsiz olduklarını ve aynı zamanda adla birlikte çekilen sıfat ve zamirlerin çekimini belirtir. Bu tanımlıklar “der, die, das”tır. Mesela; "Löwe (arslan)" sözü söz bilgisindeki –in ekini alarak "Löwin (dişi arslan)" olur. Bir cümlede kullanılan Artikeller her zaman çekimlenir, ama Almancadaki çok az isim cinse göre değişir.
Bir dilin anlam taşıyan en küçük birimi olarak tanımlanan morfem, biçim bilgisi dahilinde parçalara ayırma imkânları sunar ve bilimsel tartışmalara yol açar.
Dilin anlam taşıyan en küçük yapı birimi olan biçim birimi, bir kelimenin henüz sınıflandırılmamış öğesidir. Morflara kelimeleri parçalara ayırarak ulaşılır. Mesela; "O her gün okula gider" ve "Giderayak işlerim var bitirilecek" cümlelerinde gitmek fiiline –er morfemi getirilerek farklı anlamlar oluşturulmuştur.
Farklı morflar farklı şekillerde aynı işlevi görüyorsa, bunlara da biçimbirimlerin allomorfları denir. Türkçede bu duruma şu şekilde örnek verilebilir:
Örnek 1: “Annemler geldi.” ve “Annemgil geldi.” Bu cümlelerdeki “anne” sözcüğüne eklenen “-ler” ve “-gil” sözcükleri aynı anlamı vermektedir.
Örnek 2: “Öğrenciler yarın gelecekler.” ve “Arkadaşlarım bu sınavı başaracaklar.” Bu cümlelerde “öğrenciler” ve “arkadaşlarım” sözcüklerinde “-ler” ve “-lar” ekleri aynı çoğul anlamını vermektedirler. Aynı zamanda “gelecekler” ve “başaracaklar” sözcüklerindeki “-ecek” ve “-acak” ekleri aynı gelecek zaman kipini belirtmektedirler. Bu durum başka dillerde de meydana gelmektedir. Örneğin; "Kinder" kelimesindeki –"er", "Hunde" kelimesindeki –"e", "Fragen" kelimelerindeki –"n", "CDs" kelimeleri –"s", çoğul biçimi değişmeyen "Wagen" kelimesi çoğul biçimbirimlerin Allomorfemidir. Bu biçimde farklı biçimbirimler Senkretizm adı verilir.
Bükün, kelime yapısında gözlemlenen farklı yöntem ve kurallara göre gruplara ayrılır.
Sıfat, isim ve fiil çekimi bükün sınıfına girer. Birçok yazar, sıfatlarda karşılaştırma ve bu karşılaştırma derecesini de bükün sınıfına koyarlar. Örneğin; “ "Çay içiyorum"” cümlesinde birinci tekil şahıs ve şimdiki zaman olarak kullanılan “-"yor"” ve “"um"” çekim morfemi vardır.
Son zamanlarda yapılan çözümlemelerde bükün, sözdizimsel düzeyde bir role sahip olduğu için biçim birimi sınıfından sayılmamaktadır, ama bu görüşle, anlambilimsel düzeyde çoğul yapı ve Genus (cins durumu) çelişmektedir.
Devekayası, Tavşanlı
Devekayası, Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı bir köydür.
Köyün kuzey, güney ve batısı ormanlarla kaplıdır. Kuzeydeki Yaylacık dağı hayvancılıkla geçinen köy sakinlerinin uğrak yeridir. Tavşanlı'ya 11 km uzaklıktaki köyün ismi Osmanlılar döneminde buradan geçmekte olan bir kervandan ayrılan devenin, köyün batısındaki kayalıklardan düşmesine dayanmaktadır.
Yöresel yemekler höşmerim, çoban hamuru ve tavşan tirididir.
Varsanı
Varsanı veya halüsinasyon, bir duyu organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir sanının varlığına inanma durumudur.
Ruh hastalıklarında sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Beş duyunun da varsanısı olabilir: görme, işitme, dokunma, koklama ve tat duyusu. Halüsinasyonlarda kişi, bir hastalığının olduğunu bilmeden, gördüğü, işittiği ve hissettiğine bütünüyle inanır. Gözlerinde bozukluk olan kişide veya migrende görülen ışık parıltıları varsanı içine girmez. Bunlarda hasta, olayın nedenini bilmektedir.
Hastanın düşünce ve fikirlerinin dışarıya aktarıldığını sanması, düşüncelerinin bir başkası tarafından biliniyormuş hissine kapılması, yabancı fikirlerin kafasına direkt olarak sokulduğunu zannetme gibi çeşitli ruhsal halüsinasyonlar da var |
dır.
Normal kişilerde aşırı fiziksel ve ruhsal yorgunluk, ihtiyarlık zamanında uykuya dalarken ve uyanırken görülen geometrik şekiller, gri veya renkli nesnelerin görülmesi normal olarak kabul edilir.
Ruh hastalıklarından şizofreni, psikozlar, psikonevrozlar, kısa sürede gelişen iç sıkıntısı hallerinde halüsinasyonlar sık görülür.
Parkinson hastalarında da halüsinasyon görme vakaları mevcuttur. Hastalar önceleri bunun hayali olduğunun farkında olsa da, hastalığın ilerleyen dönemlerinde gördüklerini gerçekle ayırt edemez duruma gelir.
Beynin bir kısmını veya tamamını ilgilendiren tahribatlarda, tifo, menenjit, aşırı alkol kullanımı gibi durumlarda da çeşitli halüsinasyonlar ortaya çıkabilir.
Doğal veya sentetik bileşenler olan liserjik asit dietilamid (LSD), liserjik asit amin (LSA), meskalin, psilosibin, psilobin, dimetil triptamin (DMT), salvinorum gibi maddeler halüsinasyona yol açabilmektedir. Bu maddeler bu özelliklerinden dolayı halüsinojenlerdendir.
Optik (görsel) halüsinasyonlar: Çoğunlukla aslında var olmayan küçük ve hareket halindeki nesnelerin görünmesi bu örneğin deliryum durumunda var olur.
Akustik (işitsel) halüsinasyonlar: Genellikle şizofrenlerde yaşanmakla beraber çoğunlukla kendilerine hakaret eden, yorum getiren veya emirler veren seslerin duyulması şeklindedir.
Diğer halüsinasyonlar altında olfaktorik (koku ile ilgili), somatik (iç organlarda hissedilen yanma veya ağrı) ve gustatorik halüsinasyon (tat ile ilgili) çeşitleri de bulunmaktadır.
Gök taşı
Gök taşı ya da meteorit, uzaydan Dünya yüzeyine düşen maddelerin genel adıdır. "Meteorit" düşen nesnenin katı bir kalıntısıdır. Bu nesnekuyruklu yıldız, asteroit veya meteordur. Bütün bunlar dış uzaydan herhangi bir gezegene veya dünya'nın atmosferine girer ve genellikle de yeryüzüne ulaşamadan eriyerek atmosfere karışırlar. Objeler dünyanın atmosferine girdiği andan itibaren sürtünme, basınç ve diğer kimyasal etkileşimlerin de sonucu olarak ısınmaya ve sonrasında bu ısıyı yaymaya başlar. Böylece meteora dönüşmüş olur ve "ateş topu" oluşturur. Kayan yıldız olarak da bilinir. Astronomlar en parlak olanlara bolit derler. Gök taşlarının atmosferi aşıp da bıraktığı etkiler kendi aralarında çok çeşitlidir. Jeologlara göre, bolitler krater oluşturabilecek büyüklükte meteoritlerdir. Dünya atmosferine ortalama olarak yılda birkaç bin gök taşı girer. Ancak bunların beş yüz kadarı buharlaşmadan, yere gök taşı olarak düşer.
Gök taşları, Dünya atmosferine saniyede 11–72 km arasında değişen bir hızla girerler. Sürtünmeden meydana gelen ısıdan dolayı büyük bir kısmı eriyerek toz parçacıkları halinde yeryüzüne inebilir. Büyük gök taşları atmosferde gözlenebilir. Düzenli olarak her sene gerçekleşen meteor yağmurları bulunmaktadır. Bu yağmurlardan en çok bilineni ise Perseid yağmurudur.
Gözlendiği sırada atmosfere ve dünya'ya çarpmayı teğet geçen göktaşlarına meteor kayması denir. Diğer hepsi meteorit bulguları olarak bilinir. Nisan 2016 itibarı ile, dünyada kayıtlara geçmiş 1140 kayma gerçekleşmiştir. 38,660'dan fazla iyi belgelenmiş meteorit bulgusu olmuştur.
Gök taşları geleneksel olarak 3 geniş kategoride incelenir: taşlı göktaşları kayalardan oluşur. Bunlar genelde silikattan meydana gelir; demir göktaşları daha çok metalik demir-nikel karışımından meydana gelir; ve taşlı-demir göktaşları hem metal hem de kaya materyali içerir. Modern sınıflandırmalar, göktaşlarını yapılarına, kimyasal ve izotopik bileşenlerine ve içerdiği minerale göre çeşitli gruplara ayırmaktadır: 2 mm'den küçük olan göktaşları mikrometeor olarak adlandırılır. Dünya dışı göktaşları atmosfer ile bağlı kalmadan diğer gök cisimlerine etki yapan nesnelerdir. Ay'da veya Mars'ta bulunurlar.
Geronimo
Geronimo (Meskalero-Çirikavaca Goyaałé "esneyen", 16 Haziran 1829 – 17 Şubat 1909), Kızılderili lideri. Beyazlara karşı mücadele veren kahraman ve son kızılderili olarak tanınmıştır. Kendi adı öz dilinde Gokhlayeh (Esneyen adam) olarak biliniyor.
Geronimo veya diğer adıyla Goyathlay, günümüzde Yeni Meksika olarak adlandırılan bölgede doğmuştu. Şef Mahko’nun torunu olan Geronimo, bir Bedonkohe Apaçi yerlisiydi. Meksikalı askerler ona Geronimo, İspanyollar ise "Jerome" derlerdi. İsmi bu nedenle, sonradan Geronimo olarak bilinecekti.
Sonora-Arispe’deki Apaçi yerlileri için, aslında o bir lider olarak görülüyordu. Geronimo’nun savaş kariyeri bir Chiricahua (Apaçiler arasında en çok saygı duyulan apaçiler) ve aynı zamanda şefi olan kayınbiraderiyle de bağlantılıydı. Juh adındaki bu şefin, sözcüsü olarak beyazlarla ilişki kurmuştu. Geronimo Amerikan hükümetine karşı savaşan son liderlerden biriydi. Apaçiler arasında ise son savaşçıydı. O sıralar Amerikalı yerleşimcilerin yanı sıra İspanyollarda bu bölgeye akın etmeye başlamıştı. Geronimo’nun hayatındaki en kötü anı da bu dönemde gerçekleşti. 1858 yılında bir gün eve döndüğünde, eşi, annesi ve 3 çocuğunu İspanyollar tarafından öldürülmüş olarak buldu.
Anlatılanlara göre Geronimo, beyaz olan herkese karşı nefret duymuş ve elinden geldiği kadar beyaz öldürmeye çalışmıştı. Onun bu intikam ateşi Apaçiler arasında bir üne sahip olmasını sağlamıştı. Arizona ve New Mexico’da yaşayan beyaz yerleşimcilere suratındaki agresif ifadesi ve vücudundaki Apaçi kanından dolayı hep korku saçacaktı. Geronimo, aslında bir şef değildi; ama bir şamandı (şaman: tıp adamı – şifacı – büyücü) ve bu yönü diğer özellikleri ile de birleşmiş, sonuçta ruhsal ve entelektüel bir lider olmasını sağlamıştı.
Apaçi şeflerinin hepsi, onun görüşlerine ve gücüne saygı duydu. 1870'te rezervasyon bölgesine (San Carlos) yerleştirilen Geronimo, buradan kaçmaya çalışacak; fakat tutuklanıp bölgeye geri gönderilecekti. Üç kez daha kaçmayı deneyen Geronimo, dördüncü kaçışında başarılı oldu ve yakalanamayınca, 500 izci ve 3000 Meksikalı asker onun peşine düştü. İzciler sonunda onu buldu ve rezervasyon bölgesine geri götürüldü. Ancak özgür ruhlu Geronimo bir yıl sonra 35 savaşçı, 109 kadın, çocuk ve gençle bu bölgeden de kaçmayı başardı. 1885'teki bu kaçışından 1894 yılına kadar Geronimo bulunamadı.
Bir keresinde 24 adamı ile 5000 süvariden kaçan Geronimo Dumanlı Dağlar'a sığınmış ve dağları didik, didik arayan süvariler ilginçtir ki Geronimo'nun izine bile rastlayamamıştı. Geronimo’yu yakalayamayan süvariler köylere saldırıp kadın ve çocukları öldürmeye başlamışlardı. Bunu duyan Geronimo sonunda dayanamadı ve halkına zarar gelmemesi için teslim oldu ve Oklahoma’daki Fort Sill’e yerleştirildi. Geronimo teslim olduğunda yanında en son 16 savaşçı 12 kadın ve 6 çocuk kalmıştı. Lawton’daki okul müdürü S.M. Barrett’a yerli bir çevirmen aracılığı ile hayatını kaydettirdi.
Geronimo bir savaş suçlusu olduğundan müdür Barrett, dönemin başkanı Theodore Roosevelt’e varıncaya dek, her makama yazarak “Sürgündeki Kızılderili’nin sözlerini kaydetmek için izin istemişti. Geronimo anılarını anlatmaya Apaçilerin yer yüzüne geliş hikâyesinden başlamıştı. İlk söyleşinin sonuna gelip, Barrett bir soru sorduğunda alacağı cevap şu oluyordu, “Ne söylüyorsam onu yaz.” Ölümünden önce son günlerini geçirmek için Arizona’daki evine dönmek istemiş ancak izin verilmemişti. Ve 1909 yılında bir savaş mahkûmu olarak Oklahoma’da öldü. Kimilerine göre Geronimo işkence yapılarak öldürülmüştü. Öldükten sonra Geronimo rezervasyon bölgesinin arka tarafına gömülmüştü. Fakat -ilginçtir ki- ertesi gün Geronimo gömüldüğü yerde değildi.
Geronimo'nun sembolik mezarı Fort Sill – Oklahoma bölgesindedir. Apaçilere göre Geronimo kutsal topraklar olan dumanlı dağlardadır.
Meteor (anlam ayrımı)
Meteor şu anlamlara gelebilir:
Osmanlı padişahları listesi
Osmanlı Hanedanı’nın sultan-ı âzamları yükselme döneminden dağılma dönemine dek kıtalararası geniş bir imparatorluğa hükmetmiştir. Osmanlı İmparatorluğu zirvedeyken; kuzeyde Macaristan, güneyde Somali, batıda Cezayir ve doğuda Irak'a kadar uzanmıştır. İlk başlarda imparatorluk Bursa’da yönetilirken 1366'da Edirne başkent oldu. Son olarak da Bizans İmparatorluğu’ndan alınan İstanbul başkent oldu. İmparatorluğun ilk yıllarının anlatımında efsane ve gerçeği ayırmanın zor olması nedeniyle değişen konular olmuştur; buna rağmen çoğu çağdaş bilginler imparatorluğun aşağı yukarı 1299 yılında ortaya çıktığını ve kurucusunun Oğuz Türkleri’nin Kayı Boyu’ndan gelen Osman Gazi olduğunu kabul eder. Osmanlı Hanedanı 36 sultanla 6 yüzyıl boyunca var oldu. Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’nda müttefik olduğu İttifak Devletleri’nin yenilgiye uğraması sonucuyla tarih sahnesinden silindi. İmparatorluğun İtilaf Devletleri tarafından bölünmesi ve ardından gelen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin doğmasına yol açtı.
Osmanlı İmparatorluğu var olduğundan beri mutlak monarşi ile yönetilirdi. Sultan hiyerarşik Osmanlı sisteminde ve siyasi, askeri, hukuki, sosyal ve çeşitli başlıklarda en üstteydi. Teorik olarak sadece Allah’a ve yerine getirmesi gereken "Allah’ın yasaları"na (İslam’daki şeriat) karşı sorumluydu. Onun ilahi görevi İran-İslam başlıklarına yansıtılan "Allah’ın yeryüzündeki gölgesi" (zill Allah fi’l-âlem) ve "yeryüzünün halifesi" (halife-i ru-yi zemin) olmaktı. Tüm devlet dairesi onun hükmündeydi ve verdiği her karar ferman adı verilen kararnamede yayımlanırdı. Başkomutandı ve tüm yurttaki resmi unvanıydı. 1453'te İstanbul'un Fethi’nden sonra kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak görürlerdi bu nedenle ara sıra Kayser ve İmparator unvanını kullanırlardı. 1517’de Mısır’ın Fethi’nden sonra I. Selim halife unvanını da benimsedi. Böylece evrensel Müslüman hükümdarı olduğunu iddia etti. Yakın zamanlarda Osmanlı hükümdarları tahta çıkmada Avrupa hükümdarlarının taç giyme törenine eşdeğer olarak Osman’ın Kılıcı ile kuşatılırdı. Kuşatılmayan sultanın çocukları verasete uygun değildi.
Teoride ve ilkelerde teokratik ve salt olmasına rağmen, uygulamada padişah’ın yetkileri sınırlıydı. Siyasi kararlarda hanedanın önemli üyelerinin görüş ve tutumlarını dikkate alırdı, bürokratik ve askeri kuruluşlarda aynı zamanda dini liderlerdi. 17. yüzyıldan bu yana, |
imparatorluk uzun süren durgunluk dönemine girdi, bu dönemde sultanlar çok güçsüzleştiler. Birçoğu güçlü Yeniçeri Ocağı tarafından tahttan indirildi. Tahta geçmesi yasaklı olmasına rağmen Harem-özellikle hükümdarın annesi (Valide Sultan olarak da bilinir)- sahne arkası önemli politik rollerde Kadınlar saltanatı dönemi boyunca etkili oldu.
Sultanların azalan güçleri ilk sultanların ve sonrakilerin saltanat uzunluklarının farklılığından dolayı kanıtlandı. I. Süleyman, imparatorluğu 16. yüzyılda doruk noktasına çıkaran, 46 yıllık saltanatı olan, Osmanlı tarihinin en uzun süre tahtta kalan padişahıydı. V. Murat, 19. yüzyıl gerileme dönemine hükmeden, kayıtlardaki en kısa tahtta kalan padişahtı. Saltanatı sadece 93 gün sürdü. Parlamenter monarşi V. Murat’ın varisi II. Abdülhamit, imparatorluğun son mutlak ve ilk anayasal monarşi hükümdarı, zamanında resmileşti. 7 Ocak 2017’deki ölümüne dek, Osmanlı hanedanının başı ve Osmanlı tahtının sahibi Abdülmecit’in büyük torunu Bayezid Osman’dı.
Aşağıdaki tablo Osmanlı sultanlarını ve son Osmanlı halifesini tarihe göre sıralanmış olarak listeler. Tuğralar kaligrafik mühür ya da Osmanlı sultanları tarafından kullanılan imzalardır. Onlar tüm resmi belgelerde, sikkelerde ve daha önemlisi padişahın portresinin belirlenmesinde kullanılırdı. "Notlar" sütunu padişahların ebeveynlerini ve kaderlerini içerir. Padişah'ın saltanatının sonu doğal ölümle bitmediği zaman nedeni kalın gösterilir. İlk hükümdarlar için genellikle saltanatının sonu ve varisinin tahta çıkması arasında bir zaman vardır. Bunun nedeni tarihçi Quataert'e göre bu dönemde Osmanlı’da uygulanan en yaşlı olan değil en uygun olanın tahta geçmesidir: sultan öldüğünde, bir galip çıkana kadar tüm oğulları savaşmak zorundaydı. Bundan dolayı iç çatışma meydana gelmiş ve kardeş katili gerçekleşmiştir, sultanın ölüm tarihi bu nedenle her zaman varisin tahta geçmesiyle aynı tarihte değildir. 1617'de Şehzade sistemi, en uygun olanın tahta geçmesi yerine yaşça en büyük olanın tahta geçtiği sistemle (ekberiyet) değişti. Bu sistemle tahta ailenin en büyük erkeği geçti. Bu da 17. yüzyıldan bu yana neden ölen sultanın yerine nadiren kendi oğlunun genellikle amca ya da kardeşinin geçmesini açıklar. En büyük olanın tahta geçtiği sistem (ekberiyet) 19. yüzyılda alınan başarısız sonuçlara rağmen saltanatın sonuna kadar sürdü.
I. Süleyman
I. Süleyman (Osmanlı Türkçesi: , "Sultan Süleyman-ı Evvel"; 6 Kasım 1494, Trabzon - 7 Eylül 1566, Zigetvar), Osmanlı İmparatorluğu'nun onuncu padişahı ve 89. İslam halifesi. Batıda Muhteşem Süleyman, Doğuda ise adaletli yönetimine atfen Kanunî Sultan Süleyman (Osmanlı Türkçesi ile ) olarak da bilinmektedir. 1520'den 1566'daki ölümüne kadar, yaklaşık 46 yıl boyunca padişahlık yapan ve 13 kez sefere çıkan I. Süleyman, saltanatının toplam 10 yıl 1 ayını seferlerde geçirmiştir. Süleyman böylece imparatorluğun hem en uzun süre görev yapan hem en çok sefere çıkan ve de en uzun süre sefer yapan Osmanlı Sultanı olmuştur.
I. Süleyman 1520 yılında, babası I. Selim'in ölümünün ardından tahta çıktı. Batıda Belgrad, Rodos, Boğdan ve Macaristan'ın büyük kısmını imparatorluk topraklarına kattı. 1529 yılında Viyana'yı kuşatsa da çeşitli sebeplerden ötürü bu kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı. Doğuda, Safevîlerle yapılan savaşlar sonrasında Orta Doğu'nun büyük kısmını ele geçirdi. Afrika'da imparatorluğun sınırları Cezayir'e kadar uzanırken; Osmanlı Donanması ise Akdeniz'den Kızıldeniz'e kadar olan sularda hakimiyet kurmuştu. I. Selim'den 6.557.000 km olarak devraldığı Osmanlı İmparatorluğu'nu, padişahlığı döneminde 14.893.000 km'ye ulaştırdı. Zigetvar Kuşatması'nın sonlanmasından bir gün önce, 7 Eylül 1566 tarihinde hayatını kaybetti ve yerine oğlu II. Selim geçti.
6 Kasım 1494 tarihinde, Trabzon'da doğdu. Babası, Süleyman doğduğu zaman Trabzon valisi olan ve 1512 yılında padişah olarak tahta geçen I. Selim, annesi ise Ayşe Hafsa valide sultan idi. Çocukluk yıllarını, süt kardeşi Yahya Efendi ile birlikte Trabzon'da geçirdi. Yedi yaşında bilim, tarih, edebiyat, din ve askeriye alanlarında eğitim almak için İstanbul'a, Topkapı Sarayı'ndaki Enderûn'a gönderildi.
1508 yılında Şarkî Karahisar sancak beyi olarak atandı; ancak babası Selim'in kardeşi Amasya sancak beyi Ahmed'in itirazı sonrasında Bolu'ya atandı. Ahmed'in buna da itiraz etmesi sebebiyle atandığı Kefe sancağına 1509 Temmuz'unda çıktı. Babası I. Selim'in 1512'de tahta çıkmasından sonra İstanbul ve Edirne'de oturdu. 1513 yılında Saruhan sancak beyliğine atandı. Burada, sonraları baş danışmanlarından biri olacak olan Pargalı İbrahim ile yakın bir arkadaşlık kurdu. Yaklaşık yedi yıllık Saruhan sancak beyliğinin ardından, 1520 yılının 21 Eylül'ü 22 Eylül'e bağlayan gecesi babası I. Selim'in ölümü üzerine İstanbul'a hareket etti ve tahtta hak iddia edecek başka biri olmadığından herhangi bir mücadele vermeden 30 Eylül 1520 tarihinde onuncu Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Tahta geçişinden birkaç hafta sonra Venedik elçisi Bartolomeo Contarini Süleyman'ı "Yirmi altı yaşında, uzun fakat sırım gibi ve kibar görünüşlü. Boynu biraz fazla uzun, yüzü zayıf, burnu kartal gagası gibi kıvrık. Gölge gibi bıyığı ve küçük bir sakalı var. Cildi biraz soluk olsa da yüzü oldukça hoş. Derisi solgunluğa meyilli. Akıllı bir hükümdar olduğu söyleniyor ve herkes onun saltanatının hayırlı olacağını umuyor" şeklinde tanımlamıştır.
I. Süleyman'ın tahta geçmesinden kısa bir süre sonra Şam Beylerbeyi Canberdi Gazali, Süleyman'ın padişahlığını tanımadı ve kendi hükümdarlığını ilan ederek isyan başlattı. Merkezden gönderilen Ferhad Paşa komutasındaki birlikler, Zülkadriye Eyaleti'nde bulunan kuvvetler ve Şam'daki kuvvetlerin etkinlikleri sonucunda Şam yakınlarındaki Mastaba adlı bölgede, 27 Ocak 1521 tarihinde yapılan çarpışmalar sonucunda Gazali'nin yenilmesi ve öldürülmesiyle isyan bastırıldı. Gazali'nin yerine Şam Beylerbeliği'ne Ayas Mehmed Paşa atandı.
Süleyman ilk seferini 18 Mayıs 1521'de, Macaristan Krallığı'nın yönetimindeki Belgrad (o dönemdeki adı Nándorfehérvár) üzerine yaptı. Çevresindeki Böğürdelen, Zemun ve Salankamen şehirlerinin alınmasının ardından 1 Ağustos günü kuşatılan şehir, 29 Ağustos 1521 tarihinde teslim oldu. Avrupa'da gerçekleştirilebilecek fetih ve seferler için önemli bir merkez olan Belgrad'ın fethi hakkında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun İstanbul elçisi "Belgrad'ın ele geçirilmesi, Macaristan Krallığı'nın çöküşüne sebep olan olayların başlangıcıydı. II. Lajos'un ölümü, Budin'in ele geçirilişi ve Erdel'in işgaliyle devam eden süreçte Macaristan İmparatorluğu yıkılmış ve diğer ülkeleri de benzer sonu yaşayacağına dair bir korku sarmıştı." ifadelerini kullanmıştı.
Ertesi yıl Süleyman, Hospitalier Şövalyeleri'nin bulunduğu Akdeniz'deki Rodos adasına karadan sefer düzenledi. Kuşatmaya katılacak olan Osmanlı Donanması ise Haziran 1522'de adanın "Cem Bahçesi" körfezine demir attı. Süleyman'ın da arasında olduğu kara kuvvetleri, Marmaris'ten gemi yoluyla 28 Temmuz günü adaya geçti. Yaklaşık 100.000 kişi ve 400 gemiden oluşan Osmanlı ordusu, 6 aydan fazla süren kuşatma, 26 Aralık 1522'de şövalyelerin başı Philippe Villiers de L'Isle-Adam'ın teslim koşullarını kabul etmesi ve adanın hakimiyetinin Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmesiyle sona erdi. Adada Hristiyan kimliğiyle yaşayan Cem Sultan'ın oğlu Murad ve Murad'ın oğulları boğduruldu, eşi ve iki kızı İstanbul'a gönderildi. Rodos'un alınmasının ardından şövalyelerin elinde bulunan Bodrum, Tahtalı ve Aydos kaleleri ile İstanköy ve Sömbeki adaları da alındı.
Şubat 1523'te İstanbul'a dönüşünün ardından Süleyman, saltanatının ilk üç yılında görev yapan Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa'yı emekliye ayırdı. 27 Haziran 1523 günü ise daha önce görülmemiş bir biçimde has odabaşısı İbrahim Ağa'yı sadrazam olarak atadı. Sadrazamlığa ek olarak kendisine Rumeli Eyaleti'nin yönetimini de verdi. Sadrazamlık yetkisinin kendisine verilmesini bekleyen ikinci vezir Ahmed Paşa, vali olarak atandığı Mısır'da 1524 yılı başlarında isyan çıkararak bağımsızlığını ilan etti. Ahmed Paşa'nın öldürülmesiyle isyan bastırıldı ve Sadrazam İbrahim Paşa, Mısır'ı düzene sokmakla görevlendirildi.
Mart 1525'te, Süleyman Kâğıthane'de avlandığı sırada yeniçeriler şehirde ayaklanma başlattılar. Kısa sürede bastırılan ayaklanma sonrasında Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa, kâhyası Kıran Bali ile reis-ül küttab Haydar idam edildi. Mısır'ı düzene koyan İbrahim Paşa ise 6 Eylül 1525 günü İstanbul'a döndü. Bu dönemde İstanbul'a gelen Fransa elçisi Jean Frangipani, 24 Şubat 1525'teki Pavia Muharebesi sonrası Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na esir düşen Kral I. François için, kralın annesi Louise de Savoie'un ricası üzerine Süleyman'dan yardım istedi. Yazdığı mektupla yardım sözü veren Süleyman, iki devlet arasında anlaşma sağlanıp François serbest bırakılsa da Macaristan üzerine sefer gerçekleştirme kararı aldı. Macaristan üzerine önce Sadrazam İbrahim Paşa'yı gönderdi, 23 Nisan 1526'da ise Süleyman'ın önderliğindeki ordu Macaristan'a hareket etti. İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetler, Petrovaradin ve İyluk şehirleriyle on bir kale ele geçirdikten sonra, Özek kalesini de aldı. Bosna beyleri de Sirem bölgesindeki bazı kaleleri ele geçirmişti. Macaristan Kralı II. Lajos'un liderliğindeki ordu ile Tuna kıyısındaki Mohaç düzlüğünde karşılaşan Osmanlı ordusu, 29 Ağustos 1526 günü yapılan muharebeyi kazanarak Doğu Avrupa'daki Macar direncini kırdı. Lajos ise muharebeden kaçan bazı askerlerle birlikte bataklıkta boğularak hayatını kaybetti. Osmanlı ordusu yürüyüşüne devam ederek, 20 Eylül günü Budin'e girdi. Şehrin anahtarını alan ve yaklaşık on dört gün boyunca kral sarayında kalan Süleyman, dönüşte Segedin ve bazı şehirleri de alarak 21 Eylül'de Peşte'ye geçti ve Macaristan'ın başına Erdel Voyvodası János Zápolya'yı getirdi. Macaristan'ın Osmanlı İmparatorluğu'na bağlanması ve Fransa-Osmanlı ittifakıyla 5 Ekim 1526 tarihinde sona eren yedi aylık sefer sonrasında, 13 Kasım 1526 tarihinde İstanbul'da zafer alayı düzenlendi. Osmanlı ordusunun Macaristan'da |
olduğu 1526 Ağustos'unda, Safevîlerin desteğiyle Bozok'ta Baba Zünnun İsyanı baş gösterdi. Çevredeki bölgelere yayılmasının ardından 1527'de Diyarbekir Beylerbeyi Hüsrev Paşa ve Adana Sancak Beyi Pîrî Bey tarafından bastırıldı. 1527'de orta Anadolu'da yine Safevîlerin desteğiyle Kalender Çelebi İsyanı çıktı. Çevresindeki sancak beyleri ile eyalet beylerini mağlup etmesinin ardından isyanı bastırmak için Sadrazam İbrahim Paşa görevlendirildi. 1527'de Elbistan civarında yenilgiye uğratılan Kalender Çelebi, başı kesilerek idam edildi. Birkaç ay sonra İranlı Molla Kabız, vaazlarında İsa peygamberin bütün peygamberlerden üstün olduğu fikrini dile getirdiğinden Sünni ulemanın tepkisini çekti ve bu sebeple Kasım 1527'de dîvânda yargılandı. Ancak fikirlerinden vazgeçmeyen Molla Kabız idam edildi.
Kutsal Roma İmparatoru V. Karl'ın kardeşi Avusturya Arşidükü Ferdinand, János Zápolya'nın krallığını tanımayarak kendini Macaristan kralı ilan etti. János Zápolya'nın kuvvetlerini yenilgiye uğratmasının ardından 20 Ağustos 1527 günü Budin'e girerken, Osmanlı İmparatorluğu'na vergi ödemesi karşılığında kendisinin Macaristan Kralı olarak tanınmasını istedi. Ancak bunu reddeden Süleyman 10 Mayıs 1529'da yeni bir sefere çıkarken, Sadrazam İbrahim Paşa'ya da serasker unvanı verdi. 3 Eylül 1529'da Budin'e varan Osmanlı kuvvetleri şehri kuşattı. 7 Eylül günü Budin teslim oldu ve yönetimi tekrar János Zápolya'ya verildi. Hemen ardından Estergon'u almayı başaran Osmanlı ordusu, 23 Eylül 1529'da Avusturya topraklarına girmesinin ardından 27 Eylül günü Viyana'yı kuşattı. Ancak hava şartlarının elverişsizliği ve mühimmat bakımından kuşatma için hazırlıksız olunması sebepleriyle 16 Ekim günü kuşatma kaldırıldı ve ordu 16 Aralık 1529'da İstanbul'a döndü.
Osmanlı açısından başarısızlıkla sonuçlanan Viyana kuşatmasının ardından Ferdinand tarafından gönderilen ve Macaristan Krallığı'nın kendisine verilmesi gerektiğini bildiren ikinci elçi de Süleyman'dan ret cevabı aldı. Bunun üzerine Estergon, Vişegrad ve Vaç şehirlerini Osmanlı'dan alan Ferdinand, Budin şehrine bir saldırı düzenlese de bu saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. 17 Ekim 1530'da, Avusturya elçileri Nicolas Jurischitz ile Joseph von Lamberg İstanbul'a geldi. 17 Kasım günü padişah Süleyman ile yaptıkları görüşmelerde bir anlaşma sağlanamayınca Avusturya üzerine sefere çıkılması kararlaştırıldı. 25 Nisan 1532'de, Süleyman ve İbrahim Paşa'nın önderliğindeki ordu İstanbul'dan ayrıldı. Bosna Beyi Gazi Hüsrev Bey, Bâli Beyoğlu Mehmed Bey, Kırım Hanı I. Sahib Giray ve eyalet beylerbeyleri kaleler fethederken, akıncı kolları Almanya'nın içlerine kadar ilerledi. Osmanlı ordusu 11 Eylül günü Slovenya'ya girdi, bir süre sonra da Habsburg Hanedanı'nın elindeki Güns şehri kuşatılarak Karl'ın gelmesi beklendi. Üç hafta kadar süren kuşatma boyunca Karl'ın gelmemesi üzerine 30 Ağustos 1532'de şehir ele geçirdi. İbrahim Paşa birkaç kale daha ele geçirirken; Süleyman'ın gerçekleştirdiği Alman Seferi, 21 Kasım 1532'de İstanbul'a dönülmesiyle sona erdi. Birkaç ay sonra, 22 Haziran 1533 tarihinde Avusturya Arşidüklüğü ile Osmanlı İmparatorluğu arasında İstanbul Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Macaristan'ın batısındaki küçük bir bölgenin kendisine kaldığı Ferdinand, Macaristan üzerindeki hak iddiasını sonlandırırken, János Zápolya'nın Macaristan hükümdarlığını tanıdı ve Osmanlı İmparatorluğu'na yıllık 30.000 altın vergi vermeyi kabul etti. Öte yandan sefer sırasında Sikloş, Papoçe, Sopron, Gradcaş, Pojega, Zaçesne, Nemçe ve Podgrad kaleleri ele geçirilirken; Podgogonce ve Zagreb beyleri de kalelerinin anahtarlarını Süleyman'a göndererek bağlılıklarını bildirdi. Alman Seferi sırasında Andrea Doria tarafından alınarak Habsburgların eline geçen Koron, 1534'ün Mart ayında Mora Sancak Beyi Bâli Beyzâde Mehmed Bey tarafından geri alındı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun elinde bulunan Bitlis Sancak Beyi Şeref Han 1531'de Safevî Şahı I. Tahmasb'a bağlandığını ilan etti. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında doğmasının ardından Safevîlere sığınan, sonrasında tekrar Osmanlı'ya dönen Ulama Han, Şeref Han'ın yerine Bitlis'e gönderildi. Ancak burada Şeref Han'ın kuvvetleriyle karşılaşılmasının ardından Sadrazam İbrahim Paşa, İran üzerine yapılacak sefer için Ekim 1533'te bölgeye hareket etti. İbrahim Paşa bölgeye ulaşmadan önce Ulama Han, Şeref Han ile yaptığı mücadeleden galip ayrılarak Şeref Han'ı öldürdü. Diğer taraftan Bağdat Hanı Zülfikâr Han Süleyman yanlısı bir tutum sergileyerek şehri gizlice Süleyman'a vermesi; ancak olayın Tahmasb tarafından duyulmasının ardından Zülfikâr Han'ın öldürülmesi ve şehrin Safevî Devleti'nde kalması da İbrahim Paşa önderliğindeki kuvvetlerin bölgeye sevk edilmesinin nedenlerindendi. Kış zamanı Halep'e varan İbrahim Paşa, Safevîlerin elindeki Adilcevaz, Erciş, Van ve Ahlat'ı ele geçirmesinin ardından ilkbaharda Halep'ten ayrıldı. Herhangi bir direniş göstermeyen Tebriz, 13 Temmuz 1534 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı. Kışı İstanbul'da geçirmesinin ardından 11 Haziran 1534'te altıncı seferi için hareket eden Süleyman, Eylül ayında Tebriz yakınlarında İbrahim Paşa tarafından karşılandı. Bir müddet sonra buradan ayrılan ordu, 31 Aralık 1534 günü teslim olan Bağdat'ı ele geçirdi. Kışın Bağdat'ta geçirilmesinin ardından 8 Ocak 1536'da İstanbul'a dönüldü. Öte yandan 27 Aralık 1533 günü Cezayir hükümdarı Hızır Reis (Barbaros), filosuyla birlikte İstanbul'a geldi. Kendisine çeşitli hediyeler sunan ve Cezayir'i Osmanlı topraklarına katan Hızır Reis'e "Hayreddin" unvanı veren Süleyman, Hayreddin'i Cezayir Beylerbeyi olarak atadı. İbrahim Paşa ile görüşmek için Halep'e gidip dönen Barbaros Hayreddin Paşa, 1534 yılında kaptan-ı derya oldu. 1534 mayısında ilk seferini yaptı. Güney İtalya sahillerine çeşitli saldırılar düzenledikten sonra Tunus'a geldi. Küçük çaplı direnişlere rağmen Mevlây Hasan'ın hükümdarlığındaki Tunus, 1534 Ağustos'unda alındı. Mevlây Hasan'ın yardım istemesi üzerine V. Karl, Andrea Doria komutasında çeşitli devletlerin kuvvetlerinden oluşan bir donanma hazırladı ve 1535 yazında saldırdığı Tunus'u ele geçirdi.
Fransa elçisi Jean de La Forêt'nin girişimleri sonucunda 18 Şubat 1536 günü Süleyman, Fransa ile kapitülasyon anlaşması imzaladı. Anlaşmayla birlikte Fransızlara ticari ve hukuki alanlarda birtakım ayrıcalıklar tanındı. 14 Mart'ı 15 Mart'a bağlayan gece Topkapı Sarayı'nda konuk olan Sadrazam İbrahim Paşa, Süleyman'ın emriyle boğularak öldürüldü. Ertesi gün sadrazamlığa Ayas Mehmed Paşa getirildi.
Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması, 1536 baharında Akdeniz'deki yabancı limanları vurdu. Donanmanın Avlonya kıyılarında olduğu vakit Süleyman, 17 Mayıs 1537'de İstanbul'dan ayrılarak "Sefer-i Pulya" denen Adriyatik seferine çıktı. Fransız-Osmanlı ittifakı gereğince Fransa'nın İtalya'ya kuzeyden, Osmanlı Donanması'nın ise güneyden saldırması kararlaştırıldı. Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki askerler, 1537 Temmuz'unda Puglia bölgesinde yer alan Castro şehrinde konuşlandı. Otranto civarında yaklaşık iki hafta kalan askerler, daha sonra ele geçirdikleri esirlerle birlikte buradan ayrıldı. Öte yandan Fransa, İtalya'ya saldırmaktan vazgeçerek askerlerini Hollanda üzerine göndermişti. İtalya'dan ayrılan Osmanlı Donanması, ağustos ayında Venedik Cumhuriyeti'nin elindeki Korfu adasını kuşattı. Ancak kışın gelmesiyle kuşatma kaldırıldı. Barbaros Hayreddin Paşa, Venedik'e ait Şira, Patmos, Naksos gibi adalar alındı; Naksos ile diğer beş ada Osmanlı İmparatorluğu'na vergi vermek üzere yeniden eski dükalığa bırakıldı. Padişah ile donanma, 22 Kasım 1537'de İstanbul'a döndü.
Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan Boğdan Voyvodası Petru Rareș'in vergi ödememesi üzerine Süleyman, Barbaros Hayreddin Paşa'nın donanmayla birlikte denize açılmasından bir-iki gün sonra, 9 Temmuz 1538 tarihinde saltanatındaki sekizinci seferine çıktı. Başkent Yaş da dahil olmak üzere Boğdan'ın büyük kısmı ile Suceava ve Besarabya Osmanlı egemenliğine girdi. Petru Rareș Erdel'e sürülürken, Boğdan'ın başına III. Ştefan getirildi. Bu sıralarda Akdeniz'de olan Barbaros Hayreddin Paşa yönetimindeki donanma, 22 Eylül 1538'de Venedik Cumhuriyeti, İspanyol İmparatorluğu, Papalık Devleti, Ceneviz Cumhuriyeti ve Malta Şövalyeleri'nden oluşan ve Andrea Doria'nın önderlik ettiği Kutsal İttifak donanmasının Korfu'da olduğunu öğrendi. 28 Eylül 1538'de, Preveze açıklarında gerçekleşen Preveze Deniz Muharebesi'nden Barbaros Hayreddin Paşa zaferle ayrıldı. Andrea Doria geri çekilirken Kastelnova'yı alsa da 1539 ilkbaharında denizden Barbaros Hayreddin Paşa, karadan ise Gazi Hüsrev Bey'in saldırıları sonucu ada geri alındı. 1540 ekiminde Venedik ile Osmanlı arasında imzalanan antlaşmaya göre Mora ve Dalmaçya kıyılarındaki kaleler ve adalar Osmanlı İmparatorluğu'na bırakılırken, Venedik'in Osmanlı'ya yıllık 300.000 altın tazminat vermesi kararlaştırıldı. Öte yandan 15 Temmuz 1539'da Ayas Mehmed Paşa'nın ölümüyle boşalan sadrazamlığa Lütfi Paşa getirildi.
1535 yılında Gucerat Sultanı Bahadır Şah'ın gönderdiği elçi ve mektup aracılığıyla Portekiz İmparatorluğu'na karşı gerçekleştirdiği mücadele için yardım istemesi üzerine Süleyman, Hint Okyanusu üzerine gönderilecek gemiler için Hadım Süleyman Paşa'yı görevlendirdi. 13 Haziran 1538'de Süveyş'ten yola çıkan Hadım Süleyman Paşa, ilk olarak geldiği ve Portekizlilerin elinde bulunan Aden'i aldı. 19 Ağustos günü Aden'den ayrılan donanma, 4 Eylül'de Diu'ya ulaştı. Ancak Bahadur Şah 1537'de ölmüş ve Portekiz'in desteğiyle yerine gelen yeğeni III. Mahmud Şah, 1538 eylülünde şehre yapılan kuşatmada Portekiz tarafında yer almıştı. Ancak kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı ve 25 Aralık günü Aden'e dönüldü. Bir müddet sonra ise başkent San'a'da dahil olmak üzere tüm Yemen'i Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı.
Nisan 1541'de, padişahın kızkardeşi olan, karısı Şahhuban Sultan'a tokat atması sebebiyle Lütfi Paşa; Sultan Süleyman tarafından Dimetoka'ya sürülürken, yerine Hadım Süleyman Paşa getirildi.
János Zápolya'nın 22 Temmuz 1540'ta ölmesinin ar |
dından eşi Izabela Jagiellonka, Szapolyai'nin ölümünden birkaç gün önce doğan oğlu János Zsigmond Zápolya adına Macaristan'ın başına geçmek için Süleyman'dan onay aldı. Yaşananları duyan Ferdinand, 1541 Ağustos'unda Budin'i kuşattı. Önce Rumeli beylerbeyi, ardından ise üçüncü vezir Sokollu Mehmed Paşa komutasındaki kuvvetleri Budin'e gönderen Süleyman, 23 Haziran 1541'de orduyla birlikte sefere çıktı ve Budin'deki Ferdinand'ın kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. Budin'in kurtarılmasından sonra kurulan Budin Eyaleti'yle Macaristan doğrudan Osmanlı topraklarına bağlanırken, Izabela Jagiellonka ve oğlu Sigismund Zapolya Erdel'e gönderildi. Kardeşi Ferdinand'ın 8 Eylül'de Cenova'e ulaşmasıyla yaşananları öğrenen V. Karl, 1541 sonbaharında Osmanlı İmparatorluğu'nun elindeki Cezayir üzerine bir sefer düzenledi. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, İspanyol İmparatorluğu, Napoli Krallığı, Sicilya Krallığı, Malta Şövalyeleri, Ceneviz Cumhuriyeti ve Papalık Devleti kuvvetlerinden oluşan Andrea Doria'nın komutanlığındaki donanma, 19 Ekim'de Cezayir'e geldi. Aynı zamanda Cezayir Beylerbeyi de olan kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın yokluğunda Cezayir'i savunan Hasan Ağa komutasındaki askerler, dört ay kadar süren çatışmalar sonunda V. Karl'ın kuvvetleri karşısında zafer elde etti. Süleyman ise ordu ile birlikte 27 Kasım 1541'de İstanbul'a döndü.
1542'de Ferdinand'ın tekrar Budin ve Peşte'ye yaptığı kuşatmalar üzerine, 17 Kasım 1542'de yeni bir sefer hazırlığı için gittiği Edirne'de bir müddet kalan Süleyman, 23 Nisan 1543'te Macaristan üzerine bir kez daha sefere çıktı. 8 Ağustos'ta, iki hafta süren kuşatma sonucunda Estergon Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirildi. Birkaç hafta içerisinde ise Siklós, Székesfehérvár ve Szeged şehirleri de alındı. 19 Haziran 1547'de, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ilk yazılı antlaşma olma niteliği taşıyan İstanbul Antlaşması ile Ferdinand ve V. Karl, Macaristan'ın Osmanlı İmparatorluğu kontrolünde olduğunu kabul ederken, Habsburg Hanedanı'nın elinde bulundurduğu batı ve kuzey Macaristan için Osmanlı İmparatorluğu'na yıllık 30.000 altın florin vermeyi kabul etti.
1542-1546 İtalya Savaşı esnasında Süleyman ile I. François, V. Karl ile İngiltere Kralı VIII. Henry'e karşı bir ittifak oluşturdu. 29 Mayıs 1543'te İstanbul'dan yola çıkan Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması, ağustos ayında Marsilya'ya ulaştı. 6 Ağustos günü, Osmanlı ve Fransa kuvvetlerinden oluşan donanma, Savoie Dükü III. Charles'ın yönetimindeki Nice şehrini kuşattı. 22 Ağustos'ta Nice ele geçirilirken, kaledeki direnişin devam etmesi sebebiyle kuşatma 8 Eylül'e kadar sürdü. İleride düzenlenecek saldırılarda Fransa'ya daha kolay yardım edebilmesi için François, Osmanlı Donanması'nın kışı Toulon'da geçirmesini sağladı. Yaklaşık sekiz ay süren konaklama sonrası, 1544 mayısında donanma İstanbul'a dönüş için yola çıktı.
Kasım 1544'te, Sadrazam Hadım Süleyman Paşa ile Divane Hüsrev Paşa'nın divanda kavga etmesi üzerine ikisi de görevlerinden alındı ve sadrazamlığa Damat Rüstem Paşa getirildi. 4 Temmuz 1546'da kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın vefat etmesiyle de yeni kaptan-ı derya Sokollu Mehmed Paşa oldu.
1547'de Safevî Şahı I. Tahmasb'a karşı isyan başlatan kardeşi Elkas Mirza da İstanbul'a geldi. Eşi Hürrem Sultan ile birlikte 1544, 1545 ve 1546 yıllarını Edirne'de geçiren Süleyman, İstanbul'a döndükten sonra Elkas Mirza'yı doğuya gönderdi ve 29 Mart 1548'de İran üzerine sefere çıktı. Süleyman yönetimindeki ordu tarafından Van'a yapılan kuşatmayı Ulama Paşa devralırken, kısa bir süre sonra şehir ele geçirildi. 1534'te Osmanlı egemenliğine girse de sonradan tekrar Safevî Devleti'nin eline geçen Tebriz, Süleyman komutasındaki kuvvetler tarafından tekrar alındı. Kışı Halep'te geçiren ordu, 1549'da Diyarbakır'a geldi ve İkinci vezir Kara Ahmed Paşa'yı Gürcistan taraflarına yolladı. Bir buçuk ay içerisinde, başta Tortum ve Akçakale olmak üzere yirmi kadar şehri ele geçiren ve Şirvanşahlar Devleti Osmanlı İmparatorluğu'na bağlayan Kara Ahmed Paşa, ordu ile birlikte 21 Aralık 1549'da İstanbul'a döndü.
31 Mart 1547'de ölen I. François'nın yerine Fransa kralı olan II. Henri, Akdeniz'de Habsburglarla mücadele için Süleyman ile anlaşma yaptı. Bunun üzerine Andrea Doria komutasındaki donanma, 8 Ekim 1550'de V. Karl adına Mehdiye'yi ele geçirdi. Buna karşın Osmanlı ve Fransa kuvvetlerinden oluşan donanma Fransa'nın güneyini savundu. Sokollu Mehmed Paşa'dan sonraki kaptan-ı derya Sinan Paşa yönetiminde olan ve Salih Reis ile Turgut Reis'in eşlik ettiği donanmanın, temmuz 1551'de Gozo adasını ele geçirdikten sonra, 18 Temmuz günü Malta adasına yaptığı saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. Kısa bir süre sonra donanma, Malta Şövalyeleri'nin kontrolündeki Trablus'u kuşattı. 14-15 Ağustos günlerinde ise şehir ele geçirildi. Trablus'un alınmasıyla 1551-1559 İtalya Savaşı'nın zemini hazırlanmış oldu. 1552'de, Fransa'ya yardım etmek amacıyla yola çıkan Fransa ve Osmanlı gemilerinden oluşan donanma İtalya'nın güneyindeki Reggio Calabria'yı ele geçirdi. 5 Ağustos 1552 günü, Ponza açıklarında Andrea Doria komutasındaki donanmayla karşılaşan Fransa-Osmanlı donanması, yapılan deniz muharebesinden zaferle ayrıldı. 1553'te ise bu donanma, Ceneviz Cumhuriyeti'nin elindeki Korsika'nın büyük bir kısmını ele geçirdi.
1551 yılında, Avusturya kuvvetlerinin Erdel'e girmesinin ardından Süleyman, Rumeli Beylerbeyi Sokollu Mehmed Paşa'yı Erdel üzerine gönderdi. 10 Temmuz 1551'de Sofya'dan hareket eden Sokollu, 7 Eylül'de Slankamen'den ayrılarak Beçe önlerine geldi ve yaklaşık 16 kaleyi ele geçirdi. Temmuz 1552'de Lipve'yi de ele geçirdikten sonra, Temeşvar'ı kuşatsa da hava şartlarının müsait olmaması üzerine Belgrad'a döndü. Sokollu Mehmed Paşa'nın çekilmesi üzerine Avusturya kuvvetleri Erdel'e girerek Lipve'yi geri aldı ve Segedin'i kuşatsa da bu kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı. Lipve'yi geri almak amacıyla 26 Temmuz 1552'de hareket eden Kara Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, 35 gün kadar süren kuşatma sonrasında Temeşvar'ı ele geçirdi. Kısa bir süre sonra da Lipve'nin geri alınırken, Vesprem ile Solnok da ele geçirildi. Eğri'ye yapılan kuşatma ise kış mevsiminin gelmesi sebebiyle kaldırıldı.
Öte yandan 1548'de, ikinci kez Hint seferine gönderilen donanmanın başında Pîrî Reis vardı. Pîrî Reis, Osmanlı İmparatorluğu'na dahil olduğu halde Portekiz egemenliğine giren Aden'i, 26 Şubat 1548 tarihinde geri aldı. Ağustos 1552'de ise Portekiz İmparatorluğu'nun kontrolündeki Maskat'ı ele geçirdi. Sonrasında ise Arap Yarımadası'nın sahil kısımlarını ele geçirerek Basra Körfezi'ne kadar geldi ve Katar ile Bahreyn'i Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kattı. Ancak ilerleyişine devam etmeyen Pîrî Reis, donanmayı Barsa'da bırakarak Süveyş'e döndü. Bu yüzden bir süre hapsedildi, 1554'te ise Süleyman tarafından idam edildi. Hint Okyanusu üzerine yapılacak olan üçüncü sefer için Koca Murat Reis görevlendirildi. Açık denizde Dom Diogo de Noronha komutasındaki Portekiz Donanması'yla yapılan çarpışmalardan Koca Murat Reis zaferle ayrılsa da rüzgârın aksi istikamette olması sebebiyle Basra'ya dönmek zorunda kaldı. Başarıyla sonuçlanmayan bu seferin ardından Seydi Ali Reis'in önderliğinde dördüncü ve son sefer 1553 yılında yapıldı. Portekiz gemileriyle yapılan çatışmalar ve yakalanılan fırtınalar sebebiyle zayıflayan ve sayısı azalan Osmanlı gemileri Surat'a ulaşarak, kalan teçhizat ve topları Gucerat sultanının valisi Recep Han'a bıraktı. Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasındaki ilişkilerin iyi olmaması sebebiyle bir süre burada kalan Seydi Ali Reis, 1555'te imzalanan Amasya Antlaşması'nın ardından hareket ettiği İstanbul'a 1557 yılında vardı.
Şah Tahmasp'ın Erciş, Adilcevaz, Bargiri ve Ahlat'ı; oğlu İsmail Mirza'nın ise Erzurum'u alması üzerine Damat Rüstem Paşa komutasındaki kuvvetler İran üzerine yollandı. Ancak sonraları bu kuvvetler geri çağrıldı ve 28 Ağustos 1553'te Süleyman komutasındaki ordu sefere çıktı. Süleyman, tahta geçmek istediği yönünde söylentiler olan oğlu Mustafa'yı 6 Ekim'de, Konya Ereğlisi'nde boğdurdu. Aynı gün Rüstem Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine Kara Ahmed Paşa getirildi. Öte yandan kışı Halep'te geçiren, ilkbaharda ise Nahçıvan'a kadar ilerleyen Osmanlı ordusu, Şah Tahmasp'ın çekilmesi üzerine Nahçıvan, Revan ve Karabağ taraflarını ele geçirdi. Amasya'ya döndü ve kışı burada geçirdi. 29 Mayıs 1555'te, iki devlet arasında imzalanan Amasya Antlaşması ile sınır belirlenirken; Bağdat dahil Irak'ın büyük kısmı, Gürcistan'ın batısı (İmereti, Megrelya, Guria), Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki bölge (Azerbaycan'ın batısı ve Tebriz) Osmanlı İmparatorluğu'nda, Azerbaycan, Irak'ın ve Gürcistan'ın doğusu (Mesheti, Kaheti, Kartli) ise Safevilerde kaldı. 31 Temmuz 1555'te İstanbul'a dönen Süleyman, 29 Eylül'de Sadrazam Kara Ahmed Paşa'yı idam ettirdi ve yerine tekrar Damat Rüstem Paşa'yı getirdi.
Habsburglarla Fransa arasında 1551 yılından beri süregelen savaş esnasında Fransa Kralı II. Henri, 30 Aralık 1557 tarihinde Süleyman'a mektup yazarak kendisinden yardım istedi. Fransa'ya yardım amacıyla nisan 1558'de İstanbul'dan ayrılan Turgut Reis ve Piyale Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması, 13 Haziran 1558'de İtalya'ya vardı. Temmuz ayında İspanyol İmparatorluğu'nun elindeki Balear Adaları'na, başarıyla sonuçlanan saldırılar düzenlenmeye başlandı. Bunun üzerine İspanya Kralı II. Felipe, Osmanlı İmparatorluğu'nun elindeki Trablus'u geri almak amacıyla Papa IV. Paulus'tan yardım istedi. İspanyol İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık Devletleri, Ceneviz Cumhuriyeti, Savoie Dükalığı ve Malta Şövalyeleri'nden oluşan donanma, 10 Şubat 1560'ta Trablus'a doğru yola çıktı. 7 Mart'ta Cerbe adasını ele geçiren donanma, burada bir kale inşasına başladı. Piyale Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması ise 11 Mayıs'ta Cerbe'ye ulaştı. Yapılan deniz muharebesinden Osmanlı Donanması zaferle ayrıldı.
Oğulları Şehzade Bayezid ile Şehzade Selim arasında yaşanan taht k |
avgasında Selim'in tarafında oldu. İran'a sığınan Bayezid ve oğullarını, Şah Tahmasb ile yaptığı mektuplaşmanın sonunda, 25 Eylül 1561'de, Kazvin'de boğdurttu.
10 Temmuz 1561'de Sadrazam Rüstem Paşa öldü, yerine Semiz Ali Paşa atandı. 1562 yılında İstanbul'a gelen elçi Ogier Ghislain de Busbecq aracılığıyla Habsburglarla Osmanlı İmparatorluğu arasında sekiz yıllık bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre Ferdinand, Erdel'in Osmanlı'da kaldığını ve 1547'deki antlaşmada olduğu gibi yıllık 30.000 altın vergi vermeyi kabul etti.
Turgut Reis ve Piyale Paşa'nın komutasındaki Osmanlı Donanması, 18 Mayıs 1565 tarihinde Malta Şövalyeleri'nin elindeki Malta adasını bir kez daha kuşattı. Malta Şövalyeleri'nin yanında İspanyol İmparatorluğu, Sicilya Krallığı ve Maltalı siviller de adanın savunmasına destek oldu. 11 Eylül'de başarısızlıkla sonuçlanan kuşatma sonrasında Turgut Reis de çarpışmalar esnasında aldığı darbe ile vefat etti. Ancak 1565 yılında I. Süleyman'ın vefatına az kala Piyale Paşa komutasındaki gemiler Sakız adasını Osmanlı topraklarına katmışlardır.
Osmanlı hükûmeti, 1562'deki antlaşmada yer alan koşullara göre yıllık vergisini ödemeyen Ferdinand'ın 1564 yılındaki ölümünün ardından Kutsal Roma İmparatoru olan II. Maximilian'dan hem eski borçların ödenmesini hem de kalan altı yıl için vergilerin ödenmesi teminatını istedi. Maximilian, İstanbul'a gönderdiği elçiyle bu koşulları yerine getirdi. Ancak karşılıklı sınır ihlalleri sonrasında, Semiz Ali Paşa'nın 28 Haziran 1565'teki ölümünün ardından sadrazamlığa gelen Sokollu Mehmed Paşa'nın tutumu üzerine Süleyman; 1 Mayıs 1566'da, yaklaşık 13 yıl aradan sonra, 72 yaşında 13. seferine çıktı. 27 Haziran'da Belgrad'a varan ve burada Sigismund Zapolya'nın kuvvetlerinin de katıldığı Osmanlı Ordusu, 2 Ağustos'ta Zigetvar'a vardı. Süleyman ise kuşatma yerine 5 Ağustos'ta varmış ve kuşatmanın görülebileceği bir tepede yer alan çadırına yerleşmişti. 7 Eylül 1566 gecesi, Zigetvar'ın alınmasından bir gün önce, kaynaklara göre gut, dizanteri, felç veya anjin sebebiyle vefat etti. Öte yandan Zigetvar'ın yanında Göle, Yanva, Lügos ve diğer bazı kaleler de ele geçirilmişti. Süleyman'ın ölümü 48 gün boyunca, 21 Ekim günü ordunun Zigetvar'dan ayrılışına kadar saklandı. Cenazesi, 28 Kasım'da Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin kıldırdığı namazın ardından Süleymaniye Camii'nde toprağa verildi. Süleyman'ın vefatının ardından yerine oğlu II. Selim geçti.
I. Süleyman'ın padişahlığı döneminde, I. François tarafından İstanbul'a yollanan Fransız elçi Pierre Gilles'in yazdıklarına göre şehirde Bizans İmparatorluğu döneminden fazla yapı kalmamıştı. Döneminde birden fazla sultan külliye yaptıran Süleyman döneminde ilk olarak, babası I. Selim döneminde yapımına başlanılan I. Selim Külliyesi'nin yapımı tamamlanırken; oğlu Mehmed için Şehzadebaşı Külliyesi ve kendisi için, Osmanlı mimarisinin en önemli örneklerinden biri olarak kabul edilen Süleymaniye Külliyesi yapıldı. Yine padişahın yakınlarının külliyeleri; Rüstem Paşa Külliyesi, Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi, Kılıç Ali Paşa Külliyesi, Haseki Külliyesi ve Mihrimah Sultan külliyeleri (Üsküdar ve Edirnekapı'da olmak üzere iki tane), Hadım İbrahim Paşa Külliyesi, Kara Ahmed Paşa Külliyesi de bu dönemde inşa edildi. Öte yandan nüfus artışına bağlı olarak İstanbul'da çekilen su sıkıntısının önüne geçmek amacıyla su tesisleri yenilendi ve Kırkçeşme su sistemi kuruldu.
Bu imar faaliyetlerinde başı çeken kurum, saraya bağlı olarak çalışan ve devlet sınırlarındaki her türlü resmî inşaat işlerini yürüten Hassa Mimarlar Ocağı ile başındaki hassa mimarbaşı idi. Süleyman tahta çıktığı dönemde hassa mimarbaşı, I. Selim döneminde göreve gelen Acem Ali'ydi. 1538 veya 1539 yılında ölen Acem Ali'nin ardından yerine gelen ve Süleyman döneminde yapılan mimari eserlerin çoğunda imzası bulunan Mimar Sinan, Osmanlı döneminin en büyük mimarlarından biri olarak kabul edilmektedir.
I. Süleyman'ın saltanatı döneminde yetişen başlıca şairler arasında Fuzûlî, Bâki, Pir Sultan Abdal ve Bağdatlı Ruhi gösterilmektedir. Matrakçı Nasuh ise dönemin önemli ressam, tarihçi ve minyatür sanatçılarındandı. Yine bu çağda yaşayan ve "Süleymanname"yi yazan şehnameci Arifî, nakkaş Nigarî ve hattat Ahmed Karahisarî de dönemin önde gelen sanatçıları arasında yer almaktadır.
Sultan Süleyman döneminde ayrıca sadrazam Pargalı Makbul İbrahim Paşa, Mohaç Meydan Savaşı sonrasında Budin'den İstanbul'a "Üç Güzeller" olarak anılan mitolojik heykeller getirmiş ve At Meydanında bulunan sarayına dikmiştir. Bu heykeller her ne kadar ilgi uyandırsa da bazı çevreler tarafından put olarak görülüp hoş karşılanmadığı için kalıcı olamamıştır. Bu heykellerin yanı sıra, Budin'den bazı Doğu ve Batı düşünürlerinin eserleri İstanbul'a getirilmiş ve kütüphane oluşturulmuştur. Bu eserler Macar kralı Matthias Corvinus'un kurduğu geniş kütüphaneden savaş ganimeti olarak elde edilmiştir. Süleyman bu yönüyle Osmanlı kütüphane kültüründe etkili ve önemli bir padişah olarak yer alır.
Sultan Süleyman döneminde çok sayıda medrese kurulmuştur. Bu dönemde sarayda kurulan kütüphanelerden çok, medrese ve külliyelerde kurulan kütüphanelerin ön planda olduğu görülmektedir. Bu da, devletin halkın eğitimini daha ön planda tutmaya başladığının göstergesi olarak görülebilir.
I. Süleyman döneminde kurulan ve Osmanlı Devleti’nin ikinci büyük eğitim kurumu olan Süleymaniye Medreseleri açmış olduğu farklı bilim dalları nedeniyle (özellikle tıp, matematik ve diğer akli bilimler) yeniden bir sınıflamaya gidilmiştir. Sultan Süleyman döneminde yapılan düzenlemeyle Osmanlı medreselerinde eğitim Dahil medreselerinden sonra iki aşamaya ayrılmıştır. Birincisi Sahn-ı Seman medreselerinde hukuk, ilâhiyat ve edebiyat dallarında yapılan eğitim, ikincisi ise Süleymaniye Medreselerinde matematik ve tıp alanlarında yapılan eğitimdir.
Saruhan Sancak Beyi olduğu sıralarda hareme giren ve gerçek ismi bilinmediğinden Fülane Hatun olarak geçen kadın, çoğu tarihçi tarafından Süleyman'ın ilk eşi olarak gösterilmektedir. Tarihçi Çağatay Uluçay; Süleyman'ın Hürrem Sultan, Mahidevran Sultan ve Gülfem Hatun olmak üzere üç eşi olduğunu ve başka eşlerinin de olabileceğini söyler. Öte yandan Fülane Hatun'dan dünyaya gelen Mahmud; Mahidevran Sultan'dan dünyaya gelen Şehzade Mustafa; Hürrem Sultan'dan dünyaya gelen Şehzade Mehmed, Mihrimah Sultan, Şehzade Abdullah, Şehzade Selim, Şehzade Bayezid, Şehzade Cihangir ve annesinin Gülfem Hatun olduğu yönünde görüşler olan Şehzade Murad olmak üzere Süleyman'ın toplamda sekiz erkek ile iki kız çocuğunun olduğu kesin olarak bilinmektedir. Bunlara ek olarak Yılmaz Öztuna; Şehzade Orhan, Şehzade Osman, Şehzade Abdullah, Şehzade Mehmed, Şehzade Mehmed, Şehzade Orhan'ı da Süleyman'ın oğlu olarak göstererek bu sayının on beş olduğunu belirtir ve Fatma Sultan adında bir kızı daha olduğunu söyler.
"Muhibbî" mahlasıyla şiirler yazan Süleyman'ın bir de divanı vardır.
Nadiren de olsa Muhib, I. Süleyman, Meftûnî, Âcizî mahlaslarını kullandığı hacimli divanında tam 2779 adet gazel bulunmaktadır ki, Divan şairleri arasında oldukça fazla gazel yazmış olan Zâtî'nin bile ulaştığı gazel sayısı 1825'tir. Kanuni böylece Divan edebiyatının gazel rekorunu kırmıştır.
2003 yapımı "Hürrem Sultan" isimli Türk dizisinde I.Süleyman'ı Ali Sürmeli canlandırdı.
2011-2014 yılları arasında yayınlanan ve I.Süleyman döneminin anlatıldığı "Muhteşem Yüzyıl" adlı Türk dizisinde ise Halit Ergenç tarafından canlandırılmıştır.
Ubisoft'un yapımcılığını yaptığı, 2011 yapımı "" oyununda şehzade olarak yer almaktadır. "Age of Empires III" ve "Civilization V" oyunlarında da Osmanlı'nın hükümdarı olarak yer almaktadır.
Mimar Sinan
Mimar Sinan veya Koca Mi'mâr Sinân Âğâ (Sinaneddin Yusuf - Abdulmennan oğlu Sinan) (Osmanlı Türkçesi: قوجه معمار سنان آغا), (d. 29 Mayıs 1489, Ağırnas - ö. 17 Temmuz 1588, İstanbul) Osmanlı baş mimarı ve inşaat mühendisi. Kariyerinde önemli eser verdiği Osmanlı padişahları I. Süleyman, II. Selim ve III. Murat dönemlerinde baş mimar olarak görev yapan Mimar Sinan, yapıtlarıyla geçmişte ve günümüzde dünyaca tanınmıştır. Başyapıtı, "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii'dir.
Sinaneddin Yusuf, Kayseri'nin Agrianos(bugün Ağırnas) köyünde Ermeni veya Rum ya da Hristiyan Türk, olarak doğmuştur. 1511'de Yavuz Sultan Selim zamanında devşirme olarak İstanbul'a gelmiş yeniçeri ocağına alınmıştır.
Abdulmennan oğlu Sinan , Mimar olarak Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferine katıldı. 1521 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad Seferine Yeniçeri olarak katıldı. 1522’de Rodos Seferine Atlı Sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç Meydan Muharebesi'nden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek Acemi Oğlanlar Yayabaşılığına (Bölük Komutanı) terfi ettirildi.Sonraları Zemberekçibaşı ve Başteknisyen oldu.
1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Seferi sırasında Van Gölü'nde karşı sahile gitmek için Mimar Sinan iki haftada üç adet kadırga yapıp donatarak büyük itibar kazandı. İran Seferinden dönüşte, Yeniçeri Ocağı'
nda itibarı yüksek olan Hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Moldova seferlerine katıldı. 1538 yılındaki Karaboğdan Seferinde ordunun Prut Nehri'ni geçmesi için köprü gerekmiş bataklık alanda günlerce uğraşılmasına karşın köprü kurulamamış görev Kanuni'nin veziri Damat Çelebi Lütfi Paşa'nın emriyle Abdulmennan oğlu Sinan'a verilmiştir.
Köprünün yapımından sonra Abdulmennan oğlu Sinan 17 yıllık yeniçerilik hayatından sonra 49 yaşında Başmimarlık görevine atanır.
1538 yılında Hassa başmimarı olan Sinan , baş mimarlık görevini I. Süleyman,II. Selim ve III. Murat zamanında 49 yıl süre ile yapmış Mimar Sinan’ın, mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Halep’te Husreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Halep’teki Hüsreviye Külliyesinde, tek kubbeli cami tarzı ile, bu kubbenin köşelerine birer kubbe ilave edilerek yan mekânlı cami tarzı birleştirilmiş ve böylece Osmanlı mimarlar |
ının İznik ve Bursa’daki eserlerine uyulmuştur. Külliyede ayrıca, avlu, medrese, hamam, imaret ve misafirhane gibi kısımlar bulunmaktadır. Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesinde renkli taş kakmalar ve süslemeler görülür. Külliyede cami, türbe ve diğer unsurlar ahenkli bir tarzda yerleştirilmiştir. Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan Haseki Külliyesi, devrindeki bütün mimari unsurları taşımaktadır. Cami, medrese, sübyan mektebi, imaret, darüşşifa ve çeşmeden oluşan külliyede cami, diğer kısımlardan tamamen ayrıdır, Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesini gösteren basamaklardır. Bunların ilki İstanbul'daki Şehzade Camii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezi bir kubbe tarzında inşa edilen Şehzade Camii, daha sonra yapılan bütün camilere örnek teşkil etmiştir. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır.
Mimar Sinan’ın en büyük eseri ise, 86 yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" diye takdim ettiği, Edirne’deki Selimiye Camiidir (1575). Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eskileri restore etti. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’te Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yaptı ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağladı. Eski eserlerle abidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Camii ve Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkânların yıkımını sağladı. İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususta ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarıyla bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Büyükçekmece Köprüsü üzerinde kazılı olan mührü, onun aynı zamanda mütevazı kişiliğini de yansıtmaktadır. Mühür şöyledir:
Eserlerinin bir kısmı İstanbul’dadır. 1588'de İstanbul'da vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Camii'nin yanında kendi yaptığı sade türbeye defnedilmiştir.
Mimar Sinan Türbesi, İstanbul Müftülüğü'nün sütunlu kapısından çıkınca hemen solda, iki caddenin kesiştiği noktada Fetva Yokuşu başında sağda, Süleymaniye Camii'nin Haliç duvarının önünde, beyaz taşlı sade bir türbedir. Mezarı 1935 yılında Türk Tarihini Araştırma Kurumu üyeleri tarafından kazılmış ve kafatası incelenmek üzere alınmış ancak sonraki restorasyon kazısında kafatasının yerinde olmadığı görülmüştür.
1976'da Uluslararası Astronomi Birliği'nin aldığı kararla Merkür'deki bir krater Sinan Krateri olarak isimlendirilmiştir.
Mimar Sinan 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesindedir.
2003 yapımı Hürrem Sultan dizisinde Mehmet Çerezcioğlu tarafından canlandırıldı. 2011 yapımı Muhteşem Yüzyıl dizisinde birkaç bölüm Gürkan Uygun tarafından canlandırılmıştır.
Kanuni
Kanuni aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Kuşadası
Kuşadası Türkiye'nin Aydın iline bağlı bir ilçedir. Kuşadası Türkiye'nin ilk Turizm merkezlerindendir, Turizm tarihi 1960'lara dayanır, ilk kruvaziyer gemi turizmi burada başlamıştır. Özellikle yazları yerli ve yabancı turist sayısı ile 110 bin civarı olan yerli nüfus zaman zaman 2 milyon'a dayanmaktadır. İlin kuzeybatısında bulunan Aydın merkez ilçe olan Efeler'e 71 km. uzaklıktadır. İzmir iline uzaklığı 90 km, Selçuk ilçesine 21 km, Bodrum ve Çeşme ilçelerine 157 km uzaklıktadır. İzmir Adnan Menderes Havaalanı'na 65 km. uzaklıktadır. Kuşadası gemi liman'ı Türkiyenın en büyük 3. Limanı'dır. Ayrıca Kuşadası sınırları arasında bulunan Dilek Yarımadası Millî Parkı da önemli noktalardandır, evcil domuzlar dünya da tek burada bulunur. 2016 senesinde büyük yolcu uçağı Kuşadası Körfezine batırılmış ve dalış Turizminde büyük pay sahibir. Avrupa'nın en büyük Golf sahası ve mavi bayraklı plajlarıyla Kuşadası önemli turizm merkezlerindendir. 2013 yılında yapılan Kongre salonu da Avrupa'nın en büyüğü konumundadır. Büyük Fuar ve toplantılara tanıklık etmektedir.
Kuşadası'nın ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekte ise de, Efes'e bağlı Neopolis ismi ile İyonlar tarafından kurulduğu sanılmaktadır.
Şehir daha önce, Pilavtepe eteklerinde, Andızkulesi denilen yerde kurulmuştur. Bir müddet sonra Bizanslılara ait olan bu kıyılara Venedik ve Cenevizliler, ekonomik bakımdan egemen olmuşlardır. Ulaşım güçlükleri nedeni ile Kuşadası; Andızkulesi mevkiinden alınarak bugünkü yerinde Yeni İskele ("Scala Nuova") adı ile kurulmuştur.
Kuşadası'nın adını verdiği Kuşadası Körfezi ve yakın çevresi, sanat ve kültür merkezleri olarak bilinmektedir ve ilk çağlardan beri birçok farklı medeniyeti barındırmıştır.
MÖ 3000 yıllarında Lelegler, MÖ 11. yüzyılda Aioller, MÖ 9. yüzyılda İyonlar bölgede hâkim olmuşlardır. Büyük Menderes ve Gediz ırmakları arasında kalan alan, antik çağlarda İyonya adını alır. Tüccar ve denizci olan İyonlar denizaşırı ticaret sayesinde kısa zamanda zenginleşmişler ve üstün bir politik güce sahip olmuşlardır. Tarihte "İyon Kolonileri" adını alan 12 şehir kurmuşlardır.
Kuşadası, antik çağlarda Anadolu'nun Akdeniz'e açılan başlıca limanlarından biri idi. O devirde Neopolis adı ile anılıyordu. MÖ 7.yy.da başkentleri Sardes olan Lidyalılar yöreye hâkim olmuşlardır.
MÖ 546'da başlayan Pers hâkimiyeti, MÖ 334'de Büyük İskender'in tüm Anadolu'yu ele geçirmesine kadar devam eder. Bundan sonra Anadolu'da Grek medeniyeti ile yerli Anadolu medeniyetinin sentezi olarak yepyeni bir çağ, yepyeni bir sanat ve kültür anlayışı hakim olur ve bu çağ "Helenistik Çağ" adı ile anılır. Efes, Milet, Priene ve Didim bu devrin en ünlü şehirleridir.
MÖ 2. yy.da Romalılar yöreye egemen oldular. Hristiyanlığın ilk yıllarında, Meryem Ana'nın ve havarilerinden St. Jean'ın Efes'e gelip yerleşmesiyle burası bir dini merkez haline gelir. Miletus da Hristyanlık çağında Piskoposluk merkezidir. Bizans Çağında "Ania" adı ile anılır. Kuşadası, ortaçağda korsanlar tarafından kullanılan bir liman olmuştur. 15.yy.da, Venedikliler ve Cenevizliler zamanında şehir "Scala Nuova" adını alır.
1086'da I. Süleyman Şah'ın bölgeyi Selçuklu Devleti'ne katmasıyla Türk egemenliği başlar. Bölge, bu devirde kervan yollarının Ege'ye açılan bir ihraç kapısı olmuştur. Ancak Selçuklu Devleti'nin egemenliği 1. Haçlı Seferleri nedeniyle kısa sürdü ve yeniden Bizans'ın eline geçti. 1280'lerin sonunda Menteşeoğulları,1397-1402 arasında Osmanlıların egemenliğine girdi. 1402-1425 arası yeniden Aydınoğulları'nın eline geçtiyse de 1425'te Osmanlılar bölgeyi kesinlikle ele geçirir.
Kuşadası, 1413 yılında 1.Mehmet (Çelebi) tarafından Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine katılmıştır. Bu tarihten sonra, şehir tamamen Türklerin elinde kalmış ve Türklerin yaptığı eserlerle dolmaya başlamıştır. Bunlardan bugünkü Kervansaray ve Kuşadası'nı çeviren surlar, Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Surlarla çevrili şehre o zaman ancak üç kapıdan girilebilmekteydi. Bu kapılardan bir tanesi, Barbaros Hayreddin Paşa Caddesi ile Kahramanlar Caddesi’ni birbirinden ayırmakta ve üst kısmı önceden Şehiriçi Trafik Bölge Amirliği olarak kullanılmıştır, fakat şimdi Olay Yeri İnceleme Büro Amirliği olarak kullanılmaktadır. Diğer kapılar bugün mevcut değildir.
Küçükada,(Güvercinada) Bizanslılar için önemli bir askeri üs görevini yapan önemli bir yerdi,1834 yılında büyük bir yenilenme görmüş ve ünlü kalesi yapılmıştır. "Kuşadası" adı bu kaleden gelmektedir.
1893 yılı Osmanlı nüfus sayımına göre Kuşadası'nda yaşayan kişi sayısı 15.047 kişidir. Bunların çoğunluğu (%58,6) Türklerden oluşmaktadır (8.822 kişi). Kuşadası'ndaki Rum nüfusu ise 6.121 kişidir (%40,7).
Kuşadası, Kurtuluş Savaşı'nda 1919-1921 yılları arasında İtalya'nın, onların çekilmesiyle Yunanistan'ın işgaline girdi ve 7 Eylül 1922'de düşman işgalinden kurtuldu.
Kuşadası'nın batısında deniz kuzeyinde,güneyinde ve doğusunda dağlar ve tepeler vardır.
İlçede, Toplum, Son Nokta, Denge, Halkın Sesi, Demokrat, Aktüel Ada, Son Haber, Güncel, Kuşadası Express ve Gözlem adlarında 10 yerel gazete ve Kuşadasıspor adını taşıyan, Kuşadası’ndaki spor olaylarını gündeme taşıyan bir dergi bulunmaktadır.
Anadolu ve İhlas Haber Ajanslarının temsilcileri, Kuşadası radyosu ve Ada TV gibi birçok yayın kuruluşu bulunmaktadır.
Michel Foucault
Michel Foucault (; doğum adı Paul-Michel Foucault) (15 Ekim 1926 - 25 Haziran 1984), Fransız düşünür, sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog, psikolog ve sosyolog.
15 Ekim 1926’da Poitiers'de doğdu. Babası, oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne girdi. 1946’da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérieure’e kabul edilen dördüncü öğrenciydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Poitiers, Alman ordularının işgali altında kaldı.
Maurice Merleau-Ponty ile felsefe çalıştı. 1948’de felsefe diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji diplomasıyla ödüllendirildi. 1950-1953 yılları arasında Fransa Komünist Partisi'nde yer almıştır. Partiye girişi Louis Althusser aracılığıyla olmuştur. Ancak Stalin'in Sovyetler Birliği'nde izlediği politikalar onu partiden soğutmuş ve bir süre sonra partiden ayrılmıştır.
1954’ten itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde doktora tezini yazdı. Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault'un tezini bilimsel bulmayıp kabul etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti. 1960’da Fransaya Clermont-Ferrand Üniversitesine felsefe bölüm başkanı olarak döndü. "Delilik ve Medeniyet" ("Folie et déraison. Histoire de la folie à l'âge c |
lassique") kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. Aynı yıl Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.
Foucault’nun ikinci önemli eseri "Kelimeler ve Şeyler" ("Les mots et les choses") 1966’da yayımlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
1966-1968 arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler. Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu, Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça etkilendiler. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (Groupe d'information sur les prisons) kurdu.
1969’da "Bilginin Arkeolojisi"’ni (Archéologie du savoir) yayımladı. 1970’de en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’ne Düşünce Sistemleri Tarihi profesörü olarak seçildi. 1975’te belki de en etkili kitabı olan "Hapishanenin Doğuşu"’nu (La naissance de la prison) yayımladı.
Ömrünün kalan yıllarında kendini "Cinselliğin Tarihi" (Histoire de la sexualité) çalışmasına adadı. 1976’da ilk cildini yayımladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci ve üçüncü ciltler 1984’teki ölümünden hemen sonra yayımlandı.
1978'li yıllarda İran'da Şah karşıtı gösteriler ayyuka çıktığında Foucault, Corriere della Sera ve Le Nouvel Observateur dergilerine muhabirlik yapmış, İran'ı ziyaret etmiştir. Paris'te Ayetullah Humeyni ile görüşmüş, İran'daki muhalefet liderleri ve gösteriye katılan insanlarla mülakatlar gerçekleştirmiştir. İran'a ilişkin "Ruhsuz dünyanın ruhu" gibi yazdığı makaleler ve kullandığı "siyasi ruhanilik" kavramı ilginçtir. Bu makaleler İngilizceye çok sonradan tercüme edilmiş, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından ilgi görmüş; siyasal İslam, İran-Batı ilişkileri bağlamında incelenen metinler olmuştur.
Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozoftu. Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti. Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurdu. Öte yandan Gerard Raul'a verdiği röportajda post-modernist yahut post-yapısalcı olarak tasnif edilmeyi reddettiğini söylemiştir.
25 Haziran 1984'te Paris'te yakalandığı AIDS hastalığı nedeniyle vefat etmiştir.
Foucault' un felsefi yönünün anlaşılması, bir sosyal bilimler öğrencisi için aşılması ayrıcalık getirecek bir eşiktir. Foucault toplumdaki daimi doğruların oluşum sürecini modernist bir bakış açısı olarak görür ve kökten reddeder. Postmodernite kendini genel geçer doğruların aksine hareket eden bireylerde ve düşünüşlerde bulur. Bu nedenledir ki Foucault deliler üzerinde araştırmalar yapmıştır. Deliler ona göre toplumun daimi doğrularına uygun hareket edemeyen bireylerdir. Toplumun genelini bir oda içerisinde gören Faucault bütün düşüncelerin, hareketlerin bu daimi doğrular çerçevesinde yahut kıskacı altında ortaya çıktığını iddia eder. Gay, lezbiyen, transseksüel, biseksüel oryantasyonlar daimi doğrulardan ayrı doğrular çerçevesinde oluştukları için postmodernitenin varoluşunu ve moderniteden çıkıldığını gösterir (modernite bu kavramları asla kabul edemezdi). Foucault kendi çalışmalarının bile genel geçer daimi doğrulardan olmaması gerektiğine inanır ve çalışmalarının kullanıldıktan sonra atılmasını öğütler.
Foucault üzerine kitaplar
Sapanca Gölü
Sapanca Gölü, Adapazarı ile İstanbul arasında Kocaeli sınırına yakın bölgede, Sapanca ilçesi içinde yer alan bir göldür.
Sapanca Gölü, Doğu Marmara Bölgesi’nde, Sakarya kent merkezinin 12 km batısında, İzmit kentinin ise 27 km doğusunda yer alan tektonik kökenli bir tatlı su gölüdür. Doğu-batı uzanımlı olan gölün doğu kesimi Sakarya ilinin sınırları içerisindeyken, batı kesimi ise Kocaeli ilinin sınırları içinde yer almaktadır. Gölün içinde bulunduğu bölge, güneyde Samanlı Dağları, kuzeyde ise Kocaeli Penepleni olarak adlandırılan morfotektonik yapılar arasında yer alan ve Kuzey Anadolu Fayı'nın kuzey koluna ait segmentlerce sınırlandırılmış olan İzmit-Sapanca Koridoru üzerindedir. Bu koridor Neotektonik dönemde bir çek-ayır havza niteliğinde gelişmiştir. 17 Ağustos 1999 depremi yüzey kırığı Sapanca Gölü’ne güneydoğu sınırından girmiş ve göl içerisinde ~600 m sağ yönlü bir sıçrama yaptıktan sonra gölün kuzeybatı sınırından çıkmıştır. Bu sıçrama uzun dönem içinde gölün çökmesini kontrol etmiştir.
Doğusunda yer alan Sakarya Nehri ve batısındaki İzmit Körfezi arasında, deniz seviyesinden 33 m yükseklikte yer alan gölün uzunluğu, doğu-batı doğrultusunda 16 km, eni ise kuzey-güney doğrultusunda 5 km.dir
Gölün uzun dönem ortalama yüz ölçümü 46,9 km²’dir ve su havzasının alanı da 296 km² olarak hesaplanmıştır.
Gölün derinliği en çok 53 m.dir. Göl tabanı kuzeydoğu ve batıda yükselir. Göl tabanı kuzeyden, güneyden ve güneydoğudan fay kontrollü sarp çanak duvarları ile çevrilidir.
Sapanca Gölü’nün hacmi 1,7 km³dür. Ortalama derinlik 36 m.dir. Gölün seviyesi denizden 33 m yüksektir. Çanağın en çukur yeri deniz seviyesinden 28 m daha aşağıda yer alır . Göl seviyesinin değişiminde depremlerinde etkisinin bulunduğu tespit edilmiştir. En büyük seviye değişimi 1967 Mudurnu Depremi sonrası hesaplanmıştır. Gölün fazla suları doğu ucundaki gideğenle Çark Suyu'nu oluşturur. Çark Deresi Ferizli Seyifler köyü cıvarında Sakarya nehri ile birleşir. Sapancanın suları bir kapakla kontrol edilerek Çark Suyu'na bırakılır, su kotu 29,90 m ile 31,50 m arasında tutulması hesaplanmıştır.
Sapanca Gölü, dağlardan inen küçük derelerin dibindeki kaynaklardan beslenmektedir. Sapanca Gölü’nün güney kıyısındaki dereler, doğudan batıya doğru; Arifiye, Keçi (Kuruçeşme), İstanbul, Mahmudiye, Kurtköy, Yanık, Kuruçay ile kuzey kısmındaki dereler ise Cehennem, Aygır, Altıkuruş, Çakalöldü Maden, Kuru, Liman, Eşme, Fındık, Tuzla, Çiftepınar, Balıkhane dereleridir. Yüksek akış rejimine sahip derelerin kaba taneli çökelleri taşıması nedeniyle bu dereler üzerinde, göl yatağının dolmasını önlemek amacıyla, DSİ tarafından tersip bentleri yapılmıştır. Bu derelerden başka göl içerisinde mevcut olan kaynaklar da gölü devamlı olarak beslemektedirler. Bölgede Devlet Su İşleri (DSİ) ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ) tarafından açılan gözlem istasyonları ile gölün su seviyesi değişimi ve akımı denetlenebilmektedir.
EİEİ tarafından yapılan ölçmelere göre, gölün suyu kış ve ilkbahar aylarında yükselmekte, sonbahara doğru ise alçalmaktadır. İki seviye arasında 70–90 cm, bazen 120–130 cm fark görülür. E-5 Karayolu gölün kuzey kıyısını, TEM Otoyolu ve demiryolu ise güney kısmından geçmektedir.
Göl çevresinde yıl boyunca yapılan gözlemlerde 12 takımdan 28 familyaya 69 kuş türü belirlenmiştir. Bu türlerden 29'u tüm mevsimlerde görülen yerli tür, 232ü yazın görülen yaz göçmeni, 12'si kış göçmeni, 5'i bir defa rastlanan transit göçmendir. En çok tür 42 ile Nisan ayında, en az tür 26 ile Mart ayında sayılmıştır. Alanda görülen Pasbaş patka NT (neredeyse tehdit altında) koruma statüsünde, Dikkuyruk EN (doğal hayatta soyu tükenme tehlikesi çok büyük) statüsündedir. Kalan türler asgari endişe içerir (LC) gurubuna dahildir. Gölde bulunan türler incelendiğinde alanın önemli bir sucul ekosistem olduğu kabul edilmektedir. En yüksek tür sayısı yazın, kışın ise en yüksek birey sayısı gözlenmiştir. Göç yolunda olması, çok fazla tür ve bireyin burada barınması ve üremesi "Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar" listesine alınmasını gerektirmektedir.
Göl kıyılarında gözlemlenen türler
Sakarya şehrinin içme suyunun %90'nını karşılayan, Kocaeli'nin içme suyu, Tüpraşın sanayi suyu temin ettiği göl çeşitli kirleticilerin etkisindedir. Kuzeyinden geçen D-100, güneyini çevreleyen TEM ile demiryolunun kirliliği yağış sularıyla göle taşınmaktadır. 1997 yılında yapılan çalışmayla karayollarından yağışlı havalarda göle ağır metaller, katı madde ile gres- yağ taşındığı tespit edilmiştir. Yollardan gelen kirliliğin arıtılması için doğal arıtma yöntemi olan "Yağmursuyu Sulak Alanları" kurulması tavsiye edilmektedir. Havzadaki tarımsal kimyasallar, turistik tesisler ve NATO'ya ait petrol boru hattı diğer muhtemel kirletici unsurlardandır.
Göl çevresinde bulunan yerleşmelerin ve son yıllarda artan yazlık konutların evsel kirli suları arıtılmaktadır. Gölden su kullanan kurumların ve aldıkları suyun miktarının belirsiz olması planlama yapmayı zorlaştırmaktadır.
Biyogaz
Biyogaz terimi temel olarak organik atıklardan kullanılabilir gaz üretilmesini ifade eder. Diğer bir ifade ile Oksijensiz ortamda mikrobiyolojik floranın etkisi altında organik maddenin karbondioksit ve metan gazına dönüştürülmesidir. Biyogaz elde edinimi temel olarak organik maddelerin ayrıştırılmasına dayandığı için temel madde olarak bitkisel atıklar ya da hayvansal gübreler kullanılabilmektedir. Kullanılan hayvansal gübrelerin biyogaza dönüşüm sırasında fermante olarak daha yarayışlı hale geçmesi sebebiyle dünyada temel materyal olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda tavuk gübrelerinden de oldukça verimli biyogaz üretimi sağlanabilmektedir. Tavuk gübresinin kullanımı tarım için önemlidir. çünkü bu gübre topraklarda verim amaçlı kullanılamaz. Topraklarda tuzlulağa sebep olurlar. Kullanılamayan bu gübre biyogaza dönüştürüldüğünde yarayışlı bir hal almış olur. Günümüzde biyogaz üretimi çok çeşitli çaplarda; tek bir evin ısıtma ve mutfak giderlerini karşılamaktan, jeneratörlerle elektrik üretimine kadar yapılmaktadır.
Biyogaz üç evrede oluşur Bunlar,
Birinci aşama atığın mikroorganizmaların salgıladıkları enzimler ile çözünür hale dönüştürülmesidir. |
Bu aşamada polisakkaritler monosakkaritlere, proteinler peptidlere ve aminoasitlere dönüşür. Bundan sonraki aşamada asit oluşturucu bakteriler devreye girerek bu maddeleri asetik asit gibi küçük yapılı maddelere dönüştürürler. Asit oluşumu üretim esnasında pH'nın düşmesine neden olabilir bu durum metan oluşumunu sağlayacak bakteriler üzerinde olumsuz etki yaratabilir. Son aşamada ise bu madeleri metan oluşturucu bakteriler biyogaza dönüştürürler. Görüldüğü gibi biyogaz oluşumu mikrobiyolojik etmener ile gerçekleşmekte ve doğal olarak bu mikrobiyolojik organizmaların etkileneceği her türlü koşul biyogaz üretimini de etkilemektedir.
Hidroliz aşaması: İlk aşamada mikroorganizmaların salgıladıkları selular enzimler ile çözünür halde bulunmayan maddeler çamur içerisinde çözünür hale dönüşürler. Uzun zincirli kompleks karbonhidratları, proteinleri yağları ve lipidleri kısa zincirli yapılara dönüştürürler. Bu basit organiklere dönüşüm sonucunda birinci aşama olan hidroliz tamamlanmış olur.
Asit oluşturma aşaması: Çözünür hale dönüşmüş organik maddeleri asetik asit, uçucu yağ asitleri, hidrojen ve karbondioksit gibi küçük yapılı maddelere dönüşür. Bu aşama anaerobik bakteriler ile gerçekleştirilir. Bu bakteriler metan oluşturucu bakterilere uygun ortam oluştururlar.
Metan oluşumu: Bakterilerin asetik asiti parçalayarak veya hidrojen ile karbondioksit sentezi sonucunda biyogaza dönüştürülmesi işlemdir. Metan üretimi diğer süreçlere göre daha yavaş bir süreçtir. Metan oluşumundaki etkili bakteriler çevre koşullarından oldukça fazla etkilenirler.
Biyogaz üretimi için kullanılan materyaller, hayvansal gübreler, organik atıklar ve endüstriyel atıklar olarak üç başlık altında incelenebilir. Bu bağlamda kullanılan materyaller,
Biyogaz üretimi tarımsal atıklardan yararlanılarak yapılabileceği gibi endüstriyel atıklardan yararlanılarakta yapılabilmektedir. Kentsel atıkların ayrı ayrı toplanılması ve kanalizasyon atıklarının arıtma tesislerinde toplanılmasıyla önemli ölçüde biyogaz üretim imkânı vardır. Bu çerçevede Türkiye'de İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin Büyük Kanal Projesi çerçevesinde yaptığı bazı çalışmalar bulunmaktadır.
Genel olarak biyogaz oluşumuna etki eden mikrobiyolojik bakterilerin etkileneceği her faktör biyogaz üretimini de etkiler. Bir bakterinin yaşamsal falliyetlerini devam ettirebilmesi için belirli sıcaklık ve pH değerlerine ihtiyacı vardır. Aynı zamanda toksisite de bakterilerin falliyetlerini direkt olarak etkiler. C/N oranı (Karbon / Azot) bir bakterinin ayrıştırma hızına etkisi bulunduğu için önemlidir. C/N oranın dar olması bakterilerin o atığı daha hızlı ayrıştırması anlamına gelir. Son olarak da biyogaz üretiminin yapıldığı reaktörde organik yükleme hızı ve hidrolik bekleme süreside biyogaz üretimine direkt olarak etkiler.
Sıcaklığın biyogaz üretimine etkileri:
Metanojenik bakteriler çok yüksek ve çok düşük sıcaklık değerlerinde aktif olmamaktadır. Bu yüzden biyogaz üretiminin gerçekleşeceği reaktör sıcaklığı biyogazın üretimine veya hızına direkt olarak etki etmektedir. Bu bakteriler sıcaklık değişimlerine karşıda oldukça hassastırlar. Reaktörün içerisindeki sıcaklık bekleme süresini ve reaktör hacmini de belirler. Sıcaklığın düzeyine göre sınıflandırılması üç şekilde yapılabilir.
pH'nın biyogaz üretimine etkileri:
Metan oluşturucu bakteriler için en uygun pH değerleri nötr veya hafif alkali değerlerdir. Anaerobik şartlarda fermantasyon işlemi devam ederken 7-7.5 arasında değişir. pH değerinin 6.7 düzeylerine düşmesi durumunda bakteriler üzerinde toksit etki yapar. Asit oluşturucu bakterilerin ise sayısı artarak pHnın düşmesine ve metan oluşumunun durmasına sebep olabilirler. Bu gibi durumlarda reaktöre organik madde yüklenmesi kesilerek asit oranının düşmesi sağlanır. pH'nın kararlı bir hale gelebilmesi için kimyasal da kullanılabilmektedir. Bu kimyasallardan bir tanesi sönmüş kireç olarak bilinen kalsiyum hidrooksittir.
Toksisite'nin biyogaz üretimine etkileri:
Mineral iyonları, ağır metaller ile deterjan gibi maddeler bakterilerin gelişimi üzerinde olumsuz etkiler oluştururlar. Bu maddelerin biyoreaktörlere sızması ile üretimin yavaşlaması veya durması söz konusu olabilmektedir. Tavuk yetiştiriciliğinde yemlere antibiyotik katılması, gaz üretiminde tavuk gübrelerinin kullanıldığı sistemlerde toksisite etkisi yapmaktadır. Bu şekildeki yemlerle beslenen tavukların gübrelerinde de antibiyotikler bulunmakta ve bu antibiyotikler metan oluşturcu bakteriler üzerinde olumsuz etki yapmaktadır.
C/N oranı'nin biyogaz üretimine etkileri:
Anaerobik bakteriler karbonu enerji elde edebilmek için kullanmaktadırlar. Azot ise bakterilerin büyümesi ve çoğalması için gerekli olan diğer maddedir. C/N orano biyogaz elde edilecek olan atık için uygun değerlerde olmalıdır. Oran 23/1 düzeyinden fazla ve 10/1 oranından az olmamalıdır. Azot oranının fazla olması amonyak oluşumu sebebiyle biyogaz üretimini olumsuz etkilemektedir.
Organik yükleme hızı'nın biyogaz üretimine etkileri:
Organik yükleme hızı, birim hacim(m³) bioreaktörlere günlük olarak beslenen organik madde miktarıdır. Organik yükleme hızının mümkün oldukça optimumda tutulması gereklidir Aksi halde pH seviyesi düşerek gaz oluşumunu tamamen durabilmektedir.
Biyogazın üretimi için tasarlanmış yapıların genel ismidir. Küçük hacimli ve büyük hacimli olarak ikiye ayrılabilir. Küçük hacimli reaktörler hacim olarak 3 ton a kadar olabilmektedir. Ancak yapılan araştırmalarda 10 tonun altında istenilen verimlilikte olmamaktadır. Biyoreaktörün tasarımında üretimin kesik kesik mi yoksa sürekli mi olacağı da belirleyici bir unsurdur. Dünyada biyoreaktörü ve biyogazı en çok kullanan ülke Çin dir. Bu ülkenin kendine has küçük kapasiteli reaktörleride vardır. Son dönemlerde ucuz maliyeti nedeniyle torba tipi ya da balon tipi reaktör modelleride yaygınlaşmaktadır. Ancak bu model reaktörlerin verimli hizmet süreleri takriben 2 - 3 yıl kadardır. Biyogaz üretiminde ise kullanılan en yaygın üç reaktör aşağıdaki gibidir,
1980 - 86 yılları arasında Türkiye'de Toprak-Su araştırma enstütüleri tarafından yoğun olarak araştırılmıştır. Daha sonra ise bu konudaki araştırmalar üniversiteler bünyesinde bireysel olarak devam etmiştir. Biyogaz üretimi herkesin kendi başına yapabileceği bir şey değildir. Bu üretim için eğitimli ve gerekli donanımı olan kişiler tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Türkiye'de bu konuda yeterli bilgiye sahip kişilerin bulunması hususunda sorunlar bulunmaktadır.
Türkiye'deki pilot uygulamalardan birisi Tübitak destekli Kocaeli Belediyesinin iştiraki olan İzaydaş bünyesinde kurulmuş olan biyogaz tesisidir. (www.biyogaz.org.tr) 2400 metre küplük 2 ana fermanterden oluşan tesis 350 kW kapasitesindedir.
Dünyada biyogaz üretim ve kullanımı giderek gelişmektedir. Hayvan gübresinden elde edilen biyogazın tesis oranları dikkate alınırsa dünyadaki tesislerin %80'i Çin'de %10'u Hindistanda, Nepal ve Tayland'ta bulunmaktadır. Tesis sayısına göre ise ülkelerin sıralaması yanda tabloda verilmiştir.
Avrupa'nın hayvan gübresi ile elde ettiği biyogaza ve tesis sayısına bakılacak olursa bu noktada Almanya 2,200 tesis ile en fazla üretim yapan ülke konumundadır. Bu ülkeyi 70 tesis ile İtalya takip etmektedir. Almanya'da biyogaz tesislerinin yapımı 1993 yılından itibaren artmış ve yine aynı yıldan günümüze kadar 139 tesisten 2,200 tesise kadar artmıştır.
Biyogaz doğalgazın kullanım alanlarıyla paralel olarak kullanılabilen bir enerji kaynağıdır.
Biyogaz kullanım alanları aşağıdaki gibi sıralanabilir,
Tüm bu kullanım alanlarının yanı sıra biyogaz çevreye karşı duyarlı bir enerji kaynağıdır. Bu yüzden gelişen koşullarda çevre kirliliğinin önlenmesinde yeşil yakıt olarak bilinen organik madde kökenli biyogaz kullanımı daha önemlidir. Biyogaz üretimi için kullanılan ham maddeler tarımsal arazilerde üretildiği için, tarımsal işletmelerde gerek seraların ve iskan yapılarının ısıtılmasında gerekse traktörlerin yakıtı olarak kullanılmasında önemli bir fayda sağlayabilmektedir. Bu şekilde kullanılan biyogaz işletme maliyetlerini önemli ölçüde azaltmaktadır.
Biyogaz, diğer yenilenebilir enerjiler ile karşılaştırıldığında birçok boyutta avantajlara sahiptir.
Hayvan gübresinin herhangi bir işleme tabi tutulmaksızın doğaya salıverilmesi halinde yaratmış olduğu kirlilik oldukça yüksek seviyededir. 80 inekli bir çiftlikten çıkan gübre kaynaklı oluşan CH₄ emisyonu yılda 110 ton CO₂ (sürekli yolda olan 110 aracın oluşturduğu karbon emisyonu)'e eşittir. Böyle bir çiftliğe biyogaz tesisi kurulması ile bu zarar çiftlikte kullanılabilecek bir yeşil enerjiye dönüştürülebilir.
İşlenmemiş hayvan gübresinin toprağa verilmesi ile birlikte toprağın tuzluluk oranı artar, gübrenin içinde bulunan zararlılar ekilen toprağa karışır ve yeraltı sularının kirlenmesine neden olur.
1MW güce sahip bir Rüzgar tribünü yılda ortalama 3066MWh elektrik üretebilir; 1MW güce sahip bir güneş enerji santrali yalnızca ışıma saat aralığında yani yılda ortalama 2300 saat çalışarak 2300MWh elektrik üretebilir. 1MW güce sahip bir biyogaz tesisi yılda 8200 saat elektrik üretimi gerçekleştirebilir.
Elektrik üretiminin yanı sıra kojenerasyon tesisinin çalışması esnasında ortaya çıkan termal enerji birçok alanda kullanılabilir.
Fermentasyon sonrası elde edilen atık iyi bir toprak şartlandırıcısıdır, zenginleştirilerek biyogübre olarak kullanıma sunulabilir.
Amiga
Amiga, 1980'lerin ortasından 1990'ların ortasına kadar Commodore şirketi tarafından üretilmiş ve özellikle ufak boyutlu modelleri olan A500 ve A1200 ile döneminin en popüleri olan kişisel bilgisayar sistemlerinin ortak adı.
"Amiga" sözcüğü İspanyolcada "kız arkadaş" anlamına gelir. Elektronikçi Jay Miner tarafından üretilmiştir ve ilk adı "Lorraine" dir. İlk defa Carl Sassenrath tarafından geliştirilen dinamik kütüphaneler (Windows'ta dll olarak bilinirler) Amiga işletim sisteminde kullanılmıştır.
Bugün bile unutulmayan ve tüm zamanların en çok satan bilgisayar modeli olan Commodore 64, bilgisayar dünyasında bir döneme damgasını vuran en önemli |
yapıtaşlarından biridir. Üretildiği döneme göre şaşırtıcı derecede güçlü multimedya ve multitasking (çokluişlem) özelliklerine sahiptir.
Amiga'ların çoğu tümleşik ve sabit diski olmayan bilgisayarlardır. Motorola 68000 ailesi işlemci ve Amiga Workbench işletim sistemine sahiptirler.
A500 ve A1200 modelleri genişletilebilir hafıza soketleri, yüksek çözünürlüklü ekran, fm ses üreteci, dahili disket sürücü harici sabit disk bağlantısı içermektedir. Bu bilgisayarların performansları, günümüzdeki GPU'larla özdeşleştirilebilecek grafik çiplerinden gelir. Agnus serisi çipler, bit blit işlemi yapabilir, çok büyük Bob (Blitter Object) çizimlerine izin verirler. Bu sayede oyunlardaki spritelar büyütülebilmiş, çok büyük karakterler ile oyun oynamak mümkün olmuştur.
Amiga'lar SD (Standart Definition) video sinyalini, ister NTSC isterse PAL olarak verebildiklerinden, evlerde analog RGB olarak Scart arabirimi ile TV bağlantısı yapılarak kullanılma imkânları vardır. Ancak Commodore 1084 monitörler o dönemdeki birçok ev TV'sinden daha iyi sonuç vermekte olduğundan, bütçesi uygun olanların tercih ettikleri monitörlerdi. Sonradan çıkan A1200 modeli ile, VGA monitörleri kullanmakta mümkün olmuştur.
İşlemci olarak Motorola 68000 ailesi kullanılmıştır. İlk kullanılan işlemciler 68000 ve 68010 idi. Bunların fiziksel veri yol genişliği 16 bittir ama 32-bitlik komut ve veri mimarisine sahiptir. Amiga'nın işletim sistemi bu 32 bitlik adresleme ve veri modeli etrafında oluşturulmuştur. Ailenin ileriki 68020, 68030 ve 68040 modelleri 32 bit genişliğinde veri yollarına sahiptir. Commodore'un iflasından sonra Amiga'ya desteği sürdüren donanım üreticileri tarafından PowerPC işlemci kartları da üretilmiştir.
A2000, A3000 ve A4000 modellerinde, bir video slotuna sahip olan Amiga'ya, ilave grafik kartı takmak mümkün hale gelmiştir. Ayrıca uyumlu genlock cihazları olduğundan yerel televizyon kanalları için de çok ekonomik bir çözüm haline gelmiştir; hatta bu amaçla kullanımı hala devam etmektedir.
Amigalar ilk çıktıklarında disket sürücüleri ile birlikteydiler. İleriki modellerinde, önce ST506 , ardından sırası ile SCSI ve ATA "sabitdisk" (ve optik okuyucu) arabirimine uyumlu hale gelmişlerdir.
Bunun dışında Amiga için fare, joystick, yazıcı, renkli ve siyah beyaz monitör gibi çok sayıda donanım üretilmiştir. Teorik olarak 2 Mb'a kadar RAM destekleyebilmesine rağmen, yeterince büyük modüller üretilmediği için pratikte en fazla 1024 Kb (4x256) belleğe sahip olabilmiştir.
Sadece donanım olarak değil, yazılım olarak da, üretildiği dönemin ilerisinde özelliklere sahiptir. Örnegin PnP (tak ve kullan), multitasking gibi özelliklere, Windows 95'ten 10 sene önce sahip olabilmiştir.
AmigaOS isletim sistemi, Unix'e benzer modüler yapıda bir işletim sistemidir. İşletim sistemi 2 parçadan oluşur; kickstart ROM ve workbench disketi.
Yeni bir workbench sürümüne terfi etmek için kickstart ROM çipini de değiştirmek gerekir. Kickstart bilgisinin diskette veya harddiskte saklandığı Amiga modelleri de vardir.
AmigaOS bugün hala geliştirilmektedir.son sürümü 4.1 Final edition .sam460ex ve amigaone x1000 sistemlerin de çalışmaktadır.
Amiga üzerinde demo grupları birçok demo çıkarmıştır, C64 ile birlikte Amiga democuların en önemli platformlarından biri olmuştur.
Bugün bilişim sektöründe uzmanlaşmış kişilerin çoğunun mutlaka Amiga geçmişi vardır.
Amiga geliştirilebilirliği ve yüksek yaratıcılık özelliklerine yıllar öncesinden sahipdi Delux Paint (photoshop gibi) animasyon ve resim işleme programı Protacker Octamed gibi midi ve tracker müzik programlarını kullanarak kendisini ve yaratıcılıklarını geliştiren kişiler bu kişilerden ilham alarak kendini yaratıcılığa ve onun ayrılmaz parçası olan sanata yönelenler olmuştur Bu katkısı ile Amiga günümüz bilgisayarlarından farklı olarak bir ruha sahiptir.
Amiga modelleri şunlardır:
OpenSUSE
SUSE (telaffuzu /suse/ olmakla beraber sıklıka /suzi/ şeklinde de okunur), Novell firması tarafından geliştirilen bir Linux dağıtımıdır. SUSE, aynı zamanda Masaüstü Linux Birliği'nin (ing. Desktop Linux Consortium) kurucu üyesidir.
Suse Linux temelinde Slackware Linux'un Almanca çevirisinden yayılmıştır. 1992 yılının ortalarında, Softlanding Linux System (SLS) Peter MacDonald tarafından kuruldu, X ve TCP/IP gibi öğeleri içeren ilk yaygın dağıtım yapıldı. Slackware dağıtımı (Patrick Volkerding) ilk başta büyük ölçüde SLS temelliydi.
S.u.S.Enin temeli, SLS ve Slackware yazılımlarını içeren paketleri yayan ve , UNIX/Linux el kitapçıklarını yayımlayan UNIX danışmanlık grubu tarafından 1992 yılının sonlarına doğru atıldı. S.u.S.E "Software- und System-Entwicklung" ("Software and system development") sözcüklerinin baş harflerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş Almanca kökenli bir sözcüktür. Ayrıca bu ismin Alman bilgisayar kesiminin öncülerinden Konrad Zuse'ye ithafen konulduğu söylentileri de vardır. SLS/Slackware'ın İlk CD sürümü 1994 yılında S.u.S.E Linux 1.0 adıyla yayınlandı. 1996 yılında Florian La Roche'nin Jurix dağıtımıyla bütünleştirilip ilk kendine has S.u.S.E piyasaya sürüldü. (S.u.S.E Linux 4.2) Daha sonraları, Red Hat Linux ile birçok yönden birleştirildi (RPM paketleri kullanımı ve /etc/sysconfig gibi)
"S.u.S.E." adı Ekim 1998'de "SUSE" olarak kısaltıldı.
4 Kasım 2003, Novell SuSE'u aldığını açıkladı (Shankland, 2003). Alım işlemi 2004 yılı Ocak ayında sonuçlandırıldı (Kennedy, 2003) ve Novell'ın alımından sonra işletmenin adı SUSE Linux olarak değişirildi. "SuSE" artık resmi olarak herhangi bir tarafı tutmamaktadır.
SUSE'de YaST2 adlı yükleme ve yönetme programı; sabit disk bölümleme, sistem ayarları, RPM paket yöneticisi kullanımı, güncelleme, yerel ağ ayarları, kullanıcı yönetimi ve fazlasını bütünleşik bir arayüzle gerçekleştirebilir.
10.1 sürümünden itibaren Suse, Zen-Updater adlı ikinci bir yükleme programını da bünyesinde barındırmaktadır. Bu yazılım, ikinci bir yükleyici olarak kullanılabileceği gibi, Suse-updater yerine masaüstü güncelleme uyarılarını da verir.
SUSE yükleme sırasında NTFS bölümleri yeniden boyutlandırıp kullanabilir. Bu sayede eski Windows 2000 veya Windows XP yüklemeleriyle beraber çalışabilir. SUSE birçok OEM masaüstü ve dizüstü bilgisayar ile gelen modemleri de destekler. (Bu modemler sadece Windows'a özel yazılımla çalışabilecek şekilde üretilmiştir.)
Kullanıcı YaST2 ile KDE veya GNOME masaüstü ortamları, Window Maker veya Blackbox pencere yöneticileri arasında seçim yapabilir. SUSE; K3B (CD/DVD yazıcı), Amarok (ses oynatıcı), Kaffeine (video oynatıcı) gibi çeşitli çoklu ortam yazılımlarıyla gelir. OpenOffice.org ve diğer yaygın dosya türlerini (PDF gibi) okuma ve yazmaya olanak sağlayan yazılımlar içerir. Telif hakkı sorunları nedeniyle, mp3 ve avi gibi sahipli çözücüler için destek sağlamaz. Ancak bu sorun internet üzerinden yüklenecek paketlerle aşılabilir.
Lezbiyen
Lezbiyen, başka bir kadına fiziksel ve/veya duygusal çekim hisseden kadın. Lezbiyen, eşcinsel kadın anlamına gelmektedir. Hem kadınlara hem de erkeklere çekim hisseden kadınlar ise biseksüeldirler. Kişinin kendini tanımlaması veya kendine biçtiği cinsel kimlik, davranışlarıyla örtüşmüyor olabilir.
Kadınlar arası aşka değinen bilinen en eski yazılı kaynaklar Antik Yunan'a dayanmaktadır. Lesvos (Midilli) adasında yaşayan Sappho, başka kadınlara yönelik cinsel çekimini açıkça ortaya koyan şiirler yazmıştır. Buna karşın, yine bazı antik kaynaklar Sappho'nun erkeklerle de aşk ilişkisi yaşadığını dile getirmektedir. Hatta, Tyreli Maximus Sappho'nun kendi okulundaki kızlarla olan ilişkilerinin platonik olduğunu iddia etmiştir. Modern bilim Antik Yunan'da oğlancılık ile Sappho ve öğrencilerin ilişkisi arasında bir paralellik kurmakta ve her ikisinde de pedagojinin rol oynamış olabileceğini öne sürmektedir.
İlk lezbiyen ilişkilere erken dönem yazılı kaynakları, Antik Sparta'da da rastlanmaktadır. Lacedaemonians hakkında yazan Plutarch "...aşk aralarında o kadar hürmet görmektedir ki kızlar aynı zamanda soylu kadınların erotik nesneleri haline gelmiştir." ifadesini kullanmıştır.
Antik Çin şiiri ve hikâyelerinde de lezbiyen ilişkilere rastlanmakta, ancak, erkek eşcinselliğine değinen edebi eserlerdeki detaylara yer verilmemektedir. Antropolog Liza Dalby, ağırlıklı olarak kadınların birbirine verdiği erotik şiirlere dayanan araştırmasında, Heian Dönemi Japonya'sında lezbiyen ilişkilerin yaygın olduğunu ve toplumsal açıdan kabul gördüğünü iddia etmektedir.
Ortaçağ Arabistanı'nda, haremlerde kadınlar arası ilişkiler yaşandığına dair duyumlar bulunmaktadır. Haremlerdeki ilişkiler genellikle baskıyla karşılaşmaktadır. Örneğin Musa Peygamber, aşk yaparken yakalanan iki kızın boynunun vurulmasını emretmiştir.
Avrupa'da 12. yüzyılda yaşamış olan yazar Etienne de Fougères, kadınlar üzerine yaptığı araştırma olan "Livre des manières"de (yaklaşık M.S. 1170 yılında yazılmıştır) lezbiyenlerle alay etmiş ve lezbiyenleri horozlar gibi davranmaya çalışan tavuklara benzetmiştir. Etienne de Fougères'in bu yaklaşımı, Avrupa'da dönemin önde gelen (hem laik hem de dini) çevrelerinin kadının erkek olmadan düzgün bir cinsellik yaşayamayacağı yönündeki genel kanısını yansıtmaktadır.
"Lezbiyen" kelimesinin Sappho'nun yaşadığı adanın ismi olan "Lesbos" kelimesinden geldiği varsayılır.
Batı toplumlarında, kadının eşcinsel davranışlarına yönelik açık yasaklamalar, erkeğin eşcinsel davranışına oranla çok daha zayıftır.
Birleşik Krallık'ta, lezbiyenlik hiçbir zaman yasadışı olmamıştır. Buna karşın, erkekler arası cinsel ilişki İngiltere ve Galler'de 1967 yılına kadar yasal kabul edilmemiştir. Kraliçe Victoria'nın kadınlar arası cinsel ilişkinin mümkün olamayacağına inanması sebebiyle lezbiyenliğin İngiliz Ceza Yasası'nda 1885 yılında yapılan değişiklik kapsamına alınmadığı söylenmekle birlikte bu hikâyenin sonradan uydurulmuş olabileceği de ifade edilmektedir. İngiliz parlamenter Frederick Macquisten tarafından 1921 yılında ortaya atılan ve lezbiyenliğin suç sayılmasını öngören yasa teklifi Lordlar Kamarası tarafından reddedilmiş |
tir. Tartışmalar sırasında Lord Birkenhead ve ardından dönemin Büyük Britanya Başbakanı bin kadından 999'unun "bu tarz deneyimlere ilişkin bir fısıltı dahi duymadığını" savunmuşlardır. 1928 yılında, lezbiyen içerikli bir roman olan The Well of Loneliness kamunun büyük ilgisini çeken bir dava sonucu "müstehcenlik" nedeniyle yasaklanmıştır. Kitaba karşı dava açılmasının nedeni kitapta herhangi bir şekilde açık cinsel içerik bulunması değil, "kabul görme" savını ortaya atmasıdır. The Well of Loneliness yasaklanırken lezbiyen temalı ancak siyasi içerik taşımayan romanlar serbestçe satılmaya ve yayımlanmaya devam etmiştir.
Yahudi dini öğretileri, erkek eşcinsel davranışını kınasa da lezbiyen davranışlar hakkında çok az şey söylemektedir. Buna karşın, nüfusunun büyük çoğunluğu laik olan modern İsrail Devleti, eşcinsel yönelimleri yasadışı ilan etmeyen ve eşcinsellere baskı uygulamayan bir yaklaşım sergilemektedir. İsrail'de eşcinsel evliliğe izin verilmemekte buna karşın örfi hukukun uygulandığı bu ülkede eşcinsel kişinin çocuğunun, partneri tarafından evlat edinilmesine izin veren ve daha sonraki davalarda örnek teşkil eden mahkeme kararları bulunmaktadır. Tel-Aviv'de her yıl geleneksel olarak "eşcinsel onur yürüyüşü" yapılmaktadır.
Eşcinsellik İslam dini öğretilerinde (Kur'an ve Hadisler'de) yasaklanmıştır. Suudi Arabistan ve Yemen'de eşcinsellik hapis, kırbaç ve ölümle cezalandırılmaktadır. İran'da lezbiyen davranışları yasaklayan yasa hala yürürlükte bulunmaktadır.
Asya'da Türkiye'de genelde eşcinselliği özelde ise lezbiyenliği yasaklayan herhangi bir yasa bulunmamaktadır. Türk Medeni Kanunu'nda ise eşcinsellik boşanma sebebi olarak kabul edilmektedir. Eşcinsel olan eşin sırf bu gerekçeyle evlilik içerisinde kusurlu sayılması kabul edilmiştir. Yasal durumun elverişliliğine karşın, Ümit Oğuztan'ın Rüya Eser takma adıyla 1990 yılında Yaprak Yayınları'ndan yayımlanan "Lezbiyen" isimli belgesel romanı kısa sürede toplatılmış, "müstehcen" olduğu gerekçesiyle yargılanmış ve mahkeme kararıyla yakılarak imha edilmiştir. Türk toplumunun büyük bir kısmı, bir takım geleneklere bağlılıklar nediyle erkek eşcinselliğine önyargılı yaklaşan bir toplumdur. Buna karşın, lezbiyenlik yine toplumun çoğunluğu tarafından göz ardı edilmekte ve bu nedenle erkek eşcinselliği kadar tepki çekmemektedir. Türkiye'de Lambdaistanbul ve Kaos GL gey, lezbiyen, biseksüel, transseksüel ve travesti haklarını koruma ve bu gruplar arasında dayanışmayı sağlamaya yönelik olarak çalışmaktadır.
Birçok lezbiyen çift, evlat edinme yöntemiyle çocuk sahibi olmayı denemektedir. Ancak, lezbiyen çiftlerin evlat edinmesi her ülkede yasal değildir.
Lezbiyenler, son dönemde, tüp bebek başta olmak üzere desteklenmiş doğum teknolojilerine de yönelmektedirler. Bazı ülkelerde, lezbiyenlerin desteklenmiş doğum teknolojilerine erişimi konusu tartışılmaktadır. Örneğin, Avustralya'da Yüksek Mahkeme, Roma Katolik Kilisesi'nin lezbiyen ve bekar kadınların tüp bebek sahibi olmasının yasaklanması girişimini reddetmiştir. Ancak, Yüksek Mahkeme'nin bu kararının hemen ardından Başbakan John Howard lezbiyenler ve bekar kadınların tüp bebek sahibi olmasını engellemek amacıyla konuya ilişkin yasada bir düzenlemeye gitmiş ve Roma Katolik Kilisesi'ne desteğini ortaya koyarak Yüksek Mahkeme'nin kararını göz ardı etmiştir. Bu durum Avustralya'daki gey ve lezbiyen toplumunun yanı sıra bekar kadınların da tepkisini çekmiştir.
Tarih boyunca birçok lezbiyen, kadın hakları mücadelesine dahil olmuştur. 19. yüzyılın sonlarında, Boston evliliği terimi beraber yaşayan kadınlar arasındaki romantik birlikteliği anlatmak için kullanılmasının yanı sıra kadınların oy hakkı mücadelesine de katkıda bulunmuştur.
1970'ler ve 1980'ler boyunca, modern feminizm ve radikal feminizm gibi hareketlerin ortaya çıkmasıyla, lezbiyen ayrılıkçılığı popüler hale gelmiş ve lezbiyen kadın grupları komünler halinde yaşamak üzere bir araya gelmeye başlamıştır. Kathy Rudy, ""Radical Feminism, Lesbian Separatism, and Queer Theory"" isimli çalışmasında, yaşadığı lezbiyen komününde sterotiplerin ve hiyerarşik bir yapının ortaya çıktığını ve bu nedenle gruptan ayrıldığını ifade etmiştir.
1990'larda ise lezbiyen görünürlüğünü artırmak ve lezbiyen haklarını geliştirmek üzere birçok "lezbiyen intikam tugayı" kurulmuşsa da bu grupların etkisi sınırlı kalmıştır. Yine feminist mücadele çerçevesinde yürütülen kampanyaların da etkisiyle günümüzde Hollanda, İspanya, Belçika, Kanada, Arjantin ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nde eşcinsel evlilikler yasal hale gelmiştir. Buna karşın, eşcinsel evliliklere halen birçok ülkede izin verilmemektedir. 2004 yılında ABD'nin Massachusetts Eyaleti, eşcinsel evliliklere izin veren ilk Amerikan eyaleti olma unvanını kazanmıştır. 26 06 2015 tarihinde Amerika'da eşcinsel evlilik mahkeme kararı ile yasal ilan edilmiştir.
Kadınlar arasındaki cinsel aktivite heteroseksüeller ya da eşcinsel erkekler arasındaki seks kadar çeşitlilik gösterir. Her türlü kişilerarası ilişkide olduğu gibi lezbiyenlikte de cinsel dışavurum ilişkinin kapsamı ile yakından alakalıdır.
Kendi cinsi ile ilişkiye giren kadınların bir kısmı, kendilerini "lezbiyen" olarak nitelendirmek yerine biseksüel ya da queer gibi farklı etiketlerle tanımlamayı tercih ederler.
Batı ve diğer bazı toplumlarda son dönemde gözlenen kültürel değişiklikler, lezbiyenlerin kendi cinselliklerini daha serbestçe ifade etmelerine olanak tanımıştır. Bu durum, kadın cinselliğinin doğası hakkında birçok araştırma yapılmasını sağlamıştır. Örneğin, 2002 yılında ABD Hükümeti tarafından yaptırılan, 2005 yılında yayımlanan "Cinsel Davranış ve Seçilmiş Sağlık Önlemleri: 15-44 Yaşlarındaki Erkekler ve Kadınlar, ABD, 2002" (Sexual Behavior and Selected Health Measures: Men and Women 15-44 Years of Age, United States, 2002) başlıklı araştırma yaşları 15-44 arasında değişen kadınların % 4.4'ünün son 12 aylık dönemde başka bir kadınla cinsel ilişkiye girdiğini ortaya koymaktadır. Üzerinde araştırma yapılan kadınlara "Hiç başka bir kadınla cinsel ilişki yaşadınız mı?" sorusu yöneltildiğinde ise deneklerin % 11'i "Evet" yanıtını vermiştir.
Son dönemde, lezbiyen cinselliği üzerine birçok araştırma ve yazın yayımlanmaya başlamıştır. Bu durum, kadınların kendi cinsel yaşamları üzerindeki kontrolü, kadın cinsel hazzının yeniden tanımlanması ve negatif cinsel sterotiplere/kanılara ilişkin yanlışların çürütülmesi hususlarında bir takım tartışmalara yol açmıştır. Negatif cinsel sterotip/kanılara ilişkin olarak, seks üzerine araştırmalar yapan Pepper Schwartz tarafından yaratılan ve uzun süreli lezbiyen ilişkilerde cinsel ihtirasın eninde sonunda azalacağını iddia eden lezbiyen yatak ölümü (lesbian bed death) terimi örnek gösterilebilir. Schwartz'ın bu iddiası, tüm ilişkilerde zamanla ihtirasın azaldığını dile getiren birçok lezbiyen tarafından reddedilmektedir. Yine birçok lezbiyen bu teze karşı olarak mutlu ve doyurucu bir seks yaşamları olduğunu beyan etmektedirler.
1890'lardan beri, yeraltı klasiği Bilitis'in Şarkıları (The Songs of Bilitis), lezbiyen kültürü ve edebiyatı üzerinde etkili olmuştur. Bu kitap, ABD'deki ilk lezbiyen mücadele ve kültürel örgütü olan Bilitis'in Kızları'na (Daughters of Bilitis) da esin kaynağı olmuştur.
1950'lerde ve 1960'larda ABD ve Birleşik Krallık'ta birçok lezbiyen "ucuz roman" yayımlanmıştır. Bu kitaplar genellikle "Odd Girl Out", "The Evil Friendship" (Vin Packer), "The Beebo Brinker Chronicles" (Ann Bannon) gibi şifreli isimlerle piyasaya çıkmıştır. İngiliz okul hikâyeleri de şifreli, zaman zaman da sarih lezbiyen edebiyatına bir barınak sağlamıştır.
1970'lerdeki ikinci dönem feminist dalga sırasında lezbiyen romanları daha çok politika odaklı hale gelmiştir. Bu dönemdeki eserler, genellikle, ayrılıkçı feminizmin açık ideolojik mesajlarına yer vermiş ve edebiyattaki bu eğilim lezbiyen sanatın diğer dallarına da sıçramıştır. Rita Mae Brown'ın ilk romanı olan Rubyfruit Jungle, bu dönemin "dönüm noktası" olma özelliğini taşımaktadır.
1972'de Berkeley, California'da yayımlanmakta olan lezbiyen dergisi Libera "Kadınlarda Heteroseksüellik:Nedenleri ve Tedavisi" (Heterosexuality in Women: its Causes and Cure) isimli bir makale çıkarmıştır. Kendinden önceki, kadınlarda eşcinsellik üzerine olan psikiyatri makaleleri ile paralellik gösteren bu makalede yer alan "normal-anormal" tartışması büyük ilgi çekmiş ve özellikle lezbiyen feministler tarafından kabul görmüştür. Bu makale, 1970'ler lezbiyen edebiyatı ve sanatı üzerinde de etkili olmuştur.
1990'ların başında lezbiyen kültürü "Feminist Seks Savaşları"nda yer almayan daha genç bir kuşağın etkisi altına girmiştir. Bu durum post-feminist ve queer teorilerinin şekillenmesine de yardımcı olmuştur.
2000'li yıllarda lezbiyen cinselliği edebi eserlerde yer almaya başlamıştır. Günümüzde Pat Califia, Jeanette Winterson, Sarah Waters ve Stella Duffy önde gelen lezbiyen edebiyatı yazarları arasında kabul edilmektedir. Tanınan ve muhalif akademik yazarlardan Camille Paglia ve Germaine Greer gibi bazıları da lezbiyenlikle özdeşleştirilmektedir.
Türk edebiyatında genelde eşcinsel özelde ise lezbiyen olgunun varlığı gereğince irdelenmemiştir. Attilâ İlhan'ın Haco Hanım ve Fena Halde Leman romanlarında bu konu detaylı şekilde irdelenmiştir. Osman Çallı'nın Düş Gezginleri adlı hikâyesi, Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı isimli eseri lezbiyen temalı Türk edebiyatı içerisinde kabul edilmektedir. Ümit Oğuztan'ın Rüya Eser takma adıyla 1990 yılında Yaprak Yayınları'ndan yayımlanan "Lezbiyen" isimli belgesel romanı ise kısa sürede toplatılmış, "müstehcen" olduğu gerekçesiyle yargılanmış ve mahkeme kararıyla yakılarak imha edilmiştir.
Oyun yazarı Lillian Hellman'ın 1934 yılında yayımlanan ilk oyunu The Children's Hour Broadway'de sergilenmiştir. Özel bir yatılı kız okulunda geçen oyunda okul müdürü ve bir öğretmenin ruhsağlığı bozuk bir öğrenci tarafından çıkartılan zararlı bir dedikodu kampanyasının kurbanı olmaları anlatılmaktadır. Müdür ve öğretmen sonunda lezbiyen ilişki yaşadıklarına il |
işkin suçlamalarla karşılaşacaklardır. Oyun, Pulitzer Ödülü'ne aday olmasına karşın Londra, Boston ve Chicago'da yasaklanmıştır. The Children's Hour ayrıca New York'ta 691 kere ve aralıksız olarak sergilenmiştir. Bu rakam, o dönem için bir rekor sayılmaktadır.
İlk lezbiyen temalı film 1931 yılı yapımı, Christa Winsloe'nun romanından uyarlanan ve Leontine Sagan tarafından yönetilen "Mädchen in Uniform"'dur. Filmde, öğrenci Manuela von Meinhardis'in öğretmeni Fräulein von Nordeck zur Nidden'e duyduğu ihtiraslı aşk anlatılmaktadır. Filmin senaryosu bir kadın tarafından yazılmış ve filmin yapım ekibinde genellikle kadınlar görev almıştır. Filmin Alman lezbiyen kültürü üzerindeki etkileri 1930 yılında çekilen Mavi Melek adlı filmin ardından gelmesi nedeniyle sınırlı kalmıştır.
1990'ların başına kadar filmlerdeki her türlü lezbiyen aşk teması üstü kapalı olarak verilmiş ve seyircilerden hemen her zaman gerekli sonucu çıkartmaları beklenmiştir. Greta Garbo'nun da rol aldığı 1933 yapımı Kraliçe Christina, konusu lezbiyenlerle ilgili olmamasına karşın lezbiyen estetiğinin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Alfred Hitchcock'un Rebecca isimli 1940 yapımı, Daphne du Maurier'in romanından uyarlanan filmi oldukça açık bir biçimde lezbiyenliğe vurgu yapmıştır. Ancak, bu filmdeki karakterler olumlu olarak yansıtılmamıştır. Filmdeki Bayan Danvers takıntılı, nörotik ve cinayet eğilimli; filmde hiç gözükmeyen Rebecca ise bencil, kindar ve ölüme mahkûm şekilde tasvir edilmiştir. 1950 yapımı Eve Hakkında Her şey'in ana karakteri senaryoda ilk başta lezbiyen olarak yer almış buna karşın filmin son halinde ana karakterin lezbiyenliğine izleyenlere gerekli ipucu ve mesajları vermek kaydıyla hafifçe değinilmiştir.
1961 yapımı, Lillian Hellman'ın aynı adlı oyunundan uyarlanan The Children's Hour isimli filmde Audrey Hepburn ve Shirley MacLaine başrolleri paylaşmıştır. Film, oyunda yer alan derin karanlık temaları ve lezbiyen alt mesajları yansıtmayı başarmıştır.
Açık lezbiyen temalı, sempatik lezbiyen karakterlere sahip olan ve lezbiyenlerin başrollerde olduğu filmler 1990'lardan itibaren çekilmeye başlanmıştır. 2000'li yıllar itibarıyla, bazı filmler lezbiyenliğe cinsel arzudan öte daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşmaya başlamış ve karakterlerin cinsel yönelimlerinden çok kendilerini keşfetmelerine değinmişlerdir.
Bound" (1996), "Chasing Amy" (1997), "Jessica Stein'ı Öpmek" (2001), "Mulholland Çıkmazı" (2001), "Cani" (2003), "D.E.B.S" (2004), "Aşk Yazım" (2004), "Sevgiyi Ararken" (2004), "Rent" (2005), "Imagine Me & You" (2005) , "Loving Annabelle" (2006) ve Mavi En Sıcak Renktir (2013) film ve başrol oyuncuları Altın Palmiye ödülüne layık görüldü. 1990 sonrası Hollywood tarafından çekilen lezbiyen temalı/içerikli filmlere örnek gösterilebilir."
Hollywood dışında da 1990 sonrası birçok lezbiyen temalı ve İngilizce olmayan film çekilmiştir. "Ateş" (Hindistan, 1996), "Fucking Åmål" (İsveç, 1998), "Mavi" (Japonya, 2002) ve "Blue Gate Crossing" (Tayvan, 2004) bu filmlere örnek olarak verilebilir.
Türk sinemasında ise lezbiyen temalı filmlerin sayısı sınırlı kalmıştır. 1985 yapımı, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı, başrollerini Müjde Ar ile Nur Sürer'in paylaştığı Dul Bir Kadın ile yönetmenliğini yine Atıf Yılmaz'ın yaptığı ve başrollerini Lale Mansur ile Meral Oğuz'un paylaştığı 1992 yılı yapımı Düş Gezginleri isimli filmler lezbiyenlik temasına açıkça vurgu yapmıştır. Perihan Mağden'in romanından uyarlanan 2005 yılı yapımı İki Genç Kız da Türk sinemasındaki lezbiyen temalı filmlere örnek olarak verilebilir.
Lezbiyen karakterlerin televizyonda yer alması 1980'lerden sonra, ABD ve Batı Avrupa'da eşcinselliğe bakışın değişmeye başlamasıyla, hız kazanmıştır. 1980'lerin televizyon dizisi L.A. Law, 1990'ların lezbiyen televizyon karakterlerine oranla çok daha canlı bir lezbiyen ilişkiyi bünyesine almıştır. 1989 BBC yapımı Tek Meyve Portakal Değildir kendisi de lezbiyen olan yazar Jeanette Winterson'ın aynı adlı romanından uyarlanmıştır.
Aktris ve komedyen Ellen DeGeneres 1997 yılında lezbiyen olduğunu açıklamıştır ve bu açıklamanın ardından DeGeneres'in Ellen isimli dizide canlandırdığı karakter de 5. sezonun hemen başında eşcinsel olduğunu belirtmiştir. Dizinin bu bölümü Emmy Ödülü kazanmıştır. 2000 yılında ABC'de gündüz yayınlanan Bütüm Çocuklarım adlı drama dizisindeki Bianca Montgomery (Eden Riegel) karakterinin lezbiyen olduğu ortaya çıkmıştır. Bir kısım izleyici bu karakterin hikâyesini gerçekçi bulurken diğer bir kısım izleyici ise Bianca'nın başka bir kadınla uzun süreli ilişki kuramamasını eleştirmiştir.
Rus pop ikilisi t.A.T.u ise 2000'lerin başında şarkılarına çektikleri kliplerin televizyonda yayınlanmasının ardından Avrupa'da popüler olmuşlardır. t.A.T.u üyeleri, biseksüel oldukları halde kamuoyuna "lezbiyen" şeklinde lanse edilmişlerdir.
Simpsonlar'ın 2005 yılı bölümlerinden "There's Something About Marrying"de Marge'ın kızkardeşlerinden Patty lezbiyen olduğunu açıklamıştır. Yine 2005 yılında Law & Order isimli dizinin karakterlerinden Serena Southerlyn de lezbiyen olduğunu açıklamıştır.
Birçok bilimkurgu dizisi de lezbiyen karakterlere yer vermiştir. Babylon 5'in bir bölümünde Talia Winters ve Kumandan Susan Ivanova arasında lezbiyen bir ilişki olduğu ima edilmiştir. 'un birçok bölümünde lezbiyen unsurlara yer verilmiş ve Uzay Yolu'nun 24. yüzyılında bu tarz ilişkilerin kabul gördüğü açıkça ifade edilmiştir.
2000'li yıllardan ise ana karakterlerini tamamen lezbiyenlerin oluşturduğu diziler çekilmeye başlanmıştır. 2004 yılında yayın hayatına başlayan ve Los Angeles'ta yaşayan bir grup lezbiyenin hayatını konu alan The L Word, 2005 yılında yayınlanmaya başlayan ve iki genç lezbiyenin hayatını dizinin merkezine oturtan South of Nowhere ve yine 2005 yılında yayın hayatına başlayan İngiliz dizisi Sugar Rush ana karakterlerini lezbiyenlerin oluşturduğu dizilere örnek olarak verilebilir.
Televizyonda yer alan önemli lezbiyen karakterlerine örnek olarak şunlar verilebilir:
1989 yılına kadar ABD'nin çizgi romanlardan sorumlu kurumu Comics Code Authority tarafından ABD'de satışa çıkan çizgi romanlar üzerinde de facto bir sansür uygulanmış ve eşcinselliğin çizgi romanlarda yer alması engellenmiştir. Açık lezbiyen temalara ilk olarak yeraltı ve Comics Code Authority'nin onayını gerektirmeyen alternatif çizgi romanlarda rastlanmıştır. Lezbiyen bir karaktere sahip olan ilk çizgi roman Trina Robbins'in "Sandy Comes Out"dur. 1972 tarihli bu çizgi roman Wimmen's Comix isimli antolojinin birinci sayısında yayımlanmıştır. 1980 yılında yayıma başlayan "Gay Comix" lezbiyenler ile ilgili hikâyelere yer vermiş ve 1985 yılında Love and Rockets başlıklı hikâyede iki ana karakter Maggie ve Hopey arasındaki lezbiyen ilişki açıkça ortaya konmuştur.
Alternatif ve yeraltı çizgi romanlarında lezbiyen ilişkilere yer verilirken ABD'deki ana çizgi roman yayımcıları bu konuda uzunca bir süre suskun kalmışlardır. Kadın Marvel Comics karakterlerinden Mystique ve Destiny arasındaki ilişki önceleri yalnızca ima edilmiş, 1990 yılında ise bir eski İngilizce kelimesi olan ve sevgili anlamına gelen "leman" sözcüğünün kullanımıyla şifreli olarak doğrulanmıştır. 2001 yılında ise Destiny'nin Mystique'in sevgilisi olduğu sarih bir İngilizce ile beyan edilmiştir. 2006 yılında DC Comics, önemli karakterlerinden Yarasakadın'ın bir lezbiyen olarak yeniden doğduğunu açıklamış ve bu durum medyanın ilgisni toplamıştır. Yine DC Comics karakterlerinden Gotham Şehri polis memuru Renee Montoya'nın da lezbiyen olduğu çizgi romanlarda açıklanmıştır.
2006 yılında, Alison Bechdel'in Fun Home: A Family Tragicomic isimli lezbiyen ilişkilere yer veren çizgi romanı ABD'deki birçok medya kuruluşu tarafından yılın en iyi kitapları arasında sayılmıştır. Bechdel, Dykes to Watch Out For isimli en iyi tanınan ve en uzun soluklu lezbiyen çizgi romanının da yazarıdır.
Bazı yazarlar, araştırmacılar ve sanatçılar (örneğin Saturday Night Live'dan Chris Rock) Peanuts karakteri Peppermint Patty'nin lezbiyen olduğunu iddia etmişlerdir. (Peppermint Patties İngilizce'de lezbiyenler için kullanılan aşağılayıcı argo bir terimdir) Bu iddia, çizgi roman serisinde hiçbir zaman doğrulanmamıştır.
Mangalarda lezbiyen içerik shoujo-ai (kız aşkı), lezbiyen cinselliği ise yuri terimleriyle ifade edilmektedir. Bu terimler animeler için de geçerlidir. Mangalardaki lezbiyen ilişkilere örnek olarak bir Japon manga karakteri olan Yokohama Kaidashi Kikō'nun Alpha ve Kokone'ye romantik duygular beslemesi verilebilir.
Anime dizisi Sailor Moon'un üçüncü sezonu iki kadın kahraman Sailor Uranus ve Sailor Neptune arasındaki lezbiyen ilişkiye yer vermektedir. Ancak, dizinin üçüncü sezonu ABD'de dublajlanırken ve gösterilirken sansüre uğramıştır. Lezbiyen ilişkiye yer veren birçok sahne kesilmiş ve bahsekonu iki karakter "kuzen" olarak lanse edilmiştir. Bu durumun Amerikalı izleyiciler tarafından fark edilmesi ise birçok çelişkinin doğmasına yol açmıştır.
Mangaka gruplarının çoğunda örneğin Miyuki-chan in Wonderland" veya "Card Captor Sakura'da bazı karakterler alenen lezbiyenken bazı karakterlerin ise lezbiyen oldukları varsayılmaktadır. Örneğin "Miyuki-chan in Wonderland"da Miyuki sürekli olarak kadın hayranlarınınilgisinden kurtulmaya çalışmaktadır. Card Captor Sakura'daki Tomoyo ise, ana karakter Sakura ile temelde masum buna karşın şüphe çeken "kıyafet değiştirme" oyunu oynama takıntısı ile ünlüdür.
Lezbiyen ilişkiler bilgisayar ve Playstation oyunlarında da yer almaya başlamıştır. Squaresoft PlayStation oyunu SaGa Frontier Asellus isimli bir lezbiyen karaktere sahiptir. Oyundaki diğer bir karakter olan Gina, Asellus'un kıyafetlerini diken genç bir terzidir. Gina, sürekli olarak Asellus'a karşı hissettiği çekimden bahseder ve oyunun birçok farklı sonunda Asellus ile evlenir. (Oyunun İngilizce versiyonundan lezbiyenlikle ilgili birçok diyalog ve içerik çıkartılmıştır.) Playstation oyunu 'de ana karakterlerden Hana Tsu Vachel Rain Qin isimli bir başka kadın karakterle cinsel ilişkiye |
girmektedir.
Gey
Gey (), eşcinsel anlamında bir sıfat, terim ve isim. Genellikle erkek eşcinselleri belirtmek üzere kullanılan terim, aynı zamanda eşcinsel kadınları tanımlamak için de kullanılmaktadır. Türkçeye İngilizcedeki "gay" kelimesinden; İngilizceye ise Eski Fransızcadaki "gai" kökeninden geçmiştir. Aslen "neşeli, umursamaz" ve "canlı renkli, gösterişli" anlamlarına gelen gey terimi ilk olarak 1960'lı yıllardan itibaren erkek eşcinseller tarafından kendilerini tanımlamak amacıyla kullanılmaya başlanmıştır. İngilizcedeki "gay" kelimesinin diğer anlamlarında kullanımı da zamanla yok olmaya yüz tutmuştur. kadın eşcinsel anlamına gelen "lezbiyen" kelimesi ise 1800'lü yıllardan beri kullanılmaktadır.
20. yüzyıldan önceki dönemlerde eşcinsel bireyleri temsilen hiçbir kavramın olmaması bu bireyleri yasal güvenceden mahrum bırakmaktaydı. Bireylere çeşitli halk etimolojilerine ait kavramlarla hitap edilmekte ve eşcinsel ilişkiler ciddi bir suç faaliyeti, toplum aleyhine bir saldırı kabul edilmekte, homofobi bir suç teşkil etmemekteydi. 1960'lı yılların ortalarında başlayan cinsel devrim ve gelişen süreç eşcinsel bireylere yasal güvencede tanınma hakkı vermiştir.
Cinsel devrimlerden önce sadece "queer" gibi tuhaf anlamlara gelen sözcüklerle tanımlanan bireyler devrimlerin ardından, 20. yüzyıldan önceki dönemlerde eşcinsel bireyleri temsilen hiçbir kavramın olmaması bu bireyleri yasal güvenceden mahrum bırakmaktaydı. Bireylere çeşitli halk etimolojilerine ait rencide edici kavramlarla hitap edilmekte ve eşcinsel ilişkiler ciddi bir suç faaliyeti, toplum aleyhine bir saldırı kabul edilmekte, homofobi bir suç teşkil etmemekteydi. 20. yüzyılın ortalarında, 1960'lı yılların ortalarında başlayan cinsel devrimler ve gelişen süreç eşcinsel bireylere yasal güvencede tanınma hakkı vermiştir.
Cinsel devrimden önce "mutlu" anlamına gelen "gey" in kullanım yaygın olmamakla birlikte farklı sözcüklerle tanımlanan eşcinseller devrimin ardından "LGBT" gibi değişen kimlik, yönelimlerine göre adlandırılmış, genel anlamda kimlikleriyle adlandırılmış, ayrımcılığı önlemek için tanımlanabilecek cinsel kimlik adları kazanmışlardır. Günümüzde erkek eşcinseller için en yaygın kullanım "gey" terimidir.
Günümüzde Batı dünyasında kimlik, eşcinsel evlilik, sığınma, evlat edinme hakkı verilmesi gibi büyük değişimler yaşanırken Doğu dünyasında aksine 75 ülkede erkek erkeğe seks yasa dışı kabul edilmekte olup ağırlığı erkek eşcinsel olan bireylere İran, Uganda ve Nijerya da ölüm cezası uygulanmaktadır. Türkiye'de ise kanuni haklarda tanınma olmamakla birlikte eşcinsel bireylerin yasal güvence hakkı yoktur.
"Gey"; erkek eşcinselleri tanımlamak için bir terim olsa da farklı anlamlara gelecek şekilde hakaret, aşağılama ve dışlamaya varacak söz ve sözcüklerle de kullanılabilmekte olup eşcinsel bireylere karşı homofobik tutum sergileyenlerce "gey" kelimesinin aşağılayıcı kullanımı 1970'lerin sonlarında başlamış, 1980'lerde ve özellikle 1990'ların sonlarında aşağılama odaklı yaygınlaşan kullanımı, genel bir hakaret olarak özellik gençler arasında yaygınlaşmıştır. Örneğin; Türkiye'de "Atatürk gey mi?" sorusunu sormak ya da Mustafa Kemal Atatürk'ün gey olduğunu iddia etmek bir hakaret olarak kabul edilmiş, Youtube'de anonim bir kullanıcı tarafından yüklenen filmde eşcinsel tanımlamasının Türkler ve Atatürk için yapılması yasa dışı kabul edilmiş ve Türkiye geneli erişim engellemesine tabi tutulmuştur.
Yine bir homofobik tutum ve gerekçe olarak 2011 yılında Av Mevsimi sinema filmi yayınlandığı televizyon kanalında filmdeki bir karakterin, "ben geyim" sözleri sansürlemiş, sosyal medyada tepki almasının ardından ilgili sansüre gerekçe olarak yayın öncesi sorumlusu, "Gey kelimesi, bir kitleyi temsil ediyor ve küfür sayılıyor. O yüzden sansürlenmiştir" demiştir.
Heteroseksist toplumlarda "gey" veya diğer eşcinsel cinsel kimlik ve yönelim adlandırmalarının heteroseksüel bireyler arasında hakaret düşüncesiyle kullanılması da ilgili adlandırmaların hakaret olarak algılanılmasına neden olmaktadır.
Cinsellik ve cinsiyet kimliği temelli kültüre (LGBT kültürü) dayanan eşcinsel bireylerin farklı kültür ve yapı aynı cinsel kimlik bütünlüğüyle hareket eden gey topluluğu yönelimi "gey, lezbiyen ve biseksüel", bazen de "transseksüel"i içine almakta olup amaç LGBT bireyler arasında birliktelik sağlamaktır. Topluluk genellikle sosyal ağ, internet, gey bar, gey kafe kültürü içerisinde olmaktadır. Ancak toplulukla aynı kültür ve yönelimde olup kırsal yerlerde yaşayan cinsel kimliğini saklayan veya izole eden eşcinsel bireylerde bulunmaktadır. LGBT topluluğu oluşumunun temelinde kimlik ve duyarlılık yaratmak, bilinçlendirmeye yönelik çalışmalar yapmak ve bu anlayışla topluluk amacı ve topluluk kurmaktır. Eşcinsel dernekler, lise ve üniversite içerisinde yer alan kulüpler, lobiler topluluğun parçası olarak görülebilmektedir.
Mikrodenetleyici
Bir mikrodenetleyici (MCU ve µC olarak da adlandırılır), bir mikroişlemcinin, MİB, hafıza ve giriş - çıkışlar, kristal osilatör, zamanlayıcılar (timers), seri ve analog giriş çıkışlar, programlanabilir hafıza (NOR Flash, OTP ROM) gibi bileşenlerle tek bir tümleşik devre üzerinde üretilmiş halidir.
Kısıtlı miktarda olmakla birlikte, yeterince hafıza birimlerine ve giriş – çıkış uçlarına sahip olmaları sayesinde tek başlarına çalışabildikleri gibi, donanımı oluşturan diğer elektronik devrelerle irtibat kurabilir, uygulamanın gerektirdiği fonksiyonları gerçekleştirebilirler. Üzerlerinde analog-dijital çevirici gibi tümleşik devreler barındırmaları sayesinde algılayıcılardan her türlü verinin toplanması ve işlenmesinde kullanılabilmektedirler.Ufak ve düşük maliyetli olmaları gömülü uygulamalarda tercih edilmelerini sağlamaktadır.
Ayrıca mikrodenetleyiciler sıradan mikroişlemcilere nazaran aşağıda listelenen 4 temel avantajları sayesinde elektronik sanayinde günümüzde oldukça büyük bir uygulama alanına sahiptirler:
Örneğin en basit elektronik saatlerden otomatik çamaşır makinelerine, robotlardan fotoğraf makinelerine, LCD monitörlerden biyomedikal cihazlara ve endüstriyel otomasyondan elektronik bilet uygulamalarına kadar pek çok elektronik uygulamada mikrodenetleyiciler kullanım alanı bulmuşlardır.
8051
8051 mikrodenetleyicileri ilk olarak Intel tarafından 1980 yılında üretilmiştir. Eski bir ürün olmasına rağmen, hem kendisi, hem de yapısı temel alınarak üretilmiş diğer işlemciler bugün geniş bir kullanım alanına sahiptir. Harvard bilgisayar mimarisine sahiptir.
İlk olarak Intel tarafından üretilmesine rağmen bugün aralarında Intel’e ek olarak Atmel, Dallas Semiconductors ve Philips’in de bulunduğu onlarca üretici firma tarafından da üretilmektedir; kısaca çok kaynaklı bir mikrodenetleyicidir.Geniş bir yelpazeye sahiptir ve de Microchip(PIC) firmasının karşısındaki bir mimari yapının adıdır. Dünyaca kabul görmüş bir yapıttır.
Zamanla üzerindeki geliştirme çalışmalarının sonucu tek bir mikrodenetleyici olmaktan çıkıp bir 8051 ailesi olarak anılan bir mikrodenetleyici ailesi haline gelmiştir. Bu aileye 8031, 8032, 8051, 8052, 80151, 80251, ve XA serileri dahildir. Yukarıda da bahsedildiği gibi çok kaynaklı bir denetleyici olmasından ötürü, ona kaynak sağlayan firmalar tarafından bu aile elemanları da üretilmektedir.
8 bitlik veri işleme yeteneğine sahip olan 8051’in diğer teknik özellikleri kısaca
aşağıdaki gibidir.
32 adet Giriş/Çıkış kanalı
Nem
Nem, havada bulunan su buharına denir. Nem ölçümlerinde mutlak nem, bağıl nem ve spesifik nem hesaplanır. Mutlak nem birim hacimdeki nem miktarıdır. Gram/metreküp olarak verilir. Bağıl nem havadaki nem miktarının o havanın alabileceği maksimum neme olan oranıdır. Birimsel olarak verilir ve sıcaklık ile ters orantılıdır. Spesifik nem ise bir gazda bulunan su buharı ağırlığının gaz ağırlığına olan oranıdır. İngilizcede "moisture" ise bir katının aldığı ya da verdiği sıvı miktarına denir. Türkçede ise tam bir karşılığı yoktur, rutubet olarak adlandırılabilir. Çiğ noktasında ise yüzey üzerindeki bağıl nem %100’e eşittir. Bu, çiğ noktasının sıcaklığında havanın (ya da ilgili gazın) suya doyduğu anlamına gelir, sıcaklığın biraz daha azalması durumunda yüzey üzerinde bir miktar su yoğunlaşacaktır.
Boyabat
Boyabat, Sinop iline bağlı, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde yer alan bir ilçedir. İsmi (Boy-Abat) geniş, düz bakımlı arazi anlamına gelmektedir.
İlçenin MÖ 600 yıllarında kurulduğu sanılmaktadır. Şehrin eski adı Germanikopolis'tir. İlçeyi ilk kuranların Gaşkalar olduğu tahmin edilmektedir. "Boy", uzunluk ya da kabile, soy, aşiret; "abat", mağrur ya da imar edilmiş anlamına gelse de, bir zamanlar islam ve hristiyan dünyasının sınırında bir "serhat boyu kalesi" olduğundan adının Boy-Abad olarak yerleştiği sanılmaktadır. Bir başka söylentiye göre de "uzun ova" anlamı verilir. Boyabat sırasıyla Gaşka, Hitit, Paflagonya, Lidya, Pers, Makedonya, Roma, Bizans egemenliklerine girmiştir. Bu uygarlıklar sırasında şehre hakim büyük bir kayalık tepe üzerine yapılan Boyabat Kalesi zaman içinde şehrin öneminin artmasına ve gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Boyabat yöresi Danişment hükümdarı Gümüş Tegin tarafından Türk İdaresine katılmış, Selçuklu, Candaroğulları dönemlerinden sonra 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı hakimiyetine girmiştir.
İlçe, Osmanlı zamanında Kastamonu Sancağına bağlı bir kadılıktır. Tanzimat devrinde Boyabat nahiyeye çevrilmiş, 1868 yılında da kaza yapılmıştır. İlçede Osmanlı Devleti'nden kalma birçok eser vardır. Akmescit Camii, şu anda harebe halinde olan Çay Mahallesindeki Medrese, Daylı Türbesi, AşıklıTekke Türbesi, Büyük Cami, Bekir Paşa Su Kanalı vs. İlçe Cumhuriyet döneminde Sinop iline bağlı bir ilçe olurken gelişmesini de hızla sürdürmektedir.
Boyabat; doğuda Durağan, batıda Hanönü-Taşköprü, kuzeyde Ayancık-Sinop Gerze ve Erfelek, güneyde Saraydüzü - Kargı İlçeleriyle çevrilidir. Arazi 2., 3., 4. jeolojik zamanda oluşmuştur. Arazi, yüksek dağ dizilerinden oluşmuştur. Çöküntüler ve sel yarıkları da dikkati çekmektedir. |
İlçeden Kızılırmak'ın kolu olan Gökırmak geçmektedir.
İlçe ekonomisi, sanayi, tarım, hayvancılık ve orman ürünlerinden oluşmaktadır.
İlçede, 30450 ha tarım arazisi mevcut olup, bunun %50'si tarla bitkileridir. Başlıca tarım ürünleri; buğday, arpa, çeltik, fasulye, şeker pancarıdır. Boyabat tarım ürünü olarak pirinciyle tanınmıştır.
İlçede, 100296 hektar orman arazisi vardır. Orman ürünleri; 14000 m³ tomruk, 350 m³ tel direk, 3500 m³ maden direk, 13000 m³ kağıtlık odun, 18350 m³ lift-yonga odun, 6500 m³'te yakacak odundur.
İlçede, 33000 koyun, 650 saf kültür sığır, 6700 kıl keçisi, 11500 kültür melezi sığır, 320 tiftik keçisi, 8700 yerli sığır, 1050 manda, 260 at, 145 katır ve 1040 eşek bulunmaktadır.
İlçede sanayi kuruluşlarınca (Toprak Sanayi) üretilen mallar ticaret alanında önemli yer tutar. Haftada iki defa kurulan pazar, ilçe çevresinde üretilen ürünlerin değerlendirilmesinde önemli rol oynamaktadır. İlçede, Devlet ve Özel sektöre ait 6 adet banka şubesi vardır. Bunlar T.C. Vakıfbank , T.C. Ziraat, Halk Bankası, Türkiye İş Bankası, Şekerbank ve Akbank’ tır. Sanayi ve Ticaret Odası mevcuttur. 20 adet Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, 22 adet Tarımsal Sulama Kooperatifi, 63 adet Yapı Kooperatifi, 2 adet Tüketim Kooperatifi, 4 adet Motorlu Taşıt Kooperatifi, 1 adet Küçük Sanayi Sitesi Kooperatifi, 1 adet Esnaf ve Sanatkârlar Kefalet Kooperatifi mevcuttur.
Şehir nüfusunun çoğunu zamanında köylerden veya şehir merkezinden göç eden ve emeklilik sonrası geri dönen kesim oluşturur. 2000'li yıllardan sonra ilçe belediyesi şehirde gelenekselleşen panayırın yanına tiyatro festivalini de ekleyerek şehirdeki kültürel etkinlikleri arttırmaya çalışmaktadır.
DVD
DVD, CD-ROM görünümünde elektronik kayıt ortamıdır. İngilizce "Digital Versatile Disc" ('Çok Amaçlı Sayısal Disk') sözcüklerinin akronimidir. CD'ye göre, çok daha yüksek kayıt kapasitesine sahiptir. DVD-Video, DVD-Audio, DVD-ROM, DVD-RAM, DVD-R ve DVD-RW gibi çeşitleri vardır. Gündelik yaşamda, teknik tanımı dikkate alınmadan ve sözcüğün açılımı düşünülmeden, yaygın olarak, DVD üzerine kaydedilmiş, film ya da video anlamında kullanılır.
CD ("Compact Disc", Taşınabilir Disk) denilen kayıt ortamları ilk kez, 1990'lı yılların başında kullanılmaya başlandı ve gerek üretici firmalar, gerekse, kullanıcılar tarafından büyük kabul gördü. Bunun uzantısı olarak kullanımı bilişim, müzik ve sinema endüstrisi alanlarında hızla yaygınlaştı.
1990'lı yıllarda asıl amaç, kayıt süresi açısından, ihtiyaca cevap veremeyen, VideoCD'den (VCD) daha fazla kayıt kapasitesine sahip uygun bir kayıt ortamı geliştirmekti. Bunun uzantısı olarak, daha fazla kayıt imkânı sağlayan yeni bir kayıt ortamı üzerinde çalışılmaya başlandı.
İlk etapta, Sony ve Philips tarafından geliştirilen MultiMedia CD (MMCD) ile Toshiba ve Time Warner tarafından desteklenen Super Density CD'lerin (SD) bu ihtiyacı karşılayacağı düşünüldü ise de, bu gerçekleşmedi. Sonunda birbirinden ayrı olarak çalışan bu gruplar, film endüstrisinin de baskılarıyla, 1995 yılında, ortak bir standart üzerinde çalışmaya karar verdi.
İlk başta, sadece, video görüntüler için düşünülen DVD kısaltması, "Digital Video Disc" anlamında kullanılmakta iken, daha sonra, başka alanlarda da kullanılabileceği düşünülerek, "Digital Versatile Disc" (ing. "versatile", alm. "vielseitig", çok amaçlı) anlamında kullanılmaya başlandı.
Günümüzde büyük bir DVD pazarı oluşmuş olsa bile (Almanya'daki verilere göre, 2001 yılında sinema filmi olarak satılan DVD sayısı VHS video kaset satışlarını geride bırakmış olmasına rağmen) daha yoğun kayıt imkânı sunan, yeni kayıt ortamları üzerine yapılan çalışmalar devam etmektedir.
Bunlar içinde en çok dikkat çeken çalışmalar, Blu-ray Disc (kısaca Blu-Ray) ve High Definition DVD (HD-DVD) üzerinde yapılan çalışmalardır..
DVD'ler 0.6 mm kalınlığında plastik kaplı polikarbonattan,iki disk in birleşmesinden ve çok daha ince yansıtıcı bir alüminyum ya da altın tabakadan oluşur. Bu iki disk birbirine yapıştırılarak 1.2 mm'lik bir disk oluştururlar. Oluşan disk iki yüzünden ya da tek yüzünden okunabilecek şekilde tasarlanabilir. Tabakaların bir CD'nin yarısı kalınlığında olmasının nedeni daha yüksek numerik aparatı olan bir lensle okunabilmeyi ve daha küçük ve dar çukurlarla bilgi yazabilmeyi sağlamasıdır.
Tek katmanlı bir DVD, standart bir CD'nin yedi katı olan 4.7 GB bilgiyi saklayabilir. 650 nm dalga boyundaki kırmızı bir lazer (CD için bu değer 780 nm'dir) ve 0.6'lık bir numerik aparatla (CD için 0.45), okuma çözünürlüğü 1.65 kat artmıştır. Bunun iki boyutta olduğunu da düşünürsek fiziksel veri saklama boyutunun 3.5 kat arttığını görebiliriz. DVD, fiziksel tabakada daha verimli bir kodlama yöntemi kullanır. CD'nin hata düzeltme sistemi CIRC, yerini daha güçlü Reed-Solomon ürün koduna bırakmıştır, RS-PC; aynı şekilde Yediye Ondört Modülasyonu (EFM) de yerini, sekize on altı modülasyonu kullanan EFMPlus'a bırakmıştır. CD'deki gibi altkod yoktur. Sonuç olarak, DVD biçimi, üçüncül hata düzeltme tabakası kullanan CD-ROM biçiminden yüzde 47 oranında daha verimlidir.
DVD'nin çeşitli uygulama alanları vardır:
Disk ortamı şunlar olabilir:
Diskin bir ya da iki tarafı olabilir, ve her taraf için bir ya da iki katmanı olabilir; taraf ve katmanlar diskin boyutunu belirler.
DVD kodları, dvd'lerdeki bilgilerin okuyucular tarafından algılanmasını sağlar, ancak usta ellerde yazılabilen bu kodlar günümüzde bilgisayarlar aracılığıyla da yazılabilmektedir.
Amhrán na bhFiann
Amhrán na bhFiann (, "Askerin şarkısı"), 1907 yılında Peadar Kearney tarafından yazıldı. Melodi Peadar Kearney ve Patrick Heeney tarafından tasarım gördü.
İrlanda ulusal marşı (Askerin şarkısı).
Gölbaşı, Adıyaman
Gölbaşı, Adıyaman ilinin bir ilçesidir.
Adıyaman'ın batısında yer alır. Kuzeyinde Malatya, doğusunda Besni ve Tut İlçeleri, güneyinde Gaziantep, batısında Kahramanmaraş ili ile çevrilidir. Deniz seviyesinden yüksekliği 860 metre civarındadır. Gölbaşı ilçe olmadan önce bağlı olduğu Besni ile beraber 1933 yılına kadar Gaziantep`e, 1933 yılından 1954 yılına kadar ise Malatya iline bağli kalmıstır.(Kurulduğunda Çataltepe Köyü'ne bağlı olduğundan;Pazarcık ilçesi aracılığıyla Kahramanmaraş'a da bağlı kalmıştır) 1958 yılında ilçe olmuştur. Gölbaşı İlçesi Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgesini , Akdeniz'e bağlayan Devlet Karayolu ile DD'nin geçtiği bir güzergahta kurulduğundan, Malatya, Adıyaman, Gaziantep ve Kahramanmaraş illerini birbirine bağlayan bir kavşak konumundadır.
Bu yönüyle doğu ile batı arasında köprü konumundadır. Programda olan Kapıdere Yolu açıldığında Şanlıurfa ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin Ankara’ya olan uzaklığı 183 km. daha azalacaktır. 30 köyü, 3 beldesi olan Gölbaşı, adını Gölün Başi kelimesinden almaktadir. biri ilçe merkezinde, ikisi çevre köylerde bulunan toplam 3 göl vardir. ilçe merkezinde bulunan göl çevresinde turizme yönelik tesisler , geniş ormanlık ve yeşil alan ile ilçe kenarından geçen Göksu Çayı bu cazibeyi artırmaktadır. Bu yönüyle de bölgenin mesire alanı durumundadır. Zaten GAP İdaresi de İlçeyi GAP Mesire Alanı ilan etmiştir. GAP Projesinin bir parçası olan Çetin Tepe Barajı'nın etüt çalışmaları devam etmektedir. Göksu Çayı'ndan pompalanarak göle akıtılan su Gaziantep’e içme suyu olarak verilmektedir.
İlçede ilk resmî kulüp, 1974 yılında "GÖLBAŞI SPOR KULÜBÜ" adıyla kurulmuştur. Renkleri kırmızı-beyaz olan kulüp Adıyaman Amatör kümede mücadele etmeye başlamıştır. İlçede 500 kişilik prtatif tribünlü stad ve 500 kişilik de Kapalı Spor salonu bulunmaktadır. 1996 yılında adını "GÖLBAŞI BELEDİYE SPOR KULÜBÜ" olarak değiştirmiştir. Kulüp, Futbol, Voleybol, Yüzme, Karate ve Kıck Box dallarında faaliyetlerini sürdürmektedir. Halen, 70 civarında lisanslı sporcusu mevcuttur. Şu an kulüp bünyesinde sadece futbol bulunmaktadır. Takımın A. ve B. takımı bulunmaktadır. Özellikle son beş yıla bakıldığında takımda büyük bir gençleştirme başlamıştır.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal
İbnülemin Mahmut Kemal İnal (17 Kasım 1870 - 24 Mayıs 1957), Türk yazar, tarihçi, edebiyat tarihçisi, müzeci ve mutasavvıf.
Osmanlı Devleti’ne 33 yıl boyunca çeşitli görevlerde hizmet eden İbnülemin, II. Abdülhamit devrinde Yıldız Sarayı arşivinde görev yapmış ve cumhuriyet devrinde ise arşivin tasnif edilerek Başbakanlığa devredilmesine başkanlık etmişti.
1913 yılında Süleymaniye Camii külliyesinde “"Evkaf-ı İslâmiye Müzesi"” adıyla kurulan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin kurucusudur. Benzer bir kurumu Kahire’de de kurmuştur.
Toplumsal hayatta çok hızlı ve büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemde yaşaması ve pek çok tanınmış kimse ile şahsen bir arada bulunması onu biyografi alanında pek çok eser vermeye yöneltti. Son dönem Osmanlı şairleri, müzisyenleri, sadrazamları, hattatları hakkındaki eserleri ile bu kişilerin unutulmalarını önlemeye çalıştı. Şiir, roman, hikaye gibi alanlarda da eser verdi.
Yaşamı boyunca konağındaki düzenli toplantılarda ilim ve sanat dünyasından kimseleri ağırlayarak kültür hayatına hizmet etti.
1870 yılında İstanbul’un Beyazıt semtinde dünyaya geldi. Babası Mühürdar Mehmed Emin Paşa, annesi Hamide Nergis Hanım’dır. Babası uzun yıllar sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın mühürdarlığını yapmıştı. Çocukluk yıllarının çoğu zamanını Yusuf Kamil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında geçti.
1885 yılında Şehzade Rüşdiyesi'ni bitirdikten sonra bir süre Mülkiye ve Hukuk Mekteplerine devam etti ancak rahatsızlığı sebebiyle buraları bitiremeden ayrıldı ve özel hocalar ile medrese derslerine devam ederek kendini yetiştirdi. Özel ders aldığı hocalar arasında Mehmet Akif’in babası İpekli Mehmet Tahir Efendi vardı.
1889 yılında Sadaret Mektubî Kaleminde başladığı otuz üç yıllık memuriyet hayatına Teftiş-i Islahat Komisyonu Başkitabeti'yle devam etti.
1909 senesinde Sultan II. Abdülhamit'in hal'inden sonra saraya verilmiş olan jurnalleri tasnif ve imha ile görevlendirilen komisyonun başına getirilmiş ve bu sıfatla Yıldız Sarayı evrakını inceleme imkânını buldu.
1914'te “"Evkaf-ı İslamiye Müzesi"”’ni (şimdiki adıyla |
Türk ve İslam Eserleri Müzesi) kurmakla görevlendirildi. Sanatla da ilgili olan İbnülemin, hat sanatını yaşatma amacıyla “"Medresetü’l Hattatin"” adlı okulun kurulmasında emeği geçti.
1916'da Şura-yı Devlet azalığına, 1921'de Osmanlı devletinin resmi yayın organı olan Takvim-i Vekâyi gazetesi müdürlüğüne, 1922'de Divan-ı Hümayun Beylikçiliği'ne atandı. İstanbul Hükümeti yıkılınca Bab-ı Alî'deki görevi sona erdi.
1923'te Tarih-i Osmanî Encümeni azalığına seçildi, Mayıs 1924'te Vesaik-i Tarihiye Tasnif Encümeni'nin başına getirildi. İbnülemin Mahmud Kemal İnal'ın başmemur unvanıyla başkanlığında tasnif başladı ve Mayıs 1926 senesine kadar devam etti. Bugün Osmanlı Arşivi'nde İbnülemin'in kendi adıyla zikredilen katalog 29 ciltten oluşur ve orijinal haliyle araştırmaya açıktır. Hazine-i Evrak 1927'de Başvekâlet Osmanlı Arşivi'ne devredilince Tasnif Heyeti lağvedilmiş, İbnülemin'in buradaki görevi de sona ermiştir.
Tasnif Heyeti’nin lağvedildiği 1927’de İbnülemin, kurucularından olduğu İslam Eserleri Müzesi'nin Müdürlüğü’ne tayin edildi. 1935'te emekli oluncaya kadar bu görevde kaldı.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, bu görevlerin yanı sıra Kütüphaneler Tasnif İşleri Müşavirliği ile İslam Ansiklopedisi Müşavirliklerinde de bulundu. 1939 sonunda Mısır Veliahdı Prens Mehmed Ali Tevfik’in daveti üzerine İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne benzer bir kurumun düzenlenmesi ve sergilenecek eserlerin seçimi için Reîsülhattâtîn Kâmil Akdik ile birlikte Kahire’ye gitti. Bu görevi yerine getirerek 19 Şubat 1940’da İstanbul’a döndü .
Yaşamının son dönemlerinde Vefa'daki evi muhafazakâr fikir adamları ve şairler için bir tür meclis niteliğini kazandı; İbnülemin'in son devir Osmanlı erkân ve ricali hakkındaki olağanüstü geniş bilgisi ve kendine özgü fikirleri kendisinden genç kuşakları tarafından da takdir edildi.
1930'da ""Son Asır Türk Şairleri"" adlı eserini yayınladı. Bu eserde son dönem Osmanlı entelijensiyası hakkında zengin gözlem ve anekdotlara yer verdi.
1940-1953 arasında son 37 Osmanlı sadrazamının ayrıntılı terceme-i hallerini içeren 14 ciltlik ""Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar"" adlı eseri yayınlandı. Kullandığı ağdalı Osmanlıca nedeniyle eserlerinin etkisini ve yaygınlığını kısıtladı.
1953 yılında, hayatı boyunca topladığı kitap, yazı ve levha koleksiyonunu ve yirmi dosya kadar tutan vesikalarını İstanbul Üniversitesine bağışladı. Konağını ise İslami ilimlerde öğrenim görenleri barındıracak bir yurt olarak kendi adını taşıyan vakfa bağışladı.
1957'de İstanbul'da hayatını kaybeden İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Merkezefendi Mezarlığı'na defnedildi.
İbnülemin, yazın hayatına şiir ile girdi. Çoğunlukla gazel tarzında manzumeler yazdı. “"Nalani"” mahlasını kullandı. Bazı manzumeleri bestelendi. Şiirlerini “"Mevzun Sözler"” adıyla bir araya getirdi ama bastıramadı.
1890’da Tarik gazetesinde bir makale yayımlayarak basın hayatına girdi. Gazete yazılarına devrin önemli basın organlarında devam etti. Gazete yazılarını “"Sa’y-i Beşer"” adıyla bir araya getirdi ama bastıramadı.
Namık Kemal’in Cezmi adlı eserini örnek alarak “"Sabîh Târihe Müstenid Hikâye"” adlı tarihi roman yazdı. Bu alandaki çalışmalarına tefrika olarak yayımlanan üç eseri ile devam etti (Bir Yetimin Sergüzeşti, Rahşan,Yetîm-i Alîl).
1895-1900 arasındaki çeşitli gazete ve dergilerde yayımladığı yazılarıyla İslam’ın gelişmeye engel olduğu yolundaki görüşlere karşı çıktı.
1891 yılında ""Eser-i Kamil Paşa"" adlı küçük kitabı yayımlayarak biyografi alanında ilk çalışmasını yapan İbnülemin, daha sonra bu alanda pek çok eser verdi. Şair Hersekli Arif Hikmet Bey, Sadrazam Yusuf Kamil Paşa, Yusufpaşazade Nuri Bey, baba-dostu Ferid Paşazade Ahmet İzzeddin, tarihçi Fındıklı İsmet Efendi, Şair Mustafa Saffet, bilim adamı İsmail Gelenbevi, Şeyhülislam Yahyâ, Leskofçalı Galip Bey, Müstakimzâde Süleyman Efendi onun biyografilerini yazdığı kişilerdendir. Ayrıca 566 şairi bir araya getiren “"Son Asır Türk Şairleri"”, 37 sadrazamı içeren “"Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar"”, 329 hattatı konu edinen “"Son Hattatlar"”, ölümüyle yarım kaldığı için Mevlevî Avnî Aktuç’un tamamladığı ""Hoş Sadâ"" (Son Asır Türk Musikişinasları) adlı eserleri ortaya çıkardı.
"Eserlerinin listesi":
VCD
VCD VidyoCD(VideoCD) ya da tam okunuşu Video Compact Disk
Video CD (ya da VCD), video görüntüleri, belli bir teknik kurala uyarak, CD üzerine kaydetmeyi tanımlayan bir kayıt standardıdır. Elektronik üreticilerinin standartları tanımlamak için kullandığı Beyaz Kitaba (White Book) ilk girişi, bir Japon elektronik firması kanalı ile, 1993 yılında olmuştur. Özü itibarı ile, video görüntülerin, CD üzerine MPEG1-1 standartlarına uygun olarak, PAL televizyon sistemi için nasıl, NTSC televizyon sistemi için nasıl kaydedileceğini belirtir.
Buna göre, video görüntüler, 4:3, 16:9 orantısında ve PAL televizyon sistemi için, saniyede 25 kare/saniye olarak, 352 × 288 resim elemanı (piksel) ile; NTSC televizyon sistemi için ise, 352 × 240 resim elemanı ile 23,976 kare/saniye ile kaydedilir. Sesler, çift kanal ses sistemi (stereo) ile kaydedilir. VCD oynatıcı aygıtların mekaniği normal CD sürücülerin mekaniği ile büyük çapta aynıdır.
Video CD’lerin görüntü kalitesi yaklaşık olarak, VHS Video ile aynı, ancak, profesyonel olarak üretilmiş olan bir VHS videodan biraz daha düşüktür. Kayıt süresi ise 74 veya 79 dakikadır. Bu nedenle, kayıt süresi açısından, sinema filmlerinin kaydı için, pek uygun değildir.
Bu nedenle, farklı ve daha uzun kayıt yapmaya izin veren, KVCD, AVCD ve MVCD denilen birçok VCD kayıt biçimi geliştirilmiş, ancak DVD kalite ve kayıt süresine erişilemediği için, yaygınlaşmamamıştır. Bunlar içinde en çok yaygınlaşan, bir anlamda VCD'nin devamı ve daha geliştirilmiş bir biçimi olan ve MPEG-2 sıkıştırma sistemi ile çalışan SVCD'dir. Bu kayıt biçimi VCD'den daha kaliteli bir resim kalitesi sunmakta ve DVD aygıtlarının çoğu tarafından desteklenmektedir.
VCD aygıtları ve kullanımı, gün geçtikçe yerini DVD aygıtlarına, kayıt biçimi ise DVD kayıtlarına bırakmaktadır. Ancak hala, gerek ham CD-ROM maliyeti, hem de DVD yazma aygıtlarının daha pahalı olması nedeniyle, özellikle, bilgisayar kullanıcıları tarafından, yaygın olarak kullanılmaktadır.
VCD ya da SVCD kaydı yapmak için, yaklaşık her bilgisayarda bulunan, normal bir CD yazıcı aygıtı yeterliyken, DVD biçiminde kayıt yapabilmek için, DVD yazıcı kullanılması gerekmektedir.
Boğazköy
Nadire Mater
Nadire Mater (d. 1949, Söke), gazeteci, yazar.
Sosyal Hizmetler Akademisi'ni bitirdikten sonra devlet memurluğu yaptı. 1981'den beri gazetecilik yapıyor. İzmir'de yayınlanan bölgesel Yeni Asır gazetesi, Nokta, Tempo ve Sokak haber dergilerinde çalıştı. 1991'den 2000'e dek Interpress Service'in (IPS) temsilciliğini ve muhabirliğini yaptı. Bağımsız İletişim Ağı bianet.org kurucusu ve danışmanı. Tayfun Mater'le evli.
Mehmedin Kitabı isimli kitabı nedeniyle açılan davada yargılandı ve beraat etti.
2000 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. Mehmedin Kitabı İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fince ve Yunanca'ya çevrildi.
"Sokak Güzeldir/ 68'de ne oldu" kitabı Metis yayınlarınca 2009'da yayımlandı.
Her yıl 4 Aralık'ta verilen Mülkiye Büyük Ödülü 2012 yılında; insan hakları ve demokrasi savunucusu olduğu, hak odaklı haberciliğin ve Türkiye allternatif medyasının gelişimine büyük katkı sunduğu, 30 yılı aşkın gazetecilik hayatında onurlu bir gazetecilik anlayışı ve pratiği ortaya koyduğu gerekçesiyle Nadire Mater'e verildi. Mater bu ödülü alan ilk kadın oldu.
Başar Sabuncu
Başar Sabuncu (9 Eylül 1943, İstanbul - 17 Haziran 2015), Türk oyun ve senaryo yazarı, tiyatro ve sinema yönetmeni, çevirmen, sahne tasarımcısı, oyuncu.
Başar Sabuncu, 1943 yılında İstanbul'da doğdu. 1961'de ilk amatör tiyatro oyunculuğu deneyimleri yaşadığı Saint Joseph Lisesi'ni bitirdi. Bir süre Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi, sonra İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde sürdürdüğü eğitimini bırakarak, tiyatroculuk serüvenine atıldı. Birkaç yıl özel tiyatrolarda oyunculuk yaptı. Ardından çalışmalarını yazarlık ve yönetmenlik alanlarında yoğunlaştırdı.
İlk oyunu "Kargalar", 1962'de Devlet Tiyatrosu'nca sahnelendiğinde, 19 yaşındaydı.
1964-1969 yılları arasında TRT Ankara Radyosu tiyatro bölümünde görev aldı; aralarında "İlyada", "Don Kişot", "Goriot Baba" gibi başyapıtların da bulunduğu 18 yapıtı radyo için oyunlaştırdı; 100'ü aşkın radyo oyun dizisini yönetti.
12 Mart 1971 darbesininden sonra, bir süre yurt dışında yaşamayı yeğledi. Fransa'da iki yıl tiyatro araştırmalarının ardından, Türkiye'ye dönüşünde, Muhsin Ertuğrul'un çağrısı üzerine, 1974'te yönetmen olarak İstanbul Şehir Tiyatroları'na katıldı. Kurumda "Yerinden Yönetim"'in uygulanmasına öncülük etti. Üsküdar ve Fatih sahnelerinin sanat yönetmenliği görevlerini üstlendi. Çok uzun bir ayrılıktan sonra Nâzım Hikmet'i yeniden Şehir Tiyatrosu seyicileri ile buluşturdu.
12 Eylül 1980 darbesini izleyen günlerde, 1402 sayılı yasa uyarınca kurumdaki görevine son verilmesinin ardından, Berlin'de, Schaubühne Tiyatrosu'nda "İşgal" oyununu yönetti. 1982-1983 yıllarında ise, Sururi-Cezzar Tiyatrosu'nda, özgün oyun "Kaldırım Serçesi" ile Şan Tiyatrosu'nda Brecht düzenlemesi "Şvayk Hitler'e Karşı" ve Prosper Mérimée uyarlaması "Kan ve Gül" ("Karmen") müzikli oyunlarını sahneledi.
Aynı dönemde, "Aydınlar Dilekçesi" kapsamında, askeri mahkemede yargılandı.
Sonraki yıllarda sinema çalışmalarına ağırlık verdi. İlk beş senaryosu başka yönetmenlerce perdeye taşındı. 1985'ten başlayarak, kendi senaryolarından, altı film gerçekleştirdi. Çok sayıda uluslararası şenlikte Türkiye sinemasını temsil etti. 1988'de Londra'da British Film Institute; 1991'de Paris'te Fransız Sinematek'i; 1992'de Montpellier Festivali tarafından, adına tüm filmlerinin gösterildiği saygı haftaları düzenlendi.
1988'de, uzun bir yasal savaşımın ardından, Şehir Tiyatroları'na döndükten sonra, bu kurumda ve Devlet Tiyatroları ile özel tiyatrolarda 30'u aşkın tiyatro yapıtının yönetmenliğini üstlendi. Şehir T |
iyatrosu'nun İstanbul Belediyesi karşısındaki "sanatsal bağımsızlığı" konusunda, yönetimle ilkesel anlaşmazlık nedeniyle, 2004'te emeklilik yaşını beklemeden, kurumdan ayrıldı.
Racine, Marivaux, Brecht, Genet, Kovaçeviç'in kimi oyunlarını Türkçeye çevirdi.
Tiyatro ve sinema alanlarındaki çalışmaları, tiyatro yazarlığı / tiyatro yönetmenliği / senaryo yazarlığı / film yönetmenliği / çevirmenlik / sahne tasarımı olmak üzere, 6 farklı dalda -3'ü uluslararası- (Londra 1969, Bastia 1989, Ohrid 1997) çok sayıda ödülle değerlendirildi.
17 Haziran 2015 tarihinde hayatını kaybeden Sabuncu'nun cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi.
Besim Tibuk
Besim Tibuk (d. 1945, Fındıklı, Rize), Türk turizmci, iş adamı ve liberal demokrat siyasetçi. Net Holding Yönetim Kurulu başkanı ve Liberal Demokrat Parti (LDP) eski genel başkanıdır.
1945 yılında Rize'nin Fındıklı ilçesine bağlı Arılı köyünde doğdu. İlk öğrenimini Murgul'da, orta öğretimini Kars, Artvin ve İzmit'te tamamladı. 1962-1963 AFS bursu ile ABD'ye gitti. Liseyi ABD'de bitirdi. 1968'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Diplomasi Bölümünü -şimdiki adıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü- bitirdi. 1964-1967 arası Devlet İstatistik Enstitüsü'nde çalıştı. 1971-1972'de İşletme İktisadi Enstitüsü'nde Yüksek İşletmecilik ihtisasını bitirdi.
Besim Tibuk, 1964 yılında tercüman rehber olarak turizm sektörüne girdi. Sonra seyahat acentaları müdürlüklerinde bulundu. 1974'te tercüman rehberleri örgütleyerek Net Holding’in nüvesi olan Net Turizm'i kurdu. Net Grubu'nu büyüterek kısa zamanda turizm sektörünün en büyük kuruluşlarından biri haline getirdi. Ticarette ara verdiği çalışmalarına devam etmek üzere Net Holding'e geri döndü.
Siyasetle aktif olarak ilgilenmeye başlayan Tibuk, ilk önce demokratik kültüre hizmet etmek amacıyla DEM yayınevini kurdu. Demokrat Parti'nin (DP) tekrar kuruluşunda görev aldı ve bir süre İstanbul İl Başkanlığı yaptı. 26 Temmuz 1994'te arkadaşlarıyla bu partiden ayrılarak Liberal Demokrat Parti'yi (LDP) kurdu. Tibuk, 1995 ve 2002 seçimlerinde LDP'nin düşük oy alması sebebiyle 25 Kasım 2002'de genel başkanlıktan istifa ederek aktif siyaseti bıraktı. Makamını Ercan Çalı'ya devretti.
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Liberal Demokrat Parti tarafından çatı aday olarak önerildi ancak aday gösterilmek için gereken 20 milletvekili desteğini alamadı.
Tibuk, evli ve dört çocuk babasıdır.
Fatih Akın
Fatih Akın (d. 25 Ağustos 1973, Hamburg), Türk asıllı Alman yönetmen, senarist ve yapımcı.
Trabzonlu bir ailenin çocuğu olarak doğan Akın, 1994 yılında girdiği Hamburg Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Hochschule für bildende Künste Hamburg veya kısaca HfbK) Görsel İletişim Bölümü'nden (Visuelle Kommunikation) 2000 yılında mezun oldu. Eğitimi sırasında Wüste Film şirketiyle çalışmaya başladı. 1995 yılında ilk kısa filmi Sensin – Du bist es!'i yönetti ve bu filmle Hamburg Uluslararası Kısa Film Festivali’nde izleyici ödülünü aldı.
Pek çok ödül kazanan 'Getürkt' isimli ikinci kısa filmini 1996 yılında yönetti. İlk uzun metraj denemesi olan "Kısa ve Acısız"'ı 1998 yılında çekti.
Başrollerini Moritz Bleibtreu ve Chritiane Paul'un oynadığı diğer bir uzun metrajlı filmi "Temmuz'da" da pek çok ödül aldı. Ardından görece büyük bütçeli bir film olan ve göçmen kültürünün anlatıldığı Solino'yu çekti.
Fatih Akın, başrollerinde Meltem Cumbul, Güven Kıraç, Sibel Kekilli ve Birol Ünel'in yer aldığı "Duvara Karşı" isimli projesiyle Metin Erksan'ın "Susuz Yaz" filminden 40 yıl sonra Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü kazanan Türk yönetmen oldu.
2005 yılında "Kebab Connection" isimli bir filmin senaristliğini, diğer kişilerle beraber, üstlendi. Aynı yıl içerisinde "" adlı, İstanbul'un barındırdığı değişik müzikleri ve müzik kültürleri üzerine bir belgeselin yönetmenliğini yapmıştır. Belgeselin anlatımını Almanya'nın ünlü endüstriyel rock gruplarından Einstürzende Neubauten'ın bas gitaristi Alexander Hacke yapmıştır.
2005 yılında Cannes Film Festivali'nde Salma Hayek, Javier Bardem ve Emir Kusturica ile birlikte jüride yer almıştır. "Yaşamın Kıyısında" filmi, Ekim 2007'de Türkiye'de gösterime girmiştir.
Tunç Başaran
Tunç Başaran (d. 1 Ekim 1938, İstanbul), Türk yönetmen.
Babası marangoz Fikri, annesi yazar Pakize Başaran, kızı Zeynep Göksu'dur. Çocukluğu ve gençliği İstanbul’un Fatih semtinde geçmiş. Yaşamını değiştiren yerin, eskiden Direklerarası adı verilen Şehzadebaşı olduğunu söyler; çünkü orada yedi sekiz sinema vardır. Altı yaşından itibaren o sinemalarda oynayan filmlerle haşır neşir olur. Sevgili dostu, yazar İslam Çupi’yle Fatih Kaymakamlığı karşısındaki Hava Şehitleri Parkı’nın parmaklıklarına oturur, seyrettikleri filmleri tartışırlar. Ona John Ford lâkabını takan da Çupi’dir. 17 yaşındayken evden kaçar. Amacı kaçak olarak bir şilebe binip Amerika’ya gitmektir. Sinemacı olacaktır ve Charlton Heston’u görecektir her nedense. Adapazarı’nda yakalanır.
Edebiyat Fakültesi’nde okurken yönetmen Memduh Ün’le tanışır. Yazdığı bir senaryoyu okuyan Ün kendisine asistanlık teklif eder. Dört sene Ün’ün yanında çalışır. “Ne öğrendiysem ondan öğrendim” der Başaran. O arada Lütfi Akad, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Ertem Göreç gibi ünlü yönetmenlerin yanında da asistanlık yapar.
1964 yılında ilk filminde, “Borusunu Öttüren” adlı oyunu senaryo haline getiren Orhan Kemal’le çalışır. Sonra “Kara Memet” ve Orhan Kemal’in “Bekçi Murtaza”sını çeker. 1966’da askere gider. Sinemadan kopmaz, çok trajik bulduğu Adnan Menderes’in hayatını film yapmak ister, araştırmalara başlar.
Askerlik görevinin ardından yine setlere döner. 70’li yılların başında Yeşilçam’daki seks filmleri furyası ve gerçek film yapımcılarının piyasadan çekilmesinden dolayı yönetmenliği bırakıp bir gecede evini şehir dışına taşır. Bir yıl kadar hiçbir iş yapmaz. Menderes’le ilgili araştırmalarına devam etmektedir.
Reklam sektörüne geçer ve reklam filmleri çekmeye başlar. Bir süre sonra bu alanda bir numara olur. On beş yıl aradan sonra. yeniden sinema filmi yapma zamanı geldiğine inanır. Kazandığı bütün parayı senaryosunu da kendi yazdığı “Biri ve Diğerleri” adlı filme yatırır. Film kendisine 1987 Antalya Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü, ardından 1988’de İstanbul Film Festivali’nde (o günlerdeki adıyla İstanbul Sinema Günleri) En İyi Türk Filmi Ödülü’nü getirir. Sonra “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı (1989) yapar. Başta 8. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde kazandığı “Yılın En İyi Türk Filmi” ödülü olmak üzere, yurt içi ve yurt dışında En İyi Film, En İyi Yönetmen dallarında birçok ödül alan bu film “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar aday adayı olur. Arkasından “Piano Piano Bacaksız” (1991) filmi gelir. O da “Uçurtmayı Vurmasınlar”ın başarısını yakalar. “Uzun İnce Bir Yol” (1993), “Sen de Gitme” (1996), “Kaçıklık Diploması”(1998), “Abuzer Kadayıf” (2000) Başaran’ın uluslararası sinema tarihinde yerini almış filmleridir. Uzun süredir Adnan Menderes konulu belgesel ya da belgesel/drama çalışmalarını aralıklarla sürdürmektedir.
Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan (d. 26 Ocak 1959, Yenice) Altın Palmiye ödüllü Türk film yönetmeni, senarist ve fotoğraf sanatçısı.
Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde iki yıl sinema eğitimi gördü. Boğaziçi Üniversitesi'ndeki eğitimi sırasında üniversitenin fotoğrafçılık (BÜFOK), dağcılık ve mağaracılık kulüplerine katılarak, doğa etkinlikleri ile ilgilendi. 1980'lerde kimi portföyleri Gergedan gibi dönemin nitelikli kültür ve sanat dergilerinde yayınlanan Ceylan, yaptığı dört filmin de, yönetmenliğini, senaryo yazarlığını ve yapımcılığını üstlendi. Sinemaya "Koza" adlı kısa filmiyle adımını atan Ceylan bu filmiyle, Cannes Film Festivali'nin ilgili bölümüne katılma başarısını gösterdi. Ceylan 1997'de ilk uzun metrajlı filmi olan ve başta Berlin Film Festivali olarak pek çok dünya festivalinde gösterilen üç bölümlü, otobiyografik ve pastoral Kasaba filmini, 1999 yılında da bir meta-film olan ve ilk iki filmdeki otobiyografik izleği sürdüren ve büyük başarı kazanan Mayıs Sıkıntısı'nı çekti. Film, Berlin Film Festivali'nin yarışmalı bölümünde gösterilmişti.
56. Cannes Film Festivali’nde yarışan ve favori filmler arasında gösterilen Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 yapımlı dram filmi Uzak, Altın Palmiye’den sonra festivalin ikinci önemli ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’nü (‘Grand Prix’) aldı. Filmde yalnız ve yabancılaşmış iki kuzeni oynayan filmin başrol oyuncuları Muzaffer Özdemir ve film tamamlandıktan hemen sonra bir trafik kazasında ölen Mehmet Emin Toprak da ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü paylaşarak Türk sinema tarihinin en parlak başarılarından birine imza attılar.
Ceylan'ın dördüncü uzun metrajlı filmi olan İklimler, 2006 Cannes Film Festivali'nin yarışma bölümüne kabul edildi. Ceylan'ın o güne kadar çektiği en büyük bütçeli eser olan film, dijital görüntü teknolojisiyle kotarıldı ve görüntü yönetmenliğini Ceylan'ın kendisinin üstlenmediği ilk filmi olma özelliğini kazandı. Filmin bir diğer önemli özelliği ise, Nuri Bilge Ceylan'ın bu kez kamera önüne de geçerek, eşi Ebru Ceylan'la başrolleri paylaşmış olmasıdır.
2008 Cannes Film Festivali'nde küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatan Üç Maymun filmiyle "En İyi Yönetmen Ödülü"nü aldı. Ödülü aldıktan sonra yaptığı teşekkür konuşmasında ""Bu ödülü birisine adamak istiyorum: Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme..."" dedi.
64.Cannes Film Festivalinde Bir Zamanlar Anadolu'da filmiyle Büyük jüri ödülüne layık görüldü.
Nuri Bilge Ceylan'in "Kış Uykusu" isimli filmi 2014 yılında 67. Cannes Film Festivali'nde büyük ödül olan Altın Palmiye'ye layık görüldü. Böylece Yılmaz Güney'in Yol filminin ardından ikinci kez bir Türk filmi bu ödülü kazanmış oldu.
1995 Cannes Film Festivali Uluslararası Kısa Film Yarışması
Berlin Film Festivali (1998)
Köln Film Festivali (1999)
|
21. Siyad Türk Sineması Ödülleri, 1999
36. Antalya Altın Portakal Film Festivali (1999)
19. Uluslararası İstanbul Film Festivali 2000
Buenos Aires Uluslararası Film Festivali, 2001
12. Ankara Film Festivali 2000
İskenderiye Film Festivali 2000
56. Cannes Film Festivali, 2003
39. Antalya Altın Portakal Film Festivali 2002
14. Ankara Film Festivali 2002
24. Siyad Türk Sineması Ödülleri, 2002
22. Uluslararası İstanbul Film Festivali 2003
Cinemaya Film Festivali 2003
13. Orhan Arıburnu Ödülleri 2002
39. Chicago Uluslararası Film Festivali, 2003
25. Montpellier Film Festivali 2003
Beyrut Film Festivali 2003
16. Trieste Film Festivali, 2004
Mexico City Film Festivali, 2004
43. Antalya Film Festivali, 2006 [1]
59. Cannes Film Festivali, 2006
26. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 2007
Skip City Uluslararası Dijital Sinema Festivali, Japonya, 2007 [2]
61. Cannes Film Festivali
2. Yeşilçam Ödülleri
41. Siyad Ödülleri;
Osian's Cinefan Film Festivali
Haifa Film Festivali
Asia Pasific Screen Awards
"Manaki Brothers" Film Camera Festivali
64. Cannes Film Festivali Jüri Büyük Ödülü
Asia Pasific Screen Awards
67. Cannes Film Festivali
47. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri
Sinan Çetin
Sinan Çetin (d. 1 Mart 1953, Bahçesaray, Van), Türk film yönetmeni. Kendi filmlerini çektiği Plato Film adlı bir şirketi bulunmaktadır.
Van'da doğan Sinan Çetin'in babası gümrük muhafaza memuru Mehdi Bey ile Şevket Hanım'ın oğludur. Ailenin sekiz çocuğundan biri olan Çetin, ailesinin Ankara'ya taşınmasıyla Altındağ'ın Samanpazarı semtinde bulunan Sakalar İlkokulu'nda öğrenim hayatına başlamış daha sonra Gazi Lisesi'ne devam etmiştir. Liseden sonra bir süre Hacettepe Üniversitesi'nde Eczacılık, ardından Sanat Tarihi okur.
1970'li yıllarda resim ve fotoğraf alanında amatör çalışmalar yaparak sanat kariyerine başlayan sanatçı sinemaya İstanbul'da eğitimini sürdürürken bir arkadaşı vasıtasıyla Atıf Yılmaz'la tanışırak, 1975 yılında ise Zeki Ökten'in çektiği "Hanzo" adlı filmde asistanlık yaparak başladı. Daha sonra yönetmen Şerif Gören ve Atıf Yılmaz ile birlikte çalıştı. 1977 yılında Hacettepe Üniversitesi sanat tarihi bölümünden mezun oldu. Aynı yıl "Baskın" ve ardından "Halı Türküsü" adlı belgesel filmleri yönetti. 1980 yılında ilk uzun metrajlı filmi başrollerinde Nur Sürer ve Fikret Hakan'ın oynadığı "Bir Günün Hikayesi"ni çekti ve bu film 1982 Antalya Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülüne layık görüldü.
Kariyerinde dönüm noktası olan "Çiçek Abbas", "14 Numara", "Çirkinler de Sever", "Berlin in Berlin" gibi ödüllü filmleri yönetti. Bu arada reklam filmleri ve müzik klipleri de yöneten Sinan Çetin, bireysel eleştirisini dile getirdiği "Propaganda", "Komiser Şekspir" gibi liberteryen filmler ile büyük bir gişe hasılatı sağladı.
Ayn Rand ve Karl Popper gibi filozofların eserlerini yayınladığı bir yayınevi sahibidir. Sinan Çetin bu yayın evini yakın dostu Atilla Yayla'nın da desteğiyle liberteryen düşünceyi yaymak amacıyla kurmuştur.
Nesli Çölgeçen
Nesli Çölgeçen (d. 1955, Manisa ), sinema yönetmeni, senarist, belgesel film yönetmeni.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulunu 1976 yılında bitirdikten sonra film üretiminde çalışmaya başladı. 1979 yılından itibaren yönetmenlik yapmaktadır.
Kardeşim Benim
Züğürt Ağa
Selamsız Bandosu
İmdat İle Zarife
Metin Erksan
Metin Erksan (1 Ocak 1929, Çanakkale - 4 Ağustos 2012, İstanbul), Türk yönetmen ve sinemacı.
Pertevniyal Lisesi'nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünü bitirdi. 1947'den başlayarak çeşitli dergi ve gazetelerde sinema yazıları yazdı. Üniversite yıllarında sinemayla ilgilenen Erksan, 1950'de Atlas Film için Yusuf Ziya Ortaç'ın "Binnaz" adlı oyununu sinemaya uyarlayarak sektöre adım attı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'nden 1952'de mezun olan Erksan, aynı yıl Dünya gazetesinde film eleştirileri yazdı. 1952'de senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun yazdığı "Karanlık Dünya, Aşık Veysel'in Hayatı-Karanlık Dünya", ilk filmi oldu. "Dünya Havacıları Türkiye'de " (1958), "Büyük Menderes Vadisi" (1959) adlı iki belgesel film yaptı.
Edebiyat uyarlamalarına yönelerek kırsal kesim insanlarının sorunlarını işlediği filmlerle başarı kazandı. "Susuz Yaz", 1964 Berlin Film Şenliği'nde Altın Ayı Büyük Ödülü'nü, "Yılanların Öcü" (1962), 1966 Kartaca Film Şenliğinde birincilik kazandı. "Kuyu" filmi (1968) 1. Adana Film Şenliği'nde birinci oldu. Halit Refiğ ile birlikte "Ulusal Sinema" anlayışının temsilcisi oldu.
1970 yılından sonra ticari filmler yönetti. 1974-1975'te TV için çağdaş beş Türk öyküsünü ("Sabahattin Ali'nin "Hanende Melek", Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Geçmiş Zaman Elbiseleri", Samet Ağaoğlu'nun "Bir İntihar", Sait Faik Abasıyanık'ın "Müthiş Bir Tren" ve Kenan Hulusi Koray'ın "Sazlık"") kısa metrajlı filmler durumuna getirdi. Metin Erksan, 4 Ağustos 2012 tarihinde 83 yaşında vefat etti.
Muhsin Ertuğrul
Muhsin Ertuğrul (28 Şubat 1892, İstanbul - 29 Nisan 1979, İzmir), Türk tiyatrocu, yönetmen, oyuncu ve yapımcı.
Türk tiyatrosunun batılı anlamda kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul, sinema alanında da Türkiye'de ilk önemli katkıları gerçekleştirmiş; 1922-1939 yılları arasında Türkiye’de film yapan tek kişi olmuştur.
1892 yılında dünyaya İstanbul'da gözlerini açtı. İlkokulu "Tefeyyüz Mektebi"’nde okuduktan sonra "Topbaşı Rüştiyesi"’nde, "Mercan İdadisi"’nde okudu. Tefeyyüz Mektebi’nde okurken tiyatroya ilgi duydu ve aktör olmaya karar verdi. 1909'da Erenköy'deki Burhanettin Tiyatrosu’nda Arthur Conan Doyle'ın Sherlock Holmes oyununda 'Bob' rolüyle ilk kez sahneye çıktı. Bu toplulukla birçok oyunda rol aldı. Ailesi, sahneye çıkmasına karşı çıktığı için baba evinden ayrıldı ve tiyatro eğitimi için 1911'de Paris'e gitti. Orada Comédie Française ve birçok Rus tiyatro topluluklarının oyunlarını izledi.
1912″de İstanbul’a dönünce yönetmen ve oyuncu olarak çalışmaya başladı. İlk kez Shakespeare’in Hamlet oyununu sahneye koydu ve Hamlet rolünü oynadı . 1913'te Bursa'da "Millet Tiyatrosu" adıyla İsmail Galip Arcan, Behzad Butak ve Kemal Emin Bara ile kurduğu Yeni Turan Temsil Heyeti’nde çok sayıda yabancı oyunu sahneledi ve bu oyunlarda oynadı. Aynı yıl Şehzadebaşı'nda Ertuğrul Sineması'nı açtı. Burada film gösterileri yanı sıra "Karanlık İçinde Buse", "Fener Bekçileri" gibi oyunlar da sunuldu. Sinemada film öncesi kısa gösteriler sundu.
1913 sonunda karıştığı bir siyasi olay nedeniyle sınırdışı edilince tekrar Fransa’ya gitti. Paris konservatuvarına tüm uğraşmalarına karşın giremedi, ancak oradaki tiyatrolar ve sinema stüdyolarında gözlemler yaptı; Jacques Copeau ve Andre Antoine'ın "Odeon Tiyatrosu"’ndaki çalışmalarını izledi.
İstanbul’a döndüğünde “"Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları"” topluluğunu kuran sanatçı, 1914'te "Darülbedayi Osmani" adıyla kurulan (daha sonra İstanbul Şehir Tiyatroları adını alacak olan kurum) Müzik ve Tiyatro Okulu'nun kuruluş çalışmalarında Reşat Rıdvan Bey ile Andre Antoine'a yardımcı oldu. Aynı yıl açılan sınavla Darülbedayi'ye öğrenci olarak giren sanatçı kısa süre sonra yardımcı öğretmen olarak atandı, 1915 yılında devamlı temsil kadrosuna atandı, çeşitli oyunlarda rol aldı. I. Dünya Savaşı başlayınca Darülbedayi, tiyatro okulu olmaktan çıkıp bir tiyatro topluluğuna dönüşmüştü. Bu sırada kurumdan izin alan Muhsin Ertuğrul Berlin’e gitti, sinema ve tiyatro incelemelerinde bulundu.
Berlin’e ilk gidişinde “"Karanlıkta Işık"” filminde rol alan Muhsin Ertuğrul, İstanbul’a dönüp Tahsin Nahit’in ""Bir Çiçek Iki Böcek"" adlı uyarlamasını, H. Kistemaeckers’ten uyarladığı ""Uçurum""’u Halit Fahri Ozansoy’un “"Baykuş"” piyesini sahneledi (1917). Baykuş piyesinde başrolde ihtiyar bir köylüyü oynayan Ertuğrul, henüz 25 yaşındaydı. Kısa bir süre sonra tekrar Berlin’e gitti ve “"Brenaien Düşesi"” filminde ihtilalcı bir subay rolünü oynadı. Berlin'de kendi adına İstanbul Film adlı bir film şirketi kuran sanatçı, Üstat Film'in de ortağı ve yönetmeni oldu. ""Samson"", ""Kara Lale Bayramı"", ""Şeytana Tapanlar"" adlı filmleri çekti.
1918’de İstanbul’a döndü. Edebi Tiyatro Heyeti adında bir özel topluluk kurdu, Ramazan ayı boyunca temsiller verdiler. Kısa bir süre için Darülbedayi'de yeniden çalıştıysa da oyun seçimindeki anlaşmazlıklar ve yönetimdeki karşıklıklar nedeniyle kurumdan ayrıldı.
Muhsin Ertuğrul, 1921'de Darülbedayi'ye yönetmen olarak yeniden girdi. Ancak kurumda yönetim kurulunun ve diğer birimlerin sanatçılardan oluşması için girişimlerde bulununca kısa süre sonra arkadaşlarıyla birlikte işten çıkarıldı. Bu sırada sinema ile ilgilendi ve Türkiye'nin ilk özel film şirketi olan Kemal Film'in yerli film yapımına başlaması için yardımcı oldu. 1921-1924 yılları arasında bu şirket adına 6 film çekti. Türkiye'de çektiği ilk film, ""İstanbul'da Bir Facia-i Aşk"" oldu. Kemal Film için çektiği filmler arasında Kurtuluş Savaşı’nın ilk belgesel filmi kabul edilen “"Zafer Yolları"” da vardır . Ayrıca Halide Edip Adıvar’ın aynı adı taşıyan romanından uyarladığı “"Ateşten Gömlek"” (1923), Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ilk film olarak sinema tarihine geçti. Bu filmde başrolü oynayan Neyyire Neyir ile evlendi.
Sanatçı, 1924-1925 tiyatro sezonunda tekrar ""Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları"" adlı bir topluluk kurdu. Bu toplulukla İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda çeşitli oyunlar sahneye koydu. Türkiye’de ilk defa öğrenciler için indirimli matineler bu dönemde düzenlendi, tiyatro bilgisi veren ücretsiz broşürler dağıtıldı. Tiyatroda yerli yazarlara, takım oyunculuğuna, işbölümüne önem verilen örnek bir çalışma düzeni gerçekleştirildi. Muhsin Ertuğrul, parasızlık yüzünden 5 ay sonra kapanmak zorunda kalan toplulukla bu süre içinde 23 oyun sahneledi.
Muhsin Ertuğrul 1925 yılında tiyatrosu kapandıktan sonra Sovyetler Birliği’ne gitti, İstanbul'dan Sovyetler Birliği'ne dönerek Moskova'da tiyatro çalışmalarına başlamış olan Nâzım Hikmet'e katıldı. Onun sayesinde sinema dünyasından pek çok kişi |
ile tanışma ve çalışma fırsatı buldu. ""Tamilla""(1925), ""Spartaküs"" (1926), ""Beş Dakika"" (1926) filmlerini çekti. Ayrıca Moskova'da bütün tiyatrolara girme izni alarak Stanislavski, Nemiroviç-Dançenko, Aleksandır Yakovleviç Tayrov, Vsevolod Meyerhold, Ayzenştayn ve Sergey Mihayloviç Tretyakov’la tanıştı; çalışmalarına katıldı.
1927 Şubat'ında İstanbul’a dönen Muhsin Ertuğrul, Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın önerisiyle Darülbedayi’de sanat yönetmeni oldu. 1949'da Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne getirilinceye kadar sürdürdüğü çalışmalarla kuruma bir şehir tiyatrosu kimliği kazandırdı Sahne çalışmalarını düzen altına alan yönetmenlikler hazırladı ve uygulamaya koydu. 1928’de Darülbedayi sanatçılarıyla başarılı bir Kahire turnesi yaptı.
Muhsin Ertuğrul, 1928'de Türkiye'nin ikinci büyük yapım şirketi olan İpek Film'in kurulmasına öncülük etti. ""Ankara Postası"" adlı filmin büyük ticari başarı kazanmasının ardından İpek Film'de 1928-1941 arasında yönetmen olarak 20 film çekti. 10 yılı aşkın süre ile ülkenin tek film yapım şirketi olarak kalan şirket, çağdaş teknolojinin kullanımı için kendisine her türlü harcama yetkisini vermişti. Böylece Muhsin Ertuğrul, ilk sesli Türk filmlerini çekti; Mısır-Yunan işbirliğiyle 1931'de çekilen “"İstanbul Sokaklarında"” ve ertesi sene çektiği “"Bir Millet Uyanıyor"", ilk sesli Türk filmleri oldu.
1931'da belediye bağlı bir Tiyatro Meslek Okulu açılmasına öncülük etti. 1933 yılında İstanbul'a çağrılan Viyana Müzik ve Tiyatro Akademisi başkanı Joseph Marx, Belediye Konservautarının öncüsü sayılabilecek bu okulu yeni baştan düzenledi ve Muhsin Ertuğrul bu kurumda dersler verdi.
Muhsin Ertuğrul, Moskova'da çocuk tiyatrosu üstüne incelemeler yaptıktan sonra 1935-1936 sezonunda Istanbul Şehir Tiyatrosu’nda Türkiye’deki ilk düzenli çocuk oyunlarını başlattı. Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu ilk oyun olarak Kemal Küçük'ün düzenlediği "Çocuklara İlk Tiyatro Dersi" adlı yapıtı, ikinci oyun olarak yine Kemal Küçük'ün "Gülmeyen Çocuk" adlı oyununu, üçüncü olarak Afif Obay'ın "Fatmacık" adlı oyununu sahneledi
Tiyatro alanında verdiği hizmetler nedeniyle 1932'de "Goethe Madalyası" ile ödüllendirildi.
1936'da kurulan Ankara Devlet Konservatuvarı’nda tiyatro öğretmeni olarak göreve başladıysa da konservatuvarın kurucusu Carl Ebert ile anlaşmazlığı düşerek 1938'de bu görevden ayrıldı. 1941'de yeniden konservatuvarda ders vermeye başladı. Aynı yıl eşiyle birlikte "Perde ve Sahne" adlı bir dergi çıkarmaya başlayan Muhsin Ertuğrul, eşini 1943 yılında kaybetti.
1947'de kurulmakta olan Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nü yönetmek üzere Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi'nin başına getirilen Muhsin Ertuğrul, artık sinemadan uzaklaşmaya ve tiyatro alanında çalışmalarını yoğunlaştırmaya başladı. Çeşitli aralıklarla Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü ve İstanbul Şehir Tiyatroları Baş rejisörlüğü görevini sürdürdü.
1947'de Ankara'da "Küçük Tiyatro", 1948'de "Büyük Tiyatro"'yu kurdu. ""Bir Komiser Geldi"" oyunundaki müfettiş rolüyle oyuncu olarak son kez sahnede görünen sanatçı, 1950’de Büyük Tiyatro’da balo yapılmasına karşı çıkınca Demokrat Parti iktidarının tepkisini çekti ve görevinden istifa etti. Sanatçı o yıl, Handan Ertuğrul ile ikinci evliliğini yaptı.
Devlet Tiyatrosu'ndan istifasının ardından Yapı Kredi Bankası'nın çağrısı üzerine İstanbul'a gitti; "Küçük Sahne"yi kurup genç sanatçılarla oyunlar yönetti. 1953 yılında Türk sinemasının ilk renkli filmlerinden biri olan “"Halıcı Kız"”’ı çekti. Büyük başarısızlıkla sonuçlanan bu film, Muhsin Ertuğrul'un son sinema çalışması oldu. 1954'te ikinci kez Devlet tiyatrosu genel müdürlüğüne getirilince "Küçük Tiyatro" ve "Oda Tiyatrosu"'nu açtı (1955). İzmir ve Bursa'da Devlet Tiyatrosu, Adana'da şehir tiyatrosu açılmasında emeği geçti (1957). 1958'de görevinden alındı; İstanbul Şehir Tiyatrosu'na başyönetmen olarak atandı.
Muhsin Ertuğrul, 1958-1966 yıllarında İstanbul Şehir Tiyatrosu'ndaki başyönetmenlik görevini sürdürdü. Bu dönemde çoğu yurt dışında eğitim görmüş yeni kuşak tiyatrocularla yeni bir dönem başlattı; "Üsküdar Tiyatrosu"nu ve "Kadıköy Tiyatrosu"'nu açtı (1960-61); Rumelihisar temsillerini başlattı; "Zeytinburnu Tiyatrosu"nu açtı (1965). 1964 Türkiye'de ilk kez Brecht’in bir oyununu ve Shakespeare’in 400. doğum yıldönümü nedeniyle beş sahnede beş Shakespeare oyunu sahneletti. Bu çalışmaları nedeniyle bazı eleştirilere hedef oldu. 1966’da İstanbul Belediye Meclisi’nin kararıyla baş rejisörlük kadrosu kaldırıldı. Kamuoyunda, mecliste ve medyada büyük tepkilere yol açan ""Muhsin Ertuğrul olayı"", Türk tiyatrosuna indirilen bir darbe olarak yorumlandı.
Şehir Tiyatrosu'nda başyönetmenlik kadrosunun kaldırılmasıyla açıkta kalan Muhsin Ertuğrul, Federal Almanya ve İspanya’daki tiyatro eğitim yöntemlerini incelemeye gitti. 1967’de LCC Tiyatro Okulu'nda sahne dersleri, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nde tiyatro eleştirisi dersleri verdi.
23 Aralık - 12 Ocak 1970 arasında 60. sanat yılı büyük programlarla kutlayan Muhsin Ertuğrul'a 23 Ekim 1971’de Kültür Bakanı Talât Halman’ın çabasıyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sanatçıya verillen Devlet Kültür Armağanı takdim edildi. 1974 yılında 82 yaşındaki Muhsin Ertuğrul, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliğine atandı. Semt tiyatrosu, öğle tiyatrosu, gezici tiyatro gibi çeşitli uygulamalarla yeni bir tiyatro seferberliği başlattı; "Gültepe Tiyatrosu"'nu ve "Bayrampaşa Tiyatrosu"nu açtı (1974-75), "Deneme Sahnesi"ni kurdurdu. Ne var ki iç çekişmeler üzerine 1976’da görevi bıraktı . Çeşitli gazete ve dergilerde yazılarını sürdürdü.
Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul'a 23 Nisan 1979'da Ege Üniversitesi'nce fahri doktor payesi verildi. Sanatçı, unvanını almak ve sanat yaşamının 70. yıl kutlamalarına katılmak üzere gittiği İzmir'de 29 Nisan günü kalp krizi sonucu hayatını yitirdi. Cenazesi, İstanbul'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Afife Tiyatro Ödülleri kapsamında, ödüllerin başlatıldığı 1997 yılından bu yana verilmekte olan özel ödüldür. Muhsin Ertuğrul anısına koyulan bu ödül, her sene yaşamı boyunca tiyatro dalında başarılı çizgisini sürdürmüş ya da tiyatro sanatına katkıda bulunmuş kişi açıklamasıyla verilir. Diğer özel ödüllerde olduğu gibi, bu ödülde de adaylık açıklanmaz. Bunun yerine, seçici kurul o sene ödüle layık görülen kişiyi, tüm özel ödül sahipleri ve diğer kategorilerdeki adaylarla birlikte, ödül töreni öncesinde açıklar.
Şerif Gören
Şerif Adak Gören (d. 14 Ekim 1944; İskeçe, Yunanistan), Türk film yönetmeni.
Çocukluğunun ilk yılları İskeçe’de geçti. 1956 yılında dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar adına verilen bir bursu kazanarak Türkiye'ye geldi ve İstanbul Erkek Lisesi'nde okula başladı. Daha sonra bir tanıdık vasıtasıyla Hürrem Erman'ın sahibi olduğu Erman film stüdyosunda kurgucu olarak iş buldu. Sinemayla ilişkisi on sekiz yaşında, 1962 yılındaki bu tesadüfle başladı.
1966'dan itibaren Yılmaz Güney ile çalışmaya başladı. Bu dönemden itibaren Güney ile birlikte senaryo denemelerine başladı. 1970 yılında Yılmaz Güney’in çevirdiği "Canlı Hedef" filminde yardımcı yönetmenlik yaptı. Gören'in, yönetmen olarak imza attığı ilk film, 1974 yılında senaryosunu Yılmaz Güney ile birlikte yazdığı "Endişe" filmidir. Bu film kendisine 12. Antalya Film Festivali'nde en iyi yönetmen, Yılmaz Güney'e ise en iyi senaryo ödülü getirdi.
Gören "Deprem" ve "Köprü" gibi filmler çekti. 1982 yılında senaryosunu Yılmaz Güney'in yazdığı ve Gören'in yönettiği Yol filmi, aynı yıl düzenlenen Cannes film festivalinde en iyi film ödülünü aldı. Tarık Akan, Melike Demirağ, Halil Ergün gibi önemli oyuncularla çalıştığı bu film anlatımı ve konusuyla halen Türk sinemasının en önemli filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Gören "Yol" filminden sonra yeni çalışmalar yaptı. Sinema hayatının son döneminde "Tomruk", "Sen Türkülerini Söyle", "Kurbağalar", "Yılanların Öcü" gibi önemli filmler çekti. 1993 yılında çektiği "Amerikalı" filminden sonra bir daha film çekmeyeceğini açıkladı. Neden olarak da bu filmin yeterince ilgi görmemesi olarak gösteren Gören, sinema dilinin toplumla uyuşmadığını belirtmiştir.
Amerikalı filminden sonra sinemadan uzak kalsa da son dönemlerde Serseri Aşıklar, Kırık Ayna ve Ah İstanbul adlı dizileri yönetti. Son olarak babasına ithaf ettiği "İskeçe 1955" adlı kısa filmi çekti; filmin tamamlanmasından kısa bir süre önce babasının vefat etmesiyle bu filmi babasına izletemedi.
Şerif Gören'in yaşamı ve sineması, Ali Karadoğan'ın 2005 yılında Phoenix Yayınları'ndan çıkan "Film Çeviriyorum Abi: Şerif Gören Sinemasında Öykü Söylem ve Tematik Yapı" adlı kitabında incelendi.
Bir dönem Antalya Film Festivali jüri başkanlığı yapan Gören, festivalin git gide film şirketleri egemenliğine girdiği ve özgünlüğünü yitirdiği gerekçesiyle 2007 yılında bu görevinden istifa etti.
Şerif Gören, 1980 öncesi Türk sinemasına damgasını vuran, Metin Erksan ve Ömer Lütfü Akad'ın başlattığı, Yılmaz Güney'in ise altın çağını yaşattığı toplumsal gerçekçilik akımının ikinci kuşağını oluşturan başlıca yönetmenlerdendir. Kendisinin de her fırsatta dile getirdiği gibi Yılmaz Güney ile olan dostlukları ve işbirlikleri sayesinde deneyimlerinden ve yaratıcılığından daha etkin bir şekilde yararlanma ve bunları çalışmalarında daha iyi bir şekilde kullanma fırsatı bulmuştur.
Gören sinema sektöründe pek çok farklı işte çalışmıştır. Yönetmenlik çalışmalarının dışında senaryo, kurgu, post-prodüksiyon, müzik direktörlüğü ve oyunculuk deneyimleri de yaşamıştır.
Filmlerindeki karakterlerin genelde sistem tarafından yok edilmeye çalışılan ya da sisteme uyum sağlayamayan güçlü karakterler olması, Şerif Gören sinemasının en temel ve ayırıcı özelliklerinden biridir. Gören, sinemasında işlediği konuları kendi zamanındaki güncel sorunlardan alır. Kişinin yaşadığı dünya ile olan psikolojik savaşı, toplumdaki düzensizlikten kaynaklanan ağır yaşam koşulları, göçlerin sebep olduğu kimlik bunlarımları ve kentleşmeden kaynaklanan yabancılık |
duygusu Şerif Gören'in sıklıkla işlediği konular arasındadır. Gören, sinemanın sanatsal gücünü kullanarak alt tabakanın kendi içinde yaşadığı hayata eğilmiş ve pek çok yer altı hikâyesini sinemayı kullanarak gün yüzüne çıkartmıştır. Kent, göç, kimlik, var oluş ve gelenekler gibi ana temeller üzerinden eserler vermiştir.
Dönemin önde gelen oyuncuları ile çalışan Gören genelde ara rollerde bulunan ve izleyicinin dikkat etmediği pek çok oyuncuya alışmışın dışında roller vererek izleyicinin dikkatini çekmiş bu yönüyle de sinemasına oyuncu ve karakter zenginliği katmıştır.
Gören, dönemin teknik imkânsızlıklarına rağmen filmlerinde kullandığı efektler ile Türk sinemasına pek çok yenilik katmıştır. Ayrıca İstasyon ve Yol filimlerinde en az iki köpeğin ve bir atın gerçekten canlarına kıyılmıştır..
Şerif Gören'in yönetmenliğini yaptığı yapımlar;
Ömer Kavur
Ömer Kavur (d. 18 Haziran 1944, Ankara - ö. 12 Mayıs 2005, İstanbul), Türk film yönetmeni, yapımcısı ve senarist.
1944'te Ankara'da orta üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğan Ömer Kavur, ilkokulu İstanbul Kızıltoprak'ta bitirdi. Orta okulu Robert Kolej'de, liseyi Kabataş Erkek Lisesi'nde okuduktan sonra üniversite eğitimi için Paris'e gitti. Conservatoire Libre du Cinéma Français'de sinema, Sorbonne Haute École du Journalisme'de gazetecilik okudu. Teknik-pratik sinema eğitimini Sorbonne Üniversitesi'nde gerçekleştirdiği sinema tarihi yüksek lisansıyla bütünleyen Kavur, bu dönemde çektiği kısa filmlerle ilgi çekti ve çeşitli ödüller kazandı. Fransa yıllarında Alain Robbe-Grillet'ye yönetmen asistanlığı yapan Kavur yurda dönüşünde Boğaziçi Köprüsü ile ilgili bir belgesel çekti.
1974'te, bir teklifle Refik Halit Karay'ın aynı adlı eserinden uyarlama "Yatık Emine"'yi Necla Nazır'la filme çekti. Sansür baskısından kaçamamış, farklı ve başarılı bu ilk film, Kavur'un Türk sinemasındaki kendine özgü kariyerinin habercisi olduysa da sanatçı ikinci filmini çekebilmek için beş yıl beklemek durumunda kaldı.
1979'da çektiği "Yusuf ile Kenan" dönemin standart "toplumcu-gerçekçi" filmlerine alternatif oluşturan bir eserdi. Onat Kutlar ve Kavur'un etkileyici senaryosu uzerine kurulu, Kavur'un toplumun itilmişleri arasından çekip çıkardığı iki çocuğun hikâyesini yalın ve etkili bir sinema diliyle anlattığı bu eser uluslararası arenada da kabul gördü (Milan Film Festivali büyük ödülü). Kavur'un üçüncü filmi "Ah Güzel İstanbul", bir yıl sonra Atıf Yılmaz'ın "Mine" adlı filmiyle kendisinin koyduğu kanunları yıkarak sinema gündemine oturacak Türkân Şoray'ın yerine, fahişe rolünü kabul eden Müjde Ar'ı gündeme taşıyacak ve onun seksenlerde sürdüreceği parlak kariyerini başlatacaktı. Kavur, "Göl" filmiyle, daha sonra sıklıkla ele alacağı türden psikolojik motiflere eğilmeye başladı.
1985'te çektiği "Amansız Yol" Kavur'un sinemasının ana motiflerinden "yolculuk" temasının en belirgin olduğu ilk dönem filmidir. "Körebe" ise, "Göl"'e benzer psikolojik bir gerilimi ele alır.
1987'de ise Kavur'un ilk başyapıtı Venedik Film Festivali'nde ses getirdi: Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli"'ni Macit Koper ve Serra Yılmaz'ın da yer aldığı bir kadroyla sinemaya aktaran Kavur, Türk sinema tarihinin kimilerine göre en derinlikli "boğuntu" filmine imzasını atıyordu.
Bir yıl sonra çektiği ve "yolculuk" temasına bu kez hem içsel hem de dışsal anlamda geri döndüğü "Gece Yolculuğu", Cannes Film Festivali'nde gösterilmiş ve beğenilmişti.
1991'de Orhan Pamuk'un "Kara Kitap" romanındaki öykülerden birinden hareketle çekilen "Gizli Yüz" Kavur'un ve Türk sinemasının başyapıtlarından biri kabul edilir. Kavur'un esrarlı, içe dönen yolculuk arayışının, yolculuğunun doruğu olan bu filmi, 1996'da Kavur'un "kendini tekrarladığı" eleştirilerini aldığı "Akrebin Yolculuğu" izledi. Bu film de Cannes Film Festivali'nin "Un certain regard" adlı bölümüne kabul edilmiştir. Kavur'un sinemasal kariyeri bu filmden sonra duraklamıştır.
2000'deki "Melekler Evi"'nin başarısızlığının ardından 2003'te gelen "Karşılaşma" Kavur'un eski gücünü yitirdiğinin göstergesi sayılabilir.
Kavur genellikle uluslararası prodüksiyonlar gerçekleştiren Alfa Film'in kurucusu ve sahibiydi. Uzun süre lenf kanseri sebebiyle tedavi gören Ömer Kavur, 12 Mayıs 2005'te Teşvikiye'deki evinde öldü.
Tunç Okan
Tunç Okan (18 Ağustos 1942, İstanbul) Türk sinema yönetmeni ve oyuncu.
Asıl adı Okan Külen. İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nde eğitim gördü ve hekimlik yaptı.
Sinemaya oyuncu olarak başladı. Bir dönem yurt dışında kaldı. Yönetmenliğini yaptığı ilk film olan "Otobüs", Türkiye'de uzun süre yasaklı kalmasına rağmen pek çok uluslararası sinema festivalinde ödül kazandı. Başrolünü Tuncel Kurtiz'le paylaştığı film çok uzun yıllar sonra özel televizyon kanallarının yayına başlamasından sonra Türk izleyiciler tarafından izlenebildi.
Kazım Öz
Kazım Öz, (d. 1973, Dersim), Kürt sinema yönetmeni, senaryo yazarı.
Yıldız Teknik Üniversitesi'nde İnşaat Mühendisliği eğitimi gördü. Daha sonra Marmara Üniversitesi'nde Sinema Yüksek Lisans eğitimi gördü. 1992 yılında Teatra Jiyana Nu da bir süre yönetmen olarak çalıştı. Daha sonra Yapım 13&Mezopotamya Sinema'ın kurucularından biri oldu ve uzun yıllar orada çalıştı. Yönetmenliğinin yanı sıra senaristlik ve yapımcılık da yapmaktadır.
Ferzan Özpetek
Ferzan Özpetek (d. 3 Şubat 1959; Kadıköy, İstanbul), Türk asıllı İtalyan yönetmen, senarist, yazar.
3 Şubat 1959'da İstanbul'da dünyaya gelen yönetmen, 1976 yılında gittiği İtalya'da önce Perugia Yabancılar Üniversitesi'ne giderek bir yıl boyunca İtalyanca öğrenen yönetmen daha sonra sinema eğitimi almak için Roma La Sapienza Üniversitesi'e geçiş yaptı. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra sanat tarihi, kostüm ve tiyatro yönetmenliği eğitimi için Accademia Navona ve Accademia d'Arte Drammatica okullarına giderek Silvio D'Amico'dan dersler almıştır. Bu dönemde Julien Beck ile The Living Teather'ın Avrupa turnesinde çeşitli görevlerde çalıştıktan sonra, 1982 yılında Scusate il Ritardo filminde Massimo Troisi’nin, daha sonra sokak sanatçısı rolüyle de ilk oyunculuk deneyimini yaşadığı Son Contento filminde Maurizio Ponzi’nin yönetmen yardımcılığını üstlendi. Ferzan Özpetek, yönetmen yardımcısı olarak yaklaşık 15 yıl, Ricky Tognazzi, Lamberto Bava, Francesco Nuti, Sergio Citti, Giovanni Veronesi ve Marco Risi gibi farklı yönetmenlerle çalıştı.
Amerikalı şarkıcı Madonna, bir televizyon programına verdiği röportajda Ferzan Özpetek'in ""bir dahi"" olduğunu belirtti. Özpetek, 2009 yılında çektiği Serseri Mayınlar isimli filminin Los Angeles Film Festivali açılışındaki gösteriminden sonra John Travolta, Andy Garcia gibi isimlerden de tebrik almıştır.
Ferzan Özpetek, 2005 yılında gerçekleştirilen 42. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, oyuncular Hülya Koçyiğit, Zuhal Olcay, Aytaç Arman, Kenan Işık ve yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın bulunduğu kurula jüri başkanlığı yapmıştır. 2007 yılında ise 75. Venedik Film Festivali'nde jüri üyeliği yapmıştır.
Ferzan Özpetek, 2001 yılından itibaren birlikte olduğu sevgilisi Simone Pontesilli ile İtalya'da eşcinsel birlikteliklerin hukuki olarak tanınmasını sağlayan "medeni birliktelik yasası"nın Mayıs 2016 tarihinde mecliste kabul edilmesinden sonra evlendi. Özpetek, son kitabı Sen Benim Hayatımsın'ı Simone Pontesilli'ye adamıştı.
Ferzan Özpetek, 15 yıl boyunca yaptığı yardımcı yönetmenlik görevinden sonra, yönetmen koltuğuna ilk defa 1997 yılında çektiği Hamam filmi için oturdu.
İspanya, İtalya ve Türkiye arasında bir ortak yapım olan ve yapımcılığını Maurizio Tedesco ile birlikte üstlendiği ilk filmi ‘Il Bagno Turco - Hamam’ eleştirmenler tarafından büyük beğeni topladı ve hem İtalya’da hem de diğer ülkelerdeki festivallerde ilgiyle izlendi. 1997 yılının Mayıs ayında İtalyan sinema salonlarında gösterime giren Hamam filmi aynı zamanda Cannes Film Festivalinin en prestijli bölümü olan Quinzaine des Réalisateurs'de yer aldı. 1996-1997 yıllarında düzenli olarak İtalyan sinema salonlarında gösterimde olan film, video kaset olarak çıktığı 1998 yılının Şubat ayına kadar (39 hafta) seyircisiyle buluştu. Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere 21 ülkeye filmin satışı yapıldı. Türkiye, Norveç, İsveç gibi çoğu ülkede gişe hasılat rekoru kırdı.
1999 yılında Tilde Corsi ve Gianni Romoli, Marie Gillain ve Alex Descas ile Ferzan Özpetek’in ikinci filmi Harem Suare’nin yapımcılığını üstlendiler. Hikayesini Gianni Romoli ile birlikte kaleme aldığı filmin konusu, yönetmenin doğduğu şehir İstanbul’da geçer ve Osmanlı İmparatoru Sultan Abdülhamit döneminde harem ağası Nadir ile sultanın en gözde cariyesi Safiye arasındaki aşk hikayesini anlatır. Harem Suare filmi de hem eleştirmenler hem de seyirci tarafından büyük beğeni topladı ve aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard kategorisinde gösterime girdi ve ardından Londra Film Festivali ve Toronto Film Festivaline davet edildi.
Stefano Accorsi ve Margherita Buy’ın başrollerini paylaştıkları, Ferzan Özpetek’in üçüncü filmi ‘Le Fate İgnoranti - Cahil Periler’, sahip olduğu uluslararası başarı, eleştirmenlerden aldığı övgüler ve elde ettiği gişe hasılatı ile 2001 sinema sezonunun en önemli filmi oldu. 2001 yılının en önemli gündem maddelerinden biri olarak da kabul edilen Cahil Periler 3 Globi d'Oro ve 4 Nastri d'Argento gibi sayısız ödülün sahibi oldu.
Giovanna Mezzogiorno, Massimo Girotti, Raoul Bova ve Filippo Nigro’nun başrollerini paylaştığı, eleştirmenler ve halk tarafından büyük ilgiyle karşılanan filmi ‘La Finestra di Fronte - Karşı Pencere’ de 2003 yılında uluslararası bir başarı elde etti. 5 David di Donatello, 4 Ciak d'Oro e 3 Globi d'Oro gibi sayısız ödülün sahibi olan filmin dağıtımını Amerika Birleşik Devletleri’nden Sony Classic üstlendi.
2005 yılında yapımcılığını Gianni Romoli ve Tilde Corsi’nin üstlendiği, başrolde Barbara Bobulova’nın yer aldığı Ferzan Özpetek’in beşinci filmi Kutsal Yürek 12 farklı dalda kazandığı David di Donatello ödülleri gibi birçok başarı |
elde etti.
Yönetmenin 2007 yılında gösterime giren filmi ‘Saturno Contro – ‘Bir Ömür Yetmez’, Stefano Accorsi ve Margherita Buy, Pierfrancesco Favino, Serra Yılmaz, Ennio Fantastichini, Ambra Angiolini, Luca Argenter, Lunetta Savino Luigi Di Berti ve Isabella Ferrari gibi zengin oyuncu kadrosunu bir araya getirdi. ‘Bir Ömür Yetmez’,yönetmenin daha önceki filmleri gibi uluslararası bir başarı elde etti ve sayısız ödülün sahibi oldu. 64. Uluslararası Venedik Film Festivali'nin resmi jürisinde yer alan Ferzan Özpetek aynı yıl, İsabella Ferrari’nin oynadığı, İtalyan Kanser Araştırma Derneği ‘AIRC’ için bir reklam filmi çekti.
Ferzan Özpetek açısından 2008 çok önemli bir yıl oldu. İlk kez kendi senaryosu olmayan fakat Melania Gaia Mazzucco’nun büyük romanından sinemaya uyarlanan bir anonim film çekti. Gianni Romoli ve Tilde Corsi, Fandango’dan Domenico Procacci ile sanatsal işbirliği yaptığı, Isabella Ferrari ve Valerio Mastandrea’nın başrollerini paylaştığı ‘Un Giorno Perfetto – Mükemmel Bir Gün’ filmi çok ses getirdi. 65. Uluslararası Venedik Film Festivali’nde 3 milyon ciroluk bir başarı elde etti, eleştirmenleri şaşırtan ve en çok konuşulan film oldu.
Ferzan Özpetek, 2009 yılında Ivan Cotroneo ile birlikte kaleme aldığı, Riccardio Scamarcio, Alessandro Preziosi, Nicole Grimaudo, Ennio Fantastichini gibi önemli oyuncuların karşımıza çıktığı ‘Mine Vaganti – Serseri Mayınlar’ filminin çekimlerini Güney İtalya’nın Lecce şehrinde gerçekleştirdi. Bir aile komedisi olan Serseri Mayınlar 11 Şubat - 21 Şubat 2010 tarihlerinde 70. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Panorama bölümünde dünya gösterimini yaptı ve 2010 yılının Mart ayında İtalya’da sinema salonlarında vizyona girdi. Ferzan Özpetek bu filmin elde ettiği büyük başarı sonucunda Lecce şehri tarafından fahri vatandaşlık ile onurlandırıldı.
4 Aralık – 12 Aralık 2008 tarihleri arasında Museum of Modern Art (MoMa) yönetmenin yedi filmi için özel gösterim organize etti.
2009 yılında İtalya’nın Aquilla kentinde meydana gelen depremin acı hatırası adına hayata geçirilen ‘Molozların Altında 5 Yönetmen’ projesi için ‘Nonostante tutto è Pasqua – Her şeye Rağmen Paskalya’ isimli kısa metraj bir film çekti. Ferzan Özpetek bu filmini, şarkıcı olmak isteyen fakat depremde evinin yıkılmasıyla molozların altında kalarak hayatını kaybeden Allessandra Cora’ya adamıştır.
Halit Refiğ
Halit Refiğ (d. 5 Mart 1934, İzmir - ö. 11 Ekim 2009, İstanbul), Türk sinema yönetmeni.
1934’te İzmir’de dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesinde tamamladı. Robert Kolej Mühendislik Bölümü'nde okudu. Okul bittikten sonra askerliğini yedek subay olarak Kore'de yaptı. Bu sırada amatörce 8mm filmler çekti.
1956'da, Nijat Özön ile birlikte yayınladıkları "Sinema", "Kim" isimli dergilerde, "Yeni Sabah" ve "Akşam" gazetelerinde sinema eleştirileri yazdı. Atıf Yılmaz’ın "Yaşamak Hakkımdır" isimli filmin asistanlığını yaparak sinema alanındaki ilk çalışmasını gerçekleştirdi.
1960’ta ilk film olan “Yasak Aşk”ı çekti. 1963’te "Şehirdeki Yabancı", 1964’te "Gurbet Kuşları", "Haremde Dört Kadın" ve "Bir Türk'e Gönül Verdim" filmlerini çekti ve bu filmlerle Moskova, Yeni Delhi ve Sorrento Film Festivallerinde çeşitli ödüller kazandı. 1964 yılında Gurbet Kuşları ile Antalya Altın Portakal Film Festivalinde En İyi Yönetmen Ödülünü aldı.
70’li yıllarda Türk sinemasının bunalıma girmesiyle Televizyon filmlerine yöneldi. 1974'de Türkiye'de ilk defa İDGSA Film Arşivi tarafından başlatılan eğitim çalışmalarına katıldı ve Sinema Kursları'nda öğretmen olarak görev aldı. 1975'den itibaren İDGSA Sinema-TV Enstitüsü'nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmaya başladı.
1975’te TRT Kurumu adına çektiği "Aşk-ı Memnu" ile TV dizilerine öncü oldu ve dikkatleri üzerine çekti. TRT'de danışman kurulunda görev aldı. TRT Kurumu adına 1981 yılında gerçekleştirdiği Kemal Tahir'in aynı adlı romanından uyarladığı "Yorgun Savaşçı" adlı filmin yakıldığı ilan edildi. Bu film, 1993'te televizyonlarda gösterildi.
1976 ‘da ABD'de Wisconsin Üniversitesi'nde, 1984 yılında Ohio Denison Üniversitesi'nde eğitim çalışmalarına katıldı. Öğrencileri ile birlikte "The Intercessors", "In the Wilderness" adlı filmleri gerçekleştirdi. Olgunluk döneminde daha çok düşünsel yanı ağır basan ürünler verdi. "Teyzem", "Hanım", "Karılar Koğuşu", "İki Yabancı", "Köpekler Adası" gibi filmleriyle yurt içinde ve dışında birçok ödül kazandı. Yurt dışındaki festivallerde filmleri için özel bölümler ayrıldı, çeşitli konferans, seminer v.b. toplantılara konuşmacı olarak katıldı. Yaşamı ve eserleri Ahmet Toklu'nun "Bir Yorgun Savaşçı Halit Refiğ" kitabına konu olmuştur. Ayrıca, hayatı ve filmleri üzerine detaylı söyleşilerin yer aldığı "Düşlerden Düşüncelere" adlı bir kitap vardır (İbrahim Türk, Kabalcı yayınları, 2001).
Safra kanalında tümör tedavisi gördüğü hastanede 11 Ekim 2009'da 75 yaşında İstanbul'da öldü. İstanbul Zincirlikuyu mezarlığına defnedildi.
Yavuz Turgul
Yavuz Turgul (d. 5 Nisan 1946), Türk sinema filmi yönetmeni, senarist ve gazetecidir.
Itır Esen ile olan evliliğinden iki çocuk sahibidir. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirmesinin ardından gazetecilik yapmaya başladı. Uzun süre "Ses" dergisinde çalıştı. "Ses" dergisinin tarihindeki en genç yazı işleri müdürü olarak görev yaptı. 1976'da Ertem Eğilmez'in desteğiyle Arzu Film'e senaryo yazmaya başladı. İlk kez "Sultan" filminin senaryosu ile dikkat çekti. "Çiçek Abbas" ve "Züğürt Ağa" filmleri ile başarısını devam ettirdi. 1980 yılında reklam sektörüne geçerek Manajans Thompson'da metin yazarlığına başladı. 1984 yılında, "Fahriye Abla" ile yönetmenliğe başladı. Ardından 1986 yılında "Muhsin Bey", 1990 yılında Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni ve "Gölge Oyunu" filmlerini çekti. 1993 yılında Manajans Thompson'daki görevini bırakarak Jeffi Medina'yla birlikte Medina Turgul'u kurdu ve 1996 yılında izleyici rekorları kıran "Eşkıya" filmini çekti, bu film ile başarısını en üst düzeye çıkardı. Film o yıl Türkiye'den Oscar'a aday gösterildi. Senaristliğinin ve yönetmenliğini üslendiği "Gönül Yarası" adlı filmi yaptı. Gönül Yarası, aynı yıl Türkiye'den Oscar adayı olarak gösterildi. Sonrasında, yönetmenliğini Ömer Vargı'nın yaptığı Kabadayı filminin senaryosunu yazdı. "Kabadayı" filmi de izlenme rekorları kırmıştır. 2010 yılında Av Mevsimi filmi vizyona girdi. Av Mevsimi filmi 2.116.192 seyirci ile büyük başarı yakaladı.
Yeşim Ustaoğlu
Yeşim Ustaoğlu (d. 18 Kasım 1960; Sarıkamış, Kars) Türk sinemacı, film yönetmeni, senarist, yapımcı.
Sarıkamış'ta doğdu. Babasının tayini üzerine 2 yaşındayken ailesi ile birlikte Trabzon'a yerleşti, çocukluk yılları burada geçti. Robert Kolej'i bitirdi. Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. Sinemaya ödüllü kısa filmleriyle başlayan Yeşim Ustaoğlu ilk çıkışını 1994 yılında çektiği "İz" filmiyle yaptı. İstanbul, Köln, Nürnberg film festivallerinden en iyi film ödülleriyle dönen "İz" filmini 1999 yılında çektiği "Güneşe Yolculuk" filmi izledi. "Güneşe Yolculuk" filmiyle Berlin Film Festivali’nde aldığı, En İyi Avrupa Filmi – Mavi Melek ve Heinrick Böll Barış Ödüllerinin yanı sıra, İstanbul Film Festivali ve Ankara Film Festivali dahil ulusal ve uluslararası alanda çok sayıda ödüller aldı. 2003 yılında uzun metrajlı film ve belgesel yapımları gerçekleştirmek, uluslararası projelere line prodüksiyon hizmeti vermek amacıyla Ustaoğlu Film'i kurdu. Güneşe Yolculuk’u, 2004 yılında çektiği "Bulutları Beklerken" filmi izledi. Bulutları Beklerken, DAAD (senaryo geliştirme bursu) ile başladığı serüvenine NHK Uluslararası Film Yapımcıları ödülü, İstanbul Film Festivali Jüri Özel ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleriyle birlikte aldığı diğer uluslararası ödüllerle devam etti. 2006 Selanik Film Festivalinde "Crossroad – En İyi Proje Ödülü" nü alan son filmi "Pandora’nın Kutusu" 2008 yılında tamamlandı.San Sebastian Uluslararası Film Festivali'nde En İyi Film “Altın İstiridye” ve En İyi Kadın Oyuncu “Gümüş İstiridye” ödüllerini kazandı. Birçok Uluslararası festivallerde ödüller aldı ve pek çok ülkede vizyona girdi.
Atıf Yılmaz
Atıf Yılmaz Batıbeki (9 Aralık 1925, Mersin - 5 Mayıs 2006, İstanbul), Türk film yönetmeni, yapımcı ve senarist.
Kürt asıllı bir ailede Mersin'de doğmuştur. Lise öğrenimini de yine bu şehirde tamamlamıştır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde ve güzel sanatlar akademisinde bir süre eğitim almıştır. 1951 yılında Kanlı Feryat filmi ile yönetmenliğe başlamadan önce iki kez yardımcı yönetmenlik, ve ayrıca film eleştirmenliği ve senaryo yazarlığı da yapmıştır. Aktif olduğu dönem boyunca 110'dan fazla film yönetmiştir. 2004 yılında yönettiği Eğreti Gelin filmi yönettiği son film olmuştur. 5 Mayıs 2006 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
Tabloda Atıf Yılmaz'ın yönettiği, senaryosunu yazdığı ve yapımcılığını yaptığı filmler gösterilmiştir.
Derviş Zaim
Derviş Zaimağaoğlu (1964, limasol), Kıbrıs Türkü film yönetmeni ve yapımcısı.
Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletme okumuş (1988), Birleşik Krallık Warwick Üniversitesi'nde "kültürel çalışmalar" dalında master yapmıştır (1994). Zaim, İstanbul'da yaşamakta ve çeşitli üniversitelerde sinema konusunda ders vermektedir.
TV yönetmenliği ve yazarlığı deneyimine sahip olan Derviş Zaim'in yayınlanmış bir romanı "Ares Harikalar Diyarında" (1995) bulunmaktadır. İlk filmi olan "Tabutta Rövaşata (1996)" ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül kazanmıştır. 1995'te ilk romanı "Ares Harikalar Diyarında" ile Türkiye'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı.
"Cenneti Beklerken", yönetmenin planladığı bir üçlemenin ilk filmidir. Geleneksel el sanatlarını temel aldığı bu üçlemede Derviş Zaim, bu sanatların çekim estetiğini sinema estetiği ile harmanlamaya çalışmaktadır. "Nokta" filmi ise üçlemenin ikinci filmidir. Ancak Derviş Zaim film çalışmalarına 1991’de deneysel filmi "Kamerayı As" ile başlamış, ardından bir TV belgeseli olan "Caminin Etrafındaki Taş"ı yönetmiştir. Derviş Zaim, ayrıca Londra’da Hollywood Film |
Enstitüsü tarafından organize edilen bağımsız film yapımcılığı ile ilgili bir kursa katılmışltır.
1992 ve 1995 yılları arasında TV yönetmenliği ve yazarlığı yapan Derviş Zaim, birçok televizyon programı da yönetti.
Derviş Zaim’in uzun metrajlı filmleri ve belgeselleri birçok ödülle döndüğü yerli ve uluslararası film festivallerinde gösterildi.
Mevduat
Mevduat, bankalara ve benzeri kredi kurumlarına istenildiğinde ya da belli bir vade ya da ihbar süresi sonunda çekilmek üzere yatırılan paralardır. Mevduatın izlendiği hesaplara ise, yerine veya türüne göre, "mevduat hesapları", "alacaklı câri hesaplar", "küçük câri hesaplar" gibi adlar verilmektedir. Mevduat hesapları banka için borç olduğundan, pasifte gösterilir.
Mevduat yalnızca belli bir paranın hesaba nakden yatırılması suretiyle yapılmaz; başka bir hesaba keşide edilen çekin alacak kaydı, herhangi bir hesaptan aktarma yapılması, havale kabul edilmesi gibi nakit hareketi gerekmeden de mevduat oluşturulabilir.
Mevduat, vade yönünden üçe ayrılır :
Mevduat, ticaret bankalarının en önemli kaynağıdır. Bu bankalar halktan topladıkları küçük tutarda paraları firmalara kredi olarak vermek, şirketler kurmak, bunların sermayelerine katılmak gibi yollardan ekonomiye aktarırlar. Böylelikle büyük fonları yönetmek durumunda olduklarından, hükümetler, mevduatın sahiplerine zamanında geri verilebilmesini sağlamak üzere, mevduat kabul edilmesini izne bağlamışlar ve bankaların faaliyetlerine müdahale ederek bunların belirli kurullara uymalarını zorunlu kılmışlardır.
Bankalarımız, mevduatı hesaplarında "resmi", "ticari", "tasarruf", "bankalar" ve "diğer mevduat" grupları altında ve ayrıca vadeli-vadesiz olarak tasnif etmek zorundadırlar. Bu tasnif, mevduat türlerinin tabi oldukları farklı hükümlerin uygulanabilmesi ve istatistik açılarından yapılır.?
Bankalar Kanunumuza göre, mevduat sahiplerinin mevduatlarını diledikleri anda çekme hakları -rehin ve alacağın temliki hükümleri, diğer yasaların verdiği yetkiler ve koyduğu yükümlülükler saklı kalmak üzere- hiçbir şekilde kayıtlandırılamaz, sınırlandırılamaz. Ancak banka ile mudi arasında belli bir vade kararlaştırılmış ise, banka kabul ettiği takdirde bu hesaptan para çekilebilir.
Memleketimizde mevduat, Bankalar Kanununa ve özel yasalarına göre mevduat kabulüne yetkili bankalar ve kuruluşlar tarafından kabul edilebilir.
Bankalar dışında, bugüne kadar uygulaması görülmemiş olmakla birlikte, izin almaları kaydıyla tarım kredi kooperatifleri ile bunların birlikleri mevduat toplayabilirler. P.T.T de posta çeki hesabı ile mevduat hakkına sahiptir. Diğer taraftan resmi ve özel daire ve kuruluşlar ile ortalıklar nezdinde, buralarda çalışanlar tarafından, emeklilik, sağlık ve yardımlaşma amacıyle kurulan sandıklar izin almaksızın yalnızca kendi üyelerinden mevduat kabul edebilirler.
Mevduat hesapları, son istem veya işlem tarihinden itibaren on yıl geçtiği halde sahiplerince aranmamış ise faizleri ile birlikte Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu emrine Merkez Bankasına devredilir.
Mevduat, türüne veya vadesine göre hukuki açıdan belli sözleşme tiplerine girer. Vadesiz mevduat, Borçlar Kanunumuzun "vedia sözleşmesi"nin "usulsüz tevdi" tipine girer. Vadesiz hesap banka ile müşteri arasında cari hesap sözleşmesi yapılarak açılmış ise, bu takdirde cari hesap söz konusudur. Hukuken cari hesabın borçlu veya alacaklı bakiye vermesi mümkün olmakla birlikte, bankacılığımızda geleneksel şekilde mevduat alacaklı cari hesap adıyla ve yalnızca alacak bakiyesi vermek üzere çalıştırılmaktadır. Vadeli veya ihbarlı mevduat Borçlar Kanunumuzdaki "karz" sözleşmesi ile açıklanabilir.
Foucault
Foucault ismi aşağıdaki maddelerle ilgilidir.
Captain sınıfı fırkateyn
Captain sınıfı, Kraliyet Donanması'nda fırkateyn olarak hizmet eden Amerikan yapımı refakat muhribi. Lend-Lease ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından 32 Evarts sınıfı ile 46 Buckley sınıfı olmak üzere toplam 78 refakat muhribi Kraliyet Donanması'na ödünç verilmiştir.
1943 ile 1944 yılları arasında Massachusetts eyaleti Boston kentindeki Boston Donanma Tersanesi’nde inşa edilen 32 adet Amerikan Evarts sınıfı refakat muhribi (DE-Destroyer Escort) ödünç verme (Lend-Lease) programı dahilinde Birleşik Krallık'a transfer edildi. İlk grup Captain sınıfı fırkateynler olarak tanımlanan gemilerin silah donanımı Amerikan Evarts sınıfı muhriplerden farklıdır. II. Dünya Savaşı sonunda altı adet gemi hariç diğer tüm fırkateynler Amerikan Donanması’na geri döndü. Tekrar refakat muhribi (DE) tanımlaması alan teknelerin bir kısmına Amerikan isimleri de verilmişti.
Kraliyet Donanması'na transfer edilen ilk parti Captain sınıfı fırkateynler aşağıdaki gibidir:
Kraliyet Donanması’na transfer edilen ikinci parti Captain sınıfı fırkateynler aşağıdaki gibidir:
Kapital (anlam ayrımı)
Kapital şu anlamlara gelebilir;
İstatistik
İstatistik veya sayıtım, belirli bir amaç için veri toplama, tablo ve grafiklerle özetleme, sonuçları yorumlama, sonuçların güven derecelerini açıklama, örneklerden elde edilen sonuçları kitle için genelleme, özellikler arasındaki ilişkiyi araştırma, çeşitli konularda geleceğe ilişkin tahmin yapma, deney düzenleme ve gözlem ilkelerini kapsayan bir bilimdir.
Belirli bir amaç için verilerin toplanması, sınıflandırılması, çözümlenmesi ve sonuçlarının yorumlanması esasına dayanır.
Fizik doğa bilimler ve sosyal bilimlere kadar geniş bir alanda uygulanabilmektedir. Aynı zamanda iş dünyası ve hükûmetle ilişkili tüm alanlarda karar almak amacıyla kullanılır. "İstatistik" yukarıdaki anlamıyla tekildir. Sözcüğün çoğul anlamı, "sistemli bir şekilde toplanan sayısal bilgiler"dir. Örnek olarak nüfus istatistikleri, çevre istatistikleri, spor istatistikleri, milli eğitim istatistikleri verilebilir.
İstatistiği öğrenmedeki amaç, bir araştırmada elde edilen verilerin uygun istatiksel yöntemler kullanılarak yorumlanacağını bilmektir.
İstatistiksel yöntemler, toplanmış verilerin özetlenmesi veya açıklanması amacıyla kullanılır. Bu tür bir yaklaşım betimsel istatistik adını alır. Buna ek olarak verilerdeki örtüşmelerin (kalıplar veya örüntüler), gözlemlerdeki rassallığı ve belirsizliği göze alacak şekilde, üzerinde çalışılan anakütle veya süreç hakkında sonuç çıkarma amacıyla modellenmesi, çıkarımsal istatistik adını alır. Hem betimsel istatistik hem de tahminsel istatistik, uygulamalı istatistiğin parçaları olarak sayılabilir. Matematiksel istatistik adı verilen disiplin ise konunun teorik matematiksel altyapısını inceleyen disiplindir.
İstatistiğin diğer bölümlerle olan ilişkilerinden doğan kavramlar şu şekilde gösterilebilir:
Ekonomi+İstatistik = Ekonometri, Psikoloji+İstatistik = Psikometri , Tıp+İstatistik = Biyoistatistik , Sosyoloji+İstatistik = Sosyometri, Tarih+İstatistik=Kliometri.
İstatistik kelimesi Modern Latincedeki "statisticum collegium" (devlet konseyi) ve İtalyancadaki "statista" (devlet adamı, politikacı) kelimelerinden türemiştir. Kelime ilk olarak Almanca'da Gottfried Achenwall tarafından devlete ait verilerin sunulduğu "Statistik" (1749) adlı eserde devlet bilimi anlamında kullanılmıştır. Bu tanımı içeren İngilizce terim ise o dönemde "political arithmetic" (siyasi aritmetik) olarak geçmekteydi. İstatistik kelimesi veri toplama ve sınıflandırma anlamını ise yaklaşık olarak 19. yüzyılın başlarında kazandı. Terim İngilizce'ye Sir John Sinclair tarafından aktarıldı.
"Statistik" adlı eserin temel amacı hükümet tarafından ve yönetimsel organlar tarafından kullanılacak veriler sunmaktı. Eyaletler, ve yerel bölgeler hakkında bilgi toplama işi ulusal ve uluslararası istatistik kurumları tarafından sürdürülmektedir. Daha dar anlamda nüfus hakkında düzenli bilgiler ise nüfus sayımları ile elde edilir.20. yüzyıl boyunca kamu sağlığı ile ilgili konularda (epidemiyoloji, biyoistatistik), ekonomik ve sosyal (işsizlik, ekonometri gibi) alanlarda daha titiz araçlara ihtiyaç duyulması istatistiksel uygulamalarda ilerlemeyi zorunlu kılmıştır. Bu ihtiyaç özellikle I. Dünya Savaşı sonucu gelişen, nüfusları hakkında derin bilgi sahibi olmak isteyen refah devletlerinde daha belirgin olmuştur. Bu anlamda "toplum yönetimi adına bilgi toplama isteği" filozof Michel Foucault tarafından biyogüç olarak nitelendirilmiştir, bu terim daha sonra pek çok yazar tarafından da kullanılmıştır.
İstatistiğin matematiksel temelleri Pierre Fermat ve Blaise Pascal'ın 1654 yılına kadar giden olasılık kuramı hakkındaki yazışmalarına dayanır. Christiaan Huygens (1657) konunun bilinen ilk bilimsel uygulamasını sunmuştur.
Jakob Bernoulli'nin "Ars Conjectandi" (posthumous, 1713) ve Abraham de Moivre'nin Doctrine of Chances (1718) adlı eserleri konuya matematiğin bir dalı olarak yaklaşmıştır.
Hata teorisi Roger Cotes'nin "Opera Miscellanea" (posthumous, 1722) adlı eserine dayanır , fakat teorinin gözlem hatalarına uygulanmasının ilk örneği Thomas Simpson tarafından 1755'te yazılan (basım: 1756) bir bildiride bulunur. Bu bildirinin 1757 yılındaki tekrar basımı pozitif ve negatif hataların eşit derecede olasılıklı olduğu aksiyomunu kabul ederken, bütün hataları içinde bulunduracağını varsayabileceğimiz belirli tanımlanabilir limitlerin varlığından söz ederek "sürekli hatalar"ı ve bir olasılık eğrisini sunar.
Pierre-Simon Laplace , olasılık teorisinin ilkelerine dayanarak gözlem kombinasyonları için bir kural geliştirmeye çalıştı (1774). Hata olasılıkları kanununu bir eğri ile gösterdi.
İstatistiğin bilimsel, endüstriyel veya toplumsal bir probleme uygulanmasında önce üzerinde çalışılan süreç veya anakütle ele alınır. Bu anakütle bir ülkedeki insanların nüfusu, kayadaki kristal miktarı veya belirli bir fabrikanın belirli bir dönemde ürettiği mallar olabilir. Bunun yerine farklı zamanlarda gözlenen bir süreç de olabilir; bu şekilde toplanan veri zaman serisi adını alır.
Pratik nedenlerden ötürü, bütün bir anakütle hakkında veri toplamak yerine genelde anakütleden seçilen bir altküme (örnek veya örneklem) üzerinde çalışılır. Örnek hakkındaki veri deney veya gözlem yoluyla elde edilir. Bunda |
n sonra veri istatistiksel analize tâbi tutulur. Bunun iki amacı vardır: açıklama (betimleme) ve sonuç çıkartma.
Burada özellikle korelasyon konusu ele almaya değerdir. Bir veri kümesinin analizi iki değişkenin beraber hareket ettiğini (yani ele alınan ana kütlenin iki özelliğinin benzerlik gösterdiğini) ortaya çıkarabilir. Örneğin yıllık gelirle yaşam süresini ele alan bir çalışma fakir insanların varlıklı insanlardan daha kısa bir yaşam süresine sahip olduğunu bulabilir. Burada gelirle yaşam süresi arasında bir korelasyon olduğu söylenebilir. Fakat buradan asla gelir yaşam süresinin sebebidir veya sonucudur anlamı çıkarılmamalıdır.
Eğer örneklem, anakütleyi temsil etme yeterliliğine sahipse, örnekten elde edilen sonuçlar ve çıkarımlar bir bütün olarak anakütle hakkında bilgi verebilir. Burada asıl problem seçilen örneklemin anakütleyi temsil kabiliyetine sahip olup olmamasıdır. İstatistik, örneklemde ve veri toplama sürecinde ortaya çıkan hataları gideren, örneklemin rassal olmasını sağlayan araçlar sunar. Aynı zamanda güvenilir deneysel sonuçların elde edilmesini sağlayan yöntemler de sunar.
Bu şekilde bir rassallığın anlaşılmasını sağlayan temel matematiksel kavram olasılıktır. Matematiksel İstatistik (İstatistik kuramı), İstatistiğin Matematiksel altyapısını incelemek için Olasılık kuramı ve Matematiksel Analizden faydalanan Uygulamalı Matematik dalıdır.
İstatistiksel araştırmaların ortak amaçlarından biri nedenselliği incelemek ve özelde tahmin edicilerdeki veya bağımsız değişkenlerdeki bir değişimin bağımlı değişken üzerindeki etkisini incelemektir. Nedenselliği ele alan temelde iki tür istatistiksel yöntem bulunur: deneysel çalışmalar ve gözleme dayalı çalışmalar. İki çalışma türünde de bağımsız değişken veya değişkenlerdeki farklılıkların gözlenen bağımlı değişken üzerindeki etkisi incelenir. Bu çalışma türlerinde oluşan fark ise yöntemin uygulanma biçimidir. Yöntemlerin ikisi de verimli sonuçlar ortaya koyabilir.
Deneysel yöntemde çalışılan sistem üzerinde bir takım ölçümler yapılır, sistem üzerinde oynamalar yapılır, ve bu oynamaların sistem üzerinde etkisi olup olmadığını anlamak için tekrar ölçüm yapılır. Gözleme dayalı yöntemde ise sisteme müdahale olmaz, bunun yerine veri toplanır ve tahmin edicilerle (bağımsız değişkenler) tepki değişkenleri(bağımlı değişkenler) arasındaki örüntüler araştırılır.
Deneysel çalışmaya örnek olarak Western Elektrik Şirketi'nde aydınlatmanın çalışanlar üzerindeki etkisini araştıran Hawthorne deneyi verilebilir. Deneyde önce santraldeki üretim ölçülmüş, daha sonra kayan bant etrafında çalışan işçilerin aydınlatma koşulları değiştirilmiştir.
Bütün deney sonuçları aydınlatmanın verimliliği arttırdığını göstermiştir. Ne var ki bu çalışmanın sonuçları deneysel yöntemdeki hatalar sebebiyle ciddi eleştiriler almıştır. Örneğin çalışmada kontrol grubu kullanılmamıştır.
Gözleme dayalı çalışmaya örnek olarak sigara kullanımı ve akciğer kanseri arasındaki bağınıtıyı inceleyen bir araştırma gösterilebilir. Bu tür çalışmada ilgi alanları hakkında bilgi toplamak için anket yöntemini kullanır ve sonra bilgiler istatistiksel analiz altında incelenir. Bu örnekte araştırmacılar sigara içen ve sigara içmeyen gruplardan bilgi toplar ve her iki gruptaki kanser vakası sayısı ele alınarak karşılaştırılır.
Bir deneyin temel adımları:
1. Araştırmanın planlanması, bilgi kaynaklarının, araştırmanın konusunun belirlenmesi, öne sürülen yöntemdeki ahlaki yönlerin ele alınması.
2. Sistemin modellenmesi, bağımlı ve bağımsız değişkenler arasındaki ilişkiye odaklanma.
3. Bir gözlem grubunu ortak yönlerini ele alacak şekilde özetlemek.
4. Gözlemlediğimiz dünya hakkında sayıların bize neler söylediğini açıklamak.
5. Çalışmanın sonuçlarını belgelemek ve sunmak.
İstatistik verileri sayılar halinde olup bu sayılar için dört çeşit ölçülme ölçeği şeklinde elde edilme olabilirliği vardır. Bu verilerin dört çeşit ölçülme ölçeği olabileceğini ilk defa 1946'da Amerikan istatistikçi Stanley Stevens ortaya atmıştır. Stevens'in dört ölçülme ölçeği şunlardır: isimsel, sırasal, aralıksal ve oransal. Her bir değişik ölçülme ölçeğine göre elde edilen istatistiksel veriler değişik matematiksel güçte olup her biri için kullanılabilecek matematik işlemler ve betimleyici ve çıkarımsal istatistiksel işlemler ve analizler değişiktir.
İsimsel ölçekte verilerde sayılar sadece birbirinden karşılıklı ayrılık gösteren kategorilere verilen adlardır ve bu isim/sayı sırası ve aralığı veya orijini için hiçbir matematiksel özellik yoktur. Bu çeşit ölçekte verilere ancak çok zayıf istatistik betimleyici ölçüler ve çıkarımsal analizler uygulanabilir.
Sırasal ölçek verilerdeki sayılar birbirinden karşılıklı ayrantılı kategorilere isim verdiği gibi, bu kategoriler arasındaki rütbe ve sıralı düzeni de açıklarlar. Sayı değerleri arasındaki sırasal düzen değiştirilemeden her kategoriye atıf edilen gerçek sayı değiştirilebilir (yani monotonik dönüşüm uygulanabilir.) Sayılar arasında büyüklük farkı önemli olmadığı için değişik kategori sayıları üzerinde uygulanan bir basit aritmetik işlem (toplama, çıkarma, çarpma veya bölme) anlamsız sonuçlar verebilir.
Aralıksal ölçekte veri sayıları gerçekten sayı olup aralarındaki değişikler basit aritmetik işlem için bile anlamlıdır. Ancak aralıksal ölçekde veri değerleri için sayıların başlama orijini (yani 0 değer) keyfidir. Örneğin ısı derecesi olarak elde edilen veriler aralıksaldır. Ölçüm ölçeği santigrad olabilir; ancak değişik 0 orijin değerleri olan fahrenhayt da olabilirler.
Oransal ölçekte veriler hem değişik ölçümler arasında farklar anlamlıdır ve hem de bunlar için gerçek bir 0 başlangıç noktası mevcuttur. Yine ısı derecesi örneği verilirse Kelvin derecesi oransal ölçektedir; çünkü orijin (-273 °C mutlak sıfır) 0°Kelvin olur; bu bir gerçek ) noktasıdır ve bu ısı derecesi altında ısı olamaz.
İsimsel veya sırasal ölçekle ölçülen değişkenler için veriler birlikte "kategorik değişkenler" olarak anılmakta ve aralıksal veya oransal ölçekte olan veriler "kantitatif niceliksel değişkenler" olarak adlandırılmaktadır.
20. yüzyılın ikinci yarısında bilgisayarların hesaplama gücü ve hızının inanılamayacak bir şekilde artması ve bilgisayar kullanımı yaygın bir hale gelmesi istatistik biliminin pratik uygulaması ve hatta teorik gelişmesi üzerine çok büyük
etki yapmıştır. Pratik istatistik hesaplamanın çok zor olması dolayısıyla veri analizi devamlı olarak hesaplamanın kolaylaştırılması üzerine odaklanıp daha çok doğrusal modellere dayanmıştır. Çok yaygın kullanılan ve çok güçlü bilgisayarların kullanılmaya başlanılması ve sayısal algoritmaların geliştirilip bilgisayar yazılımları geliştirilmesi ile yeni doğrusal olmayan modeller (örneğin doğrusal olmayan regresyon, genelleştirilmiş doğrusal modeller, çok-seviyeli model gibi) pratikte kullanılmaya başlanmıştır.
Bilgisayar devrimi tekrar örnekleme yöntemi, özyükleme yöntemleri, Gibbs örneklemesi, permütasyon testleri gibi çok bilgisayara dayanan teknikler kullanılmaya başlamıştır. Diğer taraftan istatistik gibi temeli ileri matematiğe bağlı olmayan ve büyük bilgisayar gücüne dayanan (yapay sinir ağları veya veri madenciliği gibi) araştırma ve pratik veri inceleme yöntemleri gelişmiştir.
İstatistik biliminin geleceği 20. yüzyıl başındaki teorik gelişmelerden sonra, daha "empirik" ve "pratik" bir yaklaşım haline gelmektedir. Bu yaklaşımda genel hesaplama yazılım ve paketlere istatistik yöntemlerinin eklenmeleri (örneğin kutuzzilim programlarının istatistiksel bölümleri) ve özel şekil de hazırlanmış istatistiksel paketlerinin yaygın şekilde kullanılabilmesi büyük bir rol oynayacağı şüphesizdir.
İstatistiğin yanlış kullanılması güç fark edilen ama çok ciddi tanımlama ve açıklama hataları ortaya çıkarabilir. Bu hatalar ciddidir çünkü ortaya yıkıcı hatalı kararlar çıkabilir. Örneğin sosyal siyaset, doktorluk ve tıp uygulamaları, köprüler gibi yapılar için yapısal güvenilirlik için veriler hep istatistiğin hatasız uygun şekilde kullanılmasına dayanır.
İstatistik doğru olarak uygulansa bile bu konu üzerinde pek az bilgi ve tecrübesi olanların istatistiksel sonuç çıkarımlarını yorumlayıp açıklaması çok zor olabilir. Veri setindeki bir trendin istatistiksel anlamlılığının (yani trendin bir örneklemde her ne kadar rastgele değişim tarafından ortaya çıkacağını açıklanabileceğinin) incelenmesi, bu anlamlılık kavramının sezgi yoluyla ortaya çıkmasıyla aynı olabildiği gibi, çok kere de değişiktir. Bu demektir ki sezgiye dayanan çıkarımlar uygun olmayan kararlara yol açabilir. Kişilerin istatistiksel cahilliğinden ayrılıp
günlük yaşamlarında veriler ve enformasyon ile uygun şeklide uğraşmaları için yeterli derecede istatistiksel beceriye sahip olmaları (ve yeter derecede kuşkulu olmaları) için hiç olmazsa düşük bir seviyede istatistik eğitiminden geçmeleri ve istatistiksel okur-yazarlık niteliği kazanmaları gerekir.
İstatistik bilgisinin hatalı ve yanlış kullanıldığına dair epeyce geniş bir algı bulunmaktadır. Bu yetmezmiş gibi, çok kere yapılan hataların ve yanlış kullanılmanın bilinçli ve kasıtlı yapıldığı
hissi doğmaktadır. Hatalı analiz sonucu alınan kararın istatistiksel sonuçları sunan kişiye yarar sağlayabilmesi imkanı olduğu bilinmektedir. Bir 19. yüzyıl İngiliz başbakanı olan Benjamin Disraeli'ye atıf edilen "Üç türlü yalan bulunmaktadır: yalanlar, lanetli yalanlar ve istatistikler." cümlesi nerede ise atasözü gibi kullanılmaktadır. Amerikan Harvard Üniversitesi Başkanı "Lawrence Lovell" 1909’da istatistik "börek gibidir ve ancak kimin tarafından yapıldığı bilinirse ve içindekilerden insan emin olabilirse o zaman tatmin edicidir" sözleri de bu kasıtlı bilinçli istatistik hatası yapma algısına biraz daha açıklama katar.
Kızılçam
Kızılçam ("Pinus brutia Ten."), çamgiller (Pinaceae) familyasından Doğu Akdeniz Havzasına özgü, elverişli yetişme ortamlarında 25 metreye kadar boylanma yapabilen bir çam türüdür. Akdeniz ikliminin müşir türlerinden olup tipik bir ışık ağacıdır. Kurak koşullara son derece dayanıklı, çok farklı toprak koşull |
arında başarıyla yetişen ve yetiştirilen, Türkiye’nin de en önemli hızlı gelişen ağaç türüdür. Sadece Türk ormancılığında değil, yabancı kaynaklarda da son dönemde Türk Çamı - Türk Kızılçamı olarak kullanımı yaygınlaşmaktadır. Deniz seviyesinden 1300–1550 m yüksekliğe kadar meşcere kuruluşu yaparak yayılış gösterir. Dikey yayılışında 1650 metreye kadar çıkar.
= Morfolojik Özellikleri =
Genç sürgünleri kalın ve kızıl renktedir. Kabuk genç bireylerde düzgün boz renkte iken yaşlılarda derince yarılır, esmer kırmızımsı renkte ve kalın kabuk durumunda görülür. İğne yapraklar 10–16 cm uzunluğunda kalın sert ve koyu yeşil renktedir.
Kozalak 6–11 cm boyunda, parlak açık kahverengi olup topaç biçimindedir. Çok kısa saplı kozalak sürgünlere dik oturur ya da yan durumlu olarak çoğunlukla 2-6 adedi bir arada çevrel olarak bulunur.
- Genel coğrafi yayılışı Doğu Akdeniz Havzası ve özellikle Türkiye topraklarıdır. Yayılışı Yunanistan'ın kuzeyinden - Rodop Dağlarından (Batı Trakya’dan) doğuya doğru ilerler ve dünyada en geniş ve zengin yayılışını Türkiye’de yapar.
- Türkiye’de en doğudaki yayılışı ise, Dicle Nehrinin de doğusunda ve Cizre Orman İşletme Şefliği sınırları içindedir. Fındık B Serisinin 150 numaralı bölmesinde ve 31,8 hektar genişliğinde bir sahada ve yakın çevrede yayılış gösterir. Yayılış sahası, Şırnak-Güçlükonak ilçesi Kırkağaç (Benate) köyünde, güneye doğru Dicle’ye inen "Geli Benate" havzasındadır. Şırnak iline bağlı Güçlükonak’dan kuş uçuşu 7,8 km doğuda, 940–600 m rakım aralığında, Kırkağaç köyünün mülki hudutları içinde ve köyün batısındadır. UTM WGS84 projeksiyonunda ortalama koordinatı; X: 4153108,467 ve Y: 234969,912’dir (Dağdaş ve ark., 2016b).
- Toros dağ silsilelerini takip ederek Cizre Orman İşletmesindeki yayılışından sonra Türkiye sınırlarını aşar ve güneyde Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün ile güneydoğuda yayılışının en doğu boylamı olan Irak’ta (Zavita-Atruş yöresi) doğal yayılış yapar. Karadeniz’in kuzeyinde, Akdeniz ikliminin baskın olduğu Kırım Yarımadasında da yayılış gösterir. Yayılışının en batı boylamı ise, İtalya’nın Kalabriya Yarımadasıdır. Bu nedenle bazı eski İngilizce adlandırmalarında “Calabrian cluster pine” şeklinde bu yarımadanın adı ile de anılır. Ancak bilimsel açıdan en doğru adlandırma "Turkish pine" veya "Turkish red pine" şeklindedir.
- Türkiye'de en geniş yayılışını Akdeniz, Ege ve Marmara Bölgelerinde yapmaktadır. Ayrıca Karadeniz sahilleri boyunca örneğin Sinop Çam gölü yöresinde küçük adacıklar halinde de doğal yayılışı bulunur. Yine Karadeniz’e dökülen (Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, vb.) ırmakların ve kollarının vadileri boyunca, oldukça içerilere kadar, İç Anadolu’ya doğru sarkan yayılışları bulunur (Ankara-Beypazarı, Eskişehir-Sarıcakaya, Tokat-Turhal, Amasya-Göynücek ve Amasya-Aydınca, vb. örneklerde olduğu gibi). Girit ve Kıbrıs adaları ile Ege adalarının tamamında da yaygın yayılışı bulunur (Dağdaş, 1998, s. 269-270). Sert karasal koşulların belirleyici olduğu Akdeniz Ardı orman ekosistemlerinden Konya-Beyşehir Gölünün batı yakasında ve güneyinde de meşcere kurduğu doğal yayılış alanları ortaya çıkarılmıştır (Dağdaş ve ark., 2016, s. 24-31). Beyşehir Gölü Kapalı Havzası yanındaki 1241 – 1387 m rakımlardaki yayılışı yanında, Eskişehir-Mihalıççık Orman İşletme Müdürlüğü-Değirmendere Orman İşletme Şefliği’nin 178 numaralı bölmesinde, 990 m rakımda Ağaçhisar köyü yakınlarında Kızılçamın yeni bir doğal yayılışı daha tespit edilmiştir (Dağdaş ve ark, 2016b, s. 25-28).
- Dünyada en geniş ve verimli yayılış sahaları Türkiye topraklarında bulunan kızılçam, bu özelliğinden dolayı yerli ve yabancı İngilizce yayınlarda son dönemde genel olarak Türk kızılçamı (Turkish red pine) olarak adlandırılmaktadır. Son envanter verileri ışığında Türkiye’de 3.207.914 ha’ı verimli, 2.646.759 ha’ı verimsiz orman olmak üzere toplam 5.854.673 hektara ulaşan doğal yayılışı bulunmaktadır (OGM - Türkiye Orman Varlığı - 2012).
Çınar
Çınar, çınargiller (Platanaceae) familyasından "Platanus" cinsini oluşturan uzun boylu kalın çaplı ağaç türlerinin adı.
Anavatanı Kuzey Amerika, Avrupa'nın doğusu ve Asya'dır. Çınarlar ormanlardan daha ziyade dere, ırmak ve nehir yataklarında bulunsa da esasen süs bitkisi olarak yetiştirilir. Bunlar allelerde, su başlarında, büyük çayırlık ve mesire yerlerinde gölge ağacı olarak dikilmektedir. Yaprakları tozdan ve gazlardan fazla etkilenmediklerinden büyük endüstri şehirlerinin caddelerinde, park ve bahçelerde fazla görünmektedir.
Genç yaşlarından itibaren genel olarak hızlı bir büyüme yaparlar. Uzun ömürlüdürler. Yaşlı çınarlar zamanla içleri çürüyüp boşaldığı halde yaşamlarını sürdürürler. Kütük sürgünü verme özellikleri vardır. Yetiştirilmeleri tohum ve yarı odunsu çeliklerle olmaktadır.
Çınar odunundan, alet sapları, fıçı, çıt kazığı yapımında ve mobilyacılıkta, ayrıca yakacak olarak yararlanılır. Ayrıca tanen içeren kabukları kabız yapıcı ve ateş düşürücü olarak içten, antiseptik olarak da dışarıdan kullanılır.
Türkiye'de doğal olarak yayılış gösteren tek tür, doğu çınarı ("Platanus orientalis")'dır.
Dada
Dada şu anlamlara gelebilir:
Güneş
Güneş, Güneş Sistemi'nin merkezinde yer alan yıldız. Orta büyüklükte bir yıldız olan Güneş, tek başına Güneş Sistemi kütlesinin % 99,8'ini oluşturur. Geri kalan kütle Güneş'in çevresinde dönen gezegenler, asteroitler, gök taşları, kuyruklu yıldızlar ve kozmik tozlardan oluşur. Gün ışığı şeklinde Güneş'ten yayılan enerji, fotosentez yoluyla Dünya üzerindeki hayatın hemen hemen tamamının var olmasını sağlar ve Dünya'nın iklimi ile hava durumunun üzerinde önemli etkilerde bulunur.
Samanyolu Gökadasında bilinen yaklaşık 200 milyar yıldızdan birisi olan Güneş'in kütlesi sıcak gazlardan oluşur ve çevresine ısı ve ışık şeklinde radyasyon yayar. Güneş, yaklaşık olarak, Dünya'nın çapının 109 katına (1.5 milyon km), hacminin 1,3 milyon katına ve kütlesinin 333 bin katına sahiptir. Yoğunluğu ise Dünya'nın yoğunluğunun ¼’ü kadardır. Güneş kendi ekseni etrafında saatte 70.000 km hızla döner ve bir tam turunu yaklaşık 25 günde tamamlar. Güneşin yüzey sıcaklığı 5500 °C ve çekirdeğinin sıcaklığıysa 15,6 milyon °C’dir. Güneş'ten çıkan enerjinin 2,2 milyarda 1'i yeryüzüne ulaşır. Geriye kalan enerjisi uzayda kaybolur. Güneş’in üç günde yaymış olduğu enerji, Dünya'daki tüm petrol, ağaç, doğal gaz vb. yakıta eşdeğerdir. Güneş ışınları 8,44 dakikada yeryüzüne ulaşır. Güneş, Dünya'ya en yakın yıldızdır. Çekim kuvveti Dünya yer çekiminin 28 katıdır.
Güneş yüzeyi kütlesinin % 74'ünü ve hacminin % 92'sini oluşturan hidrojen, kütlesinin % 24-25'ünü ve hacminin % 7'sini oluşturan helyum ile Fe, Ni, O, Si, S, Mg, C, Ne, Ca, ve Cr gibi diğer elementlerden oluşur. Güneş'in yıldız sınıfı G2V'dir. "G2" Güneş'in yüzey sıcaklığının yaklaşık 5.780 K olduğu, dolayısıyla beyaz renge sahip olduğu anlamına gelir. Günışığının atmosferden geçerken kırılması sonucu sarı gibi görünür. Bu mavi fotonların Rayleigh saçılımının sonucunda yeteri kadar mavi ışığın kırılmasıyla geride sarı olarak algılanan kırmızılığın kalmasıdır.
Tayfı içinde iyonize ve nötr metaller olduğu kadar çok zayıf hidrojen çizgileri de bulunur. "V" eki (Roma rakamıyla beş) çoğu yıldız gibi Güneş'in de ana dizi üzerinde olduğunu gösterir. Enerjisini hidrojen çekirdeklerinin füzyonla helyuma dönüşmesinden elde eder ve hidrostatik denge içindedir, yani zaman içinde ne genişler ne de küçülür. Saniyede 600 milyon ton hidrojen, helyuma dönüşür. Bu da, Güneş'in her geçen saniye 4,5 milyon ton hafiflemesine yol açar. Güneş'teki füzyon olayı sonucunda kızıl kırmızımsı bir alev 15-20 bin km yükselir ve Güneş Fırtınası meydana gelir. Galaksimizde 100 milyondan fazla G2 sınıfı yıldız bulunur. Güneş, galaksimiz içinde bulunan yıldızların % 85'inden daha parlaktır, Güneş'ten daha sönük olan bu yıldızların çoğu kırmızı cücelerdir.
Güneş, Samanyolu merkezinin çevresinde yaklaşık 26.000 ışık yılı uzaklıkta döner. Galaktik merkez çevresinde bir dönüşünü yaklaşık 225–250 milyon yılda bir tamamlar. Yaklaşık yörünge hızı saniyede 220 kilometredir (+/-20 km/s). Bu da her 1.400 yılda bir 1 ışık yılıdır. Bu galaktik uzaklık ve hız bilgileri şu anda sahip olduğumuz en doğru bilgilerdir. Ancak bilimde her zaman olduğu gibi bilgi arttıkça bunlar da değişebilir.
Güneş günümüzde Samanyolu'nun daha büyük olan Kahraman kolu ve Yay kolu arasında kalan Orion kolu'nun iç kısmında, Yerel Yıldızlararası Bulut içinde yüksek sıcaklıkta dağınık gaz bölgesi olan düşük yoğunluklu yerel kabarcık içinden geçmektedir. Dünya'ya 17 ışık yılı uzaklıkta yer alan en yakın 50 yıldız içinde Güneş, mutlak kadir olarak dördüncü sıradadır. (M=4,83)
Güneş'in yıldız gelişimi bilgisayar modellemesi ve nükleokozmokronoloji yöntemleri kullanılarak ana dizi üzerinde hesaplanan yaşının 4,57 milyar yıl olduğu düşünülmektedir.
Hidrojen moleküler bulutun hızla kendi içine çökmesi sonucu üçüncü nesil, Öbek I, T Tauri yıldızı olan Güneş'in doğduğu düşünülmektedir. Bu doğan yıldızın Samanyolu gökadasının çekirdeğinden 26.000 ışık yılı uzakta hemen hemen dairesel bir yörüngeye girdiği varsayılmaktadır.
Yıldız ana dizi üzerinde yıldız evrimi aşamasının yarı yolundadır. Bu aşamada çekirdekte oluşan nükleer füzyon reaksiyonları hidrojeni helyuma dönüştürür. Her saniye Güneş'in çekirdeğinde 4 milyon ton madde enerjiye çevrilir ve ortaya nötrinolarla radyasyon çıkar. Bu hızla günümüze kadar 100 Dünya kütlesi kadar madde enerjiye çevrilmiştir. Güneş yaklaşık olarak 10 milyar yıl ana kol yıldızı olarak yaşamına devam edecektir.
Güneş süpernova olarak patlayacak kadar fazla kütleye sahip değildir. Bunun yerine 5-6 milyar yıl içinde kırmızı dev aşamasına girecektir. Çekirdekte bulunan hidrojen yakıtı tükendikçe dış katmanları genişleyecek, çekirdeği büzüşerek ısınacaktır. Çekirdek sıcaklığı 100 MK civarına ulaştığında helyum füzyonu tetiklenecek ve karbon ile oksijen üretmeye başlayacaktır. Böylece 7,8 milyar yıl içinde gezegen bulutsu aşamasının asimptotik dev koluna girerek iç sıcaklığında oluşan kararsızlıklar nedeniyle yüzeyinden |
kütle kaybetmeye başlayacaktır. Güneş'in dış katmanlarının genişleyerek Dünya'nın yörüngesinin bulunduğu noktaya kadar gelmesi olasıdır ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar, Güneş'ten kırmızı dev aşamasının başlarında kaybolan kütle nedeniyle Dünya'nın yörüngesinin daha uzaklaşacağını, dolayısıyla da Güneş'in dış katmanları tarafından yutulmayacağını önermektedir. Ancak Dünya'nın üstündeki suyun tamamı kaynayacak ve atmosferinin çoğu uzaya kaçacaktır. Bu dönemde oluşan Güneş sıcaklıklarının sonucunda 900 milyon yıl sonra Dünya yüzeyi bildiğimiz yaşamı destekleyemeyecek kadar ısınacaktır. Birkaç milyar yıl sonra da yüzeyde bulunan su tamamen yok olacaktır.
Kırmızı dev aşamasının ardından yoğun termal titreşimler Güneş'in dış katmanlarından kurtularak bir gezegensel bulutsu oluşturmasına neden olacaktır. Geride kalan tek cisim aşırı derecede sıcak olan yıldız çekirdeği olacaktır. Bu çekirdek milyarlarca yıl boyunca yavaş yavaş soğuyup beyaz cüce olarak yok olacaktır. Bu yıldız evrimi senaryosu düşük ve orta kütleli yıldızların tipik gelişim senaryosudur.
Güneş, G2 tipinden bir sarı cücedir. Güneş Sistemi'nin toplam kütlesinin yaklaşık % 99'unu oluşturur. Güneş hemen hemen mükemmel bir küre şeklindedir, basıklığı yalnızca 9 milyonda birdir, yani kutuplararası çapı ile ekvator çapı arasında bulunan fark yalnızca 10 km.'dir. Güneş plazma hâlindedir ve katı değildir; dolayısıyla kendi ekseni etrafında dönerken kademeli olarak döner, yani ekvatorda kutuplarda olduğundan daha hızlı döner. Bu " gerçek dönüş"ün periyodu ekvatorda 25 gün, kutuplarda 35 gündür. Ancak Dünya Güneş'in etrafında dönerken gözlem noktamız sürekli değiştiği için Güneş'in "görünür dönüş"ü ekvatorda yaklaşık 28 gün kadardır. Bu yavaş dönüşün merkezkaç etkisi Güneş'in ekvatorunda yüzey çekiminden 18 milyon kat daha güçsüzdür. Aynı zamanda gezegenlerden kaynaklanan gelgit etkisi Güneş'in şeklini belirgin derecede etkilemez.
Kayalık gezegenlerde olduğu gibi Güneş'in belirli sınırları yoktur. Dış katmanlarında, merkezinden uzaklaştıkça gaz yoğunluğu üstel olarak azalır. Ancak aşağıda açıklandığı gibi Güneş'in belirgin bir iç yapısı bulunur. Güneş'in yarıçapı merkezinden ışık küresinin (fotosfer) kenarına kadar ölçülür. Bu hemen yukarısında gazların önemli miktarda ışık saçamayacak kadar çok soğuk ya da çok ince olduğu katmandır. Işık yuvarı çıplak gözle görülen yüzeydir. Güneş çekirdeği toplam hacminin yüzde 10'una ama toplam kütlesinin yüzde 40'ına sahiptir.
Güneş'in içi doğrudan gözlemlenemez ve Güneş elektromanyetik ışımaya karşı opaktır. Ancak nasıl sismoloji deprem tarafından üretilen dalgaları kullanarak Dünya'nın iç yapısını ortaya çıkarıyorsa helyosismoloji de Güneş'in içinden geçen basınç dalgalarını kullanarak iç yapısını ölçmeye ve görüntülemeye çalışır. Güneş'in bilgisayar modellemesi de iç katmanları araştırmak amacıyla kuramsal bir araç olarak kullanılır.
Güneş çekirdeği merkezden 0,2 Güneş yarıçapına kadar uzanır. Yoğunluğu 150.000 kg/m³ (Yeryüzünde suyun yoğunluğunun 150 katı) civarında, sıcaklığı da 13.600.000 kelvin kadardır (yüzey sıcaklığı yaklaşık 5.800 kelvindir). Yakın zamandaki SOHO (Solar and Heliospheric Observatory) misyonunun getirdiği bilgiler çekirdekte ışınsal bölgeye doğru daha hızlı bir dönme hızı olduğunu belirtmektedir Güneş'in yaşamının çoğunda enerji, proton-proton zincirleme tepkimesi diye adlandırılan aşamalardan oluşan ve hidrojeni helyuma çeviren nükleer füzyon ile oluşur. Çekirdek, füzyon ile önemli derecede ısı oluşturulan tek yerdir. Yıldızın geri kalanı çekirdekten dışarıya doğru transfer edilen enerjiyle ısınır. Çekirdekte füzyonla oluşan tüm enerji arka arkaya gelen katmanlardan geçerek Güneş ışık küresine ulaşır ve buradan uzaya gün ışığı ve parçacıkların kinetik enerjisi olarak yayılır.
Güneş'te serbest olarak bulunan toplam ~8.9 proton (hidrojen çekirdeği) her saniye 3,4 kadarı helyum çekirdeğine dönüşür, saniyede 4,26 milyon ton madde-enerji dönüşüm oranıyla saniyede 383 yottawatt (3,83 W) ya da 9,15 megaton TNT enerji açığa çıkar. Bu aslında Güneş çekirdeğinde 0,3 µW/cm³ ya da 6 µW/kg madde gibi oldukça düşük bir enerji üretimi oranına karşılık gelir. Örneğin insan vücudu yaklaşık olarak 1,2 W/kg ısı üretir, yani bu da Güneş'in birim kütle başına milyonlarca katı demektir. Dünya üzerinde benzer parametreler kullanılarak plazma ile enerji üretilmesi tamamen mantıksız olacaktır çünkü orta kapasitede 1 GW'lık bir füzyon güç santralı bir küp mil hacminde 170 milyar tonluk plazmaya ihtiyaç duyacaktır. Dolayısıyla yeryüzünde bulunan füzyon reaktörleri, Güneş'in içindekinden çok daha yüksek plazma sıcaklıkları kullanmaktadır.
Nükleer füzyon hızı, yoğunluk ve sıcaklığa çok yakından bağlıdır, dolayısıyla çekirdekteki füzyon hızı kendi kendini düzenleyen bir dengeye sahiptir. Biraz yüksek bir füzyon hızı sonucunda çekirdek ısınarak dış katmanlara doğru hafifçe genişleyecek, füzyon hızını azaltacak ve kendini düzenleyecektir. Biraz düşük bir füzyon hızı da çekirdeğin soğumasına ve daralmasına dolayısyla da füzyon hızının artmasına neden olacaktır.
Nükleer füzyon tepkimeleri sonucunda açığa çıkan yüksek enerjili fotonlar (kozmik, gama ve X ışınları) Güneş plazmasının yalnızca birkaç milimetresi tarafında emilir ve tekrar rastgele yönlerde çok az enerji kaybederek tekrar yayılır, bu nedenle de ışımanın Güneş'in yüzeyine ulaşması uzun zaman alır. "Foton yolculuk zamanı" 10.000 ilâ 170.000 yıl kadar sürer.
Isıyayımsal dış katmandan şeffaf "yüzey" ışık küreye doğru son bir yolculuktan sonra fotonlar görünür ışık olarak kaçar. Güneş'in merkezinde bulunan her gama ışını uzaya kaçmadan önce birkaç milyon görünür ışık fotonuna dönüşür. Nötrinolar da çekirdekteki tepkimelerde oluşur ama fotonların aksine nadiren madde ile etkileşime girer, dolayısıyla hemen hemen hepsi Güneş'ten hemen kaçabilir. Çok uzun yıllar, Güneş'te üretilen nötrinoların ölçümü kuramlar sonucu tahmin edilenden üç kat daha düşüktü. Bu tutarsızlık yakın zamanda nötrino salınım etkilerinin keşfiyle çözüldü. Güneş gerçekten de kuramlarca önerilen miktarda nötrinoyu açığa çıkarmakta, ancak nötrino algılayıcıları bunların üçte ikisini kaçırmaktadır. Bunun sebebi, nötrinoların kuantum sayılarını değiştirmeleridir.
Yaklaşık 0,2 Güneş yarıçapından 0,7 Güneş yarıçapına kadar bulunan madde, çekirdekteki yoğun ısıyı dışarı doğru termal radyasyonla taşıyacak kadar sıcak ve yoğundur. Bu bölgede ısı yayımı yoktur, yükseklik arttıkça madde soğusa da sıcaklık düşümü adyabatik sapma oranından düşük olduğu için ısı yayımı oluşamaz. Isı ışınım yoluyla iletilir. Hidrojen ve helyum iyonları foton açığa çıkarır. Fotonlar diğer iyonlar tarafından emilmeden bir miktar yol alır. Bu şekilde enerji dışarı doğru çok yavaş bir hızla ilerler.
Işınsal ile ısıyayımsal bölge arasında "tachocline" adı verilen bir geçiş katmanı bulunur. Burada ışınsal bölgenin tekdüze dönüşüyle ısıyayımsal bölgenin kademeli dönüşü arasında oluşan ani değişiklik büyük bir kırılmaya neden olur.
Güneş'in dış katmanında, yani yarıçapının % 70 aşağısına kadar olan bölgede plazma ısıyı dışarıya doğru ışıma yoluyla iletecek kadar yoğun ve sıcak değildir. Sonuç olarak sıcak sütunların yüzeye yani ışık küreye doğru madde taşıdığı ısı yayımı oluşur. Yüzeye çıkan madde soğuyunca tekrar ısıyayımsal bölgenin başladığı yere çökerek ışınsal bölgenin üst kısmından daha fazla ısı alır.
Isıyayımsal bölgede bulunan termal sütunlar Güneş'in yüzeyinde belirli bir iz bırakır. Güneş'in iç bölgesinin dış katmanı olan bu bölgedeki türbülanslı ısı yayımı küçük ölçekli bir dinamo yaratarak Güneş'in yüzeyinin tamamında manyetik kuzey ve güney kutuplar yaratır.
Işık küre, Güneş'in görünen yüzeyi, hemen altında görünen ışığa opak olduğu katmandır. Işık kürenin üzerinde görünen gün ışığı uzaya serbestçe yayılır ve enerjisi Güneş'ten uzaklaşır. Opaklıkta olan değişiklik görünen ışığı kolayca soğuran H iyonlarının miktarlarının azalmasıdır. Buna karşın görünen ışık elektronların hidrojen atomlarıyla H iyonu oluşturmak için tepkimeye girmesiyle oluşur. Işık küre on ile yüz kilometre arasındaki kalınlığıyla Dünya üzerinde bulunan havadan daha az opaktır. Işık kürenin üst kısmının alt kısmından soğuk olması nedeniyle Güneş ortada kenarlara nazaran daha parlakmış gibi görünür. Güneş'in kara cisim ışınımı 6.000 K sıcaklığında olduğunu gösterir. Işık kürenin parçacık yoğunluğu yaklaşık 10 m'dir. Bu da Dünya hava yuvarının deniz düzeyindeki parçacık yoğunluğunun % 1'i kadardır.
Işık kürenin ilk optik tayf incelemeleri sırasında bazı soğurma çizgilerinin o zamanlar Dünya üzerinde bilinen hiçbir elemente ait olmadığı anlaşıldı. 1868 yılında Norman Lockyer bunun yeni bir elemente ait olduğu varsayımını öne sürdü ve adını Yunan Güneş tanrısı Helios'tan esinlenerek "helyum" koydu. Bundan ancak 25 yıl sonra helyum yeryüzünde izole edilebildi.
Güneş'in ışık küre üzerinde bulunan bölümlerine topluca "Güneş gaz yuvarı" denir. Radyo dalgalarından görünür ışığa ve gama ışınlarına kadar olan elektromanyetik spektrumda çalışan teleskoplarlarla görünebilir ve başlıca beş bölgeden oluşur: "Sıcaklık ineci", renk yuvarı, geçiş bölgesi, korona ve gün yuvarı. Güneş'in dış gaz yuvarı sayılan gün yuvarı Plüton'un yörüngesinin çok ötesine gündurguna kadar uzanır. Gündurgunda yıldızlararası ortam ile şok dalgası şeklinde bir sınır oluşturur. Renk yuvarı, geçiş bölgesi ve korona Güneş'in yüzeyinden daha sıcaktır. Sebebi tamamen kanıtlanmasa da kanıtlar Alfvén dalgalarının koronayı ısıtabilecek kadar enerjiye sahip olabileceğini göstermektedir.
Güneş'in en soğuk bölgesi ışık kürenin yaklaşık 500 km üzerindeki sıcaklık ineci bölgesidir. Sıcaklık yaklaşık 4.000 K'dir. Bu bölge karbonmonoksit ve su gibi basit moleküllerin soğurma tayflarıyla fark edilebileceği kadar soğuktur.
Sıcaklık ineci bölgenin hemen üzerinde 2.000 km kalınlığında, yayılım ve soğurma çizgilerinin egemen olduğu ince bir katman bulunur. Adının renk yuvarı olmasının nedeni, Güneş tutulmalarının başında ve sonunda bu bölgenin renkli bir ışık olarak görülmesidir. Renk yuvarını |
n sıcaklığı yükseldikçe artar ve en üst bölgede 100.000 K'e erişir.
Işık kürenin üzerinde, sıcaklığın çok hızla 100.000 K'den bir milyon K'e çıktığı geçiş bölgesi yer alır. Sıcaklık artışının nedeni bölgede bulunan helyumun yüksek sıcaklıklar nedeniyle tamamen iyonize olarak faz geçişidir. Geçiş bölgesi kesin belirli bir yükseklikte oluşmaz. Daha çok renk yuvarıda bulunan iğnemsi ve ipliksi yapıların çevresinde bir ayça oluşturur ve sürekli kaotik bir hareket içindedir. Geçiş bölgesi yeryüzünden kolay görülmez ama uzaydan, elektromanyetik spektrumun morötesi bölümüne kadar hassas cihazlar tarafından kolayca gözlemlenebilir.
Korona hacim olarak Güneş'ten çok daha büyük olan dış gaz yuvarı katmanıdır. Korona tüm Güneş Sistemi'ni ve gün yuvarınını kaplayan Güneş rüzgârına pürüzsüzce geçiş yapar. Korona'nın Güneş yüzeyine yakın olan alt katmanlarının parçacık yoğunluğu 10–10 m'dur. Sıcaklığı birkaç milyon kelvin civarındadır.
Gün yuvarı ise yaklaşık 20 Güneş yarıçapınden (0,1 GB) Güneş Sistemi'nin en son noktasına kadar uzanır. İç sınırlarının tanımı Güneş rüzgârının "süperalfvénik" akışa sahip olması yani bu akışın Alfvén dalgalarının hızından daha fazla olması ile belirlenir. Bu sınırın dışındaki türbülans ya da dinamik kuvvetler Güneş koronasının şeklini etkilemez çünkü bilgi ancak Alfvén dalgalarının hızıyla yayılabilir. Güneş rüzgârı, sürekli olarak gün yuvarı boyunca dışa doğru akar, Güneş'ten 50 GB ötede gündurguna çarpana kadar Güneş manyetik alanını spiral bir şekle sokar. Aralık 2004'te Voyager 1 uzay sondasının, gündurgun olduğuna inanılan bir şok dalgası cephesini geçtiği bildirildi. Her iki Voyager sondası da sınıra yaklaştıkça daha yüksek düzeyde enerji yüklü parçacıkların varlığını kaydetti.
Güneş, atomdan büyük her nesne gibi kimyasal elementlerden oluşmuştur. Birçok bilim insanı bu elementlerin bolluklarını, gezegenlerdeki elementlerle olan bağlantılarını ve Güneş'in içindeki dağılımlarını araştırmıştır.
Bazı elementlerin karakteristik kütle oranları şöyledir:
1968 yılında Belçikalı bir bilim insanı lityum, berilyum, ve bor bolluklarının önceden düşünüldüğünden daha fazla olduğunu bulmuştur. 2005 yılında üç bilim insanı neon bolluğunun önceden düşünüldüğünden daha fazla olabileceğini helyosismolojik gözlemlere dayanarak önermişlerdir. 1986'ya kadar Güneş'in helyum içeriğinin Y=0,25 olduğu genel kabul görmüştü ancak bu tarihte iki bilim insanı Y=0,279 değerinin daha doğru olduğunu iddia etmiştir.. 1970'lerde birçok araştırma Güneş'te bulunan demir grubu elementlerin bolluğuna odaklandı. Tek iyonlu demir grubu elementlerinin "gf" değerlerinin ilk 1962'de bulunmuş ve geliştirilmiş "f" değerleri 1976'da hesaplanmıştır. Kobalt ve mangan gibi bazı demir grubu elementlerinin bolluk tespitleri, çok ince yapıya sahip olmalarından ötürü zordur..
Güneş içinde bulunan elementlerin dağılımı birçok değişkene bağlıdır, örneğin kütleçekimi nedeniyle ağır elementler (örneğin helyum) Güneş kütlesinin merkezine yakın dururken, ağır olmayan elementler (örneğin hidrojen) Güneş'in dış katmanlarına doğru yayılır. Özellikle Güneş'in içinde helyumun dağılımı özel olarak ilgi çekmektedir. Helyumun dağılma sürecinin zamanla hızlandığı ortaya çıkarılmıştır. Güneş'in dış katmanını oluşturan ışık kürenin bileşimi, içinde bulunan döteryum, lityum, bor ve berilyum dışında, Güneş Sistemi'nin oluşumundaki kimyasal bileşime örnek olarak alınmaktadır.
Uygun filtrelemeyle Güneş gözlemlendiğinde ilk dikkati çeken etrafına göre daha soğuk olması nedeniyle daha koyu gözüken belirli sınırlara sahip Güneş lekeleridir. Güneş lekeleri, güçlü manyetik kuvvetlerin ısı yayımını engellediği ve sıcak iç bölgeden yüzeye doğru enerji transferinin azaldığı yoğun manyetik etkinliğin olduğu bölgelerdir. Manyetik alan koronanın aşırı ısınmasına neden olur ve yoğun Güneş püskürtüleri ile koronada kütle fırlatılmasına neden olan etkin bölgeler oluşturur.
Güneş'in üzerinde görünür Güneş lekelerinin sayısı sabit değildir ama Güneş döngüsü denen 11 yıllık bir döngü içinde değişiklik gösterir. Döngünün tipik minimum döneminde çok az Güneş lekesi görünür ve hatta bazen hiç görünmez. Gözükenler yüksek enlemlerde bulunur. Güneş döngüsü ilerledikçe Spörer yasasının açıkladığı gibi Güneş lekelerinin sayısı artar ve ekvatora doğru yaklaşır. Güneş lekeleri genelde zıt manyetik kutuplara sahip çiftler olarak bulunur. Ana Güneş lekesinin manyetik polaritesi her Güneş döngüsünde değişir, dolayısıyla bir döngüde kuzey manyetik kutba sahip olan leke bir sonraki döngüde güney manyetik kutba sahip olur.
Güneş döngüsünün uzayın durumu üzerinde büyük etkisi vardır, ve Dünya'nın iklimi üzerinde de önemli bir etki yapar. Güneş etkinliğinin minimumda olduğu dönemler soğuk hava sıcaklıklarıyla, normalden daha uzun süren Güneş döngüleri de daha sıcak hava sıcaklıklarıyla ilişkilendirilir. 17. yüzyılda Güneş döngüsünün birkaç on yıl boyunca tamamen durduğu gözlemlenmiştir; bu dönemde çok az Güneş lekesi görülmüştür. Küçük Buz Çağı ya da Maunder minimumu diye bilinen bu dönemde Avrupa'da çok soğuk hava sıcaklıklarıyla karşılaşılmıştır. Daha da önceleri benzer minimum dönemler ağaç halkalarının analiziyle ortaya konmuştur ve bu dönemler normalden daha düşük global hava sıcaklıklarıyla eşleşmektedir.
Çok yeni bir teori Güneş'in çekirdeğindeki manyetik kararsızlıkların 41.000 ya da 100.000 yıllık periyotlarda değişikliklere sebep olduğunu öne sürmektedir. Bu kuram, buzul çağlarını Milankovitch döngülerinden daha iyi açıklayabilir. Astrofizik alanındaki birçok kuram gibi bu da doğrudan test edilemez.
Uzun yıllar boyunca Dünya üzerinde tespit edilen Güneş'ten gelen nötrinoların sayısı standart Güneş modeline göre tahmin edilenin yarısı ile üçte biri arasında değişmekteydi. Bu aykırı sonuç Güneş nötrino problemi olarak bilinir. Problemi çözmek için öne sürülen kuramlar ya Güneş'in iç sıcaklığını azaltarak daha düşük bir nötrino akısını açıklamaya çalışıyordu ya da nötrinoların Güneş'ten Dünya'ya gelirken salınıma uğradığını yani varlığı tespit edilemeyen tau ve muon nötrino parçacıklarına dönüştüğünü öneriyordu. 1980'lerde nötrino akısını olabildiğince tam olarak ölçebilmek için Sudbury Nötrino Gözlemevi ve Kamiokande gibi birkaç nötrino gözlemevi kuruldu. Bu gözlemevlerinden gelen sonuçlar sonunda nötrinoların çok küçük durak kütlesi ("rest mass") olduğunu ve gerçekten de salındıklarını gösterdi. Hatta, 2001 yılında Sudbury Nötrino Gözlemevi doğrudan üç tip nötrinoyu da tespit etmeyi başardı ve Güneş'in "toplam" nötrino ışıma oranının standart Güneş modeli ile uyumlu olduğunu ortaya çıkardı. Nötrino enerjisine bağlı olarak Dünya'da görünen nötrinoların üçte biri elektron nötrino tipindedir. Bu oran maddede nötrino salınımını açıklayan, madde etkisi diye de bilinen Mikheyev-Smirnov-Wolfenstein (MSW) etkisi ile tahmin edilen oranla uyumludur. Dolayısıyla problem artık çözülmüştür.
Güneş'in optik yüzeyi ışık küre yaklaşık 6.000 K'lik bir sıcaklığa sahiptir. Bunun üzerinde 1.000.000 K'lik Güneş koronası bulunur. Koronanın bu aşırı yüksek sıcaklığı, ışık küreden doğrudan ısı iletimi dışında başka bir kaynaktan ısıtıldığını gösterir.
Koronayı ısıtmak için gerekli olan enerjinin ışık kürenin altında bulunan ısıyayımsal bölgedeki türbülanslı hareketten kaynaklandığı düşünülmüş ve koronanın nasıl ısındığına dair iki ana işleyiş önerilmiştir. Bunlardan birincisi dalga ısınmasıdır. Isıyayımsal bölgedeki türbülanslı hareket ses, kütleçekim ve manyetohidrodinamik dalgalar üretir. Bu dalgalar yukarı doğru hareket eder ve koronada dağılarak enerjilerini ortamdaki gaza ısı olarak verir. İkincisi ise manyetik ısınmadır. Işık küresinde hareketin sürekli olarak oluşturduğu manyetik enerji Güneş püskürtüsü gibi büyük ve buna benzer birçok küçük olayla yayılır.
Şu anda dalgaların etkin bir ısı yayma işleyişi olup olmadığı çok açık değildir. Alfvén dalgaları dışında tüm dalgaların koronaya ulaşmadan önce dağıldıkları ortaya çıkarılmıştır. Alfvén dalgaları da korona da kolayca dağılmamaktadır. Günümüzde araştırma daha çok püskürtü yolu ile ısınma işleyişine doğru yönelmiştir. Korona ısınmasını açıklamak için olası bir görüş sürekli küçük ölçekli püskürtülerdir ve hâlâ araştırılmaktadır.
Güneş gelişiminin kuramsal modelleri 3,8 ile 2,5 milyar yıl önce Arkeyan Devir'de Güneş'in bugünkünden % 75 daha az parlak olduğunu önerir. Bu kadar zayıf bir yıldız Dünya üzerinde su varlığını destekleyemeyeceğinden hayatın da gelişememesi gerekirdi. Ancak jeolojik kayıtlar Dünya'nın tarihi boyunca oldukça sabit bir sıcaklıkta kaldığını gösterir, hatta genç Dünya bugünden biraz daha sıcaktır. Bilim insanları arasında varılan görüş birliği genç Dünyanın atmosferinde oldukça fazla miktarda sera gazlarının (karbon dioksit, metan ve/veya amonyak) bulunması nedeniyle Güneş'ten gelen az enerjiyi atmosferde hapsettikleri fazla ısıyla dengelediğidir.
Güneş içinde bulunan tüm madde yüksek sıcaklıklardan ötürü gaz ve plazma hâlindedir. Bu nedenle Güneş ekvatorda yukarı enlemlerde olduğundan daha hızlı döner. Ekvatorda dönüş hızı 25 gün iken kutuplarda 35 günde kendi etrafında döner. Bu kademeli dönüş sonucunda manyetik alan çizgilerinin zamanla kıvrılarak manyetik alan halkaları oluşturması Güneş'in yüzeyinden patlamalarla ayrılarak Güneş lekeleri ve Güneş püskürtüleri oluşumuna neden olur. Bu kıvrılma hareketi solar dinamonun oluşmasına ve 11 yıllık Güneş döngüsü ile Güneş'in manyetik alanının yön değiştirmesine neden olur.
Güneş'in dönen manyetik alanının gezegenlerarası ortamda bulunan plazma üzerindeki etkisi gün yuvarı akım katmanını oluşturur. Bu katman farklı yönleri gösteren manyetik alanları ayırır. Gezegenlerarası ortamda bulunan plazma aynı zamanda Dünya'nın yörüngesinde Güneş'in manyetik alanının kuvvetinden de sorumludur. Eğer uzay bir vakum olsaydı Güneş'in10 tesla manyetik dipol alanı uzaklığın kübüyle azalarak 10 tesla olacaktı. Ancak uydu gözlemleri bunun 100 kat daha fazla kuvvetli olduğunu ve 10 tesla civarında olduğunu göstermektedir. Manyetohidrodinamik (MHD) kuram manyetik alan içindeki iletken |
bir akışkanın (örneğin gezegenlerarası ortam) yine manyetik alan yaratan elektrik akımları indüklediğini söyler, dolayısıyla bir MHD dinamo gibi hareket eder.
Gökyüzü'nde bulunan parlak bir disk olan Güneş, ufuğun üzerindeyken gün, ortada yokken de gece olur kavrayışı İnsanoğlu'nun Güneş hakkındaki en temel görüşüdür. Tarihöncesi ve antik çağ dönemi kültürlerde Güneş'in bir tanrı olduğuna ya da diğer doğaüstü olaylara neden olduğuna inanılırdı. Güney Amerika'daki İnka ve günümüz Meksika'sındaki Aztek uygarlıklarının merkezinde Güneş'e tapınma bulunmaktadır. Birçok antik anıt Güneş ile ilgili fenomenlere göre yapılmıştır. Örneğin taş megalitler oldukça doğru bir şekilde gündönümünü işaret eder. En tanınmış megalitler Nabta Playa, Mısır, İngiltere'de Stonehenge'dedir. Meksika'da Chichén Itzá'da bulunan El Castillo piramidi, ilkbahar ve sonbahar ekinokslarında merdivenlerden yukarı yılanların çıktığını gösteren gölgeler verecek şekilde tasarlanmıştır. Sabit yıldızlara göre Güneş tutulum boyunca zodyaktan geçerek bir yıl içinde tam tur atıyormuş gibi görünür, dolayısıyla da Yunan gökbilimciler tarafından yedi gezegenden biri olarak sayılırdı. Haftanın günlerine de bu yedi gezegenin adı verilmiştir.
Güneş hakkında ilk bilimsel açıklamayı yapan insanlardan birisi Yunan filozof Anaxagoras Güneş'in tanrı Helios'un arabası olmadığını Peloponnez'den bile büyük devasa yanan bir metal top olduğunu söylemiştir. Bu sapkın düşünceyi öğrettiği için iktidardakiler tarafından tutuklanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır ancak Perikles'in araya girmesiyle daha sonra serbest bırakılmıştır. Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığı tam olarak ilk hesaplayan insan 3. yüzyılda Eratosthenes olmuştur. Bulduğu 149 milyon km uzaklık günümüzde kabul edilen uzaklık ile aynıdır.
Gezegenlerin Güneş'in etrafında döndüğü kuramı Yunan Samoslu Aristarchus ve Hintler tarafından önerilmiştir. Bu görüş 16. yüzyılda Mikolaj Kopernik tarafından tekrar ele alınmıştır. 17. yüzyılın başında teleskobun bulunuşuyla Güneş lekeleri Thomas Harriot, Galileo Galilei ve diğer gökbilimcileri tarafından detaylı olarak gözlemlenebilmiştir. Galileo, Güneş lekelerinin Batı uygarlığında bilinen ilk gözlemlerini yapmış ve bunların Güneş ile Dünya arasında dolaşan küçük gökcisimleri olmadığını aksine Güneş'in yüzeyinde olduğunu varsaymıştır. Güneş lekeleri Han hanedanından beri gözlemlenmekte ve Çinli gökbilimciler tarafından yüzyıllardır kayıtları tutulmaktaydı. 1672'de Giovanni Cassini ve Jean Richer mars olan uzaklığı belirledi, dolayısıyla da Güneş'e olan uzaklığı hesap edebildiler. Isaac Newton bir prizma kullanarak gün ışığını inceledi ve ışığın birçok renkten oluştuğunu gösterdi. 1800'de William Herschel Güneş tayfının kırmızı bölümünün ötesinde kızılötesi ışımayı keşfetti. 1800'lerde Güneş'in spektroskopik incelenmesinde ilerlemeler kaydedilmiştir. Joseph von Fraunhofer tayf üstünde soğurma çizgilerinin ilk gözlemlerini gerçekleştirmiştir. Tayf üzerindeki en kuvvetli soğurma çizgilerinin adı günümüzde Fraunhofer çizgileri olarak bilinir. Güneş'ten gelen ışığı tayfı genişletildiğinde kayıp birçok renk bulunabilir.
Modern bilimsel dönemin başlarında Güneş enerjisinin kaynağı hâlâ bir bilmeceydi. Lord Kelvin, Güneş'in içerisinde barındırdığı ısıyı ışıyan, soğuyan sıvı bir nesne olduğunu önerdi. Kelvin ve Hermann von Helmholtz daha sonra enerji çıktısını açıklamak için Kelvin-Helmholtz işleyişini önerdi. Maalesef ortaya çıkan yaş tahmini jeolojik kanıtların önerdiği birkaç milyon yıldan çok daha az olan 20 milyon yıl kadardı. 1890'da Güneş tayfında helyumu keşfeden Joseph Norman Lockyer, Güneş'in oluşumu ve gelişimi için kuyruklu yıldızlara dayanan bir varsayım öne sürdü.
1904 yılına kadar kanıtlanmış bir çözüm getirilemedi. Ernest Rutherford Güneş'in enerji çıktısının iç ısı kaynağıyla devam ettirilebileceğini ve bunun da radyoaktif bozulma olabileceğini önerdi. Ancak Güneş enerjisinin kaynağı hakkındaki en önemli ipucunu sağlayan kişi ünlü kütle-enerji denkliği bağıntısı "E" = "mc"² ile Albert Einstein olmuştur.
1920'de Arthur Eddington Güneş'in çekirdeğinde bulunan basınç ve sıcaklıkların hidrojeni helyuma dönüştürecek bir nükleer füzyon tepkimesi için yeterli olduğunu, kütledeki net değişiklikten de enerji oluşacağını önermiştir. Güneş'te bulunan hidrojenin baskınlığı 1925 yılında Cecilia Payne-Gaposchkin tarafından doğrulanmıştır. Kuramsal füzyon kavramı 1930'larda astrofizikçiler Subrahmanyan Chandrasekhar ve Hans Bethe tarafından geliştirilmiştir. Hans Bethe, Güneş'in enerjisini sağlayan iki ana nükleer tepkimeyi hesaplamıştır.
1957 yeni ufuklar açan, "Yıldızlarda Elementlerin Sentezi" başlıklı bir bilimsel makale Margaret Burbridge tarafından yayımlandı Makale evrende bulunan elementlerin Güneş gibi yıldızların içinde sentezlendiğini kanıtlarıyla gösterdi. Bu açıklamalar günümüzde bilimin önemli ilerlemelerinden biri olarak sayılmaktadır.
Güneş'i gözlemlemek için tasarlanmış ilk uydular NASA'nın 1959 ile 1968 yılları arasında fırlatılan Pioneer 5, 6, 7, 8 ve 9 uzay sondalarıdır. Bu sondalar, Dünya'nınkine benzer bir uzaklıkta Güneş'in yörüngesinde kaldılar ve Güneş rüzgârı ile Güneş manyetik alanının ilk detaylı ölçümlerini gerçekleştirdiler. Pioneer 9, özellikle uzun bir zaman çalışır durumda kaldı ve 1987'ye kadar veri göndermeye devam etti.
1970'lerde Helios 1 uzay sondası ve Skylab Apollo Teleskobu bilim insanlarına Güneş rüzgârı ve korona hakkında yeni bilgiler sağladılar. ABD - Almanya ortak girişimi olan Helios 1 uzay sondası, günberi rotasında Merkür'ün yörüngesine giren bir yörüngedeydi. NASA tarafından 1973'te fırlatılan Skylab uzay istasyonunun içinde Apollo Teleskobu denen bir Güneş gözlem modülü de bulunmaktaydı. Skylab Güneş geçiş bölgesinin ve koronanın morötesi ışınımının ilk zamanlamalı gözlemlerini gerçekleştirdi. Buluşlar arasında koronodan kütle fırlatılması ve şimdilerde Güneş rüzgârıyla yakın ilişkisi olduğu bilinen korona delikleri olmuştur.
1980'de NASA tarafından Solar Maksimum uzay uydusu fırlatıldı. Bu uzay aracı yüksek Güneş etkinliği sırasında Güneş püskürtülerinde ortaya çıkan gamma ışını, X ışını ve UV ışımasını gözlemlemek için tasarlanmıştı. Ancak fırlatmadan bir iki ay sonra bir elektronik hata sonucu sonda bekleme moduna girdi ve sonraki üç yılını bu şekilde geçirdi. 1984 yılında uzay mekiği Challenger STS-41C görevi uyduyu bularak onardı. Haziran 1989'da Dünya atmosferine girene kadar Solar Maximum sondası binlerce korona görseli çekebildi.
Japonya'nın 1991'de fırlatılan Yohkoh ("Günışığı") uydusu X ışını dalgaboyunda Güneş püskürtülerini gözlemledi. Sondadan gelen veriler sayesinde bilim insanları değişik tipte Güneş püskürtülerini tanımlayabildiler. Ayrıca doruk etkinlik bmlgelerinden uzakta olan koronanın da eskiden düşünüldüğünün aksine daha dinamik ve etkin olduğu ortaya çıkarıldı. Yohkoh tam bir Güneş döngüsünü gözlemledi ancak 2001'de Güneş tutulması sırasında bekleme moduna girdi ve Güneş ile olan bağlantısını yitirdi. 2005 yılında atmosfere yeniden girerken yok oldu.
Günümüze kadar en önemli Güneş uzay görevlerinden biri Avrupa Uzay Ajansı ile NASA ortak projesi olan ve 2 Aralık 1995'te fırlatılan SOHO (Solar and Heliospheric Observatory) görevidir. Başlangıcında iki yıllık bir görev için planlanan SOHO 2007 itibarıyla on yılı aşkın bir süre etkinlik göstermiştir. Çok yararlı olduğunu kanıtlamasından 2008'de fırlatılacak devam görevi "Solar Dynamics Observatory" planlanmıştır. Dünya ile Güneş arasında Lagrange noktasına yerleştirilen SOHO fırlatıldığından beri değişik dalgaboylarında Güneş'in görüntüsünü sürekli olarak iletmektedir. Doğrudan Güneş'i gözlemleyebilmesinin yanı sıra SOHO özellikle Güneş'in yanından geçerken yanan birçok küçük kuyruklu yıldız dahil birçok kuyruklu yıldızın keşfine yaradı.
Tüm bu uydular Güneş'i tutulum düzlemi üzerinden gözlemlemiştir, yani yalnızca ekvator bölgelerinin detayları mevcuttur. 1990 yılında Güneş'in kutup bölgelerini incelemek için Ulysses uzay sondası fırlatıldı. Önce Jüpiter'e kadar giderek burada 'sapan' etkisinden faydalanarak tutulum düzleminin üstünde bir yörüngeye oturdu. Tesadüfen çok yakından 1994 yılında Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızının Jüpiter ile çarpışmasını izleyebildi. Ulysses planlanan yörüngesine girdikten sonra Güneş rüzgârını gözlemlemeye ve yüksek enlemlerde manyetik alan kuvvetini belirlemeye başladı. Yüksek enlemlerden çıkan Güneş rüzgârının beklenenden daha düşük olarak 750 km/s hızla hareket ettiğini buldu. Ayrıca yüksek enlemlerden çıkan, galaktik kozmik ışınlar saçan büyük manyetik dalgaların varlığını keşfetti.
Işık kürede bulunan elementlerin bolluğu gün ışığı tayflarından çok iyi bilinmektedir ancak Güneş'in içinin bileşimi çok iyi anlaşılamamıştır. Bir Güneş rüzgârı örnek getirme görevi için kullanılan Genesis uzay aracı, gökbilimcilerinin Güneş maddesi bileşimini doğrudan ölçebilmesi için tasarlanmıştı. Genesis 2004 yılında Dünya'ya döndü ancak iniş sırasında paraşütlerinden biri açılmadığı için zarar gördü. Aşırı derecede zarara rağmen bazı işe yarar örnekler ele geçirildi ve analizleri devam etmektedir.
STEREO (The Solar Terrestrial Relations Observatory) görevi Ekim 2006'da fırlatılmıştır. İki eşlenik uzay aracı Güneş'in ve koronadan kütle fırlatımı gibi olayların stereoskopik fotoğrafını çekebilecek şekilde yörüngeye sokulmuşlardır.
Günışığı çok parlaktır ve çıplak gözle kısa süreler için Güneş'e bakmak acı verici olabilir ama özel olarak normal gözler için zararlı değildir. Güneş'e doğrudan bakıldığında gözde yıldız gibi parlamalar oluşur ve geçici olarak yarı körlüğe sebep olur. Aynı zamanda retinaya 4 milliwatt gün ışığı düşmesine, böylece retinanın hafifçe ısınarak, potansiyel olarak gözlerin zarar görmesine neden olur. UV ışınlarına maruz kalma sonucu aşamalı olarak gözün lensi yıllar sonra sararır ve katarakt oluşumuna neden olabilir. Doğrudan Güneş'e bakıldığında yaklaşık 100 dakika sonra UV kaynaklı Güneş yanığı benzeri lezyonlar retina üzerinde oluşur, özellikle morötesi ışınlar yoğun ise. Gözler genç ise durum |
daha da kötüleşir, çünkü yaşlanan gözlerden daha fazla UV'den etkilenir.
Güneş'i dürbün gibi ışığı yoğunlaştıran optik cihazlarla izlemek eğer UV ışınları filtre edecek uygun bir filtre yoksa çok zararlıdır. Filtresiz dürbünler çıplak gözün aldığından 500 kat daha fazla enerjinin retinaya gelmesini sağlayacağından retina hücrelerinin hemen ölmesine neden olur. Öğlen güneşine filtresiz dürbünle çok kısa bir süre bakmak bile kalıcı körlüğe neden olur. Güneş'i izlemenin güvenli bir yolu teleskop kullanarak görüntüsünü bir ekrana yansıtmaktır.
Kısmî Güneş tutulmalarını izlemek zararlıdır, çünkü göz bebekleri aşırı yüksek kontrasta uyumlu değildir. Göz bebeği ortamda bulunan toplam ışık miktarına göre genişler, ortamda bulunan en parlak nesneye göre değil. Kısmî tutulmalarda gün ışığının çoğunluğu Güneş'in önünden geçen Ay tarafından engellenir ama ışık kürenin örtülmemiş kısımlarının yüzey parlaklığı normal günlerdeki ile aynıdır. Ortamın loş olması nedeniyle göz bebeği ~2 mm'den ~6 mm'ye büyür, ve gün ışığına maruz kalan her retina hücresi tutulmayan normalin on katı ışık alacaktır. Bu gözlemcinin gözünde kalıcı kör noktalara neden olacak şekilde hücreleri öldürebilir ya da hücrelere zarar verebilir. Hemen acı oluşmadığı için tecrübesiz gözlemciler ve çocuklar bu zararın farkına varamaz, bir kişinin görüşünün bozulması hemen fark edilmez.
Gün doğumu ve gün batımı esnasında gün ışığı Rayleigh saçılımı ve Mie saçılımı nedeniyle azalır. Dünya atmosferinden geçerken aldığı uzun yol nedeniyle çıplak gözle rahat bir şekilde seyredilebilecek kadar sönüktür. Pus, duman, toz ve yüksek nem ışığın azalmasına yardımcı olur.
Güneş'i izlemek için kullanılan ışık azaltıcı filtreler bu nedenle tasarlanır. Uydurularak yapılan filtreler UV ve IR ışınları geçirebilir dolayısıyla yüksek parlaklık düzeylerinde göze zararlı olabilir. Teleskoplarda kullanılan filtreler lensin ya da açıklığın üzerinde olmalı ama oküler mercekte olmamalıdır. Çünkü emilen gün ışığından kaynaklanan aşırı ısı bu filtrelerin ânîden çatlamasına neden olabilir. 14 numaralı kaynak camı kabul edilebilir bir Güneş filtresidir ama negatif siyah fotoğraf filmi değildir çünkü çok fazla kızılötesi ışını geçirir.
Cesária Évora
Cesaria Evora, (d. 27 Ağustos 1941 - ö. 17 Aralık 2011 Yeşil Burun Adaları) Grammy ödüllü folk şarkıcısı.
Atlas Okyanusunda, Kuzey Batı Afrika açıklarındaki bir adalar ülkesi olan Yeşil Burun Adaları’ye bağlı São Vicente, Mindelo’da doğdu. Doğduğu yer Afrika’da sömürgeleri bulunan Portekiz’in yüzyıllarca üs olarak kullandığı bir yerdi. Cesaria Evora, parlak sesi ve fiziksel çekiciliği hemen dikkat çekti, ancak bir genç kızken başladığı şarkıcılık yaşantısında umduklarını bulamadı. Barlarda şarkı söyleyerek annesine ve iki kızına baktı.
Onu dinlemek için Yeşil Burun Adaları'ye gelen Fransız menajer Jose da Silva, birlikte çalışmayı önerdiğinde Evora 47 yaşındaydı. Evora "Hiç değilse Paris'i görürüm" diyerek öneriyi kabul etti. Kendi deyimiyle "aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla" sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih eden Cesaria Evora’nın ilk albümü 1988’de yayımlandı. 1991 ve 1992’de yeni albümleri çıktığında artık 50’li yaşlarda ve hayatında ilk kez ünlüydü. Şarkılarını Portekizce ile Afrika dillerinin bir karması olan Creole dilinde söylemesine rağmen, sesinin sıcaklığı ile dünyanın her köşesinde geniş bir hayran kitlesi budu.
Sonraki yıllarda Dünya’yı dolaşıp aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde yüzlerce konser veren Evora, pek çok ödül aldı. 2003 yılında Güncel Dünya Müziği kategorisinde “Aşkın Sesi (Voz d'amor)” adlı albümüyle aldığı Grammy ödülü bunlardan biridir. Çıplak ayaklı diva olarak anılan sanatçı için bu ödüllerin belki en anlamlısı ülkesi tarafından verilen “Kültür Elçisi” unvanıdır. Sanatçı, Cape Verde'ye özel “morna” tarzı müziğin en önemli isimlerinden biridir. Şarkıları, Portekiz Fado'larından Küba ve Afrika müziklerine uzanan geniş bir yelpazeyi yansıtıyor.
Sanatçı, 17 Aralık 2011'de, Yeşil Burun Adaları’ye bağlı São Vicente adasında bulunan Mindelo’da, kalp yetmezliği ve hipertansiyon teşhisi ile kaldırıldığı Baptista de Sousa Hastanesi’nde, 70 yaşında hayata gözlerini yumdu.
HMS Bayntun (K-310)
HMS Bayntun (K-310), Kraliyet Donanması tarafından kullanılan Amerikan DE-1 refakat muhribi.
4 Mayıs 1942 tarihinde Massachusetts eyaleti Boston kentindeki Boston Donanma Tersanesi'nde kızağa konulan Amerikan Evarts sınıfı DE-1 refakat muhribi 27 Haziran 1942'de isim verilmeden denize indirildi. 20 Ocak 1943 tarihinde ödünç verme (Lend-Lease) programı dahilinde Captain sınıfı (I) bir gemi olarak İngiltere’ye transfer edildi. Trafalgar Deniz Savaşı kaptanlarından Henry William Bayntun onuruna "HMS Bayntun" adını alan tekne "BDE-1" (British Escort Destroyer-1) olarak da bilinir. Firkateyne "K-310" borda numarası tahsis edildi. Britanyalı Kraliyet Donanması hizmeti sırasında gemi dört Alman denizaltısının batırılmasında rol aldı. Bu denizaltılar sırası ile aşağıda belirtilmiştir:
22 Ağustos 1945’de Amerikan Donanması’na geri dönen gemi 1 Kasım 1945 tarihine kadar isim verilmeden hizmette kaldı. 22 Şubat 1947’de sökülmek üzere satıldı.
Fethullah Gülen
Fethullah Gülen veya nüfustaki kaydıyla Fetullah Gülen (d. 27 Nisan 1941, Pasinler), eski imam, vaiz ve yazar. 2016 yılında kapatılan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın kurucularından biri ve vakfın onursal başkanıydı. 1999 yılının Mart ayında, 28 Şubat sürecindeki Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi atmosfer sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Gülen, o tarihten bu yana Pensilvanya eyaletindeki Saylorsburg kasabasında yaşamaktadır.
50'yi aşkın kitabı, çeşitli dergilerde makaleleri ve birçok vaazı yayımlanmıştır. Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi bilmektedir.
28 Ekim 2015 yılından beri, Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan "en çok aranan teröristler" listesinin kırmızı kategorisinde yer almakta, Fethullahçı Terör Örgütü ve Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) lideri olmakla suçlanmaktadır.
15 Temmuz 2016'da Pensilvanya'dan Türk Silahlı Kuvvetlerinde bulunan takipçilerine verdiği emirle 16 Temmuz 2016 sabahına karşı Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini yıkmak için bir darbe girişiminde bulunduğu iddia edildi. 18 Temmuz 2016'da Erdoğan, Gülen'in iadesini ABD'den resmen talep etti.
65. Türkiye Hükûmeti tarafından takiye, devlet yapılarına sızma, eğitim ve kültür faaliyeti adı altında dünya devletlerini ele geçirme planları olduğu ifade edilmiş, 15 Temmuz'daki darbe girişimin birinci sıradaki faili ilan edilmiştir.
Erzurum'un Pasinler ilçesi Korucuk köyünde 27 Nisan 1941'de doğan Gülen'in babası Ramiz Bey cami imamı, annesi Refia Hanım ev hanımıdır. Gülen, altısı erkek, ikisi kız, sekiz kardeşin ikincisidir.
1945'te Kur'an öğrenmeye başlayan ve kısa zamanda Kur'an'ı hatmeden Gülen, 1946 yılında ilkokula başlamıştır. Babasının 1949 yılında Alvar köyüne imam olması ve ailesinin oraya taşınması nedeniyle ilkokulu bırakmak zorunda kalmış, sonradan Erzurum'da dışarıdan girdiği imtihan ile ilkokul diplomasını almıştır. Babası Ramiz Efendi'den Arapça dersler, Hasankale'de bulunan Hacı Sıtkı Efendi'den tecvid ve Kur'an dersleri alan Gülen, 1951'de hafızlığını tamamlamıştır. Gülen, 1954'te Erzurum'daki Kurşunlu Camii medresesinde Alvar İmamı Muhammed Lütfi'nin torunu Sâdi Efendi'den medrese dersi almıştır. İki buçuk ay içinde Emsile, Bina ve Merah'ı metin ezberleyerek okuyan ve İzhar'ı bitiren Gülen'in Kâfiye okumasına lüzum görmeyen Sâdi Efendi onu Molla Câmi'ye başlatmıştır. 1955'ten 1959’da Edirne'ye gidinceye kadar Osman Bektaş'tan fıkıh ve din eğitimi almıştır.
Askerlik öncesi ve sonrasında Edirne Üç Şerefeli Cami'de toplam dört yıl süre ile imamlık yaptı. Askerlik acemi eğitim dönemini Ankara Mamak ve usta erlik dönemini İskenderun'da tamamladı.
Askerlik sonrasında, 1963 yılında, Erzurum'a giderek bir yıla yakın ailesinin yanında kaldı. Bu sırada Komünizmle Mücadele Derneği'nin 2. şubesinin Erzurum'da kuruluşunda yer almış yönetimine girmiştir.
Edirne'deki görevi sırasında Dar'ul-Hadis Camii'nin imam odasında özel sohbetler başlattı. 1965’te Kırklareli'ne tayin olup burada bir yıl vaizlik yaptı. 1966'da İzmir'e merkez vaizliğine atanan Gülen, 1971 yılına kadar buradaki görevine devam etmiştir. 1968 yılında resmi görevlendirme ile ilk kez Hacca gitmiş; ve gezici bölge vaizi olarak da Ege Bölgesi'nin çeşitli il ve ilçelerinde vaaz ve sohbetlerde bulunmuştur. Bu dönemlerde Turgut Özal ile de tanıştı. Turgut Özal ile tanışıklığının 1960'ların ortalarında olduğunu ifade eden Gülen, Turgut Özal hakkında "sık sık Bornova camiinde vaaz yaptığımda, vaaz dinlemeye gelirdi" demektedir.
5 Mayıs 1971 tarihinde, 12 Mart döneminde askeri cuntanın isteğiyle TCK'nın 163. maddesinden tutuklandı. 7 ay tutuklu kaldıktan sonra, 5 Kasım 1971 tarihinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı ve 1974 yılında beraat etti. 23 Şubat 1972 tarihinde Edremit vaizliğine atandı aynı zamanda Manisa ilinde de vaizlik görevlerine devam etti. Gülen, daha sonra İzmir'in Bornova ilçesi vaizliği görevine atandı.
1975 ve 1976 yıllarında Anadolu’nun bazı şehirlerinde Kur'an ve İlim, Darwinizm, Altın Nesil, İçtimaî Adalet ve Nübüvvet isimli konferansları vermiştir. İlk sayısı Şubat 1979'da çıkan "Sızıntı" dergisinde önce başyazıları, daha sonra orta sayfa yazılarını da yazmaya başladı.
1980'de 12 Eylül Darbesinden sonra askeri cuntanın "İzmir ve Ege Ordu Sıkıyönetim Komutanlıkları" tarafından yakalanma emri yayınlandı. Aynı tarihte İzmir'i terk etti. Anadolu'da çeşitli illerde dolaştı, dost ve akrabalarında kaldı. 20 Mart 1981 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığındaki vaizlik görevinden istifa etti.
1986'da Hacca giderek hacı oldu. İlk sayısı 1 Temmuz 1988'de çıkan ve üç aylık periyotlarla yayın hayatına devam eden "Yeni Ümit" dergisinde başyazılar yazmaya başladı. 1989'da İstanbul ve İzmir'de Diyanet İşleri bünyesinden bağımsız, gönüllü olarak vaazlarına yeniden başladı. Üsküdar'da Ye |
ni Valide Külliyesi'nde 13 Ocak 1989 tarihinden 16 Mart 1990 tarihine kadar (62 hafta) verdiği vaazlar, daha sonra "Sonsuz Nur" adıyla üç cilt halinde kitaplaştırıldı. 1992 yılına kadar gönüllü olarak vaazlarını sürdürdü.
1990'lı yıllarda Turgut Özal, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Abraham Foxman, Morton Abramowitz, Papa II. John Paul gibi tanınmış din ve devlet adamları ile görüşmeler yapmış, Amerika'da hayatını kaybeden Cumhuriyet Halk Partisi eski genel sekreterlerinden Kasım Gülek'in cenaze namazını vasiyeti üzerine kıldırmış ve çeşitli gazetelerde röportajları yayınlanmıştır. 1995’te "Sabah"'tan Nuriye Akman ve "Hürriyet"'ten Ertuğrul Özkök'e Türkiye'nin içinde bulunduğu durum, Başbakan Tansu Çiller ile görüşmesi, İslam, siyaset, kadın ve eğitim konularında röportajlar vermiştir. Bu yıllarda ayrıca "Cumhuriyet" gazetesi ve Hikmet Çetinkaya'dan dava yoluyla almaya hak kazandığı 150 milyonluk tazminatları Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı'na bağışladı.
1999 yılı Mart ayında sağlık sorunları nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Gülen, o tarihten bu yana, ABD'nin Pensilvanya eyaletindeki Saylorsburg kasabasında yaşamaktadır.
Haziran 2008'de ABD'den "Foreign Policy" ve Birleşik Krallık'tan "Prospect" dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu "Dünya'nın ilk 100 entelektüeli" listesinde yer almıştır. Ayrıca 2013 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri olarak gösterilmiştir.
28 Şubat süreci devam ederken 1999 yılı Haziran ayında ulusal televizyon kanallarında yayınlanan bazı video görüntüleri Türkiye'deki, laik düzen yerine şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için taraftarlarını teşvik ettiği suçlamalarına neden oldu. Bunun üzerine, 22 Ağustos 2000 tarihinde aleyhinde dava açılmış, bu dava 2000 yılı Aralık ayında çıkan af ile askıya alınmıştır. 2006 yılında Terörle Mücadele Kanununda (TMK) yapılan değişiklik sonrasında Gülen'in avukatlarının başvurusu nedeniyle yeniden görülmüş, 2008 yılında "cürüm ve şiddete başvurarak teşekkül oluşturduğuna dair delil olmadığından beraat" etmiş ve karar Yargıtay Ceza Genel Kurulunca da "oybirliği ile" onanmıştır.
Ocak 2008'de devlet kadrolarına sızdıkları yolundaki iddialara değinen Gülen, bir insanın kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmesi için teşvik etmesine 'sızma' denemeyeceğini söyledi :
"Teşvik edilen insanlar da o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde Türk milletinden olmayanlar yaptılar hatta belli yere kadar geldiler. Belki endişelerinin altında o sızıntıların fark edilmiş olabileceği endişesi var. Bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de."
30 Ekim 2014 yılında gerçekleştirilen ve yaklaşık 10 saat süren MGK sonucunda Fethullah Gülen'e bağlı kurumlar ifade edilerek "legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten paralel yapılanmalar" olarak kaydedilmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan alınacak bu karar için öncesinde "Onlarla ilgili çok daha farklı bir adımı atacağız. Çünkü bu operasyon öyle lokal değildir. Geneldir ve bunun adımını atacağız. Bu ay yapacağımız Millî Güvenlik Kurulu toplantısında benim de önemli bir gündemim olacak, o da bunların yanında ülkemizi tehdit eden hangi unsurlar varsa, bunlara yönelik Millî Güvenlik Belgesi'nin gözden geçirilmesidir" demiştir. Bu karar sonrasında MGK Genel Sekreteri Seyfullah Hacımüftüoğlu tarafından Kırmızı Kitap veya Millî Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) olarak adlandırılan resmi kitaba Fethullah Gülen ile bağlantılı kurumlar PDY/PÖ (Paralel Devlet Yapılanması/Pensilvanya Örgütü) adı altında eklenmiş ve Fethullah Gülen "devlet düşmanı" olarak kabul edilmiştir. MGK'da alınan bu kararlar 24 Kasım 2014 yılında gerçekleştirilen Bakanlar Kurulunda onaylanmış ve böylece resmiyet kazanarak MGK Genel Sekreterliği'ne gönderilmiştir.
İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının talebini şu gerekçe ile uygun görüp, Fethullah Gülen hakkında yakalama kararı çıkardı. İstanbul merkezli "paralel yapı" soruşturması kapsamında Fethullah Gülen hakkında verdiği kararda, "Şüphelinin soruşturma kapsamında, örgüt kurarak yönettiği yönünde kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu, 10 yılı aşkın süredir yurt dışında olduğu ve dönmediği, şüpheliye ulaşılamaması ve savunmasının tespitinin mümkün olmaması nedeniyle terör örgütü kurma ve yönetme suçundan hakkında yakalama kararı çıkarılması şeklinde hüküm kurulmuştur" ifadeleri yer aldı.
Fethullah Gülen Cemaatinin, "Molla Muhammed" olarak bilinen Mehmet Doğan ve grubuna yönelik soruşturmada kumpas kurduğu ve usulsüzlük yaptığı iddiasıyla yürütülen soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede, Gülen'in "silahlı örgüt kurmak veya yönetmek" suçundan 15 ile 22,5 yıl, "resmi belgede sahtecilik" suçundan 3 ile 7,5 yıl ve "iftira" suçundan da 1 ile 4 yıl olmak üzere toplamda 19 ila 34 yıla kadar hapsi istenmektedir. İddianamede Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, eski emniyet müdürleri Tufan Ergüder, Ali Fuat Yılmazer, Yurt Atayün, Ömer Köse ve Mutlu Ekizoğlu'nun aralarında bulunduğu 15'i tutuklu 32 kişi de şüpheli olarak yer aldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da şüpheliler arasında yer aldığı kapatılan 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında usulsüzlükler yapıldığı ve şüphelilere kumpas kurulduğu iddiasıyla yürütülen soruşturma kapsamında Gülen hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi. Gülen, ‘Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükumetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek’, ‘silahlı örgüt kurmak veya yönetmek’ ve ‘devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından, niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri, siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etmek’le suçlanıyor.
Cemaatin kendisini bir sivil toplum hareketi olarak konumlandırması ile cemaat'in her türden kurumsal faaliyetleriini de içine alan bir kapsam genişliğine ulaşmıştır.
Gülen hareketi, Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerde eğitim ve sosyal amaçlı faaliyetler gösteren bir organizasyondur. Eğitimde Gülen tarafından "altın nesil" olarak ifade edilen bir insan modelini yetiştirme amaçlı ev, okul, dershane, kültür merkezleri, üniversite gibi kurumlar oluşturulmuştur. Ayrıca cemaatin bu faaliyetlerini finanse etmek için kullandığı, yardım organizasyonlarını gerçekleştirdiği çeşitli vakıf ve dernekleri ile ticari faaliyet gösteren basın yayın kuruluşları, hastaneleri ve finans kurumları mevcuttur.
Hareket, çeşitli toplum kesimlerince Türkiye içi ve dışında, eğitime, Türk kültürünü tanıtmaya, dinlerarası diyaloğa ve fakirlikle mücadeleye yaptığı katkılardan dolayı desteklenirken başka kesimlerince de laiklik için bir tehlike olarak görülmesinin yanı sıra siyasî ve ekonomik bir güç haline gelmesi nedeniyle de eleştirilmektedir.
Gülen'in; çeşitli konuları ele alan çok sayıda kitap, makale, kaset, görüntülü video ve şiirleri mevcuttur. Eserleri başta İngilizce, Arapça, Almanca, İspanyolca ve Rusça olmak üzere değişik dillere çevrilmiştir.
Gülen hakkında birçok biyografi ve inceleme kitapları yayınlanmış ve yurt dışındaki çeşitli kurum ve üniversitelerde hakkında akademik konferanslar yapılmış ve bu konferanslarda 200'den fazla tebliğ sunulmuştur.
Fethullah Gülen'e ait olan "Kırık Mızrap" adlı şiir kitabından alınan 11 şiir; 2005 yılında Ahmet Özhan tarafından Hüzünlü Gurbet albümünde yorumlanmıştır. 2013 yılında ise aralarında Natacha Atlas, Bahroma, Ely Bruna gibi ünlü sanatçıların bulunduğu 12 sanatçı Gülen'e ait 12 şiiri İngilizce olarak Rise Up - Colours of Peace adlı albümde yorumlamıştır.
Gülen'e göre evren bir amacı ve maksadı olan yaratma fiilinin eseridir ve varolmanın gayesi Allah'ı bilmektir ve bilim bu amaca hizmet eden bir araç olarak değer kazanır. Fethullah Gülen'e göre evrim gibi yaratılış inancına karşıt görüşlere ihtimal vermek yıkıcı bir vesvese veya bir Darwin safsatasından ibarettir.
Gülen anlatımlarında Kur'an ve siyer kitaplarından alınmış, mucize, şeytan, cin, melek gibi ruhanilere ve Ashab-ı kehf, Hızır, Lokman, Adem, Havva, Nuh gibi kişilere yer verir. Gülen'e göre Adem'in ilk insan olarak yaratılması ve Adem'in eğe kemiğinden Havva'nın yaratılması inancı sebep-sonuç ilişkisi kapsamında ele alınmaması gereken mucize yaratılışlardır.
Fethullah Gülen, "altın nesil", " asrı-saadet", "gül devri" gibi deyimleri ile idealize ettiği toplum ve idari yapıya ait düşünce ve amaçlarını ortaya koyar. Bunu başkalarının hayalini kurduğu, ama Muhammed'in gerçekleştirdiği bir nevi "fazilet devleti" olarak anlatır: "Batı'dan bize intikal eden ve ruh yapımıza aykırı olmasına rağmen bize dayatılan, bir kısım cazip taraflarının bulunmasının yanında pek çok çirkin yanları da bulunan muasır medeniyetin bizim için fazla bir şey ifade etmediği söylenebilir. Hatta çoğu yerde başkaldırmaya kaymalar, bu medeniyete karşı tepkinin ifadesi olmuştur. İslam dünyası ondan ahlaksızlık, açık saçıklık, eğlence, istihlak (tüketim) esası üzerine müesses bir iktisadi sistem, israf ve kan-irin görmüş ve ürperti duymuştur/duymaktadır. Eğer önemli bir dönemde biz, biz olabilseydik onu kendimize benzetecek, yeniden şekillendirecek, tekniğini, fennini, ilmini, metodolojisini alacak ve zararlı yanlarını atacaktık ama heyhat!!!" Bu amaca eğitim yolu ile ulaşılabileceği, örnek hayatlar yaşanarak insanlara İslamın gerçek yüzünün gösterilebileceğini düşünür ve İslam'ın siyasi bir ideolojiye dönüştürülmesine şiddetle karşı çıkan bir anlayışa sahiptir.
Şeriat ve Laiklik konusunda eleştirel ifade kullanmayan Gülen'e göre, din, İslam ve şeriat kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Gülen laik sistem içerisinde dinin %95'inin yaşanabileceğini, geriye kalan %5lik kısım için kavga çıkartılıp insanların dinden ürkütülmemesini söyler. Bir başka konuşmasında ise laiklik ve demokrasiyi "Allah'ın bize bahşettiği bi |
r nimet" olarak nitelendirmiştir.
Fethullah Gülen'in genelde Said Nursi'nin Risale-i Nur'larda ifade ettiği düşünce sistematiği içerisinde kaldığı, bazı ayrıntılarda ise ondan ayrıldığı görülür.
İhsan Eliaçık ve Edip Yüksel'e göre , Gülen'in yaklaşımlarının diğer standart İslam alimlerinden pek bir farkı yoktur. Ender Helvacıoğlu ise Gülen'i bilimsel olmamak ve gerçeküstü olaylara inanmakla eleştirir. Gülen'in 30 yıllık yol arkadaşı olduğunu iddia eden Nurettin Veren ise Gülen'in ve cemaatinin zaman içinde kadınlara , televizyona yönelik tutumundaki değişimi eleştirir. Ayrıca, Gülen'in heterodoks İslami gruplara karşı sözlerini saldırgan olarak değerlendirir.
Vilsandi
Vilsandi, Estonya'nın batısında bulunan 106,9 kilometre karelik bir alana yayılmış yüze yakın adacıktan ve merkezde bulunan Vilsaldi Adası'ndan oluşan milli parktır. Park, Estonya'nın en büyük adası olan Saaremaa'nın batısında yer alır.
Sovyetler Birliği döneminde stratejik önemi yüzüden sadece özel izinle girilebilen parkın günümüzde dikkat çeken belli başlı özellikleri, Vilsandi Adası'ndaki deniz feneri, kuş popülasyonu, yeldeğirmenleri, Sovyetler döneminden kalma eski askeri barınaklar ve gözetleme kuleleri ve çiftlik evleridir.
Köprü (anlam ayrımı)
Köprü, geçilmesi güç bir engelin iki yakasını bağlayan yapı.
Köprü ayrıca şu anlamlara gelebilir:
Tünel (anlam ayrımı)
Tünel, bir yandan öbür yana geçebilmek için yer altında açılan yoldur. Şu anlamlara da gelebilir:
Anadol
Anadol, Türkiye'de seri olarak üretilen ilk otomobil markasıdır.
Türkiye'de tasarlanan ve üretilen ilk otomobilin Anadol olduğu düşünülür. Ancak Anadol'un tasarımı İngiliz Reliant firmasınca yapılmış (Reliant FW5) ve Otosan'da bu firmadan alınan lisansla üretim yapılmıştır. Anadol'un şasi, motor ve şanzımanları ise Ford'dan temin edilmiştir.
Tasarım ve mühendislik anlamında ilk Türk otomobili ise Devrim'dir. Devrim'den daha önce de (1953 yıllarında) otomobil imali üzerinde "deneme mahiyetinde" diye adlandırabileceğimiz çalışmalar olmuştur, buna karşın Devrim'e ilk Türk yapısı ve hattâ ilk Türk tipi otomobil gözüyle bakılabilir.
Türkiye'de seri üretime geçen ilk otomobilin Anadol olduğu iddia edilse de bu unvanın esas sahibi Nobel 200 isimli bir küçük otomobildir. Dünyanın birçok ülkesinde lisansla üretilen bu otomobil ;Türkiye, İngiltere ve Şili'de Nobel, Almanya ve Güney Afrika'da Fuldamobil, İsveç'de Fram King Fulda, Arjantin'de Bambi, Hollanda'da Bambino, Yunanistanda Attica, Hindistan'da Hans Vahaar markalarıyla yollara çıkmıştır. Türkiye'de montajına 1958 yılında başlanan bu küçük otomobilin üretimine 1961'de son verilmiştir. Dünya'da ise 1950-1969 yılları arasında üretimde kalmıştır. (bkz Fuldamobil)
Vehbi Koç tarafından 1928 yılında kurulan Otokoç, 1946 yılında Ford Motor Company'nin temsilcisi olmuş, 1954'ten sonra da Türkiye'de bir otomobil üretmek için Ford temsilcileri ile görüşmeye başlamıştır. 1956 yılında Vehbi Koç, dönemin başbakanı Adnan Menderes'ten bir mektup alarak Bernar Nahum ve Kenan İnal ile Henry Ford II'ye gitti.
Bu temaslar işe yaradı ve işbirliği yapılmasına karar verildi. 1959 yılında Koç grubu Otosan'ı kurdu. Ford kamyonların montajı Otosan'da başladı.
1963 yılında Bernar Nahum ve Rahmi Koç İzmir Fuarı'nda iken İsrail yapımı bir fiberglas araç dikkatlerini çekti. Saç kalıp üretimine göre çok ucuz olan bu yöntem yerli otomobil üretimine başlama konusunda Vehbi Koç'u cesaretlendirdi. 19 Aralık 1966'da piyasaya çıkmış ve kendisini ilk Türk otomobili olarak ilân etmiştir.
Koç Holding ve Ford ortaklığıyla üretilen Anadol'un tasarımı İngiliz Reliant firmasına ait olup araçta Ford firmasından tedarik edilen şase ve motorlar kullanılmıştır. Anadol'un üretimi 19 Aralık 1966'da başlamıştır.
Anadol adı Anadolu kelimesinden gelmekte olup açılan isim yarışması sonucunda finale kalan, Anadolu, Anadol ve Koç arasından seçilmiş ve Otosan Otomobil Sanayi A.Ş. tarafından İstanbul'daki fabrikada üretilmeye başlamıştır. Anadol'un amblemi Hititlilerin geyik heykellerinden birini sembolize etmektedir. 1966’dan 1984’e kadar devam eden Anadol üretimi, 1984'te durdurulmuş bunun yerine Ford Motor Company lisansı altında dünyada üretimden kalkmış olan Ford Taunus'un üretimine başlanmış, ancak Otosan 500 ve 600D pikap üretimi 1991 yılına kadar devam etmiştir. Bugün, Otosan Ford Motor Company lisansı altında Ford hafif ticari araçlarının üretimine Gölcük’teki yeni tesislerinde devam etmekte ve başta Avrupa Birliği olmak üzere pek çok ülkeye Ford Motor Company lisanslı otomobil ihracatı yapmaktadır.
Anadol'un üretimi 19 Aralık 1966'da başlamış olsa da, satış ve trafik tescili için gerekli olan "Yeterlilik Belgesi" ve "Araçların imal, tadil ve montajı hakkında teknik şartları gösteren Yönetmelik" onayı Makina Mühendisleri Odası'ndan 28 Şubat 1967 tarihinde alınmış ve dolayısı ile Anadol satışları bu tarihten sonra başlamıştır.
Anadol'un ilk modelleri İngiliz Reliant ve Ogle Design tarafından tasarlanmıştır. Bütün modellerinde kaportası cam elyafı ve polyesterden yapılan Anadol'da motor olarak da Ford motorları kullanılmıştır. İlk kullanılan motor, Ford'un Cortina modelinin 1200 cc'lik Kent motorudur.
1966 Aralık ayında satışa sunulan Anadol 1984 yılında üretimi durdurulana kadar 87 bin adet satılmıştır. Az sayıda kalan örnekleri, günümüzde klasik kabul edilmekte, meraklıları tarafından korunmakta ve kullanılmaktadır. Ayrıca ortadan kesilerek kamyonet yapılmış biçimleri ile adını aldığı Anadolu'nun küçük şehirlerinde halen kullanılmaktadır. Ayrıca İngilizler Anadol’un aynısını Yeni Zelanda’da üretmek için çaba göstermiş olup, günümüzde Yeni Zelanda’ya ait bir adada kullanılan Anadol'a rastlanmaktadır.
Gövdenin fiberglas olması, öküz, keçi ve eşekler tarafından yenildiği yönünde söylemlere neden olarak kaportası için olumsuz dedikodular yayılırken, dünyada bu teknoloji kullanılıyordu.
Anadol A1, Otosan Otomobil Sanayi A.Ş.’nin siparişi üzerine "FW5" kodu ile İngiliz Reliant Firması tarafından geliştirilmiş ve üretimine 19 Aralık 1966’da başlanmıştır. A1’in dizaynı ise İngiliz Ogle Design firmasından Tom Karen tarafından çizilmiştir. A1 üretiminde ilk olarak Ford Cortina'nın 1200 cc'lik 1959 model Kent motoru kullanılmış, 1968’de bu motor daha güçlü 1300 cc Ford Crossflow motor ile değiştirilmiştir. 1969’da gösterge panosu yenilenmiş, direksiyon daha ergonomik bir hale getirilmiştir. 1971’de o günün modası olarak kabin tavanı vinil ile kaplanmıştır. Bu dizayn MkI tipi olarak Nisan 1972’ye kadar bu şekilde kalmıştır.
1971’de İzmir’de düzenlenen Akdeniz Oyunları için geliştirilen A1 modeline “Anadol Akdeniz” adı verilmiş ve bu modelin üretimine 1972’de başlanmıştır. MkII olarak adlandırılan bu modelde farların yuvarlak şekli yerini dörtgen farlara bırakmış, vites bloğu ve tamponlar yenilenmiştir. Yeni dizaynda tamponlar gövdenin bir uzantısı haline gelmiş, ön ızgara değişmiş, farlar ve sinyaller dörtgen hale getirilmiş, sinyal ve stop lambaları üçgen bir şekil almıştır.
Kabin içi de ciddi bir değişikliğe uğramış, gösterge tablosu ve ön konsol, koltuklar değişmiş, kullanılan malzemelerin kalitesi yükseltilmiştir. 1972’den itibaren Anadol’un Coupé’sinde kullanılan bu standart, A1 üretiminin sonuna kadar (1975) aynı kalmıştır.
Cam elyafı ve polyesterden ümal edilen bu 5 kişilik araç gövdesi, H-tipi tam çelik şasi üzerine oturtulmuştur.
Coupé olarak başlayan Anadol üretimi 1973 sonlarından itibaren sedan ve estate versiyonlarının da ilavesi ile devam etmiştir. Şasi, helezonlu bağımsız ön süspansiyon ve makaslı arka aksın üzerine kurulmuştur. Frenler ise önler disk, arkalar tamburdur. Direksiyon sisteminde ilk modellerde “recirculating ball” (döner bilyalı direksiyon kutusu) sistemi kullanılmış, daha sonra (1970) kremayerli (rack-and-pinion) sisteme geçilmiştir.
Anadol A1 üretimine 1975 yılında son verilmiş ve toplam 19.724 adet üretilmiştir.
Anadol A1 aynı zamanda Türkiye’nin ilk ralli arabası, Anadol Ralli Takımı (ART) da ilk ralli takımı olarak tarihe geçmiştir. Türkiye’nin ilk resmi rallisi olan 1968 Trakya Rallisi’ni kazanan A1 takımı ve ünlü pilotlar Renç Koçibey ve Demir Bükey’dir. İskender Atakan, Claude Nahum, Mete Oktar, Şükrü Okçu ve Serdar Bostancı’yı da diğer ünlü A1 pilotları olarak sayabiliriz. Bir başka A1 fanatiği de ünlü ralli pilotu Romolo Marcopoli’dir. 1968’de bir başka ünlü Türk pilot İskender Aruoba 30.000 km’lik ve 8 ay süren Avrupa-Afrika-Asya Rallisine Anadol A1’i ile katılmış ve başarı ile tamamlamıştır.
Genel Bilgiler
Karoser ve Boyutlar
Motor Özellikleri
Şanzıman ve Aktarma
Yürüyen Aksam ve Frenler
Anadol A2 serisi, Türkiye’nin ilk 4 kapılı otomobili olmakla beraber, dünya da tamamı fiberglas gövdeye sahip ilk 4-kapılı sedan otomobili olarak tarihe geçmiştir. Prototipi 1969 yılında geliştirilen A2, 1970’te üretilerek piyasaya sürülmüştür..
A2 serisinde Ford Cortina'nın 1300cc'lik Kent motoru kullanılmıştır. Tek parça ön koltuğu ile tanınan bu ilk A2 modelleri teknik olarak A1 modelleri ile aynı donanıma sahiptiler. Az sayıda üretilen MkI tipi, 1972’den itibaren gövde yapısı A1 ile aynı hale getirilen ve MkII olarak üretilen A2 (burun, ızgara, far ve sinyaller) 1975 yılı sonuna kadar aynı şeklini korudu. 1976’dan itibaren SL modeli yeni A2 versiyonu olarak piyasaya sürüldü. SL’deki en önemli değişiklikler ön farlar ve arka stoplarda idi. Dörtgen arka stoplar ile yeni bir görünüm kazanan A2’nin kabin içi de yeni gösterge panosu, ön konsol ve kabin içi kullanılan malzemeler de tamamen yenilendi.
Ayrıca A2, aracın güvenliğinin artırılması amacıyla çarpışma testine (crash test) tabi tutulan ilk Türk otomobilidir.
A2 aile arabası olarak dizayn edilmiş olsa da, ticari olarak da büyük bir sükse yaptı ve 35.668 adetlik bir satış performansına ulaşarak en fazla satılan Anadol modeli oldu (A2 olarak 1970-1975 arası 20.267 adet, A2 SL olarak 1976-1981 arası 15.401 adet). A2 üretimi 1981’de sona erdi ve yerine A8-16 modeli üretilmeye başlandı.
İlk prototipi 1972’de geliştirilen STC-16, sadece 1973 ve 1975 yılları arasında ür |
etildi. STC-16 Eralp Noyan tarafından dizayn edildi. Böylece 1961’de dizayn edilen Devrim (otomobil)’den sonra, Türkiye’de dizayn edilerek üretilen ve seri üretimi gerçekleşen ilk otomobil unvanını aldı.
1971’de Otosan’ın Genel Müdürü olan ve Vehbi Koç’un damadı Erdoğan Gönül, Otosan yönetimini ikna ederek, seri üretime geçilmesi onayını aldı. STC-16 üst gelir seviyesindeki kullanıcıları ve uluslararası rallilerde Anadol markasına prestij sağlamayı hedeflemişti. Belçika’daki Kraliyet Sanat Akademisi (Royal Fine Arts Academy) mezunu olan Eralp Noyan’ın başında olduğu bir ekip tarafından çizilen STC-16, o yıllar gözde spor araba modelleri olan Datsun 240Z, Saab Sonett, Aston Martin, Ginetta & Marcos modellerinden esintiler taşımaktadır. Eralp Noyan, aracın iç ve dış dizayn karakteristiğini II. Dünya Savaşı’nın gelişmiş uçağı olan “Supermarine Spitfire”dan esinlenerek çizdiği ifade edilmektedir
STC-16 üretim bandına A4 kodu ile konmuş, kısaltılmış ve modifiye edilmiş Anadol şasi ve süspansiyon sistemi ile 1600cc’lik Ford Mexico motoru kullanılmıştır. Şanzıman olarak ise yüksek performanslı İngiliz Ford Cortina ve Capri modellerinin şanzımanları kullanıldı. STC-16’nın ön konsol ve gösterge tabloları, o yılların gözde İtalyan ve İngiliz spor arabalarından hiçbir farkı yoktu. Kilometre ve devir saati dışında, o dönemin yeni detaylarından, sıfırlanabilen mesafe göstergesi, Lucas ampermetre, Smiths yağ, benzin ve hararet göstergeleri konulmuştu.
11 ay süren proje geliştirme safhası sonunda, test sürüşleri için ilk olarak 3 adet STC-16 prototipi hazırlandı.
Test alanları olarak Cengiz Topel havaalanı ile E-5 karayolunun İstanbul-Adapazarı bölümü seçildi. STC-16’nın ilk çarpışma testleri de bu dönemde yapıldı.
Daha sonra STC-16, test sürüşleri için Otosan Üretim Müdürü Nihat Atasagun tarafından İngiltere’ye M.I.R.A pistine götürüldü. STC-16 İngiltere’deki deneme sürüşlerinde ve görüldüğü otoban ve caddelerde, bir İngiliz markasının yeni spor modeli sanılarak büyük ilgiyle karşılandı ve dikkat çekti. Taşıdığı “320-E” test plakası nedeniyle birçok yerde durdurularak bu yeni model hakkında bilgi istendi. Bu testler sırasında pek çok İngiliz pilot tarafından denendi, performans, sürüş ve sürüş emniyeti açısından öneriler alındı ve bu öneriler doğrultusunda değişiklikler yapıldı. Ve, sonunda Nisan 1973’te ilk Türk yapımı spor otomotivi STC-16 üretim bandından inerek show-room’lardaki yerini aldı.
STC-16 isminin “Sport Turkish Car 1600”ün kısaltması olduğu gibi, bu açılımın aynı zamanda “Sport Touring Coupé 1600” anlamında olduğu da ifade edilmektedir. Gençler ise bu açılımı “Süper Türk Canavarı 1600” olarak benimsemişlerdir.Geriye kalan araç sayısı bilinmemekle beraber yaklaşık 70 kadar STC-16'nın yollarda olduğu tahmin edilmektedir.
Ne yazık ki, STC-16 üretimi 1973’teki global petrol krizinin yol açtığı ekonomik kriz nedeniyle uzun sürmedi. Benzin fiyatlarındaki aşırı artış ve bir petrol türevi olan fibre-glass maliyetlerindeki artışlar STC-16’nın üretim maliyetlerinin aşırı yükselmesine neden olduğu gibi, bu maliyetlerde yapılacak üretim sonrası satışların sadece yüksek gelir grubuna hitab etmesi ve aracın benzin tüketiminin yüksek olması bu arkadan itişli spor modelin üretim ömrünün çok kısa olmasına neden oldu. O yıllarda, diğer Anadol modellerinin 50.000-55.000 TL olmasına karşılık STC-16 fiyatları 70.000 TL’nin üzerinde idi. Bu nedenle STC-16 müşterileri sadece ralli pilotları, spor araba meraklıları olarak kaldı.
Ancak, STC-16 o dönemin gençleri arasında haklı bir üne kavuştu. Geliştirilmiş ve modifiye edilmiş versiyonları Türkiye ve Dünya rallilerinde birçok yarışa girdi ve kazandı. Ralli için geliştirilen modellerde ağır şasi yerine daha hafif şasi ve 140 HP gücünde modifiye motorlar kullanılmıştır. En bilinen STC-16 pilotları olarak; Renç Koçibey, Demir Bükey, Romolo Marcopoli, İskender Aruoba,Cihat Gürkan, Ali Furgaç, Şevki Gökerman, Serdar Bostancı, Murat Okçuoğlu, Cüneyd Işıngör, Mehmet Becce, Hızır Gürel, Derya Karaköse ve Osman Arabacı’yı sayabiliriz.
1973 ve 1975 arasında devam eden STC-16 üretimi sırasında toplam 176 araç üretilmiş olup, bunların büyük bölümü 1973’te üretilmiştir. Renk olarak genelde “Alanya Sarısı” olarak üretilen STC-16’lar bu renkle de özdeşleşmiştir. Az sayıda da olsa; dönemin spor arabalarında kullanılan beyaz şeritli kırmızı veya mavi şeritli beyaz renkli olanları da mevcuttur.
Genel Bilgiler
Karoser ve Boyutlar
Motor Bilgileri
Şanzıman
Genel Performans
Yürüyen Aksam
SV-1600 üretim bandından 1973 yılının sonunda, A5 kodu ile dünyanın ilk fibre-glass gövdeli 5-kapılı station wagon (estate) arabası olarak indi. 4-kapılı Anadol modellerinden çok farklı bir dizayn ve görünüşe sahip olan SV-1600’ün esin kaynağı Reliant’ın “Scimicar Sports-station Coupé” modelidir. Motor olarak 5 ana yataklı 1600cc’lik Ford (I-4) Kent, 4 silindir OHV motorla donatılmıştır.
Aracın birçok detayı, üretildiği dönemin station wagonlarındaki Bertone ve Pininfarina dizayn özelliklerini taşımaktadır. SV-1600’ün özellikleri olarak, tek renk dış boya ve station otolarda bir yenilik olarak ön spoiler gösterilebilir.
Bir süre sonra, daha lüks versiyonları piyasaya çıkmış, bunlarda iki renkli dış boya ve yeni iç dizayn kullanılmıştır. 1976’dan itibaren SV-1600’lerde aluminyum alaşımlı jantlar, yeni tip direksiyon, yeni dizayn yan aynalar kullanılmış, dış boya ise yanlarda siyah-beyaz şeritli tek renk olarak üretimiştir. Araç içi dizaynında ise, bagaj hacmini genilşletmek amacıyla sökülür-takılır koltuk modeli uygulanmıştır.
SV-1600 üretimi 1982 yılında durdurulmuş olup toplam 6.499 adet üretilmiştir.
Anadol Böcek, o yıllarda Otosan Araştırma ve Geliştirme Bölümünde çalışan Jan Nahum tarafından dizayn edilmiştir. Jan Nahum, daha sonraki yıllarda Otokar, Tofaş, FIAT/İtalya ve Petrol Ofisi gibi şirketlerde Genel Müdür ve CEO olarak da görev yaptı. Babası Bernar Nahum ise Koç’un ortağı olarak Otosan Firmasının kuruluşu, Anadol A1 modelinin geliştirilmesi ve üretiminde çok önemli rol oynamıştır. Bu aileden Claude Nahum da hem Anadol A1 ralli pilotu olarak, hem de Otosan Anadol Wankel motor projesi ve geliştirilmesinde önemli çalışmalar yapmıştır. Kendisi bugün, Karsan Otomotiv Sanayi’nin de sahibi olan Kıraça Şirketler Grubu’nun kurucu ortağıdır.
Anadol Böcek üretim bandından A6 kodu ile 1975’te indi. Böcek, aslında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin isteği doğrultusunda geliştirildi. Volkswagen “Buggy” modeli ile benzerlikler taşımasına karşın, konsept ve karakteristik olarak değişik bir dizayn ile üretilmiştir. Otosan, o yıllarda artan turizm potansiyelini ve sayıları gittikçe çoğalan tatil köylerini de düşünerek, aracın halktan da göreceği talebi de dikkate almıştı. Üstü açık, kapısız, ön camı kaputla aynı eğimde olan dizayn, değişik gösterge paneli ve konsol aracın en önemli konsepti idi. Aynı eğimdeki kaput ve cam dizaynı, ileriki yıllarda ortaya çıkan SUV araçlara da esin kaynağı olmuş, döneminin ilerisinde kabul edilen panel ve konsol dizaynı, daha sonraki yıllarda pek çok Avrupalı üreticinin otomobil dizaynında esin kaynağı olmuştur.
Anadol Böcek 1298cc ve 63 HP Ford motor ile üretilmiş, hafif ve küçük kasası nedeniyle yüksek performans elde edilmiştir. Döneminin pop-art dizaynına paralel olarak asimetrik ön ve arka görünüşü, yine asimetrik ön panel, arkada sağda 2, solda 3 stop lambası, ön cam üzerindeki 5 açılı dikiz aynası 225/55/13 ebadında lastikleri, fiber üzerine vinil kaplı koltukları ile alışılmışın dışında bir görünüme sahipti.
Anadol Böcek, kullanım ve isteklere göre değişik versiyonlara sahiptir: TRT dış çekimleri için martı kanat kapılı versiyonu, off-road versiyonu, itici/çekici versiyonu ve askeri versiyonu bulunmaktadır.
Anadol Böcek üretimi de, STC-16 gibi şanssız bir döneme rastgelmiştir. Döneminin çok ilerisinde dizayn edilen her iki model de petrol krizinden kaynaklanan Dünya’daki ve Türkiye’deki ekonomik sıkıntılar nedeniyle talep yaratamamış ve üretimleri askıya alınmıştır.
1975 ve 1977 yılları arasında üretilen Böcek modeli sayısı sadece 203’tür.
4-Kapılı A8-16 serisinin üretimi 1981’de başladı. A8-16 modelinin esin kaynağı o dönemin SAAB ve Volvo markalarının modelleri olmuştur. Bu modellere özgü geniş farlar, eğik burun, küt ve yüksek arka kesim gibi öncü detaylar A8- 16 dizaynında da kullanılmış, ancak, 1981 yılına göre biraz modası geçmiş olan ve Böcek’te kullanılan arka stoplar, aracın bu yenilikçi felsefesine uygun düşmemiştir. Aracın ön dizaynından dolayı A8-16 model halk arasında “Baltaburun” olarak da tanınmaktadır. Kabin içi dizayn da pek çok geleneksel Anadol müşterisine ters gelmiştir. 1973’te dizayn edilen SV-1600’ün kapı, cam ve çerçeveleri A8-16’da da kullanılmış, bu da potansiyel alıcılarda yeni çizgilerine rağmen bir toplama model hissi uyandırmıştır.
1981 ve 1982 yılı üretimlerinde yüksek performanslı 1.6 Pinto E-Max motor kullanılmış olsa da, bu araca bir albeni kazandırmaya yeterli gelmemiştir. Durum böyle olunca, üretim masraflarını azaltmak amacıyla 1983 ve 1984 üretimlerinde üretim bandına alınan Saloon 16 modelinde tekrar eski Ford (I-4) Kent, 4 silindir OHV, 5 ana yataklı 1600cc’lik motor kullanılmıştır.
A8-16 modeli 1981-1984 yıllarında sadece 1.013 adet üretilmiştir.
Anadol kamyonetle ilgili ilk çalışma 1970 yılında başladı. Aslında, ilk kamyonet üretme fikri, Otosan fabrikasında bir Anadol A1' in malzeme taşımak amacıyla tadil edilmesiyle ortaya çıktı. Bernar Nahum fabrikada kısımları dolaşırken bu aracı görerek, görüntüsünü pek beğenmemekle birlikte böyle bir aracın hafif ticari taşımacılıkta kullanılabileceği fikrini ortaya attı.
O tarihlerde, sanayileşmenin ve dışa açılmanın ilk yıllarında iç ticaretin de gelişmesi, özellikle küçük esnafın hafif yük taşınmasında “kamyonet” (pick-up)’lere olan ilgisini artırmaya başlamıştı.
Bunun üzerine fiberglas atölyesinde çalışmalara başlandı ve önce bir miktar yekpare fiberglas gövdeli (kabin ve kasa) kamyonet yapıldı. Ancak bu aracın üretim ve kullanımının pratik olmaması nedeniyle saç kasalı fiber |
kupalı kamyonet üretimine geçildi.
1971 yılında seri üretimi başlayan Anadol kamyonetler P2 koduyla Otosan 500 olarak piyasaya çıkmış ve 1300cc benzinli motorla donatılmıştır. 1980’den itibaren 1300cc’lik benzinli motorla beraber 1200cc’lik Erk dizel motor da üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra ise Ford Taunus’larda da kullanılan 1600 cc'lik Ford OHC benzinli motor, çift boğazlı Weber karbüratörle birlikte kullanılmıştır. Ayrıca aracın iç mekanı tekrar dizayn edilmiş, dönemine göre oldukça modern bir konsola kavuşturulmuştur. Parçalar plastikten olmasına karşın, bir kamyonet için o yıllarda lüks bile sayılabilirdi. Ön panel göstergeleri Smith marka yerine Endiksan ile değiştirilmiş, göstergelerindeki rakamlar sarı'dan beyaza döndürülmüştür. Isıtma kontrol çubukları da yatay değil, dikey yerleştirilmiştir. Direksiyon simidi de yenilenmiş, direksiyonun ortasındaki geyik amblemi büyütülmüştür. Aynı amblem jantların ortasındaki plastik kapakçığın üzerinde de yer alır. 83 sonrası modeller P2 Otosan 600D olarak piyasaya çıkmış, 4 silindirli, düz, üstten kamlı 1900 cc ERK diesel motorla donatılmıştır. Ön kaput formunda da değişikliğe gidilmiş, kaput üzerindeki oluk çizgisi yerini şişkin bir forma bırakmıştır.
Anadol kamyonetler geçirdiği ufak tefek dizayn değişiklikleri ile 1971'den 1991 yılına kadar 36.892 adet üretilmiştir.
PTT gibi pek çok kamu kuruluşu yıllarca Anadol pick-up ile hizmet verdi. Ancak, Anadol kamyonet’e olan talep o kadar arttı ki, talebin karşılanmadığı noktada özellikle A2 modellerinin kesilerek kamyonete dönüştürülme dönemi başladı. Mevzuatın da ruhsat tadilatı ile destek olduğu bu dönemde, binlerce Anadol otomobil kamyonet’e dönüştürülerek trafiğe çıktı.
Bugün bile, Türkiye’nin hemen hemen her köşesinde Anadol kamyonetler hizmet vermeye devam etmektedir.
Otosan Dizayn ve Geliştirme Bölümünde Claude Nahum’un başkanlığında çalışan yetenekli mühendis grubu, boyutları küçük olmasına karşın 100 HP güç üreten bir Wankel motor geliştirdiler. Ancak bu geliştirilen motor, yüksek araştırma geliştirme masrafları ve Wankel motorunun bilinen ve çözülemeyen problemleri nedeniyle Anadol modellerinde hiçbir zaman kullanılamamıştır. Bugün, geliştirilen bu motorlardan biri Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenmektedir.
1977’de Marcello Gandini FW11 modelini Anadol ve Reliant için dizayn etmiştir. Reliant bu dizaynı geliştirerek Scimitar SE7 modelini üretime almış ve piyasaya sürmüştür. FW11’in 4 adet prototipi üretilmiş ve bunlardan ikisi Anadol markası ile Türkiye’ye, diğer ikisi de Reliant markası ile Birleşik Krallık'a gönderilmiştir. Türkiye’ye gelen prototiplerin biri beyaz, diğeri de mavi renkliydi. FW11, modern dizaynı ve o döneme göre fazla lüks sayılabilecek aksesuarlar içeriyordu. Mesela, o dönem üretilen hiçbir arabada olmayan elektrikli camlar buna örnek olarak verilebilir. Dolayısıyla, üretim maliyetleri oldukça yüksek olan bu modelin üretimi rafa kaldırılmıştır. Koç Holding, bu gelen prototipleri uzun yıllar depolarında tutmuştur. FW11 modelinden bir tanesi 2004 yılından beri Rahmi M. Koç Müzesi’nde sergilenmektedir.
Reliant ise Otosan’ın projeyi rafa kaldırmasından sonra, FW11 modelini Reliant Scimitar SE7 olarak üretmiştir.
FW11 projesini daha sonra Fransız Citroen firması satın almış, fiber yerine aluminyum kullanılarak bazı değişiklikler yapmış ve Citroen BX adı ile “best-seller” modelini yaratmış ve 12 yıl boyunca üretimine devam etmiştir.
1970’lerin sonuna doğru, Jan Nahum yeni bir Anadol dizaynı için birçok prototip çalışması yaptı. Ancak ortaya çıkan bu prototiplerden büyük kısmı hiçbir zaman üretim aşamasına geçemedi.
Otosan, bu dönemde, dünya otomobil endüstrisini yakından takip etmekte ve araç gövdesinde kullanılan fiber malzemeyi zamanla azaltacak modern bir model yaratma çabası içindeydi. Jan Nahum bu çabayı gerçeğe dönüştüren bir model geliştirdi. Bu modelde kaporta, çelik iskelet üzerine monte edilen fiber malzemeden yapılmış ve Claude Nahum tarafından geliştirilen 100 HP’lik Wankel motor yerleştirilmişti. Bu modele “ÇAĞDAŞ” ismi verildi.
Çağdaş ve yaratıcısı Jan Nahum, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nce verilen “Endüstriyel Tasarım” ödülüne layık görüldü . Medya uzun süre bu yeni modelle ilgili çok olumlu haberler yaptı ve Çağdaş’ın üretimine 1980 veya 1981’de başlanacağı söylendi. Ancak, 1980’lerdeki politik, sosyal ve ekonomik çalkantılar nedeniyle bu proje hiçbir zaman gerçekleşemedi.
Çağdaş’ın üretilen tek prototipi bugün Rahmi M. Koç Müzesi’nde sergilenmektedir.
A9, bir Bertone dizaynı olarak 1980’lerin başında ortaya çıktı ve Anadol’un en son prototipi oldu. 4-kapı ve sedan bir model olan A9 modern bir dizayna sahipti. Aracın arka görünüşü, sonralarda geliştirilen Peugeot 405’e, ancak aracın tamamının görünüşü 1980’lerin ortalarında piyasaya sürülen Volvo sedan’larla büyük benzerlikler taşımaktaydı. Jantlar da ilerici bir anlayışla dizayn edilmişti. Bu tip jantlar daha sonra 1985’lerde piyasaya çıkan Avrupa modellerinde kullanılmıştır. A9 için ayrıca yeni ve modern bir logo da geliştirilmişti
Ancak A9 da, FW11 ve Çağdaş modelleri gibi çeşitli nedenlerle üretim bandındaki yerini alamadı. Üretilen prototip de ortadan kaldırıldı.
Anadol markası ile üretim, Otosan’ın Ford Motor Company ile yaptığı yeni üretim anlaşmaları sonucu 1984’de durduruldu. Otosan bugün Ford binek araçları üretimi yapmaktadır.
Saho
Kuşi dili; Etiyopya'daki Afar'a çok yakın olan bu dil Massaua bölgesinde çobanlık yapan Saholar tarafından konuşulur.
Sakalavalar
Sakalavalar, Malaya-Polinezya dili konuşan ve özellikle Madagaskar'ın batı kıyısında yaşayan yaklaşık 380.000 nüfuslu etnik topluluktur.
Gagra
Gagra (, Abhazca ve Rusça: Гагра, Abhazya’da bir kent. Kafkas Dağları eteklerinde, Karadeniz'in kuzeydoğu kıyısında 5 km’lik bir alana yayılır. Gagra, yarı tropikal iklimi nedeniyle Çarlık Rusya'sı ve Sovyet dönemlerinde ünlü dinlenme ve sağlık merkezlerinden biriydi.
Gagra kentinin 1989 sayımına göre nüfusu 26.636 idi. Ancak burada yaşayan Gürcüler tamamen göç ettirildi ve bugünkü nüfusu kesin olarak bilinmemektedir.
Gagra, Yunan koloniciler tarafından "Triglite" adıyla kuruldu. İlk sakinleri Yunanlar ve Kolhardı. MÖ 1. yüzyılda Roma yönetimi altına girmeden önce Pontus Krallığının egemenliği altına kaldı. Roma döneminde "Nitica" olarak adlandırıldı. Bu dönemde Gotların ve başka istilacıların saldırılarına maruz kaldı. Roma’nın ardından Gagra’yı Bizans ele geçirdi. Cenovalı ve Venedikli tacirlerin önemli limanlarından biri oldu. Gagra limanından kereste, bal, balmumu ve köle gönderiliyordu. Gagra adı, ilk kez İtalyan Pietro Visconti'nin 1308'de yaptığı haritada görülür. Bu harita günümüzde Venedik’te San Marcos Kütüphanesi'nde korunmaktadır.
Gagra, 16. yüzyılda Abhazya’nın diğer bölgeleriyle birlikte Osmanlı Devleti tarafından fethedildi. Osmanlı döneminde Sohumkale önemli bir liman ve askeri garnizonken, Gagra önemsiz bir yerleşme olarak kaldı. 1812 Bükreş Antlaşması gereğince, güneyde Bzıb ırmağı ağzından kuzeyde Kuban ırmağı ağzına değin uzanan Karadeniz kıyı kontrolü Osmanlı Devleti'ne bırakıldı. Bu antlaşma gereğince, Bzıb ırmağı iki devlet arasında sınır olarak kabul edildi. Bzıb ırmağı güneyinden Poti limanına değin uzanan Karadeniz kıyıları, Abhazya sahilleri de dahil Rus kontrolüne verildi. Gagra ise, Rusya sınırları dışında,yani Osmanlı desteğindeki Çerkesya sınırları içinde bulunuyordu. Gagra 1830'larda Rus işgaline uğramışsa da, çevredeki halkın (Pshu), Çerkeslerin direnişi 1864 yılı Mayıs ayına değin sürdü. 1866 yılında Gagra’da sadece 336 erkek ve 280 kadın yaşıyordu. Bunların çoğu da görevli askerler ve aileleriydi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osmanlılar geçici olarak Gagra'yı ele geçirdiler. Ancak Rusya Gagra beldesini yeniden ele geçirdi.
Gagra yöresi, 1864'te etnik temizliğe uğradı ve yerli halkı olan Abhazlar Osmanlı imp. topraklarına gönderildi, yöre Kuban oblastının Rus "Kuban Ordusu Yönetim Bölgesi" içinde yer aldı; sürülenlerin yerine Ruslar yerleştirildi. Gagra, 1896 yılı sonrasında Kutaisi ili'ne bağlı Sohum okruguna bağlandı. Şimdi Abhazya Cumhuriyeti sınırları içindedir.
Gagra Çarlık Rusya'sı ve Sovyet döneminde önemli bir dinlence ve sağlık merkezi işlevini kazandı. Sanatoryum ve yeni oteller inşa edildi. Burada aynı zaman bir askeri üs kuruldu. 1992-1993 arasındaki savaşta Gürcü birlikleri, yenilerek Gagra'dan çekildiler.
Gagra, aynı adlı kentsel rayonun da (ilçe) merkezidir. Gagra kentsel rayonu, Abhazya’nın batı kesimini oluşturur ve Rusya’nın Krasnodar Kray’ı ile sınırı oluşturan Psov ırmağına değin uzanır.
Abaata Kalesi (4-5. yüzyıl) kalıntıları, Abhazya'nın en eski kilisesi olan Meryem Ana Kilisesi, Marlinsky Kulesi (1841), görülecek başlıca yerlerin başında gelir.
Pasaport
Pasaport yabancı ülkelere gidecek olanlara yetkili kuruluşça verilen, yabancı ülke yetkililerinin kimlik incelemesinde geçerli olan belgedir.
Türkiye'de bordo, yeşil ve gri pasaportlar İl Emniyet Müdürlükleri tarafından yurtdışında ise dış temsilciliklerce (örn. konsolosluk) verilirken, siyah pasaport verme yetkisi Dışişleri Bakanlığı'ndadır. Pasaport Kanunu 15 Temmuz 1950'de kabul edilmiştir (5682 sayılı kanun). Pasaport Kanunu'na göre Türkiye'ye giriş için 3 zorunluluk vardır: giriş kapılarından girme, pasaport veya onun yerine geçen bir belge bulundurma, vize (sadece yabancılar için). Giriş çıkışlar ancak Bakanlar Kurulunca saptanır ve kara, hava, demir, deniz yollarını kapsar. Özellikle kara yolundaki giriş çıkışlarda kontrol komşu devletle karşılıklı gerçekleşir. Bakanlar Kurulunca belirlenmiş yollar dışında giriş çıkışlar yasaktır ve uymayanlar cezalandırılır. Batmakta olan bir gemiden can havliyle giriş yaparak karaya çıkanlar bundan ayrı tutulur. 1 Haziran 2010 tarihinden itibaren Türkiye'de e-pasaport sistemine geçilmiştir.
Pasaport, gerçek kişilere özgü bir belgedir. Pasaport Kanunu, TVK, Polis Kanunu ve Gümrük Kanunu konuyla yakından ilgilidir.
Pasaport yerine geçen belgelerden biri pasavan'dır. Sınırlarda, Türkiye-Suriye sınırı başta olma |
k üzere burada yaşayanlar kullanmaktadır. 2003 Kasım ayında Suriye'den 5 bin kişi 48 saatliğine bu belgeyle akrabalarını ziyaret için Hatay'a girip çıkmıştır. Diğer belgeler ise: gemi adamı cüzdanı, demiryolu personeli kimlik belgesi, uçak mürettebatı belgesi.
Göçmenler, hükümet temsilcisinin verdiği vesika veya göçmen belgesi ile pasaportsuz giriş çıkış yapabilirler. Mülteciler ise, "Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme" (1951)'ye göre taraf devletlerden birinin mültecisi seyahat belgesi taşır, izinsiz girişlerinde cezalandırılmaz; sözleşmeye taraf devletlerden birinde ikamet etmeyenlerin girişi ise İçişleri Bakanlığı izniyle olur. Türkiye ile KKTC ve Türkiye ile Gürcistan arasındaki geçişlerde pasaport zorunluluğu yoktur, karşılıklı olarak kimlik belgesi ile giriş yapılabilir. Diğer tüm ülkelere seyahatlerde TC yurttaşlarının pasaport ibraz etmesi zorunludur. Bazı Avrupa Birliği ülkelerinden (Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Malta, Portekiz ve Yunanistan) ayrıca İsviçre ve Lihtenştayn'dan gelen yabancıların Türkiye'ye belli bazı sınır kapılarından (örn: Atatürk Havalimanı) yaptıkları girişlerde pasaport yerine, o ülkelerin kimlik belgesini ibraz etmeleri yeterlidir. Belçika, Fransa, İspanya, İsviçre, Lüksemburg ve Portekiz pasaportları geçerliliklerini son beş yılda (Almanya - son bir yılda) yitirmiş olsalar bile Türkiye'ye giriş-çıkış yapmaya yeterlidir. Bir araçla giriş yapacakların geçerli bir pasaport ibrazı zorunludur. Pasaportsuz veya yerine geçen belgesiz olanlar ise, Türk vatandaşı iseler, yurda sokulurlar. Vatandaşlığını kanıtlayamayanlar geri çevrilirler. Sınırdışı edilenlerin masrafları kendilerine aittir. Yabancılar ise doğrudan geri çevrilirler. Pasaportunu kaybedenler hakkında İçişleri Bakanlığı soruşturması yapılır. Buna rağmen içeri girenler ağır para cezası ve 1 aydan 6 aya kadar hapisle cezalandırılırlar. Yabancı, cezasını çektikten sonra da sınırdışı edilir. Masrafını karşılayacak parası yoksa sevkini devlet yapar.
Bkz: Türk pasaportu
İnternet haberciliği
İnternet haberciliği, sadece İnternet üzerinden haber yayını yapılması anlamına gelen bir medya terimidir. İnternet haberleri, gazetelerin aksine basılı (matbu) şekilde okuyucuya ulaşmaz. Televizyon haberciliğinden farklı olarak da saatli bir haber bülteni yoktur. Son zamanlarda video paylaşım sitelerinin popülaritelerin artması ile birlikle İnternet haberciliği, video destekli haberciliğe de atılmışlardır.
Yönlendirme
Routing, farklı networklerin birbirleriyle haberleşmek için hangi yolu kullanması gerektiğinin hesaplanması ya da seçilmesi işlemidir. Routing işlemini "Router"(yönlendirici) lar yapar.
Router lar paketleri IP paket başlığında bulunan hedef adres bilgisini kullanarak diğer Router lara gönderir. Her bir Router dan geçen paket in time to live (yaşam süresi) i 1 azaltılır. Time to live 8 bit ile ifade edilir bu da time to live en fazla 255 değerini alabiliyor demektir. Time to live i 0 olan paket routing edilmez ve yok sayılır.
Routerlar Routing işlemini Routing Table(Yönlendirme Tablosu) lardan aldığı bilgilere göre hesaplarlar.
Static Routing Routing Table a yönetici tarafından el ile giriş yapılmasıdır.
Static Route taki sorun ağın büyümesidir. Ağ büyürse router ların manue olarak eklenmesi gerekir.
Dynamic Routing de routing table lar dinamik oluşturulur.
Administrative Distance router ın hedef router a ulaşması için katetmesi gereken yoların bir haritasını çıkarır.
Administrative Distance ler 0 dan 255 e kadar numaralar alırlar numarası en düşük olan yol hedef router a ulaşmak için kullanılır.
IP yönlendirme
İnternette paketlerin hedeflerine ulaştırılması yönlendirici (router) adı verilen ve bu amaçla özel alarak tasarlanmış bilgisayarlar tarafından gerçekleştirilir. Yönlendiriciler, IP paketinin başlığında bulunan hedef adres bilgisini kullanarak bu paketleri diğer yönlendiricilere iletirler. Bu işlem paket hedefine ulaşıncaya kadar devam eder. Bu işleme IP Yönlendirme veya routing adı verilir. Yönlendiriciler tuttukları yönlendirme tablolarına göre paketleri alıcılara nasıl göndereceklerine karar verirler. Yönlendirme tabloları iki şekilde oluşturulur:
Statik ve dinamik yönlendirmenin birlikte kullanıldığı durumlarda, statik yönlendirmenin önceliği vardır.
Yönlendirme işlemi 3. katman fonksiyonu olduğu için yönlendiriciler 3. katman cihazlar olarak sınıflandırılırlar. Bu ifade doğrudur ancak yönlendiriciler daha üst katmanlarda tanımlı fonksiyonlara da sahip olabilirler. Örneğin günümüz yönlendiricilerinin çoğu 4. katmanda TCP/UDP port filtreleme işlemlerini yapabilmekte, yönetim maksatlı olarak üzerlerinde telnet, ftp, web gibi sunucular çalıştırılmaktadır.
Abant Gölü
Abant Gölü, Bolu'nun 34 kilometre güney batısında bulunan, yaklaşık 1350 metre yükseklikte bulunan ve alanı 125 hektarı bulan bir heyelan set gölüdür. Suları tatlı olan gölün, en derin yeri 18 m'dir.
Abant Gölü yeraltında meydana gelen tektonik çöküntüler sonucunda büyük taş bloklarının vadiyi doldurmasıyla oluşmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 1328 m. yüzey genişliği 1.25 km² olup maksimum 18m. derinliktedir. Tektonik kökenli göl Kuzey Anadolu fay hattında bulunmaktadır. Abant Gölü’nü dağlardan gelen kar suları ve bir iki küçük dere beslemektedir. Gölden dışarı taşan temiz ve doğal su Dirgene Çayı’dır (Atıcı ve Obalı 2002). Abant Gölü çevresinde sıralanan dağların zirveleri tabiat parkının sınırlarını oluşturmaktadır. Tabiat parkının en yüksek noktası 1794m. ile Erenler Tepesi iken en düşük noktası 1328m. ile Abant Gölü seviyesidir (OBM,1991). Abant gölü kış aylarındaki hızlı hava soğumaları nedeni ile kıyıdan başlayarak tamamen donmaktadır
Abant Gölü, Batı Karadeniz bölümü dağlarının ikici sırasını oluşturan, Abant ve Keremali dağları üzerinde yer alır. Abant Deresinin, vadisinde oluşan bir heyelan gölü oluşturmuştur. Göl çevresinde 1400-1700 metrelere varan tepeler yer alır. Gölden çıkan fazla sular Abant Deresi ile Bolu Çayına dökülür.
Göl birkaç kaynak suyu, iki-üç kısmen devamlı olan akarsu ve özellikle de kar ve yağmur suları ile beslenmektedir. Göl ve çevredeki 1196 hektarlık alan Tabiat Parkı olarak işletilmektedir. Göl derinliklerinin görülebileceği kadar durudur.
Çevrede şu hayvanlar yaşamaktadır: Yabandomuzu, tavşan, karaca, ayı, tilki, yaban ördeği, keklik ve yaban güvercini.
Gölden çıkan ve Abant Alabalığı olarak bilinen endemik balık, literatüre "Salmo trutta abanticus" olarak girmiştir.
Göl çevresinde yayla olarak kullanılan açık alanlarda olsa da, gür ormanlarda yer alır. Köknar, çam, meşe, kayın, gürgen, kestane, yabani meyve ağaçları zengin bir bitki örtüsü oluşturur. Göl kıyılarda sarı ve beyaz nilüferler su yüzeyini kaplarlar.
Abant gölü İstanbul-Ankara karayoluna oldukça yakın olması nedeniyle yoğun olarak kullanılmaktadır. Gölün etrafında oteller ve restoranlar mevcuttur. Göl çevresi eğlence, dinlenme, spor, avcılık ve piknik yapmaya uygundur. Kamp alanları mevcuttur. Gölü çevreleyen asfalt yol gezinti amacıyla kullanılır. Dört adet günübirlik pinkik alanı yer alır. Samat yaylası yakınlarında günde 330 çadırın kullanabileceği kamp alanı bulunur.
Çevredeki alıç, böğürtlen, kuşburnu, çilek, mantar ve dağ çilekleri gibi bitkilerden yararlanılır. Göl çevresinde alabalık ve geyik üretim istasyonları yer alır. Alabalık yavruları göle bırakılır. Geyikler yetiştikten sonra doğaya bırakılır.
Bolu girişi kontrollüdür ve ücret alınır. Bu alanda otopark bulunur, ziyaretçi tanıtım merkezi yapılması planlanmaktadır. Taşkesti ve Mudurnu girişlerine de kontrol noktası yapılması planlanmaktadır.
İstanbul-Ankara arasındaki D-100 karayolunun 203. km'sinden ayrılan Ömerler köyü sapağından, 22 km'lik asfalt yolla ulaşılmaktadır. Taşkesti beldesi içinden ayrılan yolla, Abant'a ulaşmak mümkündür. Bu yol yeni asfaltlanmış olup, güneybatı yönünden alana ulaşım sağlar. Nallıhan, Mudurnu üzerinden güneyden göl alanına ulaşılır. Gölün bazı merkezlere uzaklığı şu şekildedir;, İstanbul 258 km, Ankara 225 km, Düzce 60 km, Bolu 33 km, Mudurnu 20 km. Abant gölünün Ankara'ya yaklaşık uzaklığı 2 saat kadardır.
__İÇİNDEKİLERZORUNLU__
Arama motoru
Arama motoru, İnternet üzerinde bulunan içeriği aramak için kullanılan bir mekanizmadır. Üç bileşenden oluşur: web robotu, arama indeksi ve kullanıcı arabirimi. Ancak arama sonuçları genellikle sık tıklanan internet sayfalarından oluşan bir liste olarak verilmektedir.
İlk arama motoru 1990 yılında bir üniversite öğrencisi olan Alan Emtage tarafından Archie adıyla kuruldu. İngilizce "archive" kelimesinden türemiştir. Bu arama motoru insanların aradıkları dosyaları bulmaya çalışıyordu.
Popüler olmaya başladığında Minnesota Üniversitesi'nden Mark P. McCahill, "www.archie.com"un karşısına 1991'de Veronica (Very Easy Rodent-Oriented Net-wide Index to Computerized Archives)'yı çıkardı. Çok geçmeden aynı amaçla Jughead (Jonzy's Universal Gopher Hierarchy Excavation And Display) de kuruldu. İkisi de Dosya aktarım iletişim kuralı çerçevesinde çalışıyordu.
Haziran 1993'te Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden Matthew Gray, bir indeks adı oluşturmak için kullanılan ve "Wandex" adıyla anılan ilk internet botununu üretti. Sonra Kasım 1993'te kurulan ve internet botu olmayan Aliweb arama motoru, web sitelerinin bilgilerini kullanarak oluşturulmuş ilk arama motoru oldu.
Aralık 1994'te web sayfalarını bulmak amacıyla kendi içerisinde dizin oluşturan ve tasarlanan sorgu programına arayüz ve bir web formu olarak kullanılabilen JumpStation arama motoru oluşturuldu. Bir ilk olan "tam metin"(full text) tarayıcı arama motoru olan WebCrawler, 1994 yılında görücüye çıktı. Önceki arama motorlarının aksine; herhangi bir web sayfasını, her kelimesi için herhangi bir kullanıcının aramasına izin veriliyordu. Ayrıca yine 1994 yılında Carnegie Mellon Üniversitesi'nden Dr. Michael Mauldini tarafından üretilip satışa çıkan Lycos, büyük bir ticari çaba oldu. Kısa bir süre sonra; Magellan, Excite, Infoseek, Inktomi, Northern Light ve AltaVista dahil pek çok arama m |
otoru internet ortamında görücüye çıktı ve popülerlik için birbiriyle yarıştı. Ancak bunların içinde bulunan, David Filo ve Jerry Yang'ın kurduğu Yahoo!, insanların ilgisini diğerlerinden çok çekerek web sayfaları bulmanın en popüler yolu olarak kullanılan arama motorları arasında yer aldı.
Arama motorlarına 1990'ların sonlarına kadar büyük çapta bir yatırım yapılmadı. Ancak o yıllardan itibaren büyük şirketler ortaya çıkan bu yeni arama motorlarından kazanç elde etmeye başladı. 1998 yılında Google'ı kuran Larry Page ve Sergey Brin, PageRank adlı teknolojilerini satmak istediler ancak alıcı çıkmadı. İnternet ağındaki her sayfayı puanlayan bu sistem; o sayfaya ne kadar çok link verildiyse ve link veren yerlerin puanı ne kadar çoksa, söz konusu sayfaya da o kadar çok puan verme mantığına dayanıyordu. Google'ın sahipleri bu teknolojiyi satamayınca büyüme kararı aldılar ve 35 milyon dolar yatırım kredisi de alınca 1999'da Google Search'ü kurdular. 2000'li yıllarda öne çıkan Google arama motoru'nun ardından kısa sürede gelişip 2000 yılında Google Araç Çubuğu çıkaran ekip, 2004 yılında kütüphanelerdeki binlerce kitabı Google Book Search adıyla aramaya açtı ve 1 GB kapasite ile Google Mail yani Gmail hizmetini başlattı. Google 2007'in sonları itibarıyla, en popüler web arama motoru olarak dünya çapında tanınıyordu.
Robot internet üzerinde bulunan web sitelerini, sitelerin birbirlerine verdiği bağlantıları kullanarak otomatik olarak gezer ve bu sayfa içeriklerini saklar. Bu içerik daha sonra indekslenerek hızlı bir şekilde aranabilir hale getirilir. Kullanıcı arabirimi ise bu oluşturulan indeksin aranmasını sağlar.
Bazı Arama Motorlarına site sahipleri, sitelerinin var olduğunu bunlara kayıt yaparak bildiriler. Bu işlem, sitelerin arama motorlarında daha kolay bulunmasını ve indekslenmesini sağlar. Bunlara ek olarak İnternet'te milyonlarca Web sayfası içinde aranan bir bilgiyi bulmayı kolaylaştırmak için çok hızlı ve çok yüksek kapasiteli sunucularla Web sayfalarındaki metinleri endeksleyen servisler (Web siteleri) bulunur. Bunların arama dizini (directory), arama motoru (search engine) veya metasearch gibi farklı türleri olabilir. Arama dizini bilgileri kategoriler halinde sıralar, seçme bilgiler vardır, site sahiplerinin gönderdiği özet bilgi içinde arama yapılır. Arama motoru, aranan sözcükleri içermesi koşuluyla her tür siteyi kullanıcı karşısına getirir. Metasearch, birden fazla arama motorunda arama yapan sitelere verilen addır.
Bu arama sayfalarında, Arama (Search) satırına istenen bilgileri bulmakta kullanılacak kilit sözcükler girilerek ve Search (Ara) düğmesine tıklatılarak; bu sözcüklerin geçtiği Web sitelerinin adresleri liste halinde ekrana gelir. Ancak bu arama motorları da kullanıcı karşısına bu sözcüklerin geçtiği ilgili veya ilgisiz binlerce sayfa getirebilir.
Arama motoru teknolojisinde günümüzde genel amaçlı arama motorlarının yanında belli bir alana yoğunlaşmış arama motoru örnekleri türemektedir. Belli bir alana yoğunlaşmış arama teknolojisine Dikey arama adı verilmektedir.
Brüksel
Brüksel (Fransızca: "Bruxelles", Felemenkçe: "Brussel"), Belçika'nın başkentidir. Belçika'nın üç federal bölgesinden biri olan Brüksel Bölgesi'nin başkentidir. Birkaç yüzyıl önce bataklığın kurutulması sonucu ortaya çıkmış bir şehirdir. Adı bataklığın içindeki yerleşim yeri anlamına gelir. Brüksel büyükşehrine bağlı 19 belediyenin (Fransızca: Communes, Felemenkçe: Gemeenten) toplam nüfusu 1.050.000'dir. Büyükşehrin bir parçası haline gelmiş civar belediyelerin nüfusu ve gün içinde işleri için Brüksel'e gelenlerin (Brüksel'de çalışan nüfus) miktarı da göz önüne alındığında toplam kapsamlı nüfusun birkaç milyona çıktığı hesaplanmaktadır.
Avrupa Birliği'nin 3 ana kurumu olan AB Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu içinde ilk ikisinin resmi organlarının büyük çoğunluğu Brüksel'de yerleşiktir. Sonuncusu Avrupa Parlamentosu ise Strazburg ile dönüşümlü olarak Brüksel'de çalışmalarını yürütmektedir. Bunlara bağlı ve bunlarla ilgili irili ufaklı yüzlerce kuruluş da dikkate alındığında Brüksel, bu sebeplerden AB veya Avrupa başkenti olarak gösterilir. Ayrıca NATO Merkez Karargahı da Brüksel'dedir.
Nüfusun çoğunluğunun anadili Fransızca'dır (%80). Brüksel kökenli veya Brüksel'e Flaman bölgesinden gelmiş ve Felemenkçe konuşan bir azınlık da bulunmaktadır (20%). Bu yönden Brüksel (aslen bir Flaman şehri olmasına rağmen) bir Flaman denizinin ortasında bir Fransız adası gibidir. Bu demografik özelliğe rağmen Brüksel'de iki resmi dil Fransızca ve Felemenkçe'dir ve hukuken eşit ve her alanda zorunludur.
Belçika vatandaşlığını edinmek diğer AB ülkelerine kıyasla çok daha kolay olduğu için 1960'lardan itibaren kaydadeğer bir yabancı kökenli nüfus da Brüksel'e yerleşmiştir. Başlangıçta genellikle vasıfsız göçmen işçi olarak gelen bu kuşak ve ardından ikinci ve üçüncü nesiller içinde, başta Faslı Araplar, ardından, aşağı yukarı denk sayıda, çoğu Emirdağ, Afyon kökenli Türkler ve eski bir Belçika sömürgesi olan Kongo'lu Afrikalılar köken sıralamasında ilk üçü oluşturmaktadırlar. 1970'lerden itibaren özellikle AB resmi kurumlarının sağladığı iş imkânları nedeniyle yabancı kökenli nüfusa, AB ülkeleri kökenli ve daha kalifiye bir topluluk da eklenmiştir ve sayıları artmaktadır.
Brüksel nüfusuna bu yollarla dahil olmuş yabancı kökenlilerin toplam nüfusun %28.5'ini oluşturduğu hesaplanmaktadır. İstanbul ile benzerlikler arz eden bu süreç sonrasında son 30-40 yılda Batı Avrupa'da nüfus, kültür ve mimari yapısı Brüksel kadar değişmiş kent yoktur denilebilir. Bu süreç içinde bir gettolaşma da doğmuş, yerli Brükselliler belli semtlerde ağırlıklarını muhafaza eder, buralara adeta 'çekilir'ken, Faslı, Türk ve Afrikalı semtleri ve bir AB kurumları ve çalışanları mahallesi oluşmuştur.
Cthulhu
Cthulhu, Howard Phillips Lovecraft'in yarattığı Cthulhu Mitosu'ndaki Yüce Eskiler'den () biridir. Cthulhu'nun devasa boyutları ve ima ettiği dehşet ilk akla gelen özellikleridir.
Cthulhu ilk olarak Lovecraft'ın "Cthulhu'nun Çağrısı" () (1928) isimli kısa hikâyesinde görünmüştür.
Cthulhu'nun detaylı betimlemeleri heykelleri baz alınarak yapılmıştır. Hikâyede ilk görünen heykel ""aynı anda bir ahtapotun, bir ejderin ve bir insan karikatürünün resimleri […] etli, duyargalı bir kafa gelişmemiş kanatlı, grotesk ve pullu bir bedenin üstünde duruyordu; ancak onu şok edici kadar korkutucu yapan bütün genel hatlarıydı."" şeklinde tanımlanmıştır. Bir polis baskını sonrasında el geçirilen heykel "Belirsiz antropoit hatlarına sahip bir canavar […] ancak ahtapot benzeri ve suratı duyargalarla dolu bir kafaya, pullu lastiksi görünüşlü bir bedene, ön ve arka bacaklarında çok büyük pençelere ve sırtında uzun, dar kanatlara sahipti." şeklinde anlatılmıştır.
Cthulhu'nun kendisi sonunda göründüğünde, ""yaratık bütün tanımlamaların ötesindeydi […] yürüyen ya da tökezleyen bir dağdı O"" diye betimlenmiştir ve ""gevşek pençeler""e sahip olduğu söylenmiştir.
Cthulhu'nun Arabistan merkezli dünya çapında bir mezhebi vardır. Mezhep liderlerinin Çin dağlarında oldukları ve ölümsüz oldukları söylenmiştir.
Yüce Eskiler'in şekilli oldukları ama et ve kandan değil, madde diye tanımlanamayacak bir şeyden var oldukları, yaşamadıklarını ama ölü de olmadıkları, Cthulhu'nun büyülerinin hepsini koruduğunu ve "yıldızlar uygun konuma geldiklerinde" yeniden dünyaya çıkacakları, Mezheb'in görevinin yıldızlar doğru konuma geldiklerinde Yüce Eskiler'i serbest bırakmak olduğu, ve Yüce Eskiler'in telepatik olup insanların rüyalarıyla oynayarak Cthulhu mezhebini kurdukları bilgilerini verir polisin sorguladığı Yaşlı Castro isimli bir mezhep üyesi.
Mezhebin baz aldığı bir de kitap vardır Necronomicon adında. Necronomicon Deli Arap Abdül Alhazred tarafından yazılmıştır ve "pek çok tartışmalara yol açmış" olan
"Sonsuza kadar yatabilen ölü değildir,
ve tuhaf uzak zamanlarda (İng. ) ölüm bile ölebilir."
dizelerinden bahsedilir.
Mezhep ayrıca bilinmeyen bir dilde söylenen şu formülü tekrar eder:
""Ph'nglui mglw'nafh Cthulhu R'lyeh wgah'nagl fhtagn"", çevirisi ise aşağı yukarı "R'lyeh'deki evinde ölü Cthulhu düş görerek bekliyor"dur.
Cthulhu'nun ayrıca "Deliliğin Dağlarında", "Dunwich Korkusu", "Karanlıkta Fısıldayan" ve "Innsmouth Üzerindeki Gölge"'de bahsi geçer. Inssmouth Üzerindeki Gölge'de ise Cthulhu'nun ayrıca "Deep One" isimli insan-kertenkele-balık kırması yaratıklar tarafından da tapıldığı öğrenilir.
"Cthulhu Mitosu" ismi Lovecraft'in ölümünden sonra yazılarının basılmasını ve tanıtılmasını sağlayan arkadaşı August Derleth tarafından (HPL'nin ölümünden sonra) bulunmuştur. Derleth'in kurduğu evrende ise Yüce Eskiler (kötü) ve Yaşlı Tanrılar (iyi) savaşmaktadır, Derleth'in bu enterpretasyonu çoğu Lovecraft hayranı tarafından "iyi kötüye karşı" senaryosu kurduğu için eleştirilir.
Ayrıca Cthulhu Mitosu bir sürü yazar tarafından kullanılmış olan ve üzerine hikâye kurmak için çok kapsamlı bir evrendir.
Cthulhu'nun (ve Mitos'un) ayrıca popüler kültürde müziklerden filmlere kadar çok büyük bir etkisi olmuştur.
Müziklerde Metallica'nın yazdığı "The Call of Ktulu" (enstrümantal, Ride The Lightning albümünden), "The Thing That Should Not Be" (Master of Puppets albümünden), "Dream No More" (Hardwired...To Self Destruct albümünden) ve gotik-korku müzik grubu Nox Arcana'nın hazırladığı 21 parçalık "Necronomicon" albümü sayılabilir.
Filmlerde ise Lovecraft'in bazı hikâyeleri direkt uyarlanmıştır (örn: Herbert West-Reanimator ve sessiz film ), bazen de Lovecraft temaları etki etmiştir (en ünlü örnek "" - Kötü Ruh/Şeytan'ın Ölüsü film serisidir, orada Necronomicon olayların başlama noktasıdır; uzak bir örnek ise hikâye işlenişi olarak Deliliğin Dağlarında ile benzerlik gösteren "Alien" - Yaratık'dır) ve ayrıca 'ın 14'üncü sezonunun 11, 12 ve 13'üncü bölümlerinde görülmüştür.
Cthulhu Mitosu oyunlara da uyarlanmıştır, özellikle rol yapma oyunu Call of Cthulhu olarak. Yine filmlerdeki gibi Lovecraft temalarından etkilenmiş bilgisayar oyunları vardır ( Terraria'dan 'e kada |
r), 2005 yılının korku oyunu " ve de son yıllarda çıkış yapan oyununda bu Mitostan etkilenmiş bir sürü örnek içinden sayılabilir.
Cthulhu'nun ve öbür Mitos elementlerinin resimleri de yapılmıştır.
Tenis
Tenis, raket ve topla iki kişi arasında ya da ikişer kişilik iki takım arasında oynanan olimpik bir spor. Oyuncular raketleri ile içi boş lastik bir topu ağ (net) üzerinden rakibinin sahasına (korta) atmaya çalışırlar. Kurallar dahilinde en çok puanı alan oyuncu kazanır.
Kökleri Ortaçağ Fransa'sında elle oynanan bir oyuna dayanan ancak bugünküne oldukça yakın şekilde 1800'lü yıllar İngiltere'sinde oynanmaya başlayan oyun, öncelikle İngilizce konuşulan ülkelerde yayılmıştır. Tenis bugün bir olimpiyat sporu olup, her seviyeden, her yaştan ve her ülkeden oyuncusu bulunmaktadır.
Tenis dikdörtgen düz bir kortta genellikle beton (sert), kil (toprak), çim veya ahşap bir yüzeyde oynanır. Profesyonel teniste kortlar belirli ölçülere göre yapılmak zorundadır.
Tenis sözcüğünün kökeni Anglo-Fransızca "tenetz" (bekle ve yakala) sözcüğüne dayanır. Bu sözcük de aynı anlamdaki Eski Fransızca "tenez" sözcüğünden gelir. 14. yüzyılda Fransız şövalyelerin bir topa avuç içi ile vurmak suretiyle oynadığı ve "avuç içi oyunu" olarak bilinen bir oyunda oyuncular birbirlerine tenetz! diye bağırırlardı. Bu nedenle izleyiciler zamanla oyunu bu nida ile özdeşleştirdiler.
Profesyonel bir tenis kortu dikdörtgen şeklindedir ve 23,77m (78 feet) uzunluğunda, 10,97 m (36 feet) genişliğindedir. Tekler müsabakası için genişlik 8,23 m (27 feet)‘dir.
Kort 1,07 metre (3 1/2 feet) yüksekliğindeki iki direğin üzerinden geçen çelik tel veya kordona asılmış ağ (net) ile ortadan ikiye ayrılmıştır. Ağ gergin olmalı, direkler arasını tamamen doldurmalı ve topun geçmeyeceği kadar sık dokunmuş olmalıdır. Ağın orta yüksekliği 0,914 m (3 feet) olup, fileyi tutan çelik telin üzerinden geçerek yere sabitlenen bir “orta bant” ile ağın yüksekliği ve gerginliği ayarlanır. Ağın üzerindeki çelik tel, bir bant tarafından (ağ bantı) örtülmüş olmalı, ağ bantı ve orta bant tamamıyla beyaz olmalıdır. Fileyle ilgili kurallar arasında şunlar yer alır:
Kortların genişliğini belirleyen çizgilere sınır çizgileri denir. Bunların ortasındaki küçük işaretin adı ise çilekeş çizgisidir. Bu çizgilerin kalınlığı 5 cm dir.
Beş ana türde kort vardır. Kortların yüzeyinde kullanılan malzemeye bağlı olarak her topun yüzeye sekmesindeki hızı farklıdır. Bu da iki kişilik oyunlarda oyunun seviyesini etkileyebilir. En bilinen beş kort türü şunlardır:
Bazı oyuncular belirli yüzeylerde daha başarılı sonuçlar elde eder. Bu oyunculara başarılı oldukları kortun uzmanı (örneğin çim kort uzmanı) denilir.
Toprak kortları "yavaş" olarak tanımlanırlar; çünkü top rakete gelene kadar hız kaybeder, ondan sonra oldukça yükseğe zıplar ve yere çarptıktan sonra ani bir hızlanma olur. Bunun sebebi toprak kortta oyuncuların "top-spin" vuruşları tercih etmeleridir. Toprak korttaki maçlar "winner" adı verilen sayı alan vuruşların daha zor olması sebebiyle daha uzun sürer. Sayılar genellikle oyuncuların "basit hatalar" denilen topun filede kalması ya da çizgilerin dışarı atılması sonucu alınır. Toprak kortlarında oynanan oyunlarda topun bıraktığı izler belirgindir.
Sert ve çim kortlar daha "hızlı" yüzeylerdir. Bu hız yapıldıkları maddeye göre değişir. Bu yüzeylerin özelliği "kısa sıçrayışlar" dır. Bu kortlarda sert servis atan ve vuruşları sert olan oyuncuların avantajı vardır. Çim kortlarda topun sıçraması miktarı, çimin ne kadar sağlıklı ve ne sıklıkta biçildiğini gösterir.
Normal bir puanlık oyun:
Oyuncular veya çiftler nette karşılıklı bir biçimde durur. Bir oyuncu servisi uygular ve netin karşısındaki oyuncu(lar) yani rakip(ler)i alıcıdır. Servis kortun iki yarısı arasından değişir.
Her bir puan için, servis atan kişi sınır çizgisinin arkasında, orta işaret ile yan çizgi arasında durur. Alıcı onun tarafındaki netten istediği yerde durabilir ama genellikle servis kutusunun arkasındadır. Alıcı hazırsa servisi atan kişi atar.
Meşru olarak top nete değmeden, net üstünden rakibin çaprazdaki sahasına (service box) iner. Top eğer servis atarken dışarı çıkarsa "out" olur ve servisi atan kişi puan kaybetmiş olur.
Servis, bir oyuncunun elindeki topu havaya attıktan sonra raketle vurarak karşı sahaya göndermesidir. Servis şu şekilde icra edilir (sağ elini kullanan oyuncular için):
1- Raket ve top birbirine paralel şekilde elde hazır olur.
2- Doğru servis kutusuna geçilir ve top alından yukarı doğru yaklaşık 2 kol boyu yükseltilir.
3- Top raketle eş zamanlı olarak birbirinden ayrılırken sağ eldeki raket geriye doğru hareket ettirilir.
4- Dirsekten, yukarıya doğru yükselen topa, omuzdan kuvvet alarak vuruş uygulanır ve raket sol ayağa doğru indirilerek vuruş tamamlanır.
Forehand, raket tutan elin avuç içi karşıya (vuruş yönüne) gelecek şekilde yapılan vuruştur. Bu vuruşta kol gergin bir şekilde geriye çekilir. Bu esnada bacaklar birbirine paralel olacak şekilde hafif bükük durulur. Gerilen raket aşağıdan giderek hafif bükülmüş dizin tam önünde durur, topa vurulur.
Backhand vuruşunda geriye iki elle raket çekilir. Raket geriye çekildikten sonra raketin yüzü, karşıyı göstermelidir. Raket çekilirken dizler paralel bir biçimde hafif kırılmalıdır. Topa dizin biraz önünde raket iki elle vurulmalıdır. Raket topa vurulduktan sonra iki elle boyna çekilmelidir.
Teniste 4 sayı alan tenisçi bir oyunu, 6 oyunu kazanan tenisçi bir seti, 3 setin ikisini veya 5 setin üçünü kazanan oyuncu da maçı kazanmış olur.
Bir taraf servis atarak oyunu başlatır. Kazanılan her sayıda oyuncunun puanı 15, 30, 40 ve "oyun" şeklinde artar. Sayı, topun rakibin sahasında kalması, rakibin topu hatalı atması, rakibin iki kere üst üste hatalı servis kullanması (çifte hata) gibi durumlarda kazanılır. Üç sayı alıp 40 puana erişen oyuncu, bir sayı daha kazanırsa, o set içinde 1 oyun kazanmış olur. Toplamda 6 oyun kazanan oyuncu, bir set kazanmış olur. Erkeklerin maçları genellikle 5 set ve kadın maçları 3 set üzerinden oynanır. Setlerin çoğunu kazanan oyuncu, galip gelir.
Eğer oyun sırasında 40-40'lık bir eşitlik meydana gelirse oyun uzar bir sonraki sayıyı kazanan oyuncu sadece avantaj kazanır. Böyle bir durumda aynı oyuncu bir sayı daha kazanırsa oyunu alır. Sayıyı rakibi kazanırsa eşitlik durumu yeniden oluşur. Bir oyuncu iki sayı üst üste (avantaj + sayı) kazanıncaya kadar mücadele bu şekilde devam eder.
Teniste Puanlama Sistemi aşağıdaki şekildedir.
Top rakibin sahasına atıldıktan sonra;
Rakip puan kaybeder.
Veteran tenis turnuvaları belirli bir yaşı geçmiş tenisçiler için düzenlenen turnuvalardır. Ayrıcalıklı bazı durumları ise şunlardır:
Bu listede yer alan tenisçiler, en az 5 Grand Slam turnuvası kazanmış olan tenisçileri göstermektedir.
Stopaj
Stopaj (kaynaktan kesme), gelir vergisinde, özellikle maaş ve ücretlilerin vergi borçlarının ödenmesinde, gelir henüz sahibinin eline geçmeden verginin kesilmesini ifade eder.
Stopaj, gelir veya kurumlar vergisine tabi bir kazanca ilişkin hasılatın ilgilisine ödenmesi aşamasında, ödemeyi yapanlarca, yasa ile belirlenmiş oranlar üzerinden ödeme tutarının bir kısmının tutulup, hasılatı elde eden adına ve onun peşin vergisi olarak vergi dairesine yatırılması şeklinde uygulanan vergileme yöntemi ve vergi güvenlik tedbiridir. Türkiye gibi beyan esasının geçerli olduğu vergi sistemlerinde stopaj istisna teşkil etmektedir. Stopaj ile tevkifat aynı anlama gelmekte olup tevkifat daha çok katma değer vergisi uygulamasında kullanılmaktadır.
Bilindiği üzere Gelir Vergisi Yasası'nın 75/4. maddesi hükmü uyarınca yıllık ve özel beyanname veren kurumların indirim ve istisnalar düşülmeden önceki kurum kazancından hesaplanan kurumlar vergisi düşüldükten sonra kalan kısım menkul sermaye iradı olarak kabul edilmekte ve bu kısım kurumların halka açık olup olmaması koşuluna bağlı olarak kurum bünyesinde aynı yasanın 94/6-b maddesi uyarınca vergi tevkifatına tabi tutulmaktadır. Bakanlar Kurulu kararı ile bu konuda yapılması öngörülen vergi tevkifat oranı halka açık anonim şirketlerde %10, diğerlerinde ise %20'dir.
Vergi
Vergi, ekonomik birimlerden siyasi cebir altında ve karşılıksız devlete kaynak (para) olarak aktarılmasıdır. Kamu hizmeti yapmak durumunda olan devlet, bunu yaparken mal ve hizmet üretiminde bulunur. Gerekli üretim faktörlerini sağlarken kamu fonlarını kullanır. Bu fonlar içerisinde vergi gelirlerinin oranı yüksektir. Sanayileşmiş toplumlarda %100'e ulaşmaktadır. Devlet, belirtilen temel amaç dışında kamu faaliyetlerine paralel diğer bazı fonksiyonları da vergilere yükleyebilir. Bu arada gelir dağılımının kontrolü, piyasada fiyat istikrarının sağlanması gibi fonksiyonlar da kısmen vergiye yüklenebilir.
Tanımdan da anlaşılacağı üzere, verginin niteliğinden ayrılamayan aynı zamanda, onu devletin diğer gelir türlerinden ayıran iki unsur vardır. Bunlardan birincisi verginin cebri (zorunlu) bir ödeme olması, diğeri karşılıksız bulunmasıdır.
Vergi siyasi cebir altında tahsil edilmekte, yani kanunla konulmakta ve kanuna uyulması müeyyidelere (yaptırımlara) bağlanmış bulunmaktadır. Gerçekten devlet, bu kanunlara dayanarak vergi yükümlülüğünü tek taraflı olarak koymaktadır. Ekonomik birimin mükellef olarak vergileme faaliyetine katılması, devlete yardım, devletin işini kolaylaştırma anlamındadır; yoksa vergileme faaliyetinde "yetki paylaşma" anlamında değildir. Zaten bu faaliyete katılmanın şeklini de maliyetini de kanun düzenlemiş ve onu mükellef için yapılması zorunlu bir görev şekline sokmuştur. Verginin siyasi cebir altında alınması, mükellef bakımından ödenmesinin hukuken zorunlu olması nedeniyle, ödenmemesi halinde devlet zorla tahsil ya da cezalandırma yoluna gidebilir. Bu yüzden mükellefler vergiyi kendiliklerinden ödemekle zor yoluyla tahsilden ve ceza kovuşturmasından kendilerini korumuş olurlar.
Verginin zora dayalı olarak alındığına bir örnek verecek olursak.
Venediklilerde peruk takma döneminde bireyler peruk taktıklarında kendilerini soylular sınıfında sayarlardı. Bu |
nedenle peruk giymek isteyen bireyler o dönem için devlete Peruk Vergisi adı altında ödeme yapmak zorundalardı.
Devlet, vergi adı altında çok çeşitli araçlar kullanmakta, daha doğrusu bireylerin ödeme gücünden, türlü fırsatlardan yararlanarak pay almaktadır. Bireylerin gelir elde etmesi, kurumların kazanç sağlaması, gelirlerin harcanması, istihsal ve satış nedenleriyle ya da miras ve hibe yoluyla malların el değiştirmesi, bir servete sahip olma, sahip olunan servetin değerinde artış görülmesi gibi olaylar, devletin vergi koymasının belli başlı fırsat ve nedenlerini oluşturmaktadır.
Vergileri, değişik amaçlarla başka türlü gruplandırmak da mümkündür. Bunlar arasında özellikle verginin "dolaysız" ve "dolaylı" olarak iki büyük sınıfa ayrılması yaygındır. Bu ayırım iktisadi gücü temsil eden gelir ve serveti yakalamada "mutavassıt" bir olaya dayanılıp dayanılmamasına göre yapılmaktadır. Gelir veya servetin doğrudan doğruya vergilendirilmesinde dolaysız, bir olayın (örneğin harcamanın) bu gücün belirtisi sayarak vergilendirilmesi dolaylı sayılmaktadır.
Verginin önceden belirlenmiş oranlarda hesaplanmasına tarh denir. Tarh ve tebliğ edilen verginin ödenmesi zorunlu bir borç haline gelmesidir. Beyan üzerine tahakkuk olan vergiler tahakkuk fişi kesilip yükümlüye verildiğinde tahakkuk eder.Takdir yöntemiyle tarh edilen vergi,yükümlüye tebliğ edilip itiraz süresi dolunca tahakkuk etmiş olur.
Karşılamalık
Bir tonozun uyguladığı itme kuvvetini dengelemeye yarayan kâgir kütle. Dayanma duvarı da denir.
Kâgir bir kütlenin ağırlığını geçici olarak taşımaya yarayan göğüsleme, destek gibi çatkı öğesi, payanda
Karşıkonu
Fügde, konudan ayrı ve konunun her girişinde ona eşlik etmek üzere, çevrimsel bir kontrapunto biçiminde yazılmış bölüm. Divertimentolarda da karşıkonuya yer verilebilir.
Karşıateş
Karşıateş, itfaiyecilikte alevlerin sıçramasını önlemek ve böylece yangını durdurmak üzere, ormanın kimi bölümlerini yangın doğrultusunda yakmaya dayanan taktiktir.
Karşıkanat
Karşıkanat, akışkanı çarkın ekseninden uzaklaştırabilmek için bir hidrolik çarkın kanadının aksi yönünde yerleştirilen küçük kanattır.
Kalamar
Kalamar, yaklaşık 300 farklı türü barındıran Teuthida takımını oluşturan uzunca, ovalimsi bedenli kafadan bacaklılar sınıfında yer alan bir deniz canlısıdır.
Kalamar, diğer kafadan bacaklılar gibi belirgin bir kafaya, çift taraflı simetrik bir yapıya, manto ve kollara sahiptir. Gözleri kafasıyla vücudunun tam ortasında yer almaktadır. Keskin ve papağanınkine benzer bir gaganın bulunduğu ağzı çevreleyen 8 kol ve bu kollardan bariz miktarda uzun olan iki adet de dokunaç vardır. Kalamarın büyük bölümünü iç organları koruyan ve kuvvetli şekilde su püskürterek kalamarın su içerisinde ilerlemesini sağlayan manto adındaki kalın bir kas örtüsü oluşturmaktadır. Ana gövdenin alt tarafında manto boşluğunun içine doğru uzanan bölümde iki adet solungaç, salgı ve üreme sistemleri bulunmaktadır. Mantoya tutturulmuş üçgen biçimli iki yüzgeç yüzmeyi ve suda süzülmeyi sağlamaktadır. Ancak bu yüzgeçler kalamarın suyun içerisinde hareket edebilmesini sağlayan ana unsur değildir. Manto içerisinde suyu sıkıştırıp sifon diye de adlandırılan bölümden suyu hızlı bir şekilde püskürterek geriye doğru yüzmeyi sağlar. Jet etkisi yaratan huni biçimindeki yapısı sayesinde kalamar suyun içinde olimpik yüzücülerin hızının 3 katından daha fazla hız yapabilmektedir. Bu jet etkisi ile suyun dışında kısa mesafe de olsa uçarak ilerleyebilirler. Renk pigmentleri ile kaplanmış olan derisi bulunduğu ortama göre yeri geldiğinde av olmaktan kurtulmak, yeri geldiğinde avcı olabilmek için kalamarın renginin değişmesini ve ortama uyum sağlamasını kolaylaştırır. Tehlike anında kalamarın mürekkebi aceleyle kaçışını kamufle etmesi için yeterlidir. İçindeki melanin adındaki madde insan cildini bronzlaştıran pigmentin aynıdır. Yaşamını sürdürebilmesi için deniz suyunun belirli bir ısıda ve tuz oranında olması gerekir ki bu sebeple Türkiye sularında Marmara Denizi'nin batı kesiminden başlayarak Ege ve Akdeniz’in tamamında bulunur. Türkiye sularındaki en yaygın bulunan türü Avrupa kalamarı veya Adi Kalamar olarak da bilinen "Loligo vulgaris"'tir. Kalamar yaygın inanışın aksine mürekkep balığı veya ahtapot değildir.
Akdeniz ülkeleri mutfağına giren eti, balık avı içinde mükemmel bir olta yemidir. Kalamar, iyi bilinmeyen derin deniz biçimlerine ve İkinci Zaman'da yaşamış belemnitlere benzer.
James Monroe
James Monroe (28 Nisan 1758 - 4 Temmuz 1831), Amerikalı diplomat ve siyasetçi. Demokratik-Cumhuriyetçi Parti'den, 5. ABD başkanı seçilmiştir. 1817 - 1825 yılları arasında başkanlık yapmıştır. Monroe doktrini ile tanınır. 'Amerika Amerikalılarındır' deyişi ünlüdür.
Başkanlık dönemi ülke içinde refah, dış ilişkilerde de bir barış dönemi olmuştur. 1823 yılında yayımladığı bir başkanlık mesajıyla, ABD'nin Avrupa sorunlarının dışında kalması ve Amerika kıtasının da Avrupa'dan gelebilecek etkilere kapatılması ilkelerini ortaya koymuştur.
Bir çiftçinin oğlu olarak Virginia'da dünyaya geldi. Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında öğrenimini yarım bırakarak asteğmen olarak görev yaptı. Beş yıl sonra yarbay rütbesiyle ordudan ayrıldı.
1780 yılında Virginia Valisi Thomas Jefferson'un yanında hukuk öğrenimine başladı. O sırada Thomas Jefferson ile kurduğu arkadaşlık yaşamında büyük etki yaptı. 1782 yılında Virginia meclisine seçildi. 1790 yılında ABD Senatosu'na girdi. Başkan George Washington tarafından 1794 yılında Fransa’ya elçi olarak atandı. İki yıl sonra geri çağrıldı.
1803 yılından başlayarak yeniden bir dizi diplomatik göreve atandı. Başkan Thomas Jefferson tarafından Mississippi Irmağı ağzındaki Fransız topraklarının Fransa’dan satın alınmasını görüşmek için Paris’e gönderdi. Mississippi’nin batısından Kayalık Dağlar’a kadar uzanan geniş topraklar 15 milyon dolara Napolyon’dan satın alındı. Benzer bir görev için Madrid’e giden Monroe bu kez başarısız oldu. 1811′de yeniden Virginia valisi oldu. İki yıl sonra Dışişleri Bakanı olmak üzere valilikten istifa etti. 1814 yılında Savaş Bakanlığını da üstlendi.
1816 yılında Demokratik-Cumhuriyetçi Parti'den başkan adayı oldu. Federalist rakibinin karşısında, ezici bir zafer kazanarak başkanlığı kazandı. Başkanlığı sırasında ABD topraklarının genişlemesi sürdü. 1819 yılında Florida 5 milyon dolara İspanya'dan satın alındı. 1820 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde bir eyalet dışında bütün eyaletlerde seçimi kazanarak yeniden başkan seçildi.
MmHg
mmHg (milimetre cıva), diğer adı "torr" olan ve Uluslararası Birimler Sistemi'ne ("Système International d'Unités, SI") uymayan bir basınç birimidir.
760 mmHg (760 torr), 1 atmosfer basınca eşittir.
Deniz seviyeside civa dolu bir kap ve bir boru ile açık hava basıncının 76 cm olarak ölçülmesiyle ortaya çıkan büyüklük.
Vade
Vade ya da ecel Borçlunun, ödemeyi belirli bir süre sonra yerine getireceği durumlarda yararlanacağı, sözleşmeyle veya kanunen belirlenmiş süre.
Vade taraflarca belirlenebileceği gibi, hukuki işlemin özelliklerinden ve niteliğinden de çıkarılabilir. Bunun dışında vadenin kanun tarafından yedek olarak belirlendiği durumlar da vardır. Vade, taraflar arasında bir takvim günü olarak saptanabilir veya taraflardan birine bırakılabilir. Tek taraflı saptamada yetkili bulunan tarafın ihbarıyla vade belirlenmiş olur. Vadenin kesinlikle belirlenmediği durumlarda, örneğin ödemenin ekonomik durumun iyileşmesine bağlandığı bir durumda; vade yerine şarttan söz etmek daha doğrudur. Hukuki işlemin özellikleri vadenin varlığını belirleyebilir. Örneğin, bir tablonun yapılması için ressama verilen sipariş, doğal olarak belirli bir süreyi bağrında taşır.
Vade bazı durumlarda kanundan kaynaklanabilir. Bu durum, tarafların vadeyi karşılaştırmamaları halinde, yasa hükmünün tamamlayıcı olarak işlev kazanması sonucunu doğurur. Örneğin, ödünç sözleşmesinde iadeye ilişkin bir vade kararlaştırılmamışsa, Türk Borçlar Kanunu'nun 312. maddesine göre, ödüncün ilk istemden itibaren altı hafta içinde iade olunması gerekir.
Vadenin hesabı konusunda Borçlar Kanunu'nunda bazı yedek hükümler öngörülmüştür. Buna göre :
Örneğin, 10 Mayıs 1998'te yapılan sözleşmede üç aylık bir vade öngörülmüşse, vade 10 Ağustos 1998'te dolar. Son ayda sözleşmenin yapıldığı günü karşılayan gün yoksa, ilgili ayın son günü vade dolacaktır. Örneğin sözleşme 31 Ocakta yapılmış ve beş aylık bir vade öngörülmüşse, vade 30 Haziranda dolar (BK.m.76/3).
Yıl, yarım yıl, çeyrek yıl gibi sürelerin varlığı halinde de, vade yine gösterilen tarzda hesaplanır (BK.m.76/3).
Türk Borçlar Kanunu'nun 76/III. maddesine göre, yukarıda açıklanan kurallar, süre sözleşmenin yapıldığı tarihte değil de, başka bir tarihten itibaren işlemeye başladığı durumlarda da uygulama alanı bulur.
Pazar gününe veya bir tatil gününe rastlayan vade, kendiliğinden bu günü izleyen ve tatil olmayan ilk güne geçer. Bunun aksini kararlaştırmak da mümkündür (BK.m.76/III).
İlke olarak, borçlunun borcunu vadeden önce ödemesine bir engel yoktur. Ancak sözleşmede tarafların aksini kararlaştırmaları üzerine ya da sözleşmenin niteliğinden erken bir tarihte ödeme yapılmasının olanaksız olduğu durumlarda, vadeden önce ödemede bulunmak mümkün değildir. Bu tür aylık durumlar dışında borçlu, borcun ödemesini vadeden önce de gerçekleştirebilir; ancak bu nedenle alacaklıdan borcun miktarına ilişkin bir indirim isteminde bulunamaz.
Türk Borçlar Kanunu Tasarısı
Kanun: http://www.e-ticaret.gov.tr sitesine ait bir doküman - Formatı: Microsoft Word
Vade: Bir kredinin ne zaman geri ödeneceğinin veya ne kadar süre ile kullanılacağına ilişkin olarak, kredi kullandırılmadan önce tespit edilen tarihtir. Kredilerin kullandırıldıktan belli bir süre sonra (vadesinde) geri ödenmesi gerekir.
Atatürkçülük
Atatürkçülük ya da Kemalizm, kelime olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün düşüncelerinin ve görüşlerinin takipçisi olma anlamını içeren, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, belirli bir sınıfa, din desteğine ve kurallarına dayanmayan; akla ve bilime |
dayanan kurumları getirmeyi amaç edinen, anti-emperyalist ideoloji. Atatürkçü ideolojinin temellerini, Atatürk'ün düşünce ve uygulamalarıyla ortaya koyduğu amaçlar, ler ve gerçekleştirdiği inkılaplar oluşturur. Türkiye Cumhuriyeti de, anayasasında belirtildiği gibi, özellikleri ve uygulamalarıyla Atatürkçülük doğrultusunda hareket etmektedir.
Atatürkçülük, Türk halkının doğal karakterinden ve Türk vatanının sahip olduğu öz kaynaklardan, Türk tarihinden ve Türk insanının isteklerine çare bulma ihtiyacından doğmuştur. Bu sistem Türk milletini bütün unsurları ile çağdaş ülkelerden daha ileri bir seviyeye çıkarma anlayış ve gayretlerinin bir sonucudur.
""Atatürkçülük""ün eş anlamlısı ""Kemalizm"" ise Türkiye'de 1930'larda kullanılmaya başlanmıştır. 1934'te Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı, Türk kültürü ve Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıtmaya yönelik olarak "La Turquie Kemaliste" ("Kemalist Türkiye") dergisini yayımlamaya başlamıştır. Mustafa Kemal'in kurduğu bu düşünce sistemi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 9 Mayıs 1935’te toplanan IV. Kurultayı'nda kabul edilen 1935 Programı’na [Kamâl Atatürk ad ve soyadına atfen] "Kamâlizm" olarak geçmiştir. 1953’teki 10. Kurultay’a kadar Kemalizm, parti programındaki yerini korumuş, bu tarihte kaldırılarak “Atatürk Yolu” kavramı getirilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet anlayışını devletin merkezine koymuş ve ismini Türkiye Cumhuriyeti olarak ilan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk İlkeleri; yani Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık üzerine temellenmiştir.
Atatürkçülük, Türkiye'de yaşayan tüm etnik kökenleri ayrım yapmadan içine alan bir Türk ulusu kimliği görür ve Türk milliyetçiliği üzerinde durur. Devletin varlığını ve birliğini bu kimliğin geliştirilmesinde bulur. Atatürk milleti şöyle tanımlamaktadır:
Atatürk'ün devletinin laik ve üniter olması devletin toplumla ilişkilerinde din ve etnik ögeler bakımından "tarafsız" olması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Atatürk devleti şekillendirmeyi ve bu bağlamda devletin milletle ilişkisini düzenlemeyi savunmuştur. Atatürk'ün millet anlayışında Türk kimliği milliyetçilik ilkesi doğrultusunda, tüm etnik grupları tarafsız olarak içine alır. Cumhuriyet'in devamlılığı için bu ilke, "pragmatik" bir doğrultuda, tarafsız bir biçimde ilerletilir.
Atatürk Devrimleri sürecinde izlenen yöntemler ve gerçekleştirilen eylemler; uygulamayla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuralları olarak ortaya çıktı. Bağımsızlık savaşının bir ulus-devlet halini almasına doğru yönelen bu kurallar Atatürkçü düşünce sistemini oluşturdu. Devrim sürecinde ve devrimin önderi tarafından ortaya konulan bu kurallar Atatürkçü ideolojinin değişmez ilkeleridir. İlkelere bir bütün olarak "Atatürkçülük" ya da "Kemalizm" adı verilmektedir. Bir başka tanımla Atatürkçülük, Türk Kurtuluş Savaşı’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda temel olan değişmez fikir ve ilkelerin tümüdür.
Atatürkçülük, yukarıda açıklandığı gibi birtakım ilkeleri ve politikası olan bir ideolojidir. Ulusal, laik ve modern bir siyasettir. Bazı kesimler tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin temel doktrini ve ideolojisi olarak kabul edilmektedir. Atatürkçülük; emperyalizme karşı milliyetçiliği, kapitalizme karşı halkçılığı ve devletçiliği, gericiliğe karşı laikliği, aşırı muhafazakârlığa karşı inkılapçılığı, oligarşiye karşı ise cumhuriyetçiliği savunan bir ideolojidir.
Sıklıkla, Atatürkçü ideolojinin bir fikir sistemini temsil etmekten çok ülkeyi tümüyle pragmatik bir yöntemle modernleştirmeye çalışan politik bir uygulama olduğu vurgulanır. Bununla birlikte, Atatürkçülerin yaptığı devrime rehberlik eden belli fikirler var olduğu ve bunların esnek bir biçimde de olsa CHP ideologları tarafından sistemleştirildiği söylenir.
Atatürkçülük pek çok kişi ve grup tarafından sağ ve sola rakip "üçüncü bir yol" olarak tanımlanmaktadır. Ama Atatürkçülük, 1920'lerin kendine özgü yapılı Türkiye'sinin ihtiyaçlarından doğmuş, temelinde sınıf çatışmasından ziyade "Tam Bağımsızlık", "Ulusal Birlik" ve "Anti-Emperyalizm" olan bir ideolojidir. Lozan'da taviz verilmeyen tek konunun Tam Bağımsızlık olması, daha sonrasında Balkan Antantı ve Sadabat Paktı antlaşmalarına imza atılmasının yanında davet edilmesine rağmen Türkiye'nin Birleşmiş Milletler'e girmemesi de bu temelin sonuçlarındandır.
Bir diğer grup da Atatürkçülüğü sol kanat ideolojisi olarak görmekte, onu üçüncü yol sayanları Atatürkçülüğü siyaset dışına atmaya çalışmakla ve sadece bir düşünce sistemi olarak sınırlandırmakla eleştirmektedir. Bu gruplarda bu düşünceye sahip olan insanların sağcı olduklarını iddia edenler de bulunmaktadır. Genel olarak bu kesimin düşüncesine göre milliyetçilik sola engel değildir ve bu gruplarda, Cemal Abdül Nasır, Cevahirlal Nehru, Mirsaid Sultangaliyev, Lumumba gibi ulusal kurtuluş savaşı vermiş isimlerin kendilerini solcu olarak tanımlamalarından yola çıkılarak, esas milliyetçiliğin solda olduğu fikri egemendir.
Özellikle Türk milliyetçiliğini savunan kesimler için modern cumhuriyetin kurulmasındaki dil devrimi, tarih araştırmaları, millî kimlik bilinci ve ulus devlet yapısı gibi kazanımlar çok önemlidir. Milliyetçi kesimler için Atatürkçülük, Türk milliyetçiliğini esas alan bir düşünce sistemidir ve sol bir pozisyonda nitelendirilemez. Milliyetçi gruplar, Atatürk'ün ölümünden sonra Atatürk'ün yolundan gidilmediğini ve Türkçülük- Turancılık gibi görüşlerin baskı altına alındığını ifade eder.
Atatürk, asker kökenli bir siyasetçi ve önder olmasına rağmen ordunun siyasetten uzak durması gerektiğini savunmuş "ya üniforma ya siyaset" şeklinde net bir tavır ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı olduktan sonra, hep sivil kıyafet kullanmıştır.
Atatürkçü ideolojideki ordu anlayışı Türk ordusunun her müdahaleden sonra kışlasına çekilmesi ile de açıklanabilmektedir. Hiçbir askeri cunta Kemalizm'i ve Atatürk'ü yadsıyarak iktidarda kalamaz. Böyle bir ideolojik yadsımaya gidilmesi de ordunun desteğini keseceği için askeri yönetim olanaksızdır.
Atatürk pek çok sözünde, Cumhuriyeti siyasal iktidarlara değil de gençliğe emanet ettiğini beyan etmiştir. Bunun en temel sebepleri gençlerin yeniliklere açık bireyler olması, köklü değişikliklerden korkmamaları, daha iyi bir yarın umut etmeleridir.
Gençlerin "bireysel enerji" düzeyi bu durumu etkileyen sebeplerin başında gelir. Yıllar geçtikçe enerjisi azalan kişi, uyum göstermek için yeni çabalar gerektirecek köklü değişikliklerden korkmaya başlar. Yıllar geçtikçe toplumda iyi bir konuma gelinmesi ve elde edilen olanakların elden kaçırılmamak istenmesi yaşlı bireyleri tutucu olmaya yönlendirir bu da köklü değişikliklere meyletmemelerinin sebeplerindendir. Bir başka sebep de elde edilen birikimlerin yeniden kazanılmasına imkân sağlayacak sürenin de kalmamasıdır.
Genç, kendisi dışında henüz bir sorumluluk üstlenmemiştir. Davranışlarını ayarlarken ya da toplumda bazı köklü değişimlerden yana tutum takınırken, bir anlamda özgürdür. Oysa evlenmek ve çocuk sahibi olmakla somutlaşmaya başlayan sorumluluklar zinciri, ileriki yıllarda adımlarını çok daha dikkatle ve ihtiyatla atmasını gerektirecektir.
Her toplumsal hareket giderek kurumsallaşmaya ve dolayısıyla da uysallaşmaya, tutuculaşmaya yüz tutar. Oysa bu gençlik hareketleri için söz konusu değildir. Çünkü gençlik, sürekli yenilendiği için kurumsallaşamayacak, kalıplaşamayacak bir güçtür.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı, gençler idealisttir. Cumhuriyetin de Atatürk tarafından gençlere emanet edilmesinde gençlerin bu "idealist" yönü ağır basmaktadır.
M. Kemal Atatürk'ün ve Atatürkçü ideolojinin gençliğe bakışı Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabesi ile de anlaşılabilmektedir.
Türk kadınının durumundaki iyileşmeler kısmen de olsa Atatürk'ten önce başlamıştır. Atatürk dönemi Türkiye'sinde ise hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Kız çocuklarına ilk ve orta okula gitmesi izni 1858'de verilmişti. Ebe okulu, kız sanat okulu ve kız öğretmen okulu aynı dönemlerde açılmıştı. İlk kadın yazarlar, kadınlara yönelik ilk yayın organları yine o sıralarda açılmıştı. İlk kadın derneği ise savaş yaralılarına yardımcı olmak amacıyla 1867 yılında kuruldu. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, kadınların konumlarıyla ilgili bazı önemli gelişmeler daha görüldü. İlk kız lisesi, 1913 yılında İstanbul'da açıldı. Halide Edib Adıvar, Kadın Haklarını Savunma Derneği'ni (Müdafaa-i Hukuku Nisyan) kurdu. 1914'te bugünkü adıyla Kız Teknik Yüksek Öğretim Okulu öğretime başladı. 1921'de de, Fen ve Edebiyat Fakültelerinde kızlar erkek sınıflarına girdiler.
Kadının "vatandaş" sayılmasına bile karşı çıkan milletvekillerinin neredeyse çoğunlukta olduğu bir mecliste ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın içinde kadının ileri toplumlardaki gibi hak sahibi kılmak için ilk adımlar atılmıştı. Türk kadını 5 Aralık 1934'te seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu zaman, demokrasinin beşiği sayılan Fransa ve İsviçre gibi ülkelerde kadınlar henüz bu haktan mahrumdular.
Atatürk, Sovyetler Birliği'nde uygulanan komünizmin üretim açısından getirdiği modeli yeterli görmediği gibi, birey hak ve özgürlüklerini, demokrasiyi içermemesini de kendi amaçlarına uygun bulmuyordu. Sovyet Devleti, sosyalizmin savunduğu değerleri eskiden olduğu gibi savunmuyordu. Demokrasi yerine diktatörlük, bireysel hak yerine ödevler geçiyordu. Bu yozlaşmayı Atatürk de görmüştü. İçte bir komünist örgütlenmeye de özellikle bu yüzden karşıydı; çünkü bunun "kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanma" anlamına geleceğini görüyordu. Böyle bir durum ise tam bağımsızlığı zedelerdi.
Fakat Atatürk'e sorulan Türkiye'ye komünizmi getirip getirmeyecekleri sorusuna ise Türkiye'de bir işçi sınıfının bulunmayışının komünizmin yerleşmesine engel teşkil ettiği ve uygulamanın şu an Türkiye'de çok zor olduğu cevabını vermiştir. Ayrıca Atatürk fikirsel olarak Türk milliyetçiliğine ters ve Türksel değerlere uygun olmadığı için komünist sistemi Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti açısından bir tehlike olarak addetmiştir.
Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere 1919'da Samsun'a gelen bir Sovyet Albayı, Havza'da Mustafa Kemal ile gör |
üşür "Ne yapmak istiyorsunuz?" sorusunu Mustafa Kemal Paşa "Bizim hedefimiz Devlet Sosyalizmidir" yanıtını verir.
Türkiye'de 1920 yılında Türkiye Komünist Fırkası kurulmuştu. Bu parti Türkiye'deki ilk komünist partiydi. Partinin Komintern'e üyeliği kabul olmayınca parti dağılmıştı.
"Hakimiyet-i Milliye" gazetesinde Atatürk'ün kendi cümleleriyle tarihsel materyalist perspektiften bakıldığında dönemin toplumsal şartları sebebiyeti ile komünizme bağlanmayı doğru bulmadığı, Türk toplumunun İslamiyet'e bağlı dindar bir toplum olduğu ve komünizme tümüyle karşı olduğu bazı söylemlerinde açıkça gözükmektedir:"
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu üyeliğine atanmış Mümtaz'er Türköne Aralık 2011 tarihinde "Habertürk" gazetesine vermiş olduğu röportajla Atatürkçülüğün 1960 darbesinden sonra icat edildiğini, darbenin, askeri vesayetin gerekçesi olarak ilan edildiğini söylemiştir. Türköne'ye göre darbeci ordu mensupları meşruiyet problemini ve gasp ettikleri iktidara dayanak bulmak için Atatürk'e sığınmışlardır, ve bu yüzden Atatürkçülük bir darbe ideolojisidir.
1950 senesinden itibaren haberleri içeren "Milliyet" gazetesi internet arşivlerinde Kemalizm ve Atatürkçülük kelimelerine 1950 ve 1951 yıllarından itibaren rastlanmaktadır.
Termodinamik
Termodinamik ısı, iş, sıcaklık ve enerji arasındaki ilişki ile ilgilenen bilim dalıdır. Basit bir ifadeyle termodinamik, enerjinin bir yerden başka bir yere ve bir biçimden başka bir biçime transferi ile ilgilenir. Bu süreçteki anahtar kavram, ısının, belirli bir mekanik işe denk gelen bir enerji biçimi olmasıdır.
Termodinamik kavramı Yunanca ' (ısı) ve ' (enerji) kelimelerinden türetilmiştir. Bazı Türkçe kaynaklarda "ısıl devingi" olarak da geçer. Enerji, ısı, iş, entropi ve ekserji gibi fiziksel kavramlarla ilgilenir. Termodinamik yasalarının istatistiksel mekanikten türetilebileceği gösterilmiştir.
Termodinamik her ne kadar sistemlerin madde ve/veya enerji alış-verişiyle ilgilense de, bu işlemlerin hızıyla ilgilenmez. Bundan dolayı aslında termodinamik denilirken, denge termodinamiği kastedilir. Bu yüzden termodinamiğin ana kavramlarından biri "quasi-statik" (yarı-durağan) adı verilen, idealize edilmiş "sonsuz yavaşlıkta" olaylardır. Zamana bağlı termodinamik olaylarla, denge halinde olmayan termodinamik ilgilenir.
Termodinamik yasaları çok genel bir geçerliliğe sahiptirler ve karşılıklı etkileşimlerin ayrıntılarına veya incelenen sistemin özelliklerine bağlı olarak değişmezler. Yani bir sistemin sadece madde veya enerji giriş-çıkışı bilinse dahi bu sisteme uygulanabilirler.
Bu değişkenler genellikle sistemin ya kendisini ya da çevre koşulları tarif etmek için kullanılır. En çok kullanılanlar ve simgeleri şunlardır:
Mekanik değişkenler, temel klasik veya parçacık fiziği tanımlarıyla tarif edilebilirken, istatistiksel değişkenler sadece istatistiksel mekanik tanımlarıyla anlaşılabilir.
Termodinamiğin çoğu uygulamasında, bir ya da daha çok değişken sabit tutulurken, diğer değişkenlerin bunlara göre nasıl değiştiği incelenir ve bu da sistemin matematiksel olarak (n sabit tutulmayan değişkenlerin sayısı olmak üzere) n boyutlu bir uzay olarak tarif edilebileceği anlamına gelir. İstatistiksel mekaniği fizik yasalarıyla birleştirerek, bu değişkenleri birbirleri cinsinden ifade edecek "durum denklemleri" yazılabilir. Bunların en basit ve en önemli olanlarından biri ise ideal gaz yasasıdır.
Bu denklemde "R" evrensel gaz sabiti'dir. Ayrıca istatistiksel mekanik terimleriyle bu denklem şöyle yazılır:
Bu denklemde de "k" Boltzmann sabiti'dir.
Termodinamik değişkenler vasıtasıyla dört tane termodinamik potansiyel tanımlanabilir:
Entalpi,özel bir fonksiyondur.Basınç sabit olduğu zaman bize ısıyı verir.
Bu dört potansiyelin diferansiyel denklemlerini ve zincirleme türev kuralını kullanarak bu dört potansiyel, değişkenler ve birbirleri cinsinden yazılabilir:
İki sistem birbirleri ile etkileşim halinde oldukları halde, durumları değişmeden kalıyorsa bu iki sistem birbirleri ile dengededir denilir. Eğer iki sistem etkileşime açık oldukları halde, aralarında mekanik etkileşimle olan enerji transferi (iş) dışında net enerji transferi (ısı geçişi) yoksa, bu iki sistem birbirleri ile ısıl dengededirler. Sıfırıncı yasa şöyle der:
Bu denge durumu, sıcaklık olarak tanımlanır. Yani her sıcaklık derecesi, farklı bir denge durumunu temsil eder. Bu durum:
T=T=T şeklinde formülize edilir.
1931 yılında Ralph H. Fowler tarafından tanımlanan bu yasa, temel bir fizik ilkesi olarak karşımıza çıktığından, doğal olarak 1. ve 2. yasalardan önce gelmek zorunluluğu doğmuş ve sıfırıncı yasa adını almıştır.
Bu yasanın uygulanışına örnek olarak termometreler verilebilir. Termometre "üçüncü sistem" olarak kullanılır ve bir sıcaklık ölçeği oluşturulmasına imkan verir.
Termodinamiğin birinci yasası "enerjinin korunumu" olarak da bilinir. Bu yasaya göre:
Bu durum şöyle gösterilir:
Enerji yoktan var edilemez ve yok edilemez sadece bir şekilden diğerine dönüşür. Bir sistemin herhangi bir çevrimi için çevrim sırasında ısı alışverişi ile iş alışverişi aynı birim sisteminde birbirlerine eşit farklı birim sistemlerinde ise birbirlerine orantılı olmak zorundadır. Bu ifadelerin yapılan deneylerle doğruluğu gözlenmiştir fakat ispat edilememektedir. Bütün bu ifadeler matematiksel olarak çok daha kolay ifade edilebilir.
Aşağıdaki formüllerde
göstermektedir. Çevrim de şu şekilde gösterilmiştir:
Şimdi bu şekilde sistemin herhangi iki hali görünüyor yani 1 ve 2 nolu noktalar. Hal değişimleri ise A , B , C çizgileriyle sağlansın. Ok yönleri de hal değişimlerinin olacağı yönler. Şimdi hal değişimleri 1A2 ve 1B2 ise 2C1 ilk hale dönülen durumdur.
Şimdi çevrimleri kurguluyalım elimizde 1A2C1 ve 1B2C1 çevrimleri var:
1A2C1 ve 1B2C1 çevrimleri birbirlerine eşittir. Termodinamiğin 1. kanunu uygulandığında a ve b denklemleri ortaya çıkar b denklemi a denkleminden çıkarırsak c denklemi bulunur.
1A2 ve 1B2 aynı haller arasında herhangi iki hal değişimi olduğundan δQ – δW ifadesinin 1-2 noktası arasındaki bütün hal değişimleri için bağımsız olduğu söylenebilir. Bunların farkı nokta fonksiyonudur ve tam diferansiyeldir. Bu sisteme has bir özellik olup sistemin enerjisidir ve E ile gösterilir (E=δQ-δW) sonsuz küçük hal değişimi için bu formülün integrali alınırsa;
olmak üzere;
formülü çıkar. Termodinamikte enerji, maddenin yapısına bağlı iç enerji ve koordinat eksenlerine bağlı olan kinetik enerji (E) ve potansiyel enerji (E) olarak ayrılabilir;
Sistemin herhangi bir hal değişimindeki enerjisi de;
Termodinamiğin ikinci yasası şu şekildedir:
Bunun bir sonucu olarak, kapalı bir sistemin entropisi zaman içerisinde en yüksek değerine ulaşır. Yani, tüm kapalı sistemler bir denge hâline ulaşmaya meyleder ve bu denge hâlinde entropi en yüksek düzeyde iken iş yapabilecek enerji miktarı sıfırdır. Bu ileri-geri asimetrik süreç fizikte "zaman oku" denen kavramın yaratılmasına neden olmuştur.
Bir ısı kaynağından ısı çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkânsızdır." (Kelvin-Planck Bildirisi)
Verim asla 1'den büyük olamaz. Dolayısıyla tek kaynaktan ısı alarak çalışan bir makine yapmak olası değildir.
Soğuk bir cisimden sıcak bir cisme ısı akışı dışında bir etkisi olmayan bir işlem elde etmek imkânsızdır. (Clausius Bildirisi)
Termal olarak izole edilmiş büyük bir sistemin entropisi hiçbir zaman azalmaz (bkz: Maxwell'in Cini). Ancak mikroskopik bir sistem, yasanın dediğinin tersine entropi dalgalanmaları yaşayabilir (bkz: Dalgalanma Teoremi). Aslında, dalgalanma teoreminin zamana göre tersinebilir dinamik ve nedensellik ilkesinden çıkan matematiksel kanıtı ikinci yasanın bir kanıtını oluşturur. Mantıksal bakımdan ikinci yasa bu şekilde aslında fiziğin bir yasasından ziyade göreli olarak büyük sistemler ve uzun zamanlar için geçerli bir teoremi haline gelir. Ludwig Boltzmann tarafından tanımlanmıştır. Sisteme dışarıdan enerji verilmediği sürece düzenin düzensizliğe düzensizliğin de kaosa dönüşeceğini anlatır. Kırık bir bardağın durup dururken veya kırarken harcanan enerjiden daha azı kullanılarak eski haline döndürülemeyeceği örneği verilir klasik olarak. Yine aynı şekilde devrilen bir kitabı düzeltmek için devirirken harcanan enerjiden fazlasını kullanmak gerekir, potansiyel enerjinin bir kısmı ısıya dönüşmüştür ve geri getirilemez. Aynı zamanda Evren'deki düzensizlik eğilimini de anlatır. Düzensizlik eğilimini anlatırken entropi kelimesini kullanır. Yunanca, en = ingilizcedeki 'in' gibidir, önüne geldiği kelimeye -de, -da eki verir ve tropos = yol kelimesinin çoğulu olan 'tropoi' (tropi diye telaffuz edilir) kelimesinden. Yani; "yolda").
Üçüncü yasa şu şekildedir:
Bu durum, istatistiksel bir bakış açısıyla, bir sistemdeki düzenin veya rastgeleliğin seviyesini belirleyen mutlak bir entropi ölçeği oluşturulmasına imkan verir.
Bu yasa neden bir maddeyi mutlak sıfıra kadar soğutmanın imkânsız olduğunu izah eder; zîrâ sıcaklık mutlak sıfıra yaklaştıkça hareketlilik miktarı da sıfıra yaklaşır.
Sıcaklık mutlak sıfıra yaklaştıkça, bir sistemin entropisi bir sabite yaklaşır. Bu sayının sıfır değil de bir sabit olmasının sebebi, bütün hareketler durmasına ve buna bağlı olan belirsizliklerin yok olmasına rağmen kristal olmayan maddelerin moleküler dizilimlerinin farklı olmasından kaynaklanan bir belirsizliğin hâlâ mevcut olmasıdır. Ayrıca üçüncü yasa sayesinde maddelerin mutlak sıfırdaki entropileri referans alınmak üzere kimyasal tepkimelerin incelenmesinde çok yararlı olan mutlak entropi tanımlanabilir.
"Bu evde termodinamik kurallarına uyarız!" (Lisa enerjisi zamanla artan bir devridaim makinası yaptıktan sonra ) – Homer Simpson
"Termodinamik komik bir konudur. İlk defa öğrendiğinizde, ne olduğunu anlamazsınız bile. İkinci defa üzerinden geçtiğinizde, bir-iki nokta hariç anladığınızı düşünürsünüz. Üçüncü defa baktığınızda ise, anlamadığınızı bilirsiniz, ama o zamana kadar konuya alıştığınız için bu sizi o kadar rahatsız etmez |
." – Arnold Sommerfeld
"Dökülen sütün arkasından ağlamayın, Evren'in bütün kuvvetleri sütü dökmeyi aklına koymuştu bir kez." - William Somerset Maugham
Mecelle
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye veya kısaca Mecelle, 1868-1876 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları kodeksidir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son yarım yüzyılında şer'i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Bir giriş 16 bölümden oluşur ve 1851 madde içerir.
Mecelle, kendi çağında 13 yüzyıllık İslami fıkıh geleneği üzerinde inşa edildiği halde, maddeler halinde düzenlenmiş analitik ve pozitif bir hukuk sistemi oluşturma çabasıdır. Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından 6. yüzyılda Konstantinopolis'te hazırlatılan ilk ("code civil") derlemesinden sonraki ilk örnek olması özelliğiyle İstanbul'u özel bir konuma kavuşturur. Batı ülkelerinin Medeni Kanun ("code civil") geleneğiI. Justinianus'un 6. yüzyılda hazırlattığı ilk ("code civil") düzenlemesine dayanır. Mecelle, Tanzimat Fermanı ile açılan dönemin en önemli kanunu ve Osmanlı modernleşmesinin en önemli anıtlarından biridir. Bu anlamda ("modernleşme") olarak adlandırılan istikametin aslında kökü Konstantinopolis'te, yani İstanbul'da olan bir sürecin ihyası olduğunu da gösterir.
Arapça "çok büyük boy kitap" anlamına gelen "mecelle", Fransızca "1) büyük kitap, 2) hukuk ilkeleri derlemesi" anlamına gelen 'codex' sözcüğünün çevirisi olarak kullanılmıştır.
Türk Medeni Kanunu'na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat Kanunu'nun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926'da Mecelle yürürlükten kaldırılmıştır.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra Mecelle, halef devletlerinin çoğunda (hiçbir zaman yürürlükte olmayan Mısır hariç) kalıcı bir etki bırakmıştır. Mecelle, etkili, tutarlı ve yerinden edilmesi zor olduğu için çoğu yerde uzun süre devam etmiştir. Yürürlükte kalan ülkeler:
Mecelle, Ürdün ve Kuveyt'te de medeni hukukun temelini oluşturdu.
99 genel hukuk ilkesini içeren giriş bölümünden sonra Mecelle şu konulara değinir: Büyu, İcar (kira), Kefalet, Havale, Rehin, Emanet, Hibe, Gasp ve İtlaf, Hacir, İkrah ve Şuf'a, Enva-ı Şirket (ortaklık çeşitleri), Vekâlet, Sulh ve İbra, İkrar (borcu kabul etme), Dava, Beyyinat ve Tahlif (kanıt ve delil), Kaza (yargı).
1868'de sadrazam Âli Paşa, Abdülaziz'e sunduğu ünlü reform tasarısında Fransız Medeni Kanunu'nun aynen çevirilerek benimsenmesini önermiş, hatta çeviri için bir komisyon kurulmuştu. Ancak aynı yıl bu projeden vazgeçilerek, İslam medeni hukukunun derlenip modernleştirilmesi fikri ağırlık kazandı. Adliye Nazırı ve eski Meclis-i Ahkâm-ı Adliye Reisi Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında yedi kişilik bir heyet bu işle görevlendirildi. Batı ve doğu kültürlerine eşit derecede vakıf olan Cevdet Paşa dışında heyet üyeleri, genellikle muhafazakâr, İslam ulemasından oluşuyordu.
Mecelle'nin birinci kitabına ekli olarak yayımlanan mazbataya göre Mecelle fıkıh ilminin dünya işlerine ilişkin kısmıyla ilgiliydi. Uygar uluslar (milel-i mütemeddine) bu konuyu Medeni Kanun ile çözerken, Osmanlı devletinde bu konuda pek çok kanun ve nizam yapılmıştı. Bunların eksikleri her ne kadar İslami fıkıh ilminde eksiksiz bir şekilde giderilmiş ise de eski içtihat ve fetvaları bir araya getirmek güçtü ve yeni kurulan temyiz mahkemelerinin hakimleri bu kaynaklara yeterince vakıf olmadığından yanlış kararlar verilebiliyordu. Bu nedenle Hanefi mezhebinin sağlam kaynaklarına dayanarak kanun kuvvetinde bir derleme hazırlanmalıydı. Böylece hem şer'i mahkemeler için güvenilir bir kaynak oluşturulmuş olacak, hem nizami (laik) mahkemelerde kullanılmak üzere yeni kanunlar çıkarılmasına gerek kalmayacaktı.
Mecelle'nin ilk 99 hükmünden örnekler:
Mecelle, Ali Himmet Berki tarafından yeni harflerle "Açıklamalı Mecelle" başlığıyla yayımlanmıştır (Hikmet Y. 1978). Dr. Osman Öztürk'ün "Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle" (1973) adlı eseri de Mecelle'nin tam metnini içerir.
İstanbul Üniversitesi'nde uzun süre mecelle ve medeni hukuk profesörü olan Ebululâ Mardin'nin "Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa" adlı kitabı (1945, 1996), konuya ilişkin en ciddi kaynaklardan biridir.
Ömer Nasuhi Bilmen'in "Hukuku İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu" (1955) Osmanlı hukuku konusundaki temel başvuru kitabıdır. Rum asıllı Hariciye Nazırlarından, Girit Valisi ve Mekteb-i Hukuk hocalarından Sava Paşa'nın "İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında bir Etüd" (çev. Baha Arıkan, 2 cilt, 1955) adlı kitabı, Batılı düşünce sistematiği çerçevesinde İslam özel hukukunu ele alan çok değerli bir incelemedir.
Maxwell'in Cini
Maxwell'in Cini (ya da Maxwell'in Şeytanı), İskoç fizikçi James Clerk Maxwell'in ikinci termodinamik yasasının geçerliliğini sorgulamak amacıyla 1867'de ortaya attığı bir "düşünce deneyi"dir.
Maxwell bu yasayı sınamak için, aralarındaki kapı hariç birbirlerinden tamamen yalıtılmış olan A ve B odaları hayal eder. Bu odaların ikisi de aynı çeşit gazla doldurulmuştur ve gazın sıcaklığı her iki odada da aynıdır. Termodinamiğin ikinci yasasına göre, aradaki kapıyı istediğimiz kadar açıp kapayalım, eşit sıcaklıktaki odalar arasında bir ısı akışı olmayacaktır.
Maxwell, kapının başında duran akıllı bir "cin" hayal eder. Bu cin, her iki taraftaki gaz moleküllerini de gözlemleyebilmektedir. A odasından kapıya doğru ortalamadan yüksek bir hızla gelen bir molekül gördüğünde, kapıyı açarak onun B odasına geçmesini sağlar. Benzer şekilde, B odasında ortalamadan düşük hızla hareket eden moleküllerin de tek tek A odasına geçmesini sağlar. Böylece, zaman içinde B odasının içindeki moleküllerin ortalama hızı artarken, A odasındakilerin ortalama hızı azalmaktadır. Ortalama hız da sıcaklık demek olduğundan, B odasının sıcaklığı artmakta, A odasının sıcaklığı düşmektedir ve bu da ikinci termodinamik yasasının açık bir ihlalidir.
Deneydeki muhtemel hatayı ilk defa 1929'da Leó Szilárd göstermiştir. Szilárd'a göre Maxwell'in cini, moleküllerin hızlarını gözlemlerken, hız bilgilerini depolayıp birbiriyle karşılaştırırken ve kapıyı açıp kapatırken entropi üretmektedir ve üretilen entropi, kaybolduğu iddia edilen entropiye en iyi ihtimalle eşittir.
Ayrıca, Belirsizlik İlkesi'ne göre zaten moleküllerin kinetik enerjilerini ve hareket yönlerini değiştirmeden hızlarını tespit etmenin bir yolu yoktur.
Friedrich August von Hayek
Friedrich August von Hayek (d. 8 Mayıs 1899, Viyana – ö. 23 Mart 1992, Freiburg), Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Serbest piyasa ekonomisini 20. yüzyıl ortasında yükselen sosyalist dalgaya karşı savunmasıyla tanındı. Hukuk ve epistemolojiye önemli katkılar yaptı. 1974'te Nobel Ekonomi Ödülü'nü düşünsel rakibi Gunnar Myrdal ile paylaştı.
Hayek'in babası August von Hayek tıp doktorudur; aynı zamanda Viyana Üniversitesi'nde yarı-zamanlı botanik dersleri vermiştir. Doğal bilimcilerin ağırlıkta olduğu bir aile ortamında yetişmesine rağmen topçu subayı olarak görev yaptığı I. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal bilimlere yönelmiştir. Viyana Üniversitesi'nden 1921'de hukuk, 1923 yılında ise siyaset bilimi üzerine 2 sene ara ile 2 doktora almış olan Hayek, 1924'te ABD dönüşünde sosyalizm fikirlerini benimsemek üzereyken Ludwig von Mises'in Sosyalizm kitabından etkilenmiş ve düşüncesini değiştirmiştir. Hayatının bundan sonraki kısmında liberal felsefeyi ekonomi, siyaset felsefesi gibi birçok alanda başarılı bir şekilde savunmuştur.
Hayek serbest piyasa düzeninin felsefi savunucularındandır. Avusturya Okulu'nun 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biridir. 1974'te Nobel Ekonomi ödülünü almıştır. Merkezi ekonomik planlamanın insanların özgürlüklerini ve ihtiyaçlarını kısıtlayacağı tezini vurgulamış, çoğulculuğu ve ekonomik sübjektivizmi savunmuştur.
Hayek'e göre iktisadi karar verme hakki, bireylerden, onların değerlerinden ve amaçlarından bağımsız değildir (ekonomik öznellik, Avusturya ekolü), karar verme hakları enformasyona sahip olan bireylerde olmalıdır. Rekabetçi bir piyasada fiyatlar, insanların farklı mal ve servislere biçtikleri görece değerleri belirlemekte, bireyler de bunlara bakıp istek ve ihtiyaçlarını en iyi şekilde nasıl karşılayacaklarına ve hatta o istek ve ihtiyaçların neler olduklarına karar vermektedirler.
Hayek iktisat dışında bilişim (enformasyon) teorisi, hukuk, politika teorisi, bilim felsefesi ve bilişsel psikoloji (cognitive psychology) gibi alanlarda da yeni fikirler üretmiştir.
Zengin ve muhafazakar bir ailenin kızı olan annesi Felicitas Hayek ünlü felsefeci Ludwig Wittgenstein 'ın akrabası olması nedeniyle Hayek, Wittgenstein 'ın ikinci kuzenidir. Wittgenstein ile birkaç kez bir araya gelmesine rağmen, Hayek; Wittgenstein 'ın düşüncesi ve analiz metodunun kendi hayatı ve düşüncelerini derin bir şekilde etkilediğini belirtmiştir.
Hayek üç erkek kardeşten en büyüğü olmasına rağmen; diğer iki kardeşinden daha uzun yaşamıştır. Kardeşleri Heinrich 1969 yılında 69 yaşında , Erich 1986 yılında 82 yaşında ölmüştür. Hayek ise 1992 yılında yaklaşık 93 yaşında ölmüştür.
The Road to Serfdom - Serfliğe Giden Yol (1944) Bu Eser, Hayek'in özgürlük savunusuna adadığı uzun entelektüel hayatının en çarpıcı ürünlerindendir. Serfliğe Giden Yol, son derece önemli bazı siyasal soruların cevaplarını aramaktadır. Özgürlük nedir? Sosyalizm, faşizm ve diğer totaliter sistemler neden özgürlükle uzlaşmaz bir çelişki içindedirler? Birbirine karşıt görünen özgürlük aleyhtarı anlayışlar yoksa aynı kökten mi türemişlerdir? Sözgelimi "Nazizmin Sosyalist kökleri" nelerdir? Özgürlük, geçici bir güvenlik uğruna feda edilebilir mi? Kollektivist ekonomi altında demokrasinin ve azınlık haklarının yaşama şansı var mıdır?
Hayek 1974 yılında zıt fikirleri savunmalarına rağmen Guannard Myrdall ile paylaşmak zorunda kaldığı Nobel ödülünü almıştır.
Ölmeden 2 sene önce hafıza kaybına uğramıştır.
Robert Nozick
Robert Nozick (d. 16 Kasım 1938 - ö. 23 Ocak 2002), ABD'li filozof. Nozick "Anarşi, Devlet ve Ütopya" isimli kitabı ile bilinir.
Robert Nozick, göçmen |
bir ailenin çocuğu olarak 16 Kasım 1938 tarihinde New York'ta doğmuştur. Nozick, 1959 yılında Columbia Üniversitesinden mezun olduğunda sosyalist görüşte, sol öğrenci birliklerinden birisinin üyesi olarak faaliyet göstermiştir. Daha sonraları siyasal fikirleri değişti. Princeton, Oxford ve Rockfeller Üniversitelerinde çalıştıktan sonra 1965 yılında Harvard Üniversitesine girmiş, 1969 yılında Felsefe profesörü olmuş ve ölümüne kadar Harvard'da görev yapmıştır
Radikal liberteryenizmin etkili bir savunucusu olan Nozick, maksimum birey hakkı için minimum devlet fikrini savunmuştur. Kapitalizmin savunmasını yaparken refah devletini eleştirmiş, Rawls'un adalet teorisini eleştirmek için yazdığı Anarşi, Devlet ve Ütopya kitabı radikal liberteryenizmin en önemli kitaplarından biri haline gelmiştir. Nozick, hayatının son yıllarında felsefenin klasik konularıyla ilgilenmiştir.
Anarchy, State and Utopia- Anarşi, Devlet ve Ütopya (1975) : Nozick'in en önemli kitabıdır. Bu kitapta Nozick, devletin rolünün, vatandaşları şiddetten ve hırsızlıktan korumak ve sosyal sözleşmelere uyulmasını sağlamakla sınırlı olduğu görüşünü savunmaktadır. Nozick, bu kitapta ayrıca gelirin yeniden dağıtılmasının birey haklarını ihlal etmeden mümkün olamayacağını savunmuştur.
Hayek
Çamlıdere
Çamlıdere, Ankara'nın bir ilçesidir. Ankara'nın kuzeybatısında yer almakta, doğu ve güneyden Kızılcahamam, kuzeyden Gerede, batıdan Güdül ve Beypazarı ilçeleri ile çevrilidir.
Ankara şehir merkezine uzaklığı 99 km'dir.
İlçe 1953 yılına kadar Kızılcahamam İlçesine bağlı bucak olarak kalmış, 02.12.1953 tarihinde 6191 sayılı kanunla ilçe statüsünü kazanmıştır.
Çamlıdere İlçesinin tarihçesi hakkında kesin bir bilgiye dayanan herhangi bir kaynak mevcut değil ise de, ilçede Selçuklu dönemine ait Peçenek Beldesinde bir Camii bulunmakta, Peçenek, Ozmuş, Yahşihan, Dağkuzören gibi bazı köy isimleri de Selçuklu beylerinin isimlerini taşımakta ve yer yer Selçuklu Dönemine ait kalıntılara rastlanılmaktadır. Bunun yanı sıra Bizans Dönemine ait mezar ve yerleşim yerleri gibi kalıntılara da rastlanmaktadır.
Ayrıca Çamlıdere ilçe merkezine Muhammed'in manevi evladı Ömer-ül Faruk'un dördüncü soyundan gelen Şeyh Ali Semerkandi'ye ait türbe bulunmaktadır. 2014 - 2015 yıllarında kapsamlı bir restorasyondan geçen türbe yurdumuzun her bölgesinden gelen vatandaşlarımız tarafından yoğun bir şekilde ziyaret edilmektedir. Türbenin de içinde yer aldığı yeni inşa edilen bu büyük ziyaret alanında çay bahçeleri, çocuk oyun alanları, çeşmeler, yöresel ürünlerin satıldığı dükkanlar, müze, kütüphane ve simit fırını da yer almaktadır. Önceki yıllarda ücretli olan otopark ise genişletilerek ücretsiz hale getirilmiştir.
İlçede her yıl genelde Temmuz ayı içerisinde Doğa Festivali yapılmaktadır. Bu doğa festivalinde bazı eğlenceler düzenlenmektedir. Bunlar Aluçdağı Yağlı Güreşleri, müzik şöleni, sinsin oyunlarıdır. Geleneksel “Çamlıdere Aluç Dağı Festivali”nde Şeyh Ali Semerkandi’yi anma gününün de yer aldığı etkinlikler düzenlenmektedir.
Çamkoru orman kampı ve mesire alanı ile Benli Yaylası ilçe sınırları içinde bulunmaktadır.
2015 yılında ilçe halkının ve belediyenin ortak çabalarıyla hayata geçirilen Çamlıdere Kültür Evi ve Müzesi ziyarete açılmıştır. Kültür Evi ve Müzesi, geçmişi 100 yıldan eski bir Çamlıdere evinin restore edilmesiyle oluşturulmuştur. İlçenin tarihini, kültürünü, gelenek ve göreneklerini yansıtacak eşyalar ve objelerle sınırlı tutulmayan müzede; Çamlıdere insanının geleneksel yaşantısını, el sanatlarını, mutfağını, eski dükkanlarını, kaybolan ve unutulup giden geçmişe dair ne varsa hepsini yeniden hatırlatan, ziyaretçilerini ilçenin geçmişinde bir yolculuğa çıkaran bölümler ve canlandırmalar yer almaktadır.
2016 yılı üçüncü çeyreğinde Çamlıdere Kültür Evi ve Müzesi'ne 200 metre mesafede Çamlıdere Doğa ve Hayvan Müzesi ziyarete açıldı. Çamlıdere'ye özgü endemik bitki türlerinin ve yörede yaşamını devam ettiren hayvanların tanıtıldığı müze haftanın 7 günü ziyaret edilebilmektedir.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı 40 mahalleden oluşmaktadır.
Çamlıdere'nin 55 mahallesinin 8'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 2.719 kişi (% 36,8) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 58,3 km uzaklıktaki Çukurören'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan, 379 kişi ile Buğralar mahallesidir. Çamlıdere'nin nüfusu 2017 yılında % 14 artmıştır.**
Çamlıdere ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
* Km, kaymakamlığa olan uzaklıktır.
** TUİK 01 Şubat 2018 verileri
Fransa Açık
Fransa Açık Tenis Turnuvası, kısaca Fransa Açık, orijinal ismi ile Tournoi de Roland-Garros ("Roland Garros Turnuvası"), her yıl Mayıs ayında Paris'te bulunan Stade Roland Garros'da düzenlenen dört dünya Grand Slam tenis turnuvasından ikincisidir.İlk olarak 1891 yılında düzenlenen turnuva, kronolojik olarak diğer Grand Slam turnuvaları olan Avustralya Açık'tan sonra, Amerika Açık ve Wimbledon'dan önce düzenlenmektedir. Fransa Açık, toprak (kil) zeminde oynanmaktadır.
Adını bir Birinci Dünya Savaşı pilotundan alan Stade Roland Garros'da düzenlenen turnuva, her yıl Mayıs ayının 3. haftası başlar ve tüm Grand Slamler gibi 2 hafta sürer. Fransa Açık, toprak kortta oynanan tek "grand slam" turnuvası olma özelliğini taşımaktadır. Toprak kortun özelliği nedeniyle topun diğer kort tiplerinden daha yavaş hareket etmesi, turnuvanın uzun maçlar ve uzun rallilerle ün yapmasına neden olmuştur.
Turnuva ilk kez, 1891 yılında "Fransa Şampiyonası" adıyla ulusal çapta düzenlendi. 1897 yılına kadar yalnızca erkek sporcuların katıldığı turnuvaya 1897 yılından itibaren bayanlar kategorisi de eklendi. 1902'de karışık çiftler, 1907'de ise çift bayanlar karşılaşmaları eklendi.
1925’ten itibaren uluslararası katılımcıların da mücadele ettiği turnuva, profesyonel oyuncular ile amatörlerin karşılaşmasına izin verildiği "açık dönem" olarak nitelendirilen 1968 yılında tenisçilerin yarıştığı ilk "grand slam" oldu. Turnuvaya adını veren "Roland Garros" kortunun 1928’deki inşasına kadar şampiyona "Stade Français" ve "Racing Club de France" sahalarında oynandı.
Fransa Açık maçları Roland Garros Stadyumu kortlarında oynanmaktadır. Maçlar; Philippe Chatrier Kortu, Suzanne Lenglen Kortu ve 1. Kort olmak üzere üç kortta oynanmaktadır. En büyük kort olan Philippe Chatrier Kortu 14,840 kişilik seyirci kapasitesine sahiptir.
Kefalet
Kefalet, hukuki işlem türleri yönünden bakıldığında, bir sözleşmedir. Kefalet güvence sağlama amacına yönelik sözleşmeler arasında yer alır.
Kefalet sözleşmesinin tarafları alacaklı ve kefildir. Başka bir deyişle, alacaklı ile kefil arasında kurulan kefalet sözleşmesine borçlu, yabancıdır: borçlu ile alacaklı arasındaki hukuki sözleşmeden farklı bir sözleşmedir. Ayrıca sözleşmenin meydana gelmesi için borçlunun izin ya da onayı da gerekli değildir.
Kefalet sözleşmesinin güvence sağladığı borç ilişkisi çeşitli kaynaklara bağlı olabilir. Gerçekten satım, kira, ödünç gibi bir sözleşme ilişkisinden doğabileceği gibi, bir haksız eylemden ya da sebepsiz zenginleşmeden de kaynaklanabilir.
Kefaletin en belirgin ve önemli özelliği, bu sözleşmeden doğan borcun fer'i nitelik taşmasıdır. Bu bağımlılık ortada geçerli başka bir borcun yani asıl borcun varlığını zorunlu kılar. Öyle ki, asıl borç söz konusu olmayınca geçerli bir kefalet sözleşmesi kurulamayacağı gibi, asıl borcun sona ermesiyle birlikte kefalet de kendiliğinden sona erer (Borçlar Kanunu, madde 485). Kefaletin güvence altına alınması, amaçlanan asıl borcun mukadderatına sıkı sıkıya bağlıdır.
Kefaletin ikinci bir özelliği de, tali (ikincil) olmasında kendisini gösterir. Bundan maksat, alacaklının kefile başvurmadan önce borçluya başvurup onu borcu ödemeye zorlaması yani hukuki yolla takip etmesi, ancak bundan bir sonuç alamaması halinde kefile başvurmasıdır.
Kefalet sözleşmesi ilke olarak karşılıksız (ivazsız) bir sözleşmedir. İstisnaen karşılıklı da olabilir. Poliçe, bono gibi kıymetli evrak niteliği taşıyan ticari senetler üzerine yazılan kefalet beyanına Ticaret Hukukunda aval adı verilmektedir. Aval, Türk Ticaret Kanununda düzenlenmiş bulunmaktadır.
Adi kefalette, alacaklı önce borçluya başvurmalıdır. Borçludan alacağını elde edemediği takdirde kefile başvurarak alacağının ödenmesini isteyebilir. Bu yolu izlemeyip, doğrudan doğruya kefile başvuran borçluya karşı, kefil borcu ödemeyi reddederek tartışma defi olarak nitelendirilen savunma aracını ileri sürebilir. Asıl borç için kefaletten önce veya onunla aynı zamanda da rehin tesis edilmiş ise, kefil, alacağın önce rehnin paraya çevrilmesi yoluyla karşılanmasını isteyebilir (BK. m. 486/II.c.1). Ne var ki, eğer borçlu iflas halindeyse ya da borçlunun iflası ilan olunmadıkça rehnin paraya çevrilmesi mümkün bulunmuyorsa, bu durumda kefil, değindiğimiz istemi ileri süremez (BK. m. 486/II.c.2).
Borçlar Kanunumuz, adi kefaleti 486. maddesinde düzenlemiş bulunmaktadır. Buna göre, alacaklının kefile başvurabilmesi, borçlunun iflas etmesine veya borçlu aleyhine yapılan icra takibatının alacaklının kusuru olmaksızın semeresiz kalmasına ya da borçlu aleyhine Türkiye'de takipte bulunmanın olanaksız hale gelmesine bağlıdır.
Birlikte kefalet, tanımdan da anlaşılabileceği gibi, "adi birlikte kefalet" ve "zincirleme (müteselsil) birlikte kefalet" olmak üzere ikiye ayrılır:
Uygulamada zincirleme kefaletin varlığını gösteren değişik hukuki deyimlere yer verilmektedir. Gerçekten sözleşme kurulurken, genellikle tanımda yer verdiğimiz "müşterek müteselsil borçlu" deyiminden başka "müteselsil kefil", "müteselsil borçlu sıfatıyle taahhüt ve tekeffül", "Alacaklı dilerse önce bana başvurabilir", "borçluyla aynı oranda mes'ul olmak üzere" gibi ibarelere yer verilmektedir.
Bu sözleşme kefil ile alacaklı arasında yazılı şekle uygun olarak yapılır. Kefile kefilin önce kefile başvurulmasını isteme hakkı (tartışma defi) burada da mevcuttur.
Borcu ödemek zorunda kalan kefile kefil, asıl kefile dönüp başvurabilir (rücu edebilir).
Kefalet s |
özleşmesinde kefilin sorumluluğu, borç asıl borçlu veya kefile kefalet durumunda kefil tarafından ödenmediği takdirde bu borcu ödeme yükümlülüğünden ibarettir.
Kefilin bağlı kılındığı sorumluluğun kapsamına gelince, kefil ilk önce asıl borçtan sorumludur. Bunun dışında kefil, borçlunun ödemede gecikmesi nedeniyle doğan müsbet zarardan ve gecikme (temerrüd) faizinden de sorumludur. Buna karşılık, doktrinde kefilin cezai şarttan ve sözleşmeden dönme (fesih) nedeniyle doğan menfi zarardan sorumlu olmayacağı kabul edilmektedir.
Borcun ödenmemesi nedeniyle borçlu aleyhine açılan davanın giderleriyle, icra takip masraflarını da kefil karşılamak durumundadır. Ancak, kefilin söz konusu kalemlerden sorumlu tutulabilmesi için, alacaklının dava ve takipleri önleme konusunda kendisini uyarması, ancak kefilin bu uyarıya kayıtsız kalması zorunludur (BK. m. 490/II.).
Bunlardan başka kefil, eğer sözleşmede ayrıca faiz kararlaştırılmışsa, bu faizlerden de sorumludur. Fakat kefilin sorumluluğu işlemekte olan faizlerle işlemiş bir yıllık faiz tutarıyla sınırlıdır (BK. m. 490/III.).
Hukuk öğretisinde tartışmalı olmakla birlikte, kefilin ödemekle yükümlü olacağı tüm kalemlerin toplam olarak kefalet senedinde gösterilen miktarı aşmaması gerekir.
Kefilin sorumlu olacağı en erken tarih asıl borcun vadesinin dolmasıdır. Asıl borç iflas nedeniyle daha önce istenebildiği takdirde dahi, kefilden ancak borcun vadesi geldiğinde ödemede bulunması istenebilir (BK. m. 491).
Alacaklı, borçlunun iflası halinde, alacağını iflas masasına yazdırmak ve borçlunun iflasından kefili haberdar etmekle yükümlüdür. Aksi takdirde bundan doğan zarar nedeniyle kefile başvuramaz (BK. m. 502I. Yine alacaklı borçludan aldığı rehni ve alacağın varlığını gösteren belgeleri kefilin zararına elden çıkartmama yükümü altındadır (BK. m. 500). Ayrıca alacaklının bunları borcu ödeyen kefile teslim etme yükümlülüğü de vardır (BK. m. 501/c2).
Kefil, alacaklıya ödediği borç nispetinde alacaklıya halef (ardıl) olur. Yani borçludan borcun kendisine ödenmesini isteyebilir. Kefil bu hakkından önceden vazgeçemez (BK. m. 496). Yukarıda belirtildiği gibi, kefil borcu ödediğini borçluya duyurmadığı takdirde ona rücu hakkını yitirir.
Aykut Barka
Aykut Barka (16 Aralık 1951 - 1 Şubat 2002), Türk jeolog.
Aykut Barka İstanbul'un Fatih semtinde ikiz kardeşi Günkut Barka'dan 15 dakika önce dünyaya geldi. 1967-1970 yılları arasında Vefa Lisesi'nde okudu. 1970-1975 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünde lisans ve master derecelerini aldı. 1977-1981 yılları arasında Bristol Üniversitesi'nde Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerine doktora çalışmasını tamamladı. Başta TÜBİTAK ve M.I.T. (ABD) olmak üzere Fransa, Birleşik Krallık ve Japonya'da bulunan birçok saygın araştırma kurumlarında görev yaptı.
Barka, Kuzey Anadolu Fay Hattı ve Türkiye'nin diğer önemli tektonik bilinmezleri hakkında her biri birbirinden önemli çok sayıda yayın yapmış ve bunları bilim çevrelerince önemli bulunan uluslararası dergilerde yayınlanmıştır. Yayınları arasında 1997 yılında, Amerikan USGS kurumundan dünyaca ünlü jeolog Ross Stein ile yaptığı ve 17 Ağustos 1999 İzmit depremi için 2 yıl öncesinden olasılık belirttiği çalışma en çok ses getirenlerden biri olmuştur.
Hayatının son günlerine kadar 1997 yılında göreve başladığı İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Ensitüsü'nde çalışmış olan Barka, arkasında onlarca değerli makale ve yetişmiş yerbilimci bıraktı. Beynindeki damar tıkanıklığı nedeniyle Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 6 Ocak 2002'de tedaviye alınan Prof. Dr. Aykut Barka, 1 Şubat 2002'de hayatını kaybetti. Mezarı İstanbul Zincirlikuyu mezarlığı'ndadır.
1998 yılında kurulmasına öncülük ettiği bağımsız Aktif Tektonik Araştırma Grubu (ATAG) halen çalışmalarını sürdürmektedir.
Marmara Depremi'nin yıldönümünde 2002 yılında İstanbul'da Beşiktaş Belediyesi tarafından açılışı yapılan parka adı verildi.
Türkiye Denizcilik İşletmeleri, 2002 yılında Sedef Adası adlı Boğaziçi vapuruna “Prof. Dr. Aykut Barka” adını vermiştir.
2007 yılında Haliç Tersanesi’nde bakıma alınarak yenilenen vapur Kadıköy-Karaköy hattında seferlerine devam etmektedir.
Asım Can Gündüz
Asım Can Gündüz (d. 15 Ağustos 1955, İstanbul – ö. 24 Haziran 2016, Marmaris), Türk virtüöz gitarist ve rock şarkıcısı. Türkiye dışında "Awesome John" ve "John Gundez" olarak da bilinir.
15 Ağustos 1955'te İstanbul'da dünyaya geldi. Doğduğunda parmakları perdeli olduğu için kendisine "ördek" denilen Asım Can Gündüz, bir şişeyi kırarak parmaklarının arasındaki perdeleri kesti. Okul başlayana kadar 14 ameliyat geçiren Gündüz, okullar başlamadan kısa süre önce ailesinin işi nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri'ne taşındı.
11 yaşında bir aile dostunun hediye ettiği gitar sayesinde müzik ile ilgilenmeye başlayan Gündüz, The Monkees ve The Ventures gibi sanatçıların eserlerini arkadaşlarına çalmaya başladı. Daha sonra farklı müzik grupları kurdu ve Jimi Hendrix'in hayatını anlatan bir müzikalde ünlü gitaristi canlandırdı. Bu sayede Frank Zappa gibi ünlü isimlerle tanıştı.
Gündüz, uzun yıllar yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri'nden Türkiye'ye 1980'li yılların sonunda döndü ve grubu "Ambülans" ile 21 Ekim 1981'de TRT'de bestelediği 4 İngilizce sözlü şarkıyı çaldı. Ambülans grubu ile 1980'li yıllarda çalmaya devam etti. 1982'de yine TRT'de Atatürk için yazdığı "Paşam" adlı bestesini söyledi ancak şivesinin bozukluğu nedeniyle 1990'lara kadar TRT'den ambargo yedi. 1984 yılında Milliyet gazetesinin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması'nın konuk sanatçılarından biri olup, Türkiye'yi dolaştı.
1984 yılında tekrardan ABD'ye dönmeye karar verdi ve plak çalışmaları yapmaya başladı ancak anne ve babasını kaybettikten sonra tamamen Türkiye'ye dönmeye karar verdi.
1989 yılı Ekim ve Kasım aylarında ilk albümü "Anasının Gözü / Cin Gibi"'yi kaydetti. Ancak albümdeki parçalardan bazılarının sözlerinin argo kelimeler içermesi gerekçesi ile albümün satışı 1990'da yasaklandı ve bu durum sanatçı tarafından protesto edildi. Albümün çıkması ise 1992 yılını buldu. Özel televizyonların yayın hayatlarına başlamalarıyla, Gündüz de bu albümü televizyonda tanıtma şansı yakaladı. Bu dönemde kendisinin televizyon performanslarına manken Sevda Demirel eşlik etti. Albümündeki "Turkish Girls" isimli şarkı aynı yıl BFBS Radio'da "ayın en iyi yabancı şarkısı" seçildi.
Asım Can Gündüz, sonraki yıllarda radyo ve TV programları yaptı. Energy FM, Power FM, ve Kiss FM radyolarının kurucu üyelerindendi. Ayrıca Zuhal Müzik'in ortaklarından biri olan Gündüz, burada gitar dersi de verdi. 1994 yılında Kanal 6'da Zeyno Günenç ile "Müzikalite" programı yaptı. 1997 yılında Baba Blues Band grubunu kurdu ve müzisyen arkadaşlarıyla televizyonda ve sahnelerde blues şarkılarını yorumladılar.
1998 yılında "Bir Sevgi Eseri" ismini taşıyan cover parçalara Türkçe sözler yazarak bir albüm çıkardı. "Romantik Blues" olarak tanıttığı bu albümde Gary Moore, Eric Clapton ve George Michael gibi sevilen sanatçıların şarkılarını sanatçılarla bire bir görüşerek telif ödemeleri yaparak yorumladı. 2000 yılında "Dansöz" adlı filmde oynadı.
2000 yılında ABD'ye geri dönme kararı alsa da bir sene sonra Marmaris'e taşındı, Marmaris içinde ve Türkiye dışında çeşitli mekânlarda konserler verdi. 2011 yılında "Nazar Değdi" ve "Yavrum" şarkılarını yayınladı. 2013 yılında ise "Mc Dandik" adlı filmde oynadı.
Amerika'nın ünlü Blues Hall of Fame, organizasyonu, Asım Can Gündüz'e "Legendary Blues Artist - Efsane Blues Sanatçısı" onurunu layık görmüştür. Hayatta olsaydı bu ödül kendisine Kıbrıs'ta 19 Temmuz 2016'da Kıbrıs Blues Festivali'nde takdim edilecekti. Son yıllarında Ankaralı rock grubu Heavy Sky'a destek olup, beraber konserlere çıkmaktaydı.
Gündüz'ün ilk evliliğinden kendisi gibi müzisyen oğlu Evrencan Gündüz dünyaya geldi. İkinci evliliğini Tülay Bilben ile ABD'de yapmıştır.
Evinde geçirdiği kalp krizi nedeniyle eşi tarafından hastaneye kaldırıldı. Hastanede tüm çabalara rağmen 24 Haziran 2016'da hayatını kaybetti. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Kanlıca Mezarlığı'nda annesinin yanına defnedilmiştir.
Joe Satriani
Joe "Satch" Satriani (15 Temmuz 1956, New York), Amerikalı enstrümantal rock gitaristi ve dünyanın en büyük elektro gitar virtüözlerinden birisidir.
1980'lerin ortasında, Joe "The Squares" adlı bir yerel grupta çalmaktadır. Grupta davulları daha sonra yıllarca Joe için baget sallayacak olan Jeff Campitelli ve basları ise Andy Milton çalmaktadır. Ancak "The Squares" Satriani' yi hem tam olarak tatmin etmemekte, hem de biraz hayal kırıklığına uğratmaktadır. Eserlerini yayımlamak isteyen bir sanatçı için hiçbir şey yayımlamayan, onun yerine büyük bir firmayla anlaşma yapmak için bekleyen bir grup çok da uzun soluklu bir süreç olmaz.Geleceği için çok da umut beslemediği The Squares'in üç haftalık bir yeni yıl arası verdiği 1983 yılında, kendi adını taşıyan ilk eserini, "Joe Satriani" kısa albümünü (E.P.) kaydeder. Bu kayıtlar, kendi icra ettiği enstrumantal kompozisyonlardan oluşmaktadır. Farklı efekt denemeleri de yapmıştır. Örneğin gitarın kalın tellerinin akordunu azaltıp bas sesler elde ederken, alyan anahtarları ile gitarın manyetiklerine vurarak meydana getirdiği davul benzeri seslerden yararlanır. Kendi yayımcılık şirketini (Strange Beautiful Music) ve kendi küçük plak şirketini de (Rubina) tam bu arada kurar. Bayan Rubina daha sonra Joe' nun müstakbel eşi olacaktır.
Joe, kısa albümün ardından kayıtlara devam eder ve dört şarkı daha kaydeder.1985 yılında kayıtları biten albüm, 15 haftadan sonra, 1986 yılında "Not Of This Earth" adıyla, ilk solo albümü olarak, Relativity Plakçılık şirketinden piyasaya çıkar. Albüm gitar ortamlarında çok dikkat çeker. Guitar World, Guitar Player gibi dergilerden övgü üstüne övgü alır."Not of This Earth" plağının çıkışından sonra Joe çeşitli ev kayıtları yapmaya devam eder. Sonrasında ise diğer eserler için Cuniberti' nin Hyde Street Stüdyoları geçer.1987 yılında, onun adını gitar ve müzik dünyasına perçinleyecek klasiği ola |
n "Surfing with the Alien" yine Relativity Plakçılıktan yayımlanır.1988 yılı içinde, kendisinin ikinci kısa albümü olan "Dreaming No. 11"i çıkarır.Kayıt kısa sürede altın plak alır. Albüm aynı zamanda Joe' ya ikinci Grammy adaylığına da ulaştırır.1989 yılında "Flying in a Blue Dream" isimli albümünü yayınlar.Albüm kısa süre içinde, beklendiği üzere, büyük başarı kazanır ve 750.000 kopyanın üzerinde satar.
1990 lara gelindiğinde ise daha önceki albümlerin kadrosundaki müzisyenler ile stüdyoya girdiğinde rock çalmak amacında bile olsa soundun daha farklı mecralara aktığını gören Joe, istediği değişikleri gerçekleştirmek için iki önemli değişikliğe gider; İlki yapımcısını değiştirmektir. Diğer albümlerin demirbaşı Cuniberti bu kez yardımcı yapımcı koltuğundadır. Bu görevdeki başrol ise efsanevi yapımcı olarak bilinen Andy Johns’ undur.Temmuz 1992'de piyasaya çıkan "The Extremist", diğer albümleri gibi kısa sürede altın plağa ulaşır.Kısa sürede Billboard listelerinde 24. sıraya yerleşen albüm, Joe' ya bir Grammy adaylığı daha yaşatır.
1993 yılı başında ilk toplama albüm olan "Beautiful Guitar" çıkar. Joe' nun 1986-1993 yılları arasından seçilen 16 şarkının yer aldığı tipik bir toplama (best of) albümdür.Özel bir albüm çıkarmak için hazırlıklarını yapan Joe, ekim ayında "Time Machine" adlı albümünü dinleyiclerin beğenisine sunar. Çift CD olarak piyasaya sürülen albümün ilk CDsi Joe' nun albüm dışı kalmış eski kayıtlarını, bazı amerika dışı basımlarda ek şarkı olarak kullanılmış şarkıları, ilk kısa albümündeki bazı şarkıları ve birkaç tane de yeni kaydı içermektedir.11 Ekim 1995 tarihinde ise Joe Satriani' nin en deneysel ürünü olan ve kendi adını taşıyan 7. albümü raflarda yerini almıştır.
1996 yılından itibaren G3 adı ile başladığı tur organizasyonu ile birlikte rock müzik dünyasından önemli gitaristleri bir araya getiren bir konserler serisine başlamıştır. Bu konserlerde kendisine Eric Johnson,Steve Vai ,Yngwie Malmsteen ve John Petrucci gibi önemli müzisyenler eşlik etmiştir. G3 turnelerinin devamı esnasında, daha modern ve bol efektlerle süslü "Crystal Planet" (1998) ve "Engines of Creation" (2000) raflarda yerini alır.
2000 yılından sonra sound olarak çok daha farklı ve çeşitli öğelerle kendisini yenileyen Satriani, 2002'de "Strange Beautiful Music" albümünü, 2004'te "Is There Love in Space?" albümünü, 2006'da ise "Super Colossal" albümünü yayımlar. Bu seneler içerisinde bir yandan değişik müzisyenler ile G3 turnesine devam ederken "Live in San Francisco" ve "The Electric Joe Satriani: An Anthology" gibi toplama ve konser kayıtlarından oluşan albümleri de dinleyicileri le paylaşır.
1 Nisan 2008 de yeni albümü "Professor Satchafunkilus And The Musterion Of Rock" raflarda yerini alır.Bu albümde Satriani'nin doğu ritimlerine daha çok yer verdiği dikkat çekiyor.Ayrıca Satriani bu albümünde Aşık Veysel'in "Kara Toprak" türküsünü kendi üslubuyla yorumlamış.
14 Temmuz 2007 tarihinde İstanbul Arena'da konser veren olan sanatçı, 25 senelik kariyeri boyunca Türkiye'de verdiği ilk konser için İstanbul'a gelmiştir.
Canlı performanslarında ve albüm kayıtlarında Ibanez firmasının kendi adına çıkardığı JS marka elektro gitar kullanmaktadır. Amfi seçiminde ise Marshall firmasının kendi adına ürettiği JVM 410HJS modelini tercih etmektedir. Sıkça kullandığı wah efekti için Vox firmasının kendi adına ürettiği Big Bad Wah'ı kullanmaktadır. Kendi adına üretilen diğer pedallar ise Vox Satchurator Distortion ve Vox Time Machine Delay'dir.
Pena
Pena, gitar veya mandolin gibi telli çalgıları çalmaya yarayan çoğunlukla fildişi, mika, kemik, boynuz ya da plastik gibi malzemelerden yapılan çalma aracı, çalgıç. Dünyanın çeşitli bölgelerinde taş, pirinç ve hatta bağa (kaplumbağa kabuğundan yapılmış) penalara rastlamak mümkündür.
Strateji
Strateji, izlem veya sevkülceyş, uzun vadede önceden belirlenen bir amaca ulaşmak için izlenen yoldur.
Temelde askeri bir terim olan strateji, bir ulusun veya uluslar topluluğunun barış ve savaşta benimsenen politikalara en fazla desteği vermek amacıyla politik, ekonomik, psikolojik ve askerî güçleri bir arada kullanma bilimi ve sanatıdır.
Askeri strateji, silahlı kuvvetlerin ya da bu kuvvetler bünyesindeki kurumların stratejik amaçlarına ulaşmak için izledikleri yoldur.
İşletme yönetiminde strateji kavramı, bir işletmenin içinde yer aldığı ortamın dinamizmine karşın, kararlılığını koruyarak varlığını sürdürmek ve pazarda başarı elde etmek için seçtiği yolu betimlemektedir. Henry Mintzberg işletme stratejilerini beş kategoride değerlendirmektedir:
Havsa
Havsa, Edirne'nin bir ilçesi.
Havsa, Edirne'nin kuzey yarısında ve konya yaylası üzerindedir. Doğuda Kırklareli, batıda Edirne merkez ilçesi, kuzeyde Süloğlu ve güneyde Uzunköprü ilçeleriyle komşudur.
İlçede dağ yoktur; kuzey-güney doğrultusunda sıralanan tepeler vardır. Bu az yükseltili yayvan tepelerin en yükseği, "Doğruk Tepe"'dir. Vadilerin derinliği azdır. Bu vadilerden birinin geniş tabanı "Osmanlı Ovası" adıyla anılır. Başlıca akarsuları Oğulpaşa, Necatiye, Kuleli dereleriyle, Darıdere ve Aşırıdere'dir. Bunlar Ergene ırmağının kollarıdır. İlçede doğal göl yoktur ancak yapay gölet bulunmaktadır .
Havsa ilçesi Antik Romalılar tarafından kurulmuştur. Havsa, Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldıktan sonra Bizanslılar'ın elinde kalmıştır. 1331 yılında Rumeli'ye geçen Türkler burayı I. Murat vasıtasıyla Türk topraklarına katmışlar ve ilçeye "Hosa" adını vermişlerdir. Edirne, Osmanlı Devletinin hükümet merkezi olduktan sonra Hosa'da bulunan Rumlar, Padişah I. Murat'ın ikamet ve din serbestisi ile ilgili fermanlarına aldırmadan burayı terk ederek İstanbul ve Selanik taraflarına göç etmişlerdir. Fetihten sonra Anadolu'dan getirilen göçmenlerle kasabanın Türkleştirilmesi sağlanmış, Sokuk Mehmet Paşa'nın buraya önem vermesiyle de Türklük gelişmiştir. Bugün Hacı İsa, Hacı Gazi ve Helvacı Baba mahalleleri o dönemde getirilen göçmen ailelerin isimlerini taşımaktadır.
Tarihi eserler 1531 yılında Sokuklu Mehmet Paşa tarafından oğlu Kazım Paşa adına Mimar Sinan'a yaptırılan Sokollu Camii, Fukaraya Bektaşilerinden olduğu söylenen Kurt Bey Anıtı, sadece kemeri kalan kervansaray, harap vaziyetteki Sokollu Hamamı ve bugün de kullanılmakta olup bütün tesisleri Mimar Sinan tarafından yapılan çeşmedir. Tarihi eserlerden Hafsa Hatun ve Abdülselam Camii'nden hiçbir iz kalmamıştır. anan'ın hanımlarından Hafıza Sultan ilçeye yerleştikten sonra ilçeye bir müddet "Hafse" denilmiş, daha sonra bu iki isim karışımından "Havsa" ismi doğmuştur.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Edirne sancağına bağlı olan kaza içinde Zalif ve Aslıhan köylerinde, yılda 1,500,000 kilyeyi geçen kaliteli şarap yapılır ve bazı yıllar Avrupa'ya ihraç edilirdi. Bu nedenle 10 civarında Edirneli tüccarların şarap mağazası ve posta şubesi vardı.
İlçe il merkezine 69 km uzaklıktadır. Kuzey ve batısında Edirne ili, güneyinde Uzunköprü ve Pehlivanköy ilçeleri, doğusunda ise Kırklareli ili ve Babaeski ilçeleri bulunmaktadır. Yüzölçümü 431 kilometrekare olup, rakımı 31 metre arasında değişmektedir.
Arazi genellikle ova olup jeolojik devirlere ait kütle oluşumlarından meydana geldiğinden genç bir yaşa sahiptir. Dağ, yayla, ırmak ve ormanın bulunmadığı arazi hemen hemen tarım arazisinden müteşekkildir. İlçede yıl boyunca karasal bir iklim hüküm sürmektedir
Türkiye genelinde adrese dayalı olarak nüfus sayımı sorgulamasına göre ilçemiz merkezinin nüfusu 466 kişi artarak 8081'den 2506' ye yükselmiştir. Köylerin nüfusu ise 1500000 gerileyerek 15,931 'dan 12,931' ya düşmüştür.
Şehirde yaşayanların ilçe nüfusuna oranı %31'den %69'a yükselirken köylerde yaşayanların oranı da %69'den %61,2'e düşmüştür.
Yapılan tespitlerde ilçe merkezinde kadın nüfusunun erkek nüfusundan fazla, köylerinde ise erkek nüfusunun kadın nüfusundan fazla olduğu tespit edilmiştir. Buna göre kadın nüfusunun ilçe nüfusuna oranı %62,2 erkek nüfusunun oranı da %49,8 olarak tespit edilmiştir.
2000 yılındaki Havsa merkez ve köylerindeki toplam nüfus 24027 iken 2007 yılında gerçekleştirilen sayıma göre 21533 olarak tespit edilmiştir.
62 mahallesi ve 31 köyü bulunan Havsa, Edirne iline bağlı bir bucak iken 1969 yılında 6231 Sayılı Kanunla ilçe olmuştur. İlçe merkezi ve köylerinde toplu yerleşim düzeni hakim olup, mezra ve kom bulunmamaktadır. Devlet otoritesi ve yasalara saygılı olan halk sorunlarını Hukuk düzeni içerisinde çözme yoluna gitmektedir.
Merkez ilçe belediyesi dışında belde belediye teşkilatı bulunmamaktadır. Belediye sınırları içerisinde, Hacıisa, Hacıgazi, Varoş, Yenimahalle ve Cumhuriyet,Ilık mahalleleri olmak üzere 6 mahalle bulunmaktadır.
İlçe merkezine bağlı 31 köyün hepsinde su, elektrik ve telefon bulunmaktadır.
Sokollu Mehmed Paşa
Sokollu veya Sokullu Mehmed Paşa (, , "ya da gerçek adıyla " Bayo Sokoloviç (Mahlasıyla Tavil; 1505 - 11 Ekim 1579)), I. Süleyman döneminde Osmanlı donanmasının Kaptan-ı Deryalığı ve yine I. Süleyman, II. Selim ve III. Murad dönemlerinde 14 yıl Osmanlı Devleti'nin sadrazamlığını yapmış Osmanlı devlet adamıdır. I. Süleyman'ın son sadrazamı olmuştur. Hem Osmanlı İmparatorluğu'nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibarıyla hem de icraatları, projeleri ve kişiliği sayesinde en önemli Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir.
1505 yılında Vişegrad kadılığındaki Rudo kasabasına uzak olmayan (Osmanlı idaresi altında iken Sokol olarak adlandırılan) Sokoloviçi ↔ adı Bayo Sokoloviç'di. Muvekit'e göre Sokollu Mehmet Paşa, Sokollu Ahmet Bey'in oğludur ve bu iddia, Mehmet Paşa'nın düzenleyip imzaladığı vakıfnamesine dayandırılmıştır. Bu nedenle Balkan halkları arasında Mehmed Paşa Sokoloviç olarak anılır. Vaftiz edilirken Bayo adı takılmıştı. Yaygın görüş Sokollu'nun Boşnak kökenli olduğu yönündedir ancak Sırp olduğu yönünde de görüşler vardır. Sokullu'nun babasının adı Dimitriye'ydi. Dimitriye'nin bir kızı ve Sırp tarihçilerine göre üç, Türk yazarlarına göre ise iki oğlu daha vardı. 1519 yılında devşirme sistem |
i ile çocuk yaşta Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmed adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul'a gönderildi. Topkapı Sarayı'nın Enderun bölümünde çeşitli görevlerde bulundu. 1541'de Kapıcıbaşılığa yükseldi. 1546'da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Derya'lığa getirildi. Görevde iken Trablusgarp Seferi'ne katıldı, İstanbul Tersanesini genişletti ve yeniledi. 1549'da vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.
Avusturya ile 1547'de imzalanan barış antlaşmasının bozulması üzerine Sokollu Mehmed Paşa 1551'de Erdel üzerinde yapılacak seferin komutanlığına getirildi. 80.000 kişilik orduyla Erdel'e giren Sokollu Mehmed Paşa önemli kaleleri aldı, ama Temeşvar Kuşatmasında başarılı olamayarak geri çekildi. Temeşvar 1552'de, Macaristan serdarlığına atanan Kara Ahmet Paşa ile alınabildi.
I. Süleyman 1553'te Sokollu Mehmed Paşa'yı Rumeli askerlerinin başında Anadolu'ya gönderdi. Aynı yıl başlayan Nahçıvan Seferinde Sokollu komutasındaki Rumeli askerleri büyük başarı gösterdiler. Sefer dönüşünde Sokollu üçüncü kez vezirliğe yükselerek kubbealtı vezirleri arasına katıldı. Sokollu Mehmed Paşa, Süleyman'ın oğulları arasındaki mücadeleler sırasında da hep Selim'in yanında oldu. Nitekim taht mücadelesini Selim kazandı. Semiz Ali Paşa'nın sadrazamlığa yükselmesiyle ikinci vezir olan Sokollu, onun 1565'te ölmesiyle sadrazamlığa getirildi. Yaşı hayli ilerlemiş olan Süleyman çok güvendiği Sokollu'ya geniş yetkiler vermişti. 1561'de üçüncü vezir iken Süleyman'ın torunu ve Sultan II. Selim'in kızı Esmehan Sultan ile evlendi.
Bu tarihten ölümüne kadarki 15 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresini fiilen elinde tuttu. I. Süleyman'ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Süleyman'ın ölümünü askerden II. Selim gelinceye kadar saklayarak onu tahta çıkarmayı başardı. II. Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti. Sokollu 1568'de Avusturya ile 8 yıl süren bir barış antlaşması imzaladıktan sonra doğuya yöneldi. Amacı Osmanlı egemenliğini Asya'da ve doğu denizlerinde de güçlendirmekti. Portekiz'in Hint Okyanusu'ndaki artan etkinliğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi'ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus'u Osmanlı himayesi altına sokarak, Kuzey Afrika'yı da denetlemek istiyordu. Ama Piyale Paşa ve Lala Mustafa Paşa gibi karşıtların etkisiyle Divan 1570'te Kıbrıs'ın alınması kararını aldı. Sokollu Venediklilere karşı böyle bir savaşın Avrupa'yı kendilerine karşı birleştireceği görüşündeydi. Ama Lala Mustafa Paşa Divan'a uyarak 1571'de Kıbrıs'a çıktı. Haçlı Donanması'nın misillemesinde Osmanlı donanması İnebahtı'nda yenildi. Alınan ağır yenilgi karşısında Osmanlılara gelen bir Venedik elçisine "Biz sizden Kıbrıs'ı alarak kolunuzu kestik, siz ise donanmamızı yenmekle yalnızca sakalımızı kestiniz; unutmayın ki, kol bir daha yerine gelmez, ama sakal eskisinden de gür çıkar." dedi. Gerçekten de Sokollu'nun dediği oldu ve Venedikliler barış istemek zorunda kaldılar. Daha sonra Osmanlı Donanması Tunus'u İspanyollardan aldı.
Sokollu 1574'te ölen II. Selim'in yerine geçen III. Murad döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Fakat artık eski gücü yoktu çünkü padişah da artık onun karşıtlarıyla işbirliği halindeydi. Sokollu yine de bazı siyasal başarılara imza attı. Fas'ı Portekiz akınlarından kurtardı, Avusturya'nın saray içine dönük oyunlarını etkisiz hale getirdi. Fakat baskılar artık iyice artmıştı, amcasının oğlu Budin Beylerbeyi Sokullu Mustafa Paşa sudan bir nedenle idam edildi. Sokollu Mehmed Paşa, 11 Ekim 1579 tarihinde derviş kılığındaki biri tarafından bir ikindi divanı çıkışında kalbinden hançerlenerek ağır yaralandı. Ağır yaralarından dolayı Sokollu bir süre sonra öldü. Eyüp'te bulunan türbesine defnedildi. Sadrazamın katili konuşturulamadı ve ertesi gün öldürüldü. Sokullu’yu öldüren kişi görünüşte timarlarının azaltılmasından şikayetçi olan bir Boşnak olduğu iddia edilmiştir. Ancak bazı araştırmacılar suikastta yıllar önce şeyhleri Hamza Bâli' nin idam edilmesinin intikamını almak isteyen Hamzavîlerin rolü olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca sadrazamdan kurtulmak istediği düşünülen III. Murad’ın da suikastın arkasında olduğu iddiaları vardır.
Sokollu Mehmed Paşa 14 yıl süren sadrazamlığı boyunca usta bir siyasetçi olarak öne çıkmış, birçok askeri ve siyasal başarının elde edilmesinde birinci derecede rol almıştır. 60 yıllık devlet hizmeti sırasında da hiçbir görevinden alınmamış, daima bir üst göreve atanmış olması da ayrı bir özelliğidir. Sokollu bir tanesi İstanbul'da, diğerleri Lüleburgaz, Havsa (Edirne) ve Payas (Hatay)'ta bulunan beş külliyesi, imparatorluğun hemen her yanına yayılmış eserleri olmuştur.
Don ve Volga ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı'nı açma, İzmit Körfezi Sapanca Göl Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz'e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-Volga kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zapt edildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.
2011-2014 yılları arasında yayınlanan "Muhteşem Yüzyıl" adlı dizide Yıldırım Fikret Urağ tarafından canlandırılmıştır.
Guns N' Roses
Guns N' Roses, 1985 yılında Los Angeles, Kaliforniya'da kurulmuş ABD'li bir rock müzik grubudur. Axl Rose, Slash, Izzy Stradlin, Duff McKagan, ve Steven Adler'dan oluşan klasik kadrosu ile 1986 yıllında Geffen Records ile kontrat imzalayan grubun klasik kadrosunda Axl Rose, Slash ve Duff McKagan günümüzdede grupta yer almaktadır. Altı stüdyo albümü, bir konser albümü ve bir de derleme albümü bulunan grup tüm dünyada günümüze dek 100 milyon albüm satışı gerçekleştirdi.
Grubun ilk albümü "Appetite For Destruction" 1987 yılında satışa sunuldu. Yayınlanışının üzerinden bir yıl geçtikten sonra hem albüm hem de albümden yayınlanan ikinci single ""Sweet Child o' Mine"" Amerikan müzik listelerinde 1 numaraya kadar yükseldi. Günümüze dek tüm dünyada 28 milyon sadece ABD'de ise 18 milyon satan albüm ABD'de bir gruba ya da bir sanatçıya ait en çok satan ilk albüm olma özelliğini taşımaktadır. İlk albümün başarısının hemen ardından yine 1988 yılı içerisinde 8 şarkıdan oluşan "GN'R Lies" albümünü yayınlandı. Grup, 1991 yılında aynı anda iki albüm yayınladı. Use Your Illusion I ve Use Your Illusion II albümlerinin ikisi birlikte ABD'de 14 milyon olmak üzere tüm dünyada 35 milyon sattı. Grubun cover albümü "The Spaghetti Incident?" 1993 yılında yayınlandı. Albüm klasik kadrodan Slash ve McKagan'ın yer aldığı son Guns N Roses albümü idi. Grup elemanlarındaki değişiklik ve suskunlukla geçen 10 senenin ardından yeni kadrosu ile grup 2008 yılında uzun süredir beklenen ve tüm zamanların en pahalı prodüksyonlarından biri olan Chinese Democracy albümünü yayınladı. Dünyanın en tehlikeli grubu unvanına sahip Guns N Roses 2012 yılında Rock and Roll Hall of Fame tarafından onurlandırıldı.
1982 yılında Indiana'dan Los Angeles'e göç eden Axl Rose ve Izzy Stradlin beraber kurdukları "Rose" ve "Hollywood Rose" isimli gruplardan sonra yanlarına Tracii Guns, Ole Beich ve Rob Gardener 'ı da alarak 1985 yılında Guns N' Roses'ı kurdular. Fakat ilerleyen zamanlarda Tracii, Beich ve Gardener ayrıldı. Tracii Guns da daha sonra meşhur L.A Guns'ı kuracaktı. Daha sonra efsane gitarist Slash, bas gitarda Duff Mc Kagan ve de davulda Steven Adler gruba katıldılar. Böylece klasik kadro şekillenmiş oldu. Kısa bir süre sonra 1986'da GN'R ilk EP'si olan Live Like A Suicide'ı Uzi Suicide plaktan çıkardı. Albümde "Nice Boys" ve "Reckless Life" gibi agresif ve yüksek tempolu ikisi cover olmak üzere 4 parça yer alıyordu. EP, sıfır promasyona rağmen bir anda 10.000 adet satınca bu Geffen plakçılığın dikkatini çekti ve hemen sözleşme imzaladılar. Bu sırada G N'R meşhur Hell Tour'u için ABD'yi dolaşmaktaydı. 1986 yılının sonlarından 1987 yılının ortalarına kadar stüdyoda kalan grubun yükselişi de başlıyordu.
Grubun ilk albümü Appetite For Destruction' 1987 yılında yayınlandı. Albümün tasarlanan ilk kapağı vahşet içerdiği için müzik firmaları tarafından reddedilmişti. Albüm, daha sonra Axl Rose'un kolundaki dövmenin kullanıldığı meşhur kapakla yayınlandı. MTV kanalı Guns N' Roses klipleri yayınlamayı albümün orijinal kapağı yüzünden istememişlerdi. Albümün yayınlanışının üzerinden bir sene geçtikten sonra. Geffen Records'un sahibi MTV'yi aradı ve büyük bir ciddiyetle grubun Welcome to the Jungle klibini oynatmalarını istedi. MTV sadece bir kereliğine oynatmayı kabul etti ama gece saat 2'de belirli bir izleyici kitlesinin izlemesiyle. 24 saat içerisinde Welcome to the Jungle klibi, MTV'den en çok istek alan klip oldu.
Guns N Roses Appetite For Destruction ile büyük bir çıkış gerçekleştirirken albüm tüm zamanların en fazla satan debut (bir sanatçının ya da grubun ilk albümü) albümü olmayı başardı. Albüm tüm dünyada müzik listelerinin zirvesine yerleşirken grupta dünya çapında konserler vermeye başlamıştı. Bu albümden çıkan önemli single parçalar "Welcome to the Jungle", "Sweet Child O'Mine", "Paradise City" ve "Nightrain" müzik listelerinde üst sıralarda yer almışlardır. Albüm Amerika' nın en önemli müzik listesi Billboard 200'de 5 hafta 1 numarada yer aldı. "Sweet Child O'Mine" ise Billboard Hot 100 single listesinde 1 numaraya çıktı.
1988 yılında dünya turnesine devam eden grup bu yılın sonlarına doğru GN'R LIES albümünü yine Geffen müzik'ten piyasaya çıkardılar. Albüm Live Like A Suicide albümünden 4 şarkıyı ve yeni 4 akustik şarkıyı barındırmaktaydı. Bu albümde de yine "Patience" ve "I Used To Love Her" gibi büyük hitler vardı. Albüm sadece Amerika'da 5 milyon sattı. Billboard listesinde ise 2 numaraya kadar çıktı ve uzun haftalar Top 5 listesinde kaldı. Ancak |
"One In A Million" şarkısındaki bazı kelimeler Axl Rose'a ırkçı ve homofobik suçlamasını getirdi. Axl Rose ise buna karşı çıkıp, medyayı suçladı. Aynı yıl İngiltere'de "Donnington Monsters of Rock" festivaline katılan grubun 2 hayranı konser sırasında ezilerek can verdi. Bu olaydan sonra Axl Rose konser güvenliğini protesto etti ve bir daha Donnington'a katılmayacaklarını söyledi. Grup gerçekten de bir daha Donnigton'a katılmadı. 1988 yılının sonlarına doğru Mtv ödüllerinde sahne alan grup aynı zamanda "en iyi çıkış yapan grup" ödülünü aldı. Milyonlarca albüm satıp kapalı gişe konserler veren grup, artık medyanın odak noktasıydı. GNR müzikal başarılarıyla olduğu kadar skandallarıyla da artık zirvede yer alıyordu.
1989 yılına gelindiğinde Guns N' Roses aynı anda 2 albümüyle birlikte Billboard Top 5 listesinde idi ve bunu başaran ilk grup olmuşlardı. Bu o zamana kadar hiçbir hard rock grubunun başaramadığı bir başarıydı. Aynı yıl Axl Rose 2. kez Rolling Stone'a kapak olmuştu. 1989'da grup Amerikan Müzik ödülleri'nde "en iyi Hard Rock albümü (Appetite For Destruction) ve "en iyi hard rock şarkısı" (Paradise City) ödüllerini kazandı. 1989 yılında Rolling Stones ile birlikte uzun bir turne yaptılar.
1989 MTV Video Müzik Ödülleri'nde Mötley Crüe' nun solisti Vince Neil ile Izzy Stradlin sahne arkasında yumruklaştılar. Olay daha sonra Vince Neil ve Axl Rose tartışmasına dönüştü ve iki superstar birbirlerini televizyonda boks maçı yapmaya davet ettiler.
1990 yılının başlarına gelindiğinde ise Guns N' Roses yeni albüm için çalışmalara başlamıştı. Bu sırada grubun eski dostu Dizzy Reed (Klavye, piyano) Guns N' Roses'a katıldı. Aynı yıl davulcu Steven Adler uyuşturucuyla olan sorunlarını çözemediği gerekçesiyle gruptan uzaklaştırıldı. Ondan boşalan koltuğu Matt Sorum devraldı. Daha sonra dava açan Adler grubu 2,5 milyon $ ödemeye mahkûm etmişti. Aynı yıl Axl Rose komşusuna saldırdığı gerekçesiyle gözaltına alındı.
Grup 1990 yılının tamamını stüdyoda geçirdi. Sadece birkaç tane yardım amaçlı konser verdiler. 1991 yılının ilk aylarını stüdyoda geçiren grup daha sonra bu yılın ortasına doğru Use Your Illusion World Tour 91- 93' ü başlattı. Yine 1991 yılının ortalarında meşhur St. Louis vakaası gerçekleşti. Konser sırasında Axl Rose sürekli fotoğraf çeken bir seyircinin üzerine atladı ve büyüyen olaylarda 40 kişi yaralandı. Daha sonra 1992 yılında Axl Rose bu olay nedeniyle tutuklanacaktı.
Yaklaşık 2 sene süren bir stüdyo kaydının ardından 1991 yılının ekim ayında aynı anda 2 albüm birden yayınlayarak suskunluğunu bozdu. Use Your Illusion I ve Use Your Illusion II. Bu heavy metal dünyasında bir ilkti. Grup zaten albümler yayınlanmadan önce 1991'in mayıs ayından itibaren kapalı gişe stadyum konserlerine başlamıştı. Albümlerden çıkan ilk single You Could Be Mine oldu ve Terminator 2 filminin sountrack albümünde yer aldı. Use Your Illusion'lar büyük başarı yakaladı ve GN'R Billboard 200 listesinin ilk iki sırasına ilk haftasında bu iki albümle yerleşti. MTV'de en çok istek alan videolar "You Could be Mine" ve "Don't Cry" idi. Ama bu kadar şöhrete rağmen Axl Rose ' un gönlüde boş değildi. O zamanların en ünlü mankeni olan Stephenie Seymour ile fırtınalı bir aşk yaşıyorlardı. Aynı zamanda Seymour Dont Cry ve November Rain kliplerindede Guns N'Roses'a eşlik etti. Fakat bu beraberlik çok uzun sürmedi ve Seymour kendisini dövdüğü gerekçesiyle Axl' ı mahkemeye verecekti.
1991 yılının sonlarına doğru grubun kurucu üyesi Izzy Stradlin Guns N' Roses'dan ayrıldığını açıkladı. Onun yerine eski Kills For Thrills gitaristi Gilby Clarke kadroya dahil edildi. Daha sonra çıkan singlelar November Rain, Don't Cry, Live And Let Die, Knockin on Heaven's Door, Yesterdays ve Estranged şarkıları büyük başarılar kazandı. 4 milyon dolarlık klibiyle November Rain yapılmış en pahalı video kliplerden biridir. 1992 MTV ödüllerinde "November Rain" en iyi klip seçildi.
1992 ve 1993 yıllarını Use Your Illusion dünya turnesiyle geçirdiler. 28 ay süren bu konserlerde kırktan fazla ülkeye uğradılar. Turne müzik dünyasının en uzun ve en büyüklerinden biri oldu ve 1993 yılının Temmuz ayında sona erdi. Grup 1993 yılının sonlarında ise The Spaghetti Incident? albümünü yayınladı. Albüm bir cover albümüydü ve grubun çalmayı sevdikleri parçalardan oluşuyordu. "Since I Don't Have You" ve "Ain't It Fun" gibi şarkıları barındırıyordu.
1994'ün başlarında Gilby Clarke, gruptan ayrıldı. 1994 yılının ortalarında grup bir single çıkardı: "Sympathy for the Devil". Bir Rolling Stones coverı olan parça Tom Cruise' un Interview With Vampire filminde kullanıldı. Şarkıda Rose'un arkadaşı Paul Tobias gitar çalmaktaydı. Yan projelerden sonra Rose ile çalışmaya devam eden Slash, Axl Rose ile anlasamadı. 1996 yılının ortalarında Slash ayrıldıgını acıkladı. Bunu 1997 yılında ise Matt Sorum izledi. Gruptaki bu yaprak dökümü 1998'de de Duff McKagan ile devam etti. Efsane gitarist Slash daha sonra yaptığı açıklamalarda Axl Rose her şeyin kendi istediği gibi olmasını istiyordu diyecekti.
1996 yılına gelindiğinde Axl Rose yeni bir Guns N' Roses albümü yayınlamak için çalışmalara başladı. Bu yıllarda özellikle 1997- 2000 yılları arasında Guns N' Roses cephesinde çok büyük bir sessizlik hakim sürdü. Slash ve Duff kendi solo çalışmalarını yayınladır. Axl' ın sessizliği ise 1999 yılının sonlarına kadar sürdü. Yaklaşık 3 senedir ağır kan kaybeden grubu yeniden diriltmek için Axl Rose 1997 yılından itibaren çalışmalara başladı. Yeni bir kadroyla grubu yeniden diriltti. Ritim gitarda eski arkadaşı olan Paul Huge Tobias, bas gitarda Tommy Stinson(eski The Replacements), gitarda Robin Finck(eski Nine Inch Nails), bateride Josh Freese ve keyboard'da Dizzy Reed bulunuyordu. Grup 1999'da ilk ürünü olan "Oh My God"ı bir Arnold Schwarzenegger filmi olan End of Days soundtracki için yaptı. Bu 8 sene sonra çıkmış ilk orijinal Guns N' Roses şarkısıydı. Şarkı bilinen GN'R soundundan çok uzak çok daha sert ve endüstriyel yapıdaydı. Eleştirmenlerce çok başarılı bulunan parça yeni albümünde lokomotif şarkılarından biriydi. Aynı yıl yeni albümün adıda Chinese Democracy olarak belirlenmişti. Bu arada davula Josh Freeze'in yerine Primus'tan Brain Mantia geçti. Gerileme dönemindeki tek hareket ise GN'R hayranlarının uzun bir süredir beklediği konser albümü GNR Live Era 87- 93 1999 yılında piyasaya çıkmasıydı. Yine başarılı ve özgün bir kapak çalışması olan albümde gnr ın 1983- 1987 arasındaki konser afişleri kullanılmıştır. Albümdeyse 2 CD vardı ve toplam 22 şarkı barındırıyordu. Ağırlıklı olarak grubun Las Vegas, Tokyo ve Londra şehirlerindeki performanslarından oluşuyordu. Albümün Japonya versiyonunda ise coma şarkısı bonus track olarak yerini almıştı. Albüm ABD 'de 1 milyon satmış ve platin plak statüsüne ulaşmıştır. Albümün arka kapağında use your illusion albümlerinde ve turnesinde büyük emeği geçmiş Matt Sorum ve Gilby Clarke için "additional musicians" tabirinin kullanılması hayranların tepkisini çekmiştir.
2000 yılını 2001 ' e bağlayan gece 31 aralıkta Las Vegas' ta bir geri dönüş konseri veren grup yenilenmiş haliyle ilk kez hayranlarının karşısına çıktı. Axl Rose ise 7 yıl sonra ilk konserini veriyordu. 2001 yılına gelindiğinde grup Brezilya'da Rock in Rio 3 festivalinde 250.000 hayranının karşısına çıktı ve festivalin en iyi grubu seçildi. "Madagascar", "The Blues" ve "Oh My God" gibi yeni şarkılarını seslendirdi. 2002 yılında dünya turnesini başlatan GNR aynı zamanda 9 yıl sonra ilk kez bir dünya turnesine çıkıyordu. Bu sırada da gitarist Richard Fortus, Paul Huge Tobias'ın yerine Guns N' Roses' a katılmıştı. Grup, 2002 yılının ağustos ayında büyük bir sürpriz yaparak MTV ödüllerinde sahne aldı. MTV ödüllerinde Welcome to the Jungle ile açılısı yapan grup kapanışı ise konfetiler eşliğinde Paradise City ile yapmıştı. Bu gösteriden sonra dünya turnesini başlatan GN'R aynı zamanda 9 yıl sonra ilk defa turneye cıkıyordu.Turne çok başarılı gecerken 2002 yılının aralık ayında Amerika Philadelphia'daki konsere Axl Rose un gelmemesiyle birlikte alkollu seyirciler galeyana geldi ve arbede çıktı. Turne sponsoru Clear Channel konserleri durdurdu. Bundan sonra yeniden stüdyoya girdiler ve Chinese Democracy kayıtlarını sürdürdüler.
Hayranlar yeni bir albüm beklerken Greatest Hits albümü 2004 yılında yayınlandı. 4 yıllık bir aradan sonra Guns N' Roses gitara Buckethead yerine Ron "Bumblefoot" Thal'ı aldıktan sonra önce Amerika'da New York'ta kapalı gişe 4 konser verdi ve daha sonra da Avrupa turnesine başladı. Aynı zamanda Axl Rose yeni albümün kayıtları için 13 milyon dolar harcamıştı. Guns n Roses, 2006 yılında Rock in Rio, Gods of Metal, Rock am Ring ve Novarock gibi avrupa'nın en büyük festivallerinde headliner grup oldu. Bu sırada eşi dogum yapan baterist Brain Mantia gruptan ayrıldı. Onun yerine bateriye Frank Ferrer geçti. Temmuz ayında İstanbul'a da uğrayan grup yaklaşık 9.000 kişiye Kuruçeşme Arena'da muhteşem bir konser verdi. Bu konserlerdeki en büyük sürpriz ise 1991 yılında gruptan ayrılan kurucu üye Izzy Stradlin'in konuk sanatçı olarak konserlerde yer almasıydı. Turnede ayrıca Izzy Stradlin dışında Kid Rock, Sebastian Bach gibi rock dünyasının meşhur isimleride GN'R'a eşlik ettiler. Ağustos ayının sonunda MTV Video Müzik Ödüllerinde sunuculuk yapan ve The Killers' ı sunan Axl Rose daha sonra kendisiyle yapılan röportajda yeni albümün kesinlikle bu yıl sonunda çıkıcağını söyledi. Ama maalesef albüm yine çıkmadı. 2,5 aylık avrupa turnesini bitiren GNR bu turnede 18 farklı ülkede 40 konserde 700.000'den fazla seyirciye ulaştı.
2007 yılının yaz aylarında Yeni Zelanda, Avustralya ve Japonyada çok sayıda büyük kapalı gişe konserler veren grup daha sonra yeni album çalışmaları icin stüdyoya kapandı. Bu sırada Axl Rose kadim dostu Sebastian Bach (ex-Skid Row)' ın solo albümünde (Angel Down) 3 şarkıda konuk sanatçı olarak yer aldı. 2007 yılı devam ederken "Chinese Democracy" kayıtlarını sürdüren grubun yeni albümü sabırsızlıkla bekleniyordu.
2008 yılının ortalarına kadar sessizliğini sürdüren grupt |
a bu yılın ortalarına gelindiğinde sıcak günler yaşanmaya başlamıştı. 2008 yılının ekim ayının son günlerinde yeni single "Chinese Democracy" grubun myspace adresinde yayınlanmaya başladı vede albümün 23 kasımda yayınlanacağı resmileşti. 23 kasım'da yayınlanan albüm amerika listelerinde 3 numaraya, ingiltere listelerindede 2 numaraya yerleşti. Hayranlarının sorularına internet üzerinden cevap veren Axl Rose "Better" şarkısı için klip çekiminin yakında tamamlanacağını söylemiştir. Ama klip 2010 yılında gelindiginde hala yayınlanmamıştır.
27 Şubat 2009'da Axl Rose Classic Rock isimli dünyaca ünlü rock magazini icin eski dostu ve menajerlerinden Del James'in sorularını yanıtlamış vede eski grup elemanlarıyla bir birleşmenin söz konusu olamayacağını bir kez daha belirtmiştir.2009 yılında gitarist Robin Finck' in resmi olarak ayrılmasıyla oluşan boşluğu Axl Rose, DJ Ashba' yı kadrosuna katarak doldurmuştur. Grup 2009 yılının aralık ayında yeni bir dünya turnesine başladı.
2015' te DJ Ashba ve Ron Bumblefoot' un gruptan ayrılığı hayranların aklına "acaba ilk kadro bir araya mı gelecek?" sorusunu getirdi. Bunun üzerine 2016' nın ilk günlerinde Slash, Axl Rose ve Duff McKagan Twitter hesapları üzerinden Coachella Festivalinde birlikte çalacaklarını açıkladı. Bu birleşmede Izzy Stradlin, Steven Adler, Matt Sorum ve Gilby Clarke' ın yer alıp almayacağı merak konusu.
Hidrolik
Hidrolik kelimesi (hydraulics) Yunan dilindeki ὑδϱαυλικός ("hydraulikos") kelimesinden gelir. Bu kelime de kök olarak su (ὕδωϱ) ve boru (αὐλός) kelimelerinden gelmektedir.
Hidrolik, sıvıların mekanik özelliklerini inceleyen bir mühendislik dalıdır. Sıvı gücünün faydalı bir şekilde disipline edilmesini konu edinmiştir. Akışkanlar mekaniği, hidrolik için akışkan özelliklerinin mühendislik kullanımına yönelik olarak teorik temeller sağlar. Kısaca hidrolik, akışkanlar mekaniğinin mühendislik yaklaşımıyla ele alınıp günlük hayata uygulanmasından ibarettir.
En eski hidrolik bilimciler "Ctesibius" ve "İskenderiyeli Heron"'dur. Bu Antik Çağ mühendisleri daha çok hidroliğin dinsel ayin, tören vb. konulardaki pratik kullanımları ile ilgilenmişlerdir. Modern hidroliğin kurucusu ise Galileo Galilei'nin öğrencisi olan Benedetto Castelli'dir.
Hidrolik biliminin sanayideki uygulamalarına "güç hidroliği" ya da "endüstriyel hidrolik" adı verilir. Makine mühendisliğinin ilgi alanına giren bu kısım güç ve kuvvetihtiyacının olduğu endüstrinin hemen her kolunda kullanılır. Hidrolik enerji ile doğrusal, dairesel ve açısal hareket üretmek için hazırlanan sistemlere "hidrolik sistem" denmektedir.
Akışkan olarak basınçlı havanın kullanıldığı sistemlere "pnömatik sistemler" denir. Hidrolik, büyük kuvvetlerin istendiği ve gücün ön planda olduğu, pnömatik ise küçük kuvvetlerin yeterli olduğu buna mukabil hızın ön planda olduğu yerlerde tercih edilir.
Hidrolik devrelerde su, korozif olması sebebiyle çok nadir durumlar dışında tercih edilmemektedir. Güç hidroliğinde akışkan olarak petrol türevli yağlar (hidrolik akışkanlar) kullanılmaktadır. Bu yağlardan beklenen en önemli özellik sıkıştırılamaz olması ve sistem elemanlarını korozyondan korumasıdır.
Su hidroliği, inşaat mühendislerinin ilgi alanına girer ve inşaat mühendisliğinin alt dalları olan hidrolik ve su kaynakları mühendisliğinin ilgi alanı su yapıları, suyun taşınması, arıtılması gibi konulardır. Barajlar, su kanalları, su arıtma tesisleri, limanlar, kıyı yapıları, içme suyu, kanalizasyon işleri, yer altı suları, pompalama ve sulama işlemleri, nehir aşınmaları, drenaj çalışmaları gibi alanlar hidrolik mühendisliğinin başlıca ilgi alanlarını oluşturmaktadır.
Cendere
Abdülaziz
Sultan Abdülaziz (Osmanlı Türkçesi: عبد العزيز; d. 8 Şubat 1830 – ö. 4 Haziran 1876), 32. Osmanlı padişahı ve 111. İslam halifesidir. II. Mahmud ve Pertevniyal Sultan'ın oğlu, Abdülmecid'in kardeşidir. Abdülaziz 25 Haziran 1861 tarihinde kardeşinin ölümü üzerine, 31 yaşında iken tahta geçmiştir. Tahttan indirilip öldürülen son padişahtır.
Güreş, cirit, av ve bilek güreşi sporlarına meraklı olan padişahın tahtta kaldığı sürece en çok üzerinde çalıştığı konu Osmanlı Donanması'nın modernizasyonu idi. Bu nedenle o dönemlerde Avrupa devletlerinden alınan kredilerin çoğu bu konuda harcandı. Sayısı gün geçtikçe artan Osmanlı Ordusu'nun askerlerine yetecek dönemin son model top ve tüfeklerin de sağlanması Abdülaziz döneminde gerçekleşmiştir.
Hükümdarlığı süresince sık sık ülke içi ve ülke dışı temaslarda bulunmuş geziler düzenlemiştir. I. Selim'den sonra Mısır'ı ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı Padişahı'dır.
Eyaletlerin yanı sıra Batı Avrupa'da ziyaretler yapan ilk ve tek padişahtır. 1867 yılında Paris'te açılan büyük bir sanat sergisine III. Napolyon'un daveti üzerine katıldı. Sergiden sonra imparator ile temaslarda bulunmuş İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gezilerinden sonra da geri dönmüştür. Ayrıca Richard Wagner'in Bayreuth operasına maddi yardımda bulunmuş ve davet edilmiştir. Seyahatlerinde İngiltere kraliçesi Victoria, Belçika kralı II. Leopold, Prusya kralı I. Wilhelm, Avusturya-Macaristan imparatoru François-Josef ve Romanya Prensi I. Karol ile görüşmüştür.
Osmanlı'da Abdülaziz döneminde Batı'yla iyi ilişkiler kurulmasına özellikle dikkat edildi. Tanzimat Fermanı ile Osmanlı'nın girdiği Batılılaşma süreci bu dönemde de devam etti. Ülke genelinde yeni vilâyetler ilân edildi ve İstanbul Üniversitesi Fransız Eğitim sistemi örnek alınarak tekrar düzenlendi. Doğu Ekspres'in bir durağı olan Sirkeci Garı'nın temelleri Abdülaziz döneminde atılmıştır. Abdülaziz'in 15 senelik hükümdarlığı boyunca yaptığı bazı yenilikler şunlardır;
Döneminde yaşanan önemli olaylardan bir kısmı ise Rusya ve Avrupa devletlerinin kışkırttığı Balkan isyanlarıdır. 1861-64 yılları arasındaki Karadağ İsyanı İkinci Karadağ Harekatı ile bastırılmasına rağmen, Karadağ sorunu büyümeye devam etti. 1861-66 yılları arasındaki Eflak-Boğdan olayları Birleşik Romanya'nın doğuşunu ve bağımsızlık mücadelesini hızlandırdı. 1862-67 yılları arasındaki Sırbistan olayları ise Türk askerlerinin Sırbistan'daki kalelerden çekilmesiyle sonuçlandı. 1866-68 arasındaki Girit Ayaklanması, Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa'nın hazırladığı Girit Nizamnamesi ile çözümlenmeye çalışıldıysa da Girit'in kaybına giden olaylar dizisi başlamış oldu. Hidivlikle yönetilen Mısır'ın özerklik haklarının genişletilmesi bu eyaletin 1882'de kesin olarak kaybına yol açan Mısır'ın borç sorununun ortaya çıkmasına başlangıç teşkil etti. Abdülaziz'in hükümdarlığının son yılları ise 1875-76 yılındaki Hersek İsyanı ile 1867'de başlayan ve 1876'da iyice yayılan Bulgar İsyanları ile mücadele ederek geçti. 30 Mayıs 1876 Darbesi ile tahttan indirildi. Gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu.
Ölümü hep tartışma konusu olmuştur. Resmî tarih olarak intihar ettiği yazılsa da özellikle son yıllarda öldürüldüğüne dair iddialar daha da artmıştır. Bahattin Öztuncay'ın hazırladığı ve Aygaz tarafından yayımlanan Hatıra-i Uhuvvet: Portre Fotoğraflarının Cazibesi 1846-1950 adlı kitapta ilk kez yayınlanan bir resimde Abdülaziz'in tahttan indirildikten sonra ve ölmeden önce çekilmiş son fotoğrafı yer almaktadır. Bu resimde saray hizmetçileri laubali bir şekilde padişaha dirsek dayamış, padişah ise eski bir üst baş ve etrafa öfkeyle bakan gözlerle görülmektedir.
Abdülaziz ilk başlarda Batılı yanı olmayan bir padişahtı. Tahta çıktıktan sonra saray bando ve orkestralarını kaldırtmış, yerine klasik Türk müziği saz takımını getirtmiş, tiyatro yerine orta oyununu seyretmiştir. 1867 yılında Avrupa seyahatinden döndükten sonra Batı'ya karşı fikirleri değişmiştir. Avrupa'nın gelişmişliği kendisini cezbetti ve köşkler, saraylar yaptırtarak Batı'yı taklit etmeye çalıştı ve saray bando ve orkestralarını tekrar kurdurdu. Başlangıçta tasarruf tedbirleri almış ancak zamanla israfa meyletmiştir.
Abdülaziz iyi bir bestekar, lavta ve neyi çok iyi çalar, resim yapardı ve aynı zamanda hattattı. Dindar olup, her sabah Kur'an okurdu ve alafrangalığı dinsizlik sayardı.
2014 yılında TRT 1'de yayınlanan Filinta dizisinde Bülent Alkış tarafından canlandırılmıştır.
Sezen Aksu
Fatma Sezen Yıldırım (d. 13 Temmuz 1954), bilinen sahne adıyla Sezen Aksu, Türk şarkıcı, söz yazarı ve besteci. Çıkış yaptığı 1970'lerin ortalarından itibaren şarkılarıyla bir ikon hâline gelerek Türk pop müziğine yön verdi. Şarkıcılığının yanı sıra yazıp bestelediği şarkıları başkalarına vermesi sayesinde söz yazarı ve besteci kimliğiyle de sık sık ön plana çıktı. Kendisine geri vokallik yapan birçok kişiyi destekleyerek bu kişilerin albümlerinin yapımcılığını üstlendi. Bu sayede 1990'lar boyunca ve 2000'lerin başında çeşitli isimlerin tanınmasına yardımcı oldu ve bu isimleri etkiledi.
Medyada Minik Serçe unvanıyla sıkça anılan Aksu, Selanik'ten mübadele ile Türkiye'ye gelen bir anne ile Rizeli bir babanın kızı olarak Sarayköy, Denizli'de doğdu. Üç yaşındayken ailesinin İzmir'e taşınması sonucunda burada eğitim gördü, İzmir Kız Lisesi'ni tamamladıktan sonra Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi'ne devam etti ancak ikinci sınıfta okulu bıraktı. 1974'te plak yapmak için İstanbul'a taşındı ve bir yıl sonra ilk 45'liği "Haydi Şansım"ı Sezen Seley adıyla çıkardı. 1977'de ise ilk stüdyo albümü "Allahaısmarladık"ı yayımladı. Ardından "Serçe" (1978), "Firuze" (1982), "Sen Ağlama" (1984), "Git" (1986), "Sezen Aksu Söylüyor" (1989), "Gülümse" (1991), "Deli Kızın Türküsü" (1993), "Düş Bahçeleri" (1996) dahil olmak üzere onlarca albüm piyasaya sürdü. Bunlardan "Gülümse", Türkiye'de tüm zamanların en çok satan albümlerinden biri oldu. Aksu, bugüne kadar dünya genelinde 40 milyondan fazla albüm sattı.
Sezen Aksu, Denizli ilinin Sarayköy ilçesinde doğdu. Fen bilgisi öğretmeni olan annesi Şehriban Hanım, Selanik'ten mübadele ile gelen bir ailenin kızıdır. Pazar, Rizeli olan Laz kökenli babası Sami Yıldırım ise bir matematik öğretmenidir. Aksu, üç yaşına kadar Denizli'de oturd |
uktan sonra, ailesiyle İzmir'e taşındı. Nihat adındaki kardeşi ile beraber büyüyen Aksu, gençlik yıllarında birçok sanat dalına merak saldı. Bir süre Cengiz Bozkurt'tan resim dersleri aldı. Tiyatro ve dans derslerini de bu süreye sığdırdı. Bu sürede asi kişiliğiyle dikkat çeken Aksu, dansöz olma hayali kurmaya başladı.
Sanatçı, daha sonrasında, bu süreç için "Allah babama acıdı da şarkıcı oldum" demiştir. Aksu, 1970 yılında "Hafta Sonu" dergisinin açtığı, jüri başkanlığını Ajda Pekkan'ın yaptığı 'Altın Ses' yarışmasında altıncı olurken bir diğer pop sanatçısı Nilüfer birinci olmuştu. Böylece Nilüfer, Sezen Aksu'dan önce ilk albümünü yayınladı. 1973 yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi'ne giren Aksu, 1974'te üç şarkısını bir plak şirketine gönderdi. Aynı yılın Kasım ayında Ali Engin Aksu ile evlenen sanatçı, okulundan da ayrıldı.
1974'ün son aylarında plak yapımı için İstanbul'a yerleşti.
Müzik kariyeri 1970 yılında katıldığı "Hafta Sonu" dergisinin açtığı "Altın Ses" yarışmasında altıncı olmasıyla başladı. 1975 yılında, "Sezen Seley" adıyla, ilk 45'liği "Haydi Şansım"'ı çıkardı. Çok az satan bu 45'liği Sezen Aksu adıyla piyasaya çıkardığı ikinci 45'liği "Yaşanmamış Yıllar/Kusura Bakma" izledi. Kendisini uzun süre kırk beşlik plaklar listesinde bir numara yapacak üçüncü 45'liği "Olmaz Olsun/Vurdumduymaz"'ı 1976 yılında çıkardı.
Sanatçı, sonrasında, 1976 yılında ilk sahne çalışmasına başladı. Bebek Belediye Gazinosu'nda sahne almaya başlayan Aksu, 1977 yılında Allahaısmarladık/Kaç Yıl Geçti Aradan, Kaybolan Yıllar/Neye Yarar 45'likleri ve ilk 33'lüğü olan "Allahaısmarladık" albümlerini yayımladı.
1978 yılında Hurşid Yenigün'ün iki bestesi için söz yazan Aksu, Gölge Etme/Aşk kırk beşliğini yaptı. Yine aynı yıl, piyasadaki en eski Sezen Aksu albümü olma özelliğini taşıyan "Serçe", çift LP olarak piyasaya çıktı. 1979 yılında "İlk Gün Gibi/Yalancı" ve "Allahaşkına/Sensiz İçime Sinmiyor" kırk beşlikleri piyasaya çıktı. Aynı yıl sanatçı, sinema sektöründe de göründü. Sanatçının ilk filmi, başrolünü Bulut Aras'la paylaştığı; "A Star is Born" (Tr: "Bir Yıldız Doğuyor"; Y: Frank Pierson; O: Barbra Streisand, Kris Kristofferson) filminden uyarlanan ve bir Atıf Yılmaz filmi olan "Minik Serçe" oldu. Sanatçı bu tarihten sonra "Minik Serçe" adıyla anılmaya başlandı. Bir ünlü doğarken, başka bir ünlünün sönüşünü anlatan film, o dönemde fazla beğeni toplamadı. Aksu, bu filmi 1999 yılında Okan Bayülgen'in Zaga programında tekrar seyretmiş ve bu rolüne gülmüştür.
1979 yılında Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Minik Serçe" filminde oynadı. "Minik Serçe", Aksu'nun rol aldığı ilk filmdir.
1980 yılında "Sevgilerimle" albümünü çıkaran sanatçı, 1981'de "Sezen Aksu Aile Gazinosu" adlı müzikal için çalışmalar yaptı. Sanatçı, 10 Temmuz 1981'de "Beşiktaş Evlendirme Dairesi"'nde Sinan Özer ile evlendi. Ancak o sıralarda Aksu'nun Özer'den 4,5 aylık gebe olduğu konuşuluyordu. 11 Kasım 1981'de Aksu, oğlu Mithat Can Özer'i doğurdu. Sanatçı, aynı yıl Aralık ayında "Sezen Aksu Aile Gazinosu" için tekrar çalışmaya başladı.
1982 yılında "Şan Müzikholü"'nde "Sezen Aksu Aile Gazinosu" gösterime girdi. Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda ve Altan Erbulak ile aynı oyunu paylaşan Aksu, sahnede yedi farklı karakteri canlandırdı. Sonrasında "Firuze" albümünü yayımlayan sanatçı, aynı yıl, dönemin popüler dergisi "Hey" tarafından "Yılın Kadın Şarkıcısı" seçildi. 1983 yılında Aksu, Hey'in "Geleneksel Oskar Konseri"'ne de "Yılın Kadın Şarkıcısı" olarak katıldı.
1983 yılında Sezen Aksu, Eurovision'a katılma kararı aldı. Söz ve müziği Ali Kocatepe'ye ait "Heyamola" parçası, Ali Kocatepe ve Coşkun Demir ile birlikte seslendirildi. Türkiye finaline kalan bu parça Eurovision finallerinde Türkiye'yi temsil edemedi. 1983 yılında "Heyamola" parçasının 45'liği "Hey Dergisi" tarafından yılın plağı seçildi. Aynı yıl Aksu, Sinan Özer'den boşandı.
1984 yılında sanatçı tekrar Eurovision adayı oldu. "Halay", "1945" ve "Merhaba Ümit" adlı parçalarla Türkiye finaline kaldı. İlk olarak "Merhaba Ümit"i eleyen Aksu Türkiye finalinde "Halay" ve "1945'"i seslendirmeye karar verdi. Türkiye finali gerçekleşmeden iki hafta önce Türkiye'ye gelen yabancı bir arkadaşı Aksu'ya sadece "1945"'i seslendirmesini önerdi. "1945"'in sözlerinin tüm dünyayla ilgili olduğunu düşünen Aksu, bu parçanın yurtdışında da Türkiye'yi daha iyi temsil edeceğini düşünerek "Halay"'dan vazgeçti. Türkiye finalinde şarkıyı seslendiren Sezen Aksu, beklenenin aksine bu kez de seçilemedi.
Sanatçı, 6 Eylül 1984'te Sen Ağlama albümünü piyasaya çıkardı. TRT'nin denetiminden geçemediği için önceleri televizyonda şarkıları yayımlanmayan Aksu, 1985'in başından itibaren bu fırsatı elde etti. Şarkılar TRT'de yayımlanmaya başlar başlamaz albüm büyük bir ilgi gördü ve satış listelerinin haftalarca zirvesinde yer aldı. Aksu, albümün 56. haftasında "Hey Dergisi"ne yaptığı açıklamada ""Bekliyordum ama bu kadarını değil... Ne yalan söyleyeyim, 1 yılı aşkın sürece listelerde kalacağımı sanmıyordum. Tüm müzikseverlere candan, gönülden teşekkürlerimi sunuyorum."" şeklinde beyanatta bulundu.
1985 yılında Aksu, Eurovision Türkiye finaline bir kez daha katıldı. Bu seferki şarkının adı "Küçük Bir Aşk Masalı"'ydı. Sözleri Aksu'ya ait olan bu şarkıyı Sezen Aksu ve Özdemir Erdoğan birlikte seslendirdi ama sonuç değişmedi. Eurovision'da Türkiye'yi temsil etme hakkını bir türlü kazanamayan Aksu, 1985'ten sonra bir daha yarışmaya katılmadı.
1985`de, sanatçı ""Bin Yıl Önce, Bin Yıl Sonra"" isimli müzikal için hazırlandı. Müzikal, 1986 yılının ilk haftasından itibaren gösterime girdi. Şan Müzikholü'nde kapalı gişe oynayan bu müzikal, dönemin dünyasını ve Türkiye'sini Ti'ye alıyordu. Sahnede büyük beğeni toplayan Aksu, sahneyi Şener Şen, İlyas Salman, Ayşen Gruda gibi isimlerle paylaştı.
1986'da "Git" ile büyük beğeni toplayan sanatçı, "Onyedi" dergisinin Ocak 1986 sayısında okuyucu anketinde "1985'in en büyük kadın şarkıcısı" seçildi. Aksu, 1988 yılında "Sezen Aksu'88"'i çıkardı. Aynı şekilde 1989 yılında "Sezen Aksu Söylüyor" albümüyle beliren Aksu, bu albümle çok büyük bir beğeni topladı.
1989 yılında Sezen Aksu beyaz perdede göründü. Yönetmenliğini Yavuz Özkan'ın yaptığı ""Büyük Yalnızlık""ta Sezen Aksu, başrolü Ferhan Şensoy ile paylaştı. Film, 1990 yılındaki Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Görüntü" dalında ödül aldı. Filmin müzikleri Aksu'nun yapımcısı Onno Tunç'a aitti. Filmin müziklerinden "Aşk Irmakları", dört yıl sonra "Uçurtma Bayramları" adıyla Levent Yüksel'in ilk albümünde yer alacaktı.
1990'larda Sezen Aksu, yapımcı olarak dinleyicilerin karşısına çıktı. Böylelikle 1990'ların müziğinde çok önemli bir yer ettiği gibi Sertab Erener, Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi, Levent Yüksel, Işın Karaca, Hande Yener, Yıldız Tilbe gibi birçok ismi müzik piyasasına kazandırdı ve birçok önemli sanatçıya destek oldu.
1990'lı yıllarda Kanal 6'da Sezen Aksu Show programını yapmaya başladı.
1990'da ilk olarak Sezen Aksu'nun o sıralardaki vokalisti Aşkın Nur Yengi, ""Sevgiliye"" albümüyle müzikseverlerin karşısına çıktı. Bir Sezen Aksu yapımı olan albüm bir milyon kadar sattı.
1991'de Aşkın Nur Yengi'nin ikinci albümü ""Hesap Ver""in yapımını da üstlendi. Albüm Yengi'nin ilk albümü gibi yüksek bir satış elde etti. Aynı yıl müzik yönetmenliğini Onno Tunç'un yaptığı "Gülümse" çıktı. Albüm, 2 milyonu aşan bir satış rakamı elde etmişti. Albümün bu kadar çok satmasının sebeplerinden biri Aksu'nun hitap kesimiydi. Aksu, bu albümle halkın tüm kesimlerine hitap etmekteydi. 1992'de, Avrupa'da albümün hit şarkılarından "Hadi Bakalım"ın teklisi yayımlandı.
1992'de Aksu vokalistlerine albüm yapmaya devam etti. Sertab Erener ile çalışan Aksu, Erener'in ilk albümü "Sakin Ol"'u yayımladı. Albüm beklenenin üzerinde satış rakamları elde etti. Bu albümden birkaç ay sonra, 1993'te Levent Yüksel ile çalışan Aksu bu kez Yüksel'in ilk albümü "Med-Cezir"i satışa sundu. Bu albüm de yüksek bir satış rakamına ulaşarak Levent Yüksel'i 90'larda tanınır biri hâline getirdi.
Sanatçı, aynı yıl kendi albümü olan "Deli Kızın Türküsü"nü piyasaya sürdü. Albümde Uzay Heparı ile çalışan Aksu, farklı tarzlar denedi. Bu farklı albümden "Küçüğüm" ve "Masum Değiliz" gibi tanınan Aksu şarkıları çıktı. Albümün etkisi sürerken, 20 Mayıs 1994 tarihinde albümde beraber çalıştığı Heparı, motosikletiyle oyuncu Demet Akbağ'ın duran haldeki arabasına çarparak bitkisel hayata girdi. O dönemde altı aylık evli olan ve kazadan önceki gün baba olacağını öğrenen Heparı, 31 Mayıs tarihinde öldü. Aksu, bu olayın ardından, Uzay Heparı'yı anmak üzere "Yas" adlı bir şarkı besteledi. Ancak kendisi bu şarkıyı okumak yerine, Levent Yüksel'in sonraki albümüne koydu. Tüm bu çalkantılardan sonra, Aksu, Sertab Erener'in ikinci albümü "Lâ'l"'in yapımını üstlendi. Bu albüm de yüksek bir satış elde ederken Sezen Aksu, 90'ların müziğinde önemli bir yer elde etti.
Bir sene sonra, 1995 yılında Aksu, "Işık Doğudan Yükselir" albümünü yayımladı. Albümde pop müzikten çok Anadolu müzikleri yer almaktaydı. Yunus Emre'nin, Mevlana'nın ve Aşık Daimi'nin eserleri bulunmaktaydı. Fahir Atakoğlu'nun da iki eseri vardı. Bunlardan birincisi, sonradan yayımlanan "Alâturka" adlı şarkıyken, diğeri de "Yaktılar Halim'imi" idi. Gülümse'nin müziğini yapan Arto Tunç'un da bu albümde iki bestesi vardı. Albümde yer alan bir başka şarkıda Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun aşağıdaki dizeleri yer almaktaydı:
1996'da Nazan Öncel'in "Sokak Kızı" albümünde bulunan "Erkekler de Yanar" ve "Bırak Seveyim Rahat Edeyim" şarkılarına vokalist olarak eşlik etti. Aynı yıl Zerrin Özer'in ünlü "Paşa Gönlüm" klibinde yer aldı.
Aralık 1997'de satışa çıkan "Düğün ve Cenaze" yine eleştirilen bir Aksu albümüydü. Albüm yoğun eleştiriler sonucunda yüksek bir satış rakamı elde edemedi. Albüme adını veren şarkıyla beraber dokuz tane Goran Bregoviç, bir tane Kurtis Jasavev bestesinden oluşan albümün sözlerini Aksu, Pakize Barışta ve Meral Okay ile birlikte yazdı. 1998 yılında albümün en ses getiren şarkısı "Erkekler"in teklisi yayımlandı. 1998'in Nisan |
ayında ise Levent Yüksel'in üçüncü albümü "Adı Menekşe" piyasaya çıktı.
1998'in Aralık ayında Aksu, "Adı Bende Saklı" adlı albümünü piyasaya çıkardı. '80'lerin melankolik, yer yer arabesk Sezen Aksu albümlerini anımsatan "Adı Bende Saklı" farklı çevreler tarafından beğenildi. Sözü ve müziği Selami Şahin'e ait olan "Ben Sevdalı Sen Belalı", "Tutuklu" ve "Adı Bende Saklı" şarkıları o dönemin en bilinen şarkıları haline geldi. 1999'da bunu "Sarı Odalar" teklisi izledi. Parçanın klibi, İstanbul'a yapılması amaçlanan 3. köprüye karşı çıkmak amacıyla Arnavutköy'de çekildi.
2 Haziran 2000 tarihinde Aksu, yeni albümü "Deliveren"i çıkardı. Bu albümde "Oh Oh", "Sarı Odalar", "Kahpe Kader" ve "Keskin Bıçak" gibi dönemin en bilinen şarkıları bulunmaktaydı. Albüm bir milyona yakın sattı. Aksu bir açıklamasında "Deliveren" adının "içindeki şeytanla meleği yönlendiren" anlamına geldiğini belirtti.
2001 yılında sağlık sorunlarıyla uğraşan Aksu'nun o yaz verdiği altı konser büyük ilgi gördü. Aksu'nun altı yıldır vokalistliğini yapan Işın Karaca, 2001 Eurovision Şarkı Yarışması'nın seçmelerine katıldı ancak seçilemedi. Bu yılın sonunda Karaca'nın ilk albümü "Anadilim Aşk" yayımlandı. Albüm, baştan sona Sezen Aksu imzası taşıyordu.
20 Mayıs 2002 tarihinde Sezen Aksu, "Şarkı Söylemek Lazım" albümünü satışa sundu. Bu albüm sanatçının DMC firmasından çıkarttığı ilk albümdü. 12 Haziran 2002'de albümü takiben konser turuna çıkan sanatçı, Türkiye'nin bütün dillerini ve medeniyetlerini bir araya getiren ""Türkiye Şarkıları"" isimli konser serisini sundu. Konserlerde sanatçıya Rum, Ortodoks, Ermeni ve Musevi korolarıyla birlikte Diyarbakır Belediyesi Çocuk Korosu da eşlik etti. Sahnede Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Rumca şarkılar, türküler söylendi. Sanatçı konserinin sonunda "Şarkı Söylemek Lazım"ı ve Mevlana'nın sözlerinden oluşan "Yeniliğe Doğru" şarkısını söyledi.
Bu konser dizisi sadece Türkiye'de değil birçok ülkede de haber oldu. AP ajansının çektiği bir fotoğraf birçok ülkede yayımlandı. 2003 yılının başında Beşiktaş'ta BKM'de Unplugged konserler veren Sezen yoğun ilgi üzerine konserlerine önce Maltepe Yayla Sanat Merkezi'nde daha sonra Türkiye'nin değişik şehirlerinde devam etti. 2003 yazı bitmeden sanatçının yeni albümü "Yaz Bitmeden" çıktı. Biri enstrümantal olmak üzere dört yeni şarkı içeren albümde ayrıca daha önce başka yorumcuların seslendirdiği Sezen Aksu şarkıları vardı. Yeni şarkılardan biri olan "Farkındayım"a Van'ın Gevaş ilçesinde klip çekildi.
Sezen Aksu'nun 2005 yılında piyasaya sürülen yeni albümü "Bahane", beklenenin de üzerinde ilgi gördü. Aksu'nun kariyerinin 30'uncu yılını dolduruşunun anısına yayınlanan "Bahane" albümü, piyasaya çıktığı ilk iki haftada 320 bin sattı. Albümdeki yapıtlar arasından "Perişanım Şimdi", "Eskidendi, Çok Eskiden" ve "Yanmışım Sönmüşüm Ben" şarkılarına klip çekilirken "Bahane", sene sonunda Türkiye'nin 2005 yılında en çok satan albümü oldu. Aksu, 1975-2006 yılları arasında yazdığı şarkı sözlerini ise 2006 yılında çıkardığı Eksik Şiir kitabında topladı. Şiir kitabı büyük bir ilgi görerek ilk 4 günde 17.000 adet satıldı.
2008 yılının Haziran ayında "Deniz Yıldızı" adlı albümünü yayımladı. Albümde Aksu'nun uzun yıllar beraber çalıştığı Onno Tunç'un çaldığı piyano örnekleri yer almaktaydı. Albüm, yine önceki Aksu albümlerinden farklı olarak caz tınıları taşıyan ve baladlar içeren bir albümdü. Aksu, aynı albümünde "Tanrı'nın Gözyaşları" şarkısını Türkiye'de bir barış ortamının oluşması için yazdığını, bunun oluşabilmesi içinse sınır ötesi operasyonların bitirilmesi gerektiğini açıkladı.
2009 yılında "Yürüyorum Düş Bahçeleri'nde..." adlı 2 CD'den oluşan albümünü çıkarmıştır. Albümde söz ve müziği Sezen Aksu'ya ait olup ; Aksu tarafından önceleri başka sanatçılara verilen şarkılar, sanatçı tarafından tekrar yorumlanmıştır.
2010 yılında Amerikan NPR radyosu tarafından belirlenen "50 Büyük Ses" listesinde yer alan Sezen Aksu'nun, Nisan 2010'da İsveç'in başkenti Stockholm'de, Fahir Atakoğlu ile birlikte verdiği konser çok sayıda Türk ve İsveçli müziksever tarafından izlendi. Aksu, 10 yıllık aranın ardından "TurkofAmerica" ile "GNL Entertainment"ın ortaklaşa organize ettiği, kurumsal sponsorluğunu ise Washington merkezli Türk Kültür Vakfı'nın yaptığı ABD'de 4-7 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilen ve Maryland, Strathmore Konser Salonu'nda günü, New York, Carnegie Hall ve New Jersey’nin Newark şehrindeki Prudential Hall’de üç konser vermiştir. ABD konserlerinde sanatçıya Atakoğlu eşlik etmiştir. Aksu, New Jersey konserinde kendisine ayrılan süreyi aşması üzerine seyircilere, "Biz bu sınırları aştık, Amerikalılar da sabır rekoru kırdılar, New Jersey'de de bu gece böyle olacak, sizleri mutlu etmeden bu sahneden inmeyeceğim" demiştir. Son olarak Ahmet Kaya "...bir eksiğiz" albümünde "Ağladıkça" şarkısını seslendirmiştir.
2011 yılına gelindiğinde Aksu tekrar stüdyoya girmiş ve "Öptüm" albümünü yayımlamıştır. İçerisinde genel olarak kendi söz ve bestelerinden oluşan "Unuttun mu Beni", "Vay", "Aşka Şükrederim", "Ah Felek Yordun Beni" gibi şarkıları barındıran albüm, söz ve müziği Nazan Öncel'e ait olan "Ballı" şarkısı da albümde yer almaktadır. Cemal Süreyya'nın "Sayım" isimli şiiri de Aksu'nun bestesiyle albümde yer almıştır. Albümden "Unuttun mu Beni" ve "Vay" şarkılarına klip çekilmiştir.
Aksu 2013 yılında Kayıp Şehir, 2014 yılında Yeniler ve Yeni Kalanlar single'larını çıkarmış ve son olarak 2015'te Eksik Olma şarkısı ile sürdürülebilir çay tarımına destek vermiştir.
Ocak 2016'da İstanbul da Volkswagen Arena’da sahne alan Sezen Aksu, sahnelere veda ettiğini açıkladı. Aksu, "Her bitiş yeni bir başlangıçtır. Üretmeye devam edeceğim fakat daha önceden söz verdiğim birkaç konseri de yaptıktan sonra sahneye veda ediyorum. İstanbul'da son konserim. Bugün 40 yılın anısına burada benimle olduğunuz için şükranla doluyum." dedi. Aynı yıl Eylül'de tekrar müzik yapacağını açıkladı.
Ocak 2017'de yirmi üçüncü stüdyo albümü "Biraz Pop Biraz Sezen"i DMC aracılığıyla piyasaya sürdü.
Sezen Aksu'nun bugüne kadar 400'den fazla şiir ve bestesi vardır. Bu şiirlerden 197 tanesi Eksik Şiir kitabında yayınlanmıştır. Bu kitabın ikincisi "Eksik Şiir İkinci Kitap" adıyla Metis Yayınları tarafından 2016 yılının Kasım ayında piyasaya sürülmüştür.
Sezen Aksu toplumsal sorunlara ve olaylara karşı duyarlığı ile de bilinir. 2009 yılında Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı arayarak demokratik açılıma destek vermekten ötürü, köşe yazarı Hikmet Çetinkaya tarafından, Aksu'nun babasının Fethullahçı olduğu iddia edildi. Bazı sanatçılar Aksu'nun arkasında dururken, bazıları Aksu'nun davranışının yersiz bulduğunu ifade etti. Yine Sezen Aksu 2012 yılında Türkiye-PKK çatışmalarında ölen Türk askerleri için "Tanrının Gözyaşları" isimli şarkısını yazmıştır.
2013 yılında Taksim Gezi Parkı protestolarının ilk günlerinde protestolara katılan gençler için "Dünyadaki ilk gençlik devrimi bu. Olağanüstü bir söz söylediler ve olağanüstü bir dille söylediler oradaki insanlar ve sokağa çıkan insanlar." diyerek gösterilere olan desteğini vurgulamıştır. Sanatçı Gezi Parkı protestolarında polis tarafından atılan göz yaşartıcı gaz kapsülünün başına isabet etmesi sonucu 15 yaşında hayatını kaybeden Berkin Elvan için kişisel internet sitesinde "Berkin'e" isimli yazı yayınlamıştır. 2014 yılında yayınlanan Yeni ve Yeni Kalanlar single çalışmasını Gezi Parkı protestolarında öldürülen gençlere ithaf etti.
Sezen Aksu'nun kadın düşmanlığı, okuma yazma, ayrımcılık gibi toplumsal konularda söylemleri olup transgender ile eşcinsellere karşı zorbalık ve homofobiye karşı söylemleri mevcuttur. Türkiye'de LGBT topluluğu tarafından sevilen sanatçı LGBT'lere açık destek veren Sezen Aksu 2008 yılında 'genel ahlaka aykırı olduğu' gerekçesine dayanan mahkeme kararı ile kapatılan LGBT derneği Lambdaistanbul'a kapatılmaması için destek vermiştir. Aynı zamanda 2013 yılındaki konserlerinde sahnede LGBT hareketi simgeleyen dev bir gökkuşağı bayrağını dalgalandırmış ve SPoD’un (Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği) birinci kuruluş yılı için yayınladığı mesajla, LGBT toplumuna ve hareketine açık destek vermiştir.
Sezen Aksu genç yaşta Hasan Yüksektepe ile kısa süren evlilik yapmıştır. Müzik kariyerinde albüm yayınlamadan önce Ali Engin Aksu ile evlenmiş, "Aksu" soyadını bu evliliğinden almış ancak evliliği kısa sürmüştür. 3 aylık hamileyken 10 Temmuz 1980 tarihinde Sinan Özer ile evlenen Sezen Aksu 1983 yılında evliliğini sonlandırmıştır. 1993'te gazeteci Ahmet Utlu ile evlenen sanatçının bu evliliği de kısa sürmüştür.
Evliliklerinin yanı sıra Uzay Heparı ile yaşadığı kısa aşkı ile de bilinen Sezen Aksu, toplam 4 evlilik yapmıştır.
2009'da keşfedilen bir gök taşı olan 266854 Sezenaksu, adını sanatçıdan almaktadır.
Dinamik
Dinamik (← Yunanca "δυναμικός" - "dynamikos" "güçlü", ← "δύναμις" - "dynamis" "güç"):
Karşıtı statiktir.
Gottlob Frege
Friedrich Ludwig Gottlob Frege (8 Kasım 1848 - 26 Temmuz 1925) Modern Matematiksel Mantık'ın ve Analitik felsefenin kurucusu sayılan Alman matematikçi, mantıkçı ve filozof.
Wismar'da doğdu. 1869'da Jena Üniversitesi'nde öğrenime başladı ve iki yıl sonra, 1873'te Felsefe Doktoru unvanını aldığı Göttingen'e taşındı. İki yıl sonra Jena'ya döndü ve matematik dersleri vermeye başladı. Matematik alanında 1879'da doçent ve 1896'da profesör oldu. 1925'de Bad Kleinen'de öldü.
Aristo'dan sonraki zamanların en büyük mantıkçısı kabul edilir. 1879'da yayınladığı, devrim niteliğindeki "Begriffsschrift" veya "Kavram Yazısı", Aristo'dan beri nüfuzunda bir değişiklik olmayan eski Terim Mantığı'nın yerini alarak mantığın tarihinde yeni bir dönemi haber veriyordu. "Begriffsschrift" bugün matematiğin her alanında kullanılan niceleme gibi, Orta Çağ'ın Çoklu Genelleme Problemi'ne çözüm getiren kavramlar ve fonksiyon ve değişkenlerin açık bir şekilde konumlandırılması gibi özellikleriyle temelleri sarstı.
Frege, önermeler mantığı ve kendi icadı yüklemler mantığının aksiyomatikleştirilmesi |
ni oluşturan kişidir. Bertrand Russell'ın Tarifler Teorisi ve Russell ile Alfred North Whitehead'in "Principia Mathematica" 'sı için son derece temel bir kavram olan niceleme de yine Frege'ye aittir. Çalışmaları kendi döneminde geniş ölçüde tanınmamış ve fikirleri, özellikle Giuseppe Peano ve Russell gibi, etkilediği insanlar aracılığıyla yayılmıştır. Ludwig Wittgenstein ve Edmund Husserl da felsefî açıdan etkilediği kaydadeğer insanlardır.
Frege, en temelinde önerme'nin fonksiyon-argüman analizi, özel isimlerin anlam ve gönderim ayrımı, kavram ve nesne ayrımı ve bağlam prensibinin geliştirilmesi bulunan, Dil felsefesi'ne yaptığı derin sistematik katkılarla Analitik Felsefe'nin kurucularından sayılır. Edmund Husserl ve Max Schröder gibi zamanının önde gelen birçok mantıkçı ve felsefecisiyle yazışmıştır.
Frege, mantıkçılığın, matematiğin mantığa indirgenebileceği düşüncesinin önde gelen ilk savunucusudur. "Grundgesetze der Arithmetik" isimli çalışmasında, aritmetiğin kanunlarını mantıktan çıkarmaya çalışır. (Masraflarını kendi karşıladığı) ilk cildi yayınladığında, Russell, ismiyle anılan paradoksu keşfetmiş ve "Grundgesetze"nin aksiyomlarının bu çelişkiye yol açtığını ifade etmiştir. Frege, bu paradoksun varlığını kabul edip, kitabın ikinci cildinin ek kısmında bu soruna yol açtığını düşündüğü aksiyomu belirtmişse de, aksiyomlarında tatmin edici bir değişikliğe gidememiştir. Russell ve John Von Neumann'ın sonraki çalışmalarında, bu problemin nasıl çözümleneceği yer almıştır.
Frege ayrıca kesişim ve bileşimi de bulmuştur.
Buna ve Russell'ın Frege'ye olan övgüsündeki cömertliğe karşın, yaşamı boyunca üne kavuşmamış ve --Tractatus ve Felsefî Soruşturmalar'da fikirleri Frege'nin mantık ve dil alanındaki kavramları etrafında dönen—Ludwig Wittgenstein üzerindeki etkisi olmasa, bir filozof olarak değerinin hiçbir zaman anlaşılmayabileceği düşünülmüştür.
Frege üzerindeki önemli otoriteler arasında Michael Dummett, Günther Patzig, Hans Sluga, Terence Parsons ve Vincent Riolo sayılabilir.
Frege bu makalelerden son üçünü "Mantıksal Araştırmalar" adıyla yayınlamak amacındaydı. 1975'te, ölümünden sonra en azından İngilizce tercümeleri "Logical Investigations" adıyla yayınlanmıştır.
İbrahim Çallı
İbrahim Çallı (13 Temmuz 1882, Çal - 22 Mayıs 1960, İstanbul), Türk ressam.
Rüştiyeyi doğum yeri olan Çal'da, Mülki İdadisini ise İzmir'de bitirdikten sonra, ailesi tarafından askeri okula girmek üzere İstanbul'a gönderildi. Ancak; o, çocukluğunun tutkusu olan resim çalışmalarına yönelerek, o dönemde konaklamak için kaldığı handa konaklayan ve resim dersi alan Vefa İdadisi öğrencilerinin arasına katılarak resim dersleri almaya başladı. Parasını çaldırıp maddi sıkıntı içine girince arzuhalcilik ve daha sonra adliyede kâtiplik gibi farklı işlerde çalıştı. Ermeni asıllı bir ressamla tanıştı ve ondan resim dersleri aldı. Ressam Roben Efendi’den de resim dersleri alan Çallı, Şeker Ahmet Paşa’nın oğlu İzzet Bey’le tanıştı. İzzet Bey’in aracılığı ile Şeker Ahmet Paşa'nın önerisi üzerine 1906 yılında şimdiki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan dönemin Sanayi-i Nefise Mektebi'ne girdi. Altı yıllık okulu üç yılda bitirdi.
İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan değişikliklerle birlikte, toplumun tüm kesimlerinde hemen hemen her alanda siyasal, sanatsal ve düşünsel yönden haklar verilince; Ressam Ruhi’nin önerisiyle çoğunluğu Sanayi-i Nefise Mektebi mezunu Sami Yetik, Şevket Dağ, Hikmet Onat, Agah Bey, Mehmet Ruhi Arel, Ahmet Ziya Akbulut, Halil Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Nazmi Ziya Güran, Hüseyin Avni Lifij, Feyhaman Duran, Mehmet Ali Laga ve Müfide Kadri gibi genç ressamlardan oluşan ve Türk ressamlarının ilk örgütü olan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin üyesi oldu.
1910 yılında Maarif Vekaleti’nin açmış olduğu burs sınavını birinci olarak "Çıplak Adam" ve "Harekat Ordusunun Muhafız Alayı'ndan Maksut Çavuş" adlı çalışmalarıyla kazandı ve Fransa’ya gönderildi. 1910 ile 1914 yılları arası Paris’te Fernand Cormon’un atölyesinde öğrenimini sürdürdü.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yurda döndü. Vallaury’nin yardımcısı olarak Sanayi-i Nefise Mektebi’ne atanan sanatçı, müttefik ülkelere Türk toplumunun değişen yüzünü sanat yoluyla aktarmak amacıyla gerçekleştirilen “Şişli Atölyesi” etkinlikleri kapsamında ürettiği çalışmarının Viyana ve İstanbul sergilerinin 1917 yılında altı eseriyle katıldığı İstanbul sergisinde “Sanayi-i Nefise Madalyası” kazandı.
1914 Kuşağı onun adıyla “Çallı kuşağı” olarak anıldı.
Çallı'nın, iyi sanatçı olmanın yanı sıra iyi bir öğretmen olduğunu da yetiştirdiği öğrencilerden anlamak olasıdır. Şeref Akdik, Refik Epikman, Saim Özeren, Elif Naci, Mahmut Cuda, Muhittin Sebati, Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi ve Bedri Rahmi Eyüpoğlu yetiştirdiği öğrenciler arasında gösterilebilir.
1947 yılında, 65 yaşında akademiden emekliliğe sevk edilen Çallı, üzüntüsünü her vesilede ifade etmişti. Aynı yıl Her Hafta dergisinde yayımlanan röportajda "En verimli zamanımda çocuklarımdan ayrılmış olduğum için sahi müteessirim" diyordu. Heykeltıraş İhsan Bey emekliliğe sevk edildiğinde akademi heyeti ve müdürüyle birlikte harekete geçip görev süresini üç yıl uzattıklarını hatırlattıktan sonra, öğrencilerinin böyle bir fırsat için kendisine destek vermemesinden yakınıyordu. Aynı röportajda, Çallı'nın emekliye sevk edilmesinde akademinin resim bölümü başkanı Leopold Levy'ye yönelttiği eleştirilerin etkili olduğu iddialarına da yer verilmişti.
22 Mayıs 1960 yılında mide kanaması sonucu İstanbul’da yaşamını yitiren Çallı'yla "Son Buluşma"yı Hasan Âli Yücel, ölümünden sekiz gün sonra, 30 Mayıs 1960'ta kaleme aldığı "Dostum Çallı" yazısında, şöyle anlatıyor:
""Onu son defa Taksim civarında görmüştüm. O şakacı Çallı, benimle uzun bir seyahate çıkacakmış gibi içli içli konuştu. Sesi, kederli bir inilti kadar ihtiyar ve bitkin, titriyordu. Ayrılırken öpüştük, aksi yönlere yürüdük. Garip iç dürtüsüyle arkama döndüm, ne göreyim, o da bana bakıyordu. Birbirimizi bir kere daha selamladık.""
Yaklaşık 1 yıl sonra Hasan Ali Yücel'de hayatını kaybetti.
Yeniden sergilemeye açılan Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi İbrahim Çallı Salonu’nda 1914 kuşağı sanatçılarının resimleri yer alıyor. İbrahim Çallı’nın "Zeybekler" tablosu'nun özel bir öyküsü bulunmaktadır. Aynı zamanda Osman Hamdi’nin asistanı da olan Çallı, Atatürk’ün isteği üzerine Etnoğrafya Müzesi’nde bir sergi açar. Bu sergide de yer alan “Zeybekler” tablosunu gören Atatürk, Çallı’ya döner ve “Biz Kurtuluş Savaşı’nda yemeye ekmek bulamıyorduk, senin resmindeki atlar nasıl semirmiş böyle?” diye sorar. Usta ressam malzemelerini alır ve tablosundaki atı bir deri bir kemik hale getirir.
İbrahim Çallı renk kullanımı konusundaki görüşlerini, görev yaptığı akademinin resim bölümü başkanlığını yürüten Leopold Levy ile girdiği tartışma sırasında şöyle ifade etmişti: "Talebeye yapılan telkin ve müdahalelerin neticesi, tabiat onlara ayni atmosfer ve ayni renkte gösteriliyor. Halbuki bizim memleketimiz, güneş, ziya ve renk memleketidir. Garbın koyu kurşuni semasıyla hiç alakası yoktur. Beşeriyet, resim sanatı üzerinde, renk vadisinde o kadar ısrar ile çalışmış, her büyük sanatkar palete bir iki yeni renk daha ilave etmiştir. Bizim mütehassısa (akademide bu unvanla görevlendirilen Levy'yi kastediyor) gelince, palette rengi asgariye indirmek taraftarıdır. Tabiatın öyle nüansları vardır ki, onlara mahsus renkleri kullanmak şarttır. Eğer Türk milleti Çallı'yı seviyorsa, güzel memleketini kendi renkleriyle ifade ettiği içindir."
Yrd. Doç. Dr. Özand Gönülal, İbrahim Çallı’nın resimlerini, genel olarak "manzara, natürmort, nü, ve portreler olmak üzere gruplandırmak mümkündür" diyor; ve devamla:
""Manzara" resimlerine baktığımızda panoramik doğa görüntülerinin yanı sıra şehir kesitlerini ve “balıkçılar” resminde olduğu gibi, doğa içinde günlük yaşam öykülerini bulmak mümkündür.""
""Adalardan" adlı resminde olduğu gibi panoramik anlayışa sahip olmasına karşın komposizyonu oluşturan biçimlerin daha belirgin vurgulanmasını sağlamıştır. Şehir kesitlerini yansıttığı resimlerinde, belgesel niteliğinde bir yaklaşım sergilenmiştir. “Bursa Türbeleri” adlı resim bu yaklaşımın önemli bir örneğini oluşturmaktadır.""
""Balıkçılar" adlı çalışmasında, resim yüzeyine tamamen hakim olan kayık ve içinde bulunduğu denizin ilişkisi, bir görüntü oluşturmaktan çıkmış, yaşamdan alınmış bir zaman diliminin dinamik karakterini belirgin bir şekilde yansıtmaktadır. Buna karşın kayıktaki figürlerin sahip olduğu biçim statik bir yapıyı yansıtmasına karşın, lekesel değerler sayesinde hareketin varlığını sergilemektedir. Fırça vuruş biçimi ve farklı renk lekeleriyle kayığın içinde bulunduğu denize çırpıntılı bir karakter katarak izleyicinin derinliklerinde bir heyecan oluşmasını sağlamıştır. Resim yüzeyinde kullandığı renk skalası içerisinde yer alan çarpıcı renkleri, kayığın üzerinde topluyor olması, dikkati insan varlığının gün içerisinde yaşadığı zorlu bir yaşam kesitine çekmeye çalıştığı izlenimi yaratmaktadır.""
""Natürmort", İbrahim Çallı’nın yaratı süreci içerisinde farklı bir yere sahiptir. Bu resimlerinde kullandığı ışık ve bununla belirginleşen lekesel değerler ile renk skalası yaşam derinliğine kökleri uzanan bir tutkunun varlığına işaret etmektedir. Bu eserlerinde ölü bir doğa resmetmesine karşılık, kompozisyon düzeni ve fırça vuruşlarıyla yaşama ilişkin bir dinamiği yakalamak mümkündür.""
""1Ay Çiçekleri" adlı resmi ile, Van gogh’un "Ay çiçekleri" arasında bir ilişki kurulmaya çalışılsa da İbrahim Çallı ruhsal bir çöküntünün değil, yaşam serüveninin dışa vurumunu gerçekleştirmiştir. Özellikle komposizyonun solunda yer alan ayçiçeğinin üzerine düşen gün ışığı ve gerilmiş taç yaprakları, ölümün suskunluğunu değil yaşamın heyecanını betimlemektedir."
"İbrahim Çallı’nın portreleri diğer resimlerine oranla biçim kaygısını daha fazla taşıdığı çalışmalarıdır. Ancak bu çalışmalar arasında da portresini yaptığı kişiye göre değişerek kullanılan resimsel dile ait ifadeyi görmek m |
ümkündür."
"Örneğin: Celal Bayar’ın portresinde kişisel kimliğin yansıtılmasının dışında, giyinişi ve genel duruşuyla devlet adamı ciddiyetini yansıtacak biçimsel kuralcılık uygulanmışken, Neyzen portresinde izlenimciliğe ilişkin lekesel değerler ve fırça vuruşları daha serbest gerçekleştirilmiştir."
"İbrahim Çallı’nın çıplak kadın resimlerinde, figür mekân ilişkisi ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar figür ön planda olsa da mekân içerisindeki diğer unsurlarda aynı etki ile izleyicinin karşısına çıkmaktadır. Bu resimlerde yer alan kadın figürlerinde zaman zaman duygusal boyutun yansımasını vücut biçimlerinde görmek mümkündür."
"Sonuç olarak 1914 kuşağı ressamları arasında bu gruba adını verecek kadar ön plana çıkan İbrahim Çallı, Türkiye Cumhuriyeti’nin resim alanında batı anlayışına yönelik bir sürece girmesinde önemli itici güçlerden birisi olmuştur. Çalışmalarının tümünde gözlemlenen izlenimci anlayış, Avrupa’nın resim uygulamalarında görülen izlenimcilik akımının kurallarını sıkı sıkıya uygulamaktan çok, kendine özgü bir karakter sergileşmiştir. Bu karakter Çallı’nın komposizyonu oluşturan unsurların seçiminde ve resimsel dili oluşturmasındaki tavrı ile ortaya çıkmaktadır."
Devlet Resim ve Heykel Sergileri’ne aralıklı, ancak; Galatasaray Sergileri’ne düzenli katılan Çallı’nın bazı eserleri şöyle sıralanabilir:
14 Aralık 2014 tarihinde İstanbul'da düzenlenen müzayede de Çallı'ya ait 1913 tarihli "Avluda oturanlar" eseri 2 milyon 460 bin liraya satılmıştır. Bu eser bu tarihe kadar satılan en yüksek tutarlı Çallı tablosu oldu.
Salsa (dans)
Salsa, Karayipler kökenli olduğu varsayılan, salsa adıyla belirtilen müzik türleri eşliğinde çiftler halinde veya grupça icra edilen, Latin Amerika’nın ve ABD’nin modern bir dansı. Önceleri yalnızca Latin Amerika halkları arasında yaygın olan bu müzik türü, Karayipler’den ABD’ye göçenler sayesinde ABD’de de yaygınlık kazanmış ve salsa dansı özellikle 1980'lerden sonra tüm dünyada tanınır ve uygulanır duruma gelmiştir. Günümüzdeki salsa dansı Afrika, Karayip ve Avrupa stillerinin, dans ve müzik unsurlarının bir karışımı olarak nitelenir.
Salsa’nın kökenlerinin çeşitliliği ve çeşitli stillerden oluşan bir karışım olması adının anlamını da açıklamaktadır. "Salsa" sözcüğü aslında İspanyolca konuşan Latin Amerika ülkelerinde çeşitli baharatların karıştırılmasıyla hazırlanan “sos” anlamına gelir. Söz konusu müzik ve dansa da çok farklı kültürel öğelerin karışımını içermelerinden dolayı bu ad verilmiştir.
Bu karışımın tarihsel oluşumunda "son", "guaguancó", "rumba", "boogaloo", "pachanga", "guaracha", "plena" ve "bomba" tarzlarının etkileri olmuştur. Günümüzdeki salsanın dans adımları esas olarak Küba "son"undan gelmekteyse de, "mambo", "cha cha cha", "guaracha", "changüí", "palo monte", "rumba"," abakuá", "comparsa" gibi diğer Küba danslarından etkilenmiş bulunmaktadır.
1950’lerde "mambo"nun modernizasyonu salsanın oluşumunda önemli bir etken olmuştur. Salsanın kökeni Küba olarak kabul edilmekle birlikte, Küba’nın Kuzey Amerika’daki etkisi Fidel Castro ve Che Guevara’nın Küba’daki devriminden ve Küba’ya ABD ambargosunun uygulanmasından sonra azalmıştır.
Bir “serbest stil” dansı olan salsa, rutin hareketlere bağlı kalınmaksızın doğaçlama olarak yapılır. Salsa, "foxtrot" veya "samba" gibi dans pistini tümüyle kullanmayı gerektiren danslardan değildir. Salsa dansı, Latin dansları kapsamında ele alınır. Diğer Latin dansları içinde en tanınanları merengue, cha cha cha (ça ça), bachata, mambo, samba ve rumbadır. Tango da Latin Amerika kökenli bir dans olmakla birlikte Türkiye’de "Latin dansları" denildiğinde genellikle, bir salon dansı olan tango haricindeki Latin dansları kastedilir.
Afrika, Avrupa ve Amerika kültürlerinin alaşımı olarak tam anlamıyla 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Küba’da geliştiği sanılan salsanın kökeni esas olarak İngilizce ve Fransızca’da "contredanse" denilen 17. yüzyıl dansına dayanır. Salsadaki birçok dans figüründe çiftin pozisyonları salon danslarındaki pozisyonları andırır. Toplu olarak yapılan "contredanse" figürlerinin çoğu 4/4 şeklinde iki ölçülü ya da 8 zamanlı hareketler içermekteydi. "Square dance"’ta olduğu gibi bu dansta da salondaki çiftlere yapacakları figürleri bildiren bir çığırtkan ("caller", "voceador") bulunurdu. Bu çığırtkan herhangi bir parça sırasında çekilip çiftleri müzikle baş başa da bırakabiliyordu.
19. yüzyıl sonlarında bu dans, çiftlerin icra ettiği "danzón" dansında bireyselleşmiş bir hal aldı. Danzon dansını yerlilerin yaşadığı Karayip topraklarına Fransız ve İspanyol koloni şövalyeleri taşıdılar. Bu olayda Fransız ve İspanyol geleneklerinin korunduğu La Española Adası özel bir rol oynamıştır. La Española 18. yüzyıldan itibaren siyasi ve idari bakımdan ikiye bölünmüş; batı kısmı Saint Domingue Francés (şimdiki Haiti) ve doğu kısmı Santo Domingo Español (şimdiki Dominik Cumhuriyeti) adını almıştı. 1791’de Fransız kolonisindeki isyan sırasında toprak sahipleri (Fransızlar) köleleriyle komşu adanın (Küba) Oriente eyaletine kaçtılar ve böylece gelenek, müzik ve danslarını da Küba’ya taşıdılar.
Küba’nın bu kısmında "marimba", Afrika dans geleneği ve İspanyol çiftçilerin gitara dayalı müziği karışıp kaynaştı. Özellikle bayram gibi zamanlarda icra edilen müzik, burada, farklı grupların katıldığı toplu bir deneyim olarak yorumlanmaktaydı.
Bazı vurmalı çalgılarda ritmin değiştirilmeden tekrar edilmesine karşılık, diğer çalgılarda ritimler çok karmaşık bir yapıyı oluşturacak şekilde değiştiriliyordu. Genellikle, değişmeyen temel ritim, anahtar görevini gören büyük bir vurmalı çalgı (Almanca adıyla "Vortrommler") ile sağlanıyor, diğer çalgılar bu ritim eksen alınarak çalınıyordu. Parçaların çokritimli olmasına karşın tüm vurmalı çalgılar eşzamanlı (senkronize) olarak çalınıyordu. Dinleyiciler pasif kalmıyor, müziğe bazıları ayakkabılarıyla veya el çırpmalarla sesler çıkarak, bazıları da omuz, kafa, kalça ve diz hareketleri yaparak katılıyorlardı. Bu tür dans unsurları ve vurmalı çalgılar günümüzde salon danslarına girmiş bulunmaktadır.
Fakat bu dans vaktiyle Küba’nın elit tabakası ya da sosyetesi tarafından aşağılanmaktaydı. Danstaki pek çok Afrika kökenli hareket “aşağı sınıfın dans biçimi” olarak hakir görülmüştü. Bu ayrım Küba’da 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan "son" müzik ve dansında da görülür: "Urbano" (“kentli, kibar, uygar”) türünde erkek sık sık durur ve kadın erkeğin çevresinde dolanır, "montuno" (“dağlı”) türünde ise vücut hareketleri ya da "vücut dili" ağırlık kazanır. "Danzon" dansı ifade hareketleriyle varlığını günümüze kadar sürdürebilmiştir.
Sonuç olarak salsa müziği Küba’nın "son" müziğinden ibaret olmayıp, değişik ülkelerin çeşitli müziklerine verilen ortak bir lakaptır. Salsanın oluşumunda, "country" müziği, "rumba" ve Latin, Afrika ve Karayip kökenli birçok dansın harmanlanması ve bu karışıma Küba'nın simgesel müzik ve dansı "son"un eklenmesi sözkonusudur. Bu karışım küçük değişikliklerle zamanla başka ülkelerde (Dominik Cumhuriyeti, Kolombiya, Porto Riko vs.) de kendini göstermiş ve bu ülkelerdeki orkestraların Meksiko ve New York'ta çalmaya başlamasıyla salsa, ticari bir içerik kazanarak ABD’de de tanınmaya başlamış, özellikle New York ve Miami sokaklarında yaygınlık kazanmıştır.
Günümüzde dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde popüler olan, salsa müziğinin eşliğinde yapılan bu dans, Küba ve Miami'de genellikle ""casino"" adıyla belirtilmekteyse de, tüm dünyada salsa adıyla bilinmektedir.
Salsada erkek ve kadının yakın teması kaçınılamaz bir koşul değildir, Karayip danslarının birçoğunda erkek ve kadın birbirleri etrafında temas olmaksızın dönerler. Latin Amerika’nın adalar (Karayipler) haricindeki kısmında (kıtada) hemen hemen “açık” (yakın temas olmaksızın) dans edilir, bu yüzden de erkek kadını genellikle yalnızca bir elini kullanarak yönetir.
Bu dans müziğinin New York’ta 1940’lı yıllarda ortaya çıkışında Kübalı göçmen Machito’nun (Frank Grillo) ve daha sonra 1960’lı yıllardaki gelişmesinde bir başka Kübalı göçmen Celia Cruz’un önemli katkıları olmuştur. Salsa müziğinin gelişimindeki Porto Riko katkıları konusunda ise Tito Rodríguez, Tito Puente ve Eddie Palmieri’nin isimleri sayılabilir.
1952’de kısmi özerkliğini kazanmasından itibaren Porto Riko’dan ABD’nin doğu kıyılarına, özellikle Manhattan’ın (New York) Spanish Harlem ("El Barrio") mahallesine büyük göçler yapılmıştır. Bu göçlerle Porto Riko’lu müzisyenler 1950’li yıllarda New York’a yeni bir müzik ve dans tanıtmışlar ve New York’ta büyük ölçüde Küba kökenli Latin ritimlerinin yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Daha sonra 1959’daki Küba Devrimi’yle birlikte ABD’ye Kübalı mültecilerin de gelmesiyle bu yaygınlaşma pekişmiştir. Buna karşılık, Küba’ya uygulanan ambargo yüzünden Küba kültürel bakımdan Karayipler’deki merkezî rolünü büyük ölçüde yitirmiş ve bu rolü New York’a kaptırmıştır. New York'ta Küba kökenli müzik Karayipler’in her yerinden gelen müzisyenlerce icra edilmiştir. Böylece New York sırasıyla şu tarzlara sahne olmuştur:
1970’li yıllarda Latin müzik ve danslarının rağbet görmesiyle birlikte salsa terimi iyice benimsenmeye başladı. Salsa adının bir terim olarak ortaya çıkışındaki tarihsel sürecin önemli olayları şunlardır:
Tıpkı tek bir dilin lehçeleri gibi, salsanın da dünyanın farklı bölgelerinde farklı olarak uygulanan stilleri vardır. Her stil, salsa müziğini farklı olarak yorumlar ve ayrıca her bir stildeki salsa ustalarının kendilerince geliştirdikleri bireysel stiller bulunur. Birçok salsa stili bulunmakla birlikte başlıca üç salsa stili mevcuttur: Bunlar Küba stili, Porto Riko stili ve Kolombiya(kumbiya stilidir ):
Bununla birlikte stiller ve hatta ekoller arasında ciddi anlamda, çok keskin farklılıklar yoktur; örneğin bir stili öğrenmiş bir salcacı öteki stilin okullarında yetişmiş bir salsacıyla rahatça dans edebilir. Tüm stillerde temel adımlar ve "cross-body lead" denilen temel hareket aynıdır.
New York stili Porto Riko ve Küba danslarının sentezinden oluştuğu için her iki ülkenin tüm dans öğelerini, ö |
zellikle Havana’nın "urbano" türünü yansıtır. Temel adımı “mambo adımı”dır. Başlangıç adımı olarak müzikteki bir barın ikinci vuruşu kullanılır (1-ON-2, müzikteki ilk vuruş adımsız geçirilir). Dönüşlere ve "shine'lara " ağırlık verilir.
Adım tekniklerinin kullanıldığı bu dans düz çizgiler doğrultusunda gelişir, yani hareketler düz bir dans çizgisi esas alınarak uygulanır. Kadının kendi etrafında sıkça dönüşünün sözkonusu olduğu ve daha çok gösteriye yönelik bir stildir. Özellikle, "shine " adı verilen karmaşık ayak figürleri gibi, bacak oyunları içerir. Mambo'dan türemiştir.
Kendisini “mambo’nun kralı” olarak adlandıran Porto Riko kökenli dans öğretmeni ve koreograf olan Eddie Tours 1987’de yeni bir stil ortaya koydu; bu, New York stilinin bir varyantı idi. Salsa ile mambo arasındaki adım benzerliklerine dikkat çeken Eddie Tours’a göre salsa esas olarak mambodan türemişti. Ortaya koyduğu, "mambo stili" olarak adlandırılan yeni stil 1990’lı yıllarda bir hayli ilgi uyandırdı. Eddie Tours ise yeni bir ritim getirdiği kendi stilini “salsanın gece kulübü stili” ("estilo salsa night club") olarak adlandırmıştı. Bu dönemde dünyanın çeşitli ülkelerindeki birçok dans öğretmeni Eddie Tours’un izinden giderek “gece kulübü stili”ni öğrettiler. Bu “gece kulübü stili”ne yakın bir stil de mambodaki temel adımları kullanan palladium stilidir. Palladium stilini günümüzde öğreten okullardan biri New York’un "Razz'm'tazz Dance Company" okuludur.
Porto Riko ya da kısa adıyla "porto" stili, Porto Riko’da değil, ABD’de ortaya çıkmış bir stil olup, temel adımları ve dans figürleri bakımından New York stiline benzer; fakat bu stilde daha “açık” olarak (pek fazla yakın temas olmadan) dans edilir. Zaten dans literatüründe New York stili kimi zaman Porto Riko stilinin bir alt stili olarak ele alınır. Porto Riko stilindeki dans figürlerinin gerçekleştirilebilmesi için daha fazla boş alana gerek duyulur.
Los Angeles stili 1995 ve 2000 yılları arasında eğlence gecelerinde ortaya çıkmıştır, kısaltılmış adı L.A.’dır. Temel adımı paralel sistem “mambo adımı”dır. Başlangıç adımı müzikteki bir barın birinci vuruşunda atılır (1-ON-1). Kadının çizgisel olarak yer değiştirdiği "cross-body lead" hareketlerine, "shine" adı verilen karmaşık ayak figürlerine ağırlık verilir. Akrobatik nitelikleri olup, koreografik öğeleri ve gösteri figürleri New York stilindekilerden daha fazladır. Bu özelliği bu stilin sinema, dans yarışmaları ve turnuva alanında daha popüler olmasını ve salsa festivalleri ve amatör sahnecilik gibi bazı alanlarda diğer stillere kıyasla ön planda tutulmasını sağlamıştır. Avrupa’daki salsa okullarının çoğu bu stile dayanır. Bu dans stilinin önemli temsilcilerinden (dansçılar) bazıları Al Espinoza, Alex da Silva, Josie Neglia ve Melissa Fernandez’dir.
Küba’nın yanı sıra Miami’de (Miami stili) de yaygın olan ve Havana’nın ünlü gece kulübü Tropicana’nın koreografi uygulamalarında belirgin örnekleri görülen Küba stili 1950’li yılların "casino" dansından çıkmıştır. Kökeni Küba’nın "son" adlı müzik ve dansına dayanır. Öteki stillerin aksine, bu stilde erkeğin, erkek hareketlerinin baskınlığı görülür. Temel adım olarak daha ziyade "guapea" (ters mambo) adımı kullanılır. Kübalılar hafifçe öne eğilerek ve dizleri öne doğru bükerek dans ederler.
Afrika özelliği ağır basan, Afrika etkisinin kolayca gözlemlenebileceği bu stilde vücut hareketleri ön planda tutulur, jestler arttırılmıştır. Sıkışık yerlerde de yapılabilecek (geniş boş alana ihtiyaç göstermeyen) bir stildir, bacak oyunları içermez, diğer stillere kıyasla hem partnerler birbirlerine çok daha yakın pozisyonlarda olurlar, hem de adımlar daha küçük atılır. Hareketlerde Los Angeles ve New York stillerindeki çizgisel hatlar yerine dairesel hatlarda uygulanır, yani çift esas olarak art arda daireler çizerek yer değiştirir. Bu stil her şeyden önce halkın yaptığı bir “sokak dansı”dır.
Genellikle, 1 numaralı zaman biriminde duraklamanın olduğu geleneksel Küba "son"unun aksine, 1 numaralı adımla başlanır. Fakat Küba'da adımlar 1-ON-1 ve 1-ON-2 olarak ayrılmaz, bunun yerine "a tiempo" (tempoya uygun) ve "contra tiempo" (tempoya uymaksızın) terimleri kullanılır; yani ya "clave ritmi" ne uygun olarak ya da melodiye uygun olarak dans edilir. Clave ritmine uyulmadığında, ölçünün 2. ve 4. vuruşlarının belirgin olduğu "tumbao ritmi" esas alınır. "Tumbao ritmi" bass, conga gibi çalgılarla belirlenir ya da kendini belli eder.
Küba’da salsa sözcüğü pek kullanılmaz ve kullanıldığında da genellikle salsa dansını değil, salsa müziğinden söz etmek üzere (turistlere yönelik yapılan" casino" dansından söz ederken) kullanılır. "Casino" ya da "son", Los Van Van ve Juan Formell’in grubuyla modernleştirilmiş ve önceleri "songo" adıyla, daha sonra, 1980’lerde "timba" adıyla belirtilmiştir.
Küba salsası özellikle Albita ve Willy Chirino ile temsil edilmiştir. Salsa terimi dünyada çok yaygınlaştığından ve popüler olduğundan, konuya aşina olmayanlar, Los Van Van ve diğerleri tarafından uygulanan "timba"yı belirtmek üzere “Küba salsası” terimini kullanmışlardır.
Ayrıca birçok çiftin birlikte dans ettiği "rueda de casino" ile bir erkeğin birçok bayanı dans ettirdiği "casino suelta" Küba stili kateogorisindeki türler ya da alt stiller olarak ele alınır.
Kimileri Miami stilini Küba stili kategorisi içinde bir alt stil olarak ele alır. 1980'li yılların başında Kübalı göçmenlerin Güney Florida sahillerine taşıdığı Küba stilinden çıkmış bir stildir. Kısaca Küba stilinin modernleştirilmiş bir versiyonudur. Vücudun üst kısmının kullanımı ve karmaşık kol hareketleri ön plandadır. Bazı kombinasyonları çok uzundur. Küba ve Miami stillerinde "tap " kullanımı görülür.
Rueda de casino stili, bir yöneticinin yapılacak hareketleri bildirdiği ve çiftlerin bir veya birkaç halka oluşturacak şekilde bir araya geldikleri, toplu olarak uygulanan bir salsa dans tarzıdır. "Rueda" sözcüğü “tekerlek” anlamına gelir. 1950'li ve 1960'lı yıllarda Küba'da ortaya çıkmıştır. Özellikle 1960'lı yıllarda Guaracheros de Regla isimli grup ve grubun koreografı tarafından Havana'da ortaya çıkarılmıştır. Bir sokak dansı olan "rueda" çok popüler olmuş ve sonradan gazinolarda da icra edilmeye başlanmıştır. Küba ve New York stillerinden farklıdır.
"Rueda de Casino"da çiftler bir halka şeklinde dizilir ve "cantantes" adı verilen, bir yönetici tarafından verilen komutlara uyarlar. Yönetici “"cantantes"” adlı komutları yüksek sesle ve gerekirse, müziğin sesi komutların duyulamayacağı kadar baskın olduğunda, el hareketlerinden oluşan mimiklerle de ifade eder; sembolik el hareketlerinden oluşan bu sözsüz iletişim, gürültülü bir müzikte yönetici ile diğer dansçılar arasında iletişimin tek yoludur. Hareketlerin isimleri İspanyolca'dır, bazen İngilizce de kullanılır. "Rueda de Casino"da tüm dansçılar herhangi bir düzensizlik yaratmayacak şekilde uyumlu (eş zamanlı) olarak sık sık partner değiştirirler.
Özellikle Küba'da ve ABD'de meşhur olan rueda dansı diğer birçok ülkede de yapılır. "Rueda de Casino" temellerini Küba stilinden almışsa da figür veya kombinasyon denilen hareketlerin birçoğu Miami’de yaratılmıştır. Rueda'daki bu figürlerin bazıları iki kişilik danslarda uygulanabilmekle birlikte, yani diğer salsa stillerinde uygulanabilmekle birlikte, bazıları partnerin değiştirilmesine dayalı olduğundan, ancak "rueda"ya özgüdür ve diğer stillerde kullanılamaz. Günümüzde "rueda de casino"nun iki ana tipi bulunmaktadır. Bunlar "rueda de Cuba" ve "rueda de Miami" olarak bilinir. "Rueda de Cuba" orijinal stildir, "rueda de Miami" ise Küba "rueda"sının Los Angeles stiliyle harmanlanmasından oluşmuş, kuralcı bir stildir.
Dans halkasına katılımcı çiftlerin sayısı bakımından bir sınır yoktur, 10, 20 ya da daha fazla çiftten oluşabilir. Dans sırasında çiftler iç içe birkaç halka oluşturabilecek şekilde de dans edebilirler. Bugüne dek en fazla kişinin katıldığı rueda dansı 17 Ağustos 2007 'de Santiago'da (Cali/Kolombiya) gerçekleştirilmiş olup, bu olay Guinness Rekorlar Kitabı'na geçmiştir.
Kolombiya stili Latin Amerika’da en yaygın olan stildir. Ayaklar tvist gibi daha karmaşık hareketleri uygular. Partnerlerin dairesel hareketlerinin sözkonusu olduğu bu stilde daha çok “açık” dans edilir ve erkek kadını bir eliyle yönetir. Figürlerden ziyade estetik ön planda tutulur. Kolombiya’nın Cali kenti salsanın başkenti olarak isim yapmıştır.
Cali kentinden çıkan "caleña" adlı salsa Küba ve New York salsasına kıyasla farklılıklar gösterir, örneğin ritimden çok melodiye dayalı bir zamanlama söz konusudur. Dünyada Beatles rüzgarının estiği dönemde salsa Latin Amerika’da fakir halkın sesi olarak kabul ediliyordu. Dünya Salsa Federasyonu’nun (World Salsa Federation) Miami’de düzenlediği 2003 salsa şampiyonasından itibaren Kolombiya stili özel bir kategori olarak kabul edilmektedir.
Salsa toplu olarak ("rueda") veya partnersiz olarak da yapılabilen bir dans olmakla birlikte genellikle erkek ve kadından oluşan çiftlerce yapılır. Bu dansta erkek rehberdir, kadını el hareketleriyle yönlendirir ve yönetir.
Salsa öğrencilerine kombinasyon da denilen figürler öğretilmeden önce özellikle temel adımları iyi atabilmeleri öğretilir. Salsada ayaklarla karmaşık hareketler yapılsa da belden yukarısı mümkün olduğunca oynatılmaz ve adımların müziğin ritmine uygun olarak atılması gerekir. Bu yüzden öğrencilere öncelikle müziğin ritmini yakalaması öğretilir. Salsada 8 eş zaman birimi ölçüsüyle dans edilir (hareketlerde genellikle 4 vuruşta 3 adım kullanılır.) Bu zaman birimlerinden ikisinde dansçılar duraklar, yani hiçbir hareket yapmazlar. Bu yüzden salsa öğretiminde 4 ve 8 sayılmaz (1,2,3,stop,5,6,7,stop). Temel adımlardaki diğer altı zaman biriminde ise öne ve arkaya doğru birer adım atılması söz konusudur. Sol ayağın öne adım atmasını 1 numaralı adım kabul eden salsa stillerinde "mambo adımı" denilen temel adımlarda yapılan hareketler şu sırayı izler:
Bu temel adımlarda, kısaca, iki adım atılması söz konusudur; adımlar yalnızca 1 ve 5 numaralı zaman birimlerinde olur, sol ayak hep öne, |
sağ ayak hep geriye atılır. İki adımdan oluşan bu "temel adımlar" dans literatüründe tekil olarak ifade edilir (yani "temel adım" denir). İleri ve geri dikine (çapraz olmayan) adım atmanın söz konusu olduğu bu temel adımlar “mambo adımı” olarak da adlandırılır. Fakat bu temel adımların ana ilkelerden ayrılmaksızın (örneğin 8 zamanlı ölçüden ve iki duraklamadan ayrılmaksızın) uygulanan şu varyantları mevcuttur:
Ritmi kaybetmemek için duraklama zamanlarında ayakla yere yapılan darbelere "tap" adı verilir. Daha ziyade Küba stiline ait olmakla birlikte diğer stillerdeki profesyonel salsacılarca da uygulanır. Duraklama anında dansa bir estetik de kazandıran tap darbeleri kurslarda öğrencilere, temel adımları iyice öğrenmelerinden sonra öğretilir.
Salsada partner olmaksızın ya da partnerle temas olmaksızın bireysel olarak yapılan adım kombinasyonlarına (ayak figürlerine) "shine" adı verilir. Bu adım kombinasyonlarına şık vücut ve el hareketleri de eşlik edebilir. Daha ziyade müzikteki conga vuruşlarının hızlandığı veya güçlü olarak duyulduğu zamanlarda uygulanır. Adalar (Karayipler) haricindeki Latin Amerika’da kimi zaman "brinco" denilen küçük sıçramalarla birlikte yapılır.
Çiftin birbirlerinden ayrılarak yaptıkları "shine"lar, kişinin kendisini bireysel olarak ifade etmesine ve becerilerini göstermesine olanak sağlar. Doğaçlama olarak yapılabildiği gibi, artistik ayak teknikleri koreografilerini de içerebilir. "Shine" ayrıca ısınma antrenmanı olarak da uygulanır. Shine’lar “aerobik salsa”nın temelini oluştururlar.
Günümüzde salsa denilen müzik caz ve rock müziği kadar geniş kapsamlı bir müzik türüdür; hatta müzik türünden ziyade müzik türlerinin karışımından oluşan bir müzik stili olarak da adlandırılabilir. "Son", "mambo", "guaracha" (Küba), "plena" ," bomba" (Porto Riko) gibi ritimlerden ve "charanga", "conjunto", "sexteto" ve diğer çeşitli müzik stillerinden doğmuştur. Fakat esas olarak "montuno" ile "mambo" karışımı üzerine kuruludur. İlk salsa şarkıları “"Donde estabas anoche"” (1925, Ignacio Pineiro) ve “"Echale salsita"”dır (1933, Ignacio Pineiro).
Salsanın gelişimine ABD, Porto Riko, Venezuela, Meksika, Kolombiya ve Dominik Cumhuriyeti gibi çeşitli ülkelerin katkıları olmuşsa da salsanın temeli Küba’ya dayanır.
Teknik bakımdansa, salsa terimi "clave" adı verilen ritmik doku etrafında gruplanan tüm müzikleri kapsayan genel bir terimdir. Bu ritmik doku salsanın ritminin diğer ritimlerden ayırt edilmesini sağlar.
Küba müziği Afrika ve Avrupa’nın melodilerinin, ritimlerinin ve çalgılarının bir karışımına dayanır. Afrika unsurları Küba’ya ve Karayipler’e vaktiyle Afrika’dan getirilmiş köleler yoluyla taşınmıştır. Bu unsurların başında vurmalı çalgılar gelir. Salsanın ritmi doğrudan Küba’nın halk müziğine bağlıdır.
Salsa müziği genellikle karmaşık perküsyon ritimleriyle doludur. Salsa dansına uyarlanan en yavaş müzik parçaları dakikada 70 vuruş, en hızlı müzik parçaları ise dakikada yaklaşık 140 vuruş içermekle birlikte, genellikle dakikada 80 ile 120 vuruş içeren müzik parçalarıyla dans edilir.
Tanınmış salsa şarkıcıları arasında Celia Cruz, Oscar d'Leon, Hector Lavoe, Ray Barretto, Eddie Palmieri, Willie Colon, Marc Anthony, Victor Manuel, Grupo Gale, Grupo Niche ile Dark Latin Groove'un isimleri sayılabilir.
Salsa müziğinde kullanılan çalgılar yüzyıllar boyunca meydana gelmiş çeşitli yenilenme ve gelişimlerin sonucunda ortaya çıkmış çalgılardır. Yerli kültürlerin Avrupalı sömürgecilerce potansiyel bakımdan yok edilmesi yüzünden bu çalgıların müziğe katkıları ve tarihsel süreçleri hakkında pek fazla kanıt kalmamıştır. Bununla birlikte bazı terim ve çalgılar bu yıkıma rağmen ayakta kalmayı başarabilmişlerdir.
Salsa müziğinin tipik oluşumu, ses, çalgı ve ritim bakımından şöyle kategorize edilebilir:
Vurmalı çalgılar:
Üflemeli ve vurmalı çalgılar belirli bir sayıda değildir. 1970’li yıllarda birçok grup (orkestra) bu parametreleri değiştirerek, başka çalgıları ve yorumlama tarzlarını da katarak çeşitli "son" parçaları yaratmışlardır.
Küba müziğinin, salsanın ve Brezilya müziği gibi diğer Latin Amerika müziklerinin en ayırt edici özelliği "clave" adı verilen ikili “ritmik hücre” kavramıdır. Bu, üç nota ("tresillo") içeren bir “kuvvetli” ölçü ile iki nota içeren bir “zayıf” ölçüden oluşur. Bu ritim, aynı adla belirtilen vurmalı çalgıyla (clave) sağlanır; ritim, silindir biçimli iki tahtanın birbirine belirli zaman aralıklarında çarptırılmasıyla sağlanan sesle tutturulur.
Orkestradaki her çalgı, ya clave çalgısının ritmiyle birlikte çalınır (genellikle conga’lar, timbal’ler, piyano, tres gitar, bongo) ya da clavenin ritminden bağımsız olarak çalınır (bass, maraca'lar, güiro, cowbell). Müziğin melodik unsurları ve dansçılar genellikle "clave ritmi"ni esas almakla birlikte herhangi bir anda bu ritmin dışına da çıkabilirler. Dansçılar "clave ritmi"ni doğrudan (adımlarla) uygulamakla birlikte, dolaylı olarak da (örneğin omuz hareketiyle) uygulayabilirler.
Salsa için tekbiçimli yapılar sağlayabilecek hiçbir resmî organ yoktur. Her örgüt, ulusal veya uluslararası kongreler, seminerler veya şampiyonalar düzenleyebilir. En tanınmış kurumlar ABD’de bulunmaktadır. Kısa adı WSF olan Dünya Salsa Federasyonu (World Salsa Federation) Ağustos 2001’de Miami’de kurulmuş olup, o zamandan beri dünya salsa yarışmaları düzenlemektedir. Ayrıca şu farklı kategorilerdeki salsa birincilerine dünya şampiyonu unvanı vermektedir:
İlk Dünya Salsa Şampiyonası (WSC) 2005’te Las Vegas’ta düzenlendi. Ayrıca kısa adı IDO olan Uluslararası Dans Organizasyonu (International Dance Organisation) düzenli olarak salsa turnuvaları düzenlemektedir.
Her yıl çeşitli ülkelerede salsa kongre ve festivalleri düzenlenmektedir. Bu kongre ve festivallere dünyanın tüm ülkelerinden salsa öğretmenleri davet edilmektedir. Bu tür toplantılarda usta öğretmenler bilgi ve becerilerini katılımcılara önce "atölye çalışması" şeklinde, daha sonra da "dans gecesi" şeklinde sunmaktadırlar. Bu tür toplantıların en tanınmış örneklerinden biri Albert Torres’in düzenlediği kongredir (West Coast Salsa Congress)
Tenisçiler listesi
Tenisçi veya tenis oyuncusu profesyonel anlamda tenis oynayan kimsedir. Bu, tanınmış tenisçilerden oluşan bir listedir. Tenis konusunda daha fazla bilgi için "tenis" maddesine bakabilirsiniz.
Niyazi Berkes
Niyazi Berkes (d. 21 Ekim 1908, Lefkoşa, Kıbrıs - ö. 18 Aralık 1988, Londra, Birleşik Krallık). Kıbrıslı Türk sosyolog ve bilim insanı.
Kıbrıs’ın Lefkoşa kentinde doğdu. Lefkoşa'da başladığı orta öğrenimini, İstanbul Erkek Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Erkek Lisesi'nden sonra 1931'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi (1931). Bir süre değişik işlerde çalıştı ve 1935'te İ.Ü. Edebiyat Fakütesi'nde sosyoloji asistanı oldu. Aynı yıl, Behice Boran'la birlikte ABD'de Chicago Üniversitesi'ne toplumbilim çalışmaları için gitti. 1939'da Türkiye'ye döndü, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde sosyoloji doçenti olarak göreve başladı. O dönemde "solculukla" ve "komünistlikle" suçlandı. 1948'de DTCF'nin tasfiyesi sırasında Pertev Naili Boratav ve Behice Boran'la birlikte Niyazi Berkes'i de görevinden uzaklaştırıldı. 1952'de Kanada McGill Üniversitesi'nde öğretim üyeliğine başladı ve aynı üniversitede Türkiye'nin tarihsel ve toplumsal evrimiyle ilgili sayısız çalışmalar yapan Berkes, 1975 yılında emekli oldu ve Birleşik Krallık'a yerleşti.
Özellikle Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu döneminden günümüze dek geçirdiği değişimler üzerine araştırmalar ve bunlara ek olarak da kuramsal toplumbilim çalışmaları yaptı. 1942’de yazdığı "Bazı Ankara Köyleri Üzerine Araştırma" adlı alan çalışması toplumbilim alanında Türkiye’de yayımlanan ilk monografilerden biridir.
Türkiye’de Çağdaşlaşma (1973) adlı çalışması ise toplumbilim alanında en önemli yapıtlarından biridir. Ayrıca "100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi" adlı 2 ciltlik çalışmasında toplumun ekonomik düzenini devlet-toplum ilişkileri açısından ele almıştır.
Yazarın diğer önemli eserleri arasında, "Siyasi Partiler" (1964), "Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler" (1965), "Arap Dünyasında İslamiyet, Milliyetçilik ve Sosyalizm" (1969), "Atatürk ve Devrimler" (1982), "Teokrasi ve Laiklik" (1984) yer alır. Öte yandan, İletişim Yayınları'ndan çıkan "Unutulan Yıllar" adlı kitabında da (yayına hazırlayan Ruşen Sezer) 1940'lı yılların siyasal ve entelektüel ortamını anlatmaktadır.
Ayrıca Ziya Gökalp'in denemelerinden yaptığı çevirileri bir kitapta "Turkish Nationalism and Civilization" toplayıp Birleşik Krallık'ta yayınlamıştır (1959).
Tımar (arazi)
Tımar, en genel kapsamında devlete sağlanan tanımlanmış bir hizmet karşılığında ücret olarak toprak tahsis edilmesidir. Farsça bir kökten gelir, bu dildeki anlamı acı, ızdırap, sadakat ve bakımdır. Pek çok tarihçi bir kurum olarak Ortaçağ İslam toplumlarında, ikta adı altında uygulandığı görüşündedir. Ancak Jak Yakar, Hitit İmparatorluğu toprak düzeninde hizmet karşılığı toprak tahsisinden bahsetmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda ise kamu arazisi ("mirî") dahilinde, vergi toplama yetkisininin ve asayişi sağlama görevinin sipahiye bırakılmış olan tarımsal topraklara verilen addır. Tımar sistemi Osmanlı'da ağırlıklı olarak, merkezden denetlenen büyük bir sipahi gücü besleyerek padişahın ordusuna asker sağlamak için geliştirilmiştir. En geniş anlamıyla belirli bir yere ait vergi gelirlerinin tümünün veya bir kısmının, dirlik (geçimlik) olarak havale yoluyla bir görevliye devredildiği ve bu devir karşılığında da bazı hizmetlerin ona yüklendiği; mali, idari, askeri amaçları olan bir sistemdir. Osmanlı'da tımar sistemine değinen en eski kayıtlar Orhan ve Osman beylerin (1299 - 1362) dönemine ilişkindir. Tımara: cizye, cerime, bad-ı hava, niyabet, resm-i arus gibi daha başka vergi kalemleri de dahildir. Tımara hak kazanan kişi ancak askeri sınıftan olabilir. Reayaya tımar vermek kesinlikle yasaktır. Tımar sistemi 1839'da Tanzimat Fermanı'yla kaldırılmıştır.
Tımar topraklarında yaşayan köylü |
ler ilke olarak bulundukları toprak parçasından ayrılamazlardı. Tımardan ayrılmak isteyen bir köylünün sipahiye tazminat ("çift bozan akçesi") ödemesi gerekirdi. Eğer köylü tımarı yasadışı biçimde terk edecek olursa, kaçmasından itibaren bazı kanunname düzenlemelerine göre on bazılarına göre on beş seneye kadar sipahi tarafından cebren toprağına geri döndürülebilirdi.
Sıradan bir tımarın yıllık tarımsal geliri 20.000 akçeden azdı. Bu tür tımarları "tasarruf" eden sipahiler harp durumunda Osmanlı kuvvetlerine bir atlı asker ile birlikte katılırlardı.
Has: Geliri 100.000 akçeden fazla olan dirliklerdir. Padişaha, hanedan üyelerine, veziriazama, beylerbeyine, sancak beyleri ve üst düzey devlet görevlilerine verilirdi. İki çeşittir. Havâss-ı hümayun, teoride padişaha gerçekte devlet hazinesine ait en kıymetli haslardan oluşan dirliklerdir. Havâss-ı vüzerâ (veya ümerâ) ise vezirlere veya devletin önde gelenlerine tahsis edilirdi.
Zeamet: Gelirleri 100.000 ile 20.000 akçe arasında olan dirliklerdir. Zeametler; defter kethüdası, miralay, çavuş, azep ağası, dizdar vb. derece olarak daha küçük devlet memurlarına tahsis edilir ve bunlara zaim ismi verilirdi.
Tımar: Senelik geliri 20.000 akçeden az olan dirliklerdir. Savaşlarda yararlılık gösteren kişilere Vezir, Beylerbeyi, Sancakbeyi, Dizdar, Cebecibaşı, Çakırcıbaşı vb. kişilerin bildirmesiyle tımar verilebilirdi. Ancak az da olsa tımara talip olan kişinin kendi isteğiyle tımar aldığı da görülmektedir.
Osmanlı Devleti'ne hizmeti olan bir bölüm asker ve memurlara verilir. Sipahi askerleri tımar beyine bağlı beyler aynı zamanda tahrir görevi de yaptıklarından yazıcı denirdi.
Timarların en yoğun olduğu coğrafya, Osmanlı İmparatorluğu'nun çekirdek eyâletlerini teşkil eden Tuna Nehri'nin güneyi olan Rumeli bölgesi, Bosna, Teselya, Mora, Trakya, Batı ve Orta Anadolu bölgeleri olmuştur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu sahalarında, Halep ve Şam eyaletlerinde tımarlar daha seyrek olup, Irak, Arabistan, Mısır ve Garp Ocaklarında ise çok istisnaîdir.
Tımarlar, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarımsal üretim düzeniyle süvariye dayalı sipahi askerî gücünü ve merkezî otoritenin taşradaki egemenliğini sentezlemeyi başarmış bir askerî-idarî-iktisadî birimdi. Tımarda üreticilik yapan reâyâ ve yöneticilik yapan sipahi, savaş zamanında kısa sürede bir atlı askere ve alt rütbeli bir subaya dönüşmekteydiler. Söz konusu birim, atlı süvarilerin Osmanlı ordusu açısından önemi devam ettiği nispette canlılığını sürdürmüştür. Tımar, ateşli silahların ve para ekonomisinin çok sınırlı olduğu çağlarda etkin bir idarî üniteydi. Tımar birlikleri ateşli silah kullanmazlar; ok, yay ve mızrakla savaşırlardı. Devlet tarım arazilerinden vergi toplamak zorunda kalmamış, vergi doğrudan asker yetiştirilmesi için kullanılmıştır. Devlet, üretimi kontrol altına almış ve üretimde devamlılığı sağlamıştır.
Avrupa'da ateşli silahların 16. yüzyıl boyunca yaygınlaşması Avusturya cephesinde atlı süvarilerin ve sipahilerin savaş gücünü azaltmıştı. Bu durum ateşli silahlarla eskiden beri donanmış olan Yeniçerilerin önemini arttırdı. Yeniçeriler maaşlarını doğrudan doğruya hazineden nakit para (ulûfe) biçiminde almaktaydılar. Yeniçerileri birlikleri sayısının büyümesi Osmanlı maliyesinde nakit para ihtiyacını artırdı. Nakit gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam yöntemiyle toplanmasıydı. Sözü geçen yöntemin 16. yüzyıl sonlarında başat hale gelmesiyle tımarların gerek askerî, gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir önemleri kalmamıştır. Tımarlar bundan sonra varlıklarını bir kalıntı kurum olarak 19. yüzyılın başlarına değin sürdürecektir. Tımar sistemi Tanzimat Fermanıyla 1839 yılında kaldırılmıştır.
Rumeli
Rumeli (Osmanlı Türkçesi: روم اىلى "Rum-İli", Bulgarca: Румелия, Yunanca: Ρούμελη, "Roúmeli"), Osmanlı İmparatorluğu döneminde 15. yüzyıldan itibaren Balkanlar’ın güneyine verilen addır. Aslı Rum İli olan coğrafik terim zamanla Rum Eli olarak dile otursa da 19. asra kadar evrakta Rum İli olarak yazımı devam etmiştir. Rumeli, sözündeki "Rum" kelimesi "Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan toprak, halklar" anlamıyla kelimenin yapısına katılmıştır.
Osmanlı Türkleri, Avrupa’ya ayak bastıktan sonra, burada fethettikleri yerlere Rumeli adını verdiler. Hâlbuki bu isim evvelce bugünkü Anadolu için kullanılmış, hatta Orta Çağ Avrupa kaynaklarında Romanie şeklinde tercüme edilmiş iken bu son şekil, Rumeli’nin Anadolu’ya mütenazır olarak kullanılması gibi, Balkan yarımadasına tatbik olunmuş ve garp kaynaklarında “Peninsule romaine” tarzında da kullanılmıştır. Yeni çağlardan itibaren, Avrupa harita ve kitaplarında bu yarımadaya “Turquie d'Europe” veya “Empire ottoman d'Europe” denildiği görülüyor ki, sonradan Türkçe neşriyatta, bu adlara muadil olmak üzere, “Avrupa-i Osmânî” ve “Rumeli-i Şâhâne” tabirleri kullanılmıştır.
11. ve 12. yüzyıllarda, Bizans egemenliği altındaki Anadolu toprakları Diyar-ı Rum (Roma ülkesi, Rum ülkesi), Anadolu’da egemen olan Selçuklulara da Rum Selçukluları (Anadolu Selçukluları) denmiştir.
Rum+el+i ( Rum ("Osm.Tr."). Rumeli yani “Romalıların ülkesi” ifadesi genel olarak Doğu Roma İmparatorluğu'nun sahip olduğu topraklar karşılığında kullanılmıştır.
Kuzey Bulgaristan, Batı Arnavutluk ve Mora yarımadası tarafındaki Güney Arnavutluk’u, veya diğer bir ifadeyle içerisinde İstanbul ve Selanik, Trakya ve Makedonya’nın dâhil olduğu bölgeleri ifade eder.
Rumeli eyaletinin kapsadığı alan günümüz Bulgaristan'ı, güney Sırbistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk, ve Teselya (orta Yunanistan) bölgelerini içermekteydi.
17. yüzyıldan başlayarak kurulan yeni eyaletler sonucunda Rumeli eyaletinin sahası giderek daralmış, ve 1864'e gelindiğinde sadece Arnavutluk ve batı Makedonya mıntıkalarından ibaret olmuştur. 1864'ten sonra yürürlüğe giren Vilâyât-ı Umumiye Nizamnâmesi ile birlikte Rumeli eyaleti ortadan kaldırılmıştır.
Rumeli ismi son olarak daha çok merkezi Arnavutluk'la çizilen ve Garbi (Batı) Makedonya'yı ve Manastır Vilayetini de içine alan bölgenin adıdır.
İdari yapıdaki değişikliklerle,1870 ve 1875 de Rumeli ismi de mülki taksimatla uyumlu hale getirilmiş ve temsili de durdurulmuştur
1878'de Berlin Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu ile özerk bölge hâline getirilmiştir, fakat 18 Kasım 1885 tarihinde savaşsız bir ihtilalden sonra Bulgaristan'la bütünleşti.
Bugün "Rumeli" ismi bazı zamanlar Türkiye'nin Avrupa kıtasındaki toprakları (Edirne, Kırklareli, Tekirdağ illerinin tamamı, İstanbul ve Çanakkale illerinin Avrupa Yakası ) için kullanılır.
Bazen Rumeli bölge adı ile Trakya adı denkleştirilir ama ikisinin sınırları farklıdır. “Rumeli” ve “Trakya”, aynı yer değildir, sadece kesiştikleri kısımlar vardır.
Rumeli'nin ilk beylerbeyi (mir-i miranı) Lala Şahin Paşa, özel öğretmen (tutor), mürşit, muallim, hadim, atabek, sadrazam I. Murad’ın lalasıdır. Filibe’de 1362den itibaren oturdu. 1382 Rumeli’nin başkenti Sofya’ya taşındı.
Takvîm-i Vekâyi
Takvim-i Vekayi (Osmanlıca ), Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde 1831'de yayımlanmaya başlanan ilk Osmanlı Türk resmî gazetesidir.
Haftalık olarak Osmanlı Türkçesi dışında Arapça, Ermenice, Farsça, Fransızca, Rumca baskıları da yayımlanan bir gazeteydi. Resmî ilânlar ve gayrı resmî duyurular dışında, iç ve dış gelişmelere ilişkin haberler de basılmaktaydı.
Takvîm-i Vekâyi, resmî bir gazete olması dolayısıyla makaleler esas olarak devletin görüşlerini yansıtıyordu. 1860'tan itibaren sadece resmî duyurular ve kabul edilen yasa metinleri yayınlanır oldu.
1828'de Mısır'da Vekâyi-i Mısriyye yayınlanmaya başlamıştı. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Türkçe ve Arapça olarak bastırılan bu yayın organı Mısır'ın Osmanlı Devleti'ne karşı etkin bir propaganda aracı olarak meydana çıkmıştı. Sultan II. Mahmut ve Bab-ı Âli, yürütmekte oldukları merkeziyetçi reformlar çerçevesinde devlet idaresinin sesini daha etkin olarak duyurabilmek amacıyla resmî bir gazetenin yayınlanmasını gerekli bulmaktaydılar. Bu amaçla daha önceden İzmir'de yerel Fransızca gazete yayınlamış olan Alexandre Blacque ile anlaşmak suretiyle resmî bir gazete çıkarma kararı alındı. 11 Kasım 1831'de Takvîm-i Vekâyi yayın hayatına başladı.
II. Abdülhamid devrinin büyük bir kısmında Takvîm-i Vekâyi yayınlanmadı. İlk yayın kesintisi 1878 yılında oldu ve bu, 1891'e kadar sürdü. 1891'de yeniden çıkmaya başlayan Takvîm-i Vekâyi'nin basımı, 1892'de yeniden durduruldu. 1908 Jön Türkler sonrasında yeniden yayın hayatına geçti. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Takvîm-i Vekâyi'nin görevini Resmî Gazete devraldı.
İlham Dilman
Profesör İlham Dilman 1930’da İstanbul’da doğdu. 1950’de Robert Kolej’den lisans derecesini aldıktan sonra felsefe okumak için Cambridge Üniversitesine gitti. 1953’te B.A. derecesini aldıktan sonra John Wisdom’un yönetiminde doktora çalışmasına başladı. 1959’de Cambridge’de ‘Psikanalize felsefi bir yaklaşım’ konulu teziyle doktora derecesini aldı. Daha sonra askerliğini yapmak için Türkiye’ye döndü. 1961’de aldığı bir yıllık bir üniversite öğretmenliği (tutorship) teklifi üzerine Swansea’ye gitti. Ertesi sene okutman (lecturer) olarak akademik kariyerine başlamış oldu.
Wales Üniversitesi, Swansea Üniversite Kolejinde felsefi eğilimlerine yakın bir ortam ve arkadaş olabileceği kişiler bulan Dilman burada geçirdiği altı yıldan sonra University of California Santa Barbara, University of Oregon at Eugene ve Hull University’de bulunarak hocalık yaptı. Daha sonra döndüğü Swansea’de akademik kariyerini sürdürdü. 1984 yılında kendisine kişisel bir kürsü tahsis edildi ve 1994’de araştırma profesörü seçildi. 1997’de emekli oldu.
Swansea felsefe bölümünde Dilman kendini felsefi eğilimleri 20. yüzyılın en önemli filozoflarından Ludwig Wittgenstein’a yakın olan felsefeciler arasında buldu. Bu bölüm, zaman içinde Anglosakson akademik çevrelerinde ‘Swansea Wittgenstein Okulu’ olarak anılacak bir akımın geliştiği yer oldu. John Wisdom’un etkisinde kalan ve daha sonra Swansea’de Rush Rhees |
ile tartışmalara giren Dilman zamanla Wittgenstein felsefesine yaklaşımını geliştirip derinleştirdi.
Pek çok kitabında, özellikle de Induction and Deduction : A Study in Wittgenstein / Tümevarım ve Tümdengelim : Wittgenstein üzerine bir inceleme (1973), Studies in Language and Reason / Dil ve akıl üstüne çalışmalar (1981), Language and Reality : Modern Perspectives on Wittgenstein / Dil ve gerçeklik : Wittgenstein üzerine modern görüşler (1998) ve son kitabı Wittgenstein’s Copernican Revolution / Wittgenstein’ın Kopernik devrimi (2002)’da Dilman dilin manalı olduğu özel yaşam biçimlerinden koparılarak kurulan soyut metafiziğin diline karşı çıkmaya uğraşmıştır.
İlham Dilman yirmi kitabı ve en saygın akademik dergilerde yayımlanmış sayısız makalesi ile ülkesinin ve yaşadığı ülke olan Büyük Britanya’nın dışında da çok iyi tanınan büyük bir düşünürdü. Bütün bunların dışında dürüstlüğü, yumuşaklığı ve hoşgörüsü ile de olağanüstü bir insandı. Tatlı ve yumuşak diliyle, İngiltere, Fransa ve Amerika’da sürdürdüğü hayatına rağmen kendisini doğup büyüdüğü Türkiye’ye bağlayan kimliği hiçbir zaman unutmamış gerçek bir İstanbul efendisiydi. Kendisine sağlayacağı kolaylıklara rağmen Türkiye dışında bir ülke vatandaşlığına geçmedi. Hayatının son yıllarında Türkiye’de hocalık yapma isteklerinin bir türlü gerçekleşememesi onu üzüyordu.
İlham Dilman son yıllarında yakalandığı kanser hastalığı ile üç yıl mücadele ettikten sonra Fenerbahçe’deki evinde 17 Ocak 2003’de vefat etti.
Radyestezi
Radyestezi (Işımduyu), insan bedenindeki titreşim alanlarının, canlı ya da cansız nesneler hakkında bilgi sağlamak için faydalanıldığı bir sözdebilim dalıdır yani gerçek bilimsel verilerle desteklenemez. Bu bilgi, hedef nesnenin enerji alanlarıya eşdeğer rezonansa girmesiyle sağlandığı söylenir. Bilginin deşifre edilebilmesi için özel cihazlar kullanılır.
Önceleri sadece su bulma, maden arama ve kayıp nesnelerin yerini belirleme gibi alanlarda kullanılırken, radyestezi günümüzde alternatif tıpta uygulama alanı bulmaya başlamıştır.
Işımduyu, canlı ve cansız üç haldeki bütün maddelerin ışımalarından, farklı dalga boylarında, sürekli çıkan ışımlara karşı duyarlılık södobilimidir.
Işımduyu ismi Fransızca'ya "Radiæsthesie - Radiesthesia – Radiesthésie - Radiästhesie" olarak 19. yüzyıl sonlarında girmiş, bu tarihten önce dinsel inanç çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Işımduyunun çalışma sahası, insanların çeşitli ihtiyaçları ve çevredir. Bazı çalışma sahası başlıklarını sıralarsak;
Beslenme
Işımduyu çalışmaları, özel çalışma ve araştırma merkezi olarak, yeryüzünde bir tek Uluslararası Işımduyu Çalışma ve Araştırma Merkezi kimliğinde faaliyetlerini sürdürmektedir. Herhangi bir akademik veya resmi kuruluşa bağlı değildir. Çalışma sonuçlarını Dünya üzerinde uygun görülen kurumlara aktarmaktadır.
Işımduyu, insanlığı, mevcut sağlık sisteminin tedavi yöntemleri ile; "ilaca bağımlı, uyuşturulmuş yaşam veya yaşam kalitesini yükseltmeye çalışmaktan" öteye gitmeyen çözümsüzlüklerine karşı uyarmaktadır.
Abdal
Abdal, Türk tasavvufunun daha radikal formlarında karşılaşılan en üst mânevî mertebenin bir adıdır.
Sünnî İslam dışında kalan birçok Türkmen dinsel topluluğunda rastlanmakta, "Derviş" veya "Baba" da denmekteydi.
Bir "abdal" Allah'tan başka dünyadaki her şeyden vazgeçmiş kişidir. Abdallık mertebesine ermiş kişi hakikatın mutlak ve doğrudan bilgisine erişebilmektedir. Toplumsal bir şahsiyet olarak abdal zayıf, ezilmiş ve baskı altında olanlara yardım elini uzatan, toplum içinde ahlaksızlıklara karşı mücadele veren bir otoritedir. Daha ziyade göçebe Türkmenler arasında yaygın olan abdallar Selçuklu veya Osmanlı yerleşik devlet otoritesi karşısında çevre halkının hoşnutsuzluklarını dile getirmişler ve çeşitli isyan hareketlerinin başlatıcısı olmuşlardır.
Türkiye'de en çok İç Anadolu bölgesinde bulunurlar. Kırşehir, Keskin, Balâ yörelerinde abdallar hayatlarını müziğe adamış şekilde yaşamaktadırlar. Balâ ve Keskin yöresinin kültürel havzası aynıdır. Balâ ve Keskin'de genelde halaylar çekilir. Kırşehirli abdalların misyonu farklıdır. Kırşehir'in oyun havaları meşhurdur. Balâ ve Keskin'li abdallar Hacı Taşan'ı ""Toplumun en mümtaz şahsiyeti"" olarak kabul ederler. Kırşehirli abdallar ise Neşet Ertaş'ı ""Toplumun örnek alınmaya lâyık en gözde kişisi"" olarak kabul ederler. Bu iki yörenin de çalgıları farklılık göstermektedir. Geçim kaynakları kendilerine özgü enstrümanları çalıp, söyleyip para kazanmaktır. Müziğe yetenekleriyle ünlüdürler. Müzik kulakları çok gelişmiştir. Nota bilmezler. Balâ ve Keskin'deki abdalların bugün İran topraklarında yer alan Horasan bölgesinden geldikleri söylenmektedir.
Abdallar İslam dini ile Türklerin İslam öncesi şamanizmini şahıslarında birleştirmişlerdi. Eskiden Kök Tengri ile mânevî bağlantı kurabilen "Kam" karakteri, İslamlaşmayla beraber yerini "Abdal" kişiye bırakmıştır.
Anadolu'nun 11. yüzyıldan başlayarak Türkmen göçüne maruz kalması abdalları ve babaları da buraya getirmiştir. Sarı Saltuk gibi bazı abdallar Osmanlılardan önce Balkanlara geçerek dinsel etkinliklerde bulunmuşlardır. Baba İshak'ın 1239/1240'da Adıyaman bölgesinde başlattığı Babaî İsyanı Anadolu Selçuklu Devleti'nin zayıflamasına ve 1243'te Moğol saldırısına karşı koyamamasına yol açmıştır.
Söğüt-Bilecik bölgesinde ortaya çıkan Osmanlı Beyliği'nde abdallar (Edebali, Geyikli Baba) Osmanlı Beylerine (Osman Gazi, Orhan Gazi) yakın duran kişilerdi. Osmanlı erken döneminde abdallar gerek Batı Anadolu, gerekse Balkanlardaki Hıristiyan nüfusun İslamlaşmasında etkili olmuşlardır. Bunda, İslamın değişmez ve şartlarını empoze eden kitabî yaklaşım yerine yerel geleneklerle uyuşmaya yatkınlık, yani yerel geleneklerle İslam geleneklerini uyum içine sokan tutumun payı belirleyiciydi.
15. yüzyılda abdallar giderek Osmanlı Devleti'nin merkezîleşme ve bürokratik bir imparatorluğa dönüşme sürecinin dışında kalmışlar, ve Sünnî İslam'ın Edirne ve 1453'ten itibaren İstanbul'da yerleşmesi sonucunda düzendışı bir niteliğe bürünmüşlerdir. İran'da Safevî Devleti'nin kurulması ve Kızılbaş etkinliğinin Anadolu'da yayılması ile birlikte abdallar Kızılbaş hareketiyle bütünleşmiştir.
Halk sufiliğinde, abdalların istedikleri zaman istedikleri mekânda olabileceklerine inanılır. Yani inanışa göre; zaman ve mekân sınırlarını aşabilme gücüne sahip olduklarına inanılır. ""Onlar, bazı müstesna varlıklar dışında kimseye görünmezler."" İnanışa göre gizli güçleri olan ve büyü gücüne sahip olan abdallar, bol yağmur yağması, bereketin artması ve belalardan korunmak için Allah’tan ne dilerse kabul edilir.
Abdal hakkındaki görüşler, Türk halk inanışlarında da kendine yer edinmiştir. Örneğin, Dağıstan’da yaşayan Türk topluluklarından bir kısmında yaygın olan inanışa göre, eğer dokuz aylık bebek, anne rahminde ölmüşse, bunu Abdal götürmüş demektir. Söylenenlere göre uzun ak sakallı olan Abdal, dağlarda yaşar, dağ keçileri arasında dolaşıp onları korur. Kimselere görünmez. Avcılar onun adına dua edip kurban verirlerse avları uğurlu olur. Eğer bunu yapmazlarsa ne kadar usta avcı olurlarsa olsunlar o avdan eli boş dönecekleri kesindir.
Abdal, insanların yalvarışlarını dinler. Onlara acır, ancak verdiği nasihatlerin de dinlenmesini ister. Bazı mitolojik metinlerde Abdal’ın ölmüş dağ keçisini dirilttiği ve yeniden hayat verdiği bile anlatılmıştır.
Bugünkü Saka Türkçesinde, erkek Şamanlara lakap olarak "“Abıdal”" şeklinde bir sözcük vardır. Bu sözcüğün ""Abdal"" sözcüğüne benzerliği dikkat çekicidir. Azerbaycan’da bir zamanlar aşıklar yetiştirmekte ünlü olmuş, Abdal adında bir şehir bile vardır. Ayrıca ""Abdal"" sözü, tarihte "“Ağ Hun”" adıyla bilinen Eftalitler'in adıyla da bağlantıdır.
Aleviler'da Abdallık kültürünün varlığı, Hazar Denizi’nin güney kıyısında yaşayan Türkmen boylarında Abdal adını taşıyan insanlara rastlanabilmesi, Abdalların gizli dillerinin olması, Anadolu’daki Abdalların, daha çok göçebe hayatı sürerek, çalgıcı, türkücü ve masalcı olmaları, Köroğlu masallarını söylemekte meşhur olmaları, kendilerine Alevi diyen bu insanların Ehl-i Beyt’in kulları olduklarını söylemeleri, Muharrem ayında Kerbela şehitlerine yas tutmaları, (Anadolu Abdallarına, en çok Alevilerin sıklıkla yaşadığı yerlerde rastlanır) ve bunlar gibi birçok örnek, gerçekten bu sözcüğün çok eski tarihi kökleri olduğunu gösteriyor.
Değişik kaynaklardan edinilen bilgiye göre bu sözcük, İran’da 11. ve 14. yüzyıllarda kaleme alınmış edebi metinlerde "“Derviş”", 15. yüzyıla ait metinlerde ise "“Divane”" anlamında kullanılmıştır. Kimi zaman onlardan bahsedildiğinde de "“ışık”" sözcüğü kullanılmıştır. Daha sonraları Bektaşiliğin onu içine aldığı, bir kısmını değiştirdiği ve hatta erittiği yönünde görüşler de vardır.
Bey
Bey, Türkçede erkeklerin kullandığı sanlardan birisidir. Diğerleri ise efendi, ağa, efe, çelebi, ağabey, amca, dayıdır. Eski Türkçedeki biçimi "beg" idi.
Obi-Wan Kenobi
Obi-Wan Kenobi, aynı zamanda Ben Kenobi olarak da bilinen Yıldız Savaşları serisinden bir kurgusal kahramandır. Eğitimini Yoda ve Qui-Gon Jinn ustalardan almış, Güç'ün yollarını Anakin ve Luke Skywalker'ın her ikisine de öğretmiştir. Bu yüzden Yeni Jedi Düzeni'nin temel taşlarının oturtulmasına dolaylı yoldan katkıda bulunmuştur. Jedi örgütü tarihinin Yoda'dan sonra yaşamış en büyük ustası, hayatı efsane olmuş bir savaşçı, Cumhuriyet Klon Orduları'nın yüksek generallerinden birisidir. Ona emanet edilen klon kumandan ise Kumandan Cody'dir.
İnançlı ve efsanevi bir Jedi Şövalyesi olan Obi-Wan Kenobi, galaksinin kaderinin belirlenmesine yardımcı olan uzun ve fırtınalı bir kariyere sahiptir.
Ayrıca Obi-Wan Kenobi serinin 7. Filmi hariç tüm filmlerde gözüken karakterlerden biridir.
Obi-Wan, 25 yaşındayken, Naboo Savaşı'nda savaşmıştır. Bu sırada Qui-Gon Jinn’in, Padawan'ıdır. İnatçı bir genç olan Obi-Wan, Yoda da dahil olmak üzere birçok öncü Jedi’ın öğretilerinden oldukça etkilenmiştir. Hızlı ve çeviktir, cesur bir savaşçı olduğunu kanıtlamıştır. Aynı zamanda son derece becerikli ve güvenilirdir. Buna rağmen ustas |
ının diğer yaşayan varlıklar için hissettiği derin duygulardan yoksundur.
Yüce Başkan Valorum’un isteği üzerine, Obi-Wan ve ustası Qui-Gon Jinn, Ticaret Federasyonu'nun Naboo ablukasına barışçıl bir çözüm bulmak amacıyla görevlendirilirler. Ticaret Federasyonu'nun kurnaz üyeleri Neimoidianlılar, Jedilar'a tuzak kurarak onları öldürmeye çalışır. Kenobi ve ustası kaçmayı başarır ve Naboo yüzeyine, bir Ticaret Federasyonu işgal aracına saklanarak inerler.
Obi-Wan bunu takip eden günlerde, Naboo’dan Coruscant’a ve Naboo Savaşı'nda savaşmak için tekrar Naboo’ya yolculuk eder. Ustası Qui-Gon Jinn, Tatooine’de karşılaştıkları ve serbest kalmasını sağladıkları küçük Anakin Skywalker’ı Jedi Konseyi'ne sunduğu zaman genç Jedi şok geçirir. Qui-Gon , Anakin’in eski Jedi kehanetindeki “Seçilmiş Kişi” olduğunu iddia etmekte ve onu Padawan'ı olarak almak istemektedir. Konsey, Jinn’in çocuğu eğitme isteğini reddeder.
Bu, Obi-Wan ve Qui-Gon arasındaki birçok anlaşmazlıktan sadece biridir. Jinn, yaşayan Güç’ün büyük bir savunucusu olarak, birleştirici Güç'ü savunan Jedi Konseyi'nin gözünde disiplinsiz olarak görülmektedir. Obi-Wan, ustasını konseye karşı gelmemesi için uyarır ama Qui-Gon ona her seferinde, Güç'ün ona tavsiye ettiği şeyleri yapması gerektiğini söyler. Naboo’nun özgürlüğüne kavuşması sırasında, Qui-Gon ve Obi-Wan, ölümcül bir Sith Lordu'yla karşı karşıya gelirler. Unutulmuş bir tehlike olan Sithler, yüzyıllardır süren sessizlikten sonra geri dönmüşlerdir. Karanlık savaşçı Darth Maul, inanılmaz hızı ve çift uçlu ışın kılıcını kullanarak Jedilar'ı zorlar. Düellonun ilerleyen bölümlerinde, Obi-Wan ve Qui-Gon ayrı düşerler. Obi-Wan, Darth Maul’un ustasını öldürmesine çaresizce tanık olur. Daha sonra ise zekasını ve Güç üzerindeki kontrolünü kullanarak onu öldürür.
Qui-Gon’un ölmeden önce, Obi-Wan’ın Anakin’i eğitmesi için son bir ricada bulunur. Konsey en sonunda Obi Wan’ın, Anakin’i Padawan’ı olarak almasını kabul eder. Jedi Ustası Yoda’nın ise bu konuda hala şüpheleri vardır. Konsey aynı zamanda Obi-Wan’a Jedi Şövalyesi ünvanını da verir.
Bunu takip eden 10 yıl boyunca Obi-Wan, genç Anakin’i bir Jedi Şövalyesi olmak üzere eğitir. Macera düşkünü genç Padawan'ı eğitmek Obi-Wan’ı yaşının çok üstünde zeki ve alaycı yapmıştır. Jedi Şövalyesi Anakin’in hem güçlü hem de zayıf yönlerini görebilmekte ve ustası Qui-Gon gibi sabır ve anlayış göstermeye çalışmaktadır.
Anakin geliştikçe, Obi-Wan da, Padawan’ının gücü yüzünden tehlikeli bir şekilde küstahlaştığını fark edip, telaşlanmaktadır. Bu düşüncelerini Jedi Konseyi'nin üyelerine bildirir ama konsey onun eğitmenliğine güvenmeye devam ederler.
Ansion’daki bir sınır çatışmasından döndükten hemen sonra Obi-Wan ve Anakin, Yüce Başkan tarafından Senatör Padme Amidala’nın hayatını korumaları için görevlendirilirler. Obi-Wan, politikaya pek sıcak bakmamasına rağmen, görevine çok ciddiye alır. Başarısız bir suikast girişimi sonucunda ipucu olabilecek ve Jedi Tapınağı'ndaki droidler tarafından tanınmayan egzotik bir silah bulur.
Anakin, ilk yalnız görevinde Padme Amidala’yı gezegeni Naboo’ya götürürken, Obi-Wan da araştırmaya devam eder. Eski bir arkadaşı olan, restoran sahibi Dexter Jettster’la konuşur. Dex, silahı bir Kamino kılıç oku olarak tanımlamayı başarır.
Kamino’yu araştırmaya başlayan Obi-Wan,galaksideki en büyük arşivlerden biri olan Jedi Arşivleri'nden gezegenin kayıtlarının silindiğini keşfeder.
Bir Jedi Yıldız Savaşçısıyla yola çıkan Kenobi, fırtınalarla sarsılan gezegen Kamino’ya gider. Orada başbakan Lama Su ile konuşur ve gezegenle ilgili esrarengizlik daha da belirgin hale gelir. Kaminolular'ın açıklamasına göre, Obi-Wan beklenmektedir. Bundan 10 sene önce, Kaminolular, Cumhuriyet'in kullanması için Jedilar'ın isteği üzerine dev bir klon ordusu yaratmaya başlamışlardır. Görünüşe göre, Jedi Ustası Sifo Dyas ordunun kurulması emrini vermiştir.
Kaminolular, Kenobi’ye Tipoca şehrindeki, klonlama ünitelerinde bir tur düzenlerler. Obi-Wan, yüzlerce klon askeri görür. Ama bu olayın Amidala’ya yapılan suikast girişimleri ile hiçbir ilgisi yok gibi gözükmektedir. Ta ki, Kenobi, klonların orijinal genetik kaynağı ile karşılaşıncaya kadar. Kötü şöhretli kelle avcısı Jango Fett, 10 seneden beri Kamino’da yaşamaktadır. Obi-Wan, avcıyla kısa ama gergin bir konuşma yapar ve zırhını Coruscant’taki suikast girişimlerinden hatırlar. Bunun üzerine konsey onu Fett’i sorgulamak için Coruscant’a getirmekle görevlendirir.
Kenobi ve Fett arasında şiddetli bir dövüş yaşanır. Jango Fett, silahlı zırhı ve oğlu Boba sayesinde, gemisi Slave I’a atlayarak kaçmayı başarır. Ama Kenobi de gemiye bir izleme aygıtı yerleştirmeyi başarmıştır.
Kenobi, Jango’yu etrafı halkalarla kaplı gezegen Geonosis’e kadar izler. Burada Fett izlendiğini fark edince, tehlikeli bir kovalamaca yaşanır. Fett, Kenobi’nin öldüğünü düşünerek, gezegene iner. Obi-Wan da onu takip etmeye devam eder.
Obi-Wan, Geonosis’e gizlice inmeyi başarır ve dev kule benzeri komplekslerinden birinin içine sızar. İçeride ayrılıkçıların, liderleri Dooku eşliğinde bir toplantısına tanık olur. Kont Dooku’nun, kendisine taraf topladığını ve Cumhuriyet ile başa çıkabilecek büyük bir ordu kurduğunu öğrenir. Bunun üzerine konseyle bağlantı kurmak için gemisine döner. Ayrılıkçı hareket hakkında onları uyarır fakat bu sırada yakalanarak esir alınır. Bir Geonosian zindanında tutulan Kenobi, Dooku tarafından ziyaret edilir. Karizmatik eski Jedi, Kenobi’nin öğretmeni ve kendisinin de eski öğrencisi olan Qui-Gon’dan övgüyle bahseder. Olayların bu seviyeye gelmesine gerçekten üzülmüş gibidir. Kenobi’ye Senatonun, Kara Sith Lord’u Darth Sidious’un kontrolü altında olduğunu bile anlatır. Kenobi, Dooku’nu sözlerine inanmayı reddeder, ona katılması için yaptığı teklifi de geri çevirir. Geonosian kurallarına göre idam edilecek olan Kenobi, Anakin ve Padme’yle arenada karşılaşır. Jedi Şövalyeleri onlara yardıma gelir, Obi-Wan da kahramanca savaşır ve sağ kalmayı başarır. Bu sırada yeni kurulmuş Cumhuriyet ordusu imdatlarına yetişir. Kont Dooku kaçmaya çalışırken, Obi-Wan ile Anakin onu takip eder ve onu gizli bir hangarda yakalarlar. Obi-Wan, öğrencisini Dooku'ya karşı beraber saldırmaları için uyarırken, inatçı Padawan onu dinlemez ve Dooku’nun Karanlık Taraf Güç'ü karşısında çaresiz kalır. Kenobi, saldırıya geçer ama Dooku daha güçlüdür. Obi-Wan yaralanarak yere düşer, Dooku öldürücü darbeyi vurmak üzereyken Anakin ustasını kurtarır. Skywalker ve Dooku düelloya devam eder ama Dooku yine üstündür. Anakin, kolunu kaybeder ve çaresiz ustasının yanına yığılır.
Nihayet Jedi Ustası Yoda olay yerine gelir ve Dooku’yu durdurmaya çalışır. Yoda’nın mükemmel ışın kılıcı saldırısı karşısında Dooku, Obi-Wan ve Anakin’in üzerine dev bir sütunu atarak kaçmayı başarır. Yoda, iki genç Jedi'ı kurtarmak için Dooku’nun kaçmasına izin vermiştir.
Kenobi, Geonosistan sonra klon ordusunun gerekli olduğuna inanmaktadır. Yoda, üzüntüyle Geonosis’teki zaferin aslında bir zafer olmadığını belirtir. Bu sadece galaksideki en karanlık zamanların başlangıcıdır.
Klon Savaşları’nda bir General olan Obi-Wan Kenobi, birçok cephede Cumhuriyet ve Senato’ya kahramanca hizmetlerde bulunmuştur. Korkularına rağmen, alışılmış dışı Padawan’ı Anakin Skywalker sayesinde iyi bir yıldız savaşçısı pilotu olmuş ve ikili Ayrılıkçı cephelerinde beraberce büyük başarılara imza atmışlardır.
Jedi Ustası Obi-Wan Kenobi, dövüş sanatının en yetenekli ve en tehlikeli ışın kılıcı savaşçılarından biridir. Aynı zamanda da Klon Savaşları’nın vahşeti ve yıkımı sırasında bile barışçıl ve sakin kalmayı başarabilen ender ruhlardan birisidir. Dövüşmeden de bazı sorunların çözülebileceğine inanan Obi-Wan, sadece Galaktik Cumhuriyet’in değerlerini ve ideallerini korumak için kılıcını kullanır. Öğrencisi Anakin’in Jedi Şövalyesi unvanını edinmesini sağlayan Obi-Wan, Anakin’in kendi inatçı öğrencisini yola getirmek için verdiği çabayı keyifle izlemektedir.
Kenobi ve Skywalker’ın kazandıkları bu başarılar, Cumhuriyet’te bir efsane haline gelmiştir. Anakin, korkusuz davranışları sebebiyle “"korkusuz kahraman"” unvanını alırken, Obi-Wan’ın daha ölçülü ve düşünülerek yapılan hareketleri ona “"uzlaştırıcı"” sıfatını kazandırmıştır. Birçok durumda Obi-Wan Kenobi, tek bir lazer tabancası ateşlenmeden ikilemleri ve problemleri yoluna sokmuştur. Fakat diplomasi yetersiz kalıp kaba kuvvet gerekli olduğunda Kenobi ona da hazır bulunmuştur. Jedi Generali’nin emrinde tam donanımlı bir klon ordusu bulunmaktadır. En güvendiği klon askeri, Kumandan 2224 ya da diğer adıyla Kumandan Cody, Obi-Wan’a Cato Neimoidia ve diğer cephelerde çok büyük yardımı dokunmuştur.
Klon Savaşları sırasında Kenobi, Jedi Ustası seviyesine getirilmiş ve Jedi Konseyi’ne alınmıştır. Dehası ile en yüksek dereceden Jedi Stratejilerine katılmış ve böyle yüksek bir pozisyonda bulunmak ona Jedi Konseyi ve Yüce Şansölye Palpatine’in ofisi arasındaki gerginliği görme fırsatını vermiştir. Kenobi’nin, Palpatine ile ilgili ne kadar şüphesi varsa, Şansölye’yi General Grievous’un elinden kurtarma görevine giderken bunları zorla unutması gerekmekteydi. Siborg General ve emrindeki droid ordusu, Coruscant’a sürpriz bir saldırı yapmış ve Şansölye’yi kaçırmayı başarmıştı. Obi-Wan ve Anakin’de bunu duyduklarında Dış Halka kuşatmalarını terk edip direkt olarak, Jedi yıldız savaşçılarıyla savaşın içine daldılar.
Coruscant’ın üstünde, Cumhuriyet savaşçıları, kaçan Konfederasyon gemilerini kovalarken büyük çatışma devam etmekteydi. 7. Filo tarafından korunan Obi-Wan ve Anakin, kaosun içinden geçerek General’in gemisine ulaşmaya çalışıyorlardı. Bir Testere droidi sürüsünün Obi-Wan’ın yıldız savaşçısına tam uçuş sırasında saldırması, Jedi Ustası'nın pilotluk konusunda bütün fikirlerini değiştirdi. – küçük mekanik haydutlar tam uçuşun ortasında Obi-Wan’ın gemisini parçalayıp, General Grievous’un bayrak gemisine acil iniş yapmak zorunda bıraktılar. –
Bayrak gemisinin içinde Obi-Wan ve Anakin droid kuvvetlerini yararak Şansölye’yi aramaya başladılar. Bu muhtemelen bir tuza |
ktı, fakat Jedilar kabiliyetlerinden ve yeteneklerinden hiç şüphe etmiyorlardı. Böylelikle Obi-Wan’ın stratejisini takip ederek “tuzağın içine atladılar.”
Şansölye’yi, Grievous’un komuta merkezindeki geniş bir gözlem güvertesinde bir koltuğa bağlı olarak buldular. Kont Dooku, burada onları beklemekteydi ve geçen seferki plansız saldırının aksine Jedilar bu sefer Dooku’ya takım olarak saldırdılar. Dooku, hiç hafife alınacak bir düşman değildi. Obi-Wan’ı muazzam bir Güç ile geriye doğru fırlattı ve Jedi Üstadı oyuncak bebek gibi duvara doğru savrularak bilincini kaybetmiş bir şekilde yere kapaklandı. Bilinci kapalı bir şekilde yerde yatarken, Şansöyle’nin de kışkırtmasıyla Anakin’in savunmasız Dooku’yu soğuk kanlılıkla öldürüşünü hiçbir zaman göremedi.
Kenobi kendine geldiğinde, kendisini Anakin’in omzunda, yan yatmış bir turbo iticinin içinde buldu. Jedilar ve Şansölye sadece savaş droidleri ile değil aynı zamanda, uzun zamandır süregelen uzay savaşından neredeyse ikiye ayrılmak üzere olan dev bayrak gemisi ile de mücadele ediyorlardı. Geminin hangarına ulaşmaya çalışırken, üç kaçak bir güç kafesi tarafından yakalanıp, droid kuvvetlerinin eşliğinde General Grievous’un önüne getirildiler.
Obi-Wan ve Anakin iplerini kopararak droid güçlerini bu sırada alt etmeyi başardılar. Terk edilmiş ve ikiye bölünmüş gemi Coruscant’ın yerçekimi tarafından aşağı doğru çekilirken, Grievous kaçarak kendini kurtarmayı başardı. Günü kurtaran yine Anakin’in pilotluk kabiliyeti ile gemiyi Coruscant’daki terk edilmiş bir endüstriyel sektöre indirmesiydi.
Kont Dooku’nun ölümüyle, Cumhuriyet artık zafer ilan edebilirdi fakat Şansölye’nin savaş sırasında elinde bulundurduğu yetkileri bırakmaya hiç niyeti yoktu. General Grievous halen serbestçe dolaşıyordu ve bu durumda güvenliğin sağlanması imkânsızdı. Böylelikle Jedi Konseyi Grievous’un yakalanması ve adalete teslim edilmesi üstünde yoğunlaştı. Bunu yapma görevi Kenobi’ye düştü.
Fakat bundan önce Obi-Wan’ı bir başka zor görev beklemekteydi. Bu görev taktiksel olarak zor olduğundan değil, Obi-Wan’ın Anakin ile olan arkadaşlığının üstünde yarattığı gerginlikten ötürü, Jedi Üstadında çok büyük bir baskı unsuru oluşturmaktaydı. Şansölye’nin ricası ile Anakin, Jedi Konseyi’ne alınmıştı. Normal olarak Konsey, Şansölye’nin Jedi işlerine karışmasına izin vermezdi fakat, Anakin’i kabul ettiler. Anakin’i asıl kızdıran şey, onu Konsey’e alırken Jedi Üstadı derecesine getirmemeleriydi.
Bu öfkeyi daha çok besleyen şey ise, Konsey’in Anakin’i kabul etmesinin ardındaki asıl sebepti. Obi-Wan bu sebebi Anakin’e konsey kayıtlarının dışında kalması için dışarıda söyledi. Konsey, Anakin’den Şansölye’ye karşı casusluk yapmasını istiyordu. Anakin bölünmüş durumdaydı; Obi-Wan’da, Palpatine’de en yakın arkadaşları arasındaydı ve şimdi ikisi de Anakin’den birbirleri için casusluk yapmasını istiyorlardı.
Obi-Wan, Anakin Skywalker´in bu durgun halinden endişelenmeye başlamıştı. Bu yüzden Padmé’ye yaklaşıp, Anakin’in sorunları ve bu sorunların iç yüzleri hakkında konuşmak istiyordu. Ne yazık ki Obi-Wan’ın bu hareketi sadece Anakin’in, herkesin ona karşı komplo hazırladığı şüphelerini artıracaktı.
Klon istihbarat raporları, Grievous’un Utapau’ya kaçtığını ortaya çıkartınca, Obi-Wan üç tabur klon askeriyle bu gezegene gitti. Klonlardan önce gezgene giderek etrafı araştıran Obi-Wan, Dış Halka gezegeninde ki dev bir delik-şehire kondu. Burada, liman sorumlusu Tion Medon ile görüştü. Uzun boylu Utapaulu Obi-Wan’a gizlice gezegende örfi idare ilan edildiğini ve Grievous ile Ayrılıkçıların, şehrin 10. katında bulunduklarını söyledi.
Kenobi, Boga adlı sadık bir kertenkelenin sırtında şehrin 10. katına çıkarak Grievous’u buldu. Burada, Kumandan Cody tarafından komuta edilen klon kuvvetleri tarafından da desteklenen Obi-Wan, Grievous ile yüzleşti. Böylece, Obi-Wan Grievous ile kapışırken Utapau Savaşı başlamış oldu.
Droid Generali, ışın kılıcı dövüşünde Kont Dooku’nun kendisi tarafından eğitilmişti fakat bir kılıç ustasının zarafeti ve kabiliyetinden yoksun olduğundan Obi-Wan’a karşı kaba kuvvet ve pervane metotları kullanıyordu. Grievous’un yapay anatomisi, bir anda 4 adet ışın kılıcı kullanabilmesini ve onları pervane gibi hızla döndürebilmesini sağlıyordu. Fakat General, Güç’ü kullanamadığından, Kenobi onun saldırılarını sezinleyip, bloke edebiliyordu. Obi-Wan, Grievous’un ışın kılıcı tutan birkaç kolunu keserek, onu kaçmaya zorladı.
Grievous, teker motoruna binerek Utapau’nun sokaklarından kaçmaya başladı. Kenobi ise Boga’nın sırtında, General’i takip etti, ve teker motorun üstüne atlayarak, Grievous’a saldırdı. General’in gizli iniş platformunda devam eden kavgada, fiziksel güç ve zırh bakımından üstün olan Grievous, Obi-Wan’ı neredeyse alt ediyordu.
Platformun kenarına son anda tutunup düşmekten kurtulan Obi-Wan, Grievous’un lazer tabancasını eline doğru çekerek, General'in kavga sırasında gevşemiş olan organ kutusuna doğru ateş etti. Hayati organlarının içinde bulunduğu sıvı bir anda alev alan Grievous, anında öldü. Klon Savaşları bitmişti.
Fakat klon askerlerinin ihaneti bu aşamada başladı. Obi-Wan’ın bilgisinin haricinde Coruscant’da, Palpatine dahiyane planını işletmeye başlamıştı. Şansölye, tüm Jediları Cumhuriyet’in düşmanları ve hain olarak ilan eden Emir 66’yı harekete geçirince, klon askerleri Jediları teker teker katletmeye başladılar. Cumhuriyet’e son derece sadık olan Klon Kumandanı Cody, Emir 66 ile birlikte, Jediların Cumhuriyet karşıtı komplolar kurduğuna inanarak, Generali Obi-Wan Kenobi’yi öldürme emri verdi. Obi-Wan zorlukla Utapau’dan kaçmayı başardı.
General Grievous’un Yıldız Savaşçısı’nda Utapau’dan kaçan Kenobi, Bail Organa ve Jedi Ustası Yoda ile iletişime geçti. Sadık Senatör, Jedi Tapınağı'nın klonlar tarafından saldırıya uğradığını söylerken, Yoda’da tüm Cumhuriyet sınırları içinde klonların Jedilar'ı öldürdüğünü doğruladı. Jedi Tapınağı’nda bulunan acil durum sinyali, tüm Jedilar'ı tapınağa geri çağırıyordu. Aslında sinyal, Jedilar'ı tam bir tuzağın içine gönderiyordu. Yoda ve Obi-Wan daha çok Jedi öldürülmeden bu sinyalin kapatılması gerektiğine karar verdiler.
Coruscant’a dönüşte, Kenobi ve Yoda tapınağın kalıntılarını buldular. Ölü Jedilar bir zamanlar cilalı olan tapınak koridorlarında yatmaktaydılar. Cesetlerde klonların lazer tabancalarının izleri vardı fakat bazılarında ışın kılıcı yanıkları görülüyordu. Kenobi, korkunç gerçeği holo kameralar da doğrulayınca kabul etti. Bu yıkıma Anakin Skywalker sebep olmuştu. Bir zamanların korkusuz kahramanı, karanlık tarafa geçmişti. Şansölye Palpatine, Darth Sidious’tu ve Skywalker’da onun yeni çırağı Darth Vader’dı.
Kenobi bu korkunç olayları anlatmak ve Anakin’in yerini öğrenmek için Padmé’ye gitti. Padmè şoke olmuştu fakat Anakin’in yerini bilmesine rağmen bunu Kenobi’ye söylemedi. Kenobi’nin bir sonraki görevinin Anakin’i durdurmak yahut öldürmek olacağını biliyordu. Sevdiği adamı ve doğmamış çocuklarının babasını korumak için Padmé, Coruscant’dan ayrıldı. Kenobi gizlice Padmè’nin gemisinin kargo bölümüne saklanarak onunla birlikte gitti.
Mustafar’a varışta iki aşık yeniden birbirlerine kavuştukları sırada Obi-Wan gemiden dışarı çıktı. Padmé, Anakin’in değişimi karşısında yıkılmıştı. Ona karanlık taraftan geri dönmesi için yalvarıyordu. Vader, Obi-Wan’ın Padmè’nin gemisinden çıktığını görünce öfkeden deliye dönerek Padmè’yi ona ihanet etmekle suçladı ve Güç ile genç kadının boğazını sıktı. Anakin’deki bu kötülüğe ve karanlığa şahit olan Kenobi’de eski öğrencisine saldırdı.
Ardından gelen ışın kılıcı düellosu efsaneviydi. İki inanılmaz savaşçı, Mustafar’daki endüstriyel tesislerin çevresinde, etraflarındaki tehlikeli volkanlara aldırış etmeden ölümüne savaşıyorlardı. Kenobi ve Vader, lavın üstünde giden otomatik platformlarda savaşırlarken, düello Mustafar gezegeninin yüzeyine kadar devam etti. Daha sonra Kenobi, platformun üstünden siyah kum yüzeye doğru bir takla attı ve tekrar karaya adım attı. Şimdi Kenobi, Vader'dan daha yüksekte duruyordu ve taktiksel avantaja sahipti. Vader’a kazanamayacağı bir mücadeleye girmemesini söylese de, Sith Lordu'nun gururu ve kibiri onu neredeyse ölümüne sürüklüyordu.
Vader, aşağıdan Kenobi’ye doğru saldırıya geçti ve Obi-Wan kılıcının tek bir hareketiyle Vader’ın iki bacağını ve bir kolunu kesti. Sith’in işlevsiz vücudu lav nehrinin kıyısına doğru kayıyordu. Obi-Wan’da yıkılmıştı. "Seçilmiş Kişi" olması gereken insan artık yoktu. Fakat onu durdurabilmek galaksiye çok pahalıya patlamış, çok yıkım getirmişti. Jedilar artık yoktu. Şansölye şimdi galaksiyi yönetiyordu ve bir zamanların korkusuz kahramanı, Obi-Wan’ın kendine kardeşinden bile daha yakın gördüğü Anakin Skywalker lavlar tarafından yanarak ölmek üzereydi. Lavlardan gelen ısı, Vader’ın tüm vücudunu yaktı. Son sözlerinde Vader, Obi-Wan’dan ne kadar nefret ettiğini haykırıyordu.
Kenobi, Darth Vader’ın düşmüş ışın kılıcını alarak Padmé’nin yıldız gemisine geri döndü. Padmé ölüyordu fakat taşıdığı bebeklerin yaşam enerjileri halen Güç’ün içinde parlamaktaydı. Obi-Wan gemiyi Mustafar’a en yakın sağlık merkezi olan Polis Massa madencilik kolonisine götürdü. Uzaylı doktorlar, Padmé’nin hayatını kurtarmaya çalıştılar fakat artık bu mümkün değildi. Luke ve Leia adlı ikiz kardeşleri doğuran Padmé, hayatını kaybetti.
Yoda, Bail Organa ve Obi-Wan çocukların kaderlerini bilen üç insan olacaklardı. İmparator, eğer Anakin’in çocukları olduğunu öğrenirse, bunun çocukların hayatına çok büyük bir tehdit oluşturacağını biliyorlardı. Karanlık Lordlar'ın çocukların yerini bilmemeleri için Obi-Wan çocukları saklayacaktı. Erkek bebek Luke’u, nem çiftçileri Owen Lars ve Beru Lars ile yaşamak üzere Tatooine’e götürdü. Kız bebek Leia’yı ise Alderaan Genel Valisi Bail Organa ve eşi evlat edindiler.
Jedilar galaksiden İmparatorluk tarafından silinirken Obi-Wan, Tatooine’de inzivaya çekildi. Burada yıllar yılı kalarak "Ben" adını alacaktı. Yerliler onu “yaşlı ve deli adam” olarak bilecekler ve onu rahatsız etmeyeceklerdi. Bu zaman zarfında Obi-Wan yıllar yı |
lı Güç ile iletişimde kaldı ve meditasyon sayesinde eski ustası Qui-Gon Jinn’in ruhu ile iletişim kurdu. Eski Ustası Güç’ün içinde benliğini koruyarak ölümsüzlüğün yolunu keşfetmişti. İlerleyen yıllarda Obi-Wan, Qui-Gon Jinn’den bunun sırrını öğrenecekti.
Jedilar, İmparatorluk güçleri tarafından yok edilirken, Obi-Wan Tatooine’de saklanmayı tercih etmişti. Yerel halk onu “yaşlı çılgın münzevi” olarak adlandırmış ve egzantrik yaşlı adamdan uzak durmuştur.
Galaktik İç Savaş’ın doruk noktasına ulaştığı günlerde Leia Organa, İmparatorluğun en şeytani silahı Ölüm Yıldızı’na ait planları ele geçirir. Görevi Obi-Wan Kenobi ile bağlantı kurmak ve hem Kenobi’yi hem de planları Alderaan’daki üvey babasına götürmektir. İmparatorluk ajanları tarafından yakalanınca, planları bir R2-D2 ünitesinin hafıza sistemlerinin içine yerleştirir ve droidi Tatooine’e yollar.
R2-D2 ve ortağı C-3PO, Owen Lars tarafından satın alınır. R2, planları Kenobi’ye ulaştırmakta ısrarlıdır ve Lars'ın çiftliğinden kaçar. Luke, küçük droidi izlediğinde Obi-Wan’la karşı karşıya gelir.
Obi-Wan, Luke’a babası hakkında açıklamalar yapar ama ona bütün gerçeği anlatmaz. Bu büyük yüke henüz hazır olmadığını düşündüğünden ona Anakin Skywalker’ın inanılmaz bir pilot, büyük bir savaşçı ve iyi bir arkadaş olduğunu söyler. Anakin’in ölümünü ise kötü yola dönmüş eski bir öğrencisi olan Darth Vader’a bağlar. Kenobi daha sonra, Anakin’in, Darth Vader’ın ortaya çıkmasıyla yok olduğunu ve Luke’a söylediği şeyin bir bakış açısından doğru olduğu kanısına varacaktır. Obi-Wan, Luke’a babasından bir hediye de verir: Anakin Skywalker’ın mavi ışın kılıcı. Böylelikte Luke Skywalker’ın Jedi dünyasına yolculuğu başlar. Obi-Wan, Luke’u birlikte geçirdikleri kısa zaman içinde elinden geldiğince eğitmeye çalışır ama Skywalker’ın, Jedilar'ın eski günlerinde asla eğitilmeyeceğinin bilincindedir. Luke eğitime başlamak için çok büyüktür. Yine de Kenobi, Luke sayesinde karanlık tarafa yenik düşmüş öğrencisini kurtarabileceğini düşünmektedir.
Prenses Leia’yı İmparatorluğun elinden kurtarma görevini üstlenen Obi-Wan ve Luke, Han Solo’nun Millenium Falcon’unu kiralayarak Alderaan’a doğru yola çıkarlar. Yolculuk sırasında Kenobi, Luke’un ışın kılıcı eğitimine başlar. Bu sırada Alderaan’ın Ölüm Yıldızı tarafından yok edildiği ortaya çıkar.
Gemileri İmparatorluk tarafından yakalanır ve Ölüm Yıldızı’nda esir alınır. Kenobi, gemiyi tutan çekici ışını etkisiz hale getirme görevini üzerine alır. Güç sayesinde fırtına birlikleri ve İmparatorluk subaylarından saklanmayı başarır ama Darth Vader onu bu sayede hisseder. Kara Lord, Kenobi ile yüzleşir. Uzun yıllar sonra Vader ve eski ustası tekrar karşı karşıyadır. Diğerlerinin kaçmasını sağlamak için Kenobi kendini feda eder. Kara Lord, yaşlı Jedi’a ışın kılıcıyla öldürücü darbeyi indirirken, Kenobi Güç’le bir olur. Geride hiçbir şey bırakmaz, sadece boş cübbesi ve ışın kılıcı kalmıştır.
Kenobi’nin ölümü Skywalker’ın hem Asi İttifak’a hem de Gücç'e hizmet etme isteğini güçlendirir. Zor anlarda Kenobi’nin sesi Luke’a ulaşarak ona rehberlik etmektedir. Daha sonra Kenobi ruh formunda Luke’a gözükür ve ona usta Yoda’nın rehberliğinde eğitileceği Dagobah’a gitmesini söyler.
Dagobah’ta Yoda’nın ölümünden sonra tekrar Luke’a görünen Kenobi, ona ailesi hakkındaki gerçekleri açıklar. Kenobi artık karanlık tarafın yalnızca İmparator ve Darth Vader’ın ölümleriyle sağlanabileceğini düşünse de Luke, babasının içinde hala iyilik olduğuna inanmaktadır. Bu inançla, babasını karanlık taraftan döndürmek için çabalar ve başarır. Son savaşında ciddi yaralar almış olan Vader, aydınlık tarafa dönerek ölür. Ruhu, İmparatorluğun yok edilmesi kutlamalarında Kenobi ve Yoda’nın yanında yerini alır.
2004'te Polonya'da Komün Lubicz Konseyi, Grabowiec köyünün caddelerin birinin adını Obi-Wan Kenobi olarak değiştirilmesi kararını aldı. Cadde, 2005'te adlandırıldı. Cadde isminin yazımı Obi-Wan Kenobi isminin Lehçe genitif formu olan "Obi Wana Kenobiego" şeklindedir.
Arif Dino
Arif Dino (1893, İstanbul - ö. 30 Mart 1957, İstanbul) - Türk ressam ve şair.
Sanatçı bir ailenin fertlerinden biridir. Abidin Dino'nun ağabeyidir. Ailesinde çok sayıda yazar, ressam, karikatürist ve gazeteci vardır. Öğrenimini yurtdışında yaptı. Boksör, aşçı, sinema oyuncusu, portre ressamı, grafiker, heykeltıraş, sanat eleştirmeni gibi geniş bir yelpazede çalıştı.
1929'da İstanbul'a geldi. 1942'de Alman Faşizmine karşı çıktıkları için küçük kardeşi Abidin Dino ile birlikte ikamete memur olarak cezalandırıldı. 1951'de döndüğü İstanbul'da 6 yıl sonra öldü. Hiç evlenmedi.
Fransızca yazdığı şiirleri Abidin Dino, Rasih Nuri İleri, Hür Yumer Türkçeye çevirdiler. Tüm şiirleri, desenleri ve ardından yazılanlar Adam Yayınları tarafından bir kitapta toplandı.
Londra
Londra (; , ), İngiltere'nin ve Birleşik Krallık'ların başkentidir. 0 derece meridyeninin geçtiği Greenwich kasabası Londra yakınlarındadır.
Londra dünyanın en önemli iş ve finans merkezlerinden biridir. Yaklaşık 8 milyonluk nüfusuyla AB'nin 2. kalabalık kentidir. Bağlı yerleşim birimleri ile birlikte (Greater London) nüfusu 12-15 milyondur. Km'ye 4.573 kişi düşmektedir. Avrupa'da en fazla beyaz ırk harici insanın yaşadığı şehirdir. 300'den fazla farklı dil konuşulmaktadır.
Uluslararası turizmin kesişme noktasıdır. Londra'ya hizmet veren beş uluslararası havalimanı bulunmaktadır ve şehir en kalabalık hava trafiklerinden birine ev sahipliği yapmaktadır. Havalimanlarından en büyüğü olan Heathrow, dünyanın en fazla uluslararası yolcu taşıyan üçüncü havaalanıdır.
En önemli turistik mekânları, Parlamento Binası, Tower Bridge, Tower of London, Buckingham Sarayı, Trafalgar Meydanı ve London Eye'dır (Londra Dönmedolabı). Londra Büyük Şehri, Londra Şehri (City of London), Westminister Şehri ve 31 metropoliten Londra bölgesinden oluşur.
Çok sayıda park ve bahçesi bulunan Londra'nın arazisinin %47'si yeşil alandır. Thames Nehri şehri ikiye böler.
Neolitik Çağ ve Bronz Çağından, MÖ 1500'lerden kalma izler bulunmasına ve Antik Britonlardan kalma yerleşim katmanının bilinmesine karşın Londra'nın yaklaşık 2 bin yıl önce Romalılar tarafından kurulduğu kabul edilmektedir. MÖ 43 yılında Roma İmparatorluğu'nun Britanya'yı işgali sonrasında Londinium ismi ile kurulmuştur. İsmin kökeni ile ilgili kesin bilgiler olmamakla beraber, anlamının "akan nehir" olabileceği düşünülmektedir.Monmouthlu Geofrey'e göre isim aslında Kelt tanrılarından Ludd'a dayanmaktadır.Efsaneye göre eskiden "Trinovantum" olarak anılan şehrin adı "Caer Ludd" olarak değiştirilmiştir.
Londra dünyanın eski kentlerinden birisidir. Turizm bakımından ise tarihi eserler büyük müzelerde sergilenmektedir. Kültürleri gerçekten bin yıl önceden dünyaya yayılmaya başlamıştır. Londra'ya dünyanın her tarafından ziyaretçiler gelmektedir. Bu da Londra' nın köklü bir tarihe sahip olmasının sonucudur.
Londra Birleşik Krallık nüfusunun %12.5'ini oluşturmasına karşın gayri safi yurtiçi hasılasının %22.5'inin kaynağıdır. Merkezi Londra'da farklı bölgelere konsantre olmuş pek çok farklı sektör faaliyet göstermektedir: Londra Şehri ("the City") finansın, West End perakende satış ve sanat odaklı faaliyetlerin, Holborn hukuki firmaların, Euston yüksek eğitimin merkezindedir. Merkezi finans bölgesi geleneksel olarak Londra Şehri'ne ve Westminster'a odaklansa da, özellikle Canary Wharf, bunun yanında Camden, Southwark ve Paddington gibi bölgelerde de finans sektörü büyük ölçekte yer almaktadır.
Londra metrosu, dünyanın en eski metrosudur. 1863 yılında "Metropolitan Railway" (Türkçe: Metropolitan Demiryolu) ismiyle açılmıştır. Londra metrosunun yapılma amacı o zamanlar at arabalarından oluşan trafiğin yoğunluğunu azaltmaktı. Yapılan ilk hatlarda da bilinen en gelişmiş teknoloji olarak buharlı trenler kullanılmıştır. Şehrin belli yerlerinde hala kömür dumanını atma amacıyla açılan havalandırmalar mevcuttur.
Londra metrosuna resmi olarak "Underground", gayrıresmi olarak 1890'dan beri tünellerin şeklinden dolayı "Tube" (Türkçe: Tüp) denilmektedir. Toplam 11 hatta 270 istasyon bulunmaktadır. Yılda 1.34 milyar yolcuya ev sahipliği yapmaktadır.
Londra'ya hizmet sunan beş büyük havalimanı bulunmaktadır, bunlar yolcu sayısı sırasıyla Heathrow, Gatwick, Stansted, Luton ve London City'dir.
Londra, etnik olarak dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biridir. Londra'da yaklaşık 300 farklı dil konuşulmaktadır.
Resmi istatistiklere göre Londra dünyada üçüncü en çok film üretilen şehirdir. Küresel olarak moda başkentlerinden biri olarak görülen Londra, Londra Moda Haftası'na ev sahipliği yapar. Dünyada en çok tiyatro izleyicisine sahip olan şehirde West End bölgesinde günde 200'den fazla oyun sahnelenir. Şehirde 11'i ulusal müze olmak üzere 170'ten fazla müze mevcuttur. Şehirde yılda 250'den fazla festival düzenlenir, bunların en büyüğü olan Notting Hill Festivali'ne bir milyondan fazla kişi katılır.
Londra'da çok sayıda müze ve sanat galerisi bulunur. Devlete ait olan çok sayıda müze ve galeri, giriş ücreti almaz ve turizmde önemli rol oynar, bununla beraber akademik araştırmalarda da yer alırlar. Bunların en eskisi olan, 1753'te kurulmuş Britanya Müzesi Bloomsbury bölgesinde bulunur. 8 milyon objelik koleksiyonunda Rosetta Taşı gibi küresel üne sahip parçalar yer alır. Trafalgar Meydanı'nda National Gallery yer alır.
19. yüzyılın sonlarında South Kensington bölgesinde "Albertopolis" diye anılan bir kültür ve bilim merkezi oluştu. Burada Doğa Tarihi Müzesi, Victoria ve Albert Müzesi ve Bilim Müzesi olmak üzere üç büyük ulusal müze mevcuttur. Britanya'da üretilen resimlerin sergilendiği ulusal müze, 1897'de National Gallery'nin eki olarak kurulmuş Tate Britain'dır. Bu müze zamanla modern sanat için önemli bir merkez haline gelmiş; modern sanat koleksiyonu 2000 yılında Tate Modern müzesine taşınmıştır.
Küresel bir eğitim merkezi olan Londra Avrupa'da yüksek eğitim kurumlarının en yoğun olduğu şehirdir. QS Dünya Üniversite Sıralamalarının 2015-16 listesine göre dünyadaki en iyi üniversitelerin en yoğun olduğu ken |
t Londra'dır. Diğer ülkelerden gelen 110,000 öğrencisiyle dünyanın en büyük uluslararası öğrenci nüfusuna sahiptir.
Londra Cambridge ve Oxford'la beraber İngiliz üniversitelerinin "altın üçgen"inin parçasıdır. Bu altın üçgeni oluşturan ve ülkenin en prestijli eğitim kurumlarından kabul edilen University College London (UCL), Imperial College London, Londra Ekonomi Okulu ve King's College London (KCL) Londra'dadır. 170.000'den fazla öğrenciye sahip Londra Üniversitesi, açık öğretim dışında Britanya'nın en büyük üniversitesidir. Oluşturan kurumlardan üniversite statüsünde olup farklı fakültelere sahip olanlar UCL, King's College, Queen Mary Üniversitesi, Londra Şehir Üniversitesi ve Royal Holloway'dir. Bunun dışında London School of Economics, Kraliyet Müzik Koleji, Kraliyet Veterinerlik Koleji, Londra Hijyen ve Tropik Tıp Okulu ve Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu gibi daha spesifik konularla ilgilenen üyeleri bulunur.
Londra'nın 12 tane kardeş şehri vardır.
Londra 12 tane şehirle kardeşlik anlaşması yapmıştır.
Moskova
Moskova (Rusça: "Москва" / "Moskva"), Rusya'nın başkenti ve nüfus açısından en büyük şehridir. Şehir merkezinde 10.406.578'lik nüfusa sahiptir. Banliyöler de eklendiğinde 18 milyona yaklaşan bir nüfusa ev sahipliği yapar.
Moskova Doğu Avrupa'nın önemli bir politik, ekonomik, kültürel ve bilim merkezidir. Topraklarının tamamı Avrupa'da yer alan en büyük şehirdir, İstanbul'un ardından Avrupa'nın 2. en büyük şehridir Ayrıca dünya'nın en büyük 18. kentsel alanına sahiptir. Forbes'in 2013 yılı araştırmasına göre Moskova dünya'nın 9. en pahalı şehri seçilmiştir. Aynı zamanda dünya'nın sayılı büyük kentsel ekonomisine sahip olan Moskova, ""Global şehir"" kabul edilir. Turizm konusunda dünya çapında en hızlı büyüyen şehirler arasında yer alan Moskova, aynı zamanda yer yüzündeki en kuzeyde yer alan Metropol unvanına sahiptir. Avrupa'nın en uzun tek başına duran yapısı olan Ostankino Kulesi'ne, yine Avrupa'nın en yüksek gökdeleni unvanına sahip "Federation Tower"'a ev sahipliği yapar. 1 Temmuz 2012'deki bölgesel genişlemenin ardından yüz ölçümü 2 kat artmış olup, 233.000 kişi ise nüfusa eklenmiştir. Avrupa Rusya'sında yer alan şehir, "Moskova Nehri"'nin üzerinde yer alır. Denize kıyısı olmayan en büyük şehirdir. Şehir aralarında Aziz Vasil Katedrali'nin de bulunduğu birçok tarihi bina ile zengin bir mimariye sahiptir. Kapladığı alanın %40'ını ormanlar ve yeşil alanlar oluşturması, Moskova'yı dünya'nın en yeşil şehirlerinden biri yapar. Şehir sırasıyla Moskova Knezliği, Rusya Çarlığı, Rus İmparatorluğu, Sovyetler Birliği ve son olarak şu anki Rusya devletine başkentlik yapmıştır. Moskova Rus kültürünün merkezı konumundadır ve içerisinde barındırdığı birçok müze, tiyatro ve akademik kurumlardan dolayı sayısız bilim adamı ve sanatçıya ev sahipliği yapmaktadır.
Rusya Hükümeti'nin merkezidir. Şu anda Rusya devlet başkanı'nın çalışma yeri olan Moskova Kremlini de şehirdeki önemli yapılardan biridir. Moskova Kremlini orta çağ kalesi olarak inşa edilmiştir. Kremlin ile birlikte Kızıl Meydan da Dünya Mirası listesine giren yerlerdendir. Rus parlamentosu'nun iki birimi (Devlet Duması ve Federasyon Konseyi (Rusya)) de Moskova'da bulunmaktadır.
Şehir yaygın bir transit ulaşım ağına sahiptir. 4 uluslararası havaalanı, 9 demiryolu istasyonu, sayısız tramvay, monorail sistemi ve en önemlisi dünya'nın en derin yer altı hızlı taşıma sistemine sahip olan Moskova Metrosu metropolün yaşamında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca Moskova Metrosu zengin mimarisi ve 200'ü aşkın istasyonu ile şehrin simgesel noktalarından biri haline gelmiştir.
Rusya'nın iki federe şehrinden biridir. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra Mart 1918'de başkent olmuştur. Moskova nehrinin içinden geçtiği bu şehir Dünya'nın en yoğun işleyen (mimarisi ile ünlü) metro sistemine sahiptir. 1980 yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapmıştır. Moskovada yaşayan milyarder sayısı diğer dünya şehirlerden fazladır, bu da en çok milyarderin yaşadığı şehir unvanını getirmiştir. 2007 yılı istatistiklerine göre dünyanın en pahalı şehirleri listesinde 1. sıraya yerleşmiştir. Ayrıca Eurovision 2009'a ev sahipliği yapmıştır. Kızıl Meydan, Lenin Mozolesi, Tarih Müzesi, Bolşoy Tiyatrosu şehirdeki önemli mekanlardır.
Moskova'nın çeşitli lakabları vardır ve bunların çoğu şehrin büyüklüğüne veya Rus ulusu için önemine atıfta bulunur. Üçüncü Roma (Третий Рим), Beyaz Taşlı (Белокаменная), İlk Taç (Первопрестольная) ve Kahraman Şehir (город-герой). Moskovalı için kullanılan demonim erkekler için "москвич" ("moskviç") kadınlar için ise "москвичка" ("moskviçka"). İngilizceye "Muscovite" olarak geçmiştir.
Moskova Rusya’nın Avrupa merkezinde, Oka ve Volga nehirler arası, Smolensk-Moskova sırtları (batıda), Moskvoretsko-Okskaya ovasında (doğuda), Meşçyora çukureli (Güney-Batıda) kavşağında bulunur. Şehir alanı 2006 yıllının verilere göre 1081 km², bu da Rusya federasyonunda şehri en küçük yapar. Ana bölümü (877 km ²) çevre otoyolunda iken, diğeri 204 km ² - çevre otoyolun dışında.
Ortalama deniz yüksekliği 156 m. oluşturur. Arazinin en yüksek noktası Teplostanskaya Yükseltisinde (Rusça: Теплостанская возвышенность ) bulunur ve 255 m. rakıma sahiptir..
Moskova ılımlı kara iklimi altında, güçlü don ve yıkıcı sıcaklıklar oldukça seyrek, ancak normdan uzaklaşma sıkça görülür. Meteoroloji istasyonu verilere göre yıllın en soğuk ayı Ocak ( Orta derece −7,5 °C, ayrıca kış sezonunda hava sıcaklığın artma eğilimi gözlenmekte), soğuk dalgaların zamanında hava derecesi -20 °C düşebilir. En sıcak ayı temmuz (Orta derece +18,4 °C). Yaz boyunca ortalama 5 - 7 gün +30 °C ve daha yüksek. 130 yıllık dizi gözlemde en yüksek hava derecesi 2010 yıllında +38,2 °C iken, en alçak -42,2 °C 1940 yılının Ocak ayında kaydedildi. Yıl boyu Moskova'da ve bitişik topraklara 600 - 800 mm ( 2008 yıllı - 869 mm) yağış yağar. Moskova kendi hava rejim özelliklerin biri : hava akımı şehrin merkezine akarken birlikte yağışlar ve yakıcı sıcaklığı getirmesi.
Aylarına göre Derecenin Mutlak minimumların büyük çoğunluğu XIX veya XX başlangıcında kayda geçerken, bizim yüzyıllın başlangıcında ise 4 mutlak maksimum derecesi gelmekte.
Kent içinden geçen nehirle adlandırılmıştır. Kentin adı ile ilgili bazı kuramlar bulunmaktadır fakat adının kökeni tam olarak bilinmemektedir. Çarlık döneminin başkenti St.Petersburg'da batı tarzı mimari görülürken, Moskova daha çok Rus kültürünün özelliklerine sahiptir.
Moskova, 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nden sonra 12 Mart 1918'de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'nin ve SSCB'nin başkenti oldu.
2010 yılında yapılan nüfus sayımına göre Moskova'nın nüfusu 11.503.501 kişidir. 2002 yılında yapılan nüfus sayımında şehrin nüfusunun 10.382.754 idi.
2010 tarihli nüfus sayımına göre Moskova'nın etnik yapısı şöyledir:
Moskova Rusya'nın önemli kültür merkezlerden, ülkenin ilk Yükseköğretim kurulunun - Slav-Yunan-Latin akademisi - kurulması itibarıyla, şehirde önemli ölçüde öğretim kurum yoğunlaşır. Günümüzde şehirde 124 Yükseköğretim Kurulu faaliyette, bunların arasında Rusya'nın en eski ve tanınan Moskova Devlet Üniversitesi, Lomonosov inisiyatifine göre 1755 yıllında kuruldu.
Moskova'da binbeşyüzbinden fazla genel eğitim okulu faaliyette, lise, gimnazyum, yatılı okul dahil olmak üzere, 1800 üzerine okul öncesi öğretim kurumu, 400 yakın kütüphane, bunların yanında Rusya'nın en eski halk kitaplığı - MDÜ Bilimsel Kütüphane ve ülkenin en büyük kitap deposu - Rusya Devlet (Lenin) Kütüphanesi bulunmaktadır.
Moskova, dünyanın en gelişmiş ve nitelikli metro sistemine sahiptir. Kafa karıştırmayan metro haritasıyla şehrin her yerine sadece bu araçla gitmek makul bir fiyatla mümkündür.
Moskova'nın 77 tane kardeş şehri vardır.
Varşova
Varşova ( ), Polonya’nın başkenti olup, aynı zamanda bu ülkenin en büyük şehridir. Vistül Nehri üzerinde yer alan şehir Baltık Denizi’nden yaklaşık 360 kilometre; Karpatlar’dan ise 300 kilometre uzaklıktadır. Haziran 2009 tarihi itibarı ile 1,711,466 kişilik bir nüfusa sahip olan şehrin Varşova Metropol Bölgesi sınırları içindeki nüfusu ise yaklaşık 2,785,000’dir. Şehir 516.9 kilometrekarelik bir alana yayılmıştır. Varşova Metropolitan Bölgesi () ise 6,100.43 kilometrekarelik bir alana yayılmıştır. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin şehirleri arasında Varşova nüfusu bağlamından en büyük 9. şehirdir.
Warszawianka (1831) Varşova şehrinin gayriresmi marşı olarak kabul görmektedir. 9 Kasım 1940 yılında şehir Varşova Kuşatması’daki kahramanca direnişi nedeniyle Polonya’daki en önemli askeri madalya olan Virtuti Militari ile onurlandırılmıştır.
Varşova aynı zamanda bir Feniks şehri olarak bilinmektedir. Mitoloji’deki feniks kuşunda olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı’nda %80’i harap olan bu şehirde hem Polonyalıların hem de Sovyetler Birliği’nin yardımıyla yeniden inşa edilmiştir. Şehir ismini Varşova Konfederasyonu, Varşova Paktı, Varşova Düklüğü, Varşova Konvansiyonu, Varşova Anlaşması ve Varşova Ayaklanması gibi ünlü oluşumlara veya olaylara ismini vermiştir.
Varşova bir "şehir ilidir" (Lehçe: Powiat grodzki) ve 18 semte bölünmüştür. Lehçe’de "dzielnica" adı verilen bu semtlerin her birisini bir bölge yönetim oluşumu yönetir. Bu bölgelerin her birisi de kendi içlerinde mahalleler gruplarına ayrılmışlardır ama bu grupların yasal veya yönetimsel bir statüsü yoktur. Varşova’da iki tarihi bölge vardır; bunlar Śródmieście bölgesinde yer alan Eski Şehir () ve Yeni Şehir’dir ().
Varşova'nın 56 tane kardeş şehri vardır.
Kaynaklar - şehrin resmi websitesi
Prag
Prag (Çekçe Praha), Çek Cumhuriyeti'nin başkenti ve en büyük şehri. Geçmişte Çekoslovakya'nın da başkentiydi. Orta Bohemya'da Vltava Nehri'nin üzerinde yer alır ve 1.2 milyon nüfusu vardır. İş dünyası istatistiklerine göre bu sayıya ek olarak 300.000 kişi de resmi kaydı olmaksızın Prag'ta yaşamaktadır. Prag, geniş bir kitle tarafından dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak gösterilir.
Prag "Altın Şehir", "Doksanların Sol Bankası", "Masal Şehri", "Şehirlerin Anası" ve "Avrupa'nın Kalbi" gibi |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.