article
stringlengths
7.34k
10k
a kazanmıştır. Birçok genç yazar bu sorunu ele almıştır. Faust, onların arzularını, monoton, uygarlaşmış ve doğaya yabancı olan bir dünyadan zihinsel-duygusal bir maceraya dönüştürmüştür. Paul Wiedmann, Faust’un ailesi tarafından ziyaret edildiğini ve dönüşünü konu alan timsali bir drama ele almıştır. Jakob Michael Lenz’in Höllenrichter isimli eserinde Faust’un hayatı, aşktan uzak bir cehennem azabı olarak anlatılmaktadır. Friedrich Maximilian Klinger’in romanı Fausts Leben, Thaten und Höllenfahrt ise, Aydınlanma Çağı taşlamaları ve Fırtına ve Coşku dönemi öykülerinin bir karışımından oluşmuştur. Hiç kesintiye uğramayan bu gelenek, 19. yy’ın sahne melodramı şeklinde genişlemiştir. Bu bağlamda Ferdinand Kringsteiner’ın Johann Faust (1811) ve Ernst August Klingermann’ın Faust (1815) adlı eserleri, popülerlik kazanan etkileyici dramlardır. Louis Spohr ise, operası Faust için, önemli bir içeriğe sahip olacak müziğini oluşturmak üzere, bu serilerde etkileyici bir detay araştırmasına girmiştir. Faust figürü popüler kültürde değiştirilmeden dursa da bu figürün yüceltilmesi, son benimseniş dönemlerinde önemini yitirmiştir. 1808 yılında Goethe, Faust. Der Tragödie erster Teil isimli eserini yayımlamıştır. Eserine, kendisini dine mensup etmeden ikircimli, ümit dolu bir son yüklemiştir. Bu eser, tüm Faust serilerinin en önemlisi olmuştur. 1832 yılında yayımlanan ikinci bölüm ise daha çok bir sahne oyunu formatında kültür eleştirel bir denemedir. Goethe yaklaşık 60 yıl boyunca Faust serileriyle ilgilenmiştir. Faust’u, kendisini kilise vesayetinden kurtaran modern bir entelektüel, insancıl ve Rönesans insanı olarak tasvir etmiştir. Goethe’nin Faust çalışmaları, bilgiye ulaşma ve farklı deneyim yaşama arzusu üzerinde yoğunlaşmıştır. Arzu ettiği evrensel bilgiyi kendi gücü ile elde edemeyen Faust’un kendisini kabul ettirmek zorunda olması, bu bilimsel trajediyi doruk noktasına çıkarmıştır. Goethe, esas olmayan çirkin bir anlayışla yolu ile şeytanla olan antlaşmayı yerinde göstermiştir. Daha önceleri Lessing, bu öğrenme hırsını, insanların en soylu eğilimleri olarak nitelendirmiştir. Ayrıca Goethe, Faust’un bilgi arayışını Gretchen trajedisi ile ilişkilendirmiştir. Faust tarafından baştan çıkarılan Gretchen, kendisine zıt olan masumiyetin kişileştirilmesidir. Friedrich Theodor Vischer’in Faust. Der Tragödie dritter Teil (1902) isimli Goethe parodisi kendini gösterememiştir. Buna rağmen Faust serileri, Bale ve Opera sahnelerinde sayısız versiyonları ile gündemde kalmıştır. Bunların en ünlüsü, 1859 yılında sahnelenen, coşku ve duygu yüklü olan Faust olmuştur. İlk Amerikan müzikali The Black Crook (1866) ise Faust serilerini, konuşulan bir sahne spekülasyonuna ilişkin ipucu olarak yansıtmaktadır. Eski rejimin kati yıkılışı ve dünya savaşlarının getirdiği sonuçlar, 20. yüzyılda Faust serilerine ilgi gösterilmesiyle şekillenmeye başlamıştır. Heinrich Mann yeniden, “Professor Unrat” (1905) isimli eserinde olumsuz, kibirli ve gülünç bir Faust figürü yaratmıştır. Kardeşi Thomas Mann ise, 1947 yılında yayımlanan romanı Doktor Faustus ile 1587'de ele aldığı Historia adlı esere intikal etmektedir. Olayı, 1900 yılının başladığı döneme taşımakta ve Almanya’nın orta sınıf halkını eleştirmektedir. Michail Bulgakow’un hiciv eseri Der Meister und Margarita ise Sovyet rejiminin halkını yansıtmaktadır. Hans Eisler’in 1952 yılındaki seslendirilmeyen opera libretosu “Johann Faustus” adlı eserinde Faust, 1525 yılı civarında gerçekleşen mücadelede, çiftlerin çiğnenen haklarını temsil etmektedir. Kukla tiyatrosu, Max Jakob’un sorumluluğundaki Hahnstein kukla sahnesi tarafından bir festival eğlencesinden bir tiyatro formuna taşındıktan sonra, yine 20. yüzyılda Faust figürü, kukla oyunu çerçevesinde yeniden canlılık göstermiştir. Faust kukla oyunlarının ileri gelen yazarları arasında Max Jakob Friedrich Arndt’ın (Hahnstein baş figürü) yanı sıra Walter Büttner ve Otto Schulz-Heising bulunmaktadır. Günümüzde hala Gerd J. Pohl (Piccolo kukla oyunu), Andreas Blaschke (Köln figür tiyatrosu), Harald Sperlich (Hohenloch figür tiyatrosu), Dr. Johannes Minuth (Freiburg kukla sahnesi) ve Stefan Kügel gibi geleneğe sahip çıkan kukla oyuncuları, bir Faust oyununu temsil etmektedir. Kaynak Şeytan Şeytan, birçok din ve mitolojide, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan, adaletsizliğin ve tüm kötülüklerin kaynağı kabul edilen ruhani varlık. İblis sözcüğü de çoğu zaman Şeytan ile aynı anlamda kullanılır. Yeryüzündeki birçok dinde ve mitolojilerde Şeytan, genellikle doğaüstü güçlere sahip, sürekli insanları dinden, dolayısıyla yaratıcısının emirlerinden iyilik ve yardımlaşmak gibi şey lerden uzaklaştırmaya çalışan bir varlık olarak düşünülmüştür. Bunun yanı sıra Şeytan'a tapan veya Şeytan'ı yücelten inanç lar ve akımlar da mevcuttur. Latince'de "Diábolus, Diaboli", İspanyolca'da "Diablo", Yunanca'da "Diabolos", "Karanlıkların Efendisi," "Beelzebub" (Sinek Kral), "Belial", "Mephisto" ya da "Lucifer", Rusça'da "Satana", eski Türkçede "Yek" ya da 'Albız 'olarak geçer. Kabbala felsefesinde "Samael" olarak geçer. Ancak Yahudi inanışında Samael başka bir melektir. Şeytan ayrıca "Azazel" olarak da anılmıştır. İslam'da "İblis" () olarak da bilinir. Eski Mısırda fırtına, karanlık, ve kaos tanrısı Set (Seth, Setesh, Sutekh, Setekh veya Suty), göklerin tanrısı Horus ile savaşında yenilerek çöle sürülmüştür (kovulmuş)ve kötülüğün sembolü haline gelmiştir. Bu ve benzeri (ör, Amin deyimi) inanç ve deyimlerin İbranilerin Mısırda yaşadığı dönemlerde İbraniceye aktarıldığı düşünülmektedir. "Muhalif, bozucu ve bozguncu" gibi anlamlara gelen İbranice "Satan" kelimesinin kökü "komplo kurmak" anlamına gelir. İbranice'den Latince ve Yunanca'ya, oradan da diğer batılı dillere geçmiştir. Arapça'da ise "şetane" "rahmetten uzaklaştı, hak'dan uzak oldu" anlamlarında kullanılır. Eski Antlaşma'da Şeytan Hristiyanlıktaki gibi korkulan bir mahluk değildir ve kötülüklerin temelini oluşturmaz. Çünkü Musevilikte hayrın da şerrin de Tanrı'dan geldiği inancı vardır. Bu sebeple Satan ya da Samael adı verilen Şeytan'ın hile ve aldatmacalarına karşı dikkatli olunmalıdır. Yine Talmud, Bava Batra Bölümü, Daf 16a 'ya göre: (הוא שטן הוא יצר הרע הוא מלאך המות הוא שטן דכתיב) Şeytan, kötü dürtüler ve Ölüm Meleği aynı şahsiyetlerdir. Ezekiel 28:12–19: "..güzellerin ve bilgelerin en mükemmeliydin. Eden'de, Tanrı'nın bahçesindeydin. Giysilerin hep güzel taşlarla – yakut, zümrüt, aytaşı, beril, onix, safir, turkuazla - ve altın işlemelerle süslüydü. Bunlar sana sen yaratıldığın gün verildi. Seni kudretinle ve gücünle bekçim yaptım. Tanrının kutsal dağına gidebiliyor ve ateş tarlalarında yürüyebiliyordun. Yaptıklarından tamamen muaf tutulurdun ta ki için kötülükle dolana dek. Bu varlık içinde bile daha büyük şiddet yarattın ve günahkar oldun. Seni tanrının dağından men ettim ve seni bekçilik ettiğin ateş tarlalarından sürgün ettim. Güzelliğin yüzünden için kibirle doldu ve bilgeliğini kendi ünün için harcadın. Seni içine hapsettiğim ateşle beraber Dünya'ya attım. Seni takip edenlerle beraber sonunuz ateşler içinde küle dönecek. Çok feci bir sona geldin." Şeytan özellikle Yeni Antlaşma'da ve Hristiyan inancında da kendisine daha çok yer bulmuştur. Özellikle İsa'yı sürekli olarak kışkırtır. Ancak Şeytanın kişiliğinin kaynağı İncil değil, Hristiyan edebiyatıdır. John Milton'nun epik bir şiirinde Şeytanın en üst düzeyde bir melekken insanı ve kendini yaratan tanrıya karşı düşmanlığa yönelen bir kişilik olduğu anlatılır. Ancak Şeytan kesinlikle Cehennem'de hapsolmuş biri değildir aksine istediği her yere - Dünya'ya hatta Cennet'e bile - girip çıkabilir. Bu özellikleriyle Şeytanın nihai amacı insanlığı yaratıcının yolundan saptırmaktır. Bu anlamda kendisini tanrıya bir rakip olarak kabul ettirme gayreti içindedir. Kendisine bir süre verilmiş ve bu sürenin dolmasına kadar yaratıcıya karşı açtığı savaşın sonucunu beklemektedir. Yaradılış (Genesis) bölümünde, Âdem ve Havva'yı kışkırtan yılan figürü, Tevrat'taki anlatımın aksine daha sonraları Hristiyan uleması tarafından Şeytan olarak değerlendirilmiştir. Doğu (Ortodoks) Kilisesine göre Şeytan, insanın üç düşmanından (diğerleri günah ve ölüm) birisidir. Bütün Hristiyan inanışlarında, Şeytan, İsa'ya ve İsa figüründe Tanrı'ya karşı son bir savaş (Armageddon) açacaktır. Bu savaş aynı zamanda Şeytana verilen sürenin de (aeonios) sonuna çok yaklaşıldığını gösterecektir. Üniteryen Kilisesine göre Şeytan bu zaman geldiğinde tekrar iyi olacak ve melek özelliklerine kavuşacaktır. Bu sürenin nasıl işleyeceği her kilisede farklılıklar gösterir. Neticede Dünya tüm şeytanlıklardan arınır ve tıpkı Cennet gibi günahsız bir yere dönüşür. Ortaçağ'da Şeytan bir keçi gibi sakallı ve boynuzlu, elinde çatal ve kuyruklu olarak tasvir edilirdi. Bu görüntünün oluşmasının sebebi İncil değildir ve hristiyanlıktan önceki pagan inanışlarda simgelenen bazı tanrı figürlerinden (Pan, Dionysus) kaynaklanır. Yehova Şahitliği Yehova'nın Şahitleri, Şeytan'ın mükemmel ruh özelliklerine sahip bir melek olarak yaratıldığına; ancak Âdem ve Havva'nın tanrı Yehova yerine kendisine itaat etmelerini sağlamaya çalışmasıyla Şeytan'a dönüştüğüne inanırlar. Şeytan'ın zamanla güzelliğinden ötürü gurura kapılarak kendisini bir tanrı gibi görmeye başladığını ve bu şekilde kendisini Yehova'ya bir rakip yaptığına inanırlar. Şeytan sözcüğünü daha kesin anlamak için, Kerub sınıfından bir melek olan "Şeytan" sözcüğünün "Karşı Koyan" anlamına geldiğinin gözönünde tutulması gerekir. Şeytan, Tanrı'nın amacına karşı koymaya çalıştığı için bu sıfatı almıştır. Şeytan adı bu varlığın özel adı değildir. Şeytan "Aden Bahçesi"nde, ""-Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün."" denilerek, yasaklanan meyveyi yemesi için Havva'yı kışkırtmış ve yalan söyleyerek itaatsiz olmasını sağlamıştır. Bunu yaparken bir yılanı kukla gibi şu sözlerle konuşturmuştur: Yılan, ""-Kesinlikle ölmezsiniz"" dedi, ""-Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, i
yiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız."". Bu şekilde Şeytan, Âdem'le Havva'yı tanrıya itaatsiz olmaları için ayarttığında, meselenin yalnızca bir meyveyi yemek olmadığına, tanrı Yehova'nın insanları yönetme hakkına meydan okuduğuna inanırlar. Tanrı Yehova'nın, Şeytan'a ortaya çıkardığı bu dava nedeniyle (Tanrı'ya göre altı gün) 6000 yıllık bir süre tanıdığına inanırlar. Şeytan'ın ortaya çıkardığı davaların şunları içerdiğine inanırlar: Yehova'nın Şahitleri, Yehova'nın Şeytan'ı bu davalar nedeniyle hemen yok etmediğini ve eğer hemen yok edecek olsaydı, bütün yarattığı ruh varlıkların zihinlerinde kendisinin haklı olup olmadığı kuşkusunun doğacağını bilerek, Şeytan'a geçici bir süre için izin verdiğine inanırlar. Ayrıca, Tanrı'nın Şeytan'a ve insan yönetimlerine izin vermekle, kötülüğe de izin verdiğine; çünkü bunun sonuçlarının kötü olacağını bildiğine inanırlar. Yehova'nın, Şeytan'ın iddialarının geçersizliğini bu kötü sonuçlara göre ispat edeceğine inanırlar. İncil'deki ""Bu Dünya'nın egemeni" şimdi dışarı atılacak." ve "Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü "bu Dünya'nın egemeni" geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur." sözlerine göre, Yehova'nın Şahitleri bu davaların çözümüne kadar, 6000 yıllık bir süre için Dünya'yı perde arkasından Şeytan'ın yönettiğine inanırlar. Ve Şeytan'ın bunu yaparken "Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine ışık meleği süsü verir." sözlerine göre, Şeytan'ın insanları çoğu kere iyilik meleği gibi görünerek kandırdığına inanırlar. Yehova'nın Şahitleri, Şeytan'ın 6000 yılın bitiminde, bir "uçuruma" atılarak 1000 yıl boyunca faaliyetsiz bırakılacağına ve 1000 yıl geçtikten sonra sonsuza dek yok edileceğine inanırlar. Bu 1000 yıllık dönemde Şeytan'ın bozduğu şeylerin telafîsinin olacağına inanırlar. Bu telafî Yehova'nın Şahitleri'ne göre yeryüzünde Cennet'in yeniden kurulması ve ölmüş kişilerden birçoğunun dirilerek bu Cennet'te yaşamasıdır. Kur'an'da "şeytan" kelimesi, "İblis"'ten daha fazla (88 kez) kullanılmıştır. Genelde İblis'le Cennet'ten büyüklendiği için kovulan cin (bu durumda ateşle yaratılan melekleri içerebilir), şeytanlarla da ona uyarak başkalarını kötüye çağıran cinler ve insanlar kastedilir. Şeytan, İslamiyet'e göre insanları ve cinler dinden caydırmaya çalışan melek türünden bir varlıktır. Kur'an'da şeytandan bahsedilen ayetlerde insanlar onunla birlikte hareket etmemeleri konusunda uyarılırlar. Şeytan önceleri bilgeliğinden yararlanılan ve sayılan biriyken, Allah'ın huzurundan kovulmuştur. Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. Şeytan, “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi. Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddin değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. Şeytan dedi ki: “Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.” Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” “Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenler bulamayacaksın.” Allah dedi ki: “Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi Cehennem'e doldururum.” “Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet'te kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” Derken Şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız ya da (Cennet'te) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.” “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti. Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini Cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rableri onlara, “"Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?"” diye seslendi. Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” Allah dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak inin. Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.” Allah dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız. Şeytan figürünün Yahudi-Hristiyan ve Müslümanlıktaki bir benzeri Ezîdîlik'te de bulunmaktadır. Ancak burada Şeytan'ın sahip olduğu özellikler diğer dinlerden farklıdır. Ezîdîlik'te tanrı Dünya'nın sadece yaratıcısıdır, ancak sürdürücüsü değildir. Tanrısal iradenin vücut bulması için Şeytan bir nevi aracılık rolü üstlenmiştir. Şeytan "tavus" olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Tanrı özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil içi kötülüklerle dolu olana, Tavus'a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus'tur. Ahiret inancı gibi sonradan hesap verilecek bir yerin varlığı söz konusu değildir. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre Dünya Cennet'e de Cehennem'e de dönüşebilir. Melek Tavus bütün bu işlerin denetleyicisi ve tanrının bu yeryüzündeki gölgesidir. Ezîdîlik'ten önceki ilâhî dinlerde anlatılan, Şeytan'ın, yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun tüm evrene ispatıdır ve yaratıcı tarafından sınanmıştır. İşte bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve Dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmıştır. Ekistler "Şeytan" kavramını Sugmad'ın yani Tanrının negatif yönü olarak yorumlamaktadır. Şeytanı yaratıcı ve/veya hükmedici bir figür ya da evrende temel bir güç olarak gören inanç sistemidir. Edebiyatın ve dinin kesiştiği birçok noktada Şeytan, olayların gelişmesinde, sonuçlanmasında ya da dallanmasında temel bir figür olarak, tıpkı hayattaki kaosun açıklanmasında olduğu gibi, yazarlarca kullanılmıştır. Şeytanın kahramanı oynadığı en önemli eserlerden birisi, Goethe'nin Faust'udur. Faust'ta Şeytan (Mefisto), başarılı çalışmalarıyla insanlığı, kendisinin sebep olduğu felaketlerden koruyan bir doktoru elde etme konusunda tanrıyla "bir kez daha" bahse girer. İnsanın Şeytan'la içsel bir kavga halinin anlatıldığı ve yeryüzündeki iyilik ve kötülük kavramlarının kaynağının sorgulandığı bir başka eser, Paulo Coelho'nun "Şeytan ve Genç Kadın" adlı romanıdır. Jeffrey Burton Russell ise Kötülük (1-4) serisinde yeryüzüne artık iyice alışmış olan Şeytan'ın, insanlardan bir farkının kalmadığını ve "onu bizden biri" gibi görerek, şeytanlaşan insanı anlatmaktadır. Boston Boston Amerika Birleşik Devletleri'nin Massachusetts Eyaletinin başkenti ve en büyük şehridir. Ayrıca New England olarak bilinen Amerika Birleşik Devletleri'nin kuzeydoğu bölgesinin de resmi olmayan merkezidir. Boston ABD'nin en eski ve varlıklı şehirlerinden biri olarak bilinir. 17. yüzyıl başlarında Amerika'nın yerlileri tarafından kurulmuştur. Amerika'nın, Avrupa'dan ilk göçmen alan bölgelerinden biridir. Boston bölgesine ilk yerleşenlerin çoğu İngiliz asıllı Anglikan ve Püritenlerdi ve şehre İngiltere'nin Boston şehrinin ismini verdiler. 19. yüzyıl başlarında şehrin nüfus yapısında köklü değişiklikler oldu. Bu dönemde Boston'a gelen göçmenlerin çoğu İtalyan ve İrlandalı asıllıydı ve şehirde Protestanlık yerine Katolik mezhebi ağırlık kazanmaya başladı. Şu anda Boston Amerika'da İrlanda kökenlilerin en etkin oldukları şehir olarak bilinir. İç nüfusu sadece 580.000 civarında olmakla beraber, Boston Metropolitan Bölgesi 6 milyona yaklaşan nüfusuyla Amerika Birleşik Devletlerinin 10 büyük nüfus merkezinden biridir. Nüfusunun % 55'i beyaz ırktan, % 25'ı de siyahi ırktan oluşur. Boston günümüzde bir eğitim, sağlık, finans ve teknoloji merkezidir. M.İ.T., Harvard Üniversitesi, Tufts Üniversitesi, Massachusetts Üniversitesi, Northeastern Üniversitesi, Boston Koleji, Wellesley Koleji ve Boston Üniversitesi gibi dünyaca ünlü eğitim kurumları Boston ve civarında yer alırlar. Beth Israel Deaconess Tıp Merkezi, Brigham ve Kadın Hastanesi, Massachusetts Genel Hastanesi, Boston Çocuk Hastanesi, Dana-Farber Kanser Enstitüsü ve Harvard Tıp Fakültesi bütün dünyadan hastaların tedavi amacıyla geldikleri ünlü tıp merkezleridir. Ayrıca şehir Fidelity Investments, Putnam Investments ve Wellington Management gibi dünyaca ünlü yatırım fonlarının merkezlerini barındırmaktadır. Şehri, NBA'da Boston Celtics temsil eder. Şehri, NHL'de Boston Bruins temsil eder. Şehri, MLB'de Boston Red Sox temsil eder. Boston'un resmen 12 tane kardeş şehri vardır: Soyut cebir Soyut cebir veya soyut matematik, matematiğin bir alanı olup, cebir, vektör uzayı, modüller, alanlar, halkalar gibi cebirsel yapılar üzerinde çalışır. Bazı yazarlar günümüzde, "soyut cebir" yerine "cebir" terimini kullanmaktadır. Soyut cebir kavramı günümüzde tüm cebirsel yapılar üzerine yapılan çalışmayı ifade etmektedir, temel cebirden farkı, bilinmeyen, çözümsüz gerçek ve karmaşık sayılardan oluşan cebirsel ifadeler ve formüller için doğru kurallar gösterir. Temel cebir, gerçek alan ve basit cebir olarak bilinen yapıların başlangıç kısmı olarak ele alınabilir. Otlukbeli Muharebesi Otlukbeli Muharebesi, 11 Ağustos 1473 tarihinde Osmanlı padişahı II. Mehmed ile Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan arasında yapılmış bir meydan muharebesi. Osmanlı ve Akkoyunlu hanedanları arasındaki düşmanlık, Yıldırım Bayezid ve Kara Yölük Osman zamanına dek uzanıyordu. Osmanlılar Karakoyunlularla müttefikken Akkoyunlular da Timur'u desteklemişlerdi. Uzun Hasan, 1458’de Trabzon İmparatoru IV. İoannis'in kızı Despina Hatun ("Theodora Megale Komnini") ile evlenmiştir. Uzun Hasan, yeğeni Murad’ı İstanbul’a gönderdi. Osmanlı Sultanı II. Mehmed’ten, Trabzon İmparatorluğu vergisinin affedilmesinden başka, Despina Hatun'a çeyiz olarak verilmiş olan Kayseri bölgesini ve önceki hediyeleri istedi. Fatih, vergi
işini bölgeye gelerek bizzat halledeceğini bildirdi. Fatih, Uzun Hasan ve müttefiki Trabzon İmparatorluğu ile Gürcülere karşı 1461’de harekete geçti. Uzun Hasan’ın, 1459’da zaptettiği Koyulhisar’ı aldı. Akkoyunlu ordusu Erzincan’daki Munzur Dağlarında Osmanlılara yenildi. Uzun Hasan, annesini Fâtih’e gönderip, antlaşma sağlandı. Uzun Hasan tarafsız kaldı ve Fatih, 26 Ekim 1461’de Trabzon'u fethedip, bölgedeki Rum hâkimiyetine son verdi. 1466'dan itibaren Osmanlı kuvvetleri Orta Anadolu'ya girerek Karamanoğullarını takibe başladı. Karamanoğlu kuvvetleri doğuya kaçarken Akkoyunlular sınırı geçti ve 1472'de Osmanlı birlikleriyle çatışmalar yaşandı. Ertesi yıl II. Mehmed, bizzat ordunun başına geçerek doğuya yürüdü. Uzun Hasan'ın ordusu Karamanoğullarından arda kalanlarla takviye edilmişti. Ordu, kalabalık fakat düzensiz bir Türkmen ordusuydu. Asıl gücünü hafif süvariler ve mızraklı piyadeler oluşturuyordu. Uzun Hasan'ın amacı Osmanlı sipahilerini mızraklı yayalarla devirmek ve süvarileriyle de kıskaca sarıp yok etmekti. Osmanlı ordusunda her ne kadar topçu yeniçeriler olsa da asıl çarpışmalar sipahiler arasında oldu. Meydan savaşında sonucu belirleyecek olan da sipahiler ile akıncıların hücumu idi. Ancak II. Mehmed, İstanbul'un fethi sırasında gücünü ispatlayan topların meydan savaşında da kullanılmasını istiyordu. Bu amaçla ilk kez hafif havan topları üretildi ve bunlar, doğu seferine götürüldü. Osmanlı ordusu Doğu Karadeniz dağları arasında ilerlerken Uzun Hasan'ın birlikleri gizlice yaklaştı. Hasan, dağlarda baskın yapmayı planlamıştı. Osmanlı keşif birlikleri çok yakına sokulan düşmanı son anda fark etti ve II. Mehmed, derhal savaş düzeni alınmasını emretti. İki ordunun karşılaştığı arazi, akarsu tarafından yarılmış bir vadiydi ve savaşa hiç müsait değildi. Kayalıklar ve engebe yüzünden atların kullanımı çok zordu. Osmanlı beyleri geri çekilip ova bulmayı önerdiyse de düşman bu kadar yakındayken geri çekilme manevrasının tehlikeli olacağını düşünen II. Mehmed savaşa girmeye karar verdi. Savaş öncesinde Rumeli Beylerbeyi Murat Paşa Uğurlu Mehmet Bey'in tuzağına düştü ve Fırat Nehri'nde boğuldu. Bu asker içinde büyük üzüntüye neden olduysa da asıl muharebeler Tercan Ovası'nda Otlukbeli'de yapıldı. Öncü birliklerle yapılan muharebede Davut Paşa galip gelip Akkoyunlu öncü birliklerini yenilgiye uğrattı. Sonra Akkoyunlu sağ cenah komutanı Zeynel Mirza'nın Davut Paşa'ya hücuma geçmesi üzerine Osmanlı sol cenah komutanı Karaman Valisi Şehzade Mustafa Akkoyunlu sağ cenahını bozguna uğratıp Zeynel Mirza'yı azapların içine çekip onu öldürdü. Böylece Akkoyunlu sağ cenahı bozguna uğrayıp dağıldı. Bu sırada Osmanlı sağ cenah komutanı Amasya Valisi Şehzade Bayezid önce Uğurlu Mehmet Bey'e saldırıp onun savaş alanından kaçmasına neden oldu. Uğurlu Mehmet Bey çekildikten sonra Akkoyunlu sol cenahını Mehmed Bakır komuta ediyordu. Şehzade Bayezid üzerine saldırıp Akkoyunlu sol cenahını bozguna uğratıp, kendisini esir aldıktan sonra Uzun Hasan'a saldırdı. Hem Şehzade Mustafa hem de Şehzade Bayezid'in hücumlarına karşı koyamayan Uzun Hasan yerine kendisine benzeyen bir askerini bırakıp savaş alanından kaçtı. Zaferden sonra beyler düşmanı takibi önerse II. Mehmed ileri gitmedi. Arazi pusu kurmaya elverişliydi, keşif birliklerinin düşmanı fark etmede geç kalmasını da göz önünde bulunduran II. Mehmed, düşmanın gitmesine göz yumdu. Ertesi yıl çatışmalar devam ettiyse de Akkoyunlular için çöküş dönemi başlamıştı. Savaştan sonra Fatih Sultan Mehmed pek çok ülkeye fetihnâmeler yollamıştır, bunlardan en dikkat çekici olanı Özbek hanına yollanan Uygurca fetihnâmedir. Otlukbeli Muharebesi birçok tarihçiye göre döneme oranla kullanılan taktik, teknoloji ve insan gücü bakımından 15. yüzyılın en büyük savaşı olarak kabul edilir. Michelangelo Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni (d. 6 Mart 1475 – ö. 18 Şubat 1564), İtalyan rönesans dönemi ressam, heykeltıraş, mimar ve şairidir. Michelangelo, 6 Mart 1475'te Arezzo yakınlarında Caprese’de doğar. Ailesi, o daha bir aylıkken Floransa’ya taşınır. Annesi, kendisi altı yaşındayken ölen Michelangelo, 13 yaşına geldiğinde Floransa’da Domenico Ghirlandaio’nun yanına öğrenci olarak verilir. Bertoldo di Giovanni’nin zamanında, Medici ailesine ait olan San Marko bahçesinde çalışan genç Michelangelo, bu arada Lorenzo de' Medici ile tanışır. Michelangelo, heykeldeki rüştünü kanıtladığı ilk ve en ünlü eseri olan çocuk kral Davud’un heykelini yaptığında henüz 26 yaşındadır. Beş buçuk metrelik bir mermer kütleden çıkaracağı eser için genç dâhi, mermer bloğun yanına bir baraka inşa ederek, yardımcısız bir şekilde, çoğu zaman geceli gündüzlü çalışarak Rönesans sanatının harikalarından biri olarak kabul edilen David’i yaratır. 1505 yılında Papa II. Julius tarafından kendisine, en önemli başarılarından biri olacak Vatikan’ın yanındaki Sistine Şapeli’nin tavan resimlerinin yapılması işi verilir. 3 yıl sonra başlayacağı bu görevi sanatçı, 520 metrekarelik bir alanda yaklaşık dört yıllık bir çalışmanın ürünü olarak bitirir. Ortasında , her biri Âdem, Havva ve Nuh Tufanıyla ilgili İncil’in Eski Ahit’inden alınma öykülerden esinlenerek yapılan resimlerin bulunduğu dokuz pano bulunan freskin yan unsurları da mitolojik figürlerle bezelidir. Özellikle “"Adem'in Yaratılışı"” ismindeki sahne batı resim sanatının en canlı tasvirlerinden biri kabul edilir. 1519 yılında Cosimo de' Medici’nin soyunun son temsilcisi Lorenzo de' Medici’nin ölmesiyle Michelangelo, onla birlikte genç yaşta ölen Nemours Dükü Giuliano’nun mezarlarının konulduğu kiliseye iki ünlünün heykelini yapar. 1534’te Papa III. Paulus’un heykeltıraşı ve mimarı yapılan Michelangelo’ya Sistine Kilisesi’nin sunak duvarına bir "‘Kıyamet Günü’" tasviri yapmasını ister. Meryem’in Göğe Yükselişi, İsa’nın Vaftizi ve Musa’nın Hükmü’nün anlatıldığı freskler süsler bu duvarı. Kıyamet Günü tablosuna başından beri muhalefet eden yeni Papa IV. Paulus ise, tablodaki imgelerin fazlaca müstehcen göründüğünü belirterek Michelangelo’dan tabloyu biraz daha ‘düzgün’ hale getirmesini isteyince, ustanın cevabı şu olur: “"Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo da aynı uygunluğa girecektir".” Michelangelo’nun yaşadığı çağ, kendisiyle boy ölçüşebilecek derecede yetkin ressam ve heykeltıraşçılara da tanıktır aynı zamanda. Bunların başında Rafael ve Leonardo Da Vinci gelir. Bu sanatçılar arasında keskin ancak hoşça bir rekabet vardır. Anlatılan bir öyküye göre, sanatçının rakiplerinden Rafael ve Bramante, iş birliği yaparak Michelangelo’ya Sistine Kilisesinin işini verdirmeye çalışırlar. Böylelikle, kendini ressamdan çok bir heykeltıraş olarak kabul eden Michelangelo, bu işi kabul etmeyerek Papanın gözünden düşecektir. Hayatının son dönemini Roma’daki Aziz Peter Kilisesi’nin mimarı olarak geçiren Michelangelo 18 Şubat 1564'te 89 yaşında ölür. Michelangelo'nun ellerinde oluşan romatizmal hastalık sanatçıyı etkilese de çalışmalarına tarzını değiştirerek devam etmiştir. Rönesans sanatına benzersiz bir etkide bulunan Michelangelo, klasik sanat tekniklerini öğrenmesinin yanı sıra asıl olarak, insan formunu her açıdan tasvir edebilmek için kadavralar üzerinde çalışıp, Yunan ve Roma sanatından devraldığı idealleştirilmiş insan tasarımlarını ulaştığı gerçekçilik boyutunu yakalamaya çalışır. Batı resminin babası olarak bilinen Giotto’nun resmindeki doğallık ve gerçekçilik ile 15. yüzyıl başında tam olarak anlaşılabilen derinlikte perspektif olgusunu geliştirip kendi tarzına temel yapan Michelangelo onlarca heykel, freske imza atıp Roma’nın yeniden inşa ve düzenlenmesinde de önemli görevler almıştır.Onu idolü olarak seçen birçok kişi vardır. Derebucak Derebucak, Konya'nın bir ilçesidir. Baraj inşaatı, yağlı güreşler ve inşaat yoğunluğu ile tanınmıştır. Derebucak'ın ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemekle beraber eldeki mevcut bilgilerden; Bayram Yeri, Yukarı Köy, Balat, Işıklar, Çukurlar ve Seniryeri adlı mevkilerden toplanarak bugünkü Derebucak'ı kurdukları sanılmaktadır. Kuruluş yılları Anadolu Selçuklu Devleti 'nin egemen olduğu dönemlere rastlamaktadır. Pek fazla tarihi eserin bulunmadığı ilçede en göze çarpan kalıntılar Suluin Mağarası'ndakilerdir. Bu mağaralarda Aziz ve Azizelerin bulunduğu 14 fresko bulunmaktadır. Söz konusu mağaralar koruma altına alınmıştır. Yine Taşlıpınar Hitit kabartmalarının ne zaman yapıldığına ilişkin kesin tarih bilinmemektedir. Ayrıca tabii güzelliklerden yine Körikini Mağaraları, Balat Mağarası, Düden gibi yerleri de sayabiliriz. Balat Mağarası'nın Türkiye'nin en uzun (1900 m.) mağaralarından olduğu belirtilmektedir. İlçe, Konya ilinin Akdeniz Bölgesi kesiminde Antalya sınırında Torosların arasında yer almaktadır. Bu nedenle karasal-geçiş iklimi hüküm sürmektedir. İlçe merkezinin toplam nüfusu 1990 sayımlara göre 5215 köy ve kasabalarıyla birlikte 15,989 olarak tespit edilmiştir. İlçe halkının geçimi genelde yurtdışında çalışanlara bağlı olmakla birlikte tarım da yapılmaktadır. İnsan ve hayvan gücüne dayalı kuru tarım yapılmaktadır. Tarımda verimi etkileyen iklim toprak sulama gübreleme ve makineleşmeye gitmektedir. Tahıl üretiminin yanı sıra sebze ve meyvecilikte hemen her tür sebze ve meyve yetiştirilmektedir. Ayrıca seracılıkta da büyük gelişme vardır. Ormancılık alanında etkin bir yeri olan ilçenin kasaba ve köylerinde ticarete de önem verilmektedir İlçede Tarım Kredi Kooperatifinin yanı sıra bir adet av tüfeği üretim pazarlama kooperatifi (Gencek) mevcuttur. İlçe 1927 ve 1955 yılları olmak üzere iki defe büyük yangın geçirmiştir. Her iki yangında da 5-10 ev yanmadan kurtulabilmiştir. Yurtdışında en çok işçi çalıştıran ilçelerden biri olan ilçe Beyşehir-Antalya karayolu üzerinde olmasına rağmen ulaşım belediyenin kendisine ait otobüsleriyle yapılmaktadır. Midilli Midilli şu anlamlara gelebilir: Ferhan Şensoy Ferhan Şensoy (d. 26 Şubat 1951, Çarşamba, Samsun) Türk tiyatro, si
nema ve televizyon oyuncusu; roman, deneme, günlük, tiyatro, televizyon dizisi ve film senaryoları yazarı; Ortaoyuncular tiyatro topluluğunun kurucusudur. Günümüzde Türkiye'de yapılmakta olan stand-up tarzının esin kaynağı olan tek kişilik oyunu "Ferhangi Şeyler", en tanınmış oyunudur. Kel Hasan Efendi'den günümüze gelen Ortaoyuncuları Kavuğu'nu Münir Özkul'dan devralmıştır. Kavuğu'nu Rasim Öztekin'e devretmiştir. Her oyundaki emeği geçenlere, zaman gözetmeksizin oyun gelirlerinden pay vererek malî olarak da Türk Tiyatrosu'nda kendine özgü bir yer edinmiştir. 1951'de Samsun'un Çarşamba ilçesinde doğan Ferhan Şensoy'un annesi Müjgan Şensoy ilkokul öğretmeni, babası Yusuf Cemil Şensoy ise tüccar ve o dönem Çarşamba belediye başkanıydı. İlk öykü ve şiirleri Yeni Ufuklar ve Soyut dergilerinde 1969 yılında yayımlanan Şensoy'un, yazdığı skeçler de Devekuşu Kabare'de 1970 yılında oynanmaya başladı. Galatasaray Lisesi'nde de bir süre okuyan Şensoy, 1970 yılında "Çarşamba Lisesi"’nden mezun oldu. 1971 yılında "Grup Oyuncuları" çatısında ilk profesyonel oyunculuk deneyimini yaşayan Şensoy, 1972-1975 yılları arasında Fransa ve Kanada'da tiyatro eğitimine ve çalışmalarına , "Andre-Louis Perinetti" gibi isimlerle devam ederken Montreal'de "Ce Fou De Gogol" adlı oyunuyla 1975'te "En İyi Yabancı Yazar" ödülünü aldı. Yine Montreal’de "Theatre De Quatre - Sous"’da da, yönetmenliğini yaptığı, "Harem Qui Rit" isimli müzikalde oynadı. Aynı yıl Türkiye'ye döndü. Türkiye'ye dönmesinin ardından, 1976’da Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nda, yazarlığını da yaptığı "Dur Konuşma Sus Söyleme" adlı oyunda rol alan Şensoy, "Türk Yazarları Tiyatrosu"’nda da oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Aynı sene ilk televizyon skeçlerini yazmaya başlayan Şensoy, Ali Poyrazoğlu'yla beraber rol aldığı bu skeçlerin birinde, bir garson rolüyle ilk kez televizyona çıktı. Nisa Serezli - Tolga Aşkıner Tiyatrosu'nda oyunculuk yapan Şensoy, yine 1976 senesi içinde, "TRT"’ye ve Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda çeşitli skeçler yazdı. 1978’de, ilk kitabı Kazancı Yokuşu’nun yayınlanmasının ardından, yönetmenliğini "Temel Gürsu"’nun yaptığı "Kızını Dövmeyen Dizini Döver" ile ilk kez bir film çalışması yapan Şensoy, aynı yıl Mete İnselel ile "Anyamanya Kumpanya Tiyatrosu"’nu kurdu ve kendi eseri olan, "İdi Amin Avantadan Lavanta" oyununda rol aldı ve yönetmenlik yaptı. Yine 1978'de, yazdığı "Bizim Sınıf" adlı televizyon dizisi ikinci bölümden sonra öğretmenlerin manevi şahsiyatını tezyif ettiği gerekçesiyle TRT'de yasaklandı. Daha sonra "Bizim Sınıf", "Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu"'nda sahnelenecekti. Oyuncu olarak katıldığı "Evdekiler" ve "Giyim Kuşam Dünyası" televizyon dizileri de yayından kaldırıldı. O sene, "Anyamanya Kumpanya"’dan ayrılan Şensoy, daha sonra "Ayfer Feray Tiyatrosu"’na geçti ve oyunculuğa burada devam etti. 1979'da, TRT'de, kendi yazdığı "Sizin Dershane" dizisinde oyunculuk yapan Şensoy, "Ayfer Feray Tiyatrosu"’nda da yine kendi yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı "Hayrola Karyola" oyununda rol aldı. "Stardust Gece Kulübü"’nde, yazdığı "Dedikodu Şov" isimli bir kabare gösterisini, Adile Naşit, Perran Kutman, Pakize Suda, Sevda Karaca ve İstanbul Gelişim Orkestrası'yla sahneleyen Şensoy, aynı kulüpte, "Arda Uskan"ın yazıp, Fuat Güner'in müziklerini yaptığı "Kukla" ve "Kuklacı" Kabare gösterilerinde rol aldı. 1980 yılında "Ortaoyuncular" adıyla, kendi tiyatrosunu kurdu. 14 Mart 1980'de Harbiye'de, "Yapı Endüstri Merkezi Salonu"’nda ilk kez perdelerini açan ve günümüze dek 50'yi aşkın oyunun oynandığı "Ortaoyuncular"’ın bünyesinde, ayrıca Nöbetçi Tiyatro adlı bir gençlik grubu kurarak, yeni tiyatro sanatçılarının yetiştirilmesine katkıda bulundu. "Şahları Da Vururlar" oyununda yönetmen ve oyuncu olarak yer alan Şensoy’un, Fuat Güner'le birlikte müziklerini de yaptığı oyunu, "Avni Dilligil Jüri Özel Ödülü" ve "Dergi-13"’ün, "En Başarılı Oyun Ödülü"’ne layık görüldü. Kenter Tiyatrosu'nda dört haftalık gösteriden sonra, "Ortaoyuncular", "Şahları Da Vururlar"’ı, 10 Kasım 1980'de taşındıkları Beyoğlu'ndaki Küçük Sahne'de sahnelemeye devam etti. 1981'de, "Parasız Yaşamak Pahalı"’yı yazan ve "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" oyununu yazan ve yöneten Şensoy, Fuat Güner ve Özkan Uğur'un müziklerini yaptığı oyunda, Zeliha Berksoy'la beraber rol aldı. "Şahları Da Vururlar", oyunun gösterileri sürerken, Ortaoyuncular Yayınları'nın ilk kitabı olarak yayınlandı. Şensoy, Küçük Sahne'nin 30. yılı dolayısıyla, "Suzan Uztan" ve Mücap Ofluoğlu'nu "Ortaoyuncular"’a konuk ederek, "Aleksiev Arbuzov"’un "Eski Moda Komedya"’sında oynadı. Ofluoğlu'nun sahneye koyduğu oyunun dekorunu yapan Şensoy’un oyundaki performansı kendisine, "Tiyatro-81"’in, "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"’nü getirdi. 1982'de, "Afitap'ın Kocası İstanbul" kitabının yayınlanmasının ardından, Nöbetçi Tiyatro (Nöbetçi Oyuncular)'da Friedrich Dürrenmatt'ın oyununu, "En Büyük Romülüs Başka Büyük Yok" adıyla sahneye koydu. Ayrıca kendi eseri "Kiralık Oyun"’u yönetti, oyunun müziklerini yaptı ve rol aldı. 1983'te, Harbiye Orduevi'nde askere alınan Şensoy, Çorlu'nun Ulaş köyüne asker olarak gitti. Bertolt Brecht'in, 7 şiirinden yola çıkarak yazdığı "Anna'nın Yedi Ana Günahı"’nı yöneten Şensoy, "Fırıncı Şükrü, Deli Vahap, Nuri ve Ötekiler" oyununu yazdı ve yönetti. 1984'te, "Nöbetçi Tiyatro"’da, "Afitap'ın Kocası İstanbul"’u sahnelemesinin ardından, İstanbul'u Satıyorum oyununu yazan Şensoy, askerliği bitince "Şahları Da Vururlar"’la yeniden sahneye çıkmaya başladı. O sene kendi yazdığı "Köşedönücü" adlı televizyon dizisinde oynayan Şensoy, yeniden yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı, "Hayrola Karyola" oyununda sahneyi, Nurhan Damcıoğlu ile paylaştı. 1985'te, Aristofanes’ten "Eşek Arıları"’nı yeniden yazan Şensoy, oynadığı oyunu yönetirken, "Köşedönücü" filminin senaryosunu yazdı ve yönettiği filmde oynadı. Daha sonra, "Nöbetçi Tiyatro"’da bir Anton Çehov kurgusu olan, "Çehov'lardan Bir Demet"’i sahneye koydu. 1986 yılında yayınlanan "Gündeste" kitabının ardından, 'in skeçleri ve yaşamından yazdığı ve yönettiği, "İçinden Tramvay Geçen Şarkı" oyununda, sahneyi Hümeyra ve Grup Gündoğarken ile paylaştı. Aynı sene, yazdığı "Şey Bey" televizyon dizisinde de oynayan Şensoy, "Parasız Yaşamak Pahalı" adlı oyununu film senaryosu olarak yeniden yazdı ve yönetmenliğini yaptığı filmi çekti. Senaryosunu yazıp oynadığı, "Bir Bilen" filmini de yöneten Şensoy’un o sene, "Ayna Merdiven" adlı bir kitabı daha yayınlandı. 1986'da yazıp yönettiği Muzır Müzikal adlı müzikal, tepki ile karşılaştı. 7 Şubat 1987 günü oyunun 77. gösterisinden sonra, sahnelendiği Şan Tiyatrosu şüpheli bir biçimde yandı. Grup Lokomotif, Derya Baykal, Bülent Kayabaş, Sevil Üstekin ve Tarık Pabuçcuoğlu'nun sahne aldığı oyun yüzünden mahkemeye verilen Şensoy, 21 gün hapis cezasına çarptırıldı. Muzır Müzikal’in son bulmasının ardından tek kişilik bir gösteri olan "Ferhangi Şeyler"de oynamaya başlayan Şensoy, daha sonra "Varsayalım İsmail" adlı yazıp yönettiği televizyon dizisindeki performansıyla, Nokta’nın "Doruktakiler" ödülünün sahibi oldu. 1988'de, kendisine "Ulvi Uraz Ödülü" ve "Sanat Kurumu Ödülü"’nü getiren, "İstanbul'u Satıyorum" oyununu yeniden yazdı ve müziklerini yaptı. Münir Özkul ve Erol Günaydın'ın katılımıyla oynanan oyunun yönetimini de üstlendi. "Düşbükü" kitabını yayınladı. İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda, Haldun Taner'in Keşanlı Ali Destanı'nı sahneye koyan Şensoy, o sene, Anca Visdey'in "Don Juan ile Madonna" oyununu Fransızca’dan çevirdi. Yönettiği oyunda, oyuncu Derya Baykal'la sahneyi paylaşan Şensoy, daha sonra Baykal’la hayatını birleştirdi. Bu evlilikten Müjgan Ferhan (1989) ve Neriman Derya (1990) adında iki kızı oldu. 1988 yılında "Soyut Padişah"ı yazan Şensoy, 1989’da oyununu yönetti ve rol aldı. "İstanbul'u Satıyorum" ve "Ferhangi Şeyler" gösterileri sürerken; "Avni Dilligil Ödülü", "İsmail Dümbüllü Ödülü", "Nasrettin Hoca Mizah Ödülü", "Kültür Bakanlığı Jüri Özel Ödülü", "Hey Girl Dergisi Yılın Oskarları" gibi ödüllerin sahibi oldu. 1989'da Kel Hasan Efendi'den günümüze gelen "Ortaoyuncuları Kavuğu"’nu Münir Özkul'dan devralan Şensoy, tarihi "Ses Opereti"ni onardı ve "Ses 1885" adıyla açtı. Sahnenin onarılmasının ardından "Ortaoyuncular", "Soyut Padişah"’ı oynadıkları "Küçük Sahne"’den "Ses 1885"’e taşındılar. Aynı yıl, yönetmenliğini Yavuz Özkan'ın yaptığı Büyük Yalnızlık filminde Sezen Aksu ile birlikte oynadı. 1990'da, "Pierre Henri Cami"’nin yaşamı ve yapıtlarından yola çıkarak yazdığı "Yorgun Matador"’u yönetti. 1991 senesinde, Ünye'li amatör yazar "Cihan Öksüz"’ün skeçlerinden oluşturduğu, "Aşkımızın Gemisi Fındık Kabuğu" oyununda yönetmenlik ve oyunculuk yapan Şensoy’un "İstanbul'u Satıyorum" adlı eseri, Tomris Uyar tarafından İngilizce’ye çevrildi. Aynı sene, "Güle Güle Godot"’yu ve Show TV için yaptığı, "Varsayalım İsmail" dizisini yeniden yazan Şensoy, yayınlanan "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" kitabı ile birkez daha Nokta Dergisi’nin "Doruktakiler Ödülü"’nü kazandı. 1992’de, "İngilizce Bilmeden Hepinizi I Love You" kitabı yayınlanan ve yazdığı ve yönettiği, Fikret Kızılok'un müziğini yaptığı, "Köhne Bizans Operası"’nda oynadı. "Ferhangi Şeyler", Sidney ve Melbourne'de sergilenirken, "Güle Güle Godot" gösterileri devam etmekteydi. 1993’te, yeniden yazdığı "Parasız Yaşamak Pahalı" oyununu sahneye koyan ve Alper Maral ile birlikte müziklerini yapan Şensoy, "Şu Gogol Delisi" adlı oyununu "Türkçe" olarak yeniden yazdı. "Avni Dilligil En Özgün Oyun Ödülü" alan oyun "Derya Baykal"’a, "Avni Dilligil En İyi Kadın Oyuncu Ödülü"’nü getirirken, Canan Göknil’e de, "Avni Dilligil En İyi Giysi Ödülü"’nü getirdi. "Güle Güle Godot" ve "Denememeler" aldı iki kitabı yayınlanan Şensoy’un, "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" oyunu amatör bir Türk tiyatro topluluğu tarafından New York'ta sergilendi. Devam eden "Ferhangi Şeyler" gösterileriyle, "Altın Objektif Ödülü"’ne layık görülen Şensoy bu dönemde, atv’de "Kaybet-Kazan" isimli bir yarışma programının sunuculuğunu yaptı. 1994 senesinde, kiraladığı bir gemiyi yüz
en tiyatroya dönüştüren ve "İçinden Dalga Geçen Tiyatro" adını verdiği bu geminin tiyatro salonunda, yazdığı ve müziklerini yaptığı, "Seyircili Seyir Defteri" adlı yönetmenliğini kendi yaptığı oyunda oynayan Şensoy, aynı geminin 2. katındaki barda, gece 24:00'den sonra, "Kırkambar-Gece Tiyatrosu" kabare gösterisini sergiledi. Perdesini Kuruçeşme'de açan, daha sonra demir alarak Fenerbahçe'ye giden bu yüzen tiyatro projesi, Ferhan Şensoy’a "İsmail Dümbüllü Ödülü"’nü getirdi. Kanal D televizyonunda, "Bağımsız Federe Ferhan Şensoy Televizyonu" isimli haftalık bir program yapan Şensoy’un "Güle Güle Godot" adlı eseri, Paris'te amatör bir tiyatro topluluğu tarafından Fransızca’ya çevirerek, "Adieu Godot" ismiyle oynanırken, "Hayrola Karyola" oyunu da, Yugoslavya'da "Prizren Kültürevi Türk Tiyatrosu"’nda oynandı. Aynı sene Amsterdam'da bir Türk tiyatro topluluğu tarafından oynanan "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" ve "Parasız Yaşamak Pahalı" oyunları daha sonra da, "Amsterdam Deneme Sahnesi Topluluğu" tarafından sahneye kondu. "Haneler" oyununu yeniden yazan ve "Antalya Devlet Tiyatrosu"’nda sahneleyen, daha sonra da, "Anca Visdey"’nin "Femme-Sujet" isimli oyununu, Fransızca’dan Türkçeye, "Aptallara Güzel Gelen Televizyon Dizileri" adıyla çeviren Şensoy, "Altın Frekans Ödülü"’nü kazandı. 1995 senesinde, Flash TV'de "Akşam Traşı" isimli canlı yayın bir söyleşi programına başlayan ve yazıp yönettiği "Üç Kurşunluk Opera"’da oynayan Şensoy, yazdığı ve müziklerini yaptığı, Felek Bir Gün Salakken adlı tek kişilik oyununun dünya prömiyerini "Çarşamba"’da yaparak, bir Anadolu turnesiyle oynamaya başladı. 82 kez Anadolu’da sergilenen ve "1.Uluslararası Maşusa Kültür ve Sanat Festivali"’ne katılan oyun, 84. perdesini İstanbul'da açtı. Kanal D için "Boşgezen ve Kalfası" isimli televizyon dizisini yazan Şensoy, yönettiği oyunu, o sene Kültür Bakanlığı’nın "En İyi Topluluk Ödülü"’nü alan "Ortaoyuncular"’la birlikte oynadı. 1996’da, Şensoy’un "Ferhangi Şeyler" adlı oyunu, Stuttgart, Duisburg, Bochum, Berlin, Wuppertal, Köln, Nürnberg, Münih, Frankfurt, Hamburg, "Amsterdam" ve Zürih'de sergilendi. "Kaplama Alanı Dışında" isimli film senaryosunu yazan ve "Oteller Kitabı" adlı eseri yayınlanan Şensoy’un, yayınlanmamış kitabı, "Gecedeste"’den Numarasız Sayfalar, Öküz Dergisi’nde yayınlandı. Daha sonra Cumhuriyet Gazetesi'nin haftalık mizah eki "Dinozor"’da yazmaya başlayan ve "Güle Güle Godot" oyunu "Huroman Nevruzova"’nın çevirisiyle Rusya'da yayınlanan tiyatrocunun 1989’de onardığı "Ses 1885", statik sorunlardan ötürü kapandı. Bu ikinci onarım döneminde Ortaoyuncular, yurt içi, yurt dışı ve İstanbul'un değişik semtlerinde turnelere çıktılar. 1997’de, "Aptallara Güzel Gelen Televizyon Dizileri"’nin Londra'da iki kez sergilenmesinin ardından, Haldun Taner'in, düzyazı, öykü, skeç ve şarkılarından, "Haldun Taner Kabare" isimli bir oyun kurgulayan ve "Derya Baykal"’ın sahneye koyduğu oyunda rol alan Şensoy, o sene 11 Aralık'ta, kendisine "En Başarılı İletişimciler Ödülü" ve "En İyi Deneme Yazarı Ödülleri"’ni getiren "Ferhangi Şeyler" gösterisini 1266. kez sahneleyerek, onarımı tamamlanan "Ses 1885"’i yeniden açtı. 1998’de, "Falınızda Rönesans Var" adlı bir kitabı yayınlanan Şensoy, yazdığı "Çok Tuhaf Soruşturma" adlı oyunun sahneye koydu. "Amsterdam" ve Brüksel'de sergilenen "Ferhangi Şeyler", "Münih", "Köln", "Stuttgart", Essen, "Frankfurt", , "Sidney" ve "Melbourne"’da sergilenen "Felek Bir Gün Salakken" de, 400. gösterisine ulaştı. 1999 senesinde, eşi "Derya Baykal" için, "Şu An Mutfaktayım" adlı tek kişilik kadın oyununu yazan Şensoy, Haziran 1999'da "Ayın İletişimcisi Ödülü"’nün sahibi olurken, "Ferhangi Şeyler", "Londra", Gazimağusa, Washington, "New York", "Montreal" ve Toronto’da sergilenerek 1350. gösterisine ulaştı. Cine 5 için yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı, "Ferhan Şensoy T.V." isimli tek kişilik bir televizyon programı hazırlayan Şensoy, Oyun Atölyesi’nde ’un, "Dolu Düşün Boş Konuş" isimli oyununu sahneye koydu ve oyunun sahne dekorlarını yaptı. 2000’de, "Anton Çehov"’un eseri Vişne Bahçesi’ni, çağdaş bir Karadeniz öyküsü şeklinde, "Fişne Pahçesu – Çehov Lazdur Laz Kalacaktur" adıyla kendi üslubuyla baştan yazan Şensoy, "Ortaoyuncular"’la sahneye koyduğu oyunun dekorunu da yaptı. O sene, "Ferhangi Şeyler" oyunu 1400. ve "Felek Birgün Salakken" oyunu 450. gösterilerine ulaşan Şensoy, "Avni Dilligil En İyi Yönetmen Ödülü"’nü aldı. 2001’de, "Ortaoyuncular"’la sahneye koyduğu ve kızları "Müjgan Ferhan Şensoy" ve "Neriman Derya Şensoy"’un profesyonel oyunculuğa ilk adımı attıkları, "Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu"’nu yazan ve yöneten Şensoy, oyunun dekorunu da kendisi tasarladı. Bu oyunla "Avni Dilligil En İyi Yazar Ödülü"’ne layık görülen Şensoy, "Radio Contact"’da "Radyostrofobi" adlı bir radyo programı yapmaya başladı. Aynı sene, "Terakki Vakfı Onur Ödülü"’nün sahibi olan ve özgeçmişini yazdığı romanı, "Kalemimin Sapını Gülle Donattım" yayınlanan Şensoy, kendi yazdığı ve "Ortaoyuncular"’la sahneye koyduğu, "Kökü Bitti Zıkkım Zulada" oyununun dekor ve kostüm tasarımlarını yaptı. Tek kişilik "Ferhangi Şeyler" oyunu "Londra"’da ikinci kez sergilenerek 1447. gösterisine ulaşan ve "Unima Geleneksel Türk Tiyatrosu’na Hizmet Ödülü"’nü alan Şensoy’un, "Güle Güle Godot" oyununun bir bölümü "Adieu Godot" ismiyle, "Nicole Gagnon"’un çevirisiyle Fransa’da, "De L’Adriatique a la Mer Noire" isimli bir oyun antolojisinde yayınlandı. "Soyut Padişah" oyunu da, "Konya Devlet Tiyatrosu"’nda "Nur Subaşı"’nın rejisiyle sahnelendi. 2002’de, "Ortaoyuncular"’la sahneyi paylaştığı, "Kahraman Osman" isimli oyununu yazan Şensoy, "Rum Memet" isimli öykü kitabının yayınlandığı 2002 senesinin Kasım ayında, "Biri Bizi Dikizliyor" adlı oyunu yazdı. "Ortaoyuncular"’la beraber oynadığı oyunun dekor ve kostümünün tasarımını da yapan Şensoy, o sene "Sanat Kurumu En İyi Yazar Ödülü" ve "Afife Jale - Muhsin Ertuğrul Ödülü"’nün Sahibi oldu. Şensoy’un, "İngilizce Bilmeden Hepiniz I Love You" adlı kitabı, "Nicole Gagnon" tarafından Fransızca'ya çevrilerek, "Montreal"’de Fransızca – Türkçe olarak, "Bizim Anadolu Dergisi"’nde, parçalar halinde yayınlandı. "Ferhangi Şeyler", "Amsterdam" ve Rotterdam’da da sahnelenerek, 1495. gösterisine ulaşırken, "Felek Bir Gün Salakken" adlı eseri de, 496. gösterisine ulaştı. 2003’te, "Beni Ben mi Delirttim" isimli oyunu yazan Şensoy, bu oyunda sahneyi, "Ortaoyuncular" ekibinden "Elif Durdu" ve "Ali Çatalbaş" ile paylaştı. "Kabaremajör" adıyla bir kabare gösterisi yazan Şensoy, daha sonra yazdığı "Dün Gece Ormanda Çok Komik Bi Şey Oldu" adlı gösteriyi, "Ortaoyuncular"’la "Maslak Park Orman"’da, özgün bir ortamda sahneye koydu. Kitaplık Dergisi’nde denemeler yazmaya başlayan Şensoy, Ferhantoloji adlı kitapta kendisine ait tüm eserlerinden seçtiği çeşitli parçaları topladı. 2004’te, Tayfun Güneyer'in Şans Kapıyı Kırınca adlı filminde rol alan oyuncu, "Ortaoyuncular"’la sahneye koyduğu, dekor ve kostümünü yaptığı ve oynadığı "Uzun Donlu Kişot" isimli bir oyun yazdı. Aynı sene, "Derya Baykal"’dan boşanan Şensoy, yönetmenliğini "Mert Baykal"’ın yaptığı, senaryosu kendine ait olan, Pardon isimli filmde oynadı. "Türsak Onur Ödülü"’nün sahibi olan Şensoy, Fevzi Tuna’nın yönettiği, "Aktör Eskisi" isimli televizyon filminde rol aldı. Viyana, "Brüksel", "Rotterdam", ve ’dakiler dahil 1530 kez sahnelenen, "Ferhangi Şeyler"’in ve 506. kez sahnelenen "Felek Birgün Salakken"’in yazar yönetmen ve oyuncusu Şensoy, o sene Nokta Dergisi'nin ve "Doruktakiler" ödülünün sahibi oldu. 2005’te, "Eşeğin Fikri", "Hacı Komünist" ve "Elveda SSK" adlı üç kitap yayınlayan Şensoy, "Deneme Sahnesi 35. Yıl Ödülleri"’nde, "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"’nün sahibi oldu. Eski oyunlarından, "Kiralık Oyun"’u, "Ortaoyuncular"’ın 25. yılı dolayısıyla tekrar sahneye koyan Şensoy, aynı sene, "Nasrettin Hoca Altın Eşek Gülmece Ödülü"’nün de sahibi oldu. "Beni Ben mi Delirttim" adlı oyunu, Insbruck ve Bregenz'dekiler dahil olmak üzere, 203. kez sahnelendi. 2006’da "Pardon" filmiyle "Mizah Üretenler Derneği"’nin en iyi senaryo ödülünü alan ve kendi yazdığı "Aşkımızın Son Durağı" isimli oyununu, "Ortaoyuncular"’la sahne koyan Şensoy’un, "Beni Ben mi Delirttim" oyunu, "Sidney" ve "Melbourne"’da da gösterilere başladı. 2007’de Fername isimli tek kişilik oyununu yazdı, oynadı ve dekorunu yaptı, bu oyunuyla İsmet Kuntay "En İyi Oyun Yazarı" ödülünün sahibi oldu. 10 yıl sonra yeniden "Ortaoyuncular"ın amatör kolu "Nöbetçi Tiyatro"’ya sınavla öğrenci almaya başladı. "Elveda SSK" kitabıyla "Altın Sayfa Son Beş Yılın En İyi Mizah Kitabı" ödülünü aldı. 2007 sonunda "Ferhangi Şeyler" 1603., "Beni Ben mi Delirttim?" 235., "Kiralık Oyun" 181., "Aşkımızın Son Durağı" 83. gösterisine, Anadolu'nun her bölgesinde ve yurt dışında Nürnberg, Ludwigshafen Festivali, Hamburg, Gent, Deventer ve Amsterdam'da sergilenen Fername 133. gösterisine ulaştı. 2008'de M. Uğur Yağcıoğlu'nun senaryosunu yazıp yönettiği filminde oynadı. Daha önce TV dizisi olarak yazdığı Boşgezen ve Kalfası'nı tiyatro oyunu olarak yeniden yazdı, Nefrin Tokyay'ın katılımıyla, "Ortaoyuncular"’la sahneye koydu ve oynadı. Karagöz ile Boşverin Beni kitabı yayınlandı. Ferhangi Şeyler 1624., Beni Ben mi Delirttim? 242., Lefke, Girne ve Gazimağusa'da da sergilenerek Fername 213., Aşkımızın Son Durağı 91., Boşgezen ve Kalfası 36. gösterisine ulaştı. 2009'da 2019 - Bilimsiz, Kurgusal Güldürü oyununu yazdı, yönetti, dekoru, giysileri ve müziği hazırladı. Oyun 24 Ocak'ta Ortaoyuncular ile sahnelenmeye başladı. 9 Mayıs 2009 günü Eskişehir Kültür Merkezi'nde sahneye koyduğu "Fername" oyununda -mizahi yolla- önceki darbelerden daha çok darbe nedeni bulunduğunu söylediği ve salonun bir kısmının alkışlarla destek verdiği, bir kısmının da salonu terk ettiği iddia edilmiş ve haber yapılmıştır. Fakat kısa sürede haberin yanlış olduğu, manipülasyon yapıldığı ortaya çıkmıştır. Şensoy'un ilgili açıklaması şöyledir: ""Haber, gerçeği yansıtmamakla kalmayıp suçlayıcıdır. 2006'dan beri sahnelediğim Fername oyununda;
'Daha önce yapılan üç askeri darbe ottan bo.tan sebeplerle yapıldı. Asıl darbe yapmak için geçerli sebepler şimdi var ama darbe yapan yok. Bu ülkenin darbe vakti geldi fakat asker bir şey yapmıyor. 1980'de yapılan darbe sırf Kenan Paşa'nın resim merakından dolayı yapıldı. Darbe yapacaksanız şimdi yapın.' cümleleri oyunun metninde yoktur. Zaten benim üslubum değildir. Bu cümleler, darbelerle alay ettiğim ve sonunda darbe istemediğimi belirttiğim sahneyi Eskişehir'de 232. oyunu izleyen bir sivrizekânın yorumudur. Gene haberde belirtildiği gibi o sahnede ne alkışlama ne de salonu terk eden olmuştur. Bu da söz konusu sivrizekânın aynı zamanda yalancı olduğunu gösteriyor. 295 Eskişehirli izleyici şahidimdir. Darbelerle alay ediyorum elbette ama kendi üslubumla mizah yapıyorum. Sonunda da darbe istemediğimi net olarak belirtiyorum. Zaten benim darbe istemeyeceğimi insanların bilmesi gerek."" 2009 yılında, "Yılın En İyi Yapım", "En İyi Yönetmen" ve "En İyi Erkek Oyuncu" dallarında 34. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri'nin sahibi Ses 1885-Ortaoyuncular'ın "2019" oyunuyla Ferhan Şensoy oldu. 2010'da "Ruhundan Tramvay Geçen Adam" ve "İşsizler Cennete Gider" oyunlarını yazan Şensoy, bu oyunları yönetti, giysi ve dekorunu yapıp Ortaoyuncular ile sahneledi. 2011 yılında "Aydınlık" gazetesinde haftalık köşe yazıları yazmaya başladı. Prömiyeri 15 Mart 2012'de yapılan "Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği" oyununu yazdı, yönetti ve Ortaoyuncular'la sahneye koydu. Grafik tasarım Grafik tasarım bir mesajı iletmek, bir görseli geliştirmek veya bir düşünceyi görselleştirmek için metnin ve görsellerin algılanabilir ve görülebilir bir düzlemde, iki boyutlu veya üç boyutlu olarak organize edilmesini içeren yaratıcı bir süreçtir. Baskı, ekran, hareketli film, animasyon, iç mimari, ambalaj tasarımı gibi birçok ortamda dijital veya dijital olmayacak bir şekilde uygulanabilir. Grafik tasarımında ve grafik sanatlarda, görsel sanatların temel ilkeleri olan hizalama, denge, karşıtlık, vurgulama, hareket, görüntü, oran, yakınlık, tekrarlama, ritim, ve birlik geçerlidir. Grafiker Almanca Graphiker kelimesinin karşılığı, Grafik Tasarımcı ise İngilizce Graphic Designer kelimesinin karşılığı olup aynı manaya gelmektedir. Grafiker veya Grafik tasarımcı unvanına sahip olabilmek için eğitimden geçmek gerekmektedir. İnternet üzerinden yapılan grafik tasarım yarışmaları kullanıcıları hem bu sanata teşvik etmekte hem de çalışmalarını ödüllendirmektedir. Grafik ve tasarımın tarihi, MÖ 14,000'lerde yapılmış mağara resimlerine ve İÖ 4. yüzyılda yazının başlamasına dayandırılabilir. Sonraları daha çok el yazması dini içerikli kitaplar ilk yayınlar olacaktır. Johann Gutenberg'in Avrupa'da 1450'lerde hareketli matbaa'yı icadı ıle kitaplar yaygınlaşmaya başlamıştır. O dönemlerde entelektüel düşünce, din etrafında olduğundan ilk basılıp dağıtılmaya başlanan kitaplar dinsel kitaplardır. Basılı yayınlar için harf ve metin dizimi erken dönem grafik tasarım pratikleridir. Asıl çıkış noktası ise; sanayileşme ve modern yaşama geçiş ile, özellikle de fotoğrafın keşfi ile ortaya çıkan İzlenimcilik ve Post-İzlenimcilik akımlarının sonrasında başlamıştır. Çünkü resim sanatı farklı bir yöne ilerlemeye başlamış ve grafik, afiş, ürün katalogları vb. öne çıkmaya başlamıştır. Gazetenin ortaya çıkmasıyla reklam ve tanıtım öne çıkmıştır. Örneğin; ürün katalogları ilk önceleri fotoğraflarla değil gravür baskılar ile yapılmaktaydı. İşlerin tanıtımını ve duyurusunu yapan afişler de kendi içerisinde ayrı bir alan haline geliyordu. Bu alanlarda ilk çalışanlar da grafiker, grafik sanatçısı veya tasarımcı değil ressamlardı. Bu yüzden resimsel özellikleri önde, tipografik özellikleri geri planda kalıyordu. Fakat baskı tekniklerinin ilerlemesi, fotoğrafın geliştirilmesi ve tipografinin önem kazanması ile özellikle afiş tasarımı ve dolayısıyla grafik sanatlar resimden ayrı, tasarımın birer dalı olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye'de İbrahim Müteferrika ilk defa 14 Aralık 1727'de Müteferrika Matbaası kurulmuştur. Burada basılan kitaplar dünya kitap tarihine ve Osmanlı kültürü tarihine dair önemli bilgiler vermektedir. Bu matbaada 1729-1742 tarihleri arasında 16 kitap basılmıştır. 1729'da "Vankulu Lugati" Arapça harflerle ilk basılan kitaptır. Katip Çelebi'nin 1732'de basılan "Cihannuma"sı içinde harita ve çizimler vardır. J. B Holderman'ın "Grammaire Turque" kitabı 1730'da Osmanlı'da Latin alfabesini kullanan ilk baskı olmuştur. 1732 yılında basılan "Tarih-i Hind-i garbi" (Amerika'nin keşfi), Amerika hakkında Müslüman bir yazar tarafından yazılan ilk kitaptır, 13 tahta baskı içerir. 1891-1896 arasında William Morris tasarladığı kitaplarla zamanına göre çok başarılı grafik tasarım işler üretmiştir. William Morris'in isleri, grafik tasarım için bir pazar olduğunu göstermiştir. Bu dönemler tasarımın sanattan ayrılmaya başladığı dönemlerdir. Ayrıca Münch pre-refaeritler ortaya çıkımıştır. Bu pre-refaeritler; resimleri idealize edilmiş, hayali, gerçek dışı kadın ve erkek tipolojisi, duygunun ve aşkın yüceliğine yönelik resimlerdir. Bu resimlerde anlatım yalınlaşmış, detaylar kaybolmuştur. İzleyenin baktığında hemen anlayabilmesi amaçlanmıştır. Münch'ün resimleri de grafik tasarım alanında yapılan ön hazırlık çalışmaları olarak kabul edilmektedir. Birinci Dünya savaşı sonrasında 19. yüzyılın sanat ve tasarım görüşlerine tepki olarak yeni düşünceler oluşmaya başlamıştır. 1919'da Almanya'nin Weimar şehrinde kurulan Bauhaus okulu sanat ve tasarım alanında birçok yeniliğin öncüsü olmuştur. Günümüzde Grafik tasarım büyük ölçüde bilgisayar programları aracılığı ile yapılmaktadır. Bauhaus Bauhaus; 20. yüzyılda mimari, tasarım, sanat alanlarında yeni akımlar yaratmış bir okuldur. Kurulduğu zaman dünyanın en seçkin ve çağdaş mimarlarını, sanatçılarını, bir araya getirerek, yalnızca bir eğitim kurumu yaratmamış, aynı zamanda bir üretim merkezi ve tüm bunların konuşulup tartışıldığı bir yer haline gelmiştir. İki şehirde eğitime devam edilir: Berlin ve Münih. Bauhaus mimaride olduğu kadar endüstriyel tasarım ve şehir planlama gibi konularda yenilikler getirmiş, yeni bir mimari akım yaratarak, sanatın tüm dallarını etkilemiştir. Bauhaus'un kuruluşundaki ilk hedef kombine bir mimarlık okulu, zanaat okulu ve güzel sanatlar akademisi yaratmaktı. Savaş sonrası Gropius'a göre yeni bir mimari stil başlamalıydı. Daha fonksiyonel, ucuz ve kalıcı ürünlerin üretildiği bir stil. Böylece Gropius sanat ve zanaatı birleştirerek, fonksiyonel ve sanatsal ürünler yaratmak istiyordu. Bauhaus'a göre mimarlık, ressamlık, heykeltıraşlık ve zanaatkârlık iç içe olmalıydı. Walter Gropius; sanatçıyı, zanaatkarın yücesi olarak görürdü. Bauhaus'un en temelinde sanatsal ve uygulamalı öğretim yatıyordu. Her öğrenci kendi seçtiği çalışma atölyesine katılıp bitirdikten sonra, mecburi hazırlık kursunu tamamlamak zorundaydı. Böylelikle temel zanaat bilgisi, tasarım parametreleri ve uygulama bir araya getirilmişti. Makina Bauhausçular tarafından pozitif bir eleman olarak değerlendiriliyordu. Bu sebeple endüstri ürünleri tasarımına da önem veriyorlardı. Temel tasarım dersi fikri ilk burada oluşmuş ve günümüzde dünyadaki çoğu mimarlık okullarınca benimsenmiştir. Bauhausta nesnel yaklaşım benimsenmişti. Okula gelen öğrencilerin öğretmenlerini, birini ya da bir stili taklit etmeleri yerine kendi yollarını bulmaya teşvik ediyorlardı. Bauhaus bildirisine göre tüm sanatların birleştiği en yüksek nokta binalardı. Bauhausun Weimar'daki ilk yıllarında dersler Walter Gropius'un ortağı Adolf Meyer tarafından kısa dersler olarak veriliyordu. Bauhaus'un çalışma atölyeleri ise Gropius'un kendi mimarlık ofisinde gerçekleşmekteydi. Burada yeni bir mimarlık stili yaratılmakla kalınmamış yeni yaşama biçimleride geliştirilmişti. 1927'de Walter Gropius, Hannes Meyer'a mimarlık bölümünün başına geçmesini teklif etti. Hannes Meyer içinde tasarım, yapı, planlama, şehir tasarımı ve teknik ressamlığın bulunduğu bir eğitim sistemi oluşturdu. 1930'dan 1933'e kadar Ludwig Mies Van der Rohe başkanlığa geldi. Mies Van der Rohe'ye göre bir öğrencinin Bauhaus'a girebilmesi için bir takım dersleri almış ve belirli bir yetkinliğe ulaşmış olması gerekiyordu. Böylelikle Bauhaus'u doktora eğitimi veren bir okul haline getirdi. Bauhaus'taki ilk öğretmenler sanatçılardı. Modern resimle ilgili sonsuz sayıda fikir üretildi. Wassily Kandinsky, Paul Klee ve diğer Bauhaus sanatçıları resimlerin geleneksel kavramlarından uzaklaşarak, soyutlamaya ve sanatsal tasarımın teorilerini ve yasalarını analiz etmeye yöneldiler. Uygulamalı çalışmalar Bauhaus'ta çok önemliydi. Atölyelerden bazıları: Maçka (anlam ayrımı) Eugène Ionesco Eugène Ionesco (Rumence: Eugen Ionescu, d. 26 Kasım 1909 – ö. 28 Mart 1994), uyumsuz tiyatronun önde gelen yazarlarından biridir. Sıradan durumların ötesinde bireyin var oluşundaki anlamsızlığı kendine özgü bir dille anlatmaktadır. Resmi internet sitesine göre 1912, başka kaynaklara göre 1909 yılında Romanya'da doğan Ionesco'nun babası Rumen, annesi Fransız'dır. Çocukluğu Fransa'da geçen Ionesco anne ve babasının boşanmasının ardından 1925 yılında Romanya'ya döner. 1928 – 1933 yılları arasında Bükreş Üniversitesi'nde Fransız Edebiyatı okuyarak öğretmenlik sertifikası alan Ionesco, burada Emil Cioran ve Mircea Eliade ile tanışır. 1936 yılında Rodica Burileanu ile evlenerek sıradışı çocuk öykülerini ithaf ettiği bir kız babası olur. 1938 yılında doktora çalışmasını tamamlamak için ailesiyle birlikte Fransa'ya döner.II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle Marsilya'ya taşınan aile, Fransa'nın özgürlüğe kavuşmasından sonra 1944 yılında Paris'e yerleşir. 1967 yılında İsrail'e gider ve daha sonra öz yaşam öyküsünde Yahudi kökenli olduğunu açıklar. 1970 yılında Fransa Akademisi üyeliğine seçilen Ionesco, (accession speech, Fransızca) birçok ödüle de layık görülmüştür. Bunlardan bazıları: Tours Festivali Film Ödülü, 1959; Prix Italia, 1963; Society of Authors Theatre Prize, 1966; Grand Prix National for theatre, 1969; Monaco Grand Pr
ix, 1969; Austrian State Prize for European Literature, 1970; Kudüs Ödülü, 1973; bunun yanında New York Üniversitesi ve Leuven (Belçika), Warwick (İngiltere), Tel Aviv (İsrail) üniversiteleri tarafından fahri doktora derecesine lâyık görülmüştür. 84 yaşında ölen Ionesco, Paris'teki Montparnasse Mezarlığı'na gömülmüştür. Genellikle Fransızca yazmasına rağmen Romanya'nın en çok gurur duyduğu isimlerden biridir. Rumenlerin bu konudaki temel kırgınlığının, gerçek adı olan Eugen Ionescu yerine isminin Fransızca söylenişi olan Eugène Ionesco olarak tanınması olduğu bilinir. Go Go (Japonca: 囲碁, "igo"; Çince: 圍棋 / 围棋, "wéiqí"; Korece: 바둑, "baduk"), tahta üzerinde oynanan iki kişilik bir strateji oyunudur. Go çok eski bir oyundur. Çin kökenli olmasıyla birlikte bütün Doğu Asya'da tanınır ve oynanır. Oyunda siyah ve beyaz renklerdeki küçük ve yuvarlak taşlar kullanılır. Oyuna siyah başlar. Siyah taşın kim olacağını karar vermek içinse; öncelikle beyaz oyuncu eline birkaç tane taş alır sayısını bilmeden. Siyah oyuncu ise, beyaz oyuncunun elinde bulunan taşların sayısının tek mi yoksa çift mi olduğunu bulmaya çalışır. Eğer bulursa, siyah oyuncu siyah oyuncu olarak kalır. Eğer bulamazsa beyaz oyuncu, siyah oyuncu olur. Ve siyah oyuncu oyuna başlar. Sırası gelen oyuncunun kendi taşını oyun tahtasındaki mümkün olan bir yere yerleştirmesiyle oyun devam eder. Tahtaya konulan taşlar esir alınmadığı müddetçe oyun sonuna kadar hareket etmezler. Tüm taşlar aynı değere sahiptir ancak birbirleri arasındaki stratejik konum oyunun yapısını belirler. Oyun sonunda en çok alana sahip olan oyuncu oyunu kazanmış olur. Oyunun temel amacı şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir: İki general bir bölgeyi kontrol altına almak istemektedir. Bunun için ilk önce gözetleme kuleleri dikerler ve sonra da kendileri için güvenli bir pozisyon kurmaya çalışırlar. Oyunun amacı rakibi tamamen ortadan kaldırmaktan veya taşlarını esir almaktan çok onun karşısında avantajlı bir konuma geçmek, kendi taşlarınızla mümkün olabildiğince çok alanı kontrol altında tutmaktır. Go, kuralları çok basit olmakla birlikte oldukça karmaşık bir oyundur. Go oyununda satrançtaki gibi taşların hareket kabiliyetleri sınırlı olmadığından bir taşı oynayabileceğiniz çok fazla yer vardır. Satranç oyununda ilk yarım hamle için 20 olasılık , ikinci yarım hamle için 20, tam hamle (bir beyaz bir siyah) için 400 olasılık vardır. Go oyununda ise ilk taş (siyah) için 361 olasılık , ikinci taş (beyaz) için 360 olasılık, toplam 129.960 olasılık vardır. Hamle çeşitliliği o kadar çoktur ki bir go oyuncusunun ustalaşma evresi ömrünün sonuna kadar sürebilir. Go'da hesaplı hareket etmek (strateji) önemli olsa da, oyunun tek önemli noktası değildir. Go, insanı düşündüren yönüyle meditasyona ilham verebilir, hatta insanın iç dünyasına bir ayna tutarcasına kendi kişiliğini ve dahası karşısındaki rakibin kişiliğini daha yakından tanımasına yol açar. Go birçok atasözünün çıkış noktası olmuştur, çünkü go hayatın gerçeklerini minyatür halde yansıtmaktadır. II. Dünya Savaşı'nda ABD'nin savaşa giriş sebebi olan Pearl Harbor Saldırısı'nın, şaşırtıcı etkisi ve tahribatının arkasındaki soğuk mantığın temelinde basit bir go manevrası (yalnız olan taşa saldır) olduğu bilinen bir gerçektir. Go bugün dünya üzerinde oynanan en eski oyundur. Çin efsaneleri kökenini kral Yao'ya dayandırmaktadır. Bu efsanelere göre Yao oğluna astronomiyi öğrtemeye çalışmaktadır ancak bir türlü oğlu yıldız sistemlerini anlayamamıştır. Bunun için bir tahta üzerine taşları dizerek açıklamaya çalışır ve go oyunu Çin'de bu şekilde wéiqí ismiyle (okunuşu -> veyçi) doğar. Gonun kökenine ait kesin bulgular ise bundan 2500 yıl öncesine, Çinli kralların birbirleri ile savaştıkları yıla dayanır. Han Hanedanlığı zamanında go gözle görülür bir şekilde halk arasında yayılmaya başlamıştı. Ayrıca elit kesim tarafından da kabul gören bir hobiydi. Bu devirde go ile alakalı düşülen ilk kayıt MS 127 yılını göstermektedir. Çin tarihinde ayrı bir öneme sahip olan Tang Hanedanlığı zamanında ise go ilk altın çağını yaşamaktaydı. Bu hanedanlık döneminde go oyunu saraya kadar girmiştir. Bu hanedanlık zamanında Çin kültürü en yüksek seviyeye ulaşmıştı ayrıca gelişmiş bir bürokrasi sistemi de kurulmuştur. Bu bürokratik sistem çok sayıda eğitimli bürokatı içinde barındırıyordu ve bu durum yeni bir elit kesimin doğmasına yol açtı. Bunlar da dönemin diğer elit kesimleri gibi go ile yakından ilgilenmekteydiler. Oyuna olan ilgi ileriki hanedanlıklar zamanında da devam etti. Song kralı Huizong ve Ming başbakanı Zhang Juzheng gonun ateşli tutkunlarıydı. Krallık rejiminin 1911'de yıkılması ile (Çin'in diğer bütün toplumsal değerleri gibi) go oyunu da toplum içindeki önemini kaybetti. Ancak Kültür Devrimi'nden sonra tekrar toplumun gözünde hakkettiği değeri kazanmaya başladı. Efsaneye göre Japonya'ya goyu getiren kişi Çin'in başkenti Çang-an'da görev yapmış olan Japon büyükelçisi Kibi no Makibi'dir. 717 ve 735 yılları arasında Çin'de bilim ve sanatla ilgili çalışmalar yürüten Kibi no Makibi ülkesine dönerken yanında bir adet go oyunu da götürmüştür. Sonraları bu oyuna "go" adını verir ve oyun Japonya'da o adla anılmaya başlanır. Kibi no Makibi'nin sayesinde oyun kısa sürede aristokratlar arasında yayılır... Kibi no Makibi'nin goyu Japonlar'a tanıtmasından 100 yıl önce de oyunun adı Japon kayıtlarında zikredilmektedir. Zamanla go Japonlar arasında yayılmaya başlar ve ikinci altın çağına girer. Oyunun bugün uluslararası arenada Çince adıyla değil de Japonca adıyla anılmasının sebebi de bu altın çağa dayanmaktadır. 17. yüzyılın başlarında, Edo Dönemi'nin başlaması ile Japonya'nın siyasi dengesi tamamen değişmiştir. Tokugawa ailesinden gelen yeni şogun, go oyununa o kadar meraklıydı ki; gonun geliştirilmesini ve yayılmasını devlet eliyle desteklemeye başlamıştı. Bununla birlikte kendisinin en iyi go oyuncusunu tespit edebileceği, oshirogo adlı turnuvaların yapılmasını emretti. Bu turnuvayı kazananlar ödül olarak, o zamanlarda go oyunu üzerine akademik eğitim vermek üzere inşa edilen dört büyük go hanedanı için burslar elde ediyorlardı. Bu okulların adları şöyledir: Honinbo Hanedanı, Inoue Hanedanı, Yasui Hanedanı ve Hayaşi Hanedanı. Bu dört hanedan arasındaki büyüt rekabet go oyuncularının seviyesinin yükselmesine sebep oldu. O zamanki go oyuncularının seviyesine bugüne kadar kimse ulaşamamıştır. Ayrıca bu zaman diliminde dövüş sporlarından esinlenilerek rütbe sistemi de geliştirilmiştir. Edo Dönemi'nin en iyi go oyuncusu kendi adıyla anılan açılışı bulan Shusaku Kuwahara'dır. 33 yaşında koleradan ölünceye kadar 19 kez ardı ardına oshirogo şampiyonluğunu kazanan Shusaku'nun bulduğu Shusaku açılışı, 20. yüzyıl'ın ortalarına kadar yaygın olarak kullanılmıştır. Tokugawa Şogunluğu'nun yıkılmasından sonra yönetimin go okullarına verdiği destek de son bulmuştur. Bugün Japonya'da, dönemin en güçlü oyuncularını yetiştiren Honinbo Hanedanı onuruna Honinbo Turnuvası düzenlenmektedir. Go çeşitli sebepler yüzünden uzunca bir süre sadece erkeklerin oynadığı bir oyun olmuştur. Turnuvaların kadınlara açılması ve kadın oyuncuların arasından gittikçe daha güçlü oyuncular (özellikle Rui Naiwei) çıkması, kadın go oyuncularının da erkek rakipleri kadar yetenekli olduğunu ispatlamaktadır. Son 20 yılda Çin ve Kore'nin go oyununda yaptığı büyük atılımlar, Japonya'nın uluslararası turnuvalardaki hegemonyasını kaybetmesine yol açmıştır. Go, Avrupa'da ve Kuzey Amerika'da 100 yıldır tanınmasına rağmen hâlâ çoğunlukla Asyalılar'ın oynadığı bir oyun olmayı sürdürmektedir. Dünya çapında büyük çoğunluğu Uzak Doğu'da olmak üzere 100 milyondan fazla go oyuncusu olduğu tahmin edilmektedir. Japonya'da 10 milyona yakın go oyuncusu olduğu tahmin edilmektedir. Go oyuncularını konu alan Japon anime ve manga serisi "Hikaru no Go", gonun çocuklar ve gençler arasındaki popüleritesini büyük şekilde artırmıştır. Bugün dünya üzerindeki go kulüplerinin, go şirketlerinin, genç go oyuncularının sayısı hızla yükselmektedir. Gonun felsefi yönünü ve kültürel değerini açıklayan çeşitli efsaneler vardır. Bu efsanelerden birine göre eski zamanlarda yaşamış bir Çin kralı oğluna disiplini, konsantrasyonu ve ruhsal dengeyi öğretmek için bu oyunu icat etmiştir. Kralın oğlu büyüyünce büyük bir go oyuncusu olmakla kalmayıp aynı zamanda dengeli bir kişiliğe sahip bir kral olmuştur. Diğer bir efsaneye göre eski Çin generalleri savaş alanını zihinlerinde daha iyi canlandırabilmek için yanlarında bir adet tahta ve çok sayıda taş götürüyorlardı ve oyunun kökeni de bu yönteme dayanıyordu. Bu efsanelerde gonun iki temel özelliğine vurgu yapılmaktadır; kendini, kişiliğini geliştirmek ve iki olgunun çarpışmasını resmetmek... Go hakkındaki efsaneler çoğu kez, Taoizm'den kaynaklanan ve go oyununun da temel güçleri olan Yin ve Yang'a da değinirler. Go sadece mantıkla kavranabilecek bir oyun değildir. Onun karmaşık ve derin yapısını anlamak için kuvvetli iç güdüler ve çok fazla tecrübe gereklidir. Bu noktada go Budizm'in "mantığa dayanan bir aydınlanma sadece aldatıcı bir aydınlanmadır" felsefesiyle de uyuşmaktadır. Go oyununda aşırı cesaret ile korkaklık, güvenlik ile risk, saldırı ile savunma arasında (aslında temeli Uzak Doğu dinlerine dayanan) mükemmel bir denge vardır. Go ile diğer batılı oyunlar arasındaki en belirgin fark (satrançdaki mat olgusu gibi) tamamen kazanma veya rakibi tamamen yok etme diye bir durumun olmamasıdır. Kazanan oyuncunun diğer oyuncudan farkı, tahta üzerindeki alanların büyük miktarına egemen olmasıdır. Kaybeden oyuncu tamamen yok olmuş değildir, sadece diğer oyuncudan daha az alan kontrol etmektedir. IBM'in geliştirmiş olduğu Deep Blue bilgisayar satranç sistemi, en sonunda 1997 yılındaki bir maçta Dünya Satranç Şampiyonu Garry Kasparov'u yendi. Elbette ki bu durum, Deep Blue her insandan daha "güçlü" şeklinde basitleştirilebilir; ancak şunu söyleyebiliriz ki; yeryüzünde ancak bir avuç insan Deep Blue'yu alt edebilecek yetilere sahiptir. Buna karşılık, günümüzde mevcut olan en güçlü Go pr
ogramını yenebilecek insan sayısı milyonlarla ifade edilmektedir (Bilgisayar dünyası Go oyunu ile 40 yıldan uzun bir zamandır tanışıyor). Madalyonun öbür yüzünde ise, günümüzdeki programcılar en iyi dereceleri olan 10 kyu seviyesini geliştirmiş olmaları ile övünebiliyorlar. 10 kyu ile, yani bir amatör dan oyuncusu derecesinden neredeyse bir düzine "taş" daha zayıf seviye ile (Seviyeler arasındaki her sayı farkı 1 "taş" olarak kabul edilir. Örneğin 1 dan, 2 kyu seviyesinden 2 taş yüksektir). Bilgisayarların oynadığı Go'daki gelişimi izlemek, beraberinde bilgisayarlar için düzenlenen Go turnuvalarının ve yarışmaların başlamasını da getirmiştir. Bunlar arasında en ünlüsü, 1.600.000 dolarlık Ing Ödülü'dür hiç kuşkusuz. Bu devasa ödül, profesyonel bir Go oyuncusunu yenebilecek programın tasarımcısına Ing Chang-Ki Wei-Chi Eğitim Fonu tarafından 1985-2000 yılları arasında vadedilmiştir. Ancak bu süre zarfında kimse ödülü kazanacak tasarımı gerçekleştirememiş ve önceden belirlenen limit sonunda, vadedilen ödül de ne yazık ki kaldırılmıştır. Günümüzde bu ödülün süresinin uzatılması hâlâ ümitle beklenmektedir. Çünkü, hiç kuşku yok ki bu tip büyük ödüllerin varlığı araştırmalar için önemli bir itki görevi görecektir. "Bir bilgisayarın insanı Go'da alt etmesi belki yüzyıl alır -belki daha fazlasını" diyor oyunun hayranlarından biri olan astrofizikçi Dr. Piet Hut ve ekliyor; "Makul bir zekâya sahip birisi Go oynamayı öğrendiğinde birkaç ay içinde tüm bilgisayar programlarını yenebilir. Bunun için Kasparov olmak zorunda değilsiniz." Buna paralel olarak, bir emekli kimya profesörü olan Dr. Chen Zhixing ise "Go en yüksek düzeydeki entelektüel oyundur" diyor. Dr. Zhixing, uluslararası yarışmalarda birçok ödül sahibi olan Handtalk programının gelişimine altı yılını adamış biri. Bu konudaki son sözü ona bırakırsak eğer; "Go oyununda tahtada açılan şekillerin güzelliği tam anlamıyla göz kamaştırıcı ve hamle dizileri zihni hipnotize edici bir müzik gibi etki gösterebiliyor. Esas olan da, bilgisayarın bu görsel müziği anlayıp besteleyebilmesini sağlamak". Ömrümüz yeter de yapay zekâ da yaşamımızda yerini alırsa, o zaman oyundaki gelişimin nerelere varacağı mutlak bir merak konusu haline gelir. Kim bilir, belki de bir bilgisayarın Dünya Go Şampiyonu'nu yenmesi yapay zekâ devriminin gerçekleştiğine dair en büyük işaretlerden biri olacaktır. Deep Mind tarafından geliştirilen yapay zekâ temelli Go oyuncusu AlphaGo‘nun Lee Sedol ile yaptığı 5 serilik maç AlphaGo nun 4-1 lik zaferiyle sonuçlandı.Dünyanın 2. numaralı Go oyuncusu konumundaki Sedol, büyük rekabet öncesinde 4-1 veya 5-0 kazanacağını düşünüyordu.5 set oynan maç 9 Mart tarihinde başlayıp 15 Mart 2016 tarihinde sonuçlanmıştır. Batı'nın go ile tanışması nispeten yeni olmuştur. Klasik anlamdaki Batı'nın bu tanışma süreci yüzyıllarla ifade edilmektedir. Türkiye ise süre bağlamında emekleme dönemini yaşıyor denilebilir. Buna rağmen özellikle son yıllarda büyük bir ivme kazanan oyuncular Türkiye Go Oyuncuları Derneği (TGOD) etrafında örgütlenmektedirler. Türkiye'de Go'nun -bilinen- gelişimi Türkiye Go Oyuncuları Derneği resmi sitesinde şu şekilde aktarılmaktadır: Türkiye'de düzenlenen Go turnuvaları şunlardır: Bunların haricinde Türkiye'de kurumsal/bireysel çabalarla daha farklı turnuvalar da düzenlenmektedir. Bu etkinliklerin birçoğuna dernek resmi sitesinden ulaşılabilir. Go oyununda karate ve judo gibi dövüş sanatlarındaki seviyelendirme sistemine benzer bir sistem kullanılır. Seviyelendirme sistemi üç ana eksende yürümektedir: Öğrenci (kyu), usta (dan) ve profesyonel (pro veya dan pro). Oyuna yeni başlayan birinin seviyesi "25 kyu"(Queron) olarak kabul edilir(Nihon Ki-in). En yüksek öğrenci seviyesi ise "1 kyu"dur. Oyunda yetkinlik kazandıkça seviye yükselir. 1 kyu seviyesini geride bırakan oyuncu "1 dan" olmuştur ve artık 'oyunu biliyorum' diyebilir. Pro olmak içinse bir takım eğitim periyotlarından geçip Uzak Doğu'daki seçmelere katılmak gerekmektedir. Bu süreci başarıyla geçen oyuncular profesyonel oyuncu olur ve "pro" unvanını alırlar. Bu süreci geçmemiş olan dan seviyelerindeki oyuncular "amatör dan" olarak isimlendirilirler. Go oyununda bir profesyonel tarafından ulaşılabilecek en yüksek seviye "9 dan"dır. Geleneksel olarak amatörler için seviye "7 dan" ile sınırlandırılmıştır ve Japonya'da "8 dan" çeşitli amatör turnuvaların birincilerine onursal bir unvan olarak verilir. Ancak ülkeden ülkeye ve internet üzerinde sunucudan sunucuya seviye sistemleri değişiklik göstermektedir. Profesyonellik unvanı yalnızca Uzakdoğu'daki profesyonel go dernekleri tarafından verilebilir. Profesyonel olmak isteyen batılı oyuncular da Uzakdoğu'ya giderek oradaki sınavlardan geçmek zorundadırlar. Japonya'da Nihon Ki-in ve Kansai Ki-in, Kore'de Hankuk Kiwon, Çin'de Zhōngguó Weíqí Xíehuì bu işlemleri yürüten profesyonel go dernekleridir. Çaça (balık) Çaça ("Sprattus sprattus"), ringayı andıran küçük bir deniz balığı. Avrupa sularında yaşar, gümüşi pulları ve açık gri renkte eti vardır . Bu balığın eti %12-13 civarında yağ içerir ve vitamince zengindir. Bu et konserve yapılabilir, tuzlanabilir, kızartılabilir, ızgara yapılabilir, fırınlanabilir, salamura yapılabilir. Ege Bölgesi'nde Papalina olarak da adlandırılır. Bu balık en çok Norveç ve İskoçya kıyılarında avlanır. İngilizce Vikipedi'deki sprat maddesi Aerosmith Aerosmith, 1970 yılında ABD'nin Massachusetts eyaletinin Boston şehrinde kurulmuş bir rock müzik grubudur. Gruba "Boston'ın Kötü Çocukları" ve "Amerika'nın en büyük rock and roll grubu" yakıştırmaları yapılır. Aerosmith, blues kökenli hard rock tarzındaki müzikleri ile birçok rock grubuna ilham kaynağı olmuştur. Aerosmith, 1970'de, vokalist Steven Tyler'ın gitarist Joe Perry ile bir dondurma salonunda tanışmasıyla kuruldu. Perry, Tyler'a rock-caz topluluğunda yer alması için teklifte bulundu. Tyler ile Perry, yanlarına basçı Tom Hamilton'u da alarak bir üçlü kurmaya karar verdiler. Çok geçmeden ikinci gitarı da Ray Tabano kullanmaya başladı. Ancak kısa bir süre sonra Tabano yerine Brad Whitford geldi. Davulcu Joey Kramer'in de gruba dahil olmasıyla Aerosmith, Boston'da, 1970'in sonuna doğru kurulmuş oldu. İlk konserinden sonra adını "Arosmith" yerine "Aerosmith" olarak değiştiren grup, başarısıyla kısa zamanda Boston'un dışına çıkmaya başladı. Grup, 1972 yılında Max Cansas City'de verdikleri konserden sonra Columbia/CBS Records'la kontrat imzaladı. Ve ilk albümleri 1973 yılında yayımlandı. Aerosmith, 1975 yılında yayımlanan ""Toys In The Attick"" ve 1976 yılında yayımlanan ""Rocks"" albümleri ile büyük başarı yakalayarak süper star statüsüne ulaştı. 70'lerin sonuna gelindiğinde ""Blue Army"" adındaki hayran grubu ile dünyanın en popüler hard rock grubu konumunda olan Aerosmith, uyuşturucu bağımlılığının açtığı sorunlar ve grup üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar nedeni ile ayrılıklar yaşadı. 1979 yılında Joe Perry, 1981 yılında ise Brad Whitford gruptan ayrıldı. Jimmy Crespo ve Rick Dufay'yi kadrosuna dahil eden grup 1982 yılında ""Rock In A Hard Place"" albümünü yayımladı fakat eski albümleri kadar başarılı olmadı. 1984 yılında Joe Perry ve Brad Whitford gruba geri döndü. ""Geffen Records"" ile imzalanan kontrat ve Steven Tyler'ın 1986 yılında uyuşturucu bağımlılığından kurtulmak için girdiği rehabilitasyonun arından Aerosmith, 1987 yılında yayımlanan ""Permenant Vacation"" albümü ile rock müzik tarihinin en çarpıcı ve göz kamaştırıcı geri dönüşünü gerçekleştirdi ve 70'li yıllardaki popülerliklerini tekrar kazandı. Grup, 1989 yılında ""Pump"", 1993 yılında ""Get A Grip"" ve 1997 yılında ""Nine Lives"" albümleri ile birçok hit şarkıya imza atıp ödüller kazanarak popüler kültürde bir fenomen haline geldi. Aerosmith, Rolling Stone dergisinin "Tüm zamanların en büyük 100 sanatçısı" listesinde 57. sırada yer almıştır. Ayrıca 66,5 milyonu ABD sınırları içinde olmak üzere; sattığı 150 milyon albüm ile gelmiş geçmiş en fazla albüm satan Amerikalı rock grubudur. 2001 yılında "Rock and Roll Hall of Fame" tarafından onurlandırılan grup başta dört Grammy ödülü olmak üzere birçok ödül kazanmıştır. Grubun ilk albümü 1973 yılında, kendi adını taşıyarak ortaya çıktı. Bu albümden çıkan ilk single, "Dream On" başlangıçta listelerde 59 numaraya kadar yükselmiş, 1973 yılının Nisan ayında 10 numaraya çıkmayı başarmıştır. Hem yavaş şarkıların, hem de bol ritimli rock'n roll şarkıları sonucunda ünleri '70lerin ortalarında iyice artmış, o yıllarda birçok altın ve platin plak kazanmışlardır. Topluluğun ikinci albümü "Get Your Wings" (1974) tam 86 hafta listelerde kaldı. Bu albüm ayrıca daha uzun yıllar birlikte iş yapacakları yapımcı Jack Douglas ile yapılan ilk çalışmaydı. Yurtçapında verdikleri konserlerle grup adını duyurmaya devam etmiştir. Asıl başarılarını ise 1975 yılının Nisan ayında piyasaya çıkan ve dünya çapında 6 milyon satan "Toys In The Attic"le kazanmışlardır. Dördüncü albüm "Rocks" 1976 yılının Mayıs ayında piyasaya çıktı. Rocks, sadece Amerika'da 3 milyon sattı ve albümler listesinde 5 numaraya kadar yükseldi. Albümden çıkan singleları, "Back In The Saddle" listelerde 40 numarada kalabildi. 1977'nin başlarında Aerosmith bir süre ara vererek, sonraki albümleri üzerinde çalışmışlardır. Grup yükselişlerini, 1977 yılının Kasım ayında piyasaya çıkardıkları "Draw The Line" albümüyle sürdürmelerine karşın; eleştirmenler tarafından beklenilen ilgiyi göremedi ve Led Zeppelin'in bir türevi olarak nitelendirilmekle kaldı. Grup, 1978 yılında Amerika'da bir dizi küçük turne düzenledi. 1978 yılında, "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band" adlı filmde büyük başarı kazanan parçaları "Come Together"ı bestelendi ve performanslarının ardından grubun '73 ve '78 yılları arasında verdikleri konserlerin bir toplaması olan ve grubun ilk canlı albümü olan "Live Bootleg" piyasaya çıktı. Bu sırada Tyler ve Perry arasında çözüm bulunamayan sorunlar çıkmaya başladı. Topluluk 1979'un sonunda, çalışmalarını daha önceden bitirdikleri albümleri "Night In The Ruts"i çıkardı. O sıralar Joe
Perry, kendi ismini taşıyan grubunu oluşturmak üzere gruptan ayrıldı. "Night In The Ruts", Aerosmith'in en az satan albümleri olarak kaldı. 1980 yılında gruba Jimmy Crespo katıldı fakat, gitarist Brad Whitford "Whitsford-St. Holmes Band"ı kurmak üzere gruptan ayrıldı. Grup üyeleri alkol ve uyuşturucu sorunları yüzünden hayranlarının gözünde düşüş yaşasalar da, 1980'lerin sonuna doğru rock tarihinde en göze çarpan dönüşlerden birini gerçekleştirdiler. Yeni gitaristler Jimmy Crespo ve Rick Dufay'ın da katılımlarıyla grup eski günleri hatırlamak üzere bir "En İyiler" albümü çıkardılar, albüm 6 milyondan fazla sattı. Yeni kadrosuyla Aerosmith 1982'de "Rock In a Hard Place"i piyasaya sürdü. Albüm listelerde 32. sıraya kadar yükselebildi. Albüm, grubun diğer albümlerinin yanında pek de başarılı olamadı. Sonraları Perry ve Whitford'un gruba dönmeleriyle "Back In The Saddle" turnesi gerçekleştirildi. Turnenin ilk ayaklarından birinde Steven Tyler'ın sahnede bayılması, grubun alkol ve uyuşturucuyla başının hala dertte olduğunu göstermiş oldu. Ertesi sene Aerosmith asıl kadrosuyla 1979'dan sonra yaptığı ilk albüm "Done With Mirrors" piyasa çıktı. Bu albümde Aerosmith ilk kez Geffen Records ile çalışmıştır. Albüm, "Rock In A Hard Place" kadar başarılı olmasa da grubun canlandığının göstergesi olmuştur. 1985 yılının Kasım ayında "Down Wıth Mirrors" albümü Geffen Plak Şirketi'nden yayınladı ve ardından Tyler ve Perry uyuşturucudan kurtulabilmek için rehabilitasyon programına katıldılar. Albüm çıkardıkları ilk iki albüm kadar başarılı bulundu, fakat 80'lerde ortaya çıkan yeni rock gruplarıyla başedebilmek için soundlarını biraz değiştirdiler. 1986 yılında "Toys In The Attic" albümünde yer alan parça "Walk This Way" şarkısının rap grubu Run DMC ile tekrar kaydedilmesiyle uluslararası bir başarı kazanılmış oldu. 1987 yılının Ağustos ayında piyasaya çıkan "Permanent Vacation" albümü grubun en fazla satan albümlerinden biri oldu. Albümde 'Dude (Looks Like A Lady)' şarkısı Amerika müzik listelerinde 14 numaraya kadar yükseldi. 1988 yılının Ağustos ayında, bir toplama albümü olan "Gems" piyasaya çıktı. Aynı yıl MTV Müzik Ödülleri'nde "En İyi Grup" ve 'Dude (Looks Like A Lady)' klibiyle de "Klipte En İyi Sahne Performansı" ödüllerini Aerosmith aldı. 1989 yılının Eylül ayında, piyasaya çıkan "Pump" albümünden 'Janie's Got A Gun', 'Love In An Elevator' ve 'What It Takes' parçalarına çektikleri kliplerle o yıl adından en fazla bahsettiren gruplardan biri oldu. Albüm Amerika'da 7 milyon satarken, MTV Müzik Ödülleri'nde 'Rag Doll'un klibiyle de "En İyi Heavy Metal Video" ödülünü aldılar. 1991 yılında grup ilk Grammy Ödülünü; 'Janie's Got A Gun' parçasıyla "En İyi Rock Performansı" dalında aldı. Aynı yıl Aerosmith, Sony Records'la anlaşma imzaladı. Eylül ayında ise, Boston Garden Hall Of Fame ödülünü kazandı ve 'The Other Side'a çektikleri kliple de MTV'de "En İyi Metal/Hard Rock Video" ödülünü aldılar. 1993 yılının Nisan ayında, "Get A Grip" albümü yayınlandı. Single'lar 'Livin' On The Edge', 'Cryin', 'Crazy' ve 'Amazing' tüm dünyada çok büyük başarı kazandı. Albüm Amerika'da yedi milyon satarken, piyasaya çıkan Guns N' Roses gibi gruplarla baş etmeye çalışmışlar ve bunu başardıklarını göstermişlerdir. 1994 yılının Kasım ayında, çıkan "Big Ones" albümü ile başarılarını sürdürmüşlerdir. Grup, 90'lı yılların ortasında tekrar Colombia Records'la anlaşma imzaladı ve 1997 yılında "Nine Lives" albümlerini piyasaya sürdüler. 1998 yılında Aerosmith, Simpsonlar'ın 200. bölümünde televizyonda görüldü. Ve Ağustos ayında Armageddon filminin soundtracki olan "I Don't Want A Miss A Thing"i piyasaya sürdüler. Parça, Amerika'da müzik listelerine 1 numaradan giriş yaptı ve 4 hafta boyunca 1 numarada kalırken, İngiltere'de ilk 10'a girmeyi başardı. Ekim ayında grubun canlı performanslarının yer aldığı "A Little South Of Sanity" albümü piyasaya sürüldü. 2000 yılında ise, "VH1: 100 Greatest Rock Songs" için 35 numarada yer alan parçaları "Walk This Way" ve 47 numarada yer alan parçaları "Dream On"u tekrar kaydettiler. 2001 yılının Mart ayında "Just Push Play" albümü piyasaya çıkarken, single 'Jaded' müzik listelerinde bir numaraya kadar yükseldi. 2003 yılında 'O, Yeah! – The Ultimate Aerosmith Hits' isimli best of albüm yayınlandı. 2004 yılında grup kariyerinin 25. albümü olan 'Honkin’ On Bobo' ile bir blues-rock albümü yayınladı. Albüm, grubun blues'da da iddialı olduğunun bir göstergesi oldu. Albüm sonrasında bir konser DVD'si "You Gotta Move in December 2004" ü çıkardılar. 2005'de Steven Tyler "Be Cool" filminde oynadı. Aynı yıl Joe Perry solo albümünü çıkardı. 2006 Grammy Ödüllerinde, "Mercy" parçasıyla "En iyi erkek rock enstrümantal performansı" dalında ödül aldı. 2005, Aerosmith "Rockin' the Joint" CD/DVD'sini yayınladı. Grubun Lenny Kravitz'le yaptığı çalışmalar Amerika'da hızla tükendi. Aerosmith, baharda bir tur düzenlemeyi planlarken, üyelerden bazılarının rahatsızlıkları nedeniyle plan iptal edildi. 22 Mart 2006'da vokalist Steven Tyler'ın boğazından ameliyat olacağı ve turların ertelendiği açıklandı. Tyler ve Perry 4 Temmuz nedeniyle Boston Pops Orkestrası ile bir konser verdi. Bu Tyler'ın ameliyat sonrası ilk performansıydı. Bu sırada, grup Mötley Crüe ile 2006 sonbaharında tura çıkacağını açıkladı. 24 Ağustos 2006'da Tom Hamilton'un da boğaz kanseri olduğu açıklandı. 17 Ekim 2006'da "Devil's Got a New Disguise - The Very Best of Aerosmith" albümü tamamlandı. Grubun yeni albümlerinin 2007 baharında tamamlanacağı açıklandı. 2008 yılında Guitar Hero adlı dünyaca ünlü gitar simülasyonu, Aerosmith adında bir oyun çıkardı. Aerosmith solisti Steven Tyler, 1 Kasım 2009 tarihinde Abu Dabi 50.000 kişiye verilen muhteşem bir konserden sonra solo çalışmak isteğini ve üstü kapalı Aerosmith'den ayrılabileceğini ifade etmişti. Daha sonra Joe Perry, Las Vegas Sun'a yaptığı açıklamada en son konserden beri kendisiyle konuşmadığını, Steven Tyler'ın grup arkadaşlarının telefonlarına çıkmadığını, sanal alemden aldığı bilgiler doğrultusunda Tyler'ın gruptan ayrıldığını ve yerine gerekirse başka bir vokalist alınabileceğini belirtti.Hatta Perry, Twitter adresinde 'Kim Aerosmith'e vokal olmak ister' diye bir yazı yayınladı.Bütün bunlara rağman en son olarak, 10 Kasım 2009 tarihinde Steven Tyler, Joe Perry'nin solo çalışmaları kapsamında düzenlediği turun New York konserinde sürpriz bir şekilde sahneye çıkarak "Aerosmith'den ayrılmıyorum" dedi ve ardından bir Hard Rock klasiği olan Walk This Way'i söyledi. Aerosmith'in çıkardığı Top 40 listelerinde yer almış yirmi bir single; Diferansiyel denklemler Diferansiyel denklemler, Matematikte fonksiyonların bir veya birden çok değişkene göre türevleri ile ilişkili denklemlerdir. Fizik, kimya, mühendislik, biyoloji ve ekonomi alanlarında matematiksel modeller genellikle diferansiyel denklemler kullanılarak ifade edilirler. Diferansiyel denklemler temel olarak iki kola ayrılırlar: Diferansiyel denklemler bilinmeyenlerin birbirleri ve katsayılarla ilgili konumlarına göre: Doğrusal diferansiyel denklemler , Doğrusal olmayan diferansiyel denklemler olarak da gruplanmaktadır. Doğrusal denklemlerin teorisi gelişmiş olmasına rağmen doğrusal olmayan denklemlerin keyfiyet analizi zordur ve bazen mümkün değildir. Bu durumlarda sayısal analiz teknikleri uygulanır. Kısmi diferansiyel denklemler, katsayıların durumlarına ve zamana ait türevin mevcudiyetine göre Son iki tip denklem, zamana ait türevin mevcudiyetinden ötürü evrimsel olarak isimlendirilir. Modern uygulamaların zorlaması ile ortaya çıkan: tiplerindeki denklemler yukardakilerden farklı olarak değerlendirilebilirler. Sabit ortamlarda denklemler verilere göre: şeklinde sınıflandırılırlar. Sabit olmayan bir ortamda tanımlı denklemlere Serbest sınır değer problemleri veya Hareketli sınır değer problemleri denir. Birçok denklemden oluşan ilişkilere denklem sistemi adı verilir. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü (kısaca İYTE, İngilizce: "İzmir Institute of Technology"), 1992 yılında İzmir'de kurulan, özellikle teknoloji alanlarında yüksek düzeyde araştırma, eğitim-öğretim, üretim, yayın ve danışmanlık yapan bir devlet üniversitesidir. İYTE'deki tüm bölümlerde eğitim dili %100 İngilizce'dir. Enstitü, İzmir Milletvekilleri Işın Çelebi ve Rıfat Serdaroğlu'nun 17 Haziran 1992 tarihinde verdikleri önerge sonucunda, 11 Temmuz 1992'de kuruldu. 10 Ekim 1992 tarihinde Basmane'de bulunan Petkim'e ait binada hizmet vermeye başladı. 31 Ekim 1995'te eğitim birimlerinin kullanımına açılmak üzere, Alsancak'ta Türkiye Petrolleri'ne ait ek bir bina kiralandı. İYTE, eğitime ilk olarak 1994-1995 akademik yılında "Bilgisayar Yazılımı" ve "Şehir Tasarımı" yüksek lisans programlarıyla başladı. Lisans eğitimine ise ilk olarak 1998-1999 akademik yılında 7 bölümde başlandı ve 2014 yılı itibarıyla 10 lisans, 25 yüksek lisans ve 12 doktora programında eğitim ve araştırma faaliyetleri sürdürülmektedir, 6 yüksek lisans ve 2 doktora programı disiplinler arası alandadır. 1999 yılında toplam öğrenci sayısı Alsancak'taki binada eğitim sürdürülmesini olanaksız kıldığından, tüm bölümler kampüse taşındı. 2000 yılının sonlarında rektörlüğün de kampüse taşınmasıyla Basmane'deki bina boşaltıldı. Alsancak'taki bina ise Yabancı Diller Bölümü Hazırlık Okulu olarak tahsis edildi. 2006 yılının sonunda ise Yabancı Diller Bölümü de kampüse taşınmış, böylece İYTE'nin tüm birimleri tek bir kampüste toplandı. İYTE Kampüsü, Ege sahil şeridinin en güzel kıyılarından biri olan Gülbahçe, Urla'da kuruldu. Kampüs, 35.000 dönümlük araziye sahiptir. Termal su kaynakları mevcuttur. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü (İYTE) Gülbahçe Kampüs sınırları içinde Türkiye’nin 4. teknoparkı olarak kurulmuş olan İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi 218.4 hektarlık ana bölge ve 6.4 hektarlık ek bölgeden oluşmaktadır. Bölge 21 ortaklı (İYTE, Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi, Ege Bölgesi Sanayi Odası, İzmir Ticaret Odası,
İzmir Ticaret Borsası, Ege İhracatçı Birlikleri Genel Sekreterliği, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği, Vestel Elektronik A.Ş., Enda Enerji Holding A.Ş., Innovatek Teknoloji Ürünleri San. ve Tic. A.Ş., Ünibel Özel Eğitim ve BilgiTeknolojileri San. Ve Tic. A.Ş., Alataş Alaçatı İmar İnş. San. Ve Tic. A.Ş., İzmir Teknopark Ticaret A.Ş., Balçova Termal Turizm ve Özel Eğitim Öğretim Hizmetleri A.Ş., Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği, Ege Genç İşadamları Derneği, İzmir Sanayicileri ve İşadamları Derneği, Ege Teknoloji ve Başarı Vakfı) İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi Anonim Şirketi tarafından yönetilmektedir. 2005 yılında faaliyete geçen İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi'nde bulunan işletmeler çeşitli alanlarda Ar-Ge çalışmalarını sürdürmektedir. 2012 yılında, Türkiye’nin kalkınma ajansı destekli ilk güdümlü projesi ile İnovasyon Merkezi’ni bünyesinde hayata geçirmiştir. 2014 yılı itibarıyla bu bölgede bulunan işletme sayısı 117'dir. Güngören Güngören, İstanbul'un bir ilçesidir. İlin batı yarısında Çatalca Yarımadası'nda yer alır; İstanbul'un 7 km kare alanı ile yüzölçümü bakımından en küçük ilçesidir. 3 Haziran 1992'de ilçe olan Güngören, doğuda Zeytinburnu, Esenler güneyde Bakırköy, batıda Bahçelievler ilçelerine komşudur. 11 mahalleden oluşan ilçeye bağlı kırsal yerleşme yoktur. 27 Temmuz 2008 tarihinde ilçede meydana gelen iki bombalı saldırının ardından 17 kişi hayatını kaybederken, 154 kişide yaralandı. Saldırılarda kullanılan bombaların önce RDX (plastik patlayıcı) olduğu yönünde açıklamalar yapıldıysa da, olaylarda TNT (dinamit lokumu) kullanıldığı tespit edilmiştir. Bu patlamaların ardından PKK'dan kuşkulanılmış, Kongra-Gel saldırıların PKK tarafından yapılmadığını iddia etmiştir. DTP'liler bu olayların arkasında Ergenekon'un olduğunu açıklamıştır. Saldırıların kim veya kimler tarafından yapıldığı konusunda çalışmalar devam etmektedir. İstanbul Güngörenspor 1. Lig'de de mücadele eden bir klübdür. İstanbul Güngörenspor ilçenin futboldaki en başarılı kulübüdür. Bunun dışında Güngörenspor, Haznedarspor, Tozkoparanspor, Güneştepespor gibi semtlere ait amatör futbol kulüpleri de bulunmaktadır. Güngören İlçesi'nin bugünkü sınırları içindeki yerleşme alanlarının nüfuslanması, İstanbul kentsel alanının gelişmesiyle uygunluk göstermektedir.1935'te 259 olan nüfus, 1960'tan hızla yükselmeye başlamıştır.Hızlı artışta yönetsel değişikliklerle belediye örgütünün kurulması büyük çapta etkili olmuştur. Bunun sonucunda nüfus 1970'te 20,000'i, 1985'te 115,000'i ve 1990'da 180,000'i aşmıştır.2000'de 271,000 olan Güngören nüfusu 2007 yılı itibarıyla 318,545'tir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB), Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) ile ortaklaşa yürüttüğü Deprem Risk Analiz Çalışması kapsamında, İstanbul’daki 146 bin 987 binaya risk taraması gerçekleştirildi. En tehlikeli ikinci ilçe Güngören olduğu belirlendi. Intel Intel, ABD merkezli, dünyanın en büyük yarı iletken üreticisidir. Şirket, 1968 yılında Gordon E. Moore tarafından kurulmuştur. Adı Integrated Electronics'ten gelmektedir. İlk olarak 1971 yılında Intel 4004 mikroişlemcisiyle piyasaya çıkmıştır. Günümüzde, bilgisayarların büyük kısmında Intel işlemcilerinin kullanılması, önceden sadece bilgisayar üreticilerinin bildiği mikroişlemci markasını, kullanıcılara da öğreten "Intel Inside" reklam kampanyası sayesinde olmuştur. Şirketin piyasa değeri 150 milyar dolar civarındadır. Intel, AMD'nin 1995 yılından sonraki sürecinden olumsuz etkilenmiştir. AMD 1995 yılından sonra araştırma geliştirme etkinliklerine ağırlık vermesiyle, masaüstü bilgisayarlarda kullanılmak üzere ilk olarak 64 bit işlemcilerini piyasaya sürmüştür (Eylül 2003). İntel, AMD'den 64bit patentini satın alıp kendi 64bit işlemcilerini piyasaya sürmüştür. INTEL CORP (Finansal analizi) Gordon Earle Moore Gordon Earle Moore (d. 3 Ocak 1929, San Francisco, Kaliforniya) Intel şirketinin manevi emekli yönetim kurulu başkanı, kurucu ortağı ve Moore Yasası'nın yazarıdır. 2000 yılında Forbes dergisinde ABD'li en zengin 400 kişi sıralamasında 26 Milyar ABD doları servetle 5. sırada yer almışken 2007 yılında 4.5 milyar dolar servetle 68. sıraya düşmüştü. Kaliforniya, San Francisco'da doğdu, Pescadero'da yetişti. Ailesi Pescadero'da yaşamaktayken 1950 yılında Kaliforniya Berkeley Üniversitesi'nden kimya dalında lisans diploması aldı. Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünden (Caltech) 1954 yılında kimya ve fizik dallarında doktorluk unvanı aldı. Berkeley'de öğrenim görmesinden önce gelecekte eşi olacak Betty ile tanıştığı San José Eyalet Üniversitesinde lise ve kolaj öğrenimini tamamladı. Beckman Instruments'in Shockley Yarı İletken Laboratuvarı bölümünde Caltech mezunu William Shockley ile tanıştı. Ancak buradan Sherman Fairchild, itibarlı Fairchild Semiconductor şirketini kurmaya ve desteklemeye razı olunca "ihanet eden sekizler" (Schokley Laboratuvarını terkedip Fairchild yarı iletkeni kuran 8 kişi) ile birlikte 1957 yılında ayrıldı. Moore 1968 yılı Temmuzunda 1975 yılına kadar İcra Başkanı Yardımcısı olarak hizmet ettiği Intel Şirketinin kuruluşuna ortak oldu. 1975 yılından sonra şirketin İcra Kurulu Başkanı ve CEO'su oldu. Moore 1979 yılında, Nisan 1987 tarihine kadar kaldığı icra kurulu başkanlığı görevine geldi. 1997 yılında Intel Şirketinin manevi başkanı olarak adlandırıldı. 2001 senesinde Moore ve eşi, Caltech'e bir yüksek öğrenim enstitüsüne tarihinde verilmemiş büyüklükte 600 milyon ABD doları bağış yaptı. Bağışın Caltech'in araştırma ve teknolojide bulunduğu önder konumunu korumasında kullanılmasını istediğini söyledi. Moore Caltech'in idari mütevelli heyetinin 1994 yılından 2000'e kadar başkanıdır ve halen idare heyetindeki görevini sürdürmektedir. 2003 yılında "Amerikan İleri Bilimler Birliğinin" bilim kurulu üyeliğine seçilmiştir. Cambridge Üniversitesinde Matematik Bilimleri Merkezi'nin kütüphanesine, 1996'da adlarına ithaf edilen Caltech'deki Moore Laboratuvarı binasında olduğu gibi buraya da kendisinin ve eşi Betty'nin adı verilmiştir. 2000 yılı Eylülünde "Gordon ve Betty Moore Vakfının" kuruluş sermayesini koydular. 6 Kasım 2007 tarihinde Gordon Moore ve eşi Caltech ve Kaliforniya Üniversitesine dünyanın en büyük optik teleskopunu inşa etmeleri için 200 milyon dolar bağışladı. Teleskop 30 metrelik bir aynaya sahip olacaktı. Bu boy neredeyse Büyük Binoküler Teleskoptaki dünya rekorunun üç katı bir büyüklüktür. Moore 2008 yılında, " Mikroişlemci bilgisayar ve yarı iletken sanayii, entegre devre işlemede öncülük ve MOS belleklerin gelişiminde önderlik etmede ", IEEE onur madalyası ile ödüllendirilmiştir. 19 Nisan 1965 tarihinde yayınlanan "Electronics" dergisinde yayınlanan bir makalesinde tümleşik elektronik devrelere yerleştirilebilecek eleman sayısının 18 ayda bir , iki katına çıkacağını yazdı. 10 yıl sonra bu kuralı 24 ay a çıkardı Bu kural 2008 yılında dahi hala geçerliliğini korumaktadır. Sonra 36 ayda 3 kati olabilecegini dile getirdi Güngören (anlam ayrımı) İlçe adları: Köy adları: Osmancık Mankalya Mankalya (Rumence: Mangalia), Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Karadeniz kıyısında liman şehridir. Şehirde önemli bir Türk - Tatar azınlık varlığını devam ettirmektedir. Osmanlı döneminde 16. yüzyılda yapılan Esmahan Sultan Camii Romanya'daki en eski camidir. Şehir bugün önemli bir turizm merkezi olup, gerek yerli Rumen gerekse de yabancı turistlerin gözde yerlerinden birisidir. Bölgeye araba ile giriş ücrete tabi olup plajı herkese açıktır. Fayton ile şehirde tur atmak çok güzel olup arabacıların hemen hepsi Türk asıllıdır. 2002 sayımlarına göre 40.132 kişilik nüfusunun 3.138'i yani %7,8'ini Türk nüfus teşkil eder. Babadağ, Tulça Babadağ (Rumence: "Babadag") Romanya'nın Dobruca bölgesinde, Tulça ilinde 10136 nüfuslu bir kasabadır. Kasabada Sarı Saltuk Türbesi bulunmaktadır. 2002 sayımlarına göre 10.037 kişilik nüfusunun 1.289'u yani %12,8'ini Türk nüfus teşkil eder. Gandi (anlam ayrımı) Antikacı Dükkanı Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla "The Old Curiosity Shop"), İngiliz yazar Charles Dickens'ın bir romanı. Antikacı Dükkanı (Barnaby Rudge ile birlikte) Charles Dickens tarafından çıkartılan, kısa ömürlü haftalık "Master Humphrey's Clock" isimli dergide 1840-1841 yılları arasında yayımlanmıştır. Antikacı Dükkanı, 1841 yılında kitap olarak da basılmıştır. Küçük Nell ve büyükbabasının borç yüzünden Londra'dan kaçıp taşrada bir yerden bir yere sürüklenmelerini anlatır. Charles Dickens, diğer tüm romanlarında anlattığı insanlık trajedisine burada da değinmiş ve sanayileşme dönemi Birleşik Krallık'ının sefaletini Nell'in gözünden dile getirmiştir. Kitap ilk yazıldığında (Dickens'in diğer romanları gibi) büyük başarı kazandı ve popüler hale geldi. Günümüzde Antikacı Dükkanı'nın, Viktorya Dönemi duygusallığını aşırı bir şekilde yansıttığı düşünülmektedir. Gerçekten de, Oscar Wilde ""Küçük Nell'in ölümünü 'gülmeden' okumak için kişinin taştan bir kalbi olması lazım"" demiştir. Hikâye boyunca süregelen tesadüfler ve aşırı duygusallık romanın gerçekçiliğine gölge düşürse ve roman biraz dağınık olsa da Charles Dickens'ın her zamanki gibi son derece renkli olan karakterleri yazarı affettirmektedir. Romanın asıl zenginliği, edebiyat tarihinin belki de en kötü karakteri sayılabilecek Quilp ve Bay Swiveller karakterleridir. Kitap, aynı zamanda, Viktorya Dönemi Birleşik Krallık'ını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ekinoks Ekinoks (gün-tün eşitliği, gece-gündüz eşitliği veya ılım olarak da bilinir), Güneş ışınlarının Ekvator'a dik vurması sonucunda aydınlanma çemberinin kutuplardan geçtiği an. Gündüz ile gecenin eşit olması durumudur. Yılda iki kez tekrarlanır - İlkbahar Ekinoksu ve Sonbahar Ekinoksu. The Old Curiosity Shop (anlam ayrımı) Antikacı Dükkanı (İngilizce özgün adıyla "The Old Curiosity Shop"), Charles Dickens'in bir romanı. Aşağıdaki anlamlara da gelebilir: William Makepeace Thackeray William Makepeace Thackeray (d. 18 Temmuz 1811, Kalküta, Hindistan – ö.
24 Aralık 1863) İngiliz yazar, gazeteci ve karikatürcü. 1811 yılında Kalküta'da doğdu. Ailesi tarafından erken yaşlarda okul için İngiltere'ye gönderildi. Orada pek çok okul değiştirir. Charterhouse School'u bitirir. Daha sonra Paris'i ziyaretinde Goethe ile tanışır. Yaşamı boyunca kitaplara çok değer veren yazar 52 yaşında hayatını kaybeder. En ünlü romanı Vanity Fair ("Gurur Dünyası"), kahramanı Becky Sharp'ın, sınıf atlamak için neleri göze aldığını anlatır. Romanlarında kahramanlarının ihtirasları yüzünden içine düştükleri gülünç ya da utandırıcı durumları anlatır. Diğer romanları arasında The Luck of Barry Lyndon ("Barry Lyndon'ın Talihi"), sayılabilir. "The Luck of Barry Lyndon" romanı, 1975 yılında Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick tarafından Barry Lyndon adıyla sinemaya da aktarıldı. Film aralarında 4 Oscar ödülünün de bulunduğu 13 ödül kazanmıştı. Kelvin K harfi ile gösterilen ve birim aralığı santigrat (celsius) derecesiyle aynı olan, ancak sıfır noktası olarak mutlak sıfırı (–273.15 °C) alan sıcaklık ölçüsü birimi. İsmini, termodinamikteki mutlak sıfır kavramını ilk defa gazlardan tüm maddelere uygulayan İskoç asıllı bilim adamı Lord Kelvin'den alır. 1954'teki onuncu Ağırlık ve Ölçüler Genel Konferansı'nda (Fr. "") suyun üçlü noktasının termodinamik sıcaklığının (mutlak sıfırla olan farkının) 273,16'da biri olarak tanımlanmıştır. Santigrat derecesi sıfır noktasını suyun donma noktası olarak aldığından, 0 °C 273,15 K'e eşit olur. Benzer şekilde santigrat derece olarak ifade edilen herhangi bir sıcaklığı kelvine çevirmek için söz konusu değere 273,15 eklenir. Mesela 22 °C = 22 + 273,15 = 295,15 K. Kelvin sıcaklık birimi, 1967'deki 13. Ağırlık ve Ölçüler Genel Konferansı'ndan beri "derece" sözcüğü kullanılmadan tanımlanmakta ve dolayısıyla derece işareti (°) olmadan yazılmaktadır. 10 düzeyinde, 1 kelvinin trilyonda biri kadar olan sıcaklığa ise pikokelvin denir. Pekin Pekin (Çince: 北京; pinyin: "Běijīng") veya Peking, Çin'in başkenti ve Şanghay'dan sonra ülkenin ikinci büyük metropol alanıdır. Merkezî yönetim tarafından, doğrudan yönetilen belediye olarak sınıflandırılan kent, kuzeyde, batıda, güneyde Hebei iline; güneybatıda Tientsin iline komşudur. Pekin ayrıca Çin'in dört büyük başkentinden biridir. Moğol İmparatoru ve aynı zamanda Çin'deki Yuan Hanedanı'nın kurucusu Kubilay Han'ın burayı siyasal merkez edindiği 1272'den başlayarak, kısa aralıklar dışında Çin'in sürekli başkenti olmuştur. Ming Hanedanı (1368-1644) döneminde, "Kuzey Başkenti" anlamına gelen bugünkü adını aldığı 1420'de resmi başkent oldu. Dünyanın en eski başkentlerinden biri olarak sekiz yüzyıl boyunca Çin'in tarihinde belirleyici bir yer tutan Pekin, zengin Çin tarihine ait birçok eseri barındırır. Çin'in kuzeydoğusunda, Sarı Denizin Bo Hai Körfezinden yaklaşık 160 km içeride, üçgen biçimli Kuzey Çin Ovasının kuzey ucunda yer alır. 14 kentsel semte ve 2 kırsal ilçeye ayrılan Pekin'in kent alanı 4.567 km², metropoliten alanı 16,801 km²'dir. Dünyadaki en büyük metropol alanlardan biri olan kent, Çin'in ulaşım merkezi olarak, birçok demiryolu ve karayolunun merkezidir. Kent ayrıca ülkeye dışarıdan gelen uçuşların birçoğunun gerçekleştiği bir merkezdir. Pekin, ülkenin siyaset, eğitim ve kültür merkezi olarak tanımlansa da, Şanghay ve Hong Kong, ekonomik alanda kentin önündedir. Pekin, 2008 Yaz Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. "Beijing", birçok Uzak Asya ülkesindeki isimlendirme geleneğine benzer şekilde "kuzey başkenti" anlamına gelir. Buna benzer isme sahip diğer kentler arasında Çin'de "güney başkenti" anlamına gelen Nankin; "doğu başkenti" anlamına gelen Japonya'daki Tokyo, Vietnam'daki Hanoi'nin eski adı Đông Kinh; "başkent" anlamına gelen Japonya'daki Kyoto ve Güney Kore'deki Seul'un eski adı Gyeongseong yer alır. Savaşan Krallıklar Zamanında (MÖ 4.-3. yüzyıl) "Ci" adıyla, Yenler'in başlıca kentiydi. Şu Huangdi zamanında yıkıldı (MÖ 226). Han Hanedanı döneminde "Yen" adıyla yeniden kuruldu. Kuzey Çin'in geri kalan bölümü gibi MS 4.-6. yüzyıl arasında bozkır halkları tarafından işgal edildi ve Mujonglar'ın başkenti haline geldi (350-357). Sueiler (581-618) ve Tanglar (618-907) döneminde Kuzey Çin'in, Moğollar'dan daha tehlikeli hale gelen Kuzeydoğu Halklarına karşı başlıca kalesiyidi. Çinli aile Hou Çin'in Çitanlar'a bıraktığı (936) kenti Çitanlar 938'de Güney'in başkenti yaptılar (Nancing). Kenti 1122'de Curçenler işgal ettiler, Songlar'a bıraktılar (1123), yeniden aldılar (1125) ve 1153'te Merkez'in başkenti ve başlıca ikametgâhları haline getirdiler. Cengiz Han'ın Moğolları kenti 1215'te alarak yıktılar. 1260'ta Kubilay Han bölgeye yerleşti ve kentin kuzeydoğusunda yeni bir kent kurdurdu (1264-67); "Tai du" (Çince, "Büyük Başkent") ya da "Hanbalık" ("Han kenti"). Çin'in merkezi olan bu kent Marco Polo'nun büyük hanla görüştüğü ve anılarında "Cambaluc" adını verdiği kenttir. Pekin'i büyük kanala bağlayan (13. yüzyıl sonu) bir kanal, başkente Yangzi yoluyla pirinç getirilmesini sağlıyordu. Nancing'i başkent yapan (1368-1416'ya doğru) ilk Ming İmparatoru Pekin'e Beiping ("Kuzey Başkenti") adını verdi. Üçüncü Ming İmparatoru Yonglı (1403-1424) bu kente yerleşerek adını Beijing'e çevirdi ve Yasak Kent ile Gökyüzü Tapınağı'nı kurdu. Ciaşing, bunlara Tarım Tapınağı'nı yaptırdı ve kenti yeniden başkent durumuna getirdi. Kent 1928'e kadar başkent olarak kaldı. Mançular'ın zaferinden kısa süre önce yakılan (1644) Pekin geleneksel ölçülere göre yeniden kuruldu ve yeni hanedan tarafından güzelleştirildi (Göksel Barış Kapısı, Yüce Uyum Sarayı, kentin kuzeybatısında yazlık saray). 17. ve 18. yüzyıllarda Kangşi (1662-1722) ve Çienlong (1736-1796) dönemlerinde, güneybatı kesiminde misyonerler (özellikle Cizvitler) ve Avrupalı teknisyenler yaşıyordu. 1860'ta, II. Afyon Savaşı sırasında Fransız-Britanya seferinde yaz sarayının yanmasından sonra Pekin'deki yabancı temsilcilerin oturduğu ayrıcalıklı bir semt kuruldu. Bu temsilciliklere Boxerların silahlı saldırısı (Haziran 1900), kente, 1901'de uluslararası bir garnizon yerleştirilmesine yol açtı. İmparatorluğun yıkılmasından (1912) sonra "Savaş Ağaları"nın eline geçen Pekin'i Kuomintangçılar işgal ettiler (1928) ve yeniden "Beiping" diye adlandırdılar (başkent Nancing'e nakledilmişti). Japonları'ın ele geçirdiği (Temmuz 1937) kent, 1945'e kadar onların desteklediği bir hükümet tarafından yönetildi. Ocak 1949'da komünistler tarafından yeniden ele geçirildi. 1 Ekim 1949'da da Tiananmen'de Mao Zedong tarafından Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşu ilan edildi, aynı zamanda eski adını aldı ve yeniden başkent oldu. 1950'lerde eski şehrin dışına doğru büyümeye başlayan şehir, kuzeyde konut alanları, batıda da ağır sanayi yerleşmeleriyle çevrelendi. 1960'larda metro ve İkinci Çevre Yolu inşaatları için şehir surlarının bir kısmı yıkıldı. Kültür Devrimi sırasında, 18 Ağustos 1966 günü ise Pekin'de, Mao'nun başkanlık ettiği ve bir milyon kişinin katıldığı bir açık hava toplantısı yapıldı. Nisan 1976'da, Dörtlü Çete ve Kültür Devrimi'ne karşı Tiananmen Meydanı'nda toplanan geniş bir halk topluluğu zorla dağıtıldı. Aynı yılın ekim ayında Dörtlü Çete tutuklandı ve Kültür Devrimi sona erdirildi. 1980'lerde Pekin'in kentsel alanı, yapımı 1981'de tamamlanan İkinci Çevre Yolu ve arkasından onun inşaatını takip eden çevreyolları sayesinde büyüme gösterdi. Bu dönemden 2000'li yılların ortalarına kadar şehir eski şehrin yaklaşık 1,5 katı büyüdü. Wangfujing ve Xidan gözalıcı olarak gelişen ticaret bölgeleri olurken, Zhongguancun, Çin'in elektronik merkezi oldu. Ancak bu gelişmenin faturası olarak Pekin, yoğun trafik, düşük hava kalitesi, tarihi semtlerin yok olması ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinden gelen göç dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Nisan-Haziran 1989'da, Tiananmen Meydanı'nda öğrencilerin, aydınların ve işçilerin önderliğinde gerçekleşen gösterilerin ve bu gösterilmesin bastırılması gibi yakın Çin tarihindeki olaylara da evsahipliği yapan Pekin, dünyanın en büyük spor organizasyonu olan 2008 Yaz Olimpiyatları'na da evsahipliği yaptı. Pekin'in kurulu olduğu 30–40 m yüksekliğindeki düzlüğün kuzey kenarını Moğolistan Platosu, kuzeydoğu kenarını ise Yan Dağları oluşturur. Jeologların "Pekin Koyu" adını verdiği çukur alan kenti kuzeydoğudan güneybatıya doğru kuşatır, güney ve doğuda da asıl büyük ovaya açılır. Önemli dağ geçitlerinin güneydeki kesişme noktasında yer alan Pekin, Kuzey Çin Ovasını kuzeydeki sıradağ, ova ve platolara bağlayan ulaşım hattı üzerinde doğal bir geçit konumundadır. Bu stratejik öneminden dolayı 700 yılı aşkın bir süre genil Orta Asya hinterlandına açılan kervan yollarının başlangıç noktası olmuştur. Pekin'de, ılıman kuşakta görülen karasal bir muson iklimi hüküm sürer. Kışlar, Moğolistan Platosu'ndan gelen Sibirya hava kütlelerinin etkisiyle uzun, soğuk ve kurak geçer. En soğuk ay olan ocakta ortalama sıcaklık -4 °C'yi bulur. Yaz aylarında genellikle güneybatıdan Kuzey Çin'e giren sıcak ve nemli hava yağışlara yol açar. Yıllık yağış miktarının (635 mm) büyük bölümü bu mevsimde düşer. Temmuz ortalama 26 °C ile en sıcak aydır. Pekin Belediyesi, Tientsin Belediyesiyle sınırdaş olduğu iki nokta dışında, Hebei yönetim bölgesiyle çevrilidir. Pekin kenti ve çevresinin dev bir metropoliten alan olarak düzenlenmesinin geçmişi 15. yüzyıl başlarına değin uzanır. Bugünkü metropoliten alan, kent merkezinde ve banliyölerde olan 14 semt ile çevredeki iki ilçeyi ("xian") kapsar. Bununla birlikte kentsel işlevler açısından birbirini çevreleyen eşmerkezli üç kuşağa ayrılabilir. Surlarla çevrili eski kent merkezini içine alan birinci kuşakta eski saraylar, resmi binalar, alışveriş merkezleri ve eski konut alanları yer alır. Yakın banliyölerden oluşan ikinci kuşakta yeni fabrikalar, okullar, resmi binalar vardır. Bu kuşağın sınırında tarım alanlarının oluşturduğu dar bir şerit bulunur. En dıştaki banliyöleri kapsayan üçüncü kuşak belediye alanının en büyük bölümünü içine alır ve ilk iki kuşaktaki kentsel nüfusa kaynak sağlayan bir ekonomik dayanak işlevi görür.
Kıta Çini'nin ilk sanayi sonrası kenti olan Pekin, hizmet sektörünün (üçüncül sektör) gayri safi yurtiçi hasılasındaki (GSYİH) yüksek payıyla Çin'in en gelişmiş kentlerinden biridir. Fortune Global 500 listesi'ndeki 41 şirkete evsahipliği yapan Pekin, bu listede Tokyo'nun arkasından ikinci sıradadır. Ayrıca en büyük Çin şirketlerinin 100'den fazlası Pekin'de yer alır. Finans en önemli endüstrilerden biridir. 2007 sonu itibarıyla Pekin'de bulunan 751 finans kuruluşu, tüm ülkenin finans gelirinin yüzde 11,6'sına (aynı zamanda şehir GSYİH'sının yüzde 13,8'i) denk gelen, 128,6 milyar RMB gelir yarattı. 2010 yılında Pekin'in nominal GSYİH'sı 1.37 milyar RMB'ye ulaşarak, bir önceki yıla oranla yaklaşık yüzde 10'luk artış gösterdi. 2009 yılında, Pekin'in birincil (tarım, madencilik), ikincil (inşaat, imalat) ve üçüncül (hizmet) sektörleri sırasıyla 11,83 milyar RMB, 274,31 milyar RMB ve 900,45 milyar RMB değere ulaştı. Kişi başına düşen kentsel harcanabilir gelir, bir önceki yıla göre yüzde 8,1'lik reel artış göstererek 26.738 yuan oldu. 2005 yılında Pekin2in kentli ve kırsal sakinlerinin Engel Katsayısı 2000 yılına göre sırasıyla yüzde 4,5'luk gerilemeyle 31,8 ve yüzde 3,9'luk gerilemeyle 32,8'e ulaştı. Son yıllarda gayri menkul ve otomotiv sektörlerindeki hızlı büyüme devam etmektedir. Asıl Pekin kenti temelde surlarla çevrili iki kentten oluşur: Kuzeydeki İç Kent (Kabaca Dadu) adlı Moğol kentinin bulunduğu yeri kaplayan "Tatar Kenti" ile güneydeki Dış Kent (Ming Hanedanı döneminde inşa edilen "Çin Kenti"). İç Kent sınırları içinde kalan eski İmparatorluk Kenti'nin bir parçası olan "Yasak Kent"te İmparatorluk Sarayı yer alır. İç Kent'in düz bir kuzey-güney çizgisi üzerinde kurulu olan simetrik ve dikdörtgen planı, son derece ilginçtir. Bütün kent surları, önemli kent kapıları, başlıca cadde ve sokaklar, dinsel yapılar ve günlük alışveriş merkezleri bu merkezi eksene uygun olarak düzenlenmiştir. Pekin'in planındaki düzen ve uyum dünyada pek az kentte bulunur. Pekin'in bir başka özelliği yeşil alanların ve parkların son derece geniş bir yer tutmasıdır. Çin'in mimari mirasını en iyi yansıtan Pekin'in bazı kesimlerinin modernleştirilmiş olmasına karşın, geleneksel yerlerin korunması için yüzyıllardır büyük bir özen gösterilmiştir. 1949'dan bu yana kentin görünümünde meydana gelen en büyük değişiklik, eski surların dışında kalan sokakların uzatılmasıdır. Pekin'deki tarihsel ve dinsel yapıların başında gelen Tiantan (Cennet Tapınağı), Cennet'in küre, Yer'in ise kare biçiminde olduğuna ilişkin, kökleri çok eskiye uzanan inancı somutlaştıran olağandışı geometrik planıyla, Çin mimarisinin en yetkin örneklerinden biri olarak eşsiz bir güzelliktedir. Qi Nian Dian (Bereketli Hasat İçin Dua Binası), Huang Qiong Yu (İmparatorluk Cennet Tonozu) ve Huan Chui Tan (Dairesel Tepe Sunağı) bu yapı içinde yer alır. Öteki önemli binalardan biri de kent ekseninin doğu yakasındaki İmparatorluk Ataları Tapınağı'dır (bugün Halk Kültür Parkı). Batıdaki Yer ve Hasat Sunağı (bugün Zhong Shan Parkı) bu binayı dengeler. Kent merkezinde 1949'dan sonra inşa edilen yapılardan biri olan, iki bloktan oluşan Büyük Halk Binası'dır. En yüksek devlet organı Ulusal Halk Kongresi'nin oturumları bu binanın büyük toplantı salonunda yapılır. Pekin, Çongçing ve Şanghay'dan sonra Çin'deki üçüncü büyük belediyedir. 2010 itibarıyla Pekin'in daimi ve geçici ikamet edenlerle beraber toplam nüfusu 19,612,368'dir. , bu istatistik aynı zamanda kentin nüfusunda son on yıldaki yüzde 44'lük artışa işaret eder. Pekin nüfusunun büyük kısmını Han Çinlileri oluşturur. Mançular, Huiler, Moğollar, Koreliler ve Tujialar diğer etnik azınlıklardır. Pekin'in bir yükseköğretim olma özelliği 1949'dan sonra daha da pekişmiştir. Ünlü Pekin (1898) ve Tsinghua üniversitelerinin çevresinde gelişmiş olan bilim ve eğitim merkezleri semtinde ideolojik eğitim, müzik, tıp ve teknik alanlarla ilgili çeşitli uzmanlık kurumları da yer alır. Çin'in en önde gelen araştırma kurumu Çin Bilimler Akademisi (Academia Sinica) de buradadır. Birkaç yüzyıldan beri Çin'in kültür merkezi olan Pekin, ülkenin en seçkin kültür kurumları olan bir dizi kütüphane, müze ve tiyatroyu barındırır. Bu kurumların başında imparatorluk koleksiyonlarını içeren Pekin Kütüphanesi, Pekin İmparatorluk Müzesi ve Çin Tarih Müzesi gelir. Pekin aynı zamanda Çin'in önde gelen yayımcılık ve kitle iletişim araçları merkezidir. Pekin, aralarından 2008 Yaz Olimpiyatları ve Paralimpik Oyunlarının da olduğu pek çok spor etkinliğine evsahipliği yapmıştır. 1990 Asya Oyunları ile 2001 Yaz Üniversite Oyunları yakın zamanda Pekin'de gerçekleştirilmiş diğer çok sporlu etkinliklerdendir. Diğer organizasyonlar arasında Pekin Maratonu (1981'den beri her yıl), Çin Açık Tenis Turnuvası (2004'ten beri her yıl), ISU Artistik Buz Pateni Büyük Ödülü, Snooker'da Çin Açık (2005'ten beri her yıl), Uluslararası Bisiklet Birliği Pekin Turu (2011'den beri) yer alır. 2015 Dünya Atletizm Şampiyonası Pekin'de gerçekleştirilecektir. Tamamı kent merkezinin kuzeyindeki Olimpik Yeşil adlı spor kompleksinin içindeki bazı önemli spor tesisleri "Kuş Yuvası" olarak bilinen Pekin Ulusal Stadyumu, Pekin Ulusal Su Sporları Merkezi (Su Küpü), Pekin Ulusal Kapalı Stadyumu'dur. Şehir merkezinin batı kesiminde yer alan Wukesong Kültür ve Spor Merkezi ile İşçiler Stadyumu diğer tesislerdir. Pekin, Çin Demiryolu Sistemi'nin merkezlerinden biridir. Geleneksel dokuz demiryolu hattı şehirden yayılır; Şanghay (Jinghu Hattı), Guangzhou (Jingguang Hattı), Kowloon (Jingjiu Hattı), Harbin (Jingha Hattı), Baotou (Jingbao Hattı), Qinhuangdao (Jingqin Hattı), Chengde (Jingcheng Hattı), Tongliao, İç Moğolistan (Jingtong Hattı) ve Yuanping, Shanxi (Jingyuan Hattı). Ayrıca Moskova (Rusya), Pyongyang (Kuzey Kore), Ulan Bator (Moğolistan) ve Hanoi (Vietnam) gibi yabancı başkentlere ekspres tren seferleriyle bağlanır. Bunlara ek olarak Pekin iki yüksek hızlı tren hattına sahiptir; 2011'de açılan Pekin-Şanghay Yüksek Hızlı Tren Hattı ile 2008'de hizmete giren Pekin-Tientsin Şehirlerarası Demiryolu. Pekin merkez tren istasyonu 1959'da açılmıştır; Batı Tren İstasyonu 1996'da, yüksek hızlı tren seferlerinin yapıldığı güney istasyonu istasyonu ise 2008'de yenilerek hizmete girmiştir. Ulusal bağlantı yolları ağının bir parçası olan Pekin'den çıkan bir düzine kadar otoyol ülkenin çeşitli yerlerine uzanır. Pekin'in şehir içi ulaşımı, Yasak Kent'i merkez alan beş çevre yoluna bağlıdır. 2010 yılı itibarıyla şehirde kayıtlı olarak 4 milyon otomobil bulunmaktadır. 2010 yılında haftada ortalama 15.500 aracın trafiğe katılığı Pekin'de, 2010 sonu itibarıyla 5 milyon otomobilin olduğu tahmin dilmektedir. Kentin ana havalimanı olan Pekin Başkent Uluslararası Havalimanı kent merkezinin yaklaşık 20 km kuzeydoğusundadır. Başkent Uluslararası Havalimanı yolcu trafiği olarak dünyanın en yoğun ikinci havalimanıdır. 2008 Yaz Olimpiyatları için yapılan genişletme çalışmalarıyla üç ayrı terminale ulaşan havaalanının, 3. Terminali dünyadaki en büyüklerinden biridir. Pekin'e yapılan dış hat uçuşlarının tamamı ile iç hat uçuşlarının büyük kısmı buradan gerçekleşir. Air China'nın merkezi olan Başkent Uluslararası Havalimanı, China Southern ve Hainan Airlines'ın bir merkezidir. Sicilya savunması Sicilya savunması, bir satranç açılışıdır. Aşağıdaki hamlelerle başlar: Sicilya savunması, usta seviyesinde 1.e4'e karşı en sık uygulanan savunma tarzıdır. Savunmanın özünde siyahın değişimden sonra açılan C dikeyine yaptığı baskı yatar. Bu asimetrik pozisyon oldukça karmaşık pozisyonların oluşmasına neden olur. Genelde beyaz şah kanadında doğru saldırıya geçerken siyah da vezir kanadında karşı oyun arar. Sicilya savunmasında genel olarak, siyah oyun ortasındaki problemleri atlatırsa oyun sonunda avantajlıdır görüşü hakimdir. Sicilya savunmasında siyahın uygulayableceği çeşitli yerleşimlerden biri dragon (ejder) varyasyonudur. Dragon varyasyonuna şu hamlelerle erişilir: Açılışın dragon olarak nitelenmesinin sebebi siyahın piyonlarının dizilişinin c6 karesindeki at ile beraber bir Çin ejderhasını andırmasıdır. Bu isimle adlandırılmasının bir nedeni de ters yönlere rok yapan taraflar arasında çok şiddetli bir oyun ortası savaşına neden olması olabilir. Özellikle Yugoslav saldırısı varyasyonunda iki tarafın da piyonları şahlara doğru amansızca sürülür (piyon fırtınası). Sicilya savunmasının yaygın devam yollarından biri de Najdorf Varyantıdır: Ana Varyant 10 (sayı) Balıkesir'in plakasıdır. Saffir-Simpson Kasırga Ölçeği Saffir-Simpson ölçeği kasırgaların şiddetlerinin ifade edilmesi kullanılan 1-5 arasındaki değeri belirler. Puanlama kasırganın hızı ve neden olacağı hasara göre yapılır. Zayıf Ağaçlar ve yol işaretlerinde hasara yol açar. Rüzgar hızı 119-153 (km/s) arası değişir. Örnek 1995 Allison ve 1997 Danny kasırgaları. Binalarda çatı ve pencere hasar verir. Rüzgar hızı 154-177 (km/s) arası değişir. Örnek 1998 George, 1998 Bonny Kasırgaları. Binalarda yapısal hasar verebilir ve zayıf duvarlar yıkılabilir. Büyük ağaçlar ve işaretler devrilir. Rüzgar hızı 178-209 (km/s) arası değişir. Örnek 1995 Roxanne, 1996 Fran Kasırgaları. Perde duvarlarda ciddi hasar,ciddi seviyede çatı hasarı, Tüm ağaçlar, işaretler devrilir. Sahilden 10 km içeriye kadar olan yerleşim alanlarının boşaltılması gerekebilir. Rüzgar hızı 210-249 (km/s) arası değişir. Örnek 1995 Luis, 1995 Felix ve Opal Kasırgaları. Hemen tüm evler ve endüsriyel binalarda çatıların çökmesi, Tüm ağaç, işaret ve küçük evlerin tamamen yıkılması. 10–18 km ye kadar yerleşim alanlarının boşaltılması gerekebilir. Rüzgar hızı 250 (km/s)'den fazladır. 1998 Mitch, 1998 Gilbert ve 2005 Katrina kasırgası Morfoloji (biyoloji) Biyolojide morfoloji (ya da biçimbilim), canlıların yapı ve biçimini inceleyen ve özel fiziksel özelliklerini araştıran bilim dalıdır. Morfoloji, canlıların organları gibi iç bölümlerinin biçimlerinin incelemek kadar canlıların diğer özelliklerini (renk, şekil, doku, yapı) de inceler. Fonetik alfabe Fonetik abece, bir sö
zcük ya da sözcük grubu kodlanırken kullanılan abecedir. Sözcüğü oluşturan harfler göz önünde bulundurularak daha önceden belirlenmiş sözcükler kullanılır. Birçok uluslararası büyük firmalar kendilerine bir ad seçerken fonetik abeceyi dikkate alır. Böylece latince sözcük kökenli ülkelerde telaffuz sorunu oluşmaz. Örnek: Sony, Acer, Vestel Bıçak Sırtı Bıçak Sırtı, Ridley Scott tarafından yönetilen 1982 tarihli ABD yapımı bilim-kurgu filmidir. Başrollerde Harrison Ford, Rutger Hauer, ve Sean Young yer almıştır. Philip K. Dick'in " Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?" adlı romanını temel alan senaryoyu, Hampton Fancher ve David Peoples yazmıştır. Filmin hikâyesi 2019 yılının Los Angeles'ında geçer. Sorun çıkartan replicantları öldürmek ile görevli "Bıçak Koşucuları" adlı polis birimine üye olan Rick Deckard (Harrison Ford), köle gibi çalıştırılmaktan bıkıp dünyanın dışındaki bir yerde Nexus 6 isyanını düzenleyen replicantları öldürmek ile görevlendirilir. Replicantlardan biri olan Roy Batty'nin (Rutger Hauer) amacı yaratıcısı Dr. Eldon Tyrell'ı (Joe Turkel) öldürmektir. Film başlangıçta karışık eleştiriler aldı. Bazı eleştirmenler filmden hoşlanmazken, bazıları da filmin tematik karışıklığını beğendi. "Bıçak Sırtı", Kuzey Amerika'da çok az bir hasılat elde etti. Film, gişe hasılatında yaşadığı hezimete rağmen o zamandan beri kült klasik statüsüne yükseldi. "Bıçak Sırtı"'nın yapım tasarımı hazırlanırken, filmin karanlık bir geleceği yansıtması planlanmıştı. Film, 20. asırın sonlarında ve 21. asırın ilk yıllarında başlayan yoğun nüfus, küreselleşme, iklim değişikliği ve genetik mühendisliği gibi önemli konulara değinir. "Bıçak Sırtı", kara film türünün en önemli örneklerinden biridir. Ayrıca Hollywood'un ilgisini Philip K. Dick'in üzerine çekerek, o zamandan beri onun işlerinden uyarlanan birçok filmin yapılmasına yol açtı. Ridley Scott yapımı, en kişisel filmi olarak tanımladı. "Bıçak Sırtı", 1993 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.. 2007'de Amerikan Film Enstitüsü'nün "100 Yıl... 100 Film" listesinin 10. yıldönümü sürümüne giren 100 film arasında 97. oldu. Filmin birkaç farklı kurgusu gösterildi. 1992 yılında Ridley Scott, kendi kurgusunu hazırladı. Filmin son kurgusu, Warner Bros.'un "Bıçak Sırtı"'nın 25. yıldönümü için dağıttığı DVD, HD DVD ve Blu-ray'lerde dijital olarak yenilenmiş şekilde yer aldı. Film, 2019 yılında Los Angeles şehrinde geçer. Tyrell Şirketi'nin ürettiği replicantlar (kopya) köle gibi çalıştırılmaktan bıkıp Dünya dışı bir gezegende isyan yapar. Bir uzay gemisine binip Dünya'ya gelirler. Sorun çıkaran replicantları bulup öldürmek için çalışan "Bıçak Koşucuları" adlı polis birimi, isyancı replicantları bulmak için Holden'ı görevlendirir. Holden, replicantları insanlardan ayırt etmeye yarayan Voight-Kampff testi ile onları bulmaya çalışır. Testi Leon Kowalski'nin üzerinde uygular. Kowalski bundan rahatsız olup onu öldürür. Polis biriminde yüzbaşı olan Bryant, artık "Bıçak Koşucusu" olmak istemeyen Rick Deckard'ı Roy Batty, Pris, Leon Kowalski, Zhora adlı isyancı replicantları öldürmesi için görevlendirir. Deckard görevi isteksiz bir şekilde kabul eder. Deckard, replicantları üreten Dr. Eldon Tyrell'ın evine gider. Tyrell'ın yardımcısı Rachael'a Voight-Kampff testini uygular. Rachael'ın bir replicant olduğu ortaya çıkar. Deckard ve Gaff, Leon'un evini ararken, Roy ve Leon da Chew'in göz fabrikasına girer. Burada replicantların gözleri üretilmektedir. Sorguya çekilen Chew, Eldon Tyrell ile görüşebilmenin en iyi yolunun J. F. Sebastian adlı kişi olduğunu söyler. Ölüm belirtileri gösteren Roy Batty ve arkadaşları, bu soruna bir çare bulabilmek için Tyrell'ı aramaktadır. Rachael, Deckard'ın evine gider. İnsanlığını kanıtlamaya çalışır. Ancak Deckard ona anılarının Tyrell'ın yeğenine ait olduğunu söyler. Bir replicant olduğunu anlayan Rachael ağlamaya başlar. Onun için çok üzülen Deckard, bunun bir şaka olduğunu söyler. Rachael ona inanmaz. Bu sırada da Pris, J. F. Sebastian ile tanışır. Brabury Binası'nda yaşayan Sebastian, Pris'i evine davet eder. Bir bilgisayar tarayıcısı kullanan Deckard, Zhora'nın bir resmini bulur. Deckard, bir kulüpte çalışan Zhora'yı bulur. Deckard'ı ağırlayan Zhora, onun bir "Bıçak Koşucusu" olduğunu anladığında kaçmaya başlar. Eline silahını alan Deckard, kaçmakta olan Zhora'a ateş eder ve onu öldürür. Deckard, Rachael ile eve gidip onunla sevişir. Leon, Deckard'ı görür ve onu acımasızca dövmeye başlar. Onu öldürmeye çok yaklaşmışken Rachael ona ateş eder ve gözünden vurur. Leon ölüp yere yığılır. Deckard ile bir toplantı yapan Bryant, Rachael'ı da listesine eklemesini söyler. Sebastian'ın evinde kalan Pris'in yanına Roy Batty de gelir. Sebastian ona replicantlarda çabuk yaşlanmaya neden olan bir genetik bozukluk olduğunu açıklar. Roy, Sebastian'ın duyduğu kederi keşfettiği zaman ona sempati beslemeye başlar. Sebastian, bir satranç oyununda Roy'un yardımıyla Tyrell'ı mağlup eder. Buna şaşıran Tyrell, Sebastian'ı evine davet eder. Bu sayede Roy da Tyrell'a ulaşır. Tyrell, Roy'un kusursuz tasarımını över ve ona karşı günah çıkartır. Bunu reddeden Roy, onun hesabının cehennemde sorulacağını söyler ve ardından Tyrell ile Sebastian'ı öldürür. Deckard, Sebastian'ın evine gittiğinde Pris ona pusu kurar. Deckard elini silahına atamadan Pris onu döver. Pris onu öldürmek üzereyken Deckard silahına davranır ve onu öldürür. Geri dönen Roy Batty, Pris'in ölümü karşısında dehşete düşer. Deckard'a kaçması için biraz zaman veren Roy Batty, onu yakaladığında bir duvarı yıkıp onun iki parmağını kırar. Binanın tepesine çıkan Rick Deckard kaçmaya başlar ancak düşer ve bir yere tutunur. Roy Baty onu kurtarır. Yere oturan Roy Batty, Rick Deckad'a kendi kısa yaşamından bir monolog sunar: Roy ölür ve Deckard olay yerinden uzaklaşır. Uzakta bulunan Gaff "Onun yaşamayacak olması çok kötü! Zaten, kim yaşıyor ki? " der. Deckard endişeli bir şekilde dairesine döner ve Rachael'ı canlı bulduğunda rahatlar. Deckard, Gaff tarafından bırakılmış bir origami kağıdı bulur. Film versiyonlara bağlı olarak, ya Deckard ve Rachael'ın belirsiz bir geleceğe doğru yol alması ile ya da itici pastoral bir manzara bırakarak sona erer. Philip K. Dick'in " Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?" romanının filme uyarlamasıyla ilgili çalışmalara, kitabın 1968'deki yayımından kısa bir süre sonra başlandı. Dick'e göre Martin Scorsese uygun seçimdi, ancak bu asla gerçekleşmedi. Film için ilk taslak, TV yazarı Roland Kibben tarafından kaleme alındı. Hampton Fancher film için bir taslak yazdı. Hampton'ın taslağı ile ilgilenen Yapımcı Michael Deeley, yönetmen Ridley Scott ile çalışmak istedi. Scott en başta projeyi reddetti. Scott o sıralar "Dune" adlı proje ile ilgileniyordu ama filmin yapımı çok yavaş ilerliyordu. Ağabeyinin erken ölümün yüzünden hisettiği duyguları dışarı vurmabilmek için bir film arayan Scott, "Bıçak Sırtı" projesini kabul etti. Senarist Hampton Fancher 1977 yılında senaryoyu yazmaya başladı. Yönetmen Ridley Scott kendi yazdığı senaryo için "karakterler asla kapı dışarı çıkmıyorlardı" demişti. Senaryoyu yazmak ile görevlendirilen Hampton Fancher, Scott'un isteklerini karşılama konusunda hayal kırıklığı yaşadı. Dick, Fancher'ın senaryosunu "bayat, klişelerle dolu ve boştan sona boş bir çaba" olarak değerlendirdi. En sonunda Tony Scott, kardeşi Ridley'e David Peoples isimli senaristi önerdi. Scott onunla Los Angeles'ta tanıştıktan sonra çalışma senaryosunu Peoples'a teslim etti. "Senaryo dehşet vericiydi" diye konuşan Peoples, "Kendime 'bunu nasıl adam ederim? diye sordum" dedi. Scott, Peoples'ı senaryoyu yeniden yazması için görevlendirdi ve Hampton Fancher ile görüşmesini yasakladı. Fancher da o sıralar senaryoyu yeniden yazıyordu. Asıl senaryo, onların yazdığı senaryoların birleşmesi ile oluşmuştu. Senaryoyu yazarken "android" kelimesinin fazla kullanılmış olduğunu fark eden Peoples, UCLA'da kimya okuyan ablası ile birlikte "replicant" terimini buldu. Deckard'ın bir replicant olup olmadığı hakkında konuşan Peoples, kendi senaryosunda asla böyle bir durumun söz konusu olmadığını söyledi. Peoples filmin kara film stili hakkında ise "Bu Hampton'un kendi senaryo taslağında olan bir fikirdi. Dış seste ise Raymond Chandler tarzı bir anlatım vardı. Ben de aynı tonda bir tane yazdım" dedi. Filmin orijinal kurgusundaki dış ses konusunda da "Hampton ve ben açıklayıcı olmadan müzikal ve tonsal olan bir anlatım yazmak için çalışmıştık. Ama filmin kendi başına ayakta durmasını sağlamak için bunu çekim senaryosundan çıkardık" dedi. İlk yazılan taslaklardan hoşlanmayan Dick, yeniden yazılan senaryodan memnun oldu. Stüdyo, filmin yirmi dakikasının gösterildiği test gösterimine Dick'i de davet etti ve o izlediği kısımları beğendi. Dick, filmin gösterimine kısa bir zaman kala öldü ve sinema filmi Dick'e adandı. Çeşitli karakterlerin gözlerinde görülen turunu parlaklık onların kopya olduğu anlamına geliyordu. Bu parlaklık filmin bir sahnesinde Deckard'ın gözünde de görülüyordu. Bu efekt kameraya 45 derece açı ile yerleştirilen yarı yansıtıcı bir camdan yansıyan ışık ile elde edildi. Filmin yapımına 9 Mart 1981 tarihinde başlandı ve çalışmalar dört ay sonra bitirildi. Oyuncu kadrosu film için büyük bir sorundu. Bu durum özellikle de Deckard rolü için geçerliydi. Deckerd'ı Robert Mitchum olarak gören senarist Hampton Fancher, Deckard'ın diyaloglarını Mitchum'u düşünerek yazdı. Rol için Harrison Ford ile anlaşılmadan önce Gene Hackman, Sean Connery, Jack Nicholson, Paul Newman, Clint Eastwood, Tommy Lee Jones, Arnold Schwarzenegger, Al Pacino, ve Burt Reynolds da düşünülmüştü. Rachael ve Pris rolleri de ayrıca birer problemdi. Rol için birçok aktris ses denemesine katıldı. Roy Batty rolü için oyunu bulmakta hiç zorluk yaşanmadı. Rutger Hauer'in diğer filmlerdeki performanslarını gören Scott, onu oyuncu kadrosuna kattı. People, Roy Batty'nin final sahnesindeki tiradını Wil
liam Blake'in America: A Prophecy in Chew's Eye Works adlı kitabındanki "Sizin gözlerinizle görebildiklerimi bir de siz görebilseydiniz" cümlesinin devamı olarak yazdı. Ancak tirat 20-25 satır uzunluğundaydı ve hızlı davranmaları gerektiğini düşünen Hauer, tiradı doğaçlama yaparak kısaltmayı başardı. O günleri hatırlayan Hauer "Opera gibi bir ölüm sahnesiydi. Tüm diğer replicantların ölümleri o kadar şatafatlıydı ki, çabuk ve basit bir şeyler yapmamız gerektiğini hissettim" diye konuştu. Filmde Sebastian'ı oynaması için düşünülen Joe Pantoliano, daha sonra "Bıçak Sırtı"'dan ilham alınarak çekilen "The Matrix" filminde Cypher karakterini canlandırdı. Yönetmen Ridley Scott, tasarımcı Syd Mead'i, onun gelecek ile ilgili çizimlerinin bulunduğu Sentinel isimli kitabını gördüğünde fark etti. Ondan 2019 yılı Los Angeles'ı için bazı kavramsal çizimler yapmasını istedi. Philip K. Dick'in romanı nükleer bir tahribat sonucu ekolojik olarak çökmüş bir dünya resmetmesine rağmen, Scott gökyüzündeki bozulmaların sebebini açıklama konusunda müphem bir tavır sergiledi. Mead bu konuda "Ortada kesin bir neden yoktu. Sadece harap bir görüntünün olması gerekiyordu" dedi. Mead fotoğrafik baskıların üzerine yerleştirilmiş mat resimlerle birlikte binalar ve taşıtlar için çizimler, tablolar ve tasarılar oluşturdu. Scott hepsini onayladı. Mead şehrin evriminden de sorumluydu. Başlangıçta New York'ta çekim yapılması düşünülüyordu ve Scott, Cleveland ve Londra'nın da dahil olduğu birçok yerde çalışma yaptı. Bir ara San Diego'dan Seattle'a kadar uzanan bir "kıyı-kent" yapmayı düşündü ancak bunun için bütçenin yeterli olmayacağını anladı. En sonunda Warner Bros.'un stüdyolarında çekim yapılmasına karar verildi. Scott, stüdyodaki platovari sokakları Mead, yapım tasarımcısı Lawrence Paull, sanat yönetmeni David Snyder ve özel efekt sorumlusu Douglas Trumball ile çalışarak bir metropole dönüştürdü. Mead "Bu birçok şeyi bir araya getiren stilimize 'retro-dekor' adını verdik ve ayrıca da 'çöplük şıklığı' terimini ekledik. Bunlar Ridley'nin kara film tadından bir iş çıkarma şeklindeki asıl niyetine çok uygundu" diye konuştu. Mead yönetmeni için eski materyaller, klasik dekoratif tasarımlar ve retro mekanlar buldu. Los Angeles'taki Bradbury Binası, Sebastian'ın dairesi olarak kullanıldı. Scott, şehri yaratırken Hong Kong'taki reklam çekimlerinde kazandığı deneyimlerden faydalandı. Mead, New York sokaklarının uzunluk ve genişliklerini model alıp, her şeyi iki buçuk kat genişletti. Mead, uçabilen polis araçlarından da sorumlu tutuldu. İlham için jet uçaklarının dinamiklerine baktı. Gerçek bir limuzin filmdeki araçlardan birine dönüştürüldü. Filmin müzikleri Vangelis (Evangelos O. Papathanassiou) tarafından bestelendi. Filme Chane No. 5 reklamında kendisinin China albümünden müzikler kullanan Ridley Scott ve "Ateş Arabaları" filminde onun müziğini kurgulayan Terry Rawlings sayesinde katıldı. Vangelis, filmin müziklerini bestelemeden önce senayoyu okumak yerine filmdeki görüntülerin kendinde bıraktığı ilk izlenimi korumak istedi. Vangelis bu konuda "Ben bunun daha verimli ve ilginç olduğunu hissediyorum. Bu filmde de yine müziği ilk görüntüleri görür görmez yazamaya başladım" dedi. Başlangıçta, 2019 Los Angeles'ını haber veren besteği yapmak için büyük bir bas davul sesini MasterRoom reverb ünitesiyle birleştirdi. Memories of Green bestesindeki piyano sesinin elde etmek için Steinway marka piyanosunu gitar pedalı ile filtreledi. Vangelis filmin kapanış jenerik müziğini, filmi daha dinamik bitirmeleri gerektiğine inanarak hazırladı. Deckard ve Rachel'ın öpüşme sahnesinde çalan parçada saksafon solosunu Dick Morrisey çaldı. Film müziğini elektronik ve akustik enstürmanlar ile hazırlayan Vangelis "Ben her zaman içgüdüsel olarak beste yaparım, her şey doğal bir şekilde ortaya çıkar. Elektronik ve akustik aletler arasında bir fark olduğunu düşünmüyorum. Benim için ses çıkaran her şey önemlidir ve onlara müziğimde her zaman yer vardır" dedi. Vangelis bu filmden sonra Ridley Scott ile birlikte "" adlı filmde de çalıştı. "Bıçak Sırtı", 25 Haziran 1982 tarihinde 1,290 sinema salonunda gösterime girdi. Bu tarih "Yıldız Savaşları" ve "Yaratık" filmlerinin benzer gösterim tarihlerine (25 Mayıs) sahip olmasından dolayı, yapımcı Alan Ladd, Jr. tarafından seçildi. Yine de film hayal kırıklığı yaşatarak açılış haftasonunda 6.15 milyon dolar kazandı. Filmin umut edilen gişe hasılatı performansının altında kalmasınındaki en önemli faktörlerden biri de filmin gösterim tarihinin o yılın yaz mevsiminde gişeye hakim olan diğer bilim-kurgu filmleri "The Thing", "", ve özellikle de "E.T. the Extra-Terrestrial" ile çakışmasıydı. Film eleştirmenleri, görsel efektlerin hikâyeyi arka plana atmasını ve stüdyonun filmi aksiyon/macera olarak yansıtmasını eleştirdi. Bazı eleştirmenler de filmin karmaşık yapısından memnun oldu. Birleşik Devletler'de genellikle filmin yavaş bir yapı izlemesi eleştirildi. State and Columbia Record'tan Pat Berman filmi "bilim-kurgu pornosu" olarak tanımladı. Roger Ebert filmin görselliğini övdü ve yapımı, kavrayabilecek kişilere tavsiye etti, ancak insan hikâyesini biraz sığ ve klişeleşmiş buldu. 2007 yılında, filmin son kurgusunun yayınladığı zaman filmin orijinal düşüncesini gözden geçirdi ve onu büyük filmler listesine dahil etti. Rick Deckard karakterinin bir replicant olup olmadığına dair birçok tartışma yaşandı. Bunun, filmin farklı kurguları arasında çıkan değişik sonuçlardan kaynaklandığını söyleyen senarist David Peoples, kendi senaryosunda böyle bir durumun asla söz konusu olmadığını açıkladı. Yönetmen Ridley Scott, Deckard'ın bir replicant olduğunu onaylarken, Harrison Ford bu fikri tamamen reddetti. Filmde, Deckard'ın bir replicant olduğuna dair birçok ipucu bulunur. "Tek boynuzlu at rüyası" sonradan yüklenmiş hatıralarının olduğunu gösteriyor. Rachael'a peşinden gelmemesi gerektiğini söylediğinde, tıpkı -diğer replicantlar gibi- gözlerinde turuncu bir ışık görülüyor. Bir replicant olan Roy Batty, Deckard'ın ismini biliyor. Deckard tıpkı diğer replicantlar gibi fotoğraflara çok düşkün. Bryant ona "Eğer polis değilsen ufak insanlardansındır" diyor. Filmin 25. yıldönümü için bir araştırma yapan Ian Nathan, Deckard'ın bir replicant olmadığına dair ipuçları buldu. Buna göre; Bryant'ın sözünü ettiği "altıncı kopya" sadece bir senaryo gafı. Orijinal kurguda Deckard'a eşinin dahil olduğu bir geçmiş veriliyor. Deckard'ın Rachael'ın dosyalarını incelemiş olmasından dolayı "tek boynuzlu at rüyasının" Rachael'a ait olabileceğini yazdı. Ayrıca Gaff da origamiyi Rachael için bırakıyor. Nathan, replicant bir polisin işini bu kadar ciddiye almayacağını da yazdı. Ridley Scott'ın Deckard'ın bir replicant olduğu açıklamasına sinirlenen Frank Darabont "Karakterle kurduğumuz duygusal bağı mahvettiğin için teşekkürler" dedi. Filmin dış sesi de birçok tartışmaya sebep oldu. Filmin orijinal kurgusundaki dış ses yıllarca bir felaket gibi bakıldı. Ford, bu konuşmayı son dakikada kaydetmek zorunda olduğu için kızgındı. Senarist People "Yapım aşamasında film anlatısal açıdan sıkıntı yaşayınca hikâyeyi daha açıklayıcı kılmak için dış sese ihtiyaç duyuldu. O yüzden başkaları getirildi ve anlatım da son derece biçimsiz oldu" diye konuştu. Devam eden People "İnsanlar dış sesli veya dış sessiz farklı sürümlerden bahsediyorlar. Hiçbir sürümün memnuniyet verici olduğunu zannetmiyorum. İstenilen kendi küçük altmetniyle orijinal bir dış ses ama buna 450. sürüme kadar ulaşamayacağız" dedi. Filmdeki önemli noktalardan biri de, Roy Batty'nin duygusal yapısı ile Deckard'ın ruhsuz yapısı arasında farktı. Batty'nin şiirselliği hakkında konuşan Rutger Hauer "Roy'un sahip olduğu özelliklerden biri de şiirsel bir yanınını olmasıydı. Ki bu bir replicant için imkânsız ve bu yüzden de Ridley ile ben onu çok sevdik" dedi. People, Batty'nin final sahnesindeli tiradını William Blake'in America: A Prophecy in Chew's Eye Works kitabından ilham alarak yazmıştı. Tirat yaklaşık 20-25 satır uzunluğundaydı. Hauer bu tiratı, doğaçlama yaparak kısalttı. Hauer doğaçlaması ile ilgili, "'Roy'un bunun olacağını, vaktinin bittiğinini önceden anladığına dair bir anlık da olsa ipucu yakalamak fena olmaz mıydı?' diye düşündüm. Gerçek dünyanın kahramanına abartısız bir şekilde 'Dostum sürekli kaçıp durdun, hiçbir yerde buna karşı koyamadın. Senin savaşçı ruhuna hiç de uygun bir şey değil bu' demenin bir yoluydu. Final sahnesindeki robot da ölerek bir şekilde Deckard'a gerçek bir insanın neden yapıldığını gösteriyor" dedi. Film, Kuzey Amerika'da gösterime girdği zaman izleyiciler tarafından fazla tutulmamasına rağmen, uluslararasında popüler ve kült bir klasik oldu. "Bıçak Sırtı"'nın fütüristik tasarımı ve karanlık stili bir ölçek olarak alındı ve birçok bilim-kurgu, anime ve televizyon programına esin kaynağı oldu. "Bıçak Sırtı" tüm zamanların en büyük bilim-kurgu filmlerinden biri olarak düşünülürken, modern trend ve meseleleri yansıtmaya devam etti. Film 1993 yılında Birleşik Devletler Ulusal Film Kayıtları tarafından korunmak için seçildi. Görsel Efekt Derneği tarafından 2007 yılında, tüm zamanların görsel yönden en etkili ikinci film olarak tanımlandı. "Bıçak Sırtı", 20. asırın müzikal olarak en çok ilham veren filmlerinden biri oldu. Filmin esin verdiği White Zombie'nin "More Human Than Human" şarkısı Grammy Ödülü adaylığı elde etti. "Bıçak Sırtı", bazı macera oyunlarını, örneğin; "Rise of the Dragon", "Snatcher", "Beneath a Steel Sky" ve "Flashback: The Quest for Identity" oyunlarını, anime serisi "Bubblegum Crisis"'i, rol yapma oyunu "Shadowrun"'ı, video oyunları"Perfect Dark", ve "the Syndicate"'i etkiledi. Filmin bakış açısı, onu video oyun tasarımcıları için popüler bir seçenek yaptı. "Bıçak Sırtı" birçok konuya da, örneğin Crazy Comics'in "Blade Bummer", Steve Gallacci'nin yazdığı ve çizdiği "Bad Rubber" çizgi romanlarına parodi oldu. "Bad Rubber"'da, filmdeki Rick Deckard'ın uyarladığı karakterin ismi "Rick Duckard" olarak konuldu. Zamanla filmin bazı sahnelerinde görülen ürünlerin
şirketlerinin lanetlendiğine dair bir inanış ortaya çıktı. O zamanlar pazarın lideri olan firmalaron yıl içerisinde çoğunlukla maddi darlığa düştü ve büyük oranda gerileme yaşadı. Amerika'da elektronik ve iletişim alanında lider olan RCA, 1985 yılında GE Şirketleri tarafındn satın alındı ve çöktü. 1982 yılında video yunu pazarının %70'lik kısmını elinde tutan Atari, 1991 yılının ilk çeyreğinde iki milyon dolardan fazla zarar etti. Önceki şirket adını kullanan Atari bugün tamamen farklı bir firmadır. Yemek aletleri pazarında lider olan Cuisinart, 1989 yılında iflas etti. ABD'nin telefon devi Bell, pazardaki tekel konumunu 1982 senesinde kaybetti. Amerikan hava yolu firması Pam-Am, terörist bombalama olaylarının ardından 1991 yılında iflasını açıkladı. "Bıçak Sırtı"'nın gösterime girmesinin ardından Coca Cola firması 1985 yılında yeni formülünü açıkladı ve milyonlara dolarlık kayba uğradı. Ancak çok geçmeden pazardaki yerini yeniden kazandı. Ayrıca "Bıçak Sırtı" filminin lanetinden etkilenmeyen birkaç istisnadan biri olan Coca Cola şirketinin yanı sıra, logoları filmde görülen Budweiser ve TDK şirketleri ise gelişmeye ve ilerlemeye devam etti. Yıllarca bir devam filmi olasılığı konuşuldu. Ridley Scott, 1990'lı yıllarda projeyi ele aldı ve bir devam filmi beklenilmeye başlandı. Yapım geçici olarak "Metropolis" diye isimlendirildi. Proje telif hakları yüzünden rafa kaldırıldı ancak K. W. Jeter'ın ilk "Bıçak Sırtı" romanı temel alınarak yazılan "Blade Runner Down" adlı bir senaryo ortalıkta dolaştı. Scott, filmi ölümsüzlük fikrinden yola çıkarak Harrison Ford'un karakteri Rick Deckard'ın geçmişi araşırmak için bir şan olarak görüyordu ve isteği de etkileyici bir devam filmi yapmaktı. Ridley Scott, kardeşi Tony Scott ile 1995 yılında Shepperton Stüdyoları'nı satın aldıktan bir süre sonra, "Bıçak Sırtı"'nın devam filmini burada çekeceğini açıkladı ama proje için bir tarih vermedi. Scott, 2007 yılında Comic-Con'da tekrar bir devam filmi çekmeyi düşündüğünü açıkladı. 2008 yılının Eylül ayında, "Kartal Göz" filminin senaristlerinden Travis Wright bir senaryo yazdı. Wright, proje üzerinde yapımcı Bud Yorke ile birkaç yıl çalıştı. Meslektaşı John Glenn, 2008 yılında filmi bıraktı. Philip K. Dick'in arkadaşı olan K.W. Jeter, kitaptan ziyade filmin öyküsünü devam ettiren üç devam romanı yazdı (Blade Runner 2: The Edge of Human (1995), Replicant Night (1996), Eye and Talon (2000)). Senaristi David Peoples'ın "bir "Bıçak Sırtı" yan ürünü" olarak tanımladığı "Asker" (Soldier) filmi 1998 yılında gösterime girdi. Filmin başrolünde Kurt Russell yer aldı. Filmde Russell'ın karakterinin "Tannhauser Geçidi" yazan bir dövmesi bulunuyordu. Archie Goodwin tarafından yazılan "A Marvel Comics Super Special: Blade Runner" adlı çizgiroman uyarlaması 1982 yılının Eylül ayında yayımlandı. Filmden uyarlanan iki video oyunu hazırlandı. Bunlardan ilki 1985 yılında Commodore 64, Sinclair ZX Spectrum ve Amstrad CPC için satışa çıkarıldı. İkincisi ise Westwood Studios tarafından bir bilgisayar oyunu olarak hazırlandı. Güçlü bir şirketin ürettiği androdiler tarafından öldürülen ortağının intikamını almaya çalışan bir polisin hikâyesinin anlatıldığı "Total Recall 2070" adlı televizyon dizisi 1999 yılında gösterildi. Karanlık ve kozmopolit bir ortamda geçen dizi, iki Philip K. Dick romanı "We Can Remember It for You Wholesale" ("Gerçeğe Çağrı" filminde uyarlanan), ve "Android'ler Elektrikli Koyun Düşler mi?"'yi ("Bıçak Sırtı" filminde uyarlanan) temel aldı. "Bıçak Sırtı"'nın yedi farklı sürümü gösterildi. 1982 yılının Mart ayında Dallas ve Denver'daki test gösteriminde filmin 113 dakikalık kurgusu gösterildi. Olumsuz yorumlar aldı. Filmin beş disklik DVD setinde bu kurguya da yer verildi. 1982'nin Mayıs ayında da kesilmiş üç sahnenin de bulunduğu kurgu San Diego'da yayınlandı. Birleşik Devletler'de gösterilen filmin 116 dakikalık sinema kurgusu, ayrıca 1983'te çıkarılan VHS ve 1987'de çıkarılan Lazedisc'e koyuldu. Uluslararası gösterilen 117 dakikalık kurgu, Birleşik Devletler'de gösterilen kurgudakinden daha fazla şiddet sahnesi içeriyordu. Bu kurgu yapı olarak Birleşik Devletler'de yayınlanan kurguyu andırıyordu, ancak üç sahnede daha fazla şiddete yer verildi. Kuzey Amerika'da dağıtılan VHS ve lazerdisklerde bu kurgu yer aldı. Ayrıca film, 10. yıldönümü için tekrar sinemalarda gösterilmeye başlandığında bu kurgu gösterildi. 1986'da filmin küfür, çıplaklık ve şiddetten dolayı sansüre uğramış kurgusu CBS'de gösterildi. Ridley Scott'un düzenlediği kurgu 1992 yılında hazırlandı. Scott bu kurguda Rick Deckard'ın dış sesini kaldırdı, tek boynuzlu atın olduğu sahneyi tekrar koydu ve yapımcılarının isteği üzerine filme koyulan ve filmin karamsar bakışı ile çelişen mutlu son kurgudan çıkarıldı. Ridley Scott 2007 yılında Warner Bors.'un filmin 25. yıldönümü için hazırladığı DVD, HD DVD ve Blu-ray'ler için 117 dakika süren son kurguyu düzenledi. Bu kurgu, sanatsal kontrolün sadece Ridley Scott'un elinde olduğu tek kurguydu. Nobles Gate Ltd.'nin yapımcısı olduğu "On the Edge of Blade Runner" (55 dakika) adlı belgesel 2000 yılında Andrew Abbott tarafından yönetildi ve Mark Kermode tarafından yazıldı ve sunuldu. Belgeselde, Ridley Scott'ın da dahil olduğu film ekibiyle söyleşiler yapıldı ve yapım öncesinde oluşan telaştan söz edildi. TVOntorio'nun hazırladığı "Future Shocks" adlı belgesel de 2001 yılında hazırlandı. Belgesel eleştirmenler tarafından kapsamlı bulundu. Charles de Lauzirika'nın hazırladığı üç buçuk saatlik "Dangerous Days: Making Blade Runner" adlı belgesel, filmin son kurgusu için hazırlandı. Aralarında Harrison Ford, Sean Young, Rutger Hauer, Edward James Olmos, Jerry Perenchio, Bud Yorkin ve Ridley Scott'ın da bulunduğu seksen kişiyle görüşme yapıldı. "Dangeorus Day" belgeselinde "All Our Variant Futures: From Workprint to Final Cut" adlı 29 dakikalık belgesel de filmin beş disklik DVD baskıları için Paul Prischman'ın yapımcılığında hazırlandı. Charles de Lauzirika, 2007 yılında Warner Home Video'nun çıkardığı filmin beş disklik seti için bazı bölümler hazırladı. Bunlar; "Bıçak Sırtı", aday olduğu yirmi ödülün yedisini kazandı. John Lennon John Winston Ono Lennon (9 Ekim 1940, Liverpool - 8 Aralık 1980, New York), İngiliz müzisyen. The Beatles isimli müzik grubunun üyelerinden biridir. John Lennon, 9 Ekim 1940'da Birleşik Krallık'ın Liverpool kentinde dünyaya geldi. Birer işçi olan anne ve babası Lennon iki yaşındayken boşandılar. Teyzesi (Mary "Mimi" Smith) ve eniştesi tarafından büyütülen Lennon, annesini ancak lise çağında tanıyabildi. Annesi 1958 yılında trajik bir kaza sonucu öldü. 1955'te Teyzesi ona ilk gitarını hediye etti. Bu sırada Paul McCartney'le tanıştı. Şubat 1958'de Paul McCartney, George Harrison'ı Lennon'a tanıttı. Daha sonra yakın arkadaşı Stu Sutcliffe basçı olarak gruba katıldı ve grubun adının "The Silver Beatles" olmasını önerdi. Temmuz 1960'ta grubun "The Silver Beatles" olan adı "The Beatles" adına çevrildi. Bir yıl sonra da Ringo Starr gruba katıldı. Grubun ilk 45'liği olan "Love Me Do" Ekim 1962'de piyasaya çıktı. The Beatles ile dünya çapında başarılar kazanıp bazı eleştirmenler tarafından dünyanın gelmiş geçmiş en iyi grubu olarak nitelendirildi. Aynı zamanda, aykırı tavırlar takınan grup, birtakım problemler de yaşadı. 1966'da Filipinler'e gittikleri bir sırada devlet başkanının grubu davet etmesinin ve Beatles'ın da resmi davetleri kabul etmediğini açıklamasının ardından ülkeden ayrılırken yanlarına koruma verilmedi ve havaalanında saldırıya uğradılar. Daha sonra Amerika'daki bir röportajında John Lennon tartışma yaratan sözü söyledi: "Beatles şu anda İsa'dan daha popüler." Her ne kadar espri olsun diye söylemişse de, bu söz elbette dokunduğu konu dolayısıyla toplumun büyük bir kesiminin tepkisiyle karşılaştı. Amerika Birleşik Devletleri'nde büyük sorun yaratan bu açıklama sonrasında Beatles plakları yakılmaya başlandı. Lennon, daha sonra ABD basınına yaptığı açıklamada: ""Eğer televizyon İsa'dan daha popüler deseydim muhtemelen yakamı kurtaracaktım. Ben İsa'dan daha iyiyiz, mükemmeliz demiyorum veya karşılaştırmıyorum. Sadece söylediğim şekilde söyledim; ama yanlış bir ifadeydi ya da yanlış algılandı; hepsi bu. Bunun için üzgünüm; din karşıtı bir söylem değildi. Hala bu kadar yanlış ne yapmış olduğumu tam olarak anlamıyorum. Size ne demek istediğimi anlatmaya çalıştım; ama benden mutlaka bir özür bekliyorsanız ve bu sizi mutlu edecekse özür dilerim."" şeklinde konuştu. 1969'da Yoko Ono ile evlenen John Lennon, yine ayni yıl The Beatles'dan ayrıldı. Bu dönemden sonra Lennon'ın hayatında çeşitli iniş ve çıkışlar yaşandı. Beş yıl aradan sonra müziğe dönme hazırlıkları yaptığı dönemde, akli dengesi yerinde olmadığı iddia edilen Mark David Chapman tarafından 1980 yılında New York'ta kaldığı otelin önünde silahla öldürüldü. Ayrıca, ölümünden bir ay önce son albümü olan "Double Fantasy" yayınlanmıştır. Kariyerinde yeniden yükselmeye başladığı bir dönemde, Beatles hayranı olduğunu iddia eden ve akli dengesi yerinde olmadığı öne sürülen Mark David Chapman tarafından, 8 Aralık 1980'de New York'ta kaldığı otelin önünde öldürüldü. Lennon vurulduğu anda yanına yaklaşan polis memuru tarafından, aldığı yaranın bilincini etkileyip etkilemediğini kontrol etmek için adı sorulduğunda "Ben John Lennon, The Beatles'in John Lennon'u" yanıtını verdi. Bir İngiliz olmasına rağmen New York'ta hayatını sürdüren Lennon, Nixon yönetimi sırasında ulusal tehlike olarak hedef gösterilmiş ve sınır dışı edilmek istenmişti. Çünkü Lennon, insanları yazdığı ve bestelediği parçalarıyla; katıldığı televizyon programlarındaki açıklamalarıyla; peşinde dolanan kameralara verdiği cevaplarla ve eylemlerle her daim barışa çağırıp Vietnam Savaşı'nı sorgulatmaktaydı. 1967 yılında Richard Lester'in yönettiği How I Won The War adlı savaş karşıtı komedi filminde başrol oynamıştır. Bunun dışında Beatles üyeleri ile yaptığı filmler A Hard Day's Night, Help, Magical Mystery Tour ve Yellow Submarine'dir. Scoville Acılık Ölçeği Scovill
e, biberlerin acılık birimidir. Scoville ölçüm sistemi, 1912 yılında Wilbur Scoville isimli farmakolog tarafından geliştirilmiştir. Test, bir miktar biber ekstresinin tadı denekler tarafından hissedilmeyecek hale gelene kadar şekerli su ile seyreltilmesi ve acının hissedilmediği anda şekerli su ile biberin oranlarının ölçülmesiyle yapılır. Acı tat, kapsaisin adlı maddenin kemoreseptör "sinir uçları"nı (nöron uçlarındaki dentritler) uyarması sonucu hissedilir. Acı, deride de hissedilmekle beraber "goblet hücreleri"nin yoğun olduğu ve mukus zarıyla kaplı dokularda daha iyi hissedilir. Kapsaisin içeren meyveler acı biber olarak ifade edilir ve Scoville ölçümü de kapsaisin oranının hesaplanması esasına dayanır. Pazartesi Pazartesi, Pazar ve Salı arasında haftanın bir günü; Pazar ertesi, sonrası. Bu gün için Anadolu'da kullanılan üç başka sözcükten birincisi ; Farsça-Süryanice ikinci gün anlamına gelen Dûşanba sözcüğünden Çarşanba gün adına uyaklı olsun diye Turşamba, ikincisi; Pazar gününe Girey ya da Girâ denmesi yüzünden Gireyertesi ya da Giraertesi, üçüncüsü de Balat ya da Balad adıdır. Pazar gününü Pazartesi gününe bağlayan geceye Balat akşamı ya da Turşamba akşamı denir. Pazartesi gününün Eski Türkçe adı "'İkinç" tir. Acıpayam (anlam ayrımı) Acıpayam aşağıdaki anlamlara gelebilir: Grup Vitamin Grup Vitamin Türk pop müziğini Absürt komedi'ye uyarlayarak parodi müzik yapan grubu. 1988 yılında Gökhan Semiz ve Emrah Anul'un konservatuvarda tanışmasıyla daha sonra iki arkadaşın Selçuk Aksoy'la tanışmasıyla temelleri atılmış ve 1990 yılında bu üç arkadaş tarafından İstanbul'da kurulmuştur. İlk kadrosunda Gökhan Semiz, Selçuk Aksoy, Emrah Anul, Sertaç Demirtaş, Murat Uzunal, Ufuk Yıldırım, Ercan Saatçi ve İzel vardı. Türk müzik tarihinin en iyi ve en çok satan grupları arasında gösterilmektedir. 1991 yılında eğlence amaçlı çıkardıkları Bol Vitamin adlı albümün 1,5 milyondan fazla satmıştır. Grup bir anda popüler olmuştur. İlk albüm yayınlandıktan sonra İzel ve Murat Uzunal gruptan ayrılmıştır. İlk albümün büyük çıkışından sonra aynı yıl ikinci albüm olan Grup Vitamin'i çıkardıklar, albüm ilki kadar olmasa da yine büyük bir başarı elde etmiştir. Bu albümden sonra Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım grupla sorunlar yaşamıştır ve gruptan ayrılmıştır. Daha sonra Uf-Er adındaki grubu Vitamin'e karşı kurmuşlardır. 1992 yılında grup üçüncü albümleri Yandık Desene'yi yayınladılar ve albüm ilki gibi çok büyük satış oranına ulaştı. Bu albümle birlikte Uf-Er grubu Vitamin'in gölgesi altında kalmıştır. Üçüncü albümdeki "İsmail" adlı şarkı çok beğenilmiştir ve efsane olmuştur. 1993 yılında dördüncü albüm Üşüttük'ü yayınladılar. Bu albümden sonra, Sertaç Demirtaş gruptan ayrıldı ve grup kemik kadrosuna ulaştı. 1994 yılında beşinci stüdyo albümleri olan Aşkın Gözyaşları'nı yayınladılar ve albüm çok beğenildi ve çok sattı. Bu albümle grup, Altın Kelebek Ödülleri'nde "En İyi Grup" dalında aday gösterildi ve ödülü kazandı. 1995 yılında altıncı albüm, Zeytinyağlı Yaprak Dolması yayınlandı. Albümde, Tolga Sünter'inde imzası bulunuyordu. Albümdeki, "Takmayacaksın" adlı şarkı bir reklam müziği olarak kullanıldı ve reklamda grup üyeleri oynadı. Ertesi yıl reklamda kullanılan müzik "En İyi Reklam Müziği" ödülünü kazandı. 1996 yılında, Gökhan Semiz'in grupla birlikte çıkardığı son albüm Deli Dolu (Best of) yayınlandı. 1997 yılında Gökhan Semiz ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i yayınladı. Aynı yıl grubun sekizinci albümü İyi Günler Türkiye'nin kayıtları sürüyordu. 1998 yılının 17 Ocak gecesinde, Gökhan Semiz Bakırköy'de geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Grup arkadaşları anısına aynı yıl albümü yayınladılar. 2015 yılında, Tolga Sünter'in gruba katılmasıyla Endopilazmik Retikulum adlı albümü çıkararak müziğe geri dönmüşlerdir. Gökhan Semiz lise yıllarında amatör gruplar kuruyordu. Lise bittikten sonra üniversitede birçok bölümü kazandı, fakat hiçbirisine gitmeyerek konservatuvar sınavlarına girdi. 1988 yılında girdiği konservatuvar sınavını geçti ve İTÜ Devlet Konservatuvarı'nı kazandı. Bu sırada Emrah Anul'la tanıştı. Gökhan Semiz, çok espritüel bir yapıya sahipti ve komik tiyatro skeçleri yazıyordu. Bunun yanı sıra mizahtaki yeteneğini müzikte de denemeye başladı ve komik şarkı sözleri yazamaya başladı. Dersten sonraki boş vakitlerinde yazdığı bu sözlere melodiler vermeye başladı. Ardından, Ufak bir elektro ritim gitarı aldı ve yaptığı şarkıları amatör olarak kaydetmeye başladı. Emrah Anul ile birlikte kantinde muhabbet ettiği sırada Selçuk Aksoy ile tanıştılar. Daha sonra Gökhan Semiz eğlence amaçlı yazdığı ve kaydettiği bu şarkıları arkadaşlarına dinletti. Arkadaşları çok beğendi ve sonra iş ciddi bir proje aşamasına geldi. Ardından, yine eğlence maksatlı bir albüm çıkarmak istediler. Gökhan Semiz'in arabada kaydettiği "Vitamin", "Rap Beni Ramizem" ve "Dokundur" gibi şarkılar albümde yer alacaktı. 1991 yılında Bol Vitamin adlı albümlerini yayınladılar. Albüm ilk zamanlarda sakinliğini korudu, fakat zamanla öyle bir satmaya başladı ki 1,5 milyonu geçti. Grup üyeleri bu satış rakamına çok şaşırdı. Albüm aynı yıl Mü-Yap'ın "En Çok Satan Albüm" ödülünü aldı. Grup bir anda popüler oldu ve her yerde şarkıları söylenmeye başlandı. Grubun ilk kadrosunda Gökhan Semiz, Selçuk Aksoy, Emrah Anul, Sertaç Demirtaş, Murat Uzunal, Ufuk Yıldırım, Ercan Saatçi ve İzel vardı. Fakat, İzel sadece bir şarkının ufak bir yerinde bir kız seslendirdi. Bu albümden sonra Murat Uzunal ve İzel gruptan ayrıldı. İlk albümün başarısından sonra grup ikinci bir albüm çalışmalarına başladı. 1991 yılının son ayında ikinci albümleri olan Grup Vitamin'i yayınladılar. Albüm ilki kadar değil ama yine çok sattı ve grubun popülerliğini korudu. Bu albümden sonra Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım grup adına bir televizyon programına katıldı. Programda, Gökhan Semiz'in söylediği yere playback yapan ikili daha sonra grupla bir araya geldiklerinde aralarında bir tartışma çıktı. Daha sonra ikili gruptan ayrıldı ve gruba karşılık Uf-Er adlı aynı tarzda müzik yapacak olan grubu kurdular. 1992 gruptan ayrılan ikili Vitamin'e karşı bir albüm çıkardı ama o yıl Vitamin Yandık Desene albümünü çıkardı. Albümdeki "İsmail" adlı parça klasikler arasına girdi ve dönemin en çok dinlenenleri arasına girdi. Bu albümle Uf-Er grubu gölgede kaldı. Grup, 1993 yılında Üşüttük adlı dördüncü albümlerini çıkardılar. Bu sırada grup STAR'da dansçı Aslıhan Öncü'yle birlikte, 1992-1993 arasında "Eğlence Sırılsıklam" programını yaptılar. Aynı dönemde sonra Sertaç Demirtaş gruptan ayrıldı ve grup kemik kadro olarak kaldı. 1993 yılında grupta Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy kaldı. Aynı yıl grup beşinci stüdyo albümlerinin çalışmalarına başladılar ve 1994 yılında Aşkın Gözyaşları adlı albümlerini yayınladılar. Albüm büyük satış rakamına ulaştı. Albümdeki "Turkish Cowboys" adlı şarkı büyük ilgi çekti. Bu albümle grup Altın Kelebek Ödülleri'nde "En İyi Grup" ödülünü aldılar. 1995 yılında Zeytinyağlı Yaprak Dolması albümünü çıkardılar. Albümde, Tolga SÜnter'inde imzası bulunuyordu. Albümdeki "Takmayacaksın" adlı şarkı bir reklam müziği olarak kullanıldı ve reklamda grup üyeleri de yer aldı. Daha sonra şarkı "En İyi Reklam Müziği" ödülünü aldı. 1995 yılında grup Barış Manço'nun Müsaadenizle Çocuklar adlı albümündeki albümle aynı adı taşıyan klibin parçasında yer aldılar. Klipte birçok sanatçı yer aldı ve şarkı döneme damgasını vurdu. 1996 yılında grup Deli Dolu (Best of) adındaki yedinci albümlerini çıkardı. Albüm diğerleri gibi yine olumlu eleştiriler aldı. Albüm, Gökhan Semiz'in yer aldığı son albümdür. Gökhan Semiz'in grupla birlikte oynadığı son klip ise "Üfürükten Teyyare" olmuştur. 1997 yılında, Gökhan Semiz ikinci solo albümü İnan ki Tesin'i yayınladı. Albüm çok iyi bir satış yaptı ve olumlu eleştiriler aldı. Bu albüm çıktıktan sonra medya grubun dağıldığını öne sürdü. Fakat, grup haberleri yalanladı ve yeni bir albüm çıkaracaklarını söyledi. 1997 yılının son aylarında grup sekizinci albümün kayıtları için stüdyoya girdi. Grup yeni çıkaracakları albüm için Prestij Müzik ile anlaşma yaptılar. 1998 yılında, Gökhan Semiz bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Acı haberle grup üyeleri ve sevenleri çok büyük üzüntü yaşadılar. Aynı yıl anısına grup arkadaşları kayıtları süren İyi Günler Türkiye adlı sekizinci albümlerinin kayıtlarını tamamladılar ve yayınladılar. Daha sonra grup Best of Vitamin adlı bir albüm yayınlayarak dağıldı. Gökhan Semiz, üniversiteye başladığı ilk yıllarda Emrah Anul'la tanıştı. Ayrıca, Gökhan Semiz çok espritüel bir yapıya sahipti ve komik tiyatro skeçleri yazıyordu. Bunun yanı sıra mizahtaki yeteneğini müzikte de denemeye başladı ve komik şarkı sözleri yazamaya başladı. Dersten sonraki boş vakitlerinde yazdığı bu sözlere melodiler vermeye başladı. Ardından, Ufak bir elektro ritim gitarı aldı ve yaptığı şarkıları amatör olarak kaydetmeye başladı. Emrah Anul ile birlikte kantinde muhabbet ettiği sırada Selçuk Aksoy ile tanıştılar. Daha sonra Gökhan Semiz eğlence amaçlı yazdığı ve kaydettiği bu şarkıları arkadaşlarına dinletti. Arkadaşları çok beğendi ve sonra iş ciddi bir proje aşamasına geldi. Ardından, yine eğlence maksatlı bir albüm çıkarmak istediler. Gökhan Semiz'in arabada kaydettiği "Vitamin", "Rap Beni Ramizem" ve "Dokundur" gibi şarkılar albümde yer alacaktı. 1991 yılında grup eğlence amaçlı Bol Vitamin adlı ilk albümlerini yayınladılar. Albüm ilk zamanlarda sakinliğini korudu, fakat zamanla öyle bir satmaya başladı ki 1,5 milyonu geçti. Grup üyeleri bu satış rakamına çok şaşırdı. Albüm aynı yıl Mü-Yap'ın "En Çok Satan Albüm" ödülünü aldı. Grup bir anda popüler oldu ve her yerde şarkıları söylenmeye başlandı. Grubun ilk kadrosunda Gökhan Semiz, Selçuk Aksoy, Emrah Anul, Sertaç Demirtaş, Murat Uzunal, Ufuk Yıldırım, Ercan Saatçi ve İzel vardı. Fakat, İzel sadece bir şarkının ufak bir yerinde bir kız seslendirdi. Bu albümden sonra Murat Uzunal ve İzel gruptan ayrıldı. Albümdeki, "'Rap Vitamin'", "'Fatoş'" ve "'Dokundurabilirsiniz'" gibi şarkılar
hit oldu. Fakat, grup albümü zor şartlarda çıkardığı için hiçbir parçaya klip çekememiştir. Grup Vitamin, ilk albüm büyük bir çıkış yapmasından sonra aynı yılın son ayında ikinci albümleri olan grubun adını taşıyan Grup Vitamin albümünü yayınladılar. Albüm ilki kadar değil ama yine çok sattı ve grubun popülerliğini korudu. Bu albümden sonra Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım grup adına televizyon programlarına katıldı ve konserlere çıktı. Gökhan Semiz'in söylediği yere playback yapan ikili daha sonra grupla bir araya geldiklerinde aralarında bir tartışma çıktı. Daha sonra ikili gruptan ayrıldı ve gruba karşılık Uf-Er adlı aynı tarzda müzik yapacak olan grubu kurdular. 1992 gruptan ayrılan ikili Vitamin'e karşı bir albüm çıkardı. Ercan Saatçi ve Ufuk Yıldırım'ın ayılışından sonra grup Yandık Desene albümünü çıkardı. Albümdeki "İsmail" adlı parça klasikler ve dönemin en çok dinlenenleri arasına girdi. Grup ilk defa bir şarkısına bu albümde klip çekmişti. Klipte, komedyen Ata Demirer oynamıştı. Daha sonra ikinci bir şarkıya klip çekilmiştir. Grubun, 10 Ağustos 1993 tarihinde çıkardığı dördüncü stüdyo albümüdür. Albümün kayıtları 1993 yılının başlarında başlamıştır. Albüm aynı yılın ağustos ayında çıkmıştır. Albüm, Sertaç Demirtaş'ın yer aldığı son albüm olmuştur. Bu albümden sonra grup kemik kadrosu Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy kalmıştır. Albümdeki çoğu şarkının sözünü Gökhan Semiz yazmıştır. Albümde, ilk klip "Zonta" ve ikinci klip "Elalarını" adlı parçalara klip çekildi. Albümdeki parçanın klipleri o dönem STAR'da yayınlanan grubun sunduğu Eğlence Sırılsıklam adlı programın çekimleri sırasında çekilmiştir. İkinci klipte Tarkan, Nazan Öncel, Fatih Erkoç, Sinan Erkoç, Hüner Coşkuner ve Ferda Anıl Yarkın vardı. Grup, 17 Haziran 1994 tarihinde yayınladıkları beşinci stüdyo albümüdür. Kayıtlarına 1993 yılının sonunda başlanan albümün kayıtları 1994 yılının yaz aylarına kadar devam etmiştir. 1993 yılında Sertaç Demirtaş gruptan ayrılmıştır. Grubun kemik kadrosu olan Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy ile birlikte çıkardığı ilk albümdür. Albüm yayınlandığı büyük ilgi görmüştür. Albümün çıkış parçası olan "Turkish Cowboys" yılın en iyi şarkılarından birisi olmuştur. Şarkıdaki uzun hava bölümünü Ata Demirer okumuştur. Daha sonra yayınlanan Ellere Var Da Bize Yok Mu şarkısı ile de tekrar büyük bir etki yaratmıştır. Şarkı televizyonlarda ve reklamlarda sıkça kullanıldı. Yayınlanan üçüncü ve son parça Telefonu Çektim Direkten yavaş yavaş yaygınlaştı ve tüm düğün ve eğlence ortamlarında çalınır oldu. Albümün kayıtları sırasında grup Feyyaz Kuruş ve Ozan Çolakoğlu gibi isimlerle de çalışmıştır. Bu albüm döneminde grup sıkça dergilere ve televizyon kanallarına röportaj verdi. Büyük etki yaratan albümün sonucunda grup aday gösterildiği Altın Kelebek Ödülleri'nde "En İyi Grup" ödülünü kazandı. Albümde, Gökhan Semiz'in okuduğu şiir "Aşkın Gözyaşları" büyük beğeni almıştır. Grubun çıkardığı altıncı stüdyo albümü. Kayıtlarına 1994 yılının son aylarında başlamışlardır. Bu albümün düzenlemelerini Tolga Sünter yaparak ilk kez grup ile çalışmıştır. Albümdeki şarkılar büyük beğeni toplamıştır ve albüm yılın en iyilerinden birisi olmuştur. Albümdeki, "Takmayacaksın" adlı şarkı bir içecek reklamı için kullanılmıştır. Reklam seriden oluşmuştur ve reklamda grup üyeleri de yer almışlardır. Ertesi yıl grup yılın en iyi reklam müziği ödülünü kazanmışlardır. Albüm, 1995 yılının yaz aylarında yayınlandığı için yazın büyük bir ilgiyle karşılaşmıştır. Bu albümün döneminde grup ayrıca Barış Manço'nun Müsaadenizle Çocuklar albümüyle aynı adı taşıyan şarkının klibinde oynamışlardır. Albümde bulunan son parça "Endişe-i Muhabbet" şarkısında grup Pentagram ile birlikte düet yapmıştır. Grup Vitamin'in 30 Mart 1996 tarihinde çıkardıkları yedinci stüdyo albümleridir. Albüm, Gökhan Semiz'in ölmeden önce grupla birlikte çıkardığı son albümdür. 1995 yılının son aylarında kayıtlarına başlamışlardır. Best of albümü olmasına rağmen albüme yeni şarkılarda koyulmuştur. Albüm yine parodi üzerine kurulu olmuştur ama pop ve pop rock tarzında şarkı türleri vardır. Bazı şarkılarda Arabesk tınıları vardır. Albümün çıkacağı haberini ilk kez grubun Barış Manço'nun sunuculuğunu yaptığı 7'den 77'ye adlı programın Adam Olacak Çocuk bölümüne konuk olduğunda Selçuk Aksoy söylemiştir. Albümde, eski albümlerde yer alan hit olmuş şarkılar yer almaktaydı. Bazı şarkıların ise remix versiyonları bulunmaktaydı. Her albümlerinde yaptıkları bu albümde de göndermeler vardı. "Üfürükten Teyyare", Gökhan Semiz'in grupla birlikte oynadığı son klip olmuştur. 1997 yılında, Gökhan Semiz gruptan ayrı ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i çıkardı. Daha sonra medyada grubun dağıldığına dair haberler yayıldı. Fakat, grup haberleri yalanladı ve yeni bir albüm çıkaracaklarını söyledi. 1997 yılının son aylarında grup sekizinci albümün kayıtları için stüdyoya girdi. 1997 yılında, Gökhan Semiz gruptan ayrı ikinci solo albümü İnan ki Teksin'i çıkardı. Daha sonra medyada grubun dağıldığına dair haberler yayıldı. Fakat, grup haberleri yalanladı ve yeni bir albüm çıkaracaklarını söyledi. 1997 yılının son aylarında grup sekizinci albümün kayıtları için stüdyoya girdi. Albümün kayıları sürerken Prestij Müzik ile bir anlaşma yaptılar ve anlaşmayı imzalamaya gidecekleri günün öncesinde 16 Ocak 1998 tarihinde Gökhan Semiz her zaman olduğu gibi arkadaşlarıyla kemancıya rock müzik dinlemeye gitti. Gökhan Semiz yorgun olduğu için arabayı arkadaşı kullandı. Gece saat üç civarında Barkırköy sahilinde giderken araba kontrolden çıktı ve demir bariyerlere çarptı. Aracın arka koltuğunda oturan Gökhan Semiz çarpmanın etkisiyle ön camdan fırladı ve kafasını yere çarptı. Acil olarak hasteneye kaldırılırken yolda bilinci açıktı fakat hastaneye ulaşmak üzereyken yolda hayatını kaybetti. Daha sonra aracı süren kişinin alkollü olduğu ortaya çıktı ve hapse atıldı. Araçtakiler hafif yaralarla kazayı atlatmışlardı. Acı haberi duyan grup arkadaşları, yakınları ve sevenleri büyük üzüntü yaşadılar. Cenazesinde çok fazla kişi vardı. Aynı yıl anısına grup arkadaşları kayıtları süren İyi Günler Türkiye adlı sekizinci albümlerinin kayıtlarını tamamladılar ve yayınladılar. Daha sonra grup Best of Vitamin adlı bir albüm yayınlayarak dağıldı. 1998 yılında, Gökhan Semiz'in vefatından sonra grup dağılmıştı. 1990'lı yılların ortasından itibaren grupla birlikte çalışmış Tolga Sünter 2000'li yıllarda grubu birleştirme kararı almıştır. Grup üyeleri kabul etmese de daha sonra ikna olmuştur. Ardından, Tolga Sünter gruba dahil oldu ve 2012 yılında grup Bana Bir Soygun Yaz adlı filmin müziklerini yaptı. 2014 yılında uzun bir aradan sonra dokuzuncu stüdyo albümlerinin kayıtları için stüdyoya girdiler. 2015 yılında yeni albüm müjdesi verdiler ve 1 Nisan 2015 tarihinde Endopilazmik Retikulum adlı albümü yayınladılar. Albüm çıktığı anda satışlarda birinci sıraya yükseldi. Albümden ilk olarak 1992 yılındaki "İsmail" adlı şarkının devam şarkısı olmuştur. 5 Mayıs tarihinde İsmail 2 yayınlandı ve ilk haftasında bir milyon kişi tarafından izlendi. Albümde eski şarkıların yeni versiyonu da bulunmaktadır. Müzikâl tarzları çok farklı olmuştur. Türkiye'de o zamana kadar görülmeyen bir farklı ve kendine has müzik yapmıştır. Döneminde çok tutan yerli ve yabancı şarkıları kullanarak hicivler yapıyordu. Şarkılarında sıkça birilerine göndermeler yapan grup absürd komediyi müziğe uyarlamıştır. Genel olarak pop, pop rock tarzında müzik yapmaktadırlar. Grup Vitamin, 1990'lı yılların başında kendi çaplarında turneler vermeye başladı. İlk albümün satış rekoru kırmasından sonra grubun popüleritesi daha da yaygınlaştı ve çok fazla konserler vermeye başladılar. Daha sonra yene albümler çıkaran grup turnelere çıkmaya ve konserler vermeye devam etti. 1993 yılında grupta Gökhan Semiz, Emrah Anul ve Selçuk Aksoy kaldı. 1994 yılından sonra turnelere tekrar çıkan grup aynı yıl içerisinde kısa bir süre ara verdi. 1995 yılında, Yedigün adlı içicek firmasının özel bir tunesine çıkmaya hazırlanıyordu. Turne, 1996 yazının sonuna kadar devam edecekti. 1995 yılında grubun ilk turne ayağı başladığında çok büyük bir ilgiyle karşılaştılar. Turnelere binlerce insan katılıyordu. Türkiye turnesine çıkan grubun ilk ayağı İstanbul'da olmuştu. 1996 yazında ise konserler bitmişti. Daha sonra aralıklı olarak konserler vermeye devam ettiler. 1998 yılında, Gökhan Semiz öldükten sonra grup dağıldı. Fakat, 2012 yılından sonra Tolga Sünter'in gruba katılmasıyla grup uzun süreden sonra yeniden bir araya gelmiştir. Daha sonra konserler vermeye uzun süreden sonra tekrar devam etmişlerdir. Küçük yaşlarda müzik yapmaya başlamıştı. Konservatuvar'da yazdığı parodi şarkı sözlerinden arkadaşlarına bahsetmeye başladı. Boş derslerde yazdığı komik şarkı sözlerine melodiler vermeye başladı. Daha sonra küçük bir ritim gitar alarak yazdığı şarkıları kaydetmeye başladı. Grubun, 1990'lı yıllardaki lideri olarak bilinmesinin yanı sıra aynı zamanda grubun beyni idi. 1990'lı yıllarda çıkan albümdeki çoğu şarkının sözlerinin yazarıydı ve aynı zamanda müziklerini yapıyordu. Grubun, 1990'lı yıllarda çıkan tüm albümlerinde yer almıştır. Grubun, "İsmail", "Turkish Cowboys", "Ellere Var Da Bize Yok Mu" ve "Telefonu Çektim Direkten" gibi önemli şarkılarının sözlerini yazmıştır. 1992 yılında ilk solo albümü Mikrop'u yayınlamıştır. 1997 yılında çok istediği İnan ki Teksin adlı ikinci solo albümünü çıkardı. İlk albümden farkı daha çok rock ağırlıklı olmasıydı. Albüm çıktığı sıralarda ilkine göre daha iyi bir satış grafiği ortaya koymuştur. 1998 yılında grubun sekizinci solo albümlerini çıkarmalarına yakın bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Hayatını kaybettiğinde grup çalışmaları süren sekizinci albümü piyasaya sürmüştür. Ardından ise bir "best of" albümü piyasaya sürerek dağılmıştır. Genç yaşına rağmen müzik piyasasında büyük işler başarmış ve kendine has müzik tarzıyla efsane olarak anılmaya başlanmıştır. Grup, 2015 yılında yılında tekrar bir araya geldiğinde, Gökhan Semiz'in yazdığı şarkıları da al
bümüme koymuşlardır. Liseden mezun olduktan kısa bir süre sonra Gökhan Semiz ile tanışmıştır. Üniversitede aynı bölüme girmişlerdir ve orada da Selçuk Aksoy ile tanışmışlardır. Gökhan inanılmaz espri yeteneğinden dolayı şarkılara komik sözler yazıyordu ve kaydediyordu. Kayıtları arkadaşlarına eğlence amaçlı dintettikten sonra arkadaşları şarkıları beğenmiştir ve şarkılar ciddi proje aşamasına gelmiştir. Altı kişi olarak yola çıkan grup daha sonra, üç kişi alarak asıl kadrosuna kavuşmuştur. 1991 yılında eğlencesine yayınladıkları Bol Vitamin adlı albümleri yılın en çok satan albümü olmuştur ve Mü-Yap ödülü almıştır. Ardından Grup Vitamin (1991), Yandık Desene (1992) ve Üşüttük (1993) albümlerini çıkarmışlardır. Daha sonra kadro üç kişiye düşmüştür ve 1994 yılında Aşkın Gözyaşları adlı albümlerini çıkarmıştır. Sonraki yıllarda ise grup ile beraber iki albüm çıkarmıştır. Şarkılarda şiveleri yapan elemandır. 1998 yılında Gökhan Semiz vefat ettinde grup dağılmıştır. Grup dağıldığında okullarda müzik ve yan flüt eğitimi eğitimi verdi. 2000'li yılların sonunda grup tekrar birleşme kararı aldı. Müzik yaşamına profesyonel olarak devam etmektedir. Müziğe lise yıllarında ud çalarak başlamıştır. Daha sonra amatör olarak müzik yapmaya başlamıştır. Üniversite yıllarında Gökhan Semiz ve Emrah Anul ile tanışmıştır. Daha sonra amatör müzik yaşamını arkadaşları ile devam ettirmiştir. 1990 yılında Grup Vitamin adlı bir grup kurmuşlardır. 1991 yılında eğlence amaçlı çıkardıkları Bol Vitamin adlı albüm 2,5 milyon satınca profesyonel kariyerleri başlamıştır. Grubun en sessiz ama eğlenceli adamlarından birisidir. İngilizce rap müzikleri sallama sözlerle çevirir ve şarkıların arasına koyar. Grubun tüm albümlerinde beraber olmuştur. 1996 yılında Rüzgar adında bir solo albüm çıkarmıştır. Albüm pek ses getirmemiştir. 1998 yılında grup dağıldıktan sonra müzik yapmaya devam etmiştir. 2009 yılında evlenmiştir. Evlendiği için müzik yapmayı bırakmıştır ve bir mağazada satış danışmanı olarak çalışmaya başlamıştır. Bİr kız babası olmuştur. 2012 yılında grup tekrar bir araya geldiğinde mağazada çalışmaya devam etmiştir. 2014 yılında albümün çalışmalarına başladıklarında mağazada çalışmayı bırakıp tamamen müziğe yönelmiştir. 2015 yılında ise yeni albümlerini çıkarmışlardır. Müziğe küçük yaşlarda başlamıştır. 1990'lı yıllarda Gökhan Semiz ile tanışmıştır. Gruba, 2012 yılında katılsa da ilk olarak 1993 yılında Selçuk Demirtaş gruptan ayrıldığında, Gökhan Semiz gruba girmesi için ısrar etmiştir, fakat kabul etmemiştir. 1995 yılında grubun Zeytinyağlı Yaprak Dolması adlı albümündeki hit şarkı "Takmayacaksın" adlı şarkıyı düzenlemiştir. Profesyonel olarak klavye çalabilmektedir. 1997 yılında çıkan, Gökhan Semiz albümü İnan ki Teksin'de emeği vardır ve albümdeki iki klipte de yer almıştır. 1998 yılında grup dağıldığında müziğe devam etmiştir. 2012 yılında grup birleştiğinde gruba katılmıştır. Türkiye'de belediye başkanı Belediye başkanı, belediye idaresinin başı ve belediye tüzel kişiliğinin temsilcisidir. Belediye başkanı, ilgili kanunda gösterilen esas ve usullere göre seçilir. Belediye başkanı, görevinin devamı süresince siyasi partilerin yönetim ve denetim organlarında görev alamaz, profesyonel spor kulüplerinin başkanlığını yapamaz ve yönetiminde bulunamaz. Madde 38: Belediye başkanının görev ve yetkileri şunlardır; Madde 39: Belediye başkanına nüfusu; Gösterge rakamının Devlet memurları için belirlenen aylık katsayı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarda aylık brüt ödenek ödenir. Belediye başkanının görevli, izinli ve hasta bulunduğu sürelerde ödeneği kesilmez. Belediye başkanlığı yapmış olanların, personel kanunlarına tabi bir kadroya atanmaları halinde belediye başkanlığında geçen süreleri memuriyette geçmiş sayılır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu uyarınca Devlet memurları ile bakmakla yükümlü bulundukları için uygulanan sosyal hak ve yardımlar, aynı esas ve usullere göre belediye başkanları ile bakmakla yükümlü bulundukları için de uygular. Tom Cruise Thomas Cruise Mapother IV (3 Temmuz 1962; Syracuse, New York) üç kere Akademi Ödülüne aday gösterilmiş, Altın Küre ödüllü oyuncu. Forbes dergisi tarafından 1 yılda 67 milyon dolar kazancıyla 2006'da dünyanın en güçlü ünlüsü seçilmiştir. Üç kez Akademi ödülüne aday gösterilmesine rağmen bu ödüllerden hiçbirini alamamıştır. Üç kez Altın Küre kazanmıştır. Annesi Mary öğretmen, babası Thomas ise elektrik mühendisi idi. 2007 yılına kadar " dünyada en fazla para kazanan ve yapımcısına kazandıran" oyuncusu olmuştur. 2016 yılında dünyada yapımcısına en fazla kazandıran oyuncular listesinde 6.sırada yer almıştır. 1987-1990 yılları arasında Mimi Rogers, 1990-2001 yılları arasında Nicole Kidman ile evli kalmıştır. 18 Kasım 2006 Roma'da evlendiği Katie Holmes ile 2012'nin Ağustos ayında boşanmıştır. Scientology tarikatına mensuptur. Suri adında bir kızı vardır. Soma, Manisa Soma, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa ilinin ilçelerinden biridir. Soma, Yunt Dağı silsilesinin eteklerine kurulmuştur. Savaştepe Fay Hattı da denilen ve Balıkesir'in Pamukçu beldesinden başlayıp Bergama'ya kadar uzanan Türkiye'nin en aktif fay hatlarından birinin üstündedir. Soma'nın tahin helvası, cevizli lokumu meşhurdur ve maden ocakları ile tanınır. Soma ilçesi adının "sumak" bitkisinden geldiği de söylenir ve gittikçe Somaklı'dan Soma ismine dönüştüğü rivayetleri de vardır. Manisa ilinin kuzey kapısıdır. Kuzeyden, Balıkesir'in Savaştepe ve İvrindi ilçelerine komşudur. Güneyinde Manisa'nın Akhisar ilçesinin Akhisar belediyesi, doğusunda Kırkağaç ilçesi bulunur da Manisa'yı bir başka ile daha komşu eder. Soma, batısındaki Kınık ve Bergama ilçeleri ile İzmir'e 135 kilometre mesafedeki Soma'nın ilçe merkezi, Kırkağaç-Kınık-Savaştepe karayollarının kavşak noktasında ve Bergama-Akhisar karayolu ile İzmir-Bandırma demiryolu üzerindedir. İklim ise yazlar sıcak ve kurak. Kışları ılık ve yağmurlu geçer. Yeni yapılacak olan İstanbul-İzmir otoyolu Soma'dan geçecektir. İlçede linyit kömürü madenleri bulunur. Ayrıca bir adet termik santral vardır ve ikincisi yapım aşamasındadır. Türkiye'nin elektrik ihtiyacının %10'unu karşılamaktadır. 2015 yılının Kasım ayında dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ali Rıza Alaboyun Soma’da 100 ton altın rezervi bulunduğunu açıkladı. 13 Mayıs 2014'te gerçekleşen faciada kıvılcım oluşumu nedeniyle madende yangın başladı ve belirli kısımları çöktü. 800'e yakın işçi o sırada madendeydi ve 301 işçi hayatını kaybetti. Bu olay sonucu ülkede 3 günlük millî yas ilan edildi ve bayraklar yarıya indirildi. Sandıklı Sandıklı, Afyonkarahisar'ın bir ilçesidir. Afyonkarahisar iline bağlı ilçe olan Sandıklı, Ege bölgesinin İç Batı Anadolu bölümünde, Antalya-Ankara karayolu üzerinde yer alır. İlçemiz, doğusundaki Kumalar dağı eteğinde kurulmuştur. Sandıklı, 29° 50' - 30° 30' Doğu meridyeni ile 38° 15' - 38° 45' Kuzey paralelleri arasındaki coğrafi konumda yer alır. Yüzölçümü ise 1036 km²'dir. Topraklarını, doğuda aynı ilin Şuhut, Güneyde Kızılören ve Dinar, batıda Denizli ilinin Çivril ve Afyonkarahisar ilinin Hocalar, Kuzeyde ise Afyonkarahisar'ın Sincanlı ve merkez ilçeleri çevirir. Sandıklı, Türkiye'nin belli başlı büyük merkezlerine karayolu ile oldukça yakın sayılabilecek bir mesafededir. Afyonkarahisar'a 61 km, İstanbul'a 515 km, Ankara'ya 317 km, İzmir'e 315 km, Antalya'ya 231 km, Bursa'ya 320 km, Konya'ya 287 km mesafede olan ilçe bu konumu ile ulaşım yönünden avantajlı bir noktadadır. Karayolu ulaşımındaki avantajlarına rağmen Sandıklı'ya demiryolu ile ulaşım imkânları bir hayli kısıtlıdır. İstanbul (Haydarpaşa) ile Denizli arasında işleyen Pamukkale Ekspresi uzun yıllar boyunca Sandıklı'da yaşayan insanların ulaşım ihtiyacını karşılamıştır. Pamukkale Ekspresi'nin 27 Ocak 2008 tarihinde Haydarpaşa-Denizli seferini yapan treni Kütahya yakınlarında raydan çıkmış, meydana gelen kazada 9 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu kazadan sonra bir müddet daha tren seferleri devam etmiş ancak TCDD tarafından alınan karar gereğince, 25 Temmuz 2008 tarihi itibarıyla Pamukkale Ekspresinin seferleri iptal edilmiştir. 2014 yılında ise trenyolu yenilemeleri yapıldıktan ve güvenlik önlemleri alındıktan sonra TCDD seferleri yeniden başlatmıştır. Sandıklı'nın dört bir yanı dağlarla çevrilidir. Kuzeyinde Ahır Dağı, batısında Bulkaz Dağı, güneyinde Akdağ, doğusunda da Kumalar Dağı bulunur. Kumalar Dağı'nda Türkiye'nin endemik bitkilerinden olan ve sadece Sandıklı'da yetişen "Sideritis akmanii" bitkisi bulunmaktadır. İlçenin Kuzey sınırını oluşturan bu dağlar üçüncü zamanın genç dağlarıdır. Sincanlı ve Sandıklı ilçeleri arasında uzanır. Uşak ilinin Banaz ilçeleri sınırlarını da kaplar. İki yüzü de çam ormanlıkları ile kaplıdır. En yüksek tepesi Tazlar ve Yağcı damları arasında olup 1981 metredir. Güney taraflarında devlethan köyü yakınında bol amyant damarlarına rastlanır. Ayrıca rezervi 10 bin ton civarında olan linyit kömürü damarları Afyon Karacaören köyü yakınlarındadır. Barındırdığı artezyen kaynakları çevre ovaları besler. Akdağ'ın kuzey batısına doğru uzanan dağ, Hocalar, Banaz ve Sivaslı ilçeleri arasında ve Kufi Çayı ile Ahat suyu arasında yayılmış ormanlık bir dağdır. En yüksek yeri Bulkaz (Gürpınar) köyü yakınlarıdır ve 1990 metredir. Batı yüzü palamutluk olup, amyant damarları vardır. Sandıklı, Kızılören, Dinar ve Çivril ilçeleri arasında bulunan Akdağ, ormanlık ve bölgenin en yüksek dağıdır. 2449 ve 2345 metre yükseklikte iki tepeyi ihtiva eden Akdağ'da Sorkun kasabası yakınlarında bakır madenine rastlanmıştır. Batıya Kufi Çayı - Düzbel ve Duruca su yolu ile geçit verir. Güney yüzü dik, kuzey yüzü meyillidir. Kuzey yüzünde Kocayayla vardır. Kalkerin bol olduğu yerlerde antik mermer ocaklarına rastlanmıştır. Akdağ Millî Parkında bulunan yılkı atları, zirvedeki yaylası ve derin kanyonların bulunduğu tabiat parklarından biridir. İlçenin nüfusu 2012 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi verilerine göre 57.843'dür. Bunun 32.197'si ilçe merkezinde, 25.646'sı ise kasaba
ve köylerde yaşamaktadır. Daha önceki nüfus sayımlarının sonuçlarına göre, Sandıklı'da hem merkezde hem de köylerde yaşayanların sayısının azaldığı gözlenmektedir. Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren Avrupa ülkelerine çalışmaya giden Sandıklılılar ilçenin nüfusunu azaltmıştır. Keza günümüzde Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde çok sayıda Sandiklı nüfusuna kayıtlı yurttaşımızın yaşadığı bilinmektedir. 1980'li yıllarla birlikte ise civar köylerden merkeze doğru bir göç hareketi yaşanmıştır. Bu durum 1980'li ve 1990'lı yıllar boyunca devam etmiştir. Ancak 2000'li yıllarla birlikte Sandıklı'nın hem merkezdeki nüfusu hem de köylerde yaşayan nüfusu yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. Her ne kadar bu azalma henüz çok dikkate değer görülmese de, ilerleyen dönemde ciddi boyutlara varabilecek düzeydedir. İlçenin idari teşkilatlanması ise şöyledir; Sandıklı'da Merkez ve Karadirek olmak üzere 2 bucak merkezi vardır.Merkez bucağa bağlı köy sayısı 38 iken, Karadirek bucağına bağlı 9 köy bulunmaktadır.Ayrıca ilçeye bağlı, belediye teşkilatı bulunan 10 adet yerleşim yeri mevcuttur.Bunlar Ballık, Kızık, Kusura, Menteş, Örenkaya, Sorkun, Yavaşlar, Karadirek, Akharım ve Başağaç'tır. Sandıklı hamur işleri ve et yemekleri yönünden çeşitli ve zengin bir ilçemizdir. Yöremiz yemek ve tatlılarını 6 bölümde inceleye biliriz: Bu yemekler içinde özel günlerde ve kutlamalarda sac eti, güveç ve saç köfte en lezzetli yemekleridir. Ayrıca ailelerin ve kadınların piknik yaparken vazgeçemedikleri yemek ise Alacaş (alacaş veya mercimekli pilav) dır. Bu yemeğin günlerdeki yeri bambaşkadır. Çorbalar içinde yoğurtlu yapılan Toga çorbası ise mutfakta ve davet yemeklerinde de en aranılan çorbadır. Kış gelmeden tüm evlerde yapılan tarhana çorbası da kışın evlerin vazgeçilmez çorbasıdır. Ayrıca özellikleri ve Sandıklı'ya has olması açısından Davet yemeği, mevlüt ve düğün yemeklerinin Sandıklı'da özel bir yeri vardır. Şimdi bu yemeklerin hangi sırayı takip ettiğini inceleyelim: Hüdai Kaplıcaları, Sandıklı ilçesine 8 km uzaklıkta bulunur. Sandıklı Belediyesisi bünyesinde işletilen tesislerin ilave olarak son dönemde 5 yıldızlı oteller de hizmete girmeye başlamıştır. Sandıklı Hüdai Kaplıcaları, İşletme, Termal Otel ve Eski Otel olarak faaliyet vermektedir. Tesislerde; İşletme bölümü tatil köyünde 143 Banyolu, 122 Banyosuz ve yaz sezonlarında faaliyete giren çadır kent ve 2 adet Termal otel bulunmaktadır. Doğal Çamur Banyoları Termal Havuzlar Tabii Saunalar Türk Hamamı Masaj Salonları Güzellik Merkezi - Kuaför Bilardo, Masa Tenisi, Oyun Salonu, Alışveriş Merkezleri Bisiklet Parkuru, Basketbol Sahası, Yürüş Parkurları Sandıklı Termal Park Otel ***** ( 5 Yıldız) Kaplıca Restaurant Safran Otel ***** ( 5 Yıldız) (Hizmete girdi) Sandıklı Termal Huzur evi (Hizmete girdi) Sandıklı Sesi Gazetesi Sandıklı Postası Gazetesi Gün FM Hilal FM Sanjet A.Ş 1994 yılında faaliyete başlamış olup faaliyet alanı Jeotermal Enerji'den faydalanılarak Sandıklı'da mesken-işyeri ve resmi daireler olmak üzere binaların ısıtılmasını sağlayan ve Belediyemiz Bünyesinde hizmet veren bir kuruluştur. Sanjet A.Ş'nin işleyiş sistemi: Sandıklı Hüdai Kaplıcalarımızdan ve açılmış olan diğer kuyularımızdan sıcak su rezervlerinin Sandıklı Merkezde bulunan iki ana Eşanjör Sistemi'ne suyun basılarak normal şebeke suyunun ısıtılarak sıcak su hattına sevki ile binaların ısıtılmasını sağlamaktadır. Jeotermal enerji sayesinde fosil yakıtların az kullanılmasından dolayı, diğer şehirlere nispeten kış aylarında hava kirliliği daha az olmaktadır. Counter-Strike Counter-Strike () "(Half-Life: Counter-Strike ismiyle pazarlanmıştır)" veya kısaca CS, Minh "Gooseman" Le ve Jess Cliffe tarafından Half-Life adlı oyunun bir modu olarak yaratılmış, daha sonra oyunun geliştiricisi Valve Corporation tarafından isim hakları satın alınarak geliştirilmeye devam edilmiş bir birinci şahıs nişancı türünde taktiksel aksiyon oyunudur. Devam oyunları "", "" ve ""dir. Ayrıca Nexon tarafından geliştirilen "Counter-Strike Neo", "Counter-Strike Online", "Counter-Strike Nexon: Zombies" ve "Counter-Strike Online 2" adlı yan oyunları da mevcuttur. Oyun teröristler ("Terrorists") ve terörle mücadele ekibi ("Counter-Terrorists") olmak üzere iki takım olarak devreler halinde oynanmaktadır. Her devre başında takımlar bir önceki devredeki başarılarına göre kazandıkları para ile kendilerine silah alırlar. Ekonomi sistemini bu şekilde uygulayan ilk oyun olmuştur. Takıma özel silahların da bulunmasına rağmen genel kullanıma açık silahlar çoğunluktadır. Örneğin AK-47 teröristlerde, M4A1 ise terörle mücadele ekibindedir. Her oyuncu 800 dolar ile başlar ve her tur başına bu miktar artar. Kazanan grubun artış miktarı daha fazla olmakla beraber, özel bazı durumlarda (C-4 bombasını imha etme, harita içindeki rehineleri kurtarma vb.) kişinin parası da artabilmektedir. Örneğin rakip oyuncuyu öldürmek 300 dolar kazandırır. Karşı takımın tüm oyuncuları öldürüldüğünde veya görev tamamlandığı takdirde tur sonuçlanır ve yeni oyun başlar. Ölmeyen oyuncunun eşyaları kalır. Yeni turda para, kazanan takımın daha fazla olmak üzere, belli bir miktar artar. Terörist ve terörle mücadele ekibinin farklı noktalarda başladığı, harita programları ile yapılan, genellikle bu iki grubun da zıt hedefleri bulunduğu haritalardır. Bölümlerde hedef ya karşı takımı tamamen öldürmek ya da görevi yerine getirmektir (bombayı imha etmek veya rehineleri kurtarmak gibi). Her takım kendi takım arkadaşlarıyla beraber önceden haritada belirlenmiş noktalarda oyuna başlarlar. Bölümler Valve'nin resmi olarak yayınladığı, Valve Hammer Editor adlı harita yapım programı aracılığıyla oluşturulur. Oyunda üç resmi oyun modu bulunmaktadır. Bunlar bomba imha (de), rehine kurtarma (cs) ve suikasttır (as). Bunların yanında ayrıca betada yer almış ve oyunda resmi olarak kullanılmamış bir kaçış (es) modu da mevcuttur. Teröristlerin amacı önceden belirlenmiş hedeflere bomba koymaktır. Genellikle iki farklı bölge vardır. Her turda bir teröristte bomba bulunur ve bomba kurulduktan sonra patlaması için belli bir süre geçmelidir. Bu süre içinde bombayı korumalılardır. Terörle mücadele ekibinin amacı ise bomba kurulmasını engellemek, kurulduğu takdirde de onu imha etmektir. Bomba kurulursa ve bütün teröristler ölse bile bir tane terörle mücadele üyesi bombayı imha etmez, patlarsa teröristler kazanır. En çok oynanan harita türlerindendir. Terörle mücadele ekibinin amacı teröristlerin önceden kaçırmış olduğu rehineleri güvenli bölgeye götürmektir. Son rehine de kaçırıldıktan sonra tur biter. Teröristlerin amacı ise rehineleri korumaktır. En çok oynanan harita türlerindendir. Eğer gönüllü yoksa (Takım seçme menüsünde VIP seçeneği) her turda bir terörle mücadele ekibi oyuncusu VIP olur. Güçlü bir çelik yelek ve HK USP ile oyuna başlar. Terörle mücadele ekibinin amacı, başka silah kullanma hakkı olmayan bu VIP oyuncuya VIP kurtarma noktasına kadar yol boyunca eşlik etmektir. Teröristlerin amacı ise VIP'yi öldürmektir. VIP ölürse tur biter. Teröristlerin amacı bölgeden kaçarak belli bir noktaya ulaşmaktır. Teröristlerin yarısı kaçmayı başardığında tur biter. Terörle mücadele ekibinin amacı ise bunu engellemektir. Bu oyun modu Counter-Strike'ın betasında yer almıştır ve betada oluşturulan üç kullanılmayan harita dışında sahip olduğu resmi bir harita yoktur. Oyun dünya genelinde en çok oynanan çok oyunculu aksiyon oyunudur. Counter-Strike'ın Aralık 2008 itibarıyla satış rakamları: 17 Ocak 2008'de Brezilya'da federal mahkeme kararı üzerine "Counter-Strike" ve "EverQuest" oyunlarının tüm satışları mahkeme kararıyla yasaklanma yürürlüğüne girmiştir. Brezilya federal yargıcı Carlos Alberto Simões de Tomaz Ekim 2007'de yasaklanmasını istemiştir çünkü, yargıcın da iddia ettiği gibi, oyunların "toplumsal düzenin yıkılmasını yakından teşvik ettiğini, demokratik devlete, hukuka aykırı ve kamu güvenliğinin aleyhine teşebbüs ettiğini" ifade etmiştir. 18 Haziran 2009'da, Counter-Strike'ın satış yasağı bölgesel federal mahkeme emriyle kaldırılmıştır. Oyun artık Brezilya'da yeniden satılmaktadır. Kaan Tangöze Kaan Tangöze, (5 Eylül 1973; İstanbul), Türk müzisyen. Şişli Terakki Lisesi, Bilkent Üniversitesi Otel Yönetimi ve Turizm Bölümü'nü bitirmiştir. ABD'de Seattle Üniversitesi'nde ekonomi üzerine yüksek lisans yapmıştır. Alternatif rock müziği yapan Duman grubunun solisti ve gitaristi. Solaktır. Tam adı Rıza Kaan Tangöze'dir. ABD'de eğitimini sürdürürken Yakup Trana ile beraber müzik çalışmalarına da devam etti. Seattle'da yazdığı 'LaLaLa' isimli bir parçası ABD'de yayınlanan iki toplama albümde yer aldı. 1999 yılında, Batuhan Mutlugil ve Ari Barokas'la Duman'ı kurmuştur. Duman kurulmadan önce Ari Barokas ile birlikte Mad Madame isimli grunge/cover yapan bir grupları vardı.Ocak 2006'da, Duman grubundan Batuhan Mutlugil ve Yakup Trana'yla beraber, "Karanlıkta" ve "Tam Olsun" adlı iki parçanın yer aldığı "Karanlıkta" isimli bir solo çalışma yaptı. Yeşim Salkım'ın "Beyhude" isimli parçasında vokal yaptı. Vokalistliğini yaptığı Duman grubunun şimdiye kadar 6 stüdyo albümü, 2 konser albümü ve 1 konser DVD'si vardır. 20 Ekim 2002 tarihinde Türkiye güzeli sevgilisi Ahu Paşakay evinde intihar etmiştir. 24 Mart 2010 tarihinde 5 senedir birlikte olduğu manken Seçkin Piriler ile evlenmiştir. Kaan Tangöze' nin evlendiği eşi Seçkin Piriler'den Hakan ve Volkan adında iki oğlu olmuştur. 11 Mart 2016 tarihinde Seçkin Piriler'le anlaşmalı olarak boşanmıştır. Gazi, Sultangazi Gazi, İstanbul'un Sultangazi ilçesinde bulunan 32.845 nüfuslu mahallesidir. Sivas ve Tunceli olmak üzere, Ardahan, Kars, Erzurum, Ordu, Malatya, Şırnak, Muş, Adıyaman, Hatay, Amasya, Çorum, Elâzığ, Tokat, Bingöl, Erzincan, Yozgat, Kahramanmaraş, Adana ve çok az sayıda Kayseri'li vatandaşlar ikamet etmektedirler. Sivas Katliamı Sivas Katliamı, Madımak Katliamı ya da Madımak Olayı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırası
nda Madımak Oteli'nin Radikal islamcılar tarafından yakılması ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan olaylardır. Ayrıca dışarıda toplanan göstericilerden de iki kişi hayatını kaybetmiştir. Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında, pek çok sanatçı ve fikir insanı dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente geldi. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi. Binlerce kişiden oluşan karşıt grup, Kültür Merkezinden yeniden Hükümet Meydanı'na geldi. Hükümet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı. Madımak Oteli tutuşturulan perdeler ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte yakıldı. Otele sığınmış olan kişilerden, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan karşıt görüşlü kalabalığa doğru itildi. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi'ne götürüldü. Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ve 2 gösterici yaşamını yitirdi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi. Bir iddiaya göre Sivas Katliamı, Özel Harp Dairesi tarafından planlanmıştı. Olaydan bir gün sonra 35 kişi gözaltına alındı. Daha sonra gözaltına alınanların sayısı 190'a çıktı. Gözaltına alınan 190 kişiden 124'ü hakkında "laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma" suçlamasıyla dava açıldı, geri kalanlar serbest bırakıldı. Kamuoyunda "Sivas Davası" olarak bilinen davanın ilk duruşması, Ankara 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde 21 Ekim 1993 günü yapıldı. 26 Aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda, 22 sanık hakkında 15'er yıl, 3 sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında 3'er yıl, 6 sanık hakkında 2'şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi. Müdahil avukatlar, Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin kararını "taraflı, hukuka ve adalete aykırı" olarak niteleyerek, ayrıntılı bir savunmayla temyize gittiler. Yargıtay 9. Ceza Dairesi katliamın "Cumhuriyete, laikliğe ve demokrasiye yönelik olduğunu" belirterek Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin kararını esastan bozdu. Ankara 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Yargıtay'ın bozma kararına uyarak yargılamayı yeniden başlattı. 28 Kasım 1997'de açıklanan kararda, 33 sanık Türk Ceza Yasası'nın 146/1 maddesine göre idama ve 14 sanık 15 yıla kadar değişen hapis cezasına mahkûm edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi 24 Aralık 1998'de hapis cezalarını onadı, 33 idam cezasını ise usul noksanlıkları nedeniyle bozdu. Şubat 1999 tarihinde usul eksikliklerinin giderilmesi için başlayan yargılama sonucunda 16 Haziran 2000'de 33 sanık Devlet Güvenlik Mahkemesi'nce yeniden idam cezasına çarptırıldı. 2002 yılında idam cezasının yürürlükten kaldırılmasıyla idam cezası hükümlülerinin cezaları müebbet ağır hapis cezasına çevrildi. Sanıkların avukatlığını üstlenenler arasında olan Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan, bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti. Geniş avukat listesinde çok sayıda Refah Parti üyesi ve yöneticisi olması eleştiri konusu oldu. Bu avukatlar ilerleyen yıllarda AKP ve Saadet Partisi'ne katıldılar ve içlerinden üst yönetim görevlerine yükselenler oldu. 26 kişilk bu listede biri bakan olmak üzere 4 AKP milletvekili de bulunmaktadır. Geçen bu zaman zarfı içerisinde sanık sayısı tahliyelerle 33'e düştü. Olayın kilit ismi olarak nitelendirilen, dönemin Sivas Belediye Meclisi üyesi Cafer Erçakmak ve Yargıtay'ın 1997'deki bozma kararından sonra firar eden 8 sanık ise halen yakalanamamıştır. Davanın firari olan 5 sanık ile ilgili kısmı, 13 Mart 2012 tarihinde zaman aşımından düşürülmüştür. Sivas Davası İstiklal Mahkemeleri sonrasında tek bir davada bu kadar çok idam cezasının verildiği ilk davadır. Genco Erkal'ın yazıp yönettiği "Sivas '93" adlı belgesel tiyatro oyunu, 11 Ocak 2008'de yoğun güvenlik altında Muammer Karaca Tiyarosu'nda sahnelendi. Belgelerden yararlanarak yazılan oyunun anlatıcıları arasında Genco Erkal'la beraber Meral Çetinkaya, Yiğit Tuncay, Nilgün Karababa, Murat Tüzün, Çağatay Mıdıkhan ve Şirvan Akan yer aldı. Oyunun müziğini Fazıl Say besteledi. Ulaş Bahadır'ın yazıp yönettiği Madımak: Carina'nın Günlüğü (Sivas 93) adlı sinema filmi, 25 Eylül 2015 Pazar günü vizyona girdi. Katliamın yaşandığı sırada otelde konaklayan 23 yaşındaki Hollandalı Carina Cuanna Thuijs Leiden Üniversitesi tezi için Türkiye'ye gelmiş ve Hollanda'da da olduğu gibi günlük tutmaya devam etmiştir. Carina Cuanna Thuijs'in günlüğünde anlatılanlara göre yazılan filmin oyuncuları ise Erdal Tosun, Selin Yiğit, Perihan Erener, Melek Şahin, Serkan Genç, Ulaş Bahadır, Barış Ordu, Can Varlı, Cihan Özdeniz, Denise Ankel, Füsun Demirel, Rıza Akın, Hakan Erekli, Muhlis Asan, Umut Kurt, Meray Ülgen ve Mustafa Alabora'dır. 17 Haziran 2010 tarihinde Madımak Oteli’nin kamulaştırılması sürecinin başladığı Sivas Valisi Ali Kolat tarafından duyuruldu. Otelin kamulaştırılması bedeli konusunda otel sahipleri ile Sivas İl Özel İdare Sekreterliği'nin kamulaştırma bedeli üzerinde uzlaşmaya varılamaması nedeniyle son kararı Sivas Asliye Hukuk Mahkemesi’nden çıkacak karar belirledi. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 23 Kasim 2010'da aldığı kararla Madımak Oteli'nın bilirkişi raporu doğrultusunda 5 milyon 601 bin lira bedel ile kamulaştırılmasına karar verildi. Binanın lobi kısmında ölen 39 kişinin adları alfabetik sırada yer almıştır. UDP UDP (User Datagram Protocol - Kullanıcı Veribloğu İletişim Kuralları), TCP/IP protokol takımının iki aktarım katmanı protokolünden birisidir. Verileri bağlantı kurmadan yollar. Gelişmiş bilgisayar ağlarında paket anahtarlı bilgisayar iletişiminde bir datagram modu oluşturabilmek için UDP protokolü yazılmıştır. Bu protokol minimum protokol mekanizmasıyla bir uygulama programından diğerine mesaj göndermek için bir prosedür içerir. Bu protokol 'transaction' yönlendirmelidir. Paketin teslim garantisini isteyen uygulamalar TCP protokolünü kullanır. UDP'yi kullanan protokollerden bazıları DNS, TFTP, ve SNMP protokolleridir. Uygulama programcıları birçok zaman UDP'yi TCP'ye tercih eder, zira UDP ağ üzerinde fazla bant genişliği kaplamaz. UDP güvenilir olmayan bir aktarım protokolüdür. Ağ üzerinden paketi gönderir ama gidip gitmediğini takip etmez ve paketin yerine ulaşıp ulaşmayacağına onay verme yetkisi yoktur. UDP üzerinden güvenilir şekilde veri göndermek isteyen bir uygulama bunu kendi yöntemleriyle yapmak zorundadır. UDP, mümkün olduğu kadar az sayıda mesaj alış-verişine odaklı, Ulaşım katmanı'nda faaliyet gösteren bir protokoldür. Verilerin doğru ya da yanlış şekilde iletilip iletilmediğini garanti etmez. UDP başlığı, her biri 16 bit uzunluğunda olmak üzere 4 alandan oluşur. IPv4'te "Kaynak Port Numarası" ve "Kontrol Sayısı (Checksum)" seçimlik alanlardır. IPv6'da ise sadece "Kaynak Port Numarası" seçimliktir. Kaynak Port Numarası Seçimlik bir alandır. Bir cevap alınmasının gerektiği durumlarda gönderenin port numarasını barındırır. Gönderici host'un istemci olması halinde port numarası geçici, sunucu olması halinde ise yaygın olarak bilinen bir port numarası olur. Bu alanın sıfır olması, gönderen hostun bir kaynak port numarasına sahip olmadığı anlamına gelir. TCP: UDP 'den daha yavaştır,çünkü verinin karşı tarafa ulaşıp ulaşmadığını kontrol eder. IPv4 Sahte Başlığı UDP IPv4 üzerinde çalıştığında,gerçek IPv4 başlığındaki aynı bilgilerin bazılarını içeren sahte bir başlık kullanılarak Kontrol Sayısı(Checksum) hesaplanır.Bu sahte başlık IP paketi göndermek için kullandığımız gerçek bir IPv4 başlığı değildir.Aşağıdaki tabloda sadece checksum hesaplamak için kullanılan sahte başlık tanımlanmıştır: Kaynak ve Hedef Adresler IPv4 başlığındakilerdir.Protokol UDP içindir.UDP uzunluğu alanı ise UDP başlığının ve verinin uzunluğunu gösterir. Sabit disk Sabit disk ya da Hard disk kısaca HDD ya da Türkçesi ile sabit disk sürücüsü veri depolanması amacı ile kullanılan manyetik kayıt ortamlarıdır. Önceleri büyük boyutları ve yüksek fiyatları nedeni ile sadece bilgisayar merkezlerinde kullanılan sabit diskler, cep telefonları ve sayısal fotoğraf makineleri içine sığabilecek kadar küçülen boyutları ile günlük hayatımıza girmişlerdir. Sabit disklerin en yoğun kullanım yeri bilgisayarlardır. Ses, görüntü, yazılımlar, veritabanları gibi büyük miktarlarda bilgi, gerektiğinde kullanılmak üzere sabit disklerde saklanır. Günümüzde sabit diskler veri aktarımında son derece hızlanmış olsalar da elektromekanik yapıda olduklarından RAM'lara göre yavaştırlar. Bilgisayarlarda yardımcı ve kalıcı bellek olarak kullanılırlar. Bir bilgisayar yazılımı işletilmeye başladığında, yazılımın çalışması için gerekli olan bilgiler sabit diskten okunarak çok daha hızlı olan RAM belleğe aktarılır. Gereksinim duyulan kısım RAM'a sığmayacak kadar büyükse, bilgisayar sabit diskin bir bölümünü RAM bellek gibi kullanır. Bilgisayar sabit diskleri genellikle bilgisayarların içinde sabitlenmiş durumda bulunurlar, bilgisayarlara dışarıdan bağlanabilen taşınabilir olanları da vardır. Hard disklerde veri yazımı; metal, cam veya plastikten yapılmış, yüzeyi demir oksit ya da başka manyetik özellikteki malzeme ile kaplı diskler üzerine yapılır. Bu kayıt ortamlarında veriler mıknatıslanma yolu ile kaydedildiğinden istenerek silinene kadar sabit kalırlar, elektrik kesintileri gibi du
rumlarda bilgisayar bellek yongalarındaki gibi kaybolmazlar, bu nedenle anılan şekilde adlandırılmışlardır. Bir sabit diskte çoğunlukla metal olan bir veya birden fazla sayıda kayıt diski bulunur. Metal disk ya da diskler 3600, 4200, 5400, 5900, 7200, 10000, 15000 d/d (devir/dakika) gibi hızlarla dönerken disk yüzeyleri üzerinde gezinen kafa veya kafalar okuma-yazma işlemlerini yaparlar. Gelişen teknoloji sabit disklerin boyutlarını küçültmüş ve bilgi saklayabilme yeteneklerini arttırmıştır. Birkaç megabayt büyüklüğündeki ilk örneklerin yerini günümüzde 500-750-1000-1500 GB (gigabyte) veri saklayabilmekte olanları almıştır ve her geçen yıl bu artmaktadır. Günümüzde bir bilgisayar sabit diskinin küçültülmüş örnekleri olan, 20 gramdan daha az ağırlıkta kompakt flaş ölçüsünde (42,8x36,4x5 mm) 64 GB'a varan veri saklama olanaklı küçük sabit diskler de üretilmektedir. 2017 itibarıyla 2.5 inç'lik bir sabit diskin maksimum kapasitesi 5 TB miktarına, 3.5 inç'lik bir sabit diskin maksimum kapasitesi de 12 TB miktarına ulaşmıştır. Sabit disklerden önce yerlerine kullanılan veri depolama birimleri "manyetik şeritler" ve "manyetik davul" olarak adlandırılan birimlerdi. 1950 yılında yapılmış olan ilk ticari örnek ERA 110 manyetik davul, 1 megabit (1 bit=1/8 bayt) veri saklayabilmekte ve bir sözcüğü 5000 saniyede okuyabilmekteydi. Konu ile ilgili diğer önemli tarihler: 1956 - IBM firması 50 adet 61 cm çapında diskten oluşan 5 MB'lık 305 RAMAC'ı üretti. 1973 - IBM 3340 Winchester markalı 30 MB'lık ünlü sabit diski üretti, bazı ülkelerde sabit disk hala bu şekilde adlandırılmaktadır. 1980 - Seagate firması günümüzdeki 5,25 inç'lik CD sürücülerinin iki katı yükseklikteki 5 MB'lık ST 506 modelini üretti. 1983 - IBM'in ürettiği PC/XT bilgisayarları ile birlikte sabit disk birçok kişisel bilgisayar için temel donanım haline geldi. 1985 - Günümüzdeki 5,25 inç'lik CD sürücülerinin büyüklüğünde (1,6 inç yükseklikte) sabit diskler üretildi. 1987 - 3,5 inç'lik , 500 MB'a varan büyüklüklerde sabit diskler üretildi. 1997 - IBM masaüstü bilgisayarlar için 16,8 GB'lık bir sabit diski piyasaya sürdü. 1998 - 25 GB'lık diskler piyasaya çıktı. 1999 - 10,000 d/d hızında 73 GB disk üretildi. 2000 - IBM, 1 GB'lık Microdrive'ı üretti. 2007 - Hitachi, 1000 GB'lık (1 TB (Terabyte)) sabit sürücüyü üretti. 2008 - Western Digital, 2000 GB'lık (2 TB (Terabyte)) (3,5" 5400 RPM) sabit sürücüyü üretti ve 2009'un ilk çeyreğinde satışına başlandı. 2011 - Seagate, 3000 GB'lık (3 TB (Terabyte)) (3,5") sabit sürücüyü üretti ve satışa sundu. 2015 - Western Digital, 10000 GB'lık (10 TB (Terabyte)) (7200 RPM) sabit sürücüyü üretti. Günümüzde genellikle, masaüstü bilgisayarlarda 3.5 ve dizüstü bilgisayarlarda 2.5 inç büyüklükteki sabit diskler kullanılır. Düşük kapasiteli, daha az enerji tüketimli, daha yavaş ve darbelere daha dayanıklı olan 2.5 ve 1.8 inç büyüklükteki sabit diskler taşınabilir MP3 oynatıcıları gibi ürünlerde, daha da küçük boyutlu olan kompakt flaş biçemindeki Microdrive'lar ise sayısal kameralar, cep telefonları, küçük MP3 oynatıcılar gibi ürünlerde kullanılmaktadır. Bu ölçülendirme mantığında belirtilen ölçüler yaklaşık olarak, sabit disk içindeki metal kayıt diskinin ölçülerini belirtir, dış ölçüler biraz daha büyüktür. 3.5 inç'lik bir sabit diskin boyu üreticisine göre değişken olup yaklaşık 4 inç, yüksekliği ise 1 inç kadardır. Sabit disklerin kapasiteleri bayt (B) cinsinden ifade edilir. 400 GB (Gigabayt), 1 TB (Terabayt) gibi, depolanabilecek bilgi miktarını belirtir. ASCII standartında her harf ya da özel karakter 8 bit'ten oluşan bir bayt ile ifade edilir. Bir bayt bir harf olarak düşünülebilir. Sabit disk üreticileri disk kapasitelerini 1000'in katlarına göre sınıflandırmaktadır, ancak gerçek kapasite 1024'ün katlarına göre hesaplanır. Örneğin 250 GB olarak aldığınız bir sabit disk gerçek anlamda 232,83 GB'dır. Disk üreticilerine göre 250 GB olan bir harddiskin işletim sisteminde ne kadar göründüğünü hesaplayalım, 250 gigabayt = 250.000 megabayt 250.000 megabayt = 250.000.000 kilobayt 250.000.000 kilobayt = 250.000.000.000 bayt miktarında bayt içerir. 250.000.000.000 bayt / 1024 = 244.140.625 kilobayt 244.140.625 kilobayt / 1024 = 238.418,5791015625 megabayt 238.418,5791015625 megabayt / 1024 = 232,83064365386962890625 gigabayt olarak işletim sisteminde görüntülenir. Sabit disklerin bilgisayarlara iletişimi için çeşitli ara birimler vardır. Sabit diskin bilgisayara bağlanabilmesi için hem sabit diskin hem de anakartın o arabirimi desteklemesi gerekmekdedir. Bu arabirim türleri: Sabit disklerde hız kavramı büyük önem taşır. Bir sabit diskin hızında fiziksel dönüş hızı, erişim süresi, ve aktarma hızı olmak üzere üç özellik etkileşimli olarak rol oynar. Bu özellikler tek başlarına hız hakkında kesin bir fikir vermezler. Kayıt diskinin dönme hızıdır, d/d (devir/dakika) cinsinden ifade edilir. Kayıt diski üzerindeki verilere ulaşılması için geçen zaman büyük ölçüde bu hıza bağlıdır. Günümüz sabit diskleri; 3.600, 4.200, 5.400, 7.200, 10.000, 15.000 d/d (rpm) gibi yüksek hızlarda çalışırlar. Bilgisayarın en hantal donanımlarından biridir. Okuma kafasının veriye ulaşması ile bu verinin ana sisteme ulaşması arasında geçen zamana aktarma süresi denir. Günümüzde sabit disklerde veriler okuma kafasınca okunduktan sonra, sabit diskin içinde yer alan ön belleğe aktarılarak oradan ana sisteme iletilirler. Ön bellek işlemler sırasında zaman kaybını önlemek için kullanılır. Sabit disk üreticileri kayıt diskinden ön belleğe ve ön bellekten ana sisteme iletim hızlarını ayrı olarak belirtmektedirler. Ön belleğe iletim hızı Mbit/sn, ana sisteme iletim hızı ise MB/sn cinslerinde ifade edilir. File Allocation Table, Türkçeye çevirmek gerekirse "Dosya Atama Tablosu". Bu sistemde partisyon her biri belli miktarda sektör içeren cluster isimli parçalara ayrılır. Ve hangi dosyaların bu cluster parçalarından hangilerine yerleştiği, hangi cluster parçalarının boş, hangilerinin dolu olduğu gibi bilgiler FAT üzerine yazılır. İşletim sistemi de herhangi bir dosyaya erişmek istediğinde dosyayı bulmak için FAT üzerine yazılan bu bilgilerden faydalanır. Her ihtimale karşı sabit disk üzerinde bir kopyası bulundurulur. DOS, Windows 3.1 ve OSR2 sürümü öncesi Windows 95'in kullandığı dosya sistemidir. Eski bir dosya sistemi olduğu için birtakım dezavantajları ve eksiklikleri vardır. Bunlardan bir tanesi kök dizinin (root) sınırlandırılmış olmasıdır. FAT16 sisteminde açılıştaki primary partisyona ait root dizini, FAT tablosu ve boot sektörü Cluster içinde yer almazlar ve sayısı belli olan sıralı sektörlerde tutulurlar. Bu sayının belli olması kök dizinine yapılacak eklentilerin belli bir sınırı olması sonucunu doğurur. Kısacası altdizin istenildiği kadar uzatılabilmekle birlikte kök dizinde belli uzunlukta girişle sınırlandırılmıştır. İkincisi FAT16 dosya sisteminde adresleme 16 bit olduğundan adreslenebilecek maksimum Cluster sayısı 65525’tir ve bu Clusterların boyutu 32 KB olabilir (Aslında Cluster sayısı 65536 olmalıdır, ama bazıları özel amaçlar için tutulur). Bu da bizi FAT16'da kullanılan bir partisyonun 2 GB'dan daha büyük olmayacağı sonucuna götürür. Üçüncüsü FAT16 elindeki boş sabit diski ya da partisyon alanının bir şekilde elindeki Clusterlara dağıtmak zorundadır. Bu nedenle sabit diskin boyutu büyümeye başladıkça Cluster’ın boyutu da büyür. Örneğin 1 MB'lık bir dosya birçok Cluster üzerine sıralanıp yerleşirken 10 KB uzunluğundaki tek bir dosya bir Cluster'ı kaplar. Bu durumda özellikle disk boyutu 1-2 GB arasında ise FAT16 Cluster boyutu 32 KB olacaktır ve Cluster üzerinde 10 KB'lık dosyadan artakalan 22 KB'lık boşluk değerlendirilemeyerek boşa gidecektir. Özellikle çok miktarda ufak dosya barındıran sabit disklerde bu durum bolca olur. Windows 95 OSR2, Windows 98, Windows 2000 ve Linux tarafından tanınan ve FAT16'dan daha gelişmiş bir dosya sistemidir. İlk olarak FAT32'de herhangi bir kök dizin sınırlaması yoktur. İkinci olarak FAT32, FAT16'daki 16 bitlik adresleme yerine 32 bitlik adresleme kullanır. Bu da 2 TB'a kadar olan disklerin tanınmasını sağlar. Üçüncü olarak FAT32 cluster boyutunu azaltarak boş alan israfını azaltır. Windows NT teknolojisi ile geliştirilen dosya atama tabelasıdır. Kullanılan işletim sistemleri Windows NT4, Windows 2000, Windows XP, Vista, Windows 7, Windows 8 ve Windows 8.1 çeşitleridir. Bunun dışında Linux işletim sistemlerine özgü formatlar da vardır. Bildiğimiz, günümüzün sabit diskleri geliştirilerek Karma Sabit Disk ve bütünleşmiş flaş bellekten oluşan Katı Hal Disk'e dönüştürülmüştür. Bilinen 2,5 inçlik dizüstü sabit disklerine 128 MB veya 256 MB flaş bellek eklenmiştir. Sabit disklerin 4500, 5400, 7200 veya 10.000 d/d ile çalışma sırasında alacağı şok darbeler (genelde 3G üzeri) okuma kolunun disk üzerine temasına sebep olurlar ve bu sektörlerdeki mekanik darbeler sonucu (bad sectors) oluşan okunamaz sektörler, bilgilerin ebediyen kaybolmaları sebep verir. Bu oluşum zamanla büyüyerek sabit disk in (Head Crash) tamamen bozulmasıyla son bulur. Buna karşı alınan tedbirlerden biri de HITACHI/IBM'nin buluşu olan Harddisk Anti Shock mekanizmasıdır. Herhangi bir şiddet anında veya sarsıntıda okuma-yazma kolu geçici bir süre için park durumuna getirilir. Bunu IBM/LENOVO Thinkpad T41 modellerinden itibaren uygulamaya başladılar. Sabit diskler özellikle çalışma esnasında son derece hassas durumdadırlar. Çalışır durumdaki sabit diskler darbe, sarsıntı, elektriksel değişimler gibi dış etkenlerle karşılaştıklarında arızalanabilir ve veri kayıplarına yol açabilirler. Sabit disklerde oluşabilecek hataların muhtemel kaynaklarına örnek olarak: gösterilebilir. İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul), yönetmenliğini Fatih Akın'ın, anlatımını Einstürzende Neubauten'ın bas gitaristi Alexander Hacke'nin yaptığı belgesel filmdir. İşlenen konu İstanbul'daki değişik müzik türleri, müzik kültürleri ve bunların toplum, yaşam, siyaset ve
diğer müzik türleriyle olan ilişkileridir. Boole cebiri Boole cebiri değişkenlerin değerinin "doğru" ve "yanlış" olabildiği bir cebir altkoludur. "Doğru" ve "yanlış" değerleri genelde sırasıyla 1 ve 0 olarak ifade edilir. Değişken değerlerinin sayı, işlemlerin ise toplama ve çarpma olduğu temel cebrin aksine Boole cebrinde ∧ işareti ile ifade edilen "ve", ∨ işareti ile ifade edilen "veya",  ¬ ile ifade edilen "değil" işlemleri bulunur. Boole cebri ismini George Boole'den alır ve bu ismin ilk kez 1913 yılında Sheffer tarafından önerildiği iddia edilmektedir. Sayısal devrelerin analiz ve tasarımı boole cebrini temel alır. Bu sistemde yer alan “0” ve “1”, sırasıyla açık (ON) ve kapalı (OFF) devrelerle eş anlamlıdır. Sayısal bilgisayar devreleri uygulamasında, ikili değişkenler üzerinde tanımlanan sayısal operasyonları gösterir. Boolean cebri 10 temel postülata dayanır. 0 ve 1 sayıları nedeniyle her postülat çift olarak ifade edilir. Postülatların 0 ve 1 karakterlerini kapsaması nedeniyle bunların açıklaması genellikle kapalı ve açık elektrik devreleri ile yapılır. Boolean Cebri, 10 teoremden oluşur. A+B=B+A A+B+C=(A+B)+C=A+(B+C) A.A=A 0+0=0 0.0=0 1.1=1 A.1=A A.0=0 A+1=1 A+0=A A.1=A A.A'=0 A.(A+B)=A A(B+C)=AB+AC (A')'=A (A.B)'=A'+B' Sayısal olarak bir değişken veya fonksiyon iki değer alabilir. Bu değerler 1 veya 0 olacaktır. Değişkenlerin veya fonksiyonların aldığı bu değerler sayısal devrelerde eğer “1” ise YÜKSEK gerilim seviyesi , “0” ise ALÇAK gerilim seviyesini gösterecektir. Değil veya tümleyen (komplement), boolean matematiğinde değişkenin üzerine çizilen bir çizgi ile gösterilir. Örneğin A’ ifadesi “ A’ nın değili veya A’nın komplementi” şeklinde okunur. Eğer A=1 ise A’=0, A=0 ise A’ =1 olur Tümleyen.(komplement) veya değil için A’ şeklinde yazım kullanılabilir. A ve B girişlere uygulanan iki değişkeni gösterirse VE fonksiyonu Boolean ifadesi olarak ‘A.B’ şeklinde yazılırken, VEYA fonksiyonu için ‘A+B’ eklinde yazılacaktır. "Diyotla yapılan AND ve OR kapıları" Şekil 1.13a 'da diyotlarla AND lojiğinin elde edilmesi görülmektedir. Şekil 1.13d 'de görüldüğü gibi A ve B girişlerinin biri 0 volt (şase) yapılacak olursa, devre akımı doğru polarmalanmış diyot üzerinden ok yönünde devresini tamamlayacağından çıkış gerilimi C, 0 volt olur. A ve B girişleri +5V yapıldığında diyotlar ters polarmalandığından yalıtkan olacak ve 5V 'luk gerilim şekil 1.13e 'de görüldüğü gibi C çıkışında görülecektir. Bu durum bize AND işlemini verir, yani A ve B girişi 1 olduğunda çıkış 1 olur. Girişlerden biri 0 olduğunda çıkış 0 olur. Bu işlemin doğruluk tabloları gerilim olarak şekil 1.13d 'de, lojik olarak şekil 1.13e 'de görülmektedir. -d- -e- Şekil 1.14a 'da diyotlarla OR Lojiğinin elde edilmesi görülmektedir. Şekil 1.14b 'de görüldüğü gibi A ve B girişlerinden biri +5V yapılacak olursa girişe verilen uca bağlı diyot iletken olacağından +5V C çıkışında görülür. A ve B girişleri aynı anda 0V yapılırsa her iki diyotta yalıtkan olacağından C çıkışıda 0V olacaktır. Şekil1.4c 'de gerilim olarak, şekil1.14d 'de ise lojik olarak OR işleminin doğruluk tabloları görülmektedir. -c- -d- Ve kapısı iki veya daha fazla giriş ve bir adette çıkış ucuna sahiptir. Bu giriş uçlarına uygulanan 1 veya 0 kodlarına göre çıkışta değişiklikler görülür. Ve kapısının tüm girişleri 1 olduğunda çıkış 1, herhangi bir ucu 0 olduğunda ise çıkış 0'dır. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = A . B dir. Aşağıda Ve kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir. Değil mantığı tüm kapılarda vardır. Bu kapılar normal kapıların çıkış uçlarına değil kapısı eklenerek elde edilirler. Yani Ve kapısının çıkış ucu 1 olduğu durumlarda Ve Değil kapısının çıkışı 0, 0 olduğu durumlarda ise 1'dir. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = (A . B)' dir. Üst tırnak işareti, değili (tersi) manasına gelmektedir. Formülün sonucu 1 ise 0, 0 ise de 1 'dir. Aşağıda Ve Değil kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir. Veya kapısı da iki veya daha fazla giriş, bir adette çıkış ucuna sahiptir. Giriş uçlarından herhangi birisinin 1 olması durumunda çıkış 1, diğer durumlarda da çıkış 0'dır. Yani Ve kapısının tersi mantığında çalışır. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = A + B dir. Aşağıda Veya kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir. Veya Değil kapısı da yine Veya kapısının çıkış ucuna Değil eklenerek elde edilmiştir. Veya Değil kapısının çıkış durumları Veya kapısının çıkış durumlarının tam tersidir. Kapı hesaplarındaki formülü Q (Çıkış (C)) = (A + B)' dir. Aşağıda Veya Değil kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir. İsminin Özel Veya kapısı olmasına rağmen Veya kapısı ile hiçbir alakası yoktur. Özel Veya kapısının girişleri aynı olduğunda çıkış 0, girişleri farklı olduğunda ise çıkış 1 'dir. Yani girişler 1 0 ya da 0 1 iken çıkış 1, girişler 0 0 ya da 1 1 iken de çıkış 0 'dır. Hesaplardaki formülü ise Q = A Å B dir. Aşağıda Özel Veya kapısının sembolü yer almaktadır. Özel Veya Değil kapısı da Özel Veya Kapısının Çıkışına Değil eklenmiş halidir. Giriş uçları aynı iken çıkış 1, giriş uçları farklı iken de çıkış 0 'dır. Hesaplamalardaki formülü Q = (A Å B)' dir. Aşağıda Özel Veya Değil kapısının sembolü görülmektedir. Değil Kapısı bir giriş ve bir de çıkış ucuna sahiptir. Girişine gelen Binary kodu tersleyerek çıkışına iletir. Yani giriş 1 iken çıkış 0, giriş 0 iken çıkış 1 'dir. Hesaplamalardaki formülü Q = A' şeklindedir. Aşağıda Değil kapısının sembolü ve iç yapısı görülmektedir. Boolean matematiği tamamen 1 ve 0 üzerine kurulu bir matematiktir. Bu 1 ve 0, düşük - yüksek, var - yok, olumlu - olumsuz, gibi terimlere benzetilebilir. Boolean matematiğinde, (') işareti tersi, (.) işareti Ve, (+) işareti Veya, (Å) işareti de özel veya manasına gelmektedir. Dermatoloji Dermatoloji, cilt hastalıkları ve tedavisiyle ilgilenen tıp dalı. Deri bilimi olarak da adlandırılmaktadır. Saç dökülmesi hangi nedene bağlı olursa olsun eğer bir kişi böyle bir durumdan yakınıyor ise hiç paniğe kapılmadan bir Deri Hastalıkları (Dermatoloji=Cildiye) uzmanına başvurmalıdır. Dermatolog adı verilen uzmanlar teşhisi rahatlıkla koyar ve hastaya uygun bir çözüm yolu önerirler. Bazen çözümün çok basit olabileceği unutulmamalıdır. Deri Hastalıkları olarak da bilinen dermatolojik rahatsızlıklardan en yaygın olanları Dermatofaji, Sedef Hastalığı, Akne, Hulusi Behçet'in keşfettiği Behçet hastalığı, alerji, ve sık görülen bir cinsel rahatsızlık olan HPV olarak sıralanabilir. Bunlara ek olarak birçok dermatolojik rahatsızlık gündelik yaşantımızda karşımıza çıkabilir. Bunun için öncelikle bu hastalıklar konusunda az da olsa bilgi sahibi olmalı ve herhangi bir hastalığın belirtilerinden şüphelenildiğinde hemen bir uzmana danışılmalıdır. Unutulmamalıdır ki bir hastalığın tedavisinde en faydalı etkenlerden birisi erken teşhistir.Cilt problemleri olan hastalar Dermotologlar tarafından uygun ilaçlar reçete edilerek hastalığın tedavisi sağlanır. Mikroprogramlama Mikroprogramlama, kontrol işaretlerini oluşturan ikili sayıların (0, 1) mikrokomutlar yazılarak oluşturulmasıdır. Bu sembolik mikroprogram, ikili kontrol işaretlerine mikroassembler anlamında dönüştürülür. Mikroprogramlama yazılım ile donanım arasındaki özyinelemeyi sağlayan bilgisayarın en gerekli parçasıdır. İşlemcinin denetim birimini tasarlamak için yazmaç aktarımı işlemleri düzeyinde programlama yapılması yöntemidir. Birçok işlemcide mikroprogramlama makine kodu buyruklarını doğrudan donanım üzerinde yürütür. Fakat bazı yeni mimarilerde mikroprogramlama uygulanmaz onun yerine yazılım, dijital mantık düzeyindeki işlemleri doğrudan çalıştırır. Mikroprogramın her satırı 5 alanlı mikrokomutlardan oluşur: etiket, mikrooperasyon, CD, BR ve AD alanlarıdır. Önceden bilgisayar bilimcileri kendi çalışmalarını sekteye uğratan birçok kısıtlamalarla karşı karşıya kaldılar. Programlar alt düzey dillerle yazılmış ve mevcut depolanan alan küçüktü. Bu sebeple güçlü alt düzey buyruklar her zaman bilim adamları tarafından en çok ilgilenilen konu oldu çünkü güçlü buyruklar kolay programlanabilir ve bellekte az yer kaplar öte yandan daha güçlü buyruklar büyük ve hantal olan daha karmaşık donanımsal yorumlayıcılar gerektirir. Bilgisayarın denetim parçaları yani elektronik parçaların mantık kapılarına dönüştürülmesi 60’ların öncesinde yapılandırıldı. Bilgisayarların inşasının özellikle denetim mantığının karmaşık ve hata eğilimli olduğunun kısa zamanda farkına varılmıştır bu yüzden hataları azaltmak ve ileri sistem yapılandırılması yapmak için birtakım teknikler geliştirildi. Bunun rağmen hala karmaşıktır ve hataları da düzeltmek zordur. 1947'de MIT Whirlwind tasarımı, bilgisayar tasarımını kolaylaştıran ve "amaca özel-niyete mahsus" olan yöntemlerin ötesine geçmek için bir yol olan denetim belleği fikri ile tanıştı. Denetim belleği iki boyutlu bir kafestir. Bir boyut MİB dahili saatinden "denetim zamanı vuruşları" olarak kabul edildi, diğeri ise kapılar ve diğer akımlar üzerindeki denetim sinyallerine bağlıdır. "Vuruş dağıtıcı", MİB saati tarafından oluşturulan vuruşları alır ve her biri kafesin farklı bir satırını etkinleştiren sekiz parça zaman vuruşuna böler. Satırlar etkinleştiği zaman, kendisine bağlı olan denetim sinyallerini etkinleştirir. Başka bir yoldan açıklarsak, sinyaller denetim belleğinden ardışık bir şekilde yayılır ve bitlerden kurulan çok geniş kelime dizisi tarafından kontrol edilir. Mikroprogramlama karmaşık yorumlayıcılara alternatif olarak 1951 yılında Maurice V. Wilkes tarafından ileri sürüldü. Wilkes'in tasarısı bir sonraki buyruğu gidip ana programdan alıp getiren, buyruğu çözümleyen ve buyrukları çalıştırmak için gerekli donanımsal işleri gerçekleştiren fiziksel bağlantılı bir program uygulamakla ilgilidir. Bu denetim yolu tasarımını fazlasıyla kolaylaştırır. Bu tasarıya göre mikroprogram merkezî işlem birimi üzerindeki bir bellek dizisinde saklanmalı ve hemen hemen olağan programlama teknikleri ile tasarlanmalı daha sonra da teller ve kapılarla gerçekleştirilmelidir. 1951'de Wi
lkes bu konuya "koşullu uygulamayı" ekleyerek geliştirdi. Onun başlangıç uygulaması bir çift matris içerir. İkinci matris bir sonraki devire geçen sinyal satırını seçerken, birincisi Whirlwind denetim belleği şeklinde sinyaller üretir. İkinci matristen alternatifler seçebilen koşullular denetim belleğinde tek bir hat geliştirilerek uygulandı. Bu yakalanan dahili sinyallerde koşullu denetim sinyalleri oluşturur. Wilkes bu özelliği açıklamak ve bunu basit bir denetim belleğinden ayırmak için mikroprogramlama terimini keşfetti. Yatay ve dikey olmak üzere iki tür mikro programlama vardır. Bu ayrımın sebebi mikro kodun işlenme şeklidir. Veriyolu kontrol sinyalleri ile yönetildiğinden mikro kodun bu sinyallerle nasıl ilişkilendirileceği problemi ortaya çıkar. Yatay ve dikey mikro programlama bu ilişkilendirme şeklidir. En basit yöntem olan "tam yatay mikro programlama" mikro koddaki her bitin kontrol sinyallerindeki bitlerle birebir eşlenmesidir. Ama böyle bir mikro programlama tekniğinde veriyolu yönetimi için çok fazla mikro buyruk ve aynı zamanda geniş veri yolu gerektirmektedir. Bunlara rağmen paralel programlama desteğini de artırmaktadır. Diğer bir mikro programlama türü tam dikey mikro programlamadır. Bu yöntemle veriyolu bitleri kodlanmakta ve böylece daha az mikro buyruk gerektirmektedir. Mikro buyruklardaki azalma ise mikro programlama için gerekli olan belleği azaltmaktadır. Ama dikey programlama paralel programlamayı engeller. Her tasarım bazı faydalar sağlarken uygulanması fedakârlıklara sebep olur. 1960'lardan itibaren mikro programlama moda olmasında aşağıdaki iki fayda rol oynamıştır. Yüksek seviyeli programlama dillerinin 1980'lerin başlarından itibaren kullanılması aşağıdaki problemlere sebep olmuştur: Yukarıdaki sebeplerden dolayı 1980'lerin sonlarında mikro programlama modası düşüşe geçmiştir. Adi ceviz Adi ceviz ("Juglans regia"), cevizgiller (Juglandaceae) familyasından 25 m'ye kadar boylanabilen geniş tepeli bir ceviz türü. Gövde kabuğu gümüşi-gri renkte, parlak ve çatlaksız olup uzun yıllar çatlamadan kalır. Uç tomurcuğu terminaldir.Tomurcuklar pullu ve sapsızdır. Çoğunlukla yaprak koltuğunda yedek ikinci bir tomurcuk vardır; kalın silindirik, gri-kahverengi, çıplak olan sürgünler üzerinde gözle görülebilecek büyüklükte ve çok sayıda beyaz lentiselleri bulunur; sürgün özü bölmelidir. Yaprak sapı izi üzerinde 3 adet iletim demeti izi görülür; tek tüysü olan yapraklar 22–35 cm uzunluğundadır.5-9 yaprakçığa ayrılmıştır; aromatik kokulu yaprakçılar eliptik ters yumurta biçiminde yumurta şeklindedir, ucu küt veya hafif sivricedir, kenarı tamdır, her iki yüzü de çıplaktır, yalnız yaprakçıkların alt yüzünde damarların birleştiği yerde tüy demetleri mevcuttur. Yaprakçıklar orta damara karşılıklı dizilmiş olup 6–12 cm uzunluktadır. Meyvesi çekirdekli sulu meyve olup, ekzokarp yeşil renkli ve çıplaktır, 4–5 cm çapındadır, takriben küre şeklindedir. Türkiye'de Doğu Anadolu'da doğal olarak yetişmekle beraber, hemen her tarafta kültüre alınmıştır. İngiliz cevizi, aynı zamanda genel ceviz veya İran cevizi olarak bilinen ceviz türünün bir çeşidi; doğal olarak Balkan'lardan Güney doğu Avrupa'ya, Orta Asya'ya, Himalaya'dan, güney batı Çin'e uzanır. En geniş ormanlar Kırgizistan'dadır. Burada yaygınca bulunur. Hemen hemen saf ceviz ormanları 1000-2000 metre yükseklikte özellikle Kırgızistan'ın Jalal-Abad bölgesindeki Arslanbob'dadır. Adi ceviz, batı ve kuzey Avrupa'da Roma İmparatorluğu ve öncesine göre daha önceleri sunuldu. Amerika'da (tüm kıta) 17. yüzyılda. "Önemli yetiştirme bölgeleri": Avrupa'da Fransa, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya. Asya'da Çin, Kuzey Amerika'da Kaliforniya, Güney Amerika'da Şili'dir. Yaygın şekilde yüksek kalitedeki kabukları için yetiştirilir. Tazesi ve preslenmiş şeklinin her ikisi de değerli yağı için yenir. Ağacı aynı zamanda çok yüksek kalitelidir (Amerikan siyah ceviziyle eşdeğerdir). Mobilya ve tüfek kabzası yapımında kullanılır. 100 gram kabuklu cevizin içerdikleri: "Juglans regia"'nın bilimsel ismi olarak "Juglans" Latince'de "Jovis Glans" "Jupiter'in fındık, cevizi" ve regia "krala ait" kelimelerinden gelir. Onun ortak ismi İran cevizi, orijininin güney batı Asya (İran) olduğunu gösterir. Lentisel Lentisel (kovucuk), odunsu bitkilerin sürgün ve gövdelerini dıştan koruyan genç kabukları üzerinde, dairesel veya iğ biçimli açık veya koyu renkli kabartılar veya noktalar halinde görülen,kloroplast bulundurmayan, açılıp kapanma özelliğine sahip olmayan, her zamanda açık durumda bulunan, ölü hücrelerden oluşmuş, gaz alışverişi yapan ve peridermiste bulunan, canlı hücrelerin hayat olayları sonucunda meydana gelen gazların ve su buharlarının dışarı atılmasında ve havanın dokulara ulaşmasında yardımcı olan gevşek dokulu cansız delikçiklerdir.Ağacın kök gövde ve meyvesinde bulunur. Tomurcuk Tomurcuk, yaprakları biri biri üzerine sıkıca kapanmış ve internodları uzamamış embriyonik sürgün. Ağaçlarda odun tomurcuğu ve çiçek tomurcuğu olmak üzere iki çeşit tomurcuk bulunur. Odun tomurcukları ince ve sivridir. Odun dalları bunlardan çıkar. Çiçek tomurcukları kalın ve yuvarlaktır. Bunlardan çiçek çıkar. Tomurcuklar yazın meydana gelir. Kışı tomurcuk halinde geçirdikten sonra ilkbaharda açılır. Tomurcuklar küçük olduğunda, gelişmemiş saplar eğilir. Yapraklar veya çiçekler veya her ikisiyle de birleşir. Bu durumdan bitkilerin tanımlanmasında faydalanılır ve sık sık ağaçsı bitkilerin kış tanımlamalarında kullanılır. Botanikçiler tarafından, tomurcukları tanımlayan birkaç ortak terim vardır: Yedek tomurcuk - Bir tomurcuğun diğer tarafında gelişen ilave tomurcuk. Adventitos - Sap yumrusunun bir tarafında gelişen bir tomurcuğu tarif için kullanılır. Çiçek tomurcuğu - Embriyonik çiçekli bir dal. Manolya, kiraz. Uç tomurcuğu - Dalların sonundaki tomurcuklar. Karışık tomurcuk - Embriyonik yaprak ve çiçeklerin ikisine de sahip tomurcuklar. İnternod İnternod, İki nod arasındaki sürgün parçası. Nodlar, büyüyerek yaprak, kozalak, kök ve çiçek gibi yapıları oluşturan tomurcukları bir arada tutmaktadır. Tepecik (bitki) Tepecik ya da stigma, pistilin çiçek tozlarının ulaşıp tutunduğu genişlemiş üst kısmı. Söğüt Söğüt ("Salix"), söğütgiller (Salicaceae) familyasından "Salix" cinsini oluşturan boylu ağaç veya bodur çalı halinde, çoğunluğu kışın yaprak döken, ender olarak da her dem yeşil kalan odunsu bitkiler. Söğüt ağacının kabuğundan elde edilen salisin vücutta metabolize olarak Aspirin ilacının aktif maddesi olan salisilik asit'e dönüştürülür. Tek bir pul ile örtülmüş olan tomurcuklar çoğunlukla sürgüne yatmıştır. Sürgünler üzerindeki dizilişleri çok sıralı sarmal birkaç türünde almaşıktır ve tepe tomurcukları pseudoterminal dır. Yapraklar parçalanmamış, sadedir ve uzun şerit halinde veya eliptik yapıdadır; kenarları tam veya bezeli ve ince dişli, kaba dişli, dilimli dişlidir. Genel olarak kısa saplıdır; çoğunlukla kulakçıkları vardır. Yan durumlu çiçek kurulları başak halinde dik dururlar. Bazı türlerin çiçek açması yapraklanmadan önce, bazılarında ise aynı zamanda olur. Bir cinsli iki evcikli ve entomogamdırlar. Söğütler gayet kolay kök yapabildiğinden, tohumları da kısa zamanda çimlenme özelliğini kaybettiğinden, üretilmelleri hemen her yerde çelikle ve kök sürgünü ile olur. En eski arkeolojik kalıntıları Anadolu neolitik çağ yerleşimlerinde bulunmuştur. Anadolu'nun ilk yazılı metinlerinin sahibi olan Hititler, "şişiyamma" adını verdikleri söğüt ağacından ilaç elde etmişlerdir. Eski Sümer ve Mısır kayıtlarında söğüt ağacı kabuğunun ağrı ve ateş tedavisinde kullanıldığı ile ilgili bilgiler yer almaktadır. MÖ 5. yüzyılda Yunan doktor Hipokrat söğüdün ilaç olarak kullanımından bahsetmiştir. Amerika yerlilerinin de söğüdü tedavi amacıyla sık sık kullandığı bilinmektedir. MÖ 8. ve 7. yüzyıl topluluklarından İskitlerin yere koydukları söğüt dallarıyla geleceği gördüğünü iddia eden kâhinleri vardı. İki bin yıl sonrasında Mevlânâ'nın Mesnevi eserinde "Parlak güneş benimle tutulsun. Söğüdün sırrı açıklansın." denmiştir. Kehanetten sorumlu Anadolu tanrısının Apollon'un aynı zamanda güneşi semolize etmesi, söğüt bağlantılı kehanet-güneş-Apollon kültüne işaret eder. Ayrıca Sepetçi söğüdü (Salix viminalis) ve Keçi söğüdü (Salix caprea) gibi söğüt türlerinin Anadolu'da antik dönemlerden beri sepet yapımında kullanılması, sepetin Antik Yunancasının mystica olması, söğüt ağaçları ile kehanet ve gizem kültleri arasındaki bağlantıyı gösterir. Nitekim kehanetin tanrısı Apollon ile ilgili ilahilerde söğütten söz edilir. Örneğin; Apollon, hırsızlığı saptanan Hermes'in ellerini, söğüt dallarından yapılan iplerle bağlamak ister. Ama ipler yere düşer, birbirine sarılır, çoğalır, yeniden söğüt ağaçlarına dönüşürler. Böylece Apollon, küçük kardeşinin tanrısal gücünü kabul eder. : ""Böyle konuştu Apollon ve ellerini bağladı Hermes'in Söğütten yapılmış sağlam iplerle Ama ipler düştü yere ve ayaklarının dibinde hızla büyüdüler Birbirine dolanarak yere kök salan söğütler Hızla sarıp sarmaladılar ve aldılar içlerine her şeyi."" Genellikle su kenarlarında bulunan salkım söğütlerin saklanmaya elverişli olmasının de gizem ve kehanetle ilişkilendirilmesinin nedeni olduğu ileri sürülür. Söğüt ağacı kabuğundaki ilaç için kullanılan aktif madde salisindir. Kristal formu ilk olarak 1828'de Fransız eczacı Henri Leroux tarafından ayrıştırılmıştır. Saf formu İtalyan kimyager Raffaale Piria tarafından elde edilmiştir. Suda çözündüğü zaman asit özelliği gösterdiğinden (ph 2.4) Salisilik asit olarak adlandırılmıştır. 1897'de Felix Hoffmann sentetik olarak salisin maddesinin değiştirilmiş bir formunu elde etmeyi başardı. Yeni bileşik salisilik asitten daha az mide problemlerine yol açıyordu. Bu yeni ilaç, yani Asetil Salisilik Asit Hoffman'ın işvereni olan Bayer firması tarafından Aspirin olarak adlandırıldı ve dünyanın en çok kullanılan ilacı haline geldi. Arta (su) ve mis (kadın) kelimelerinden oluşan, vahşi doğa, avcılık, ay, su ve nemin tanrıçası Artemis'in doğum tarih
i 6 Mayıs kabul edilir. Bu tarihte kutlanan Hıdırellez geleneklerinde de söğüt yer alır. Söğüdün ve arıların da tanrıçası olan Artemis adına yapılan Efes'teki Artemis Tapınağı'nın tasarımı arı kovanı biçimindedir. Tanrıça Artemis'in, Melissai (arılar) denilen rahibeleri, Essenes (erkek arılar) denilen hadım rahipleri vardır. Arılar söğüt ağacından "propolis" (Yunanca kent için veya savunma için anlamına gelir) denen sakızımsı bir madde alırlar ve kovanlarının inşasında kullanırlar. (Bu maddeye özellikle Ege'de prebolu veya diribal denir.) Artemis'in kenti koruyucu özelliği ile arıların söğütten elde ettikleri propolis ile kovanlarını koruma özellikleri özdeşleştirilmektedir. Orta Asya ve Anadolu Türk kültüründe de kutsal sayılan söğüt, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulduğu merkeze de adını vermiştir. Türkülerde sık sık başvurulan bir ağaçtır. ("Söğüt de efem yar sensin", "Söğüdün erenleri, koyverin gidenleri") Türkiye'de doğal olarak yetişen 27 söğüt türü bulunur. Solomon Adaları Solomon Adaları, Büyük Okyanus'un güneyinde, Papua Yeni Gine'nin doğusundaki adalar devletidir. 990'dan fazla adadan oluşur. Bunların toplam yüzölçümü 28.450 km² dir. Ülke, İngiliz Milletler Topluluğu üyesidir. Solomon Adaları’nın binlerce yıl iskan edilmiş olduğu düşünülmektedir. İspanyol denizci Alvaro de Mendaña 1568 yılında adaları keşfetti ve onlara Solomon Adaları adını verdi. Birleşik Krallık 1893 yılında Solomon Adaları üzerinde hakimiyet kurdu. 1976 yılında ise bağımsızlık elde edildi ve Kraliçe II. Elizabeth Solomon Adaları devlet başkanlığına seçildi. Anayasal monarşi ile yönetilen ülkenin onuncu ve şimdiki başbakanı olan Danny Philip, Ağustos 2010 tarihinde seçilmiştir. İlk yerleşimcilerin 30.000 M.Ö. gelmeye başladığı düşünülmektedir. Ülke,19. yüzyılda misyonerler tarafından ziyaret etmeye başlandı. Bu durum ülkede birtakım karışıklıklara, katliamlara neden oldu. Birleşik Krallık, Haziran 1893'te Güney Solomon üzerinde himaye kurduğunu açıkladı. Bu olay Britanya Solomon Adaları’nın temeli oldu. Misyonerler, nüfusun çoğunluğunu Hristiyana dönüştürdü ve adalara yerleşti. 20. yüzyılın başlarında bazı Birleşik Krallık ve Avustralya firmaları, ülkede hindistan cevizi ekimine başladı. Ülke ekonomisi böylece yavaş yavaş büyümeye başladı. II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle, Avustralya, adalardaki hindistan cevizi ekimini durdurdu ve tüccarlar, tahliye edildi. İkinci Dünya Savaşı'nın en yoğun mücadelelerinin bazıları bu ülke topraklarında yaşandı. Japon İmparatorluğu Kuvvetleri’ne karşı müttefik kuvvetlerin desteğiyle çatışmalar yaşandı. Solomon Adaları Güney Pasifik’teki önemli alanlardan biriydi. Guadalcanal Savaşı ile müttefikler, Japonlar’ı geri püskürttü. 2 Nisan 2007 tarihinde, Solomon Adaları’nda büyük bir deprem ve ardından büyük bir tsunami felaketi yaşandı. En az 52 kişinin öldüğü, 900'den fazla evin kullanılamayacak hale geldiği ve binlerce kişinin evsiz kaldığı açıklandı. Az gelişmiş bir ülke olan Solomon Adaları’nda halkın en önemli geçim kaynağı balıkçılıktır. Ülkede petrol ürünleri ithal edilmektedir ve 1998 yılına kadar ülkede kereste, ana ihraç ürünüydü. Diğer önemli ihracat ürünleri hindistancevizi ve hurma yağıdır. Adalar ayrıca kurşun, çinko, nikel ve altın gibi maden kaynakları bakımından zengindir. Sakalar Sakalar Orta Asya'da ve Doğu Avrupa'da yaşamış atlı göçebe bir Türk veya İranî halkı. Saka kelimesi Ahamenişler döneminden sonra Eski Farsçada kullanılmaya başladı. Yunancada Sakai olarak hitap edilen Sakalar ile İskitler'in aynı halk olduklarına dair tezler mevcuttur fakat kesin kanıt bulunmamaktadır. Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi arasında yaşayan Sakaların Bir kısmı Akemenesilere itaat ederek Yunan-Pers Savaşına da katılmışlardı. M.Ö. 2. yüzyılda Orta Asya'dan güneye inerek Bahtriya'yı yendikten sonra Hint yarımadasına girdiler. Savaşlarda kullandıkları en önemli silah, savaş baltasıydı. Ayrıca ok, yay ve kılıç da kullanırlardı. İskit kalıntılarındaki at figürlerinin yoğunluğu dikkati çekmektedir. Bu figürler göçmen bir kavim oldukları yönündeki tezleri bir hayli güçlendirir. İskit kurganlarında çıkan eserler, medeniyette ileri olduklarını göstermektedir. Herodot'a göre, "İskitler, çok medeni bir milletti. Gümüş işçiliğinde, dişçilikte ve çıkıkları sarmakta ustaydılar. İskit sanatında, hayvan üslubu önemli yer tutar. At, geyik, kuş motifleri ağırlıktadır. Herodot'un yazdıklarına göre Yunanlar, elbise teferruatlarını, gümüş ve altın at takımlarını İskitlerden öğrenmişlerdir. Susa antik İran şehrinde Ahameniş İmparatorluğundan kalma çivi yazılı kitabeler bulunmaktadır. Hystaspes'in Oğlu I. Darius bu yazıtlarda kendine özgü bir türde İskit dilini bıraktı. Susa çevresinde bulunan çivi yazılı kitabeler Saka dilinin Türkçe kelimeler barındırdığını kanıtlıyor. Cinsiyet simgeleri Cinsiyet simgeleri, Antik Roma'dan günümüze kadar gelen ve cinsiyetleri sembolize eden astrolojik simgelerdir. Londra Antlaşması Londra Antlaşması veya Londra Konferansı aşağıdaki anlamlara gelebilir: Atmacagiller Atmacagiller (Accipitridae), gündüz yırtıcı kuşları (Falconiformes) takımının iki önemli ana familyasından biri. Atmacagiller, güçlü kıvrımlı gagaları olan ve beslenmeye bağlı şekli değişen büyük-küçük kuşlardan oluşur. Bir çeşit orta boy memeli böceklerlerden oluşan av öğeleri ile beslenirler. Bazıları leşlerle ve birkaçı da meyvelerle beslenir. Atmacagiller kozmopolit dağılıma sahiptirler. Dünyanın tüm kıtalarında (Antarktika hariç) bulunan ve bazıları okyanus ada gruplarından olan varlıktır. Bazı türleri göçmendir. Atmaca, kartal, çaylak, tuygun ve Eski Dünya akbabaları gibi birçok tanınan kuş bu grupta yer alır. Balık kartalı (Pandionidae) genellikle sekreter kuşu (Sagittariidae) gibi ayrı familyadadır. Yeni Dünya akbabaları genellikle ayrı bir familya ya da takım olarak kabul edilir. Karyotip veri Atmacagillerin şimdiye kadar yapılan analizlerde gerçekten farklı monofiletik grup olduğunu gösterir, ama bu grubun gündüz yırtıcı kuşlarına ait olduğu dikkate alınmalı, bir veya birkaç farklı takıma ait bir familya olduğu zevk meselesidir. Atmacagiller 5-10 altfamilyaya bölünmüştür. Büyük çoğunluğu çok benzer morfolojiye sahiptirler, ama çoğu grup daha anormal takson içerir. Bunlar, başka herhangi bir şeyden daha iyi belirginsizlik yüzünden kendi konumlarına daha çok yerleşirler. Böylece atmacagillerin filogenetik düzenlemesinin her zaman, tartışma meselesi olması çok şaşırtıcı değildir. Yukarıda da bahsedildiği gibi, Atmacagiller onların kromozomlarının özel olarak yeniden düzenlemesi ile tanınabilirdir. Bunu dışında, morfoloji ve mtDNA sitokrom "b" dizi verileri bu kuşların ilişkili olmalarının şaşırtıcı bir resmini verir. Atmacaların, çaylakların, kartalların ve Eski Dünya akbabalarının büyük olasılıkla monofiletik olmadan belirlenmiş grupta halen olmalarına ne denebilir ki: Moleküler verilere göre, Buteoninae'nin çoğu muhtemelen polifiletik ya da parafiletiktir, gerçek kartallar, deniz kartalı şahinler görünüşe göre farklı soy temsil etmektedir. Bunlar, Çaylaklar, Atmacalar ve Tuygunlar'la aynı grubu oluşturmakta gözükür ama soyların arasındaki tam ilişkiler, hiçbir mevcut veriyle sağlamca çözülebilir değildir. Perninae ve muhtemelen Elaninae, Eski Dünya akbabaları gibi eski soylardır. Çıplak boyunlu gerçek akbabalardan ayrı duran kara kuş ve Mısır akbabası gibi bazı anormal türlerden sonuncusunun ayrıca poli ya da parafiletik olması oldukça muhtemeldir. Atmacagiller şekil ve büyüklük bakımdan çok çeşitlilik gösteren bir ailedir. Onların boyutları çeşitlidir. Küçücük İnci çaylak ve Küçük atmaca, ikisi de 23 cm uzunluğunda ve yaklaşık 85 g ağırlığındadır. Kara akbaba, 108 cm ve 10 kg ölçülmüştür. Hatta 14. yüzyıla kadar Yeni Zelanda'da soyu tükenen 14 kg olduğu tahmin edilen Haast kartalı'na rastlanmıştır. Çoğu Atmacagiller seksüel dimorfizm boyutunu sergiler, kuşlarda alışılmadık olduğu halde dişiler erkeklerden daha büyüktür. Bu cinsel farklılık boyutu avcı kuş türlerinde daha belirgin, ve kemirgen avcılarda daha az belirgindir, ve leş ya da salyangoz yiyenlerde neredeyse hiç yoktur. Atmacagillerin gagaları güçlü, kıvrımlı (bazen çok kıvrımlı, Kanca gagalı çaylak ya da Saylangoz çaylaktaki gibi). Bazı türlerde üst çenede çentik ya da 'diş' bulunur. Tüm atmacagillerde üst çene tabanı cere denilen genellikle sarı renkte olan bir etli membran ile korunur. Ayak bileği beslenme şeklinden dolayı farklı türlerde değişebilir, atmaca gibi avcı kuşlarda uzun ve ince, türler büyük memeli avladıklarında gagaları daha kalın, güçlü olmalı, ve Yılanyiyenler'inki sokmalara karşı kalın pullu olmalıdır. Atmacagillerin tüyleri şaşırtıcı olabilir ama nadiren parlak renktedir; çoğu kuşlar gri, devetüyü ve kahverengi kombinasyonlarını kullanırlar. Geneli aşağıya soluk olma eğilimindedir, bu da onları aşağıdan bakıldığında daha az dikkat çekici gösterir. Erkeklerin parlak olması ya da dişilerin çocuklara benzemesi meydana gelirse tüylerde nadiren cinsel dimorfizm vardır. Birçok türlerde çocuklar belirgin biçimde farklı kuş tüylerine sahiptir. Bazı atmacagiller diğer atmaca ve kartalların tüy desenini taklit ederler. Aptal av için daha az tehlikeli türe benzemeyi deneyebilir ya da diğer kuşlardan gelecek saldırılarda takımdaki daha tehlikeli türe benzeyebilir. Atmacagillerin bazı türleri işaretleşmede kullanılan ibiklere sahiptirler, ve hatta ibiksiz türler paniklendiklerinde ve heyecanlandıklarında taç tüylerini yükseltirler. Buna karşılık çoğu Eski Dünya akbabaları tüysüz çıplak kafaya sahiptir; bu tüylerdeki kirlenmeyi önlemeyi düşündürür ve termoregülasyon'a yardım eder. Atmacagillerin duyuları avlanmaya uyarlanmıştır, ve özellikle görme güçleri efsanevidir. Bazı atmaca ve kartalların görüşü insandan 8 kata kadar daha güçlüdür. İki fovea ile geniş gözler dürbün görüşü sağlar ve "atmaca gözü" hareket ve uzaklara hakim olmak içindir. Buna ek olarak tüm kuşlardaki en büyük taraksı yapıya sahiptir. Gözler tüp şeklinde ve yuvalarına çok taşıyamazsınız. Mükemmel görüşe ek olarak çoğu t
ürler mükemmel işitmeye sahiptir, ama baykuşların görmesinde genellikle temel anlam avcılık olduğu için farklıdır. İşitme bitki örtüsü içinde gizli av bulmakta kullanılabilir, ama görme yine avını yakalamakta kullanılır. Atmacagillerdeki çoğu kuşlar genellikle zayıf bir koklama duyusuna sahiptir; hatta Eski Dünya akbabaları bu duyudan hiç faydalanmazlar, aksine Cathartidae familyasındaki Yeni Dünya akbabaları kullanırlar. Atmacagiller üstün avcılardır ve çoğu türler avları için aktif avlanırlar. Birkaç tür beslenmede fırsatçı olabilir ve bir türde, Palmiye akbabasında, meyveler diyetin önemli bir parçadır. Yine de diğer hayvanlar, en çok türün diyetinin hantal gövdesini oluşturur. Haşaratlar sadece yaklaşık 12 türden, 44 ek türden büyük miktarda, ve bazı fırsatçılardan alınmıştır. Arı şahinlerinin beslenmesi sadece yetişkin ve eşekarısı ve arıların gençlerini içermez, ama kendi yuvalarından bal ve tarakları içerir. Salyangoz çaylağı ve çengel gagalı çaylaklar salyangoz tüketmede uzmandır. "Atmaca" cinsindeki Aviceda ve orman atmacaları ağaçlardan sürüngen alabilir oysa diğer türler onları yerde avlar. Özellikle yılanlar Yılanyiyenlerin ("Circaetus") ve yılan kartallarının ("Spilornis" ve "Dryotriorchis") hedefidir. Tuygun Tuygun (Circinae), atmacagiller (Accipitridae) familyasının Circinae alt familyasından uzun bacaklı, uzun kuyruklu, küçük gagalı, ince ve uzun yapılı yırtıcı kuş türlerinin ortak adı. Bataklık ve çayırlık alanlar üzerinde alçaktan uçarak fareleri, yılanları, küçük kuşları ve böcekleri araştırırlar. Uzunlukları yaklaşık 50 cm'dir. Yüzlerindeki tüyler baykuşlarınkini andıracak biçimde peçeler oluşturur. Yuvaları bataklıklarda ya da uzun otlar arasında yer alır. Dişi yuvaya beyazımsı ya da mavimsi 4-6 yumurta bırakır. Circus Circus şu anlamlara gelebilir: Bayağı uzunkuyruk Bayağı uzunkuyruk ("Aegithalos caudatus"), uzunkuyrukgiller (Aegithalidae) familyasından uzunkuyruklu, küçük gagalı ve yumuşak tüylü bir kuş türü. Çalılık ve ormanlık yerlerde yaşar, genellikle ağaçlarda avladıkları böceklerle beslenirler. Ağaç dallarında ve çalılara yaptıkları kalın duvarlı, kubbe biçimli yuvalarının yandan tek giriş deliği vardır. Başı tümüyle beyaz ya da siyah şeritli, gövdesinin üst bölümleri siyah şeritli, gövdesinin üst bölümleri siyah ve pembemsi tüylü olan bu türün toplam 16 cm'lik uzunluğunun yaklaşık yarısını kuyruk bölümü oluşturur. Bayağı serçe Bayağı serçe ("Passer domesticus"), serçegiller (Passeridae) familyasından coğrafi dağılımı çok geniş olan en yaygın ve en iyi tanınan serçe türü. Uzunluğu 14 cm, rengi uzaktan bakıldığında grimsi kahverengidir. Ama erkekler yakından bakıldığında oldukça canlı renkleri ile dikkat çeker. Tepelerinde kızıl kahverengi tüylerle sınırlanmış gri bir bölge, gerdan ve göğüslerinde siyah bir leke vardır. Siyah leke büyüdükçe serçenin saygınlığı artar. Dişiler ve gençlerin tüyleri daha soluk renkli, alt bölümleri ise lekesizdir. Bayağı serçe sıcak bölgelerde hemen hemen tüm yıl boyunca üreyebilir. Saçak altlarına, duvar çıkıntılarına, oyuklara, ağaç ve çalılara çırpıdan yaptıkları oldukça özensiz yuvalarını tüy ve yünle döşer, bu yuvaya 4-9 yumurta bırakırlar. Anavatanı Avrasya ve Kuzey Afrika olmakla birlikte olmakla birlikte Güney Amerika dışında yeryüzünün hemen her yerine götürülmüştür. Kuzey Amerika'da ilk kez 1852'de New York'un Brooklyn semtindeki bir mezarlığa getirilmiş, yüz yıl geçmeden tüm kıtaya yayılmıştır. Bayağı serçe insanlarla iç içe yaşayan, büyük küçük tüm yerleşim birimlerinde, tarlalarda ve bahçelerde görülebilen bir türdür. Passer Passer, serçegiller (Passeridae) familyasından bir kuş cinsi. Ağaç serçesi Ağaç serçesi ("Passer montanus"), serçegiller (Passeridae) familyasından Avrasya ve Güneydoğu Asya'nın ılıman çoğu bölgesinde üreyen bir serçe türü. Orman serçesi ya da dağ serçesi de denir. Doğal olarak bulunduğu bölgenin dışında bulunan bazı bölgelere de sokulmuş bir kuş türüdür. Birbirine benzeyen erkek ve dişinin tepesi ve ensesi kızıl kahverengi, göğsündeki siyah leke küçüktür. Ayrıca beyaz yanaklarında da birer siyah benek bulunur. Alt türleri arasında farklılık çok azdır. Ağaç serçesi düzensiz yuvasını doğal bir ağaç kovuğuna, binalardaki deliklere ya da Avrupa saksağanı ile leyleklerin büyük yuvalarına yapar. Tek seferde beş ila altı yumurta yumurtlar ve yavru kuşlar iki haftada yumurtadan çıkar. Bu serçe türü asıl olarak tohumlarla beslenir ancak özellikle üreme dönemlerinde omurgasızlarla da beslendiği görülür. Diğer küçük kuş türlerinde olduğu gibi parazit kaynaklı enfeksiyonlar, hastalıklar ve gündüz ve gece yırtıcıları tarafından avlanma nedenleriyle ölmekte olan ağaç serçelerinin yaşam süresi üç yıl civarındadır. Asya'nın doğusunda kasaba ve şehirlerde yaygın olarak görülen bu serçe Avrupa'da daha çok hafif ağaçlıklı açık arazilerde görülür. Avrupa'da kasaba ve şehirlerde bayağı serçe daha yaygındır. Ağaç serçesinin geniş dağılımı ve büyük popülasyonu global olarak tehdit altında değildir ancak özellikle Avrupa'da tarım yöntemlerinin değişmesi popülasyonun azalmasına neden olmuştur. Asya'nın doğusunda ve Avustralya'da bu tür haşere olarak görülse de oryantal sanatta oldukça sık işlenen bir figürdür. Eski Dünya serçe cinsi "Passer", Afrika'da çıktığı düşünülen ve tanımlayan kaynağa göre 15 ila 25 tür içeren küçük ötücü kuşlardan oluşan bir gruptur. Bu cinse mensup türler açık, az ağaçlı yerlerde bulunur ancak özellikle bayağı serçe ("P. domesticus") insanların yaşadığı ortamlarda yaşamaya uyum sağlamıştır. Türlerin çoğu tipik olarak 10 ila 20 cm boyundadır ve genel olarak kahverengi ile gri renkli, kısa kare kuyruklu ve küt konik gagalı kuşlardır. Asıl olarak yerde bulunan tohumlarla beslenen ancak özellikle üreme dönemlerinde omurgasızlarla da beslenen kuşlardır. Genetik araştırmalara göre ağaç serçesi kendi cinsinde bulunan diğer Avrasyalı üyelerden oldukça erken bir zamanda, bayağı serçe, "Passer flaveolus" ve söğüt serçesi farklılaşmasından önce ayrılmıştır. Ağaç serçesi Amerika ağaç serçesi ("Spizella arborea") ile yakın akraba değildir. Ağaç serçesinin bilimsel adı olan "Passer montanus", Latince "serçe" anlamına gelen "passer" ve "dağlarda bulunan" anlamına gelen "montanus" (Latince "mons", "dağ" demektir) sözcüklerinden oluşmuştur. İlk olarak Carl Linnaeus tarafından 1758 yılında "Systema Naturae" eserinde "Fringilla montana", olarak tanımlanmıştır. Ancak, bayağı serçe ile birlikte kısa sürede ispinozgiller (Fringillidae) familyasından çıkarılarak Fransız zoolog Mathurin Jacques Brisson tarafından 1760 yılında tanımlanan yeni "Passer" cinsinde sınıflandırılmıştır. Ağaç serçesi adı ağaç kovuklarında yuva yapmayı tercih etmesi nedeniyle verilmiştir. Ancak bu ad ya da bilimsel adı bu türün tercih ettiği yaşam alanlarını açıklamamaktadır. Buna en yakın gelen isim bu türe Almanca verilen "Feldsperling" ("tarla serçesi") adıdır. Geniş dağılımı olan bu tür çok az farklılık gösterir ve Clement tarafından tanınan sekiz alt türü arasında bulunan farklar çok küçüktür. En azından 15 alt tür daha önerilmiştir ancak bunların aşağıda belirtilen alt türler arasında geçiş ırklarını oluşturduğu düşünülmektedir. Ağaç serçesi 12,5 ila 14 cm. boyunda, 21 cm. kanat açıklığı olan ve 24 g. ağırlığında bir kuştur. Bayağı serçe'den ağırlık olarak %10 daha küçüktür. Erişkin kuşların tepesi ve ensesi kızıl kestane rengindedir ve saf beyaz yanaklarında küçük böbrek biçiminde kara birer kulak lekesi bulunur. Çene, boğaz ve gaga ile boğaz arasında bulunan bölge kara renklidir. Üst tüyleri açık kahverengidir ve kara çizgiler bulunur. Kahverengi olan kanatlarda iki belirgin beyaz kuşak görülür. Ayaklar soluk kahverengidir ve yazları kurşun mavisi olan gagaları kışın tamamen siyahlaşır. Erkek ile dişi arasında dış görünüş açısından fark olmaması nedeniyle kendi cinsinde bile dikkati çeker. Genç kuşlar da erişkinlere benzer ancak renkleri biraz daha soluk olabilir. Yüzünde bulunan renkler sayesinde kolaylıkla ayırtedilebilir. Bayağı serçeden ayırt edilmesini gri yerine kahverengi olan tepeleri ve daha küçük boyutları sağlar. Erişkin ve genç ağaç serçeleri sonbahar boyunca yavaş da olsa tüm tüylerini değiştirirler ve vücutlarında bulunan yağ azalsa da ağırlıklarında artış görülür. Ağırlıklarının artmasının ana nedeni aktif tüy büyümesini artırmak için kan hacminde görülen artıştır. Ağaç serçelerinin gerçek anlamda bir şakıma melodileri yoktur ama eşleşmemiş ve kur yapan erkeklerin çıkardığı heyecanlı bir dizi "çip" çağrısı bulunur. Diğer tek heceli şakımalar sosyal ilişkilerde kullanılır ve uçuş çağrısı sert bir "tik" sesidir. Missouri'ye yerleştirilen ağaç serçeleri ile Almanya'da yaşayanların seslerinin karşılaştırıldığı bir çalışmada, Missouri'de yerleştirilen kuşların daha az paylaşılan hece tipine sahip oldukları belirlenmiştir. Bunun sebebinin Kuzey Amerika'ya getirilen kuş popülasyonunun sayısının azlığı nedeniyle genetik çeşitliliğin kaybolması olduğu düşünülmektedir. Ağaç serçesinin doğal üreme alanı Avrupa ve Asya'da 68nci Kuzey paralelinin güneyinden güneydoğu Asya'da Cava ve Bali'ye kadar olan ılıman bölgedir. Önceleri Faroe Adaları, Malta ve Gozo'da da üremekteydiler Güney Asya'da ılıman bölgede bulunurlar. Dağılımının çoğu bölgesinde yerleşiktir ancak en kuzeyde yer alan nüfus kışları güneye doğru göç eder ve az sayıda kuş güney Avrupa'dan Kuzey Afrika ve Orta Doğu'ya geçer. Doğuda yaşayan alt tür "P. m. dilutus" kışları Pakistan kıyılarına ulaşır ve sonbaharda bu ırktan binlerce kuş Çin'e doğru geçer. Ağaç serçesi doğal olarak yaşadığı bölgenin dışındaki bölgelere sokulmuş ancak muhtemelen bayağı serçe ile olan rekâbet nedeniyle her zaman tutunamamış bir türdür. Sardinya, Endonezya'nın doğusu, Filipinler ve Mikronezya'ya başarı ile sokulan tür Yeni Zelanda ve Bermuda'da da tutunamamıştır. Gemilerle taşınan kuşlar Borneo'da koloniler oluşturmuştur. Bu serçe türü Cebelitarık, Tunus, Cezayir, Mısır, İsrail ve Dubai'de rastlantısal konukturlar. Kuzey Amerika'da yaklaşık 15.000 kadar ağaç serçesi
St. Louis, Illinois ve Iowa'nın güneydoğusunda yerleşmiştir. Bu serçeler Almanya'dan getirilen ve Kuzey Amerika kuş türlerinin zenginleştirilmesi için 1870 Nisan ayının sonlarında doğaya salıverilen 12 kuştan üremişlerdir. ABD'de sınırlı bir alanda yaşayan ağaç serçesi şehirsel alanlarda bayağı serçe ile rekâbet ettiği için daha çok parklarda, çiftlik arazilerinde ve ağaçlık bölgelerde yaşar. Amerika'da yaşayan populasyona İngilizce'de bazen "German Sparrow" (Alman serçesi) denmektedir. Ağaç serçesi Avustralya'da Melbourne, Victoria'nın orta ve kuzey kasabaları ile Yeni Güney Galler'de bulunur. Güneydoğu Asya'dan bazen gemilerle gelen ağaç serçesi Batı Avustralya'da yasaklanmış bir türdür. Bilimsel adına rağmen, "Passer montanus", ağaç serçesi dağlarda yaşayan bir tür değildir ve İsviçre'de yalnızca 700 m rakımda bulunur. Ancak Kafkasların kuzeyinde 1.700 m'de ve Nepal'de 4.270 m'de ürediği de görülmektedir. Avrupa'da sıklıkla kayalık sahillerde, boş binalarda, yavaş akan ırmakların kenarında bulunan söğütlüklerde ya da açık arazilerde bulunan ağaçlıklarda görülür. Ağaç serçesi daha çok sulak alanlara yakın yerlerde yuvalanmayı tercih eder ve yoğun tarım yapılan alanlardan uzak durur. Ağaç serçesi ile daha büyük olan bayağı serçe aynı bölgede bulunduklarında bayağı serçe kentsel alanlarda ağaç serçesi de kırsal alanlarda yaşar. Moğolistan gibi ağaçların az bulunduğu yerlerde her iki tür de insan yapısı yerlerde yuvalanır. Ağaç serçesi Avrupa'da kırsal bölgeye özgü bir kuş türü iken Asya'nın doğusunda kentsel alanlara özgü bir kuştur. Orta ve Güney Asya'da ise her iki serçe türü de kasabalarda ve köylerde görülür. Akdeniz'in İtalya gibi bazı bölgelerinde hem ağaç hem de söğüt serçesi yerleşim alanlarında birlikte görülebilir. Avustralya'da ise ağaç serçesi kentlerde yaşayan bir tür iken kırsal alanlarda bayağı serçe bulunur. Ağaç serçesi yumurtadan çıktıktan bir yıl sonra üreyebilecek duruma gelir. Tipik olarak ağaç kovuğuna ya da kayalarda yer alan doğal oyuklara yuvalanır. Bazı yuvalar oyuk ya da kovuklarda değil ama bazı tür çalıların dışarıda kalan kökleri arasında da yapılabilir. Evlerin çatılarındaki boşluklar ya da tropiklerde bir palmiye ağacının tepesi ile verandaların çatısın da yuva yapmak için kullanılabilir. Ağaç serçeleri Avrupa saksağanının kullanılmayan kubbeli yuvasında ya da leylek bayağı deniz kartalı, balık kartalı, kara çaylak ya da gri balıkçıl yuvalarında da üreyebilirler. Bazen oyuk ya da kapalı alanlarda yuvalanan kır kırlangıcı, ev kırlangıcı, kum kırlangıcı ve Avrupa arı kuşu gibi kuşların yuvalarını ele geçirmeye de çalışır. Çift kuşlar yalnız başlarına ya da koloniler hâlinde üreyebilirler ve kuşlar için yapılmış kuş yuvalarını kullanabilirler. İspanya'da yapılan bir araçtırmaya göre ahşap ve çimento karışımından yapılmış yuvaların yalnızca ahşaptan yuvalara göre daha sık kullanıldığı (kullanma oranları sırasıyla %76,5 ve %33,5'tur) ve ahşap çimento karışımı yuvalarda kuşların daha erken yumurtladığı, kuluçka süresinin daha az sürdüğü ve üreme dönemi boyunca daha çok sayıda yumurta yumurtlanıp kuluçkaya yatıldığı gösterilmiştir. Yumurta adedi ve yavruların durumu iki tip yuva arasında farklılık göstermese de sentetik olan yuvaların ahşap olanlara göre 1,5 °C daha sıcak olması nedeniyle üreme başarısının sentetik yuvalarda daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Baharda erkek kuş yuvanın yakınlarında yaptığı çağrı ötüşüyle hem yuvayı sahiplenir hem de çiftleşmek için bir eş çağırır. Aynı zamanda yuva için yeni malzeme de taşıyabilir. Nümayiş ve yuva yapma sonbaharda da tekrarlanır. Sonbaharda yapılan nümayiş için daha önceden içinde yumurtadan yavru çıkmış eski ağaç serçesi yuvaları tercih edilir. Boş hazır yuvalar ve daha önceden bayağı serçe, baştankara, kara sinekkapan ve bayağı kızılkuyruk türleri tarafından kullanılan yuvalar sonbahar nümayişi için nadiren kullanılır. Düzenli bir yapıya sahip olmayan yuva saman, ot, yün ve diğer malzemelerden oluşur ve ısı yalıtımını iyileştiren tüylerle içi kaplanır. Tamamlanmış bir yuvada üç bölüm bulunur; taban, iç kaplama ve kubbe. Ağaç serçesi bir kerede beş ya da altı yumurta yumurtlar. Yumurtalar beyaz ya da soluk gridir ve üzerinde çok sayıda küçük benek ya da leke bulunur. Yumurtalar 20x14 mm boyutlarında ve 2,1 g ağırlığındadır. Ağırlığının %7'si kabuktan ibarettir. Hem erkek hem dişi kuş 12 ila 13 gün kuluçkaya yattıktan sonra beslenmeye ihtiyaç duyan yavrular yumurtadan çıkar ve 15 ila 18 gün içinde yavrular palazlanır. Yıl içinde iki ila üç kere kuluçkaya yatılabilir. Koloni hâlinde üreyen kuşlar ilk seferinde tek çift olarak üreyen kuşlardan daha fazla sayıda yumurta yumurtlar ancak ikinci ve üçüncü kuluçkalama da bu tersine döner. Daha çok çiftleşen dişiler daha çok yumurta yumurtlar ve kuluçka süreleri daha kısa sürer. Önemli ölçüde çift dışı çiftleşme görülür. Macaristan'da yapılan bir araştırmada yavruların %9'unun çift dışı erkeklerden ürediği ve kuluçkaya yatılan yuvaların %20'sinde en azından bir çift dışı çiftleşmeden gelen yavru olduğu bulunmuştur. Ağaç serçesi ile bayağı serçe arasında melezleşme birçok yerde görülmüştür. Melez erkekler ağaç serçesine dişiler ise bayağı serçeye benzerler. Ağaç serçesi tohumla beslenen ve yerde bayağı serçe, ispinoz gibi kuşlarla birlikte sürüler hâlinde besin aramak için dolaşan bir türdür. Karanfilgiller ve Chenopodioideae gibi otların tohumları ile beslenirler. Ayrıca kuşlar için hazırlanmış özel besin dağıtım yerlerinden de yararlanırlar. Özellikle üreme döneminde yavrular temel olarak hayvani besin ile beslendiği dönemlerde omurgasızlarla da beslenirler. Tahtakurusu, kırkayak, çıyan, örümcek ve Opiliones türü omurgasızları yakalar. Yeni yumurtadan çıkmış yavruları beslemek için erişkinler çeşitli sulak alanlarda omurgasızları avlamaya çalışır. Sulak alanlar, uzun bir üreme dönemine sahip olan bu türün yavrularını büyütme şansının artması için yeterli çeşitlilikte ve uygun omurgasızların avlanabilmesi için önemlidir. Önceleri iyi bir besin kaynağı olan işlenmiş tarım alanları, tarım yöntemlerinin değişmesi sonucunda artık yeterli besini sağlayamamaktadır. Kış aylarında tohum kaynakları önemli bir sınırlayıcı faktör olmaktadır. Bu dönemlerde sürü içindeki bireyler arasında doğrusal bir hiyerarşi kurulur ancak boğazdaki beneğin boyu ile bu hiyerarşi arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Halbuki bayağı serçelerde üstünlük sağlamak için yapılan dövüşler boğaz beneğinin gösterilmesiyle azalabilmektedir çünkü boğaz beneğinin büyüklüğü seçilim değerinin bir göstergesidir. Avlanma riski beslenme stratejilerini etkilemektedir. Yapılan bir araştırma besin keynağı barınaklarından ne kadar uzak olursa serçelerin daha küçük sürüler hâlinde besin kaynağına geldiğini, burada daha az zaman geçirdiklerini ve daha tetikte olduklarını göstermiştir. Serçeler ya doğrudan besin arayarak ya da daha önceden besin kaynağı bulmuş sürü üyelerine katılarak beslenirler. Açık alanda bulunan besin kaynaklarında sürü üyelerini takip ederek beslenme olasılığı %30 daha fazladır. Bunun nedeninin yırtıcılara karşı dikkatli olmak ile ilgili olmadığı ancak daha riskli besin kaynaklarının düşük yağ rezervine sahip bireyler tarafından kullanılması olduğu düşünülmektedir. Ağaç serçeleri bayağı atmaca, bayağı kerkenez, ve kukumav gibi çeşitli atmaca, doğan ve baykuşlar tarafından avlanırlar. Bazen de kulaklı orman baykuşu ve leylekler tarafından da avlanabilmektedirler. Sonbahar tüylerine sahipken, daha az uçuş tüyü olmasına rağmen, avlanma açısından daha büyük bir risk içinde değildir. Yuvaları saksağanlar, alakargalar, gelincikler, kemeler, kediler ve yılanlar tarafından yağmalanabilmektedir. Birçok kuş biti türü hem kuşlarda hem de yuvalarında görülür. "Knemidocoptes" cinsi akarların popülasyonlarda ayak ve parmaklarda lezyonlara bırakacak salgınlara neden olduğu bilinmektedir. Yeni yumurtadan çıkmış yavruların göksinek larvalarıyla parazitlenmesi yavru ölümlerinde önemli bir faktördür. Yumurta büyüklüğü yavru ölümünü etkilemez ancak büyük yumurtalardan çıkan yavrular daha hızlı büyür. Ağaç serçeleri aynı zamanda bakteri ve virüs enfeksiyonlarına da maruz kalmaktadırlar. Bakterilerin yumurtadan yavru çıkmamasında ya da yumurtadan yeni çıkan yavruların ölme oranlarında önemli bir faktör olduğu ortaya konmuştur. Japonya'da "Salmonella" enfeksiyonu nedeniyle toplu ölüm vakaları kaydedilmiştir. Birçok popülasyonun kanında kuş sıtması parazitleri bulunmuştur. Çin'de kuş gribi virüsü taşıyan kuşlar olduğu kaydedilmiştir. Ağaç serçelerinin bağışıklık sisteminin bayağı serçelere oranla daha az dayanıklı olmasının bayağı serçelerin daha çok yayılma poyansiyeline sahip olmasını getirdiği öne sürülmüştür. Avrupa'da yollarda kaza ile öldürülen hayvanlar arasında ağaç serçeleri ön sıralarda gelmektedir. Kaydedilen en uzun yaşam süresi 13,1 yıldır, ancak tipik yaşam süresi üç yıl civarındadır. Ağaç serçesinin doğal olarak yaşadığı alan çok geniştir ve günümüzde tam olarak belirlenmemiştir. Dünya popülasyonu da tam olarak bilinememektedir ancak Avrupa'da 52 ila 96 milyon birey olduğu tahmin edilmektedir. Popülasyon eğilimleri analiz edilmemiş de olsa türün IUCN Kırmızı Listesine girme kriteri olan 10 yılda ya da son üç kuşakta %30'dan fazla popülasyonda azalma kriterini sağlamadığı düşünülmektedir. Bu nedenlerden ötürü türün korunma durumu "asgari endişe" olarak değerlendirilmiştir. Avrupa'nın kuzeyi ve doğusunda ağaç serçesi yaşadığı alanları artırsa da, Avrupa'nın batısında tarla kuşu, tarla kiraz kuşu ve bayağı kız kuşu gibi tarlalardan beslenen diğer türlerde görüldüğü üzere ağaç serçesinin de popülasyonlarında azalmalar görülmektedir. 1980 ile 2003 yılları arasında tarlalardan beslenen kuşların sayısında %28'lik bir düşüş olmuştur. Özellikle Büyük Britanya'da 1970 ile 1998 arasında %95'lik azalma ile durum ciddi boyutlar almıştır. İrlanda'da 1990'ların sonunda yalnızca 1.000 ila 1.500 çift ağaç serçesi kalmıştır. Britanya Adalarında bu dalgalanmaların nedeni doğal sebepler olabilmektedir. Popülasyon azaldıkça üreme perfo
rmansı görece artmıştır. Bu da azalmaların nedeninin üreme performansı olmadığını göstermektedir. Ağaç serçelerinin sayısında görülen bu büyük azalmanın nedeni özellikle zararlı bitkileri yok etmek için kullanılan ilaçların yaygınlaşması, tarım uygulamalarının yoğunlaşması ve ilkbahar yerine sonbaharda tarlaların sürülmesiyle tarlada kışın besin kaynağı olan anızların artık kalmaması görülmektedir. Özellikle zararlı böceklerin ilaçlanmasıyla yavrular için gerekli olan böcek besin kaynağının azalması da etkili olmuştur. Ağaç serçesi bazı bölgelerde haşere olarak görülmektedir. Avustralya'da birçok tarım ürününe zarar vermektedir. Karantina kuralları çerçevesinde Batı Avustralya'ya bu türün sokulması yasaktır. Çin'de Mao Zedong 1958 Nisan'ında üç milyon insanı harekete geçirerek, korkuluklar yardımıyla da kuşların yorgunluktan bitkin düşüp ölmelerini sağlayarak kuş başına yılda 4,5 kg tahıl olarak tahmin edilen ürün zararını azaltmaya çalıştı. Başlarda başarılı olan bu "Büyük Serçe Kampanyası" kuşların yediği çekirge ve zararlı böcek sayısını göz ardı ettiği için sonuçta ürünlerin daha da azalmasına yol açtı ve 1959 ile 1961 yılları arasında ortaya çıkan kıtlığın daha da şiddetli geçmesine sağlayarak 30 milyon insanın ölümüne neden oldu. Ağaç serçesinin böcekleri yemesi bu kuşun meyve ağacı haşerelerinden ve kuşkonmaz zararlısından ("Crioceris aspergi") kurtulmak için tarımda kullanılmasına yol açmıştır. Ağaç serçesi, özellikle bahar dalı üzerinde ya da uçan sürüler hâlinde olmak üzere Çin ve Japon sanatında çok uzun süredir resmedilmektedir. Hiroşige gibi sanatçıların desenleri Antigua ve Barbuda, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çin ve Gambiya'nın posta pullarında kullanılmıştır. Ayrıca Beyaz Rusya, Belçika, Kamboçya, Estonya ve Tayvan posta pullarında da daha basit desenler kullanılmıştır. Ağaç serçesinin kanat çırpmasından kaynaklanan geleneksel Japon dansı "Suzume Odori" Hokusai gibi sanatçılar tarafından resmedilmiştir. Söğüt serçesi Söğüt serçesi ("Passer hispaniolensis"), serçegiller (Passeridae) familyasından bir serçe türü. Palearktik, Etiyopyen ve Oryantal bölgelerde yaşar. Ama Avrupa'da yalnız İber Yarımadasında ve Balkalar'da görülür. Türkiye'de ise akarsu vadilerinde, çalılıklarda ve açık alanlarda yaşar. Erkeklerin göğsündeki siyah leke bayağı serçeninkinden daha geniştir. Ayrıca yanlarında kalın siyah çizgiler bulunur. Tepesi orman serçesinin ki gibi kızıl kahverengidir. Çalı serçesi Çalı serçesi ("Passer moabiticus"), serçegiller (Passeridae) familyasından Türkiye'nin yalnız Adana, Hatay ve Gaziantep illerinin sınırları içinde kalan küçük bir bölgede üreyen serçe türü. Türkiye'de yaşayan öbür serçelerden daha küçük yapılı olan bu türün uzunluğu 12 cm'dir. Erkeklerin tepesi, ensesi, boyun yanları mavimsi gri rengi ile dikkat çeker. Çöl serçesi Çöl serçesi ("Carpospiza brachydactyla"), serçegiller (Passeridae) familyasından bir serçe türü. Yazın Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kuluçkaya yatan göçmen kuşlar arasında yer alır. Bayağı serçenin dişisine benzerler. Kuyruklarının ucunda beyaz benekler bulunur. Bayağı kar serçesi Bayağı kar serçesi ("Montifringilla nivalis"), serçegiller (Passeridae) familyasından Avrupa ve Asya'nın güneyindeki yüksek dağların ağaç sınırını aşan kesimlerinde yaşayan serçe türü. Kışın genellikle daha alçak kesimlere doğru göç eder. Türkiye'de yaşayan öbür serçelerden daha iri olan bu türün uzunluğu 18 cm'dir. Kaya serçesi Kaya serçesi ("Petronia petronia"), serçegiller (Passeridae) familyasından bir serçe türü. Avrupa ve Asya'nın güney kesimleri ile Kuzey Afrika'da yaşar. Türkiye'nin hemen her yerinde görülür. Yaşama ortamı genellikle kayalık yerlerdir. Bazen yuvası yıkıntılar arasında, küçük yerleşim birimlerinde ve ekili alanlardaki ağaç kovuklarında bulunur. Bu türün erkek ve dişisi bayağı serçenin dişisine benzer. Ama tepelerinde grimsi kahverengi, bunun yanlarında daha koyu renkli birer bant vardır. Borland Borland, çeşitli programlama dillerinde yazılan kodları derleyerek çalıştırılabilir hale getiren derleyicileri ve bu derleyicileri kullanan Tümleşik Geliştirme Ortamları'nı üreten ABD merkezli yazılım şirketidir. 1991'de dBase'nin yaratıcısı olan Ashton Tate satın almıştır. En ünlü ürünü Delphi programlama dilidir. Delphi 7 ile .NET desteği vermeye başladı. Delphi 2005'te tamamen .NET platformunda Delphi diliyle yazılım geliştirmeye olanak sağladı. Son sürümü Delphi 2006 Developer Studio ile Delphi, C# ve C++ dillerinde yazılım geliştirecek ortamı programcılara sundu. Borland firmasının ayrıca Interbase veritabanı ürünü bulunmaktadır. Interbase 6.0 versiyonu açık kaynak haline getirildi. Muhabbet kuşu "Bu madde,bir kuş türü hakkındadır. Albüm için Muhabbet Kuşları sayfasına bakınız." Muhabbet kuşu ("Melopsittacus undulatus"), papağan türleri içerisinde yer alan, evcil bir kuş türü. Avustralya kıtasına özgü "Melopsittacus" cinsinin içinde yer alan tek türdür. Küçük, uzun kuyruklu bu kuşlar yabani ortamda genel olarak yeşil veya sarı tüy rengine ve kanatlarında siyah taralı çizgilere sahiptir. Bu alımlı dış görünüşlerinden ötürü, muhabbet kuşları, dünya genelinde yoğun olarak evcil olarak beslenmektedir. Evlerde beslenen muhabbet kuşları mavi, beyaz, tamamen sarı veya tamamen beyaz renge sahip olabildikleri gibi, çok farklı kombinasyonlarda olabilirler. Öyle ki bazı muhabbet kuşlarının ibikleri bile bulunabilmektedir. Doğal ortamlarında ağırlıklı olarak tohumla beslenen bu tür, Avustralya'nın kurak bölgelerindeki zorlu koşullarda beş milyon yıldan beri varlıklarını sürdürmektedir. Ömürleri 15 yıl kadardır. Muhabbet kuşları, kırmızı papağanlar ve incir papağanlarıyla yakın akrabadırlar. Geleneksel olarak çizgili tüyleri nedeniyle muhabbet kuşunun "Neophema" ve "Pezoporus" arasındaki geçiş türü olduğu düşünülmekteydi. Ancak DNA dizileri esas alınarak yapılan son filogenetik çalışmalar, bu kuşların kırmızı papağan (alt familya: Loriinae) ve incir papağanı (oymak: Cyclopsittacini) ile yakın akraba olduğunu ortaya çıkardılar. Doğal ortamlarında muhabbet kuşları, 18 cm uzunluğunda, 30-40 gram ağırlığındadır. Karın ve but bölgeleri açık yeşilken, arka ve kanat yüzeyleri siyah-sarı çizgi ve desenlerle örülüdür. Alın ve surat bölgesi yetişkinlerde sarıdır. Ancak genç bireyler, 3-4 aylıkken yetişkin tüylerine ulaşmaya başlamalarına değin, gagalarının üstündeki zara kadar uzanan siyah çizgiler barındırır. Gırtlaklarının iki yakasında mor bir bölge ve siyah benekler bulunduran bu kuşlar, koyu mavi kuyruğa ve kuyruk tüylerinin dışında açık sarı bölgelere sahiptir. Kanatlarında yeşilli-siyahlı uçuş tüyü barındırırlar. Gagaları zeytin yeşili ve iki parmaklı bacakları mavimsi gri renge sahiptir. Avustralya'da doğal ortamlarında yaşayan muhabbet kuşları, evcil olanlarına göre daha küçüktür. Bunun yanında evcilleşmiş olan kuşlarda mavi, gri, alaca, menekşe gibi renkler hakim olabilir. Ancak evcil hayvan dükkânlarında en çok mavi, yeşil ve sarı olanlarına rastlanır. Birçok diğer papağanda olduğu gibi, bu kuş türünün de kanatları morötesi ışık altında floresan özellik gösterir. Bu durumun cinsel seçilim ve kur yapma ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Burun bölgesinin rengi, cinsiyetler arasında farklılıklar gösterir. Erkek bireylerin burunları mor ve koyu pembeyken, dişilerin burunları beyaza yakın renklere sahiptir. Bazı dişilerin burunları yavrulama dönemlerinde kahverengiye döner. Ancak albinoluk veya bazı diğer genetik bozuklukluğa sahip olan erkeklerin burunları daima açık pembe kalır. Altı aylıktan daha büyük muhabbet kuşlarının cinsiyetleri, gerek burun renkleri, gerek davranışları, gerekse kafatası şekilleri nedeniyle rahatça anlaşılabilir. Erkekler genelde mutlu, dışa dönük, kura yatkın, barışçıl ve ötücüdürler Ele ve omuza gelmeyi severler.Cinsel organları bulunmaz . Dişiler genelde baskın ve sosyal açıdan hoşgörüsüzdür. Birçok kuş gibi, muhabbet kuşlarının da tetrakromatik renk görüşleri bulunur. Buna ek olarak bu kuşlar, morötesi spektrumunda ışıkları da algılayabilmekte ve böylece morötesi ışıkla parlayan tüyleri sayesinde kur yapmaktadır. Gırtlak noktaları morötesi ışıkları yansıtabildiği gibi, bir kuşu diğerinden ayırmada kullanılmaktadır. Muhabbet kuşları göçmen kuşlar olup, genel olarak Avustralya'daki çalılık, çimenlik ve açık ormanlık alanlarda bulunurlar. Genel olarak küçük sürüler halinde gezinen bu kuşlar, bazı durumlarda büyük sürüler de oluşturabilirler. Sürekli yer değiştirme eğiliminde olan muhabbet kuşları, besin ve suyun durumuna göre sürekli göç ederler. Kuraklık sonucunda toplu halde ormanlık veya kıyısal alanlara giderler. Besinlerini genel olarak tohumlar, spinifeksler, çimenler, otlar ve bazen de olgunlaşmış buğdaylar oluşturur. St. Petersburg, Florida, ABD'de doğaya bırakılmış yabani muhabbet kuşu sürüleri 1940'lardan beri gözlenmektedir. Ancak günümüzde 1980'lerin başında oldukları kadar bol değildirler. Bunun nedeni olarak bu kuşların bayağı sığırcık ve serçelerle rekabete girerek bu rekabette yenik düşmesi gösterilmektedir. Muhabbet kuşu, cennet papağanı ("Agapornis roseicollis") ile beraber dünya çapında yoğun olarak evcilleştirilen iki papağan türünden biridir. Geniş kitlelerce bu kuş türü en bilindik evcil papağan ve kafes kuşu olarak bilinmektedir. Bilinen ilk muhabbet kuşu evcilleştirme girişimleri 1850'lere kadar uzanmaktadır. Yetiştiriciler uzun yıllar boyunca bu kuş türünün farklı renk, şekil ve tüy mutasyonlarına sahip bireylerini elde etmek için uğraştı. Elde edilen yeni bireyler arasında albino, mavi renkli, tarçın renkli, düz kanatlı, ibikli, siyah, gri kanatlı, opal, alaca, pullu ve mor renkli bireyler bulunmaktadır. Standart-tip (ya da "İngiliz") muhabbet kuşlarının boyutları, yabani bireylerin yaklaşık iki katı kadardır. Şişkin tüyleri nedeniyle gaga ve gözleri neredeyse görünmez olabilir. Bu İngiliz muhabbet kuşlarının fiyatları daha pahalı, ancak 7–9 yıllık olan ortalama yaşam süreleri diğer türlere göre daha kısadır. Birçok İngiliz muhabbet kuşu sahibi, k
uşlarını gösterilerde görücüye çıkartır. Ancak satıştaki muhabbet kuşları genel olarak yabanileriyle yaklaşık aynı boyuttadır. Muhabbet kuşları zeki ve sosyal hayvanlar olup, oyuncaklara, insanlara ve diğer kuşlara ilgi ve yakınlık duyabilirler. İlgi isteyen hayvanlardır, ilgi görmeyince bunalıma girebilirler. Kendini yolmak, sürekli uyuklamak gibi belirtiler gösterebilirler. Bunun yanında özellikle dişi bireyler odun gibi materyalleri çiğneme eğilimi gösterir. Korktukları zaman kendilerini yerden olabildiğince yükseğe çıkarıp tüylerini derilerine yapıştırarak vücutlarını ince gösterirler. Son derece korkak ve hassas hayvanlardır. Korkudan öldükleri gözlemlenmiştir. Bunun dışında sıcak çöllere adapte oldukları için soğuk havada yaşayamazlar. Temas ettiklerinde ishal başlar ve çok soğuk hava gördüklerinde ya da ceyeran gibi uzun süre soğuk havaya mağruz kaldıklarında ölürler. Evcil muhabbet kuşları konuşmayı öğrenebilir, yeni tür ıslıklar çalabilir ve insanlarla oyun oynayabilir. Dişi ve erkek bireyler mimik sesler öğrenme ve bunları taklit etme eğilimi içindedir. Ancak bu yetenek erkek bireylerde daha gelişmiş durumdadır. Dişi bireyler genelde konuşmayı öğrendiklerinde bir düzineden daha fazla kelime öğrenemez. Erkeklerin öğrendiği kelime sayısı ise yüzlere ulaşabilir. Evcil muhabbet kuşlarının yaşam süreleri beş ilâ sekiz yıl arasında değişir. Ancak 15-20 yıla ulaşan kuşlar bilinmektedir. Yaşam süreleri, egzersiz, beslenme ve yaşam koşullarının iyiliğiyle paralellik gösterir. İngiliz muhabbet kuşlarının ortalama ömrü, alelade muhabbet kuşlarınınkinden daha kısadır. Özellikle dişilerin içgüdüsel olarak sahip olduğu çiğneme isteği, çeşitli yardımcı aletlerle beraber doyrulmalıdır. Bu sayede kuşların gagalarının törpülenme gereksinimi de sağlanmış olur. Bunun yanında her bir muhabbet kuşunun ayrı bir kişiliği olduğu bilinmektedir. Bu nedenle elde tutulma isteği ve beğendiği oyuncaklar gibi tercihleri, bireyden bireye değişmektedir. Bazı muhabbet kuşları ilk günden sahibine alışırken, bazıları 1 sene süre zarfında alışamazlar.Kimi hassas insanlarda, muhabbet kuşlarının bir çeşit hipersensitivite pnömonisi olan "kuş besleyicisi hastalığı"na yol açtığı bilinmektedir. Bu durum genelde bir odada birden fazla muhabbet kuşu besleyen insanlarda görülmektedir. Muhabbet kuşları küçük, fakat aktif, enerjik ve canlı kuşlardır. Bir ya da iki muhabbet kuşu için en küçük kafesin en ve boyu 46 cm kadar olmalıdır. Ancak daha büyük kafesler bu küçük evcil kuşlar için daha da avantajlıdır. Bunun yanında kafes seçiminde boy değil, ene bakılarak karar verilmelidir. Muhabbet kuşları helikopterden ziyade uçaklar gibi yatay olarak uçtuklarından dolayı, yatay olarak geniş kafesler her zaman tercih edilmelidir. Ayrıca kafes telleri arası boşluk 1,25 cm değerinin üzerine çıkmamalıdır. Bunun yanında birden fazla dişiyi aynı kafese koyarken önlem alınması gerekir. Çünkü anlaşamayan dişi kuşlar birbirlerine önemli zararlar verebilirler. Avustralya'daki doğal ortamlarında ot tohumlarıyla beslenen muhabbet kuşları, kuru, filizlenmiş veya ıslak tohumlarla beslenebilirler. Bu kuşlar için kuru tohum ağırlıklı beslenmek sağlıklı değildir. Veterinerler, evcil kuşlar için şu yiyecekleri önermektedir: Bu besinleri sağlamak, kuşların obezite ve lipomadan korunmasına yardımcı olur. Yetişkin muhabbet kuşları, çoğu zamanlarda yeni diyetsel eklentilere hızla uyum sağlayamazlar. Bu nedenle sağlıklı besin verilmesine genç kuşlardan başlanmalıdır. Papağanlar ve muhabbet kuşları taklit yoluyla öğrenirler. Bu nedenle yeni yiyecekleri deneyen bir başka kuş gören diğer kuşlar, bu yeni yiyecekleri denerler. Bu yol dışında, oyuncak aynanın önüne yeni besin konularak alışma sağlanabilir. Muhabbet kuşları da dahil, Kea papağanı hariç olmak üzere tüm papağanlar otçuldur. Ancak çok haşlanmış veya yağda kızartılmış yumurta gibi hayvansal bazı besinler de, ara sıra kullanılmak koşuluyla ve kuşların hızlı büyümesi, üremesi, hızlı tüy dökmesi veya iyileşmesi için gereken hayvansal proteini sağlamak amacıyla kullanılabilir. Ancak gereğinden fazla hayvansal proteinle beslenmek, muhabbet kuşlarının sağlığını olumsuz etkiler. Alkol, avokado, çikolata, kafein, laktoz içerikli besinler, sarımsak ve soğan, muhabbet kuşları için oldukça toksik olup, kesinlikle bu kuşlara verilmemelidir. Doğal ortamlarında, muhabbet kuşlarının Kuzey Avustralya'daki üreme mevsimleri Haziran ile Eylül arası, Güney Avustralya'daki üreme mevsimleri Ağustos ile Ocak arasıdır. Yine de bu kuşlar bol besin bulunduğu sürece, her zaman çiftleşebilirler. Eşlerinin tüylerini gagalarıyla düzelten ve onları bizzat besleyen muhabbet kuşları, genelde kendi yedikleri tohumları eşlerinin ağzına kusarlar. Avustralya çapında bazı bölgelerde tarım suyuna erişilebiliriğin artmasıyla beraber bu kuşların nüfusu hızlı bir artış göstermiştir. Yuvalarını ağaç kovuklarına, çitlere, yerdeki kütüklere yapan muhabbet kuşları, 18 ilâ 21 gün süren kuluçka sürelerinin sonunda 4-6 yavru dünyaya getirir. Yumurtadan çıktıktan 30 gün sonra bu yavrular yuvayı terk etmeye başlar. Doğal ortamda, tüm papağan türlerinin delikli ağaç veya kütüklere gereksinimleri vardır. Bu özellik dolayısıyla, yapay ortamda üretilen yuvalar sayesinde bu kuşların barınma ihtiyacı rahatlıkla sağlanabilir. Yumurtalar 1 ilâ 2 cm uzunlığında düz beyaz renge sahiptir. Dişiler erkek olmaksızın yumurtlayabilir, ancak bu yumurtalar döllenmediğinden dolayı çatlamazlar. Dişi muhabbet kuşlarının burun renkleri yumurtlama dönemlerinde kahverengiye yaklaşır. İlk yumurtlamanın ardından, bir sonraki yumurtlamaya kadar iki gün geçmesi gerekir. Dişiler kuluçka dönemlerinde sadece çok kısa sürelere mahsus yuvalarını terk ederler. Bu süreçte genellikle eşleri olan erkek kuşlar tarafından yuva ağzında beslenirler. Yumurtadan çıkan ilk ve son yavru arasındaki yumurtadan çıkma süresi 9 ilâ 16 günü bulabilir. Emniyetsizlik durumunda dişiler nadiren yumurtalarını yiyebilir. Bazı durumlarda yavrulma sürecinde pürüzler belirebilir. Bunun temel nedenleri arasında hastalıklar ve yetişkinlerin yavrulara saldırması gibi durumlar yer almaktadır. Çoğunlukla dişiler olmak üzere diğer kuşlar yuvaların içinde birbirleriyle veya yavrularla kavga edebilir. Bazı durumlarda çoğunlukla erkekler olmak üzere bazı bireyler karşı cinse ilgi duymayabilir ve üreme gerçekleşmeyebilir. Bunun yanında bazı bireylerin gagalarının üst üste binmesi sonucunda üreme gerçekleşmeyebilir. Muhabbet kuşlarında gözlemlenen birçok sağlık sorunu ve fiziksel anormallikler genetiktir. Yavrulama yaptırılacak kuşların aktif ve sağlıklı oldukları belirlenmelidir. Parazitler ve patojenlere karşı kafes ve yuvalar sıklıkla temizlenmelidir. Aksi takdirde bulaşıcı hastalıklar baş gösterebilir. Yavru kuşlarda görülen ters ayaklılık yüzünden bazı kuşlar düzgün duramaz ve hayatı boyunca sorunlar yaşar. Bu durum yuva zeminine çeşitli yataklıklar veya odunlar koyularak çözülebilir ya da dişi muhabbet kuşunun çiğneyip yataklık yapması için birkaç parça kâğıt, yuvanın içine bırakılabilir. Yumurtalar çatlayana kadar 18–20 günlük bir süre geçer. Doğan yavrular kör, çıplak ve tamamen yardıma muhtaçtır. Yavrular anne tarafından sıcak tutulup beslenir. Yaklaşık 10 günlük yaşına ulaşmış kuşların gözleri açılmaya başlar. Bu süreci tüy çıkışı izler. Muhabbet kuşu yavruları 3. haftalarında tüy çıkarmaya başlar. Bu süreçte baba kuşlar yuvaya sıkça uğrayarak dişi ile yavrulara korunma ve beslenme konusunda yardımcı olur. Ancak yine de bazı dişiler, erkeğin yuvaya girmesini önleyerek tüm sorumluluğu kendileri üstlenirler. Ayak büyüklüğüne bağlı olarak, genelde yalnız kalmış anneler, yavrularını veya yumurtalarını başka bir çifte verebilirler. Bu evlatlık verilen çiftin de üreme dönemi içinde olması gerekir. Evlatlık verilen yavruların bakımı bu yeni aile tarafından üstlenilir. Yavrular büyümeye devam ettikçe, daha uzun süre yalnız kalabilir hale gelmeye başlar. Beşinci haftadan sonra ebeveyn kuşlar rahatlıkla uzun süreli olarak yuvayı terk edebilirler. Bu süreç içerisinde yavru kuş, sürekli olarak kanatlarını gererek ilk uçuşuna hazırlanır. Bunun yanında gürültü yaparak düşmanları yuvadan uzak tutar. Yavrular beşinci haftadan sonra yuvayı terk etmeye başlarlar. İlk terk edişi izleyen bir hafta içinde de tamamen yuvayı terk ederler. Ancak her zaman aynı süreç söz konusu olmayabilir. Genel olarak en yaşlı olan yavru ilk olarak yuvayı terk eder. Ancak bazı durumlarda en küçük yavru, daha erken haftalarda diğer kardeşlerinden önce yuvadan ayrılabilir. Bu durum küçük yavruların, büyük kardeşlerini taklit etmesi sonucu gerçekleşir. Tüm evcil muhabbet kuşları iki farklı renk tonuna sahiptir. Bunlardan ilki beyaz-bazlı renkler (mavi, gri, gri & beyaz), ikincisi ise sarı-bazlı (yeşil, sarı) renklerden oluşur. Günümüzde bilinen otuz iki farklı muhabbet kuşu renk mutasyonu mevcuttur. Bu sayede yüzlerce farklı kombinasyonda ve renkte yeni muhabbet kuşu üretimi yapılabilmektedir. Erkek muhabbet kuşları, konuşma özellikleriyle en bilindik papağan türlerinden biridir. ABD'li Camille Jordan'ın sahibi olduğu, 1994 yılında ölen Puck adlı bir muhabbet kuşu, ezberlediği 1.728 kelime ile herhangi bir diğer kuştan daha çok kelime bilgisine sahipti. Puck'ın bu başarısı, onu 1995 Guinness Rekorlar Kitabı'na geçirdi. 2001 yılında yine Victor adında bir muhabbet kuşunun bazı kayda değer başarıları ilgi uyandırdı. Victor'un sahibi olan Kanadalı Ryan B. Reynolds, kuşunun karşılıklı diyalog içine girebildiğini ve ileri görüşlülük özelliğine sahip olduğunu belirtti. Kuşun kendi ölüm zamanını tahmin ettiğine inanan kesime karşılık, araştırmacılar bu iddianın kuşun kendisi olmaksızın sınanamayacağını belirtti. Motmot Motmot, motmotgiller (Motmotidae) familyasından "Momotus" cinsinden Orta ve Güney Amerika'nın ormanlık kesimlerinde yaşayan uzun kuyruklu kuş türlerinin genel adı. Uzunlukları 17–50 cm, tüyleri genellikle kahverengimsi yeşil, başları ya da kanatları parlak mavi kırçıllıdır. Uçan böcekleri, dallardan topladıkları küçük hayvanları yiy
erek beslenir, aşağı kıvrık gagalarıyla toprağı ya da kumları kazarak yuva hazırlarlar. Altı türünde kuyruğun ortasından çıkan iki telek öbürlerine göre daha uzundur. Bu teleklerin ekseni boyunca sıralanmış dallar çok kırılgan olduğundan, kuşun tüy temizliği yapması sırasında kopar ve dallanmış yapısını yalnız uç bölümünde koruyan telekler uzun saplı yelpazelere benzer. Bayağı ispinoz Bayağı ispinoz ("Fringilla coelebs"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü. Uzunlukları yaklaşık 15 cm, erkeklerin gaga üstü siyah, tepesi, ense ve boyun yanları mavimsi bozdur. Sırtı pas renginde, kuyruksokumu yeşil, kuyruğunun kenar tüyleri beyaz, kanatları siyah ve beyaz çizgilidir. Dişiler ve yavrular daha soluk, kahverengimsi boz renkleri ile ayırt edilir. Şakrak ve yüksek perdeden ötüşleriyle tanınan bu kuşlar ormanlarda, bahçe ve parklarda yaşar. Genellikle ağaç çatallarında kurdukları özenli yuvaları yosun likenle gizlenmiştir. Avrupa'da en yaygın görülen kuşlardan biridir. Afrika'nın kuzeyine ve Asya'nın orta kesimlerine kadar yayılmış olan bu tür, Türkiye'nin hemen her yerinde rastlanan yerli kuşlar arasındadır. Dağ ispinozu Dağ ispinozu ("Fringilla montifringilla"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından bir ispinoz türü. Bayağı ispinoz büyüklüğünde bir kuştur. Soluk butlu olup dıştaki kuyruk tüyleri beyazdır. Göğsü turuncu ve karnı beyazımsıdır. Kanatlar beyaz ve turuncu çizgilidir. Erkeklerin dişilerden farklı olarak baş ve sırt kısmı koyu siyahtır. Dişilerde bu bölümler soluk gridir. Türkiye'de göç sırasında bazı yıllar göç ederken milyonlarcası bir araya gelebilir. İğne yapraklı ve huş ormanlarında ürer. Bir ağaç çatalına kurulan yuva, yosun ve likenlerle süslenir. 4-9 arasında yumurta bırakır. Üreme mevisimi dışında bayağı ispinozla birlikte karışık sürüler oluştururlar. Tohumla beslenirler fakat genç bireyler yaygın bir şekilde böcekle beslenir. Mavi ispinoz Mavi ispinoz ("Fringilla teydea"), ispinozgiller (Fringillidae) familyasından ötücü bir kuş türü. Bu Tenerife adasının hayvan sembolüdür. Kanarya Adalarında yaşayan mavi ispinozun erkeği parlak mavi renkle bezeli, dişisi genel olarak kahverengimsi yeşil sırtlı ve boz karınlıdır. 1100–2000 m yüksekliklerde yaşar, ancak kötü hava şartlarında alçak bölgelere inerler. Dişi bir ağaç çatalına yapmış olduğu yuvasına iki adet yumurta bırakır. Bu kuşlar göç etmez. Temel besinleri tohumdur, ancak genç kuşların birçoğu böceklerle beslenmektedir. Ötüşü kısa olup bayağı ispinozdan zayıftır. Jabiru Jabiru ("Jabiru mycteria"), leylekgiller (Ciconiidae) familyasından And Dağlarının batısı hariç, Meksika'dan Arjantin'e kadar uzanan bölgelerde görülen kuş türü. Tüyleri hemen hemen beyaz, çıplak olan başı ve boynunun üst bölümü siyah ve kırmızıdır. Alışılmadık biçimde kalın olan gagası hafifçe yukarı kıvrılır, yaklaşık 30 cm uzunluğunda, siyah, geniş ve sivridir. Jabiru 140 cm'ye ulaşan uzunluğuyla Amerika'nın en iri uçucu kuşlarından biridir. Kanat açıklığı 2.8 m. ve ağırlıkları en az 8 kg. kadardır. Eşeyler benzerdir ama dişi genellikle erkekten daha küçüktür. Büyük sürüler ya da koloniler oluşturdukları pek görülmez. Nehirler ve gölcüklerin yakınında büyük gruplar halinde yaşarlar ve çok fazla miktarda balık, yumuşakça ve amfibileri yer. Bazen sürüngenler ve küçük memelileri de yerler. Yuva ağustos-eylül aylarında uzun ağaçlarda her iki ebeveyn tarafından inşa edilir. Yuvanın çapı birkaç metreye kadar artabilir. Yarım düzine yuva, birbirine yakın inşa edilebilir, yuvalar bazen balıkçıllar ve diğer kuşların yuvalarının arasında bulunur. Yuvaya 2-5 yumurta bırakılır. Jakamar Jakamar ("Galbula"), Parlak kuşgiller (Galbulidae) familyasına ait tropik kuş türlerini kapsayan bir cins. Amerika'nın tropik bölgelerinde yaşayan bu kuşlar parlak renkleri ve iri başlarından kuyruklarına doğru incelen gövdeleri ile dikkat çeker. Kuyrukları genellikle uzun ve sivri uçlu, bazılarında köşelidir. Çoğunun sırt ve göğüs bölümü mavi, yeşil ya da tunç renginde menevişli, gerdanları erkeklerde beyaz, dişilerde kahverengidir. Orman içinde akarsuların kıyısındaki ağaçlara tüneyen jakamarlar uzun, kesin gagalarını havaya kaldırıp avını bekler. Yakınından kelebek ya da kızböceği gibi uçucu bir böcek geçerken üstüne hızla atılır ve gagasına sıkıştırdığı avını tüneğinde parçalayarak yer. Jakamarlar yumurtalarını yerde ya da bir setin üstünde açtığı oyuğa bırakır. FAMİLYA: PARLAK KUŞGİLLER (GALBULIDAE) Paskuyruk jakamar Paskuyruk jakamar, ("Galbula ruficauda") Galbulidae familyasından bir kuş türüdür. Paskuyruk jakamar, en iyi bilinen türlerden biridir. Yaklaşık 25 cm uzunluğundadır. Meksika'nın güneyinden Arjantin'e kadar uzanan bölgelerde yaşar. Jakana Jakana, jakanagiller (Jacanidae) familyasını oluşturan kuş türlerine verilen ad. Tropik ve astropik bölgelerde yaşayan bu kuşlar yüzen bitkilerin üzerinde yürüyebilmelerini sağlayan uzun ve düz tırnaklarıyla dikkat çeker. Bazı türlerin kanatlarında mahmuza benzer çıkıntılar vardır. Dişileri genellikle çok eşlidir. Dört kadar erkekle beraber olup yumurtlarlar. Tüm yağmurkuşlarında olduğu gibi bu cinste de kuluçka sorumluluğu vardır. Jakanalar, böcekler, bazı omurgasızlar ile beslenirler. Genellikle geniş nilüferler üzerinde yürüyerek avlanırlar. Çoğu jakana türü yerleşiktir, ancak sülün kuyruklu jakanalar kuzey bölgelerden Hindistan Yarımadası'na ve Asya'nın daha güneyine göç eder. Volvoks Volvoks, en iyi bilinen yeşil alg cinsidir. Volvoks aynı zamanda bir mikroskobik canlıdır. Chlamydomanas denilen tek hücreli bir algin bölünmesi ile oluşur. Bu olay izogamiye örnektir. Yaklaşık 200 milyon yıl önce oluştuğu tahmin edilmektedir. İş bölümü ve özelleşme;yani hücreler arası farklılaşma görülür. Koloninin dışındaki hücreler kamçı, kloroplast ve konraktil koful taşır. Bu hücreler koloninin hareketinden, beslenmesinden ve korunmasından sorumludur. İç taraftaki hücreler ise kontraktil (vurgan) koful taşır. Bu hücrelerde koloninin üremesinden sorumludur. Her volvoks binlerce hücrenin sıralanmasıyla oluşur, her biri Chlamydomonas'a benzeyen biflagelladır; birbirine bağlı ve oyuk kürelerde sıralı şekilde, sonraki ve öncekinden ayrılır. Eşeysiz koloniler, üremeyen, somatik ve otçul hücreler ve üreyen gonidia içerir. Üreme boyuna bölünmeyi sağlar. Eşeyli koloniler ve somatik hücreler, ova veya spermatozoa veya ikisinin karışımını içerir. Koloninin arkasındaki bu hücreler, yeni koloniler üretir, önce flagella ana kolonin içinde gelişir ve sonunda, ana koloni patlayarak yeni kolonileri açığa çıkarır. İlk olarak 1700'lü yıllarda, Antonie van Leeuwenhoek tarafından gözlenip rapor edilmiştir. Volvoks, havuzlarda, kuyularda, sığ göllerde bulunur. Bulmak için en uygun yer; çok yağmur suyu alan derin havuzlar, lagünler ve kuyulardır. Yaz mevsiminde, yeşil köpüklerin parçası olarak domuzların bulunduğu çamurlarda bulunur. Toplama için, sürgüleme bezi veya sürgüleme ipeği kullanılır. 15 cm. alanlık bir parça bez, çay süzgecinin üstüne konulur, bir dakikada 4 litre su dökülür. Bu şekilde, bütün Volvoks yarım saatte bir varil su ile korunmuş olur. Eudorina dahi aynı yöntemle toplanabilir. Pandorina, Gonium, and Chlamydomonas gibi küçük Volvoks ailesi üyeleri bezle tutulmak için çok küçüktür, ama malzeme zenginse, su organizmadan daha hızlı akar ve bir şişede toplanır. Birçok organizma bu yolla toplanır, hatta bezden geçecek kadar küçük olsalar bile. İntranet İntranet, sadece belirli bir kuruluş içindeki bilgisayarları, yerel ağları (LAN) ve geniş alan ağlarını (WAN) birbirine bağlayan, çoğunlukla TCP/IP tabanlı bir ağdır. İntranet'ler Ağ geçitleri (İng: "gateways") ile diğer ağlara bağlanabilir. Temel oluşturulma amaçları, kuruluş bünyesinde bilgileri ve bilgi işlem kapasitesini paylaşmaktır. İntranet'ler, şirket(ler) içi tele-konferans uygulamalarında ve farklı birimlerdeki kişilerin bir araya gelebildiği iş gruplarının oluşturulmasında da kullanılırlar. İntranet'ler üzerinden HTTP, FTP gibi pek çok protokol uygulamaları çalıştırılabilir. Günümüzde, İntranet'ler içinde, Web erişimi ile kaynakların kullanımı oldukça yaygındır. Bazı şirketlerdeki intranet'lerden, ateş duvarı (İng: "Firewall") sistemleri üzerinden (bazı emniyet tedbirleri ile), İnternet çıkışı da yapılmaktadır. Bu sayede, her iki yönde de ileti trafiği kontrol edilebilmekte ve güvenlik sağlanmaktadır. İntranet üzerinde; muhasebe, insan kaynakları, üretim otomasyon yazılımları çalıştırmak mümkün olduğu gibi çeşitli veri tabanlarını tutmak ve belge dağıtımı gibi işleri gerçekleştirmek mümkündür. Özünde İnternet teknolojisinin şirket içinde kullanılmasıdır. İntranet dağıtık bilişim stratejilerini destekler. İntranetin üzerinde kuruluşun bütün faaliyetleriyle ilgili modüller çalıştırılıyorsa ve uygun bir modelleme yapılmışsa kuruluş içinde her şeyin bütünleşik çalıştığı, sistemde kendini denetleme mekanizmaları bulunur. Küresel erişim, multimedya olanakları ve düşük maliyet sağlanmış ve bütün bunların bir araya gelmesi İntranet'i güçlü kılmıştır. Türkiyed'de ki en büyük intranet ağı "Polnet" ile Emniyet Genel Müdürlüğü'ne aittir. Belge Dağıtımı, insan kaynakları, eğitim ve oryantasyon, çalışma grupları, ortak iş programlarının kullanılması, üretim, yeni belgeleme sistemlerinin oluşturulması, tedarikçiler ile ilişkiler, sanal alış-veriş, servis ve destek vs.vs. Kâğıthane Kâğıthane, İstanbul'un Avrupa Yakası'nda bir ilçesidir. Kuzeyde Sarıyer, kuzeydoğuda Beşiktaş, doğu ve güneyde Şişli, güneybatıda Beyoğlu ve batıda da Eyüp ile çevrilidir. İlçenin, Kağıthane Deresi'nin sona erdiği kesimde Haliç'e kısa bir kıyısı vardır. Bizans döneminde Kağıthane Deresi'nin adı Barbisos'tu. Kesin bilgiler olmamakla birlikte İstanbul'un fethi sırasında burada bir kâğıt değirmeni bulunduğu ve bu imalathanenin II. Bayezid dönemine (1481-1512) kadar çalıştığı anlaşılır. Evliya Çelebi 17. yüzyılda Kağıthane çevresini anlatırken burada harap durumda bir kâğıthane bulunduğunu anlatır. Semtin ve ilçenin adı, bu kâğıthaneden gelmiş
olmalıdır. Arazi yapısı engebeli olup, derelerden ve vadilerden oluşmuştur. Bu bölgeler ise yerleşim alanı olarak kullanılmaktadır. Kâğıthane, İstanbul'da Haliç'e dökülen bir dereyle, bunun vadisinde eski kâğıt imalathanelerinin bulunması nedeni ile bu adı almıştır. Zamanında bu imalathaneler dışında; un değirmenleri ve baruthanelerin bulunduğu, düzlük kesimlerde ise cirit oyunları ve ok atışı için talim sahaları bulunduğu bilinmektedir. 1530 Haziran ayında Kanuni Sultan Süleyman'ın oğulları Şehzade Mustafa ve Şehzade Mehmet ile Şehzade Selim'in sünnet düğünleri At Meydanı'nda başlamış ve üç hafta devam ettikten sonra Kağıthane sahrasında bir koşu ile sona ermiştir. Kâğıthane 18. yüzyıldan önce de lâleleri ile meşhurdu. Evliya Çelebi buradaki (Lalezar Mesiresi'nde) "Kağıthane Lalesi" ismiyle meşhur "Lale-i Günegün"den bahsederek, "Lale vakti buraya gelenlerin aklı perişan olur" diye yazmıştır. Kâğıthane 18. yüzyılda III. Ahmet'in veziri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın zamanında Lale Devri ile dillere destan olmuştur. 28. Çelebi Mehmet Efendi'nin Paris'ten getirdiği Versay bahçe ve köşklerinin planlarına göre, Kağıthane deresi etrafında padişaha ile vezirlere özgü 60 kadar kasır ve köşk yapılmış ve kıyılar, zamanın münevverlerinin devam ettiği büyük bir Bektaşi Tekkesi ve mezarlığının bulunduğu Karaağaç düzenlenmiştir. Dere kenarları kavak ve çınar ağaçları ile süslenmiştir. En meşhur Kasır, ""Sadabad"" olarak anılmaktadır. Derede çağlayanlar yapılmış, geceleri kaplumbağalar üzerine mumluk dikilerek Lale bahçeleri arasında çırağanlar düzenlenmeye başlanmıştır. O yıllarda Kâğıthane'yi; lale tarlaları, havuzlar, fıskiyeler ve renk renk görünen köşkler birbirini tamamlayan unsurlardı. Yine Sütlüce mevkiinde Giresunlu ve Karaağaç Tekkesi isimli Osmanlı münevverlerinin devam ettiği Bektaşi tekkeleri mevcut idi. Kâğıthane bahçe ve kasırlarının öyküleri, halk arasında türlü dedikodulara yol açmış, bilhassa eğlencelerin alıp yürümesi hoşnutsuzluklara, eleştirilere neden olmuştur. Edebiyata da konu olan bu görünüm ve yapıtlar Patrona Halil İsyanı'nda yıkılarak düz bir alan haline getirilmiştir. Kâğıthane eğlence merasiminin zamanı ilkbahardı. Hıdırellezden itibaren halk kayıklarla, arabalarla tatil günlerinde bu yöreyi doldururdu. Kağıthane, birçok toplantıların yapıldığı, resmi ziyaretlerin, düğünlerin düzenlendiği bir yerdi. 1808 yılında Alemdar Mustafa Paşa'nın davet ettiği İmparatorluk Ayanhane'den ve eşrafı, Kağıthanede toplanarak meşhur "Sened-i İttifak"ı düzenlemişlerdir. Eski Kâğıthane'den bugün hemen hemen hatıra yoktur. Muşhur Karaağaç Tekkesinin kalıntıları üzerine bir partinin il merkezi binası yaptırılmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında Çağlayan ve İmrahor Kasırları yıktırılmış, hatta dere içindeki çağlayanı sağlayan oyma mermer kaideler ve eski nişan taşları da sökülmüş, bugün bir harabe haline gelmiştir. 1481-1512 yılları arasında Osmanlı padişahlarından II. Beyazıt devrinde Candereci Muhittinzade Vakfı ile kurulan ve açıklandığı şekilde devreler geçiren Kağıthane köyü'nün ilk nüvesi, Merkez mahallesindeki yerleşmelerle başlamıştır. Halen Belediye Meydanına bakan "Daye Hatun Camii" bu devirden kalmadır. Eski tarihsel yapıyı taşıyan ahşap evlerden birçok örnek halen göze çarpmaktadır. Bugün İstihkam Okulunun yapıldığı yerde eski kasr yanında günümüze gelmiş olan "Sadabad Camii" bulunmaktadır. Sadabad bahçe ve mesireleri, Osmanlı-Türk toplumundan doğan bütünleşme özelliklerini ortaya koyan önemli örneklerden birisidir. Doğal özellikleri, nedeniyle Kağıthane daha Sadabad bahçeleri gelişmeden de İstanbulluların ve hükümdarların doğa ile bir araya geldikleri yerlerin önde gelenlerindendir. Hükümdarlardan ilk defa Kanuni Sultan Süleyman'ın ilgisini çekmiş olan Kağıthane, III. Ahmet devrinde yaptırılan Sadabad Kasrı ile imar edilmeye başlandı. Nitekim Haliç'e doğru Kağıthane ve Alibey dereleri kıyılarında devletçe parsellenerek, devrin ileri gelenlerine verilen arazide yaptırılan ve sayıları 170'i aşan birbirinden zarif Köşk ve güzel bahçelerle Kağıthane bir yazlık dinlenme sitesi haline gelmişti. Halkın kullandığı geniş mesire çayırlıklarıyla kuşatılan bu kasırlar topluluğu, Sadabad Sarayı ve bahçesiyle birleşerek Haliç'ten Kağıthane köyüne kadar birbirinden güzel bir dizi peyzajı içeren Sübyan Mektebi bir bahçe ve su şehri oldu. Böylece Osmanlı tarihi içinde peyzaj mimarlığı yönünden kentin belli bir kesimi planlı bir biçimde ve kısa bir zaman süresinde rekreasyon amacıyla geliştirilmesi gibi bir olgu ile karşılaşmaktayız. Bu gelişmenin olduğu Lale Devri'nde doğa ve bahçe tutkusu sınırlarını aşarak halka kadar ulaştı. O devirde genel kültürümüzün çeşitleri sanat bölümlerindeki gelişmeler bahçe sanatı da önemli bir yer almıştır. Patrona(Albay) Halil isyanı ile bir enkaz haline gelen Sadabad Kasırları ve bahçelerinin küçük bir bölümü III. Ahmet'ten sonraki hükümdarlar ve özellikle I. Mahmut, III. Selim ve II. Mahmut zamanında onarıldı. Fakat hiçbir zaman Lale devrindeki yapı ve ruh olgunluğuna erişmedi. II. Mahmut tarafından onarılarak "Çağlayan Kasrı" olarak adlandırılan Sadabad 1940'larda yıkılarak askeri okul inşa edildi. Bugün ünlü bahçesinin en önemli özelliklerinden biri olan mermer kaplı kanal ve çağlayanları yapan mermer kaske ve kaselerden birkaç parça kalmıştır. Doğal bir çayırlık olan Kağıthane vadi tabanı su kıyısı ve bitki örtüsünün de, bir kordon gibi dere boylarını takip etmesi ile ortaya çıkan bir görünümdeydi. Gürgen, çınar, kızılağaç, söğüt, ardıç ağaçlıklarının doğal olarak kümelenmiş vadiyi kuşatan dik sırtlar ve tepeler maki ve benzer bitki örtüsü ile kaplı idi. Bodur, yaprağını dökmeyen meşe, yabani sakız, funda, defne, ladin, kocayemiş, katır tırnağı, ateş dikeni, erguvan, çeti vb. çoğunluğunu her dem yeşil makiler teşkil ettiği bu gümrah dokuya yer yer Belgrad ormanlarının uzantısını oluşturan yapraklı orman ağaçları hatırlatılırdı. Kağıthane ve Alibeyköy mesireleri III. Ahmet devrine kadar halkın ilgi gösterdiği birer dinlenme ve eğlence arenalarıydı. 1717'de Sadrazam İbrahim Paşa tarafından verilen bir kır şöleninden sonra, bir harikulade güzel vadi, III. Ahmet'in özel ilgisini çekmiştir. 17. yüzyıl ortalarında yaşamış Evliya Çelebi'nin kaydettiğine nazaran, Kağıthane mesiresi Arap, Acem, Hint, Yemen ve Habeş yani Afrika ve Asya seyyahları arasında emsalsiz bir mesire yeriydi. Hatta bazı kimseler Kağıthane Deresi'ne giderek yüzerler idi. Tarihsel perspektif içinde Kağıthane bahçe ve mesirelerindeki regrasyon türleri, devrin toplumsal ve kültürel özelliklerini yansıtır. Kağıthane, Sadabad ve diğer kasırların yapılması ve buranın gözde bir dinlenme yeri olmasından sonra hükümdar ve devlet büyüklerinin yeni sarayda başladıkları (Çırağan eğlenceleri), buraya aktarılmış oldu. Kağıthane'deki Baruthane ise çok daha eskilere II. Bayezid döneminde kurulmuş; Kanuni döneminde kagire çevrilmiş ve üzeri kurşunla kaplanmıştır. Baruthane, I. İbrahim dönemine kadar üretimini sürdürmüştür. 1955 Nüfus sayımında nüfusu 3.084 olarak tespit edilen Kağıthane nüfusundaki büyük gelişme 1955 yılından sonra başlamıştır. 1 Mart 1963 tarihine kadar köy muhtarlığı ile yönetilmiş, mezbahanın kuzeybatısındaki Pırnala semtinde (Kemerburgaz yolu) üzerinde gelişmeler başlamıştır. 1953'te bir dernek kararıyla Çağlayan ve Hürriyet mahalleleri kurularak, 1934 yılında oluşan yangında evi yananlara dağıtılmıştır. Önce 45 haneyle başlayan yerleşme zamanla çoğalmış ve 1960 yılından önce İstanbul'da girişilen geniş çaptaki, imar hareketlerinden çeşitli yol kamulaştırılmaları nedeni ile Gültepe, Harmantepe, Çeliktepe ve Ortabayır semtlerinde İstanbul Mesken ve Planlama Genel Müdürlüğü tarafından halka yer verilmiş ve böylece bu mahallelerin nüvesi atılmıştır. Kağıthane Belediye sınırları içinde yerleşme merkezde başlamışsa da burada fazla gelişme göstermeden Çağlayan, Çeliktepe ve devamı olan Sultan Selim sırtlarında yoğun bir şekilde yerleşmeler başlamıştır. Kağıthane ilçesi bugün 19 mahalleden ibarettir. Kağıthane'nin merkezi konumu, gerek dönüşüm ve diğer emlak projeleri gerekse metro, Kağıthane ve Dolmabahçe tünelleri, 3. köprü, 3. havalimanı, üç katlı tüp geçit (Büyük İstanbul Tüneli) gibi ulaştırma alanında yaşanan gelişmeler sayesinde ön plana çıkmaktadır. Bugün ilçenin her mahallesinde çok sayıda konut ve ofis projesi hayata geçirilmektedir. Avrupa Yakası'nın gelişmiş bölgelerine halihazırda komşu olan Kağıthane, kuzeyde Cendere aksı-Seyrantepe üzerinden Ayazağa-Maslak ile; doğuda Levent ve Şişli ile; batıda Eyüp ve güneyde Beyoğlu-Taksim ile entegre olmaktadır. İlçe, Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin yeni binasına, özel üniversitelere ve okullara da ev sahipliği yapmaktadır. Kağıthane'nin merkezinde Küçük Kemal Çocuk Sahnesi ile İstanbul Büyük Şehir Belediyesi bünyesinde bulunan Şehir Tiyatroları Sadabad Sahnesi bulunmaktadır. Bunun yanı sıra ilçe belediyesine ait kültür merkezleri de mevcuttur. İlçe nüfusunun büyük bir kısmını Anadolu'dan (daha çok Orta Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu) İstanbul'a çalışmaya gelen insanlardan oluşmaktadır. İlçede hızlı bir yapılaşma görülmekle beraber, inşaata açık arazilerin sınır seviyesine yaklaşması nedeniyle 1960'lardan 2000'li yıllara kadar gözlenen büyük nüfus artış hızı 2000'lerden beri gerilemektedir. Kağıthane ilçesi İstanbul'un Şişli ilçesinin Merkez Bucağı'na bağlı köy statüsündeyken, 8 Temmuz 1987 Tarih ve 19507 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 3392 sayılı Kanunla Şişli ilçesinden ayrılarak müstakil bir ilçe olarak kurulmuştur. 8 Ağustos 1988 tarihinde kaymakamlığın ve diğer resmi dairelerin kurulması ile hizmet vermeye başlamıştır. 26 Mart 1989 tarihinde yapılan mahalli idareler seçimleri ile belediye başkanlığı oluşturulmuştur. En büyük mahalleleri Seyrantepe, Hamidiye, Merkez ve Talatpaşa'dır. Kağıthane ilçesinde 15 yaşın üzerindeki nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı yüzde 88.35'tir. İlçe sınırları içinde 6 okulöncesi eğitim kurumu, 49 ilköğretim okulu ve 15 ortaöğretim kurumu vardır. Kağıthane Devlet Hastanesi ilçe sınırları içindeki
tek hastanedir. Bunun dışında 22 sağlık ocağı ve 40 eczane bulunur. İstanbul Boğazı'nı Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleriyle aşan otoyollar, Kağıthane ilçesinden geçer. Bunlardan O-1 Otoyolu güneyde Şişli İlçesi'yle sınır oluşturur. O-2 Otoyolu ise Kağıthane ilçesinin kuzey kesiminde doğu-batı doğrultusunda izler. Okmeydanı ve Hasdal kavşakları arasında uzanan bir başka otoyol da O-1 ve O-2 otoyollarını birbirine bağlar. Yeni havalimanını merkeze bağlayan iki otoyoldan biri Kemerburgaz ve Göktürk üzerinden Hasdal mevkinde O-2'ye (TEM) entegre olmaktadır. Kabataş-Mahmutbey metrosu ilçenin güneyinden geçmektedir. 2019 yılında tamamlanması planlanan Büyük İstanbul Tüneli (üç katlı tüp geçit), Ümraniye Çamlık'tan gelerek Avrupa yakasında Kağıthane Hasdal Kavşağı'na bağlanacaktır. İstinye-İTÜ-Ayazağa-Kağıthane ile Üçüncü Havalimanı-Gayrettepe metroları, ayrıca yeniden canlandırılacak olan Haliç-Karadeniz sahra (Dekovil) hattı yine ilçeden geçmektedir. Kağıthane'de Merkez'de bulunan Hasbahçe Spor Kompleksi'nin içerisinde futbol sahası, basketbol, voleybol sahaları ile güreş ve cirit sahaları vardır. Ayrıca ilçenin 6 ayrı noktasında açık alan spor sahaları mevcuttur. İlçe sınırları içerisinde 2 adet yüzme havuzu ve spor salonu vardır. İlçede 30'a yakın spor kulübü mevcuttur. Başta Sadabad Kasrı olmak üzere eski kasırlara ait bazı kalıntılar ilçedeki başlıca tarihsel yapılardır. Bunun dışında kalan diğer yapılar da; Kasr-ı Neşat & Kasr-ı Cenan, Çeşme-i Nûr (III. Ahmed Çeşmesi), Atiye Sultan Sarayı (Kağıthane Kasrı Hümayunu - Küçük Zabit Mektebi), Yeni Çeşme ya da II. Abdülhamid Çeşmesi, Koşu Köşkü, Aziziye Camii (Sadabad Camii - Çağlayan Camii), Mir-i Ahur (İmrahor) Kasrı, İmrahor Çeşmesi (III. Murad Çeşmesi), Poligon Çeşmesi, Poligon Sarayı, II. Mahmud Nişantaşı, Kağıthane Köyü, Karakolhane Koğuşu, Kağıthane Cendere Su Terfi İstasyonu, Su Terazisi, Daye Hatun Sıbyan Mektebi'dir. Bezgin Bekir Bezgin Bekir, karikatürist Tuncay Akgün tarafından yaratılmış bir çizgi karakter. Gözleri her zaman yarı açıktır ve genellikle koltuğunda otururken ya da yatarken, bolca yastığın ve kedinin olduğu bir ortamda görülür. Bekir, üşengeç bir karakterdir. Karakter bazı toplumsal olaylara tepkiler verir. Limon dergisinin ilk sayısında çizerin 'Kısırdöngü' köşesindeki karakterlerden biriydi. Dikkat çekerek diğerlerinden ayrıldı ve yoluna bağımsız devam etti. Akgün karakterini şöyle tanımlıyor: "Bekir'in yavaşlığında bir tavır var, bu tavır zamanı algılamayla ilgili. Buradaki zamanın algılanması ise daha çok doğu kültürüyle bağlantılı. Yavaşlığın içinde bir hal vardır, bir olma hali, bir mertebe... Bezgin Bekir bizdeki o duyguyu çıkartmış olduğu için de kabul görmüş olabilir. Ama yavaşlığın parçası olan tembelliği de çok ciddiye alıyorum." Üşengeç ve tembel kişilerin tanımlanmasında kullanılır. Ezan Ezan (Arapça: الأذان), İslam dininde namaz vaktinin geldiğini insanlara bildirmek için yapılan çağrıya verilen isimdir. "Ezân-ı Muhammedî" olarak da adlandırılır. Ezan okuyan kişiye müezzin denir. Arapça'da "duyuru, ilan, çağrı" anlamlarına gelen ""adhan"" sözcüğünden Türkçeye geçmiştir. Kökeni Türkçedeki "izin" sözcüğünün de kaynağı olan Arapça ""idin" (kulak verme)" sözcüğüdür. İlk ezan 622 yılında okundu. Ezandan önce Müslümanları namaza çağırmak için çeşitli yöntemler kullanılmaktaydı. Sabit bir yöntemde karar vermek üzere Muhammed'in de katıldığı istişare toplantılarında ortak bir karara varılmamış olup daha sonraları sahabeden bazı kimselerin (Abdullah bin Zeyd) gördükleri rüyalar sonuncunda mevcut ezan kullanılmaya başlanmıştır. Muhammed'in emriyle ilk ezan Bilal-i Habeşi tarafından okunmuştur. Ezan ile ilgili Kur'an'ın Maide ve Cuma surelerinde çeşitli ayetler mevcuttur. (*) Bu kısım sadece sabah namazı için okunur. (***) "Ben tanıklık ederim ki Ali Allah'ın velisidir" sözü Şii ezanına da dahil değildir. Ezan şartı niyetiyle okunursa ezan batıl kabul edilir. Ancak Ali'ye saygı ve sevginin ifadesi olarak okunmasında sakınca görülmez. Fâtımî/İsmâ‘îlî/Davudî Bohra'ya göre "Eş-hedu enne Mevlânâ Aliyen Veli ul-Lâh" ("Ali'nin Allâh-u Zülcelâl-i vel-İkrâm'ın Vekili olduğuna tanıklık ederim") cümlesi ezânda söylenir ama ikâmede yer almaz, ve "Eş-hedu enne Muhammeden-rasūl ul-Lâh" şeklinde ikişer defa tekrarlanır. Ayrıca "Muhammedun -ve- Ali-un Khayr-ul-beşer ve itrât-u- humâ Khayr-ul-itâr" "(Muhammed ve Ali en yüce insanlar ve onların soyları da en yücelerdendir.)" denir. Yedinci kısımdaki "Hayya 'âla-Khayri'l-amel" ifadesinden den sonra Eimmet Fatimiyyîn'den beri "İki" kez tekrarlanır. "(İkâmede ise bunun yerine yine İki defa "Kad kamatis Salât" denir)." Bundan başka, Muhammed'in ölümünden sonra ezandan çıkarılan "Hayyâ 'âla-Khayri'l amel" de yüksek sesle, onun sünnetine uygun şekilde iki kez söylenir. İslam dininde genel kabule göre ezan okurken kıbleye yönelinir. Müezzin, "Hayya ales-salah" derken sağ tarafa, "hayya alel-felah" derken sol tarafa döner. Ezanda sesin yükselmesine yardımcı olsun diye iki parmağın uçları ile iki kulağın tıkandığı gözlenir. Ezanda, her cümle arasında bir bekleme yapılır. İkinci cümlelerde ses biraz daha yükseltilir. Buna teressül, irtisal denilir. Araplardan farklı olarak Türklerde ezan her vakit farklı bir makamda okunur. Buna göre; Sabah Ezanı: Sabâ makamında, Öğle Ezanı: Rast makamında, İkindi Ezanı: Hicaz makamında, Akşam Ezanı: Segah makamında, Yatsı Ezanı: Uşşak makamında okunur. Cuma namazından önce verilen salâ da Hüseynî makamından söylenir. İlk Türkçe ezan 3 Şubat 1932'de Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii'nde okunmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile de ezanın sadece Türkçe okunmasına karar verilmiştir. Uygulama 16 Haziran 1950 tarihinde kabul edilen kanuna kadar sürmüş olup bu kanun ile ezanın okunmasında kullanılacak dil serbest bırakılmıştır. Türk millî marşının 8. kıtasında ezanın sürekliliği için dua yapılır. Bu kıta şu şekildedir: Rûhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli; Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli! Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. Ezanın hoparlör kullanılarak okunması bazı dini yorumlarda uygunsuz karşılanır. Edip Yüksel Edip Yüksel (d. 20 Aralık 1957, Güroymak), Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan Kürt asıllı Türk araştırmacı ve yazar. İngilizce ve Türkçe dillerinde birçok kitap kaleme almıştır. Edip Yüksel 1957 yılında Norşîn'de Sadrettin Yüksel'in oğlu olarak doğdu. Metin, Müfid, Süreyya ve Nedim Yüksel'in kardeşidir. 12 Eylül Darbesi öncesi İstanbul Akıncılar Derneği bünyesinde etkinliklerde bulundu. Darbeden sonra yargılandı. O yıllarda İslami camiada genç ve popüler bir yazar olan Edip Yüksel 1 Temmuz 1986 tarihinden itibaren hadis, sünnet ve icmâyı (müctehidlerin görüş birliği) mezhepçi öğretiler ve Allah'ın hükmüne ortak koşmak olarak gören "reformist" düşüncelerini yaymaya başladı. Bu düşünceleri nedeniyle babasının da dahil olduğu bir dini kesim tarafından "mürted" (dinden dönen) ilan edilince ABD'ye yerleşti ve Reşad Halife'nin öğrencisi oldu. Daha sonra Tucson'a tașınan Yüksel burada Hukuk'ta Doktora eğitimini tamamladı ve United Submitters International'in tanınan üyelerinden biri oldu. 1993'te ABD vatandaşlığını elde etti. Düşüncelerini yaymak için bazı web siteleri oluşturdu ve kitaplar yazdı. Türkiye'de çeşitli tartışma programlarına katıldı. Edip Yüksel, Arizona'da bir yüksek öğrenim kurumunda yarı zamanlı olarak felsefe hocalığı yapmaktadır. Evli ve iki erkek çocuk babasıdır. ASCII tablosu ASCII İngilizce'de kullanılan Latin alfabesi üzerine kurulmuş bir karakter kodlamasıdır. Zeroconf "Sıfır ayarlama" anlamına gelen "Zero Configuration"ın kısaltması Zeroconf, ayarlama veya sunucu gerektirmeden, otomatik olarak kulanışlı IP ağı oluşturmayı sağlayan yöntemlere verilen addır. Aile Aile, toplumun en küçük birimi olarak kabul edilir. Çekirdek ailedeki çocukların evlenmesiyle de yeni bir çekirdek aile ortaya çıkar. Ama aile sözcüğünün bundan daha geniş anlamı da vardır. Daha çok sayıda akrabadan oluşan birimi, hatta bir soyu ya da sülaleyi tanımlamak için de aile sözcüğü kullanılır. "Aile" sözcüğü günlük dilde çok değişik grupları tanımlamak için de kullanılır. Örneğin "Bu bir aile toplantısıdır" dendiğinde, o toplantıda yalnızca akrabaların bulunacağı anlaşılır. Bunlar amcalar, dayılar, teyzeler, halalar, yeğenler ve evlilik bağıyla aileye katılmış kişilerdir. Bütün bunlar bize, "aile" kavramının her zaman evliliğe ya da ortak atalara dayalı ilişkileri kapsadığını göstermektedir. Aile kelimesi dilimize Arapça عائلة /‘ā’ile/ kelimesinden geçmiştir. Türkçede "aile" anlamında "bark, eş, ev, hanedan, familya, karı, kodak, ocak, odbaşı, sülale" gibi sözcükler de bulunmaktadır. Anadolu ağızlarında "aile" anlamında "ayol, ceme, cibi, çanfır, çıba çoluk, genekop, hızan, mahluh, mavul, ocağ, oruk, şenlik, tayfa, tutun, uruk, üdegi" gibi sözcükler tespit edilmiştir. "Ana madde: Çekirdek aile" Çağdaş toplumlarda, yeni evlenen çiftler genellikle baba evinden ayrılarak yeni bir evde yaşamaya başlarlar. Oysa bundan yüz, iki yüz yıl önce yeni evliler, damadın ya da gelinin ailesin yanında otururlardı. Anne, baba, kızlar, damatlar, oğullar, gelinler ve torunların aynı çatı altında yaşadığı böyle ailelere geniş aile deniyordu. Bu gelenek, tarıma dayalı geleneksel yapısını koruyan birçok toplumda bugün de sürmektedir. Sanayileşmiş çağdaş toplumlarda, özellikle kentlerde geniş aileler yerini giderek küçük ailelere bırakmıştır. Anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan bu küçük ailelere çekirdek aile denir. Çekirdek aile, yalnız birey sayısıyla değil yapısıyla da geniş aileden çok farklıdır. Çekirdek aile, kentlerdeki yaşam ve üretim koşullarına bağlı olarak doğmuştur. Kırsal kesimde aile, çoğu kez bütün bireylerin birlikte çalışıp birlikte ürettikleri ekonomik bir birimdir. Ama aile kentlerde bu özelliğini yitirir. Aile bireyleri, üretimin aile dışında yapılmasından dolayı, ev dışında çalışarak bağımsız hale g
elirler. Bu durum, geniş ailedeki katı alt-üst ilişkilerini ortadan kaldırır ve ailede daha eşitlikçi ilişkilerin oluşmasını sağlar. Çocukların bilgi ve beceri edinmelerini, toplumla bütünleşmelerini sağlama işlevini üstlenen aile, bireyin geleceğinin bir parçasıdır. Birçok toplumda ailenin temelini evlilik oluşturur. Hemen bütün ülkelerde ailenin kurulması ve aile birliğinin bozulması yasalarla düzenlenmiştir. Bugün birçok ülkede evlilikler tekeşlidir. Bu, evlilik bağının yalnızca bir erkek ile bir kadın arasında kurulabileceği anlamına gelir (bknz Evlilik) Evlilik bir erkek ve bir kadın ile kurulabileceği gibi, günümüzde eşcinsel evlilik'lerin yasal olduğu ülkelerde iki kadın ya da iki erkek arasında da kurulabilir Bu tür evliliklere monogami denir. Oysa bazı ülkelerde bir erkek birden çok kadınla, bir kadın birden çok erkekle evlenebilir. Çokeşli bu tür evliliklere poligami denir. Bir erkeğin birden çok kadınla evliliğine poligini adı verilir. Bu tür evlilikte aynı evin içinde her kadının kendi çocuklarıyla birlikte oturduğu ayrı birimler oluşur. Bu geleneğe bazı Asya ve Afrika ülkelerinde, özellikle zenginler arasında yaygın olarak rastlanır. Buna karşılık bazı toplumlarda, örneğin Hindistan'daki Toda'lar ve Nayar'lar arasında kadınların birden çok erkekle evlenmesi olağandır. Buna da poliandri denir. Eski Türk toplumlarında aile büyük önem taşırdı. Tekeşli evlilik temeline dayanan ailelerde kadın ile erkek arasında eşitlik vardı. Türklerin İslam dinini benimsemesinden sonra, ailenin yapısı bu dinin etkisiyle değişti. Bu ailede erkek, mutlak egemenlik ve dört kadınla evlenebilme hakkı kazandı. Bu gelenek Cumhuriyet dönemine kadar sürdü. 1926'da kabul edilen Türk Medeni Kanunu, çokeşliliğe son verip tekeşli evliliğe dayanan aile yapısını yasalaştırdı. Türkiye'nin kırsal kesimlerinde geleneksel geniş aile tipi yaygındır. Bununla birlikte, özellikle içgöçler ve kentleşme nedeniyle geniş aileler parçalanarak yerlerini çekirdek ailelere bırakmaktadır. Çağdaş bir toplumun getirdiği sorunlar çoğu kez aile yaşamında gerilimlere yol açar. Bu gerilimler ana babaları boşanmaya kadar götürebilir. Gelişmiş ülkelerde boşanma oranının giderek artması, çağdaş ailenin başarılı olmadığı görüşünü yaygınlaştırmaktadır. Dünyanın birçok yerinde, ana babalarının ayrılmasından etkilenen çocukların sayısı sürekli artmaktadır. Boşanma sonucunda çocukların bakımı anneye ya da babaya kalmaktadır. Bunun sonucunda son yıllarda anne-çocuk ya da baba-çocuktan oluşan yeni bir aile tipi ortaya çıkmıştır. Bu beraberlik, boşanma anından başlayıp çocuğa bakan annenin ya da babanın yeniden evlenmesine kadar süren bir ilişkidir. Boşanmanın insanları evlenmekten caydırmadığı da bir gerçektir. Boşananların çoğu, genellikle kendileri gibi boşanmış kişilerle yeniden evlenmektedirler. Ne var ki kadının ve erkeğin ilk evliliklerinden olan çocuklarına, ikinci evlilikten "yeni" çocukların katılmasıyla aile içi ilişkiler daha sorunlu hale gelmektedir. Junko Junko, kiraz kuşugiller (Emberizidae) familyasından "Junco" cinsini oluşturan kuş türlerine verilen ad. Uçuş sırasında kesikli ya da cıvıltılı sesler çıkarırlar ve kuyruklarının iki yanında bulunan beyaz tüyler bir görünüp bir kaybolur. Kara gözlü junko Kara gözlü junko ("Junco hyemalis"), kiraz kuşugiller (Emberizidae) familyasından Kanada'dan Apalaş Dağlarına kadar uzanan bölgede yaşayan bir junko türü. Meksika junkosu Meksika junkosu ("Junco phaeonotus"), kiraz kuşugiller (Emberizidae) familyasından göz renginin sarı olmasıyla dikkat çeken bir junko türü. Kagu Kagu ("Rhynochetos jubatus"), Rhynochetidae familyasına ait, Yeni Kaledonya'ya özgü, uçamayan bir kuş türüdür. Soyu tükenmek üzere olan bu kuşun uzunluğu 55 cm dolayındadır. Vücudu tıknaz, seyrek tüyleri genel olarak boz, gaga, bacak ve gözleri kızıla yakın turuncu renktedir. Kagular ormanda salyangozları ve böcekleri yiyerek beslenir. Yeni Kalendonya'ya köpeklerin getirilmesi bu kuşların sayılarını azaltan temel etken olmuştur. Kakadu Kakadu, kakadugiller (Cacatuidae) familyasını oluşturan doğal olarak Malakka Yarımadasın'dan Solomon adalarına kadar uzanan bölgede ve Avustralya'da bulunan türlere verilen ad. On yedi türden oluşan bu papağanların çoğu vücutlarına serptirilmiş kırmızı ya da sarı renkleri dışında beyaz, bazıları siyah renklidir. Kıvrık ve sağlam gagaları kabuklu yemişleri kırmaya, kökleri bulup çıkarmaya ya da ağaç kabuklarının altındaki böcek larvalarını avlamaya yarar. Solucana benzeyen dilleri beslenmelerine yardımcı olur. Kakadular ağaç tepelerinde yaşar ve ağaç kovuklarında barınır. Gürültülü geniş sürüler halinde tarla ürünlerini yağmalayarak zarar verdikleri de olur. Kakadular çok çeşitli sesler çıkarabilir. Islık çalarlar ve telefon çalması ,insan sesi gibi sesleri taklit edebilirler. İyi konuşabilme yeteneğine sahip olanlarına ender olarak rastlanır. Bazıları 50 yıldan fazla yaşar. Pembe kakadu Pembe kakadu ("Cacatua leadbeateri"), kakadugiller (Cacatuidae) familyasından 38 cm uzunluğunda tüyleri pembe, öne doğru uzamış tepeliği kırmızı ve sarı bir bantla bezeli kakadu türü. Avustralya'nın iç kesimlerinde geniş dağılım gösteren bu tür,eğitilmesi en güç olanıdır. Palmiye kakadusu Palmiye kakadusu ("Probosciger aterrimus"), kakadugiller (Cacatuidae) familyasından Avustralya'nın kuzeydoğu kesimlerinde, Yeni Gine Adası ve Aru Adalarında görülen kuş türü. Palmiye kakadusu kakaduların en iri yapılı ve tüm papağanların en iri gagalı olanıdır. Yalnız yaşayan ve uzunluğu 65–75 cm arasında değişen bu türün kırmızı renkli çıplak yüzü heyecanlandığında mavileşir. Dış kaynak kullanımı Dış kaynak kullanımı (DKK) (), en basit haliyle daha önce şirket içinde üretilen bir mal ya da hizmetin dışarıdan tedarik edilmesidir. Dış kaynak kullanımı kavramı 1980'li yıllardan itibaren ilk olarak kullanılmaya başlansa da bir yönetim stratejisi ve iş modeli olarak 1990'lı yıllardan itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır. "Dış kaynak kullanmak" kelimesi Oxford English Dictionary'de ilk kez 1979 yılında "to outsource" ismiyle yer almıştır. "Dış kaynak kullanımı" ifadesi ise 1981 yılında Business Week’te çıkan bir makalede "Outsourcing" ismiyle ilk kez literatürde kullanılmıştır. Oxford English Dictionary DKK’nı ""Bazı mal ya da hizmetleri, bir sözleşme kapsamında organizasyonun dışındaki bir kaynaktan sağlama"" olarak tanımlamaktadır. Günümüz iş dünyasında önde gelen eğilimlerden bir tanesi de firmaların önceliklerini belirlemeleri ve var olan kaynaklarını bu öncelikleri oluşturan aktivitelere ve süreçlere harcamalarıdır. Bu konuda Prahalad ve Hamel “Gelecekte çok az firma dünya çapında beş ya da daha fazla temel yeteneğe () sahip olacaktır” diyerek, firmaların kendi öz ya da temel yeteneklerine odaklanmak zorunda kalacaklarına vurgu yapmışlardır. Temel yeteneklere odaklanmak firmalar açısından makul bir gelişme olmakla birlikte burada dikkat edilmesi gereken firmaların hâlihazırda yapmayı sürdürdükleri onlarca aktivite ya da süreçlerden hangilerinin temel yetenek olduğuna doğru karar verilmesidir. Bu noktada Prahalad ve Hamel, temel yetenek alanlarını ortaya çıkarmak için üç kriter ortaya koymaktadırlar: Temel yetenekleri bu şekilde tanımlarsak temel olmayan yetenekleri () ise bunların dışında kalan, iş süreçlerinin düzgün işlemesi için önemli role sahip olan fakat ürünlerin oluşumunda kendi başına önemli bir role sahip olmayan aktiviteler olarak tanımlayabiliriz. İşletmelerin, sadece kendi sahip oldukları yetenek ve becerileri esas alan işlerin dışındaki; öz veya temel yeteneklerin kullanılmadığı işlerin, işletme dışından kendi alanında uzmanlaşmış başka işletmelerden almasına dış kaynak kullanımı (outsourcing) denir. Bu noktada dış kaynak kullanımının iki önemli ayağı vardır: Dünyada yaygın dış kaynak kullanım alanları şunlardır: Pembe üçgen Pembe üçgen (Almanca: "Rosa Winkel"), eşcinsel kültürün en sık rastlanan ve en popüler simgelerinden biridir. Kökeni II. Dünya Savaşı'na uzanan Pembe Üçgen, Naziler tarafından cinsel yönelimi nedeniyle toplama kamplarına konulmuş eşcinsel erkeklere (gey) verilmiştir. Yine cinsel yönelimi nedeniyle tutuklanmış eşcinsel kadınlar (lezbiyen) ise Siyah Üçgen takmak zorunda bırakılmıştır . Eşcinseller, Nazi rejiminin baskı ve soykırımına maruz kalan gruplardan biridir. Pembe Üçgen, Gökkuşağı Bayrağı ile birlikte eşcinsel yürüyüşlerinin ve eşcinsel haklarının başlıca sembollerinden biri olarak kullanılmaktadır. Pembe üçgenin tarihi II. Dünya Savaşı'ndan önce, Adolf Hitler'in iktidara gelişiyle başlar. Dönemin Alman yasalarında eşcinsel ilişkiyi yasaklayan 175. madde, 1935 yılında elden geçirildi ve öpüşmek, sarılmak, eşcinsel fantaziler ve eşcinsel eylemleri kapsayacak şekilde genişletildi (bu madde 1969 yılına kadar Batı Almanya'da yürürlükte kalmıştır). Bu maddeden suçlu bulunan kişiler önce hapse ardından da toplama kamplarına gönderildiler (1937-39 yılları arasında yaklaşık 25 bin kişi). Cezaları kısırlaştırmaktı ve bu cezanın uygulama yöntemi de hadım etmekti. 1942 yılında bu ceza Hitler tarafından idama çevrildi. Toplama kampındaki mahkûmların tümü mahkûmiyetlerinin nedenini belirten belirli renkte ters bir üçgen takmak zorundaydı. Bu belirteçler, mahkûmlar arasındaki hiyerarşiyi de belirliyordu. Yeşil üçgen takan adi suçlu, kırmızı üçgen takan siyasi suçlu demekti. Davut'un Kalkanı'nı oluşturacak şekilde iki sarı üçgen, Yahudi mahkûmları tanımlıyordu. Pembe üçgen ise eşcinseller içindi. Birbirinin üzerinde bulunan bir pembe üçgen ve Davut'un yıldızı ise mahkûmların en düşüğüne işaret ediyordu: Eşcinsel bir Yahudi. Toplama kamplarında en ağır işlere koşulan eşcinsel mahkûmlar; gardiyan, nöbetçi ve diğer mahkûmların saldırı ve tacizlerine de maruz kalıyorlardı. Eşcinsel mahkûmların toplam sayıları bilinmese de 1940-1944 yıllarına ilişkin Nazilerin resmi kayıtları, gerçek sayıdan düşük olduğu tahmin edilen 10 bin mahkûmdan söz etmektedir. Eşcinsel mahkûmların topluca Auschwitz ölüm kampına yollanmadıkları iddia edilse de, bu kampta Ya
hudilerin yanı sıra birçok eşcinselin de katledildiği bilinmektedir. Nazi rejimi sırasında öldürülen eşcinsel erkek sayısının 50-100 bin, eşcinsel kadın sayısının ise 10-25 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. 1970'lerde eşcinsel özgürlükçü gruplar pembe üçgeni eşcinsel hakları hareketi kapsamında yeniden gündeme getirdiler. Bu simge baskıya ve haksız cezalandırmaya dikkat çekmenin yanı sıra kolay taşınabiliyordu. 1980'lerde ACT UP (AIDS Coalition to Unleash Power - Gücün Açığa Çıkması İçin AIDS Koalisyonu) pembe üçgeni kendi tanıtımlarında kullanmaya başladı. ACT UP simgeyi ters çevrilerek yukarıyı göstermesini, dolayısıyla, pasif bir şekilde kadere teslim olmaktansa aktif olarak mücadele etmeyi simgelemesini sağladılar. Pembe üçgen günümüzde, birçokları için eşcinsel bilinci, dayanışmayı ve ikinci bir soykırım yaşanmasına izin vermemeyi simgeler. Saz kamışçını Saz kamışçını ("Acrocephalus scirpaceus"), ötleğengiller (Sylviidae) familyasından uzunluğu 12 cm, tüyleri üst bölümlerinde kızıla çalan açık kahverengi, alt bölümlerinde uçuk sarı olan kuş türü. Bu tür, orta kuşak Palearktik bölgede ürer; kışın Palearktik bölgenin güneyinde ve Etiyopyen bölgede geçirir. Yazın Türkiye'nin hemen her bölgesindeki sazlık bataklıklarda görülebilir. Tehlikeli Oyunlar (roman) Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay'ın ikinci romanıdır. 1973 yılında yayımlandı. 1970’te TRT’nin Roman Ödülü’nü kazanan Tutunamayanlar’dan sonra yazarla 16 Mart 1971 tarihinde yapılan söyleşide, yazar yeni bir romana başladığını ve 30-40 sayfa kadar yazdığını söylemektedir: Olaylar, karakter Hikmet Benol'un etrafında gelişir. Atay edebiyatının ayırıcı özelliklerinden biri olan oyun motifi, romanın bütününe hakimdir. Hikmet olanları, kafasında fanteziler şeklinde büyütür, rüyalar görür, bazı yerlerde gerçek ve fantezi karışır. Olayları bazen gerçeküstü ya da gerçek dışı anlatır. Ardından gerçek aktarılır. Bazen de önce gerçek aktarılır, ardından Hikmet'in olmasını istediği şekliyle olay tekrar aktarılır. Atay, romanının baş kahramanını olumsuz bir tip olarak çizmiştir: Baş kahraman Hikmet, hayatı yetersiz bulur. Halinden şikayetçidir ama işlerin düzelmesi konusunda hiç ümidi yoktur. Kendince bazı seyler düzeltmek için verdiği ufak çabaları da sonuçsuz kalır. Ruhsal bunalım yaşayan, uyum sağlamakta zorlanan Hikmet, yazarın da belirttiği gibi bir "tutunamayan" örneğidir. Yazar, Hikmet’i yaratırken birçok kaynaktan beslenmiş: William Shakespeare'in Hamlet'i ve İncil’deki kutsal üçlü (teslis) bunlardan ikisi. Hikmet, teslisteki İsa figürünü canlandırıyor. Tanrı ve Meryem Ana’yı çağrıştıran figürler de Hikmet’in aynı gecekonduda yaşadığı (ya da yaşadığını hayal ettiği) Albay ve Nurhayat Hanım karakterleri. Mekânın gecekondu olarak seçilmesi de tesadüf değildir. Kent kökenli olan Hikmet için gecekondu aykırı bir mekândır ve bunun yarattığı yabancılaştırıcı etkiyi, soyut iç dünya atmosferi yaratmak için kullanılır. Romanda yine Tutunamayanlar gibi iç konuşmalara oldukça sık rastlanır ve okuyucuya aktarılan Hikmet’in yaşamının düş mü gerçek mi olduğu netleştirilmez. Düşle gerçeğin birbirine karışması, üstkurmacanın kurgunun ana ilkesi olması Tehlikeli Oyunlar’ı postmodernist roman kategorisine dahil ediyor. Aynı zamanda Tehlikeli Oyunlar postmodernizmin Türk edebiyatındaki ilk örneği kabul ediliyor. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar‘ı oluştururken birçok kitaptan ve kaynaktan etkilendiği söyleniyor. Bunların başında James Joyce’un Ulysses’i ve Vladimir Nabokov’un Solgun Ateş’i geliyor. Solgun Ateş’in Tutunamayanlar üzerinde de etkili olduğu söyleniyor. Bu romanın bir bölümünde Oğuz Atay’ın kullandığı yöntem Nabokov’un romanının esasını oluşturuyor. İki roman da ölen birinin ardından yakın bir dostunun yazdığı bir önsözle başlıyor; üstkurmaca, oyunlar, şiirler iki romanda da kullanılıyor. Yıldız Ecevit,"Türk Romanında Postmodernist Açılımlar" adlı eserinde romanın yapısalcı bir çözümlemesini de yapmıştır. Tehlikeli Oyunlar, 2009 yılında Seyyar Sahne adlı tiyatro topluluğu tarafından tiyatro oyunu olarak uyarlanarak sahnelendi. Tehlikeli Oyunlar Büyük kamışçın Büyük kamışçın ("Acrocephalus arundinaceus"), ötleğengiller (Sylviidae) familyasından 19 cm uzunluğunda bir kamışçın türü. Vücut yapısı ve rengi ile bayağı kamışçını andırır. Geniş sazlıklarda yaşar. Yazın Türkiye'nin her bölgesindeki sulak alanlarda seyrek olarak görülebilir. İhtiyoloji İhtiyoloji ya da balık bilimi, zoolojinin balıklarla ilgilenen alt dalıdır. Kemikli balıklar (Osteichthyes), köpek balığı gibi kıkırdaklı balıklar (Chondrichthyes) ve çenesiz balıklar (Agnatha) ilgi alanıdır. Tüm diğer omurgalı türlerinin sayısı kadar balık türü bulunduğu ve balıklar çok uzun zamandır evrimleştiği için, balık sınıflandırması ve biliminde halen bilinmeyenle karşı karşıya kalınmaktadır. Balık biyolojisi ve davranışları halen tam olarak çözülmüş değildir. Entomoloji Entomoloji ya da böcek bilimi, böcekleri inceleyen bilim dalı. Uzmanlarına entomolog ya da böcek bilimci adı verilir. Hayvanlar âleminin en kalabalık sınıfı olan , 700.000'i aşkın bilinen türün yanı sıra en az o kadar tanımlanmamış böcek türünü kapsar. Böylesine zengin bir tür çeşitliliği gösteren böcekler, doğal olarak insan yaşamında öbür hayvanlardan çok daha büyük bir önem taşır. Biyolojinin diğer alanları gibi entomoloji de birçok alt dala (ekoloji, etoloji, fizyoloji, sistematik entomoloji v.s.) ayrılmıştır. Bu alt dalların çoğunda hem uygulamalı, hem de sırf araştırmaya yönelik çalışmalar yapılır. Uygulamalı entomoloji çalışmaları böcekleri zararları ve yararları açısından incelerken kuramsal araştırmaların amacı, bütün böceklere ilişkin temel bilgileri toplamaktadır. Uygulamalı entomoloji, tarla ve bahçe bitkileri yetiştiriciliği ile ormancılık gibi alanlarla yakından ilişkilidir. Bugün çağdaş entomoloji çalışmalarının odak noktası hâlâ taksonominin tanımlama evresindedir ve (pulkanatlılar) takımından kelebekler ve güveler gibi en iyi incelenmiş gruplarda bile sürekli yeni türler tanımlanmaktadır. Larva ve erişkin biçimleri birbirinden çok farklı olan bütün başkalaşmalı böceklerin erişkinleri dışında böceklerin hayat evrelerini tanımlamak genellikle son derece güçtür. İstavrit İstavrit, Trachuridae familyasından "Trachurus" cinsini oluşturan balık türlerine verilen ad. Birbirine çok benzeyen bu balıkların vücudu yanlardan biraz basık ve iğ biçimindedir. Ağzı öne doğru uzayabilme yeteneğinde, dişleri ince, gözleri iri, kuyruğu derin çatallıdır. Birinci sırt yüzgeci kısa ve ikinci sırt yüzgecinden yüksektir. İkinci sırt yüzgeci ve anüs yüzgeci kuyruğa doğru alçalarak uzar. Alt bölümü gümüş renginde, sırtı lacivert ya da yeşilimsidir. Gövdesinin orta bölümünde bir kıvrım yapan ve kalkan pul denen iri pulların örttüğü yanal çizgisi çok belirgindir. Sırt yüzgecine koşut uzanan ve yanal çizgi ile aynı işlevi gören yalancı yanal çizgi yalnız bu cins üyelerinde görülür. Yalancı yanal çizgi aynı zamanda istavrit türlerinin kolayca ayırt edilmesine de yarar. İstavritlerin yavruları yaygın olarak kıraça adıyla tanınır. Sürgün Marsias Marsias, Yunan mitolojisinde, Frigyalı ünlü bir satyrdir. Armoniyi icat ettiği söylenen Hyagnis'in oğludur. Efsaneye göre, M.Ö. 4000 yıllarında, Tanrıça Athena geyik kemiği (ya da bir başka söylenceye göre Büyük Menderes Çayı'nın kaynağındaki bir gölde yetişen uzun sazlar) üzerine delikler açarak ilk flütü icat eder. Buluşu ile gurur duyan Athena, tanrılar önünde çalmak için tanrıların ziyafetine katılır. Şölende Aphrodite ve Hera, flüt çalarken yüzünün aldığı şekille alay edince Athena sinirlenir ve toplantıyı terkeder. Ida Dağı eteklerinde bir su kaynağına gidip yansımasında, çalarken yanaklarının şiştiğini ve çirkinleştiğini görünce, flütü lanetleyip atar ve onu tekrar kullananı çok büyük cezalara çarptırılmasını diler. Bundan haberi olmayan çoban Marsias kırlarda dolaşırken flütü bulur, çalmaya başlar ve sesine hayran kalır. Bir tanrıçanın eseri olduğu için çok güzel sesler çıkaran flütü büyük bir beceriyle çalan çoban Marsias, çok güzel ezgiler çıkarmaya başlar. Ünü kısa sürede çevreye yayılır, güzel sanatların ve müziğin tanrısı Apollon'a kadar ulaşır. Apollon da müziğe düşkündür ve lir çalmakta çok ustadır. Kimse onunla yarışmaya cesaret edemez. Tanrı Apollon , Marsias'in müzikteki şöhretini kıskanır ve onu herkesin önünde yarışmaya davet eder. Yenenin yenilene istediği cezayı verebileceğini belirtir. Yarışma, tanrı Timolos'un dağı olan Bozdağ'ın eteklerinde, Frigya Kralı Midas'ın başkanlığındaki üç kişilik bir jüri heyeti ve halkın önünde yapılır. Apollon liriyle tanrısal ezgiler çalarken sanat ve su perileri olan müzler, koro halinde eşlik ederler. Marsias flüt çalmaya başlayınca tanrı Apollon'dan aşağı kalmaz, o da çok güzel ezgiler çalar. Halk Marsias'ı alkışlayıp, tempo tutar. Apollon'un cezalandırmasından korkan jüri kararını açıkladığında, Kral Midas adil davranarak iki puan sayılan oyunu Marsias'a verir ve berabere kalırlar. Hikâyenin bu noktasında, Apollon'un nasıl meydan okuduğu ile ilgili iki farklı inanış vardır: Birincisine göre Marsias, beraberlikten hoşnut, ayrılmak üzere iken Apollon lirini baş aşağı çevirip aynı melodiyi çalar, Marsias'tan aynısını yapmasını ister. Jüri, bu meydan okumanın adil olduğuna karar verir. Flütün tersten ses çıkarmaması yüzünden Marsias yenilir. Diğer inanışa göre ise berabere kaldıklarını gören Apollon, lirini çalarken şarkı söylemeye başlar. "İşte" der şarkısında, "Sen de aynısını yap! Kavalını çalarken şarkı söylemeni istiyorum!". Marsias itiraz eder, karşılaştırılması gereken aletin kullanımındaki ustalıktır, sesin değerlendirme dışı kalması gerekir. Apollo, buna karşılık olarak, Marsias'ında flütünü üflerken temelde aynı şeyi yaptığını, enstrümanının sesine kendi sesini kattığını iddia eder. Jüri, Apollon'un iddiasını kabul eder. Marsias, deneyip yapamadığını görünce Apollon'un oyununa geldiğini fark eder. Apollon gibi çalamayacağını itiraf etmek zorunda kalır ve yarışmayı kaybeder. Apollon, Mi
das'ın oyunu Marsias’tan yana kullanmasına çok kızar. Kulaklarının iyi işitmediğini ve insana özgü kulakları hak etmediğini söyleyerek Midas'ın kulaklarını uzatıp eşek kulaklarına çevirir. Marsias'ı da kayalıkta bir zeytin ağacına astırıp diri diri derisini yüzdürür ve çeşitli işkencelerle öldürtür. Marsias'ın ölümüne üzülen kayaların ağlayarak Suçıkan kayalıklarını oluşturduğu söylenir. Bir başka söylenceye göre flüt ustasına üzülen sanat perileri müzler (müza da denir) öylesine ağlamışlardır ki gözyaşları dağların arasından akıp Marsias ırmağını oluşturmuştur. Yine bir başka söylence de Apollon'un daha sonradan yaptığına pişman olduğu, lirini kırıp bir daha hiç çalmadığı ve Marsias’ı bir ırmak haline getirdiği yolundadır. Satir Satir, Antik Yunan mitolojisinde yer alan yarı keçi yarı insan kır ve orman iyesi. Roma mitolojisindeki karşılığı faundur. Çoğunlukla gövdelerinin belden üstü insan, belden aşağısı ise teke biçimindedir. Satirleri tasvir eden eserlerde ortak özellik, keçi boynuzlu, sivri ve uzun kulaklı, atınkine benzeyen uzun kuyruklu ve göze çarpan penisidir. Satirler çoğunlukla da ellerindeki flüt ve ardından koştukları nemfler ve mainadlar ile birlikte tasvir edilir. Şarap tanrısı Dionysos ile birlikte şarap içerler, kırlarda dans ederler. Yaşlanan satirlere silenos denir. Özel olarak Dionysos'u yetiştiren yaratığın adı da Silenos'tur. Yunan heykel ustası Praksiteles, satirleri bedenlerindeki hayvan özelliklerini en aza indirerek yakışıklı ve genç bir erkek olarak göstererek yeni bir satir tipi yaratmıştır. Aynı zamanda çoğu filme konu olmuşlardır. Örneğin Narnia Günlükleri Aslan Cadı Ve Dolap adlı filmde Satir adlı yaratığa yer verilmiştir.Ayrıca Percy Jackson ve olimposlular serisinde ise bir satir-çocuk olan ana karakterlerden Kıvırcık'a rastlanılmaktadır. Dişi satirlere ise satires (Satyresses) denilmektedir. İnsan başı ve gövdesine sahip, genellikle çıplak göğüslü, belinden aşağı tarafı ise keçi şeklinde tasvir edilir. Terminolojide nadiren faunes ( fauness) olarak rastlanır. Barodentalji Barodentalji, genellikle dalgıçlar, uçak yolcuları, havacılık personelinde basınç değişimi ile görülen diş ağrısıdır. Boyle Kanunu'na göre, bir gazın hacmi, basıncı ve sıcaklığına bağlıdır. Havada 3000 m'den yukarda ve suda 10 metreden aşağıda gaz basınç değişimi hissedilir hale gelir. Bu durumdan dolayı bazı insanlarda ""Barodentalji"" denilen diş ağrısı görülebilir. Dalgıçlık Dalgıçlık veya dalıcılık, su altında kalmak üzere suya dalma sporu. Bu sporda nefes alma aygıtları kullanıldığı gibi, bu aygıtlar olmadan da bu spor yapılabilmektedir. İnsanlar çok eski çağlardan beri değişik aparatlar kullanarak su altında daha uzun süreler kalmayı denemiştir. MÖ 500 yıllarına ait resimlerde su altında, hayvan derilerinden yapılmış tulumlar içindeki havayı soluyarak avlanan Eski Yunan dalgıçlar betimlenmiştir. Özellikle Amerika'daki kolonilerden Avrupa'ya değerli eşyalar taşıyan gemilerin, korsanların ilgi odağı haline gelip birçok geminin batırılmasıyla, bu batan gemilerdeki yüklerin çıkartılması ihtiyacı insanoğlunu daha derine inmek ve orada daha uzun süre kalabilmek için yeni icatlar yapmaya itmiştir. Dalış Çanları'nın kullanılmaya başlanması bu yıllara dayanır. Bir sonraki gelişme yüzey destekli su altı soluma aparatlarıdır ki, Jules Verne'in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabı yayınlandığında bunlar 20 yıla yakın bir zamandır kullanılmaktaydı. Ancak dalışta en büyük devrim 1943'te Fransız kaşif Jacques-Yves Cousteau'nun geliştirdiği regülatör sayesinde olmuştur. Cousteau'nun "su ciğeri" adını verdiği yüksek basınçlı bir tüp ve tek kademeli regülatörden oluşan aparat, insanın yüzeye hiçbir bağımlılık duymadan hayal bile edemeyeceği derinliklere inip uzun süreler kalabilmesine olanak sağlamıştır. Su altında nefes tutarak yapılan dalıştır. Yüksek basınçlı hava ile doldurulmuş tüpteki gazı soluyarak, yüzeye bağımlı olmaksızın yapılan aletli dalıştır. "Self Contained Underwater Breathing Apparatus" kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Scuba (Tüplü Dalış) dünyanın en olağanüstü keyiflerinden biridir. Ancak mutlaka özel bir eğitimden geçilerek yapılmalıdır. Eğitimsiz dalış çok tehlikeli olabilir. Dünyanın her yerinde ve Türkiye ile KKTC`de bu eğitimleri yetkili kuruluşlardan almak mümkündür. Bu sporla ilgilenenlerde görülebilecek bazı sağlık problemleri; Bu seviyeler dalış eğitiminin alındığı kuruluşlara göre farklılık gösterir. Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu (TSSF)/CMAS eğitimi almak Türkiye'de dalış yapmak için yeterlidir. Bu sisteme göre seviyeler : Mathematica Mathematica, Wolfram Research tarafından üretilmiş olan, tanınmış bir simgesel matematik yazılımıdır. "Kernel-front end" mantığında çalışır. Çizeysel arayüzlüdür ve denklem girmesi kolaydır. Matematiksel her türlü hesaplamalar yapan genel bir sistem olan mathematica sayısal işlemler yapan bir hesap makinesi gibi de algılanabilir. Bunun yanında sembolik hesaplamalar ve grafik nesneler ile de çalışır. Basic, fortran, pascal ve c programlama dilleriyle de temelde benzerlik taşımaktadır.. Mathematica yoğun hesaplamalar gerektiren işlemler için zaman kayıbını ortadan kaldırmaktadır. Veri analizi, fonsiyonların grafiklerine dair animasyonlar, olasılık işlemlerindeki zenginlik, fizik, kimya, biyoloji ve mühendislikteki çeşitli uygulamalar, görüntü işleme vb. alanlarda Mathematica güçlü bir yazılımdır (Ufuktepe, Kutucu ve Bingül, 2008). Mathematica, yüksek boyutlarda veriyi şaşırtıcı bir şekilde hızlı ve kolay işleyebilen, laplas, fourier dönüşümlerini, ve analizlerini yapabilen, ve bunlar gibi çok çeşitli fonksiyonları kolayca gerçekleştirebilen hazır araçlara sahiptir. Nümerik özelliklerinin yanında, Mathematica cebrik işlemleri yapmayı kolaylaştıran geniş bir araç kutusuna güçlü bir sembolik işlem yapabilme yeteneğine sahiptir. Mathematica notebookları mühendislere hazırladıkları projeleri düzenli ve etkileyici bir formatta sunmaları için uygun yaratılmıştır. Mathematica notebookları, hazırlanan hesaplamaların, analizlerin, formüllerin, ve çizilen grafiklerin otomatik olarak yerleştirildiği interaktif dökümanlardır. Hesaplamaları, analizleri yaptıktan, grafikleri çizdikten sonra, notebook’a kısaca açıklamalar, başlıklar ve görseller ekleyerek, çalışma dökümanları bir sunum haline getirilebilir. Sonuçta Mathematica her türlü hesaplama işlemine uygundur ve bu yüzden web ortamındaki işlemlere çok geniş açılımlar sağlar. 4. mathematica, Doç. Dr. Enis SINIKSARAN, Türkmen Kitabevi Carl Zuckmayer Carl Zuckmayer (d. 27 Aralık 1896 - ö. 18 Ocak 1977), Alman oyun yazarıdır. En ünlü eseri Köpenickli Yüzbaşı'dır (Oturma İzni). 1931'de yazılan bu oyun anti-militarist ögeler içermektedir. Zuckmayer Zuckmayer: Kanada kazı Kanada kazı ("Branta canadensis"), ördekgiller (Anatidae) familyasına ait bir kaz türü. Sırtı kahverengi, göğsü daha açık renk, başı ve boynu siyah, yüzünün yanları ve kuyrukaltı tüyleri beyazdır. Büyüklükleri 76–110 cm, Kanat açıklıkları 127-180 cmdir. Bu iyi bilinen tür, Kuzey Amerika'ya özgüdür. Kanada ve kuzey Amerika Birleşik Devletleri'nde içeride değişik habitatlarda yaşarlar. Beslenmesi genellikle yeşil bitkilere ve tahıla dayanır. Kar baykuşu Kar baykuşu ("Bubo scandiacus"), baykuşgiller (Strigidae) familyasından tundralarda yaşayan beyaz baykuş türü. Büyük sarı gözleriyle tanınan beyaz bir kuştur. Uzunlukları 60 cm, kanat açıklığı 125–150 cm olup uzun ve geniştir. Yetişkin erkekler neredeyse bembeyazdır. Gençler irice, benekli olup, düz çizgiler hakimdir. Ayakları tüylerle kaplıdır. Kulak püskülleri bulunmaz. Başta kemirgenler olmak üzere küçük memelileri ve kuşları yiyerek beslenir. Yuvaları açık alanlarda ve toprak üstündedir. Dişi kuş yuvaya 5-14 arasında yumurta bırakır. Kar baykuşunun değişik ötüşleri vardır. Ötüşü hemen hemen ördek sesine benzeyen krek-krek-krek-krek, ve pyee-pyee-pyee-pyeedir. Kuzey Kutup Bölgesi'ne yakın tundralarda yaşayan bu kuşlar bazen Avrasya ve Kuzey Amerika'nın güneyine doğru iner. Kar kazı Kar kazı ("Anser caerulescens"), ördekgiller familyasında Kuzey Kutup Bölgesi ve yakınlarında üreyen bir kaz türü. Erişkinlerin genellikle bacakları ve gagası pembe, tüyleri yalnız kanat uçlarında siyah, öbür bölümlerinde beyazdır. Ama "Anser caerulescens caerulescens" alt türünde başı ve boynunun üst bölümleri beyaz, öbür bölümleri boz ve siyahımsı tüylerle kaplı olan bireylere rastlanır. Kar kazları kışın Japonya ve ABD'nin doğu kıyılarına göç eder. Karabaş ötleğen Karabaş ötleğen ("Sylvia atricapilla"), ötleğengiller (Sylviidae) familyasından Avrupa ve Afrika'nın kuzeybatısından Asya'nın orta kesimlerine kadar dağılım gösteren ötleğen türü. Uzunluğu 14 cm, tüyleri üst bölümlerinde kahverengimsi, alt bölümlerinde ve yüzünde bozdur. Erkeğin tepesinde siyah, dişinin tepesinde kızılımsı kahengi geniş bir leke bulunur. Ormanlık ve çalılık yerlerde, park ve bahçelerde görülen güzel ötüşlü kuşlardır. Türkiye'de Akdeniz Bölgesi'nin güney ve güneybatı kesimlerinde kışın çok az sayıda görülen bu kuşlar yazın Karadeniz ve Marmara bölgelerinin geniş yapraklı ormanlarında, göç sırasında hemen hemen her yerde görülür. Bayağı kardinal kuşu Bayağı kardinal kuşu ("Cardinalis cardinalis"), kardinal kuşugiller (Cardinalidae) familyasından ötücü bir kuş türü. Kuzey Amerika'da Kayalık Dağların doğusunda bulunur. 20 cm uzunluğunda olan bu kuşların sivri bir tepeliği vardır. Erkeği parlak kızıl, dişisi ise çoğunlukla kahverengidir. Çiftler yıl boyunca bahçelerde ve açık ormanlarda öterler. Marmara Adası Marmara Adası, Marmara Denizi'nin güneybatısında bulunan Marmara Adaları'nın en büyüğü ve Balıkesir'e bağlı olan bir adadır. Gökçeada'dan sonra Türkiye'nin ikinci büyük adası olup İstanbul'a deniz otobüsüyle 2,5 saat, gemiyle 5 saat; Erdek'e ise gemiyle 1 saat 45 dakika uzaklıktadır. Nüfus yazın artar ve birçok otel, hotel, pansiyona ev sahipliği yapmaktadır. Adanın merkezinden başka, köyleri de turizm amaçlı hizmet verir. Marmara Adası'na yaz
sezonunda İstanbul'dan her gün 2 ya da 3 deniz otobusü ve İDO'ya ait gemi tarifeli sefer yapmaktadır, haftasonları ek seferler de konulmaktadır. Adadaki ilk yerleşme Antik Çağda Miletoslularca kuruldu. Bir deniz ticaret kolonisi olarak kurulan Prokonnesos kenti, adaya da adını verdi. Birçok kez yağmalanan Prokennesos, Roma Döneminde Hıristiyanların sürgün yeriydi. Bizans Döneminde keşişlerin yerleştiği adaya, Osmanlı topraklarına katıldıktan sonra 15. yüzyıldan başlayarak Türkler de yerleştirildi. Ada halkının çoğunluğunu oluşturan Rumlar yüzyıllarca Türklerle yan yana yaşadı. Günümüzde Roma, Bizans ve Osmanlı Dönemi tarihi eserleri adada kısmen mevcuttur. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen birçok mermer eser Roma ve Bizans Dönemlerinde adanın mermerleri ile yapılmıştır. Lozan Antlaşması'nın mübadele maddesi hükümleri uyarınca Rumlar Yunanistan'a gitmek zorunda kalınca, adaya özellikle Karadeniz Bölgesi'nden gelenler yerleştirildi. Rum nüfus Yunanistan'a göçerek Halkidiki yarımadasında Neos Marmaras (Νέος Μαρμαράς, Yeni Marmara) yerleşimini kurdu. 4 Ocak 1935'teki Erdek Depremi adada büyük bir yıkıma yol açtı. Yüzölçümü 117,18 kilometre karedir. Kabaca bir elipsi andıran adanın orta kesimleri dağlık, kuzeyi ve güneyi ise genellikle tepeliktir. Kuzeyde şerit biçiminde yayılan tepelik alan batıya doğru daralır. Badalan Körfezi'nin doğusunda genişleyen bu tepelerin yüksekliği doğuda 337 m'yi bulur. Adanın kuzey kesimindeki bu tepelik alanın güneyinde yer alan Karabanlar Tepesi 346 m'ye, Yavuzaki sırtı ise 359 m'ye kadar ulaşır. Orta kesimdeki dağlık alan, batıda Keltepe'de 516 m'ye, doğudaki Viranköy Tepesi'nde 598 m'ye yükselir. Bu dağlık alanın ve adanın en yüksek noktası ortabatı kesiminde 699 m'ye kadar uzanan Büyükçayır Doruğudur. Adanın güney kıyılarına doğru, kuzey kesimdekini andıran, ama yüksekliği 300 m'yi aşmayan tepelik bir alana geçilir. Güneydoğu'da tepelerin arasında önemli bir tarım alanı olan Topağaç Ovası yer alır. Ovanın ortalama taban genişliği 1 km kadardır. Marmara Adası'nda yer yer Kızılçam ormanlarına rastlanır. Daha kurak olan güney kesiminde makiler yaygındır. Marmara'nın orta bölümünde bulunduğu için bölge iklimi gibi bazı özellikler taşır. Akdeniz ikliminin birçok özelliğini yansıttığı gibi Karadeniz'in etkisi de kendini gösterir. Kış döneminde bu bölgenin güneyinde ve Akdeniz üzerinde oluşan hava akımları alanı orta ve doğu Avrupa üzerinde bulunan kuzey cephenin güneye doğru kayması sonucu batıdan gelen kar ve yağmur getiren siklonların ve bunların cephesel faaliyetlerinin etkisinde kalır. Yaz dönemleri ise bu faaliyetler ortadan kalkar. Bunun yerini farklı bir sistem alır. Bu değişim güneşin görünürdeki hareketi ile Büyük Sahra üzerindeki yüksek basınç kuşağının Akdeniz üzerine yerleşmesi ve bu iklim bölgesinin Marmara'yı etkisel altına almasında ileri gelir. Ortalama sıcaklık ile en soğuk ay Ocak'tır. Yaz döneminde bir tarafta Basra Körfezi'nde oluşan alçak basınç, diğer taraftan Avrupa üzerindeki yüksek basıncın sonucu ada kuzey, kuzeybatı yönlü rüzgarların etkisinde kalır. İki farklı iklim bölgesi ortasında yer aldığı için ada yazın kuzeydeki soğuk cephenin dalgalanışına bağlı olarak bazen kısa süreli fırtınaların etkisinde kalır. En sıcak ay 24.6 ortalama sıcaklık ile Temmuz'dur. Yağmurlar en çok Aralık ayında görülür. Nadir olarak yağan kar Ocak ve Şubat aylarında düşer. Yıllık ortalama yağış miktarı : 700.2 mm'dir. Marmara Adası'nın sahip olduğu mermer yatakları nemi emdiğinden, diğer adalar gibi rutubetli bir iklime sahip değildir. Marmara Adaları'nın en yükseği olan Marmara Adası doğal bitki örtüsü açısından öbür adalardan ayrılır. Takım adanın geri kalan bölümünde step görünümü egemen iken, Marmara Adası'nda yer yer Kızılçam ormanlarına rastlanır. Daha kurakçıl olan güney kesimde makiler yaygındır. Orman örtüsünün bulunduğu kuzey kesim ise bitki örtüsü bakımından daha zengindir. Ayrıca Marmara Adası zeytin ağaçları bakımından zengin bir yöredir. Başlıca ekonomik etkinlikler, eskiden beri sürdürülen zeytincilik, bağcılık, şarapçılık, balıkçılık ve mermer madenciliğidir. Yaz aylarında gelen turistler ile otelcilik de önem kazanır. Ada halkı geçimini büyük oranla zeytincilik ve balıkçılıktan sağlar. 1960'lı yıllarda gelişkin olan balıkçılık, adada balık konserveciliğinin yapılmasında etkili olmuştur ancak günümüzde balıkçılığın eski etkisini kaybetmesi yüzünden konservecilik etkisini kaybetmiştir. Eskiden kılıçbalığı avlamak için ideal bir yer olan Marmara Adası günümüzde düzensiz avlanma sonucu balıkların azalması ile bu önemini de yavaşça yitirmektedir. Saraylar Beldesi'nde yapılan mermer çıkarma işlemleri bu beldenin son yıllarda gelişmesini sağlamıştır. Buradan çıkan mermerlerin çevre illere taşınma ihtiyacı Saraylar Beldesi'nde deniz taşımacılığını geliştirmekle beraber, çevre iller ile adanın iletişimini daha güçlü bir hale getirmiştir. Mermer çıkarma işlemleri yüzünden adanın kuzey bölümünün bir kısmına büyük oyuklar hakimdir. Ada halkının en önemli geçim kaynaklarından biri ise zeytinciliktir. Ufak çaplı girişimciler topladıkları zeytinleri kendi yağhanelerinde zeytin yağına çevirirler. Diğer zeytin üreticileri ise topladıkları zeytinlerin büyük bir kısmını Marmarabirlik kurumuna satarlar. Marmarabirlik kurumu ada zeytincilerinin büyük bir kesimi ile anlaşmalı olarak çalışmaktadır. Bağcılıktan elde edilen üzümler ile çeşitli meşrubatlar yapılır ya da bu üzümler şarap yapımında kullanılır. Büyük bir ihracat ve kar payı olmasa bile, bağcılık ada halkı için bir gelir kaynağıdır. Adanın etrafı boyunca irili ufaklı birçok plaj bulunur. Merkeze en yakın plaj Kole Plajı'dır. Merkezde Kole Plajı ile başlayan bu plajlar Çınarlı Köyü'ne kadar irili ufaklı devam eder. Çınarlı Plajı'na varıncaya kadar Şifalı Su, Mestenağa ve Manastır Plajı gibi birçok plaj ihtiva eden Marmara Adası'nın en farklı plajı ise Aba Plajı'dır. Çünkü Aba Plajı diğer kumul plajların aksine çakıl taşları ile doludur ve merkezi gören güzel bir manzarası vardır. Ayrıca akıntı diğer koylara oranla daha kuvvetli olduğu için genellikle suyu derin ve soğuktur. Bir başka değişik plaj ise Şifalı Su Plajı'dır. Dağdan inen içimlik suyun denize dökülmesi ile denizin kıyılarını daha soğuk hale getiren bu suyun şifalı olduğuna inanılır. Etrafı doğal kayalar ile örtülü olan bu plaj bu nedenle turistik bakımdan değerli hale gelmiştir. Ayrıca kano ve tekne kiralanarak adanın birbirine yakın olan bu plajları deniz yoluyla dolaşılabilir. Gündoğdu Köyü'nde bulunan plaj köyün kıyı kesimini tamamen kaplayan sığ bir koydur. Köyün güneyinde bulunan burun akıntıyı büyük ölçüde keserek bu plajın suyunu sakin bir hale getirir. Adanın en ufak köyü olan Asmalı ise küçük ve bakir koylar ihtiva eder. Topağaç ise tarım alanı olduğundan plaj köy merkezine diğer köylere oranla daha uzak kalır. Saraylar plajı ise kumunun renginin açık olmasıyla dikkat çeker. Genellikle bu bölgede işçi insanlar yaşar ve bu nedenle iş saatinde plaj tenha kalır. Kumun renginin açık olması suyun rengini de açık gösterir. Adaya Tekirdağ, İstanbul illerinden ve Balıkesir'e bağlı Erdek ilçesinden deniz taşımacılığı vardır. Tekirdağ'dan ve Erdek'ten arabalı vapur ve yolcu vapurları ulaşımı sağlarken, İstanbul'dan İDO'ya bağlı deniz otobüsü çalışmaktadır. Tekirdağ'dan ve Erdek'ten deniz yoluyla 2 saat sürerken İstanbul'dan 2,5 saat sürmektedir. Tarih, Deniz, Doğa İşte Marmara (Marmara Belediyesi Yayınları 2005) Amanita Amanita, Amanitaceae familyasından şapkalı mantar cinsi. Bu cinsin en bilinen üyeleri beyaz benekli kırmızı şapkalı ve halüsinojen bir mantar olan "Amanita muscaria" ve en tehlikeli zehirli mantarlardan olan "Amanita phalloides" ve "Amanita virosa"dır. Türün bazı üyeleri zehirliyken bazı üyeleri de yenilebilmektedir. Cinsin genel özellikleri, beyaz sporlar ve başlangıçta mantarı kaplayan bir zardır. Alt tür Alt tür, en az bir morfolojik karakter bakımından fark eden ve coğrafi olarak sınırlandırılmış yerel populasyonlardır. Alt tür botanikte ssp. veya subsp. şeklinde kısaltılarak gösterilmektedir. Zoolojide herhangi bir ek kullanılmaz. Örneğin: Bir türün alt türleri arasında üreme engeli olmamakla birlikte deniz, dağ gibi coğrafi engeller sonucu döllenme gerçekleşmemektedir. Yani kendi içlerinde kapalı bir sistem oluştururlar. Sadece kendi içlerinde gen alışverişinde bulunan populasyonlar zamanla türün diğer populasyonlarından farklılaşırlar. Bu durum zamanla üreme engeli oluşturur ve ortaya yep yeni bir tür çıkar. Varyete (biyoloji) Varyete, en az bir morfolojik özellik bakımından türden ayrılan, türün yayılış alanı içerisinde küçük veya büyük gruplar halinde bulunan topluluktur. var. işareti ile gösterilir. Takım (biyoloji) Takım (İngilizce: "order"), biyolojide kullanılan bilimsel sınıflandırmada, birer ana (birincil) sınıflandırma basamağı olan sınıf ve familya arasında yer alan bir başka ana basamağı ya da o basamakta yer alan bir canlı grubunu (takson) tanımlar. Sınıf Sınıf kavramı, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Melez (biyoloji) Melez, hibrid olarak da bilinir, iki farklı hayvanın veya bitkinin birleşmesinden ortaya çıkan yeni tür. Farklı türler arasında gerçekleştirilen hibridler dölverimsiz, kısır hayvanlardır. Aynı türün farklı ırkları arasında gerçekleştirilen melezlemelerde ise dölverimi devam etmekle birlikte yavruların bir kısmında anne-babalarının değil daha uzak atalarının genetik özelliklerinde yavrular ortaya çıkabilir. Mantıksal kapı Mantıksal kapılar (ingl. "gate") Dijital teknik te belirli Boole cebiri mantıksal operatörleri girişlerine uygulandığı takdirde, uygun mantıksal sonuçlar üretirler. Sayısal elektronik sistemlerin en önemli elemanları, mantıksal (Lojik) kapılardır. Mantıksal kapıların temel elemanları VE, VEYA ve DEĞİL kapılarıdır, bu kapılar özel devre sembolleri ile gösterilirler. Diğer tüm spesifik kapılar bu kapılardan türetilmiştir. Ve kapısı VE kapısı, devredeki lambanın yanması için, seri bağlı A ve B anahtarlarının her ikisinin de kapalı (
1 durumunda) olması gerekir. Doğruluk tablosunun son sütunu, A ve B değişkenlerinin çarpımı ile elde edilir.(Y=AXB) Bu işlemi yapan lojik devreye VE KAPISI (And Gate) denir. Birleşme mantık bağlacının dijital sistemlerdeki karşılığıdır. VE Kapısı, sadece tüm girişleri 1 ise 1 verir, diğer tüm hallerde 0 verir. VE Kapısı için doğruluk tablosu: Fyodor Dostoyevski Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (Rusça: Фёдор Миха́йлович Достое́вский, ) (d. 11 Kasım 1821, Jülyen: 30 Ekim, Moskova - ö. 9 Şubat 1881, Jülyen: 28 Ocak, Sankt-Peterburg), Rus roman yazarı. Çocukluğu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, annesinin ölümünden sonra Petersburg'taki Mühendis Okulu'na girdi. Babasının ölüm haberini burada aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. Ordudan ayrıldıktan sonra edebiyata yönelen Dostoyevski'nin ilk kitabı "İnsancıklar", 1846 yılında yayımlandı. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. 1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile tutuklandı. On ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü. Cezasını çekmesi için Sibirya'da bulunan Omsk Cezaevi'ne gönderildi. Burada geçirdiği dört yılın ardından er rütbesi ile hizmete verildi. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılında Mariya Dmitriyevna İsayeva ile evlendi. Beş yıl boyunca görev yapan Dostoyevski, 1859 yılında özgür bırakıldı ve Petersburg'a yerleşti. Petersburg'a döndükten sonra "Ezilenler" (1861) ve "Ölüler Evinden Anılar" (1862) adlı eserleri yazdı. Kardeşiyle birlikte iki dergi çıkardı. 1862'de arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar bağımlılığı yüzünden maddi açıdan darlığa düştü. Bu dönemde "Yeraltından Notlar" (1864), "Suç ve Ceza" (1866), "Kumarbaz" (1866), "Budala" (1868), "Ebedi Koca" (1870) ve "Ecinniler" (1872) gibi eserleri yazdı. Eşinin ölümünden sonra sekreteriyle evlendi. Yeniden borçlandı ve kumaranelerde gezmeye başladı. Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. "Delikanlı" (1875), "Bir Yazarın Günlüğü" (1876) ve "Karamazov Kardeşler" (1879) adlı eserlerinde yazarlık hayatı boyunca konu edindiği temaları yeniden ele aldı. "Karamazov Kardeşler" adlı yapıtını üç yılda bitiren Dostoyevski, bir ciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasından yürüdü. Dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski'nin eserleri birçok 20. yüzyıl düşünürünün fikirlerini derinden etkiledi. Dostoyevski, Mihail ve Mariya Dostoyevski'nin oğlu olarak 11 Kasım 1821 tarihinde Moskova'da doğdu. Altı çocuklu ailenin ikinci çocuğuydu.. Babası Mihail, askeri cerrahlıktan emekli olduktan sonra Mariinskiy Hastanesi'nde yoksullara hizmet etmeye başladı. Hastane, Moskova'nın en kötü yerlerinden birinde bulunuyordu. Dostoyevski de bu hastane de doğdu. Mihail, alkole bağımlıydı ve evini sıkı disiplin ile yönetiyordu. Çok kolay sinirlenebiliyordu. Dostoyevski'nin annesi Mariya ise bir tüccar kızıydı. Dostoyevski, çocukluğunu çoğu zaman sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçirdi. Babasının çalıştığı hastaneden bulunan hastalar ile vakit geçirmeyi ve onların hikâyelerini dinlemeyi çok seven Dostoyevski, ilköğrenimini Moskova'da yaptı. Annesi tüberküloz hastalığı yüzünden öldüğü zaman, sert disipliniyle tanınan Petersburg Mühendis Okulu'na gönderildi. Arkadaşlarının, sinirli ve aşırı duyarlı bir yapıya sahip olduğu için "Ateş Fedya" lakabını verdikleri Dostoyevski, Petersburg'ta zamanını kitap okuyarak, düşüncelere dalarak ya da kardeşi Mihail ile söyleşerek geçirdi. Babasının 1839'daki ani ölümünü burada öğrendi. Eşinin ölümünden sonra kendisini içkiye daha çok veren babası Mihail bu olayın ardından sahibi olduğu toprağa çekilmişti. Mihail'in ölümünün sebebi tam olarak bilinmiyor. İddialardan biri, eşinin ölümünden sonra toprağına çekilen Mihail'in buradaki köylülere çok kötü davrandığı ve onun kötülüklerine katlanamayan köy halkının en sonunda onu öldürdüğüdür. Bir başka iddia da Mihail'in tamamen doğal sebeplerden öldüğüdür. Babasının ölümünü Petersburg'ta haber alan Dostoyevski, onun ölümünü istediği düşüncesi yüzünden depresyona girdi. Sara nöbetlerinin ilkini hayatının bu evresinde geçirmeye başladı. Petersburg Mühendis Okulu'ndaki öğrenimini başarıyla bitirerek, asteğmen rütbesiyle Petersburg'taki İstihkâm Müdürlüğü'nde göreve verildi. Ancak bu görevi bir yıl sürdürebildi. Askerlikten nefret eden Dostoyevski görevinden istifa ederek yazarlığa başladı. Ordudan ayrıldıktan sonra kurgusal roman yazmaya başladı. Dostoyevski'nin ilk kitabı olan "İnsancıklar" ("Bednye Lyudi") ilk olarak 1846 yılında yayımlandı. Dostoyevski, toplumunu acımasız kurallarında yaşlı bir adamın öksüz bir kıza duyduğu sevdayı iç dünyasındaki derin çatışmalarla işledi. Halkın sıcak ilgisiyle karşılanan bu kitap, eleştirmenlerden de övgüler aldı. Ünlü eleştirmen Belinski, romanı okuduktan sonra Dostoyevski'ye gelecekte büyük bir yazar olacağına dair övgü dolu sözler söyledi. Şair Nikolay Neksarov, Dostoyevski hakkında "Yeni bir Gogol doğdu" diye konuştu. Yazarlıkta ün sağladıktan sonra 1846 yılında Gogol esintileri bulunan kitabı "Öteki" ("Dvoynik") yayımlandı. Yazar bu romanda, kendini ortadan kaldırmaya çalışan benzeriyle sürekli çatışma halinde bulunan bir memurun hikâyesini anlattı. Bu romanda ele aldığı çift kişilik temasını daha sonra bazı romanlarında kullansa da roman, Belinsky dahil hiçbir eleştirmence beğenilmedi. Eleştirmenler romanı sıkıcı buldu ve alay etti. 1847 yılında ise "Ev Sahibesi" ("Hozyayka") isimli romanı yayımlandı. Dostoyevski bu eseri ile de beklediği övgülerin aksine olumsuz eleştiriler aldı. Dostoyevski, ruhsal çöküntüye düştü ve üzüntüden hasta oldu. Ancak yazarlığı bırakmayan Dostoyevski, 1848 senesinde "Beyaz Geceler" ("Belıye Noçi") ve "Bir Yufka Yürekli" ("Slaboye Serdtse") adlı kitapları yayımlattı. "Bir Yufka Yürekli", yazara itibarını yeniden kazandırsa da beklediği başarıyı elde edemeyen Dostoyevski'nin umudunu kırdı. Yazarlıkta umudunu kırılan Dostoyevski, politikayla ilgilenmeye başladı ve genç liberallerin (Tetrashevski) grubuna girdi. Dostoyevski, 23 Nisan 1849 tarihinde devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiasıyla sekiz arkadaşı ve ağabeyi ile birlikte tutuklandı. Ölüm cezasına çarptırılan Dostoyevski, sekiz ay hapishanede yattıktan sonra diğer dokuz komplocu ile idam edilecekleri yere götürüldü. Tam kurşuna dizilmek üzerelerken af kararı çıktı. İdam cezası, dört yıl kürek ve altı yıl adî hapis cezasına dönüştürüldü. Sibirya'daki Omsk Kalesi'ne sürüldü. Suç ve ceza kavramları ile en yoğun şekilde burada tanıştı.Kürek mahkûmu olduğu süre içinde, kolları damgalandı, kafası tıraş edildi ve taş kırdı. Sara nöbetleri yüzünden birçok kere hastaneye kaldırıldı. Burada geçirdiği yıllar İncil'i ve mahkûmlardaki gönül zenginliğini keşfetmesine olanak sağladı. Sürgünde geçirdiği dört senenin ardından 1854 yılında kürek cezasından kurtularak er rütbesi ile kışla hizmetine verildi. Semipalatinsk'te zorunlu ikamete mahkûm edildi. Burada bulunan Alayın Yedinci Hat Taburunda beş yıl görev yaptı. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılının Şubat ayında, veremli ve dul Mariya Dmitriyevna İsayeva ile, subay kocasının ölümünden sonra evlendi. Dostoyevski, Isayeva ile ona acıdığı için evlendi. 1859'da ordudan terhis edilerek Moskova dışında küçük bir yerde kalmaya zorlanan Dostoyevski, özgürlüğüne kavuştuktan sonra Petersburg'a döndü. Kardeşi Mihail ve arkadaşı N.N. Strahov ile birlikte "Vremya" ("Zaman") ve sonra da "Epoha" ("Dönem") adlı dergileri hazırladı. Bu dergilerde Slavcı düşünceyi savunduğunu belirten yazılar yazdı. "Ezilenler" ("Unijenniye i Oskorblyonniye") ve "Ölüler Evinden Anılar" ("Zapiski iz Mertvogo Doma") ile kendinden söz ettirdi. 1863 yılında arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar borçları yüzünden sıkıntıya düşen ve yayımcılardan yazmadığı romanların avanslarını alarak yaşayan Dostoyevski, "Yeraltından Notlar" adlı yapıtı 1864 yılında yayımlandı. Romanda bir zihnin derinliklerine indi. "Suç ve Ceza" ("Prestuplenie i Nakazanie") ve "Kumarbaz" ("İgrok") adlı yapıtları 1866 yılında yayımlandı. Dostoyevski, "Suç ve Ceza"'yı 1858 yılında Semipalatinsk'te bulunduğu zaman Roussky Slovo dergisi için uzun bir hikâye olarak tasarlamıştı. Bunun nedeni, Sibirya'dan ayrılana dek roman yazmama kararı almasıydı. Dostoyevski, kardeşi Mihail'e gönderdiği bir mektupta kitap hakkında diye yazdı. Dostoyevski, bu eserinde bir Rus aydını olan Raskolnikov'un kendi doğrusu adına işlediği cinayetleri ve vicdanıyla hesaplaşmasını konu edindi. Yazar, küçük bir otel odasında ve kötü bir ekonomik durumla yazdığı "Suç ve Ceza"'yı 1866 yılında tamamlamıştı. Dostoyevski'nin yazdığı "Budala" ("Idiot") eseri 1866, "Ebedi Koca" ("Veçnıy Muj") 1870, "Ecinniler" ("Besı") 1872 yılında yayımlandı. Bütün bu başyapıtlar birbirinin izledi. Karısı öldükten sonra sekreteri Anna Grigoriyevna Snitkina ile evlendi. Yeniden borçlanan ve kumaranelerde dolaşmaya başlayan Dostoyevski, bir kız çocuk sahibi oldu. Ancak kızı fazla yaşayamadı ve doğduktan kısa süre sonra öldü. Dostoyevski de bu yüzden büyük bir sarsıntı geçirdi. 1875'te "Delikanlı" ("Podrostok"), 1876'da "Bir Yazarın Günlüğü" ("Dnevnik Pisatelya") ve 1879'da "Karamazov Kardeşler" ("Bratya Karamazovi") adlı romanları yayımlandı. Hayatı boyunca eserlerinde işlediği temaları yeniden ele aldığı, insan duygularının derinliğine inen eserler yazan Dostoyevski, "Karamazov Kardeşler"'de Ivan ve Alyosha Karamazov adlı karakterler için filozof Vladimir Sergeyeviç Solovyov'dan ilham aldı. Zosima ve Alyosha'nın öne çıkacağı "Bir Büyük Günahkarın Yaşamı" adlı eseri tamamlayamadı. 1881 yılının Ocak
ayında bir ciğer kanaması geçirerek yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasında yürüdü. Fyodor Dostoyevski, beğeniyle karşılanan ilk romanı "İnsancıklar"'dan sonra yazdığı "Öteki" ve "Ev Sahibesi" ile olumsuz yorumlar aldı ve depresyona girdi. Ancak yazar, kendisini ruhsal çöküntüye götüren düşüncelerden uzaklaşmayı bildi. Dış dünyadan kopan zihninin parçalanışını kendi çözen yazarın eserlerindeki ruhbilimsel açıdan en zengin tema da çift kişilik temasıdır. Kendini ortadan kaldırmaya çalışan benzeriyle sürekli çatışma hali içerisinde bulunan bir memuru anlattığı "Öteki" adlı yapıtında daha sonra da işleyeceği bir tema olan çift kişilik temasını işlemişti. Ellili yaşlarında içine bazen bir karamsarlık ve ağırlık çöken Dostoyevski, bu durumu ikinci eşi Anna Grigoriyevna Snitkina’ya "Sanki bir suç işlemişim gibi bir çeşit sebepsiz hüzün ve keder içindeyim" diye açıklamıştı. "Ecinniler"'de Stavrogin'i bir çocuğa tecavüz ettirmiş olması yüzünden de kendini hep suçlamıştı. Dostoyevski kendi çocukluğunda, annesine acı çektirmesinden, sürekli sarhoş olmasından ve hizmetkârlara kötü davranmasından dolayı babasından nefret ediyordu. Eserlerinde kullandığı, kaderine boyun eğen ve uysal kadın örneğini kendi evinde; annesinde gördü. Kadının alttan alması, erkeği daha da kızdırmaktan başka bir işe yaramayacağını görmüştü. Çok duyarlı biri olan Dostoyevski, bu yüzden babasına kin besliyordu. Babasının ölümünü haber aldığında, "Babamın ölümünde benim hiçbir suçum yok, ama bu öldürmenin kefaretini ödemeye hazırım, çünkü içimden onu öldürmek geçiyordu" diyerek "Karamazov Kardeşler" adlı romanında yer alan Dimitri Karamazov'un tepkisinin benzerini gösterdi. Dostoyevski, babasının ölümünü istediğini düşünerek depresyona girdi. Bazı yazarlara göre de ilk sara nöbetlerine de bu düşünce sebep oldu. Sigmund Freud ve birçok psikanalizci, babaya duyulan bu nefrete ve bunu izleyen suçluluk düşüncesine dayanarak Dostoyevski'nin hastalığının sinirsel kökenli olduğunun ortaya çıkardı. Andre Gide, "Ezilenler" adlı romanın, aşağılanışın insanı cehennemlik ettiği, alçakgönüllüğünse kutsallaştırdığı fikriyle dolu olduğunu söylemişti. George Steiner ise Charles Dickensvari bir havanın olduğunu söylediği "Ezilenler"'de bulunan temanın "Ebedi Koca"'da, "Ecinniler"'de ve "Karamozov Kardeşler"'da da yer aldığını söyledi. Nicholas Berdyaev, Dostoyevski'nin bütün yaratıcı gücünü insana ve insanın kaderi temasına adadığını, bunun da onu ölümsüz kılmaya yettiğini belirtti. Devlet aleyhinde bir komploya katıldığı iddiası ile tutuklandıktan sonra sekiz ay hapishanede kalan Dostoyevski, suç ve ceza kavramlarıyla en yoğun şekilde burada karşılaştı. İdam edilmek üzereyken affedildi. Cezası dört yıl kürek ve altı yıl adî hapse dönüştürüldü. Dört yılın sonunda er rütbesi ile kışlaya verildi ve 1859 yılında terhis edildi. "Suç ve Ceza" adlı eserini 1858 yılında oluşturmaya başladı. Bu eserinde ahlak kavramını ve siyaseti harmanladı. Dostoyevski, bu romanda sadece Rus halkını değil, tüm insanlığı tehdit eden bir kısır döngüden kurtulmanın gerçekleşebileceğini vurguladı. Yazar, John Stuart Mill'in ekonomik refah için biresel bencilleşmeyi öneren kuramını Semyon Zaharoviç Marmeladov'un ağzından eleştirdi. Dostoyevski, düşünce ve sanat deneyimini sürekli olarak arttırdı. Tanrı'dan, ateizmden, kötülükten, özgürlükten söz eden roman karakterleri, gerçekte aynı bilincin farklı anları gibidir. Bu karakterler aracılığıyla Dostoyevski, cinleri ruhundan uzaklaştırır. Bakış açısı değişmekle beraber eserleri, gerçeğin hep aynı coşkulu ve acı veren arayışı içerisindedir. Darevskia derjugini Artvin kertenkelesi ("Darevskia derjugini"), Lacertidae familyasından Türkiye'de görülen bir kertenkele türü. Sırt bölgesinin rengi genel olarak açık yeşilimsi griden kahverengiye kadar değişir. Erkeklerin vücudunun yan taraflarında koyu kahverengi, dişilerdeyse kırmızımsı kahverengi bir şerit bulunur. Karın bölgesi yeşilimsi, grimsi, kırmızımsı, sarımsı ya da beyazımsı gibi değişik renkler gösterebilir. Çiftleşme zamanları Mayıs'ın sonlarına doğru, yumurta bırakma zamanlarıysa Haziran sonu ve Temmuz ortasıdır. Dişiler bir defada 4-8 kadar yumurta bırakabilirler. Yumurtalar kovuklara, kayalardaki çatlaklara bırakılır. Yumurtadan çıkan yavrular 4-6 ay içinde ergileşirler. Genel olarak böcek ve böcek larvalarıyla beslenirler. Kış uykusuna yatarlar. Boyları 15 cm kadar olur. Dağlık ve ormanlık alanların taşlık ve nemli olan çayırlarında, duvarların üzerinde yaşarlar. Yüksekliği 1700 metre kadar olan yerlerde bulunurlar. Doğu Karadeniz bölgesinde Ardahan, Artvin, Trabzon ve Rize'de habitatın uygun olduğu yerlerde dağılım gösterirler. Karagöl Sahara Millî Parkı Karagöl Sahara Millî Parkı, Türkiye’deki 40 Millî Park alanından birisidir ve Artvin'in Şavşat ilçesi sınırları içerisinde yer almakta olup iki ayrı sahadan oluşur: Bunlar Karagöl ve Sahara Yaylası'dır. Karagöl, Şavşat ilçe merkezinin 45 km. kuzeyinde yer almaktadır. Sahara yaylası ise ilçe merkezine 17 km. uzaklıktadır. Karagöl ve çevresinde genel olarak paleojen ve neojen arazileri yer alır. Kayaçlar genellikle sedimenter kökenlidir. Karagöl ve çevresi yer yer vadilerle yarılmıştır. Bu yarılmalar yörede heyelan ve kütle hareketlerinin aktif olmasına neden olmaktadır. Karagöl, rotasyonel olarak kayan kütlenin gerisindeki çanakta biriken suların meydana getirdiği bir heyelan gölüdür. Göl çevresi ladin ve çamların meydana getirdiği yoğun ormanlarla kaplıdır. Ormanlarla çevrili olan Karagöl, ender manzara güzelliklerine sahiptir. Ayrıca gölün kuzeydoğusundaki Bagat mevkii ve çevresinde çim kayağı pisti niteliğine sahip alanlar vardır. Sahara yaylasının, yörenin genel olarak örtü bazaltlarından meydana gelen bir jeolojik yapısı vardır. Örtü bazaltlarının sıyrıldığı yerlerde tersiyer arazisi ortaya çıkar. Yer yer derin vadilerle parçalanan yörede eğim değerleri oldukça yüksektir. Sahara, bu eğimli arazide 1700–1800 m.lerde yer alan sınırlı düzlüklerdendir. Orman örtüsü, ladin ve göknarlardan meydana gelmiş olup alt zonlarda sarıçam da bulunur. Yörede antropojen step karakterinde sahalar geniş alanlar kaplar. Kocabey yaylası ve çevresinde alpin zona ait bitki türleri yer alır. Laşet deresi kenarında 1700-1800 metrelerde kademeli olarak yer alan düzlükler aynı zamanda "Sahara Pancarcı Şenlikleri"nin yapıldığı sahadır. Bu şenliklere ilçe dışında oturan yöre insanları da katılarak bölgeye iç turizm açısından ekonomik katkı sağlamaktadır. Sahanın sahip olduğu bu rekreasyonel potansiyelin ve doğal güzelliklerinin korunması amacıyla 3766 hektarlık kısmı 1994 yılında Millî Park kapsamına alındı. Millî Parkın Karagöl kesiminde kır gazinosu olarak kullanılan ve 12 yataklı konaklama hizmeti veren bir de tesis bulunmaktadır. Skuamöz hücreli karsinom Skuamöz hücreli karsinom (SCC) ya da yassı hücreli karsinom bir kanser çeşidi olan karsinomun alttiplerin olup birçok organdan köken alabilir. Bu organlardan birkaçı; cilt, akciğer, dudak, ağız, mesane, vajina, serviks (rahim ağzı) olup örnekler artırılabilir. Cilt kanserleri içerisinde bazal hücreli karsinomadan sonra 2. en yaygın cilt kanserlerinden biridir. Epidermiste cildin en üst tabakasını oluşturan skuamöz hücrelerden kaynaklanır. Skuamöz kanserler muköz membranları da kapsayacak tarzda vücudun her tarafında görülmekle birlikte, en yaygın güneşe maruz kalan bölümlerde meydana gelir. Skuamöz hücreli karsinoma genellikle bir süre epidermiste kalsa da tedavi edilmediğinde zaman içerisinde daha alttaki doku katmanlarına nüfuz eder. Vakaların küçük bir kısmında uzak doku ve organlara metastaz yapar. Bu durum gerçekleştiğinde skuamöz hücreli karsinomalar ölümcül olabilirler. En yaygın olarak muköz membranlarda, dudakta ve kronik deri enfeksiyonu görülen yerlerde gelişen skuamöz hücreli karsinomalar metastaz yaparlar. Kronik olarak güneş ışınlarına maruz kalma birçok vakanın sebebini teşkil eder. Hastalık bu yüzden sık olarak vücudun yüz, boyun, saçsız baş derisi, eller, omuzlar, kollar ve sırt gibi güneş gören kısımlarında gelişir. Kulak kepçesi kenarı ve alt dudak bu tür kanserlere karşı en savunmasiz vücut bölümlerini teşkil ederler. Skuamöz hücreli karsinomalar, cildin daha önceden yandığı ve nedbe dokusu geliştirdiği bölümlerinde, uzun süreli iyileşmeyen yaralar söz kunusu olan kısımlarında; daha önceden röntgen ışınlarına ya da arsenik ve petrol türevi gibi kimyasal maddelere maruz kalan bölümlerinde gelişebilir. Ayrıca bunlara ek olarak, kronik deri enfeksiyonları ve bağışıklık sisteminin uzun süre baskılandığı hastalıklar da skuamöz hücreli karsinomaların oluşma sebepleri arasında sayılabilirler. Çoğu durumda skuamöz hücreli karsinomalar, sağlıklı görünen deride birden ortaya çıkarlar. Bazı araştırmacılar bu kanser türünü geliştirmeye yatkınlığın kalıtsal olabileceğine inanmaktadırlar. Uzun periyodlarla güneşe maruz kalan herkes bu hastalık yönünden risk altındadır. Fakat açık tenli, açık renk saçlı mavi, yeşil ya da gri renk göze sahip kişiler en yüksek risk grubunu oluşturmaktadır. Meslekleri uzun saatler boyunca açık havada çalısmayı gerektiren ya da zevk için uzun süre güneş ışınlarına maruz kalan insanlar özellikle tehlike altındadır. Skuamöz hücreli karsinomaların üçte ikisinden çoğu daha önceden mevcut olan deri enflamasyonu bölümlerinden ya da eski yanık yaralanmalarından gelişmektedir. Bazısı uzun süre güneşe maruz kalmakla gelişen, kanser habercisi denilbilecek birtakım lezyonlar aşağıda aktarılmıştır: Ekotopya Ekotopya 1975 yılında Ernest Callenbach tarafından yazılan, tüm sistemlerini ekoloji üzerine kurmuş bir ülkenin ve bu ülkenin halkının 1999'daki yaşamlarının anlatıldığı kitap. Ekolojik ütopya türünün ilk örneğidir. Türkçeye Osman Akınhay'ca kazandırılan kitabın ilk Türkçe baskısı Renk Basımevi'nce 1994'te yapılmıştır. Sonrasında 1994 yılında Ayrıntı Yayınları, 2011 yılında Agora Kitaplığı tarafından basılmıştır. İnter
net Mahir İnternet Mahir, asıl adı Mahir Çağrı olan, "I kiss you all" sloganı ile tanınmış ve yaptığı basit kişisel web sitesi ile ödül almış kişi. 15 Ekim 2005 tarihli Vatan gazetesi ekinde yapılan bir röportajda hâlâ Dünya'da tanındığını, çeşitli yardım faaliyetlerine katıldığını ve çok daha zengin bir içerikle sitesinin yenileceğini belirtmiştir. Sacha Baron Cohen isimli aktör, 2006 yılı sonbaharı'nda, Borat isimli komedi filmi karakteriyle dünyada büyük başarı yakalamıştır. Borat karakterinin kendisine benzerliği nedeniyle Mahir Çağrı, "kendisinden izinsiz taklidi yapıldığı" iddiasıyla dava açacağını duyurmuştur. İnternet Mahir'in sitesi, "Türkçe düşünüş" olarak adlandırılan Türkçeden İngilizce'ye birebir çeviri hatalarıyla, önemli İngilizce dilbilgisi ve imlâ hatalarıyla dolu mesajlar içermektedir. Ancak bu hatalı mesajlar eleştiriden çok sempati toplamıştır. Örnekler: Demirci (anlam ayrımı) İlhan Mimaroğlu İlhan Mimaroğlu, (d. 11 Mart 1926 - ö. 17 Temmuz 2012), Türk besteci ve yazar. Kuruluş döneminin ünlü mimarlarından Kemaleddin Bey’in oğlu olan İlhan Mimaroğlu’nun buluşçu kişiliği, bestelerine olduğu kadar, yazdığı müzik eleştirilerine, deneme ve anılarına da yansımıştır. Onu sadece besteci olarak değil, aynı zamanda müzik eleştirmeni, radyo programcısı ve bir yazar kimliğiyle de tanımak gerekir. 1959 yılında New York’a yerleşen Mimaroğlu, Türkiye ile hep yakın ilişkiler içinde olmuştur. İstanbul ve Ankara Radyolarında başlattığı ""Çağımızın Bestecileri"" adlı programı, New York’tan sürdürmüş ve ayrıca jazz programları hazırlamıştır. 1961 yılında Türkiye’de ilk baskısı yapılan ""Müzik Tarihi"" kitabının baskıları yenilenmiş, bunu yeni kitapları izlemiştir. 1990’lı yıllardan başlayarak gazetelerde müzik yazıları ve denemeler de yazmıştır. Küçük yaşta babası ölen Mimaroğlu, mühendis olan üvey babasının evinde büyümüştür. 1945 yılında Galatasaray Lisesi’ni, 1949’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştir. Ankara’da kısa bir süre Hayrullah Duygu’dan klarnet dersleri almış, daha sonra kendisini bütünüyle müziğe adamıştır. Bu dönemde radyoda programcılık yapmış ve müzik yazıları yazmıştır. 1955 yılında Rockfeller Bursuyla iki yıl için New York’a giden Mimaroğlu, Columbia Üniversitesi’nde Paul Henry Lang’ın müzikoloji ve Dogulas Moore’ın kompozisyon derslerini izlemiştir. 1959 yılında yeniden ABD’ye giderek New York’daki The Record Hunter plak firmasında repertuar uzmanlığı ve "Voice of America" radyosunda sanat eleştirmenliği yapmıştır. 1963 yılından itibaren Columbia Üniversitesi’nde Usaçevski yönetiminde öğrenim gören besteci, elektronsal müzikte sanat mastırı derecesini almıştır. Bu dönemde Edgar Varése ve Staphan Wolpe ile kompozisyon çalışmıştır. Daha sonra Columbia Üniversitesi’nde elektronsal müzik dersleri veren Mimaroğlu, 1968 yılında Fransız Radyosu’nun daveti üzerine Müzik Araştırmaları Merkezi Stüdyosu’nda çalışmalarını sürdürmüş, 1971-1972’de Guggenheim Ödülü’nü kazanmıştır. İlhan Mimaroğlu, "öncü müzik" anlayışındadır. Atonalitenin "çağrışımlara uygun düştüğü" görüşündedir. Elektronik yapıtlarını conventional stüdyo ortamına göre yazmakta, elektronsal gereçlerle kısıtlanmaktan kaçınmakta ve tını renklerini öne çıkarmayı yeğlemektedir. Yaratılarının yanı sıra, sayısı yüzleri bulan müzik yazılarıyla katkılar getiren sanatçı, Cumhuriyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde yayınlanan yazılarıyla yankı uyandırmıştır. Besteci, ASCAP üyesidir. İlhan Mimaroğu’nun yapıtlarını "geleneksel çalgılar için" ve "elektronsal gereçler için" iki grupta ele almak olanaklıdır. Onun geleneksel çalgılar için yazdığı yapıtlar doğal olarak yine "öncü" niteliktedir. Semiha Yankı Semiha Yankı (d. 15 Ocak 1958, İstanbul) Türk şarkıcı. 15 Ocak 1958 İstanbul doğumlu Semiha Yankı, sirk cambazlığı ile geçinen bir ailenin kızıdır. İp cambazı olan ağabeyi trapezden düşüp ölünce Semiha müziğe yönelmiştir. 1975 yılında Kemal Ebcioğlu bestesi "Seninle Bir Dakika" ile yarışmış, bir başka Atilla Özdemiroğlu bestesi olan ve Cici Kızlar tarafından seslendirilen "Delisin" adlı parça ile birlikte birinciliği kazanmıştır. Cici Kızlar grubundan Bilgen Bengü'nün çektiği kurada kazanan isim Semiha Yankı olmuş ve Stokholm'de Türkiye'yi temsil etmeye hak kazanmıştır. Semiha Yankı yalnızca Monako'dan 3 puan alarak sonuncu olmuştur. Alınan bu kötü sonuç politik nedenlere bağlanmaktadır (yarışmadan çok kısa süre önce Türkiye, Kıbrıs Harekatı'nı gerçekleştirmiştir). Yankı, sonraki yıllarda sahnelerden hiç kopmamış ve adı hep Eurovision'la birlikte anılmıştır. Maskülizm Maskülizm esas olarak erkeklerin deneyimleri üzerine bina edilmiş toplumsal teori ve politik bir hareket tarzıdır. Maskülizmin çoğu sözcüsü bir yandan toplumsal ilişkilerin eleştirisini yaparken bir yandan da toplumsal cinsiyet (gender) eşitsizlik ve erkeklerin hakları ve sorunları gibi konular üzerine yoğunlaşmaktadırlar. Maskülizmi savunan kişiye "maskülist" denir. Tarihte bu adlandırmaya uygun görüşleri (maskülizmi) ilk kez ortaya koyan kişi sosyalist bir teorisyen olan Ernest Belfort Bax idi. Bununla birlikte zaman içinde maskülist çevrelere muhafazakar kesimler de dahil olmuştur. Birçok maskülen kesim LGBT destekçisidir. Feminizme karşı ilk seküler yanıt, sosyalizmin zirvede olduğu 20.yüzyılın başlarında Karl Marx ile yakınlığı olan sosyalist bir teorisyen Ernest Belfort Bax'dan geldi. Bax, 1913 yılında ilk maskülist metin olan "The Fraud of Feminism"i kaleme aldı. Bununla birlikte maskülizm (masculism) terimi 20.yüzyılın sonuna kadar kullanım kazanmadı ve bugün hâlâ "masculinism" şeklinde hatalı yazılmakta hatta misogyny (kadın düşmanlığı) ile karıştırılmaktadır. Bazı maskülistlere göre feministler, cinsiyetleri hemen hemen her alanda aynı kapasiteye sahip görmekte ve farklılaştırılmış cinsiyet (gender) rollerini baskıcı sun'i bir inşa olarak kınamaktadırlar. Söz konusu maskülistler, feministlerin bu tip görüşlerinin aksine derin cinsiyet (gender) farklılıklarının insan doğasında mevcut olduğuna inanmakta ve feministlerin bu farklılıkları kanunlar yoluyla yok etmeye teşebbüs ettiklerini ve diğer yollara başvuran insanları aldatıcı bir deneyimin içinde kabul ettiklerini iddia etmektedirler. Yine de bu görüş aynı zamanda maskülist olmayan pek çok kişi tarafından kabul görmekte. Ancak toplumsal cinsiyetten arınmış bir toplum ve akışkan toplumsal cinsiyet (gender) rolleri fikrini öne çıkaran Warren Farrell gibi maskülistler de bulunmaktadır. Çoğu maskülist feminizmin kaynağını yüksek boşanma oranları (bk. marriage strike), cinsiyetlerin yabancılaşması, dişi şovenizmi, aşk-utangaçlığı, çözülen topluluklar, babasız çocuklar, lise terk, uyuşturucu müptelalığı, tüketimcilik, ergen (teenage) hamileliği, erkek intiharı, şiddet suçu (özellikle cinayet), öfke, dolu hapishanelere izafe ederler. Diğer başkaları tüm bu noktaların doğası gereği çok-cepheli nedenler ve kaynaklara sahip olduklarını ve feminizmin bunların tek sebebi olmadığını öne sürmektedirler. Maskülistler, tek taraflı mevzuata, kanunların erkekler aleyhine icra edilmesine ve erkeklerin (ve erkek çocuklara) yönelik ayrımcılığa karşı çıkmaktadırlar. Maskülistlerin karşı çıktığı diğer hususlar da aşağıda sıralanmaktadır: Bazı maskülistler üniversitelerde "Kadın Araştırmaları" şeklindeki yanlış yönlendirici bir başlık altında feminist ideolojinin öğretildiğini öne sürmektedirler. Bazı Kadın Araştırmaları kurslarında "Masküliniteler" tartışılmakla birlikte çoğu maskülist bu kurslarda erkeklere saldırıldığını ve feminist perspektiflerin ötesinde bir şey öğretilmediğini iddia etmektedirler. Maskülistler arasındaki en büyük anlaşmazlık noktası cinsiyet rollerine ilişkin dini yasaklarla ilgilidir. Bazı maskülistler erkeğin genel liderlik rolünü desteklemekteyken diğer bazı maskülistler cinsler arası izafi eşitlik öne sürmektedirler. Maskülizm terimi ve erkek hakları hareketi birbiri yerine kullanılabilen kavramlardır, ancak bu, erkek hakları hareketi içindeki çoğu cinsiyete karşı nötr olan ve hümanist grupların varlığını göz ardı etme sonucunu doğurabilmektedir. Erkek hakları hareketi içindeki liberaller maskülizm terimini hareketin içindeki muhafazakar kolu tanımlamakta kullanmaktadır. Yine de liberal ve eski feminist yazar Warren Farrell de kendisini maskülist olarak tanımlamaktadır. Maskülistler arasında bir başka anlaşmazlık konusu sekülerizm ve dindir. Hareketin içindeki muhafazakar kanat kadın konusuna dini bir perspektiften yaklaşırken liberal kanat cinsiyet konusunda daha nötr bir tutumu tercih etmektedir. Kimileri bu her iki kanadın arasında yalnızca dinamikleri arasında farklılık bulunduğunu ancak hareketin hedefleri konusunda genel bir uzlaşma olduğunu öne sürmektedirler. Feminizm Feminizm, kadınların haklarını tanıyarak bu hakların korunması amacıyla eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik muhtelif ideolojiler, toplumsal hareketler ve kitle örgütlerinden oluşan harekettir. Kadın hareketi doğrudan kadınları ilgilendiren ve dolaylı olarak kültürümüzü ilgilendiren konularda bilinç uyandırır. Feminizmin temel objektifleri eğitim, iş, çocuk bakımı gibi konularda eşit haklara sahip olmaktan, yasal kürtaj hakkından, kadın sağlığı konusunda ilerlemelere, tacizin ve tecavüzün engellenmesinden lezbiyen haklarına kadar uzanır. Kadınların hakları ve ilgi alanlarını konu alan heterojen konseptin belirleyicisi kadındır. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal eşitsizliğin süregelmesi, feminizmin amacının kadının toplumdaki yerinin iyileştirilmesinin ve toplumda gerçek bir eşitlik durumunun sağlanmasına neden olmuştur. "Feminizm" kavramı altında sayısız hareket özetlenmiştir.(Kelimenin kökeni Latince "femina" ve onun Fransızca türevi olan "Feminizme" kelimesinden gelir.) "Aynı seviyede olma durumu, eşitlik, yani emansipasyon"dan anlaşılan (kadın ve erkek gibi) toplumsal gruplar arasındaki yaşam koşullarındaki eşitsizliğin asimile edilmesidir. “Eşit muamele” kavramından anlaşılan ise engelliler, hamileler gibi yaşam koşullarından muzdarip olan toplumsal grupların
tüm yaşam alanlarında eşitlenmesi durumudur. Bu kavramlar, şans eşitliği ve insan haklarının temeli olan sosyal adaleti özetler. Cinsiyet eşitliğinden ise cinsiyetlerin, tüm yaşam alanlarında gerçek bir eşitliğe sahip olmaları anlaşılır. “Emansipasyon”un amacı mevcut engellerin ortadan kaldırılması ve meydana gelen zorlukların üstesinden gelinmesidir. Emansipasyon, cinsiyet yüzünden yapılan ayrımın tamamen zıddıdır. Asıl olarak kadın ve erkek eşitliği; bugün yalın olarak “cinsiyet” kavramının kullanılmasındansa, biyolojik ve sosyal cinsiyetler arasındaki farklara girilmesini daha ayrıntılı olarak tercih eder. Feminizm, sosyoloji, politik akım ve etik alanlarından oluşur, temeli kadın özgürlüğüne dayanmaktadır. Bazı versiyonları geçmiş ve şimdiki toplumsal ilişkilere karşı eleştireldir. Çoğu toplumsal cinsiyet ve cinselliğe ilişkin toplumsal inşa olduğuna inandıkları unsurları analiz etmeye odaklanmıştır. Yine çoğu feminist cinsiyet eşitsizliği ve kadın hakları, ilgileri ve kadın sorunlarını araştırmaya odaklanmıştır. Feminist teori toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğasını anlamayı amaçlar ve toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri ve cinsellik üzerine odaklaşır. Feminist hareket içinde kadın ve erkeğin eşitliğini savunan gruplar olduğu gibi kadının biyolojik ve duygusal olarak erkeğe üstün ve erkeğin "tamamlanmamış kadın" olduğunu savunan daha radikal gruplar da yer almaktadır. Feminizm, bir teori olduğu gibi aynı zamanda da "hak eşitliği, insanlık şerefi ve kadınlara karar verme özgürlüğü" amaçlarıyla, politik bir harekettir. Feminizm, kadınlara cinsiyet hiyerarşisi baskısının sona ermesi ve toplumsal cinsiyet tutumlarının aynı değerde olması için toplumun değişimini amaçlar. Haziran 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı, uluslararası kadın hareketi için oldukça önemli olmakla beraber kadınlar için insan hakları kavramı ilk olarak burada Birleşmiş Milletler sürecine dahil edilmiştir. Harekete geçen dünya kadınları, dünyanın her yerinden kadın kuruluşlarının ve bağımsız kadınların katıldığı büyük bir Kadının İnsan Hakları kampanyası düzenleyip sonucunda “kadınların ve kız çocuklarının insan haklarının, evrensel insan haklarıyla ayrılmaz, bölünmez ve vazgeçilmez” olduğu tezini ilan etmiştir. Bu haliyle de resmi konferanslarda gündem oluşturucu bir konuma erişmişlerdir. Uluslararası kadın hareketi, insan hakları kapsamında kadın hakları bakımından köklü değişikliklere sebep oldu. Aile içi şiddet, toplu tecavüzler, kadının beden bütünlüğüne yönelik hak ihlalleri, cinsel hakların, doğurganlık haklarının ihlali böylelikle BM kararlarında ve uluslararası sözleşmelerde insan hakları olarak yer almaya başladı. Ancak, tutucu kesimler bu ihlalleri, insan hakları kapsamı dışında bırakmak için yoğun çabalar harcadılar. Bu kavram altında birçok hareket ve birbirine kısmen bağlı, ama aynı zamanda da farklı iz bırakan darbe geliştirmiştir. Bunların dikkat çeken önemli bir kısmını kadınların erkeklere karşı mağduriyeti, ihmal edilmiş kadınsı düşünceler, değerler ve projeler oluşturur. Feminist Bilimsel Eleştiri ve feminist araştırmalar, birçok alanda günümüze kadarki karartılmış kadın tarihini ve kadınların yeteneklerini günışığına çıkarmayı ve bu konularda çalışma yapmayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Feminist Bilimsel Teori; feminizmi, bilimsel teori alanlarına cinsiyet tanımları bakımından faydalı hale getirmeyi amaçlar. Feminist Filozofi, bazen de Bilimsel Sosyoloji ve Bilim Tarihi’nin alt alanı olarak kabul edilir. Feminist Bilim Teorisi, insani bilimlere cinsiyet tanımları konusunda temel araştırma malzemesi olarak hizmet eder. Feminist hamleler, genel bilimsel teorik sorunları konu aldığı için, temel bilimsel sorunların içinde tartışılır. Feminizm üzerine yapılan temel tartışmalar günümüzde de hala değişim sürecindedir. 1960’lı yıllardan beri aşağıdaki konular ana başlıklar olarak benimsenmiştir: Modern anlamda bir felsefe ve bir hareket olarak feminizmin kökeni kadının eğitimi hakkını savunan Lady Mary Wortley Montagu ve Marquis de Condorcet gibi özgür düşünürlerin de içinde yer aldığı Aydınlanma dönemine götürülmektedir. Kadınlar için ilk bilimsel topluluk Hollanda Cumhuriyetinin güneyinde yer alan bir şehir olan Middelburg'de 1785 tarihinde kurulmuştur. İngiliz kadın yazar Mary Wollstonecraft'ın feminist olarak adlandırılabilen "A Vindication of the Rights of Woman" (Kadın Haklarının Müdafaası) (1792) adlı eseri bu konuda ilk çalışmalardan biridir. Feminizm 19.yüzyılda kadınlarda adaletsiz davranıldığına ilişkin inanç arttıkça organize bir hareket haline geldi. Feminist hareketin kökleri ilerlemeci hareket özellikle de 19.yüzyıldaki reform hareketi içinde yer almaktadır. Harekete féminisme adını veren kişi ütopyacı sosyalist Charles Fourier'dir(1837). Fourier, 1808 gibi erken bir tarihte kadın haklarının genişletilmesini tüm tüm toplumsal ilerlemenin genel prensibi olduğunu öne sürmüştür. İlk kadın hakları toplantısı New York, Seneca Falls'da 1848 yılında yapılmıştır. 1869 yılında John Stuart Mill "The Subjection of Women" (Kadınların Köleleştirilmesi) kitabını yayınlamıştır. Adı geçen kitabında Mill, "bir cinsin diğer bir cinse hakimiyeti yanlış...ve...insanoğlunun gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.." demiştir. Pek çok ülke 20. yüzyılın ilk yıllarında özellikle de I. Dünya Savaşı'nın son yıllarında kadınlara oy hakkını tanımıştır. Feminizm kavramı ilk olarak sosyal filozof Charles Fourier (1772–1837) tarafından ortaya atılmıştır. Fourier sosyal gelişmenin kadınlara verilecek daha fazla özgürlükle mümkün olduğunu savunmaktaydı. Bugün “Yeni Kadın Hareketleri” olarak da adlandırılmaktadır ve temelde kısmen birbiriyle iç içe kısmen de ayrı teorik yapılardan oluşmaktadır. Feminizmle ilgili ilk yaklaşımlar 17. yüzyılda (insan haklarının da desteğiyle) Marie Le Jars de Gourney’ın yazılarında ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra Christine de Pizan, Olympe de Gouges, Mary Wollstonecraft ve Hedwig Dohm’un da eserleri feminizm filozofisinin ilkleri arasında sayılabilir. Teori olarak feminizm ilk olarak 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarına denk gelen zaman aralığında temel haklar kategorisinde dünya sahnesine çıkmıştır. Başlarda temel haklara sahip olanların sadece erkekler olduğu düşünülürdü; çünkü topluma ataerkil gelenekler hâkimdi; ancak 1793 yılında Fransa da Olympe de Gouges bu durumu protesto etti. Gouges İnsan Hakları olarak görünen “Erkek Hakları”nın on yedi maddesinin kadınlara uyarlanmasını önerdi. Bunu da şu ünlü sözüyle dile getirdi: “Eğer kadının idam sehpasına mahkûm olma hakkı varsa, tribünden izleme hakkına da sahip olmalıdır.” Fransa’da elde edilen bu haklar kadınlar için bir ilktir. 19. yüzyılın son yıllarına doğru birçok Avrupa ülkesinde; Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya'da feminizm ve özellikle de kadın hareketlerinin kitlesel ilk dalgası başladı. Bu hareketin başlamasına sebep olan şey sözcülerine göre erkeklerle politik olarak eşit haklara sahip olma isteği, aynı iş için erkeklerle eşit ücret alma isteği ve kadınların da üniversiteye gidip her işte çalışma isteğiydi. Bu akım 19. yüzyılın sonlarına kadar birçok ülkeyi etkiledi. Bundan önce üniversitelerde erkeklere oranla daha az kadın eğitim almaktaydı. Kadınlara seçme hakkı, ilk olarak 1893 yılında Yeni Zelanda'da tanındı, yaygınlaşması ise 20. yüzyılda oldu. Almanya ve Sovyetler Birliği’nde 1917–1918 yıllarında sosyalist devrimin sonucunda, Amerika ve Büyük Britanya’da aynı zamanlarda savaş döneminde kadınların ülkeye olan katkılarından dolayı ödül olarak verildi. Fransa ve İtalya gibi başka ülkeler ise kadınlara seçme hakkını II. Dünya Savaşı'nın sonunda vermeye başladılar. Sivil kadın hareketlerine karşılık olarak proleter kadın hareketleri ortaya çıkmıştır. SPD ve SDAPR gibi sosyal demokrat partiler etrafında toplanmışlardır. 19. yüzyılın sonlarında düzenledikleri toplantılarla taleplerini dile getirmişlerdir. Öncelikle yapı ve tekstil sektöründe çalışan kadın işçilerle ilgili bir organizasyon düzenlediler. Düzenledikleri aktiviteler proleter kadınların yaşam standartlarını daha iyi hale getirme amacını taşımaktaydı (çalışma saatlerinin kısaltılması, sağlık sigortası, işsizlik gibi). Ayrıca kadınların hem ev kadını olmaları hem de iş yerinde çalışıyor olmaları da konulaştırıldı. Proleter kadın hareketlerinin önder teoricileri Clara Zetkin, Friedrich Engels, August Bebel ve Alexandra Kollentai idi. Friedrich Engels etnolojik çalışmalar yapmasından dolayı bunların sonucunda “Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staates” (“ailenin, özel mülkün ve devletin kökeni”) adlı yapıtını ortaya koydu. Ataerkilliğin insanlık tarihinin en başından beri var olduğu kanısı ortaya çıktı ve erkekler biyolojik miraslarıyla ilgilenmeye başladılar. Bu da sadece kadın cinselliği sınırlandırılıp kontrol edilebildiği takdirde mümkündü. Ataerkil, tek eşli evlilikler bu amaca hizmet ediyordu. Çünkü kadınlar bu şekilde baskı altında tutulabiliyordu. “Anaerkil” ve “Ataerkil” arasındaki çizgiler daralmaya başladı ve August Bebel bu değişim içindeki güçlü değişimlere ve karakterlere dikkat çekmeye başladı. Özellikle “Amazonensagen” adlı eserinde kadınların haklarından mahrum bırakılmasına karşı güçlü duruşlarını ele almıştı. Feminizmin ilk dalgası 20. yüzyılın ilk 20 yılına kadar devam etti. Bu süreçte birçok ülkedeki kadınların taleplerinin büyük bir bölümü hali hazırda yerine getiriliyordu. Buna karşılık birçok sebep, kadınların toplumdaki geleneksel yerlerine geri dönmelerine sebep oldu. 1929’daki dünya ekonomik krizinde iş sıkıntısı ortaya çıktı ve işten ilk çıkarılan grup kadınlardı. Alman faşizmi döneminde de kadınların üniversitede eğitim almalarına ve iş hayatlarına sınırlandırılmalar getirildi. İkinci dünya savaşında erkekleri savaşta olması nedeniyle sayısızca kadın, endüstrilerde çalışmaya başladı. Ancak savaş sonrasında tekrar “kadın ve anne olmak” görevlerine geri döndüler. Feminist teori içindeki cinsiyet, cinsiyet farklılıkları, cinsellik gibi terimler ve kadıngibi holisti
k terimler tartışma konusu olmuş hatta bazı feministler feminizmin herkesin kendisini %100 feminist olarak tanımladığı bir ideoloji olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple feminizmin alt türleri oluşmuştur. İlk dönem feministleri genellikle ilk-dalga feministleri 1960 sonrasındaki feministler ikinci-dalga feministleri olarak isimlendirilmiştir. Bazıları yeni kuşak feministleri üçüncü-dalga feminizmi içinde görmektedir. Farklı tür feminizmlerden bazıları: 20. yüzyıl boyunca feminizm, özellikle de kadın hareketleri; ABD, Kanada; Avustralya, Asya’nın bazı bölümleri, Latin Amerika ve Afrika’da, cinsiyetlerin elde ettikleri hukuki, sosyal ve kültürel hak eşitlikleriyle gelişme göstermiştir. Bütün bu gelişmelere rağmen kadınlarının yaşam kalitesinin 1970’li yıllardan beri ABD ve Avrupa Birliği'nde erkeklere oranla azalma gösterdiği kaydedilmiştir. Dünyanın diğer bölgelerinde, kadının yeri son yüzyılda kayda değer bir gelişme göstermemiştir. Buralarda da her iki cinsiyete mensup kişiler de seçme hakkını kullanabilmektedir. Kadınların erkeklere oranla politik yönleri daha güçlüdür; ancak kadınlar, Asya’nın bazı bölgelerinde, birçok Arap ve Afrika ülkelerinde erkeklerin gölgesinde kalmaktadır. Bazı ülkelerde bir erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi bile yasaldır. Genellikle, kadınların yaptıkları işler daha az göz önünde ve daha az kazandıran işler. Bazı Müslüman ülkelerde mahkeme önünde, kadının erkeğe oranla daha az söz söyleme gücü vardır. Yine bazı Müslüman ülkelerde kadınların kıyafet konusunda sıkı yasaklar koymuşlardır ve bunlara uyulmaması durumunda ölüm cezası uygulamaktadırlar. Feminizmin batı toplumlarında kadınlara oy hakkı, daha eşit ücret, "hata aranmayan" boşanma hakkı, çocukları babalarından uzak tutma hakkı, güvenli kürtaj elde etme hakkı, kadınların kendilerini tecavüzle suçladıkları erkeklerden uzak tutma hakkı, Amerika'da herhangi bir üniversiteye kabul edilme hakkı gibi hakların yürürlüğü koyulmasında büyük etkisi olmuştur. Feminizmin dinin çeşitli yönleri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Protestanlığın liberal kollarında kadınlar günümüzde din kadını olabilmektedir ve reform içindeki muhafazakar ve yeniden yapılanmacı Yahudilikte kadın, rabbi ve cantor olabilmektedir. Bu Hristiyan ve Yahudi gruplarında kadın gittikçe daha fazla iktidar sahibi olup erkekle eşit duruma gelmekte, bakış açıları inanca ait yeni ifadelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. İslam ülkelerinde de çoğu kadın alim her iki cins tarafından kendilerine yöneltilen İslamiyetle ilişkili soruları Arap televizyonlarında yanıtlamaktadırlar. İçinde bulunduğumuz günlerde İslam ülkelerinde kadınların imamlık sorunu tartışılmakta, müftü yardımcısı (Türkiye) olabilmektedir. Feminizm aynı zamanda yeni dini formların doğuşunda da önemli bir role sahiptir. Neopagan dinler özellikle Tanrıça ruhsallığının önemini vurgulamaya meyil göstermekte ve kadına ve kutsal dişiye yönelik geleneksel dinlerin düşmanca tutumlarını sorgulamaktadırlar. Dianik Cadılık (Dianic Wicca) kaynağı radikal feminizmde olan bir dindir. Feminist felsefe, 20. yüzyıl felsefesi ve günümüz felsefesinde ağırlıklı olarak kadınlar tarafından temsil edilen yaklaşımları; tarihte ve günümüzde cinsiyetler arasındaki doğal ve sosyokültürel farklılıkları ve bunların felsefe, sanat, bilim alanındaki etkileri ile erkek egemen dünyada kadınların durumunu tanımlamaktadır. Bununla temel olarak “kadınlık” ve “erkeklik” arasındaki tarih-felsefi düzenin araştırması yapılmaktadır. 14. yüzyıldan beri cinsler arası ilişki hakkında yazılar bulunmaktadır. Uygulamaya yönelik ve politik olarak şekillenen ilk dalga kadın hareketleri genel seçim hakkının kısmi yürürlüğe girmesinden sonra durgunlaşmış ve yenilenen canlanma 1960’lı yılların sonunda ikinci dalga kadın hareketlerini başlatmıştır. Ataerkil ilişkiler üzerine artan kuramsallaştırma ve bilimselleştirme çalışmaları feminist felsefesinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Feminist felsefesinin soruları sadece felsefede kadın bakış açısı ve deneyimlerin entegrasyonu ile felsefe tarihinde kadın düşmanlığının ve ayrımcılığın ortaya çıkarılması değil, aynı zamanda cinsiyet ayrımı olmadan, nesnel ve evrensel bir bilim olarak felsefeyi sorunsallaştırmaktır. Feminist politik felsefe politika ile ilgi teorilerde mekânın evsel-ailesel ve açık-politik bir ortam şeklinde yapılandırılmasını ve bunun sonuçlarının politika kavramı ile birlikte erkeklerin hâkim olduğu ve bu bağlamda bu tür düşüncelerin “kadınlık” ve iktidar ile ilişkilendirilen konuları araştırır. Feminist etik erkek ve kadın ahlakı arasındaki farklılıkları ve tipik olarak geleneksel etik düzende hangi oranda kadın davranış modellerinin daha fazla olduğunu araştırmaktadır. John Stuart Mill: John Stuart Mill, liberalizmin temsilcilerinden biri olarak sayılmaktadır ve toplumdaki kadın durumuna ilişkin görüşleri liberal feminizm olarak tanımlanabilir. Eşi Harriet Taylor Mill’den etkilenmiş ve 1865 yılından itibaren parlamentoda kadın seçim hakkını savunan topluluğun milletvekili olmuş ve parlamentoda kadın seçim hakkı ile boşanma hakkını talep etmiştir. İlk sosyal bilimsel olarak kadın baskısını araştırmıştır. Simone de Beauvoir: Günümüz feminist felsefesinin temellerini yazar, filozof ve modern feminizmin “annesi” olarak görülen Simone de Beauvoir (09.01.1908- 14.4.1986) atmıştır. İkinci Cins (Le Deuxième Sexe, 1949) adlı çalışmasında varoluşçuluğun ve görüngübilimin temelinde toplum için cinsiyet kavramının anlamını araştırmış ve ataerkil toplumda kadına uygulanan baskıyı göstermiştir. Böylece feminizm teorisinin temel amacı olan cinsiyetler arsındaki eşitliği ve hak eşitliğini ortaya koymuştur. Judith Butler: Filozof Judith Butler (24 Şubat 1956) dekonstruktif (yapıbozumcu) feminizmin ana temsilcisidir. En etkili eserleri olan "Cinsiyet Belası- Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi" (Gender Trouble. Feminism and the Subversion of Identity, 1990) ve Maddeleşen/Dert Olan Bedenler (Bodies That Matter, 1993) kitaplarında bahsettiği Queer Teorisinin geliştirilmesinde rol almıştır. Butler’e göre cinsiyet edinçsel bir modele işaret etmektedir. Zira “eril” ve “dişil” sınıflandırmaları salt kurgu ve tasarımsaldır, ancak eylemsel ve edimsel bazda oluşmaya elverişlidir. Sadece toplumsal cinsiyet ("gender") değil, aynı zamanda biyolojik cinsiyet ("sex") de buna göre toplumsal, yani sosyokültürel olarak koşullanmışlığı ima eden kavramlardır ve doğa tarafından mutlak olarak verilen içerik veya durumlar değildir. Cinsiyet aidiyeti, her bir insanın bireyselliğinin parçalanarak ayrıştırılması uğruna bütünsellikten koparılıp bozulmaktadır. Bu bağlamda geleneksel çift cinsiyetlilik “çok cinsiyetlilik” ile yer değiştirmektedir. Julia Kristeva: Filozof Julia Kristeva (24.06.1941) 70’li yıllar öncesi ataerkil toplumdaki kadın kimliğini sorunsallaştırmış; fakat psikanalize yakınlığı dolayısıyla bazı feminist edebiyat bilimi çevrelerince eleştirilmiştir. Diğer Temsilciler: Helene Cixous, Bracha L. Ettinger, Patricia Hill Collins, Donna Haraway, Sandra Harding, Nancy Hartsock, Luce Irigaray, Lynn Hankinson Nelson, Dorothy Smith, Alison Wylie, Martha Nussbaum, Herta Nagl-Docekal National Organization for Women (NOW) (Ulusal Kadın Örgütü) en büyük İngiliz-Amerikan feminist örgütüdür. NOW’ın yapmış olduğu bildiriye göre bugün ABD’de 550.000 üye bulunmaktadır. Başlangıçta üyelik erkeklere de açıktı. NOW, 30 Haziran 1966’da Washington D.C.‘de kurulmuştur. Feminizmin yol gösterici klasiklerinden olan The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi, 1963) adlı eserin yazarı Betty Friedan, örgütün 28 kurucuları arasında yer almaktadır ve örgütün ilk başkanlık görevini yapmıştır. Diğer bir kurucu üye ise Piskopos kilisesinin ilk Afroamerikan rahibesi olan Pauli Murray’dir. NOW’ın 1987’den 1991’e kadar başkanlığını ise Molly Yard yapmıştır. 35. yıl dönümde başkanlığa Kim Gandy seçilmiştir. NOW’ın ilk amacı Friedan’ın bir peçete üzerine yazmış olduğu: “Kadınlar şimdi (= now) Amerikan toplumunun popüler kültürüne tam katılım için önlemler almalıyız ve böylelikle bütün erkeklerle eşit derecede aynı sorumlulukları, ayrıcalıkları paylaşabilir ve üstlenebiliriz” içerikli taleplerin karşılanmasıydı. 1966 yılında hareketin temel taleplerini ve ideallerini “Statement of Purpose” (Amaçlar Bildirisi) ile ortaya koymuşlardır. NOW, 1970’li yıllarda kadın ve erkek arasındaki eşitliği garanti altına alan Eşit Haklar Tasarısı’nı (Equal Rights Amendment, ERA) ABD anayasasına sunmuştur. 23 Temmuz 1989’da Cincinnati, Ohio’da yapılan toplantıda ABD’nin çift partili sistemi tartışılmış ve sorgulanmıştır. Üçüncü bir partinin kurulması konusu ele alınmıştır. Tartışmanın sonucunda, kadınların politik bağımsızlığının bildirgesi (Declaration of Women's Political Independence) ortaya çıkmıştır. ABD anayasasının ek maddeleri için bir araştırma komisyonu oluşturulmuştur. Bu ek maddeler cinsiyet ayrımının kaldırılması, ölçülü hayat standartları hakkı, temiz hava, su ve çevre hakkı ile şiddet uygulamasının kaldırılması hakkını içermekteydi. Komisyonda, NOW’ın daha önceki başkanlarından olan Elanor Smeal başkanlık yapmıştır. Bundan bir ay sonra NOW, demokrasiden sorumlu komisyonu (Commission for Responsive Democracy) kurmuştur. Bugüne kadar örgüt, kadın hakları için yasama önlemleri ve medyada kadın temalarının ifade edilişi üzerinde çalışmıştır. NOW’ın günümüzde ağırlık verdiği noktalar ise hukuk sisteminde, okullarda, iş yerlerinde ve toplumundaki diğer alanlardaki baskıların ve ayrımcılığın ortadan kalkması, kürtaj, aile planlaması, çocuk doğurmada kendi kararını verebilme hakkı, kadınlara uygulanan şiddetin önlenmesi, cinsiyet, ırk ve homofobinin ortadan kalkması ile toplumda eşit hak ve özgürlüğün teşvik edilmesi olmuştur. National American Woman Suffrage Association (Amerikan Ulusal Kadın Oy Hakkı Derneği - NAWSA) kadın hakları için çalışan Ameriakan kadın deneklerinden birisidir. Elizabeth Cady Stanton ve Susan B. Anthony tarafından 1890 Mayıs ayında kurulmuştur. NAWSA, 1869 yılında kurulmuş olan National Woman Suffrage
Association (Kadınların Oy Hakkı Ulusal Derneği – NWSA) ve American Woman Suffrage Association’ın (Amerikan Kadın Oy Hakkı Derneği - AWSA) birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. American Woman Suffrage Association Boston’da Lucy Stone, Julia Ward Howe ve Josephine Ruffin tarafından kurulmuştur. Üyelerini tutucu çevreler oluşturuyordu. Birçoğu öncelikli olarak zencilerin seçim hakkı için çalışan ve kölelik karşıtı olan American Equal Right Association‘da (Amerikan Eşit Haklar Derneği - AERA) de çalışmışlardır. Birlik NWSA kadar militan olmamış ve iş yerlerindeki kadın ayrımcılığı ve kadınlar için boşanma hakkı gibi konularla uğraşmamıştır. 1870 yılından itibaren Lucy Stone AWSA için Women’s Journal’ı çıkarmıştır. Ayrıca AWSA’nın tutucu olarak savunulduğu diğer bir durum ise Elizabeth Cady Stanton ve Susan B. Anthony tarafından New York‘da başlangıçta radikal bir konuma sahip olan National Woman Suffrage Association’ın kurulması olmuştur. NWSA sadece kadın üyeleri kabul ediyordu ve ABD anayasasının 15. ek maddesine karşı bir karar çıkarmıştır. Bu karar ABD vatandaşı olan bütün erkeklerin ten ve etnik köken farklı olmaksızın eşit haklara sahip olmasını garanti altına almış; fakat kadınların seçim hakkı reddedilmiştir. Bu noktada NWSA politikası AERA’nın amaçlarına karşı çıkmış ve NWSA cinsiyet ve ırk ayrımı olmadan genel seçim hakkı için anayasa 16. ek maddesini talep etmiştir. AWSA’nın çalışmaları kadın haklarına yoğunlaşırken NAWSA’nın programı buna ek olarak kadın politik konuları da katmıştır. Zaman geçtikçe NWSA’nın politikasi tutuculaşmıştır. Susan B. Antony’nin derneğin başkanı seçilmesiyle kadınları seçim hakkı konusundaki çabalar artmıştır. NWSA’nın da bu zamana kadar temel konusu olan diğer kadın politik amaçlar ise önemsenmemiştir. Bu yön değişikliği ile hayal kırıklığına uğrayan radikal süfrajetler NWSA’dan ayrılmışlardır. 1890 yılında American Woman Suffrage Association tartışmasız olarak National Woman Suffrage Association ile birleşmiştir. Her iki dernek de Elizabeth Cady Stanton, Susan B. Anthony, Carrie Chapman Catt, Frances Willard, Mary Church Terrell, Matilda Joslyn Gage ve Anna Howard Shaw tarafından yürütülen American Woman Suffrage Association’a karşı Joslyn Gage, Olympia Brown ve Cady Stanton’ın oylarına karşı birleşmiştir. NAWSA birleşmeden sonra zamanla politik gücünü kaybetmiştir. ABD anayasası 19. ek maddesi ile ABD’de kadınların seçme hakkına kavuşması ile dernek önemini yitirmiş ve 1920 yılında da kapanmıştır. En son oturumda NAWSA‘dan Cary Ann Chapman bugün hala varlığını sürdüren katılımcı demokratik League of Women Voters kurmuştur. Varoluşundan beri feminizm birçok yönden eleştirilere maruz kalmıştır. Bunun nedeni feminizmin içinde birçok başka akımın da özetleniyor olması ve hayatın belli başlı kısımlarını günışığına çıkarıyor olmasıdır. Feminist hareketlerin içindeki eleştiriler, radikal feministler ve aykırı feministlerin yarattığı tartışmalardan doğan “erkek” odaklı, ataerkil yapılı toplumların gelişmesine neden olmuştur. Birçok feminist, özellikle de Alice Schwarzer için pornografi, bu akım içinde tartışılması gereken konulardandır. Bu yüzden de karşıt bir akım olarak sekse pozitif bakan feministler ortaya çıktı. Bu akımda cinsellik ve pornografinin her iki cinsiyet için de açık olması gerektiği savunuldu. Sydney’li David Stove, feminizmin üniversitelerde kadın araştırmaları başlığı altında bir bilim olarak kabul görülmesine yardımcı olmuştur; ancak objektif ve gerçekçi olarak bu bilime bakmanın zorluğundan dolayı genel anlamda bilim olarak kabul görememiştir. Alman kriminolog ve üniversite profesörü Micheal Bock, feminist bilimi kabul etmeyenlerdendir. “Feminizm var, bilim de var; ancak feminizm bilimi yok” demiştir. Bu kavram altında, feminizme zıt olarak düşünülen farklı düşünce tarzları ve akımlar genel olarak özetlenmiştir. Maskülizm temelde erkek deneyimi üzerine inşa edilmiş toplumsal teori ve politik bir hareket tarzıdır. Maskülizmin temsilcileri, cinsiyet eşitsizlikleri ve erkek hakları gibi konular üzerine yoğunlaştıkları halde bir yandan toplumsal ilişki eleştirileri de yaparlar. Çoğu Maskülizm’i savunan kişiye "maskülist" denir. Tarihte bunu ilk kez ortaya koyan sosyalist teorist Ernest Belfort Bax idi. Maskülizm kadın ve erkek tüm toplumda eşitliği savunan ve anti-feminist nitelendirmeyi kabul etmeyen Maskülinizm'den erkeğin üstünlüğünü savunması ve anti-feminist tavrı itibarıyla ayrılmaktadır.İlk antifeminist Ernest Belfort Bax idi. (1854–1918). Ernest Belfort Bax 23 Temmuz 1854’te doğan, 26 Kasım 1926’da ölen sosyalist bir gazeteci ve filozoftur. Dindar bir ailenin oğlu olarak Leamington'da doğan Bax, Almanya'da felsefe eğitimi ırasında Marksizm ile tanıştı. Marx'ın fikirleriyle Kant, Schopenhauer ve Hartmann'ınkileri bir araya getirdi. Sosyalizme de istekli ve bu konuda da keşfetmeye açıktı. Ayrıca da ateşli bir ateistti. Bax, bütün hayatı boyunca sosyalizmin olgunlaşması için ekonomik koşulları gerekli gördü ancak eğitim eksikliğinin buna engel olduğunu savundu. Başlangıçta aşırı bir milliyetçilik karşıtı olan Bax, I. Dünya Savaşı'nda İngiltere'yi desteklemeye başladı, fakat bu desteğe kadar mesleği: - avukatlığa yoğunlaşmış ve politikayla çok az ilgilenmişti. Feminizm'in kökeni 1700'lü yıllara kadar uzanır. Erkekler 1996 yılındaki Quebec'te gerçekleştirilen Feminizm konferansında pro feminizm (ilkel feminizm) adıyla feminist hareketin içine kabul gördüler. Bu yıla kadar erkekler feminizm içerisinde yer alamıyordu. Erkeklere kapalı bir ideolojiydi. Sebebi de feministlerin erkekleri kadın olmamın ne olduğunu anlayamayacak basit canlılar olarak görüyor oluşuları ve erkeklerin ne kadar iyi niyetli olsalar da erkek oldukları için ataerkilliğin dinamiklerini tekrar edeceklerine inanmalarıdır. Ancak cinsiyet eşitliği için mücadele veren erkeklerin sayısının çok büyük bir artış göstermesi feministlere bu düşüncelerinde yanıldıklarını göstermiş ve erkekleri ilkel feminizm adı altında feminist ideolojiye almışlardır. Feminizm yine aynı sebepten dolayı çoğu zaman da kadınları birçok alanda merkeze yerleştirmiş ve daha geniş haklar istemiştir. Eşitsizlikleri kadınların sahip oldukları geniş haklarla getirebileceğini iddia etmiştir. Lezbiyen feministler, erkeklerle cinsel ilişki kurmaya devam etmenin, ayrımcı yasaların kadınları erkek partnerleri kadar kazanmalarına engel olmasına veya hatta iyi nitelikleri için gereken yeterli ödemeyi alamamalarına, evli kadına baskı uygulamakta kullanılan ve onun kariyer yapmasını engelleyen tam gün bebek bakıcılığı yaptırılmalarına ve ev hanımlarını erkeğe ekonomik bakımdan bağımlı kılmaya sebep olan baskıcı heteroseksüel modele yakalanmak anlamına geldiğini iddia etmektedirler. Hatta erkeklerle cinsel ilişkiye giren biseksüel kadınlar dahi erkek partnerlerini terk etmeleri için lezbiyen feminizm tarafından tamamen kadınlarla cinsel ilişki kurmaya teşvik edilmektedirler. Ulus, Bartın Ulus, Bartın ilinin bir ilçesidir. Ulus’un tarihinin MÖ 3000 yıllarına kadar dayandığı kabul edilmektedir. MÖ 800 ile 2000 yılları arasında bölgeye ilk önce doğudan, sonra batıdan akınlar, göçler olmuş, Hititlerle çağdaş Gasgolar uzun süre bu bölgede barınmışlardır. Anadolu Selçukluları zamanında Ulus Candaroğulları Beyliğinin sınırları içinde kalmıştır. Osmanlılar zamanında ilçe küçük bir yerleşim merkezi olarak kalmış, herhangi bir ticari, siyasi ve askeri olaya sahne olmamıştır. Ulus, Safranbolu ilçesine bağlı nahiye durumunda iken 8 Ağustos 1944 yılında ilçe olması nedeni ile Zonguldak iline bağlanmıştır. [[28 Ağustos 1991 gün ve 3760 sayılı kanunla [[Bartın]] ilçesinin il olması üzerine Ulus, [[Bartın (il)|Bartın]] iline bağlanmıştır. İlçe genelde engebeli araziye sahiptir. Bölgenin esas bitki örtüsü ormandır. Denizden ortalama yüksekliği 200 metre olup, yüzölçümü 713 km² dir. Turizm yönü henüz keşfedilmemiş 4000 kişinin yaşadığı doğa ile iç içe şirin bir ilçedir. Ulus merkeze 20 km uzaklıkta Karaca ve geyik gibi birçok yabani hayvanın görülebileceği doğa ile iç içe milli park görünümünde şirin bir yerdir Ulus İlçe Merkezine 17 km. uzaklıkta olan Ulukaya köyü Ulukaya Kanyonu ve kanyonun içindeki eşsiz şelalesi ile görenleri etkisi altında bırakan güzelliği ile turizm potansiyeli yüksek bir yerdir. Her yıl Ağustos ayı 1. haftasında düzenlenir. [[Kategori:Ulus, Bartın| ]] Pro feminizm Pro-feminizm ya da profeminizm, (Feminist Erkekler/Erkek Feministler) herhangi bir feminist hareketin bir üyesi olmayı ima etmeksizin feminizmin hedeflerini desteklemeyi işaret etmektedir. Profeminizm terimi, ilk defa Eylül 1996'da Quebec'te gerçekleştirilen Feminizm konferansında kabul edilmiştir. Şu anda Profeminizm terimini kullanan gruplar, daha önce kendilerini değişik biçimlerde tanımlıyorlardı: Anti-Seksistler, Maskulunite Karşıtları, Ataerkillik Karşıtları gibi... Bu mücadelelere katılan erkeklerin sayılarının giderek arttığı gözönüne alınırsa, bütün bu tanımları içine alacak, profeminizm gibi daha kapsayıcı bir üst terimi kullanmak daha doğru olacaktır. Terim çoğunlukla feminizmi ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayacak çabaları aktif bir şekilde destekleyen erkeklere atıfla kullanılmaktadır. Çok sayıda pro-feminist erkek politik aktivizm içinde, çoğu da kadın hakları ve kadına karşı şiddet alanlarında yer almaktadır. Bazı eleştirmenler (çoğunlukla kadın olanlar) söz konusu erkekleri, her ne kadar onlar kendilerini "feminist" olarak tanıtıyor olsalar da, feminist kategorisi içerisinde görmemekte ve "pro-feministler" şeklinde adlandırmaktadırlar. Terim aynı zamanda feminist inançları benimseyen veya feminist sebeplerin savunuculuğunu yapan fakat kendilerini feminist görmeyen kimseler için de kullanılmaktadır. Kendilerini veya başkalarını feminist hareketle özdeşleştirmeyen kimseler tarafından da terim kullanılmaktadır. Batı dünyasında çoğu ülkede Pro-feminist erkek grupları bulunmaktadır. Pro-feminst erkeklerin aktiviteleri okullarda küçük çocuk ve gençlere şiddet uygulanmasına karşı çıkmak, işyerlerinde cinsel taciz atölyeleri
kurmak, eğitim kamplarını işletmek ve kadınlara yönelik pozitif ayrımcılığa destek vermek gibi uygulamaları da içermektedir. Pro-feministler laik ya da dini çevrelerde bulunabilmektedir ancak kadınların erkekle eşitliği konusundaki hedeflerinde ortaktırlar. Doğu ülkelerinde aktif, geniş Pro-feminist gruplar olmamasına karşın kadın haklarını savunan ve bu sebeple Pro-feminist kategorisi içerisine alınabilecek kişiler bulunmaktadır. Genellikle seküler, modern çevrelerde yer alan siyasi ve kültürel elit kesimler arasında daha yoğun bulunabilmelerine karşın az da olsa dini çevrelerde de kadın ile erkeğin tam eşitliğini savunan profeministlere rastlanabilmektedir. (Bkz. Ali Bardakoğlu/Zaman Gazetesi Röportaj 15.10.2005) Pro-feminist erkekler topluma ilişkin feminist anlayışa sempati duymaktadırlar. Pro-feministler erkekler çeşitli biçimlerde güç ve imtiyaz yaşarlarken kadının toplumdaki eşitsizlik ve adaletsizlikten eziyet çektiğine inanmaktadırlar. Pro-feminist erkekler pro-feministlerin kendi cinsiyetçi (seksist) davranışlarını diğer erkeklerin tavırlarını değiştirmeye çalışma sorumluluğu hissetmektedirler. Buna karşı en basit yanıt erkeklerin kendilerini "feminist" olarak adlandırmalarının doğru olmayacağıdır. Bu argüman çeşitli biçimler alabilmektedir, şöyle ki; Feminizm kadınlar tarafından, kadınlar için ve kadınlar hakkında geliştirilen bir hareket ve fikirler kümesidir. Erkekler asla bir kadın gibi olmanın nasıl bir şey olduğunu bilemezler. Pro-feministler cinsiyetçilik karşıtıdırlar (anti-seksist) ancak erkek-karşıtı değildirler. Pro-feminist erkekler arasında her türlü cinsel yönelimi olan erkek yer alabilmektedir. Pro-feministler arasında LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel ve Transgender(cinsiyet değiştirmiş) kelimelerinin ilk harfinden oluşturulmuş bir terim)li oranın toplumun genelinden daha fazla olup olmadığını söylemek zordur çünkü bu konuda bir araştırma yapılmamıştır. Diğer yandan erkekler sıkça kadınlarla seksüel ilişkilerinden ötürü feminizme sempati duyar hale gelmektedirler ve bu özellikle pro-feminizmde heteroseksüel bir yol olduğunu göstermektedir. Diğer yandan eşcinsel (gay) erkekler de bazen geleneksel erkeklikten uzak olma duygusu ve onun homophobia (heteroseksüel olmayanlardan korku ve nefret - homofobi) ile arasındaki bağlantıları fark etmekten ötürü pro-feminizme yakınlık duymaktadırlar. Çoğu pro-feminist erkek erkekliğin (maskülinite) güçlü biçimde homofobiklikle yoğrulduğuna inanmaktadırlar. Talat Aydemir Talat Aydemir (d. 1917, Söğüt, Bilecik – ö. 5 Temmuz 1964, Ankara), Türk asker. 22 Şubat 1962 ve 20-21 Mayıs 1963'te iki askeri darbe girişimine önderlik etmiştir. 1940 yılında Kara Harp Okulu'nu ve 1954 yılında Kara Harp Akademisi'ni bitirerek kurmay subay oldu. 1956-1959 yılları arasında Demokrat Parti iktidarına karşı darbe yapmak için örgütlenen cuntada çalıştı. 1959 yılında Kore'ye gitti. 1960 Haziranına kadar orada kaldığı için 27 Mayıs Darbesi'ne (1960) katılamadı. Yurda dönünce Milli Birlik Komitesi'ne (MBK) giremedi. Bu da MBK'ye kişisel kırgınlık duymasına neden oldu. Kore dönüşünde, kurmay albay rütbesindeyken önemli bir görev olan Kara Harp Okulu komutanlığına atandı. 27 Mayısçıların, Ondörtleri de içeren "radikal" kesimi içinde yer alıyordu. Bu kesimde oturmuş bir düşünce birliği olmamakla birlikte, askeri yönetimin sürmesi, otoriter reformculuk, parlamentarizmi küçük görme gibi asgari müştereklerde birleşiliyordu. 1960'ın sonunda MBK'nın "ılımlı" kanadı "radikal" kanadı tasfiye etti, ama MBK içinde olmayan Aydemir bu gelişmeden etkilenmedi. 15 Ekim 1961'de seçimlerin yapılmasından sonra, ordu içindeki hoşnutsuzluklar arttı. Kendilerine Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını veren bir grup subay 21 Ekim'de seçimlerin, siyasal partilerin ve MBK'nin feshini öngören bir protokol imzaladı. 27 Mayıs'ın hedefine ulaşamadığı, koalisyon hükümetlerinin gerekli reformları yapamayacağı, bu nedenle yeni bir müdahalenin gerekli olduğu düşüncesindeki Aydemir grubu ile SKB arasında belirli bir ilişki vardı. Protokolde sözü edilen müdahale çeşitli gelişmeler sonucu gerçekleşmemekle birlikte, ordu içindeki hoşnutsuzluk sürüyordu. İsmet İnönü başkanlığında kurulan hükümet, bir darbe girişimini önlemek amacıyla aralarında Aydemir'in de bulunduğu bir grup subayı başka yerlere atadı. Bunun üzerine Aydemir, yapılan atama ve tutuklamalara karşı, Ankara'daki askeri birliklerin bir bölümünün katılmasıyla 22 Şubat 1962'de bir darbe düzenledi. Ama ordu İsmet İnönü'nün yanında yer alınca, yalnız kalan Aydemir hükümetle anlaşarak teslim oldu. Bu anlaşma uyarınca 22 Şubatçılar yargılanmadılar, yalnızca emekliye ayrıldılar. 9 Temmuz 1962'de "Kanunun suç saydığı bir cürmü övdüğü" iddiasıyla tutuklandı. 18 Temmuz'da tahliye edildi. Aydemir bundan sonra da darbeci etkinliklerini sürdürdü. 20 Mayıs 1963'te, Anayasa'da öngörülen reformların gerçekleştirilmediği gerekçesiyle, Kara Harp Okulu'nun katılmasıyla ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim de İnönü'nün direnişiyle bastırıldı. Aydemir, birçok subay, Kara Harp Okulu öğrencileri ve Ondörtler'den bazılarıyla birlikte yargılandı. Yapılan yargılamadan sonra, 5 Eylül 1963'te Süvari Binbaşı Fethi Gürcan ile birlikte "Anayasayı Tadil ve Tağyire teşebbüs" suçundan idama mahkûm edildi. TBMM'nin de kararı onaylaması üzerine idam cezası kesinleşti (11 Mart 1964). 27 Haziran 1964 günü sabaha karşı hücresinden alınarak infaz için cezaevi müdürünün odasına getirildi ise de avukatının yaptığı bir son dakika başvurusu ile infaz ertelendi. Bu son hukuki girişimlerin de etkisiz kalmasının ardından, 5 Temmuz 1964'te Ankara Merkez Cezaevi'nde asılarak idam edildi. Aydemir'in darbe girişimlerinin belirgin bir programı yoktu. Bu girişimlerde askeri-otoriter bir reformculuk isteği ve kimi kişisel tutku ve çekişmeler belirleyiciydi. Evli ve iki çocuk babası olan Aydemir, anne tarafından eski maliye bakanlarından Ekrem Alican'ın yeğenidir. Talât Aydemir'in anılarının bir bölümü 1965 yılında "Akşam" gazetesinde yayımlanmış ve hemen sonra "Talat Aydemir’in Hatıraları" adıyla MAY Yayınları tarafından ilk cildi yayımlanmıştır. Kendi el yazısı ile kaleme aldığı bütün anıları 2010 yılıda Yapı Kredi Yayınları tarafından "Hatıratım" adıyla yayımlandı. 12 Mart Muhtırası 12 Mart Muhtırası, 12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur'un imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek hükûmetin istifaya zorlandığı askeri müdahaledir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde meydana gelen dördüncü; başarılı olmuş ikinci; ve emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askeri darbe eylemidir. Millî Demokratik Devrim, 1960'ların ikinci yarısında Türkiye İşçi Partisi (TİP) içindeki bölünmenin yönlerinden biridir. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın liderliğindeki TİP çevresi, "Millî Demokratik Devrim" ile "Sosyalist Devrim"i birbirinden ayrılamaz olduğunu savunup doğrudan bir sosyalist devrimi tercih ederken, Mihri Belli'nin kavramlaştırdığı Millî Demokratik Devrim ise Türkiye'ye daha uygun bir devrim olarak ikinci bir grup tarafından tercih edilmiştir. Bu gruptakilere göre devrim, aynen Sovyetler Birliği'nde 1917 yılında olduğu gibi iki aşamalı olmalıdır. Önce Millî Demokratik Devrim "askeri darbe" şeklinde "genç subayların" önderliğinde gerçekleşecek sonra da "proleter devrim" şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hakimiyetini kuracaktır. Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Beyazıt meydanında ABD'nin 6. Filo'sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada meydana gelen olaylardır. Gösteri için valilikten izin alınmıştır. Gösteri yapılmadan önceki günlerde Komünizmle Mücadele Derneği uyarılarda bulunarak halkı tepkiye çağırdı. O gün, diğer bir grup da Beyazıt meydanında taşlı sopalı beklemeye koyuldular. İki grup meydanda karşılaştı. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldürüldü. 1966'da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in hastalığı yüzünden TBMM tarafından görevinden alınmasından sonra Cumhurbaşkanlığı'na Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay seçildi. Sunay'dan boşalan Genelkurmay Başkanlığı'na 16 Mart 1969'da Memduh Tağmaç getirildi. Mayıs ayında Meclis'e 218 imzalı bir anayasa değişikliği teklifi verildi ve siyasi hakların iadesi öngörüldü. 14 Mayıs 1969 tarihinde, uzun yıllardır kavgalı olan iki lider, İsmet İnönü ve Celâl Bayar buluştular ve barıştılar. Zaten DP'lilere haklarının iadesini CHP de öngörüyor, hatta İsmet İnönü öncülük ediyordu. Aynı günlerde Ankara'daki Genelkurmay Karargâhı'ndaysa çok farklı hazırlıklar yapılıyor, ordu Bayar ve arkadaşlarına siyasi haklarının iade edilmemesi için darbe yapmayı düşünüyordu. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın belgelerine göre 19 Mayıs 1969 akşamı Ankara'daki Merkezi Haberalma Örgütü'ndeki bir CIA görevlisinin Washington'a gönderdiği mesajda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahaleye 16 Mayıs günü karar verdiği söyleniyordu. Aynı gün, Cumhurbaşkanı Sunay, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıyla bir hayli uzun bir görüşme yapmıştı. Bu görüşme sonrası ordunun anayasa değişikliğini istemediği saklanamaz bir gerçek halini almış, gazetelere de yansımıştı. 20 Mayıs'ta İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı Sunay'a bir mektup yazdı. Mektupta, deniyordu. İsmet Paşa darbe tehdidine karşı duruyordu. Demirel de aynı gün partisinin grup toplantısında bir konuşma yaptı ve ""Asker muhtıra vermedi"" dedi, sonra ekledi: Sonuç olarak birkaç gün sonra anayasa değişikliği teklifi Komisyona geri çekildi, sonra genel seçime gidildi. Süleyman Demirel önderliğinde Adalet Partisi, 1969 Türkiye genel seçimleri'nde büyük başarı kazanarak yeniden tek başına iktidar oldu. Bayar ve arkadaşlarının 27 Mayıs darbesiyle kaybettikleri siyasi hakları 1970'lerin ortalarına kadar da iade edilmedi. Bu genel seçim ile TBMM 14.dönem milletvekilleri seçilmiştir. Bu seçime göre Adalet Partisi aldığı %46.55'lik oyla meclise 2
56 milletvekili gönderip iktidar partisi, Süleyman Demirel ise başbakan olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi ise meclise gönderdiği 143 milletvekiliyle ana muhalefet partisi olmuştur. 1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin işbirliğiyle önce Millet Meclisi ardından Senato'dan geçirildi. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970'te cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı. DİSK'li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı, İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Gösterilere pek çok fabrikadan 75.000 dolaylarında işçi katıldı. Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği halde, yürüyüşlere çok sayıda Türk-İş işçisi de toplu halde katıldı. Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar. Kadıköy'de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf yaşamını yitirdi. 16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı. Siyasi krizler ve işçi sendikaları tarafından gerçekleştirilen eylemlerin yanı sıra hükümetin üstesinden gelmesi gereken bir başka durum da üniversitelerdeki öğrenci olaylarıydı. Sol’un bir nevi yükselişe geçtiği yıllardı.  Üniversiteliler,  hükümeti politikaları nedeniyle ağır bir şekilde eleştiriyorlar ve Türkiye’yi Amerikan bağımlılığından kurtaracaklarını iddia ediyorlardı. Fakat bu durum üniversiteleri bir nevi çatışma merkezi haline getiriyordu çünkü karşıt görüşlü gruplar pek çok zaman karşı karşıya geliyorlar ve olaylar çıkıyordu. İngiliz Büyükelçiliği de bu duruma dikkat çekmiş ve üniversitelerin içinde bulunduğu bu durumun askerlerin ülkeye müdahalesine zemin hazırladığı yönünde bir değerlendirmede bulunmuştu. Dört Amerikan askerinin kaçırılması da durumun ciddiyetini ortaya koyması açısından belirtilmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından kaçırılan bu dört asker daha sonra serbest bırakılmışlarsa da 12 Mart muhtırasından kısa süre önce meydana gelen bu olay ülke gündemini oldukça meşgul etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından emir-komuta zinciri içerisinde 12 Mart muhtırası verilmemiş olsaydı, TSK içinde kurulmuş olan ve başında Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun bulunduğu gizli askeri cunta fiilen 9 Mart 1971 tarihinde darbe yapacaktı. Cunta içine sızmış ve önemli görevler üstlenmiş olan Mahir Kaynak vasıtası ile darbe önceden haber alınmış ve darbeye adı karışan ve Orgeneral rütbesiniden daha kıdemsiz olanlar re'sen emekliye sevkedilmişlerdir.. 12 Mart 1971 darbesine giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesini yapan Millî Birlik Komitesi'nin gerçek lideri Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu "Millî Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek "ulusçu-devrimci yöntem" olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal çok sonraları anılarını anlattığı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim adlı kitabında o zamanki maksatlarının "ulusalcı" subayları ikna ederek onlarla birlikte bir "Millî Demokratik Devrim" darbesi yapmak olduğunu yazdı. Nitekim 9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak ve Mehmet Eymür'ün de bulunduğu Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının durumu Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı. 12 Mart Muhtırası'nı veren Orgeneral Memduh Tağmaç, Orgeneral rütbesindekiler hariç bu 9 Mart 1971 Millî Demokratik Devrimine adı karışan başta Tümgeneral Celil Gürkan olmak üzere tüm subayları re'sen emekliye sevketti. 1. Ordu Komutanı Faik Türün de bu darbeye adı karışan tüm Devrim yazarlarını Ziverbey Köşkünde Millî İstihbarat Teşkilatı vasıtasıyla sorguya çekti. Bu sorgularda Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un da 9 Mart darbesine önce destek verdikleri, fakat sonra istihbarat bilgileri Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a ulaşınca desteklerini geri çektikleri ortaya çıktı. Darbe, 1971 yılında 12 Mart günü saat 13:00'da TRT radyolarından okunan aşağıdaki muhtıra ile ilan edilmiştir: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun imzasını taşıyan muhtıra 12 Mart Muhtırası şu maddelerden oluştu: Ordu, 12 Mart 1971'de bir muhtıra verdi. Parlamento fesh edilmedi, partiler kapatılmadı, Anayasa askıya alınmadı. Ama "koşullar" çok değişmişti. Askerler bir teknokrat hükümeti istiyorlardı. Eğer böyle bir "tarafsız" başbakan Meclis içinden çıkar da güvenoyu alırsa, sorun kalmazdı. Bunun için tarafsız bir milletvekili aranmaya başlandı. CHP Kocaeli milletvekili Nihat Erim ismi üzerinde anlaşıldı. 26 Mart günü CHP'den istifa etti. Böylece artık "bağımsız başbakan" olan Erim "partiler üstü reform hükümeti"ni kurdu. İsrail Başkonsolosu'nun Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi militanları tarafından kaçırılıp öldürülmesinden sonra İstanbul'da 12 Mart döneminde sol görüşlü yasak yayınların toplanması için ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve tutuklamalar zinciridir. Sonucunda TİP ve DİSK kapatılmıştır. 14 Ekim 1973 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde TBMM 15. dönem milletvekilleri seçilmiştir. Bunun sonucunda 185 milletvekiliyle CHP iktidar, Bülent Ecevit de başbakan olmuştur. Mistisizm Mistisizm, Yunanca μυστικός ("mystikos") yani Eleusis Gizemlerine "katılan kişi" (initiate) ve gizemlere katılım anlamına gelen μυστήρια ("mysteria") terimiyle ilişkilidir. Sözcüğün kökeni hakkındaki görüşlerden biri Yunanca'da dudak ve gözleri kapamak anlamına gelen "muein"den geldiği yönündedir. Ancak günümüzde mistisizm sözcüğü Eleusis gizemlerinden daha çok Neoplatoncu manevi gerçek veya Tanrı ile doğrudan deneyim, sezgi veya içe bakış yoluyla özdeşleşme veya yeni bir idrak düzeyine varma anlamında kullanılmaktadır. Bu deneyim yoluyla bilgeliğe ulaşılır. Mistisizm ve çağdaş çözümlemeli felsefe mistisizmin deneyimsel ve bütüncül olması ve mistik deneyimin genellikle ifade edilemezliği, çağdaş felsefenin ise çözümlemeli, sözel ve indirgemeci oluşu nedeniyle birbirleriyle karşıtlık oluşturur. Ancak mistisizm ile felsefe arasındaki bu ayrım çağdaş dünyaya özgüdür. Tarihin büyük bölümünde mistik ve felsefi düşünce birbirleriyle yakından ilişkili olmuştur. Platon ve Pisagor ve bir ölçüde de Sokrat'ın öğretilerinde açık mistik unsurlar bulunmaktadır; pek çok büyük Hristiyan mistik aynı zamanda döneminlerinin önde gelen filozoflarıdır ve Buda'nın sutraları ve Şankara'nın 'Ayrım Mücevheri'nde mistik fikirler yüksek bir çözümlemeli yaklaşımla değerlendirilmiştir. Mistisizm ve çağdaş felsefe arasındaki uçurum temelde çağdaş felsefedeki doğal bilimlerden etkilenen belirli bilimci okulların etkisinden kaynaklanmaktadır. Mistik düşünce ikiye ayrılır: panteizm ve panenteizm. İlki evreni tanrı olarak görür ya da tersi. İkincisi ise evreni tanrıda görür. İlkinde kişisel bir tanrıya yer yokken ikincisi evreni tanrının bir parçası olarak görür. İlki yaşamın akışına ve değişime özel bir önem vererek doğayla bütünleşmeyi savunurken ikincisi doğayı tanrının bir eseri olarak kavrar. Mistisizm ikisinde de farklı kavrayış ve algılamalar doğurur. İki sistemin birleşimi olarak görülebilecek süreç teolojisi ise evrenin tanrıyla beraber devindiğini savunmaktadır. Ölüm yaşamın dipnotu, eylem ve tavırların kendisini hissettirdiği o tükenmişliğe vurgu, ezeli pranganın esareti. Mistisizm ölümün insanın gerçek boşluğunu hissettiren, bütün çabaların kendini avuntuyla oluşa yönelten bir düşünce imgesi olduğunu yalnız iddia etmekle kalmaz, kesinlik hükmünde o dış gerçeklik denilen tantananın mekanizmasını da tanır. Aşkın, sevginin, dostluğun ve arkadaşlığın o en dipteki çölden, kuru iç yaşantıdan kurtulmak için icad edilen ama bir türlü gerçekliği yaşanamayan sadece oyun olarak yaşanmaya çalışılan bir sahtekârlık olduğunu bilir. Tanrı haz ilkesini yaşam içgüdüsü yaptı, içgüdü sosyal hayatı oluşturdu, kaçınılmayan bir uyum sürecinde insanlar daha doyum için gruplar, sınıflar ve birlikler oluşturdu. İnsanlık kendi hayatındaki, öz benliğindeki yalnızlığını kişisel sorunlarını politik sorunlara dönüştürerek rejimler üretti. Kana boğulan, iğdiş edilen insanlık tarihi hep insan zihnindeki ve kalbindeki o kopkoyu karanlıktan, kendini üretirken başkasını yokeden o bencil, bireyci doyumsuzluktan, o tam kavramı bulunmayan vahşilikten doğdu. Mistisizm, Tanrının karanlığından beslenen bu evrensel yapıda yine Tanrının aydınlık olan diğer yüzüne yüzünü dönmüşlerin yoludur. Tanrıyı, insanı ve hayatı yanılma payı olmadan hakkıyla teslim eden Tanrının batını boyutunun hizmetkârıdır. Mistisizmin kaynağı, dinlerin ve güzel sanatların ilham aldıkları kaynaktır. Yani, görünün dünyanın ötesindeki görünmeyenin bilincidir. Bu durumun temel rolü, insana eşyanın içine ait bilgisinie ilahi bilgiyi de katarak insanı yeniden ezeliyete kavuşturmadır. Mistik, ezelî olanın içinde geçici olanı, geçici olanın içinde de ezelî olanı kavrar. İnsan tek başına çıktığı hayat yolculuğunda türlü duraklardan aldığı enerjilerle beslenerek macerasına devam eder. Bu enerjiler onu biçimlendiren, referans noktası olarak kabul edilen ve tüm doğrultusunu belirley
en deneyimlerdir. Bu iç yolculukta kişi taşların yerine oturduğu ve görünüş ve bir kimlik kazanan süreç sonucu insan bütünüyle toplumun bir parçası, onun küçük bir örneği konumuna gelir. Bu, sosyal oyunun herkesi bir yaptığı bir sosyal hayatın ana karakteridir. Herkes farklı hayatlara sahip olsa da insanlar sosyal hayat alanlarında birbirlerine aynı sosyal tavır ve adetleri takınır. Bu toplumun yonttuğu ya da kolektif bilinçaltının dikte ettiği kültürel durum insanlara aynı havayı solutur. Mistisizm ve şizofren bu bütünlüğün gerçek insani değerlere kapalı, sadece hissedilen şeyin yobazlığa ve travmaya yol açabilen sahte düşlü, hassasiyeti tüketen ya da bir savaş yumuşatma aracı kadar rolü olan ahlaki normların kontrol mekanizması olduğunu ve hâkim paydanın güç eksenli bir yaşam kültürü dayattığını bilir. Şizofreni Tanrının parçalara ayırdığı gerçeği tek tek parçalarda görüp tükenirken mistik parçalardaki bütünden doğar. Aşklarını aynı çizginin iki yönünde bulur: Tanrı ve insan. Mistik Tanrının adını insana söylerken, şizofren insanın adını Tanrıya söyler. Mistikler insandan kopmadan Tanrıyı, şizofrenler Tanrıdan kopmadan insanı aşk edinmişlerdir. Tasavvufta ilki sahv, ikincisi sekr halidir. Freddie Mercury Freddie Mercury (d. 5 Eylül 1946, Zanzibar – ö. 24 Kasım 1991, Londra), Britanyalı rock grubu Queen'in efsanevi solisti. Gerçek adı, Farrokh Bulsara'dır. Sahnedeki duruşu, şovu, pek çok kişi tarafından hala dünyanın en güçlü vokali olarak anılan sesi, Queen'i insanlık tarihinin en çok tanınan müzik gruplarından biri haline getirmesi ile tanınan, Queen grubunun kurucusu ve vokalisti. Rock müzik ve operanın bir arada kullanımı başta olmak üzere, değişik müzik türlerini bir arada harmanlayan bir müzik anlayışına sahiptir. "Bohemian Rhapsody", "Somebody to Love", "We Are the Champions", "Don't Stop Me Now", "Killer Queen" ve "Crazy Little Thing Called Love" gibi pek çok uluslararası hit parçanın yazarıdır. Komplike bir özgüvene ve cesarete sahip olduğunu o yıllarda sahip olduğu dış görünüşü, müziği ve Queen ile tüm dünyaya hissettirmiştir. Yıllarca Queen grubundaki çalışmaları ile birlikte solo olarak da çalışmıştır. Mercury, ayrıca "İlk Asyalı Rock Star" olarak adlandırılır. 1991 senesinde AIDS'in getirdiği komplikasyonlar sonucu yaşamını yitirmiştir. Ölümünden sonra geriye kalan grup üyeleri, toplumun AIDS farkındalığının artması amacıyla The Freddie Mercury Tribute Concert adında bir konser düzenlemişlerdir. 2005 senesinde "Blender" dergisinin okuyucuları Mercury'yi gelmiş geçmiş en iyi erkek sanatçı seçtiler ve 2008 senesinde, "Rolling Stone" dergisi onu "Tüm Zamanların En İyi 100 Şarkıcısı" sıralamasında 18. sıraya yerleştirdi. 2009 senesinde Classic Rock dergisinin yaptığı ankette Mercury gelmiş geçmiş en iyi rock müzik sanatçısı seçildi. Vizelli tarafından tarihte en çok iz bırakmış sanatçılardan biri seçilen Mercury, 2009 yılının Ocak ayında Birleşik Krallık'ta istatistik konusunda bir otorite olarak kabul edilen OnePoll tarafından skiddle.com'un katkılarıyla ve oldukça geniş çaplı katılımla gerçekleştirilen bir ankete göre "Rock Tanrısı" adına layik görüldü. Mercury'nin vokaliği ile birlikte Queen 300 milyon civarı bir satış başarısı elde etmiştir. Queen genel olarak The Beatles'den sonraki en önemli rock grubu olarak kabul görür. Bu güne kadar Celine Dion, George Michael, Lady Gaga, Katy Perry, Extreme, Michael Jackson, Foo Fighters, Kurt Cobain, Guns N' Roses, Metallica, Manic Street Preachers, The Killers, The Smashing Pumpkins, Radiohead, My Chemical Romance, Kansas, Iron Maiden, Ben Folds Five, Robbie Williams gibi birçok şarkıcının veya grubun üzerinde etki bırakmıştır. Parsi kökenli bir ailede zamanın İngiliz kolonisi olan Zanzibar adasında (şimdiki Tanzanya'nın bir parçası) doğmuştur. Kashmira adında bir kızkardeşi vardır. Mercury, Bombay'daki (Hindistan) St. Peter yatılı okuluna geri gönderildi. Bu okulda piyano çalmayı öğrendi ve ilk grubu The Hectics'e katıldı. Çocukluğunun büyük kısmını Hindistan'da büyük annesi ve teyzesi ile geçirdi. Zanzibar'a dönmeden önce St. Mary's Lisesi'nde eğitimini tamamladı. Zanzibar'daki 1964 devrimi nedeniyle, 17 yaşında iken ailesi ile birlikte Birleşik Krallık'a taşındılar. Ealing Art College'da Sanat ve Grafik Tasarım alanında diploma aldı. Freddie Mercury, geniş kitlelerce rock müziğin en büyük vokalistlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Freddie Mercury çok özel bir sese sahipti. Normal konuşma sesi bariton aralığında olmasına karşın şarkı söylerkenki sesi tenor idi. Kaydedilmiş vokal aralığı yaklaşık 4 oktav idi (falsetto dahil). Vokal aralığa ilaveten Mercury teknik olarak zor şarkıları da çok güçlü bir sesle yorumlamıştır. Ancak, ses tellerindeki nodüllerden rahatsız olması nedeniyle (ameliyat olmayı reddetmiştir) pek çok konserinde yüksek notaları düşürmüştür. Mercury hiç formal vokal eğitimi almadığını söylemiştir. Freddie Mercury, Queen'in "Greatest Hits" albümündeki 17 şarkının 10'unun yazarıdır. Bunlar arasında: "Killer Queen", "Bohemian Rhapsody", "Somebody to Love", "We Are the Champions" ve "Don't Stop Me Now" sayılabilir. 1980'lerde grubun dört üyesi de şarkı yazıyordu. Ancak Mercury'nin şarkılarında dikkati çeken en büyük özellik, rock, heavy metal ve disco gibi farklı tarzları kullanabilmesiydi. Bazı şarkılarının yapısı diğerlerine göre çok daha kompleks, bazılarınınki ise oldukça basitti. Örneğin, "Bohemian Rhapsody" nin çevrimsiz bir yapısı vardır ve yaklaşık 60 akor içerir. Buna karşın, "Crazy Little Thing Called Love" şarkısında sadece birkaç akor vardır. Mercury oldukça karmaşık harmoniler yazmış olmasına rağmen, çok az nota bilgisi olduğunu söylemiştir. Queen topluluğunun dört üyesi de şarkı yazarı olmasına rağmen, ilk albümlerinin yapımında Queen ile birlikte stüdyo çalışmalarına katılan yapımcı Gary Langan: ""Freddie, diğerlerinin şarkı yazmalarına her zaman destek vermiştir. Oysa çalıştığım diğer gruplarda durum hiç de böyle değildi; belli bir kişi şarkı yazardı, başka yazan olursa da şarkısını kabul ettirmek için epeyce uğraşması gerekirdi."" demiştir. Mercury şarkılarının çoğunu piyanoda yazmış ve genellikle grup arkadaşları ve gitarist Brian May için teknik olarak zor notalar seçmiştir. Gitar yeteneği oldukça düşük seviyede olmasına karşın, gitar için de "Bohemain Rhapsody" de duyulanlar dahil olmak üzere pek çok melodi ve riff yazmıştır. "Crazy Little Thing Called Love" şarkısını da gitarda yazmıştır. Queen ile yaptıkları çalışmalara ilaveten Mercury iki de solo albüm çıkarmıştır: "Mr. Bad Guy" (1985) ve "Barcelona" (1988). İlki daha çok pop ağırlıklı olup disko ve dans müziği tarzındadır. "Barcelona" ise Mercury'nin hayranı olduğu opera sanatçısı Montserrat Caballé ile birlikte kaydedilmiştir. Britanya'da albüm listelerinde 23 hafta kalmasına rağmen, Queen'in diğer albümlerine göre "Mr. Bad Guy" ın ticari anlamda pek de başarılı olmadığı söylenir. Buna karşın, 1993'te "Living On My Own"'un bir remiksi (aynı albümden bir şarkı) Britanya listelerinde birinci sıraya yükselmiş, 13 hafta listede kalmış ve Mercury'ye ölümünden sonra Ivor Novello Ödülünü kazandırmıştır. Müzik eleştirmeni David Prato, "Mr. Bad Guy"ı "baştan sona seçkin" olarak nitelemiş ve Mercury'nin "bilinmeyen bir bölgeye uzanarak saygın bir iş yaptığını" söylemiştir. Albümde ağırlıklı olarak sintisayzır kullanılmıştı ve bu durum önceki Queen albümlerinin karakterinden çok farklıydı. "Barselona", opera şarkıcısı Montserrat Caballé ile kaydedilmiş olup pop müzik ile operanın elementlerini içeriyordu. Caballé, albümün, kendi kariyerindeki en büyük başarılarından biri olduğunu söylemiş ve Mercury için: ""O sadece bir pop şarkıcısı değil, bir müzisyen idi, piyanonun başına geçer ve beste yapmaya başlardı. Farklı müzik stillerini bir araya getirmenin yeni bir yolunu keşfetmişti. O bu işi yapan ilk ve tek kişidir."" şeklinde konuşmuştur. Eylül 2006'da, Birleşik Krallık'ta Freddie Mercury'nin 60. doğum günü şerefine, onun solo çalışmasını da içeren bir derleme albüm piyasaya çıkmıştır. Albüm Britanya listelerine ilk 10'dan giriş yapmıştır. Yıllar geçtikçe, Freddie Mercury'nin nadir bulunan solo albümleri daha da değer kazanmıştır. Örneğin, "Barcelona" albümündeki "Guide Me Home" şarkısının şu anki değeri yaklaşık £1,000 ($1,800) dır. Bir diğer değerli parça da, 1969'daki Beach Boys şarkısının 1973'teki tekrarı olan "I Can Hear Music" olup Larry Lurex sahne adı altında kaydedilmiştir. Yaygın bir şekilde korsanı yapılan bu eserin orijinali çok değerli bir koleksiyon parçasıdır. Mercury, Michael Jackson ile, "There Must Be More To Life Than This" ve "State of Shock" gibi resmen yayımlanmayan birkaç şarkıda birlikte çalışmıştır. Mercury'nin, Michael Jackson ile birlikte kaydettiği "Victory" adlı parça henüz piyasaya çıkmamıştır. İkinci şarkı, 1984'de yayımlanan "Victory" albümünde olup, sonunda Mick Jagger ve The Jacksons tarafından okunmuştur. Mercury, aslında "Thriller" albümünde de görünecekti. Uzun yıllar boyunca Mary Austin adında çok yakın olduğu bir kız arkadaşı olmasına rağmen, Freddie Mercury seks yaşamı hakkında oldukça açıksözlü olmuştur. 70'li yılların sonunda verdiği bir röportajda gazeteciye: "Bir nergis kadar geyim canım" demiştir. 1970'lerin sonlarından itibaren Mercury'nin erkeklerle olan aşk maceraları başlamış ve Austin ile ilişkisi sonlanmıştır. Ancak ikili gene de yakın arkadaş olarak kalmış ve Mercury, Austin'i gerçek arkadaşı olarak tanımlamıştır. 1985'teki bir röportajda Mercury, Austin hakkında: ""Bütün aşıklarım niye Austin'in yerini alamadıklarını soruyorlar. Çünkü bu imkânsız. Tek arkadaşım Mary ve ben başka birini istemiyorum. O benim yasal eşim. Bu benim için evlilik gibi. Birbirimize inanıyoruz ve bu bana yeter. Bir erkeğe, Mary'e aşık olduğum gibi olamazdım."" demiştir. Mercury 1983'te Jim Hutton adında yeni bir aşık bulmuştur. Hutton, Mercury'nin yaşamının son altı yılında onunla birlikte olmuş, hastalığı sırasında ona bakmış ve öldüğünde de yatağının yanıbaşında olmuştur. Hutton'a göre, Mercury ondan kocası olarak bahs
etmekteydi ve öldüğünde de Hutton'ın ona verdiği evlilik kurdelasını takıyordu. Freddie Mercury'nin, uzun yıllar boyunca düzelttirmek istediği, göze çarpan dişlek bir çene yapısı vardı. Meslek yaşamının ilk yıllarında dişlerini düzelttirmek istediğini belirtmiş fakat vakit bulamadığından dolayı pişman olduğunu söylemiştir. Böyle bir ameliyatın sesine de zarar verebileceğinden korktuğunu da belirtmiştir. Gülümserken, dişlekliği görünmesin diye genellikle eliyle ağzını kapatırdı. "Cat Fancy" dergisinin Ocak 2004 sayısındaki habere göre, Mercury kedileri çok severdi ve hatta hayatının bir döneminde 10 kadar kedisi vardı. Mercury'nin kişisel yardımcısı Peter Freestone, patronunun kedilere "en az insanlar kadar değer verdiğini" yazmıştır. Nitekim, "Mr. Bad Guy" albümü ve "Delilah" şarkısı kedilere ithaf edilmiştir. Mercury, video ve albüm kapaklarında bir kediyi canlandıran giysiler giymiştir. Mercury, Parsi kökenli olduğunu pek çok hayranından gizlemiş ve röportajlarda soykütüğünden nadiren bahsetmiştir. Çoğu kaynakta Freddie Mercury'nin Hint kökeninden geldiği belirtilse de, aslında kendisi İran'a Müslümanlık geldiği zaman Hindistan'a göç eden Zerdüştlerin soyundan gelmektedir. Pek çok arkadaşı, Mercury'nin etnik kökeninden utandığını ve uzun yıllar Hint göçmenlere karşı şiddet ve ırkçı isyan hareketlerine sahne olmuş bir ülkede ırkçı bir tepkiden korktuğunu açıklamışlardır. Öte yandan gruptaki arkadaşı Roger Taylor, Mercury'nin etnik kökenini, sadece rock müzisyeni kimliğine uymadığı için geri plana ittiğini ileri sürmüştür. Mercury'ye 1987 ilkbaharında AIDS teşhisi kondu. Oysa o yıl yayımlanan bir röportajında Mercury, test sonuçlarının negatif çıktığını söylemiş ve AIDS olduğunu inkar etmişti. İngiliz basını, bu inkarlara rağmen Mercury'nin sağlığı ile ilgili olarak yayılan dedikoduların peşini bırakmıyordu. Yaşamının son yıllarında, "These Are the Days of Our Lives" filmindeki sıska görünüşü de bu dedikoduların yayılmasını körüklüyor ve ciddi bir rahatsızlığı olduğunu belli ediyordu. 22 Kasım 1991'de Mercury, Queen'in menajeri Jim Beach'i Kensington'daki evine çağırdı ve bir basın açıklaması hazırladılar. Ertesi gün, aşağıdaki açıklama basına verildi: Freddie Mercury, bu açıklamadan 24 saat kadar sonra, evinde, yakın arkadaşlarının kollarında, 45 yaşında öldü. Resmi ölüm nedeni, AIDS'ten dolayı yakalandığı bronşiyal pnomöni idi. Yıllardır dinsel törenlere katılmamasına rağmen, cenaze töreni zerdüşt bir rahip tarafından yönetildi. Kensal Green mezarlığında yakıldı. Küllerine ne olduğu bilinmemekle birlikte, Cenevre Gölüne serpildiği, ailesine verildiği gibi çeşitli rivayetler vardır. Queen'in geride kalan üyeleri The Mercury Phoenix Trust'ı kurdular ve The Freddie Mercury Tribute Konseri düzenlediler. Şefine 500.000 £, kişisel yardımcısına 500.000 £, şoförüne 100.000 £, ve eşi Jim Hutton'a 500.000 £, eski yaşam boyu arkadaşı Mary Austin'e ise malikanesini bırakmıştır. Freddie Mercury'nin ailesi, onun çocukluğunda hep Hint müziği dinlerdi ve onun ilk etkilendiği kişi de bir Bollywood playback şarkıcısı olan Lata Mangeshkar idi. Record Collector dergisine göre, Britanya'ya taşındıktan sonra, Mercury büyük bir Jimi Hendrix, The Beatles ve Led Zeppelin hayranı oldu. Hendrix için: ""Jimi Hendrix çok önemlidir. O benim idolümdür. Sahndedeki duruşu ile bir rock yıldızı için tam bir örnek teşkil eder. Onu birisiyle karşılaştırmanıza imkân yoktur. Sihiriniz ya vardır ya da yoktur. Geliştirilecek bir şey değildir bu. Onun yerini kimse dolduramaz."" demiştir. Mercury’nin hayran olduğu bir diğer kişi de, şarkıcı ve oyuncu Liza Minnelli idi. 1975 yılında verdiği bir röportajda Minnelli için: ""Liza'nın her tarafından yetenek akıyor. Üstün bir enerjiye ve güce sahip. Kendini dinleyicisine aktarması ise çok etkileyici. Ondan öğrenilecek çok şey var." şeklinde konuşmuştur. Kraliyet posta servisi Freddie Mercury'nin anısına "Binyıl pulu" çıkarmıştır. Pulun arka planında Queen'in davulcusu Roger Taylor'ın görünmesi tartışmalara yol açmıştır. O zamanlar, pullarda sadece İngiliz kraliyet ailesinin resimleri basılabilirdi fakat bu politika daha sonra değiştirilmiştir. Aslında bu gelenek, onlarca yıl önce 1967'de, dünyanın çevresini yelkenlisi ile tek başına dolaşan Sir Francis Chichester için çıkarılan pul ile bozulmuştu(1967). 25 Ağustos 2006'da İslamik Seferberlik ve Çoğalma (UAMSHO) adlı bir örgüt, Zanzibar hükümetinin kültür bakanlığına çağrıda bulunarak, Freddie Mercury'nin 60. doğum günü kutlamalarının engellenmesini talep etmiştir. UAMSHO'nun planlanan kutlamalara ilişkin şikayetleri arasında: Mercury'nin müslüman olmayışı, homoseksüel bir yaşam sürmesi, gerçek bir Zanzibar'lı olmayışı, ve "Mercury'yi Zanzibar'la ilişkilendirmekle, bir İslam adası olan Zanzibar'ın itibarının zedelenecek olması" vardı. Ve planlanan kutlamalar iptal edildi. Ölümünden sonra yayımlananlar: Queen grubuyla yayınladığı albümler Queen albümlerinde bulunan şarkıları Beyazperde ' de Freddie Mercury Nuks Nuks (Nus olarak da bilinir) bir veya çok sayıda karpelden oluşan, perikarpı deri gibi sert veya odunlaşmış, içerisinde tek tohum taşıyan, açılmayan kuru meyve tipi. İki sıralı sarmal İki sıralı sarmal, bir sürgün üzerinde bulunan tomurcukların karşılıklı iki hat boyunca fakat tomurcukların karşılıklı gelmeyecek şekilde yer almış olmasına verilen addır. Kupula Kupula, meyveyı kısmen veya tamamen örten brahte, brahtecik veya çiçek tablasından gelişmiş muhafaza. Kayıngiller (Fagaceae) familyasının bazı cinslerinde meyvenin büyümesi ve olgunlaşması sırasında onu dış etkenlerden korumakla görevlidir. (Örneğin "Lithocarpus", "Quercus") Bazı cinslerde meyveyi tamamen kapatır ("Castanea", "Fagus") olgunlaşma ile birlikte kupula açılarak içerisindeki tohumlar etrafa dağılır. Fare ve sincap gibi kestane, kayın ve meşe tohumlarıyla beslenen hayvanlarda kupula sayesinde koruma sağlanır. Kupula "Castanea" cinsinde dikenli, "Quercus" cinsinde omurgalı, "Lithocarpus" cinsinde ise çok sert ve kemiksi yapıdadır. Ziya Gökalp Mehmet Ziya Gökalp (23 Mart 1876, Diyâr-ı Bekr – 25 Ekim 1924, İstanbul), Türk yazar, toplumbilimci, şair ve siyasetçidir. Meclis-i Mebusan'da ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekilliği yapmıştır. ""Türk milliyetçiliğinin babası"" olarak da anılır. 23 Mart 1876'da Çermik'te dünyaya gelen Gökalp'ın, Kürt ya da Zaza olduğuna yönelik bilgiler vardır. Babası, bazı kaynaklara göre aslen Suriye Türkmeni olan Vilayet Evrak Memuru Mehmet Tevfik Efendi (1851–1890), annesi Pirinçcizade ailesinden Zeliha Hanım (1856–1923)., dayısı dönemin Diyarbakır belediye başkanı olan, 1895'teki Ermenilere yönelik saldırıların örgütleyicilerinden olan Pirinçcizade Arif Efendi'dir. 16. yüzyıla kadar Araplar ve Farslar egemenliğinde olan Diyarbakır sonradan Türk, Kürt ve Ermeni toplulukların millî çekişmeleri ile şekillenmiştir. Sonraları, Kürt kökenli olduğu söylendiğinde, Gökalp, babası tarafından Türk ırkına sahip olduğundan emin olduğunu ama aslında bunun önemsiz olduğunu belirtmiştir. "Sosyolojik çalışmalarımdan öğrendim ki milliyet, eğitime dayalıdır" demiştir. Eğitimine doğduğu yer olan Diyarbakır’da başladı. 1886’da Mektebi Rüştiye-i Askeriyye’ye (Askeri Ortaokul) girdi, özgürlük düşüncesini ilk defa bu okuldaki hocası Kolağası (Önyüzbaşı) İsmail Hakkı Bey aşıladı. Askeri rüştiyenin son sınıfında iken babasını kaybetti. 1890’da amcası Müderris Hacı Hasip Bey’den geleneksel İslâm ilimleri ile ilgili ders almaya başladı. Öğrenimine İstanbul’da devam etmek istediyse de bu imkânı bulamayınca 1891’de Diyarbakır’da İdadi Mülkiye’nin (Sivil Lise) ikinci sınıfına kaydoldu. Son sınıfta öğrenci iken “Padişahım Çok Yaşa” yerine “Milletim Çok Yaşa” diye bağırması, hakkında soruşturma açılmasına yol açtı. O sırada okul süresinin beş yıldan yedi yıla çıkması üzerine 1894’te okuldan ayrıldı. Liseden ayrıldıktan sonra amcasından Arapça ve Farsça dersleri aldı. Tasavvufla ilgilendi. Fransızca öğrenmeye başladı. Diyarbakır’daki kolera salgını nedeniyle bu şehirde görevlendirilen Doktor Abdullah Cevdet Bey ile tanıştı, fikirlerinden etkilendi. Ekonomik sıkıntılar yüzünden öğrenimine devam etmek için İstanbul’a gidememesi, ailesinin evlenmesi için baskı yapması gibi nedenler 18 yaşındaki Mehmet Ziya’yı intihara sürükledi İntihar girişiminin sebebi olarak idadideki hocası Dr. Yorgi Efendi’den aldığı felsefe eğitimi ve ailesinin verdiği dini eğitim arasında yaşadığı çatışma da gösterilmektedir. Kafasına sıktığı kurşun, güç koşullar altında yapılan morfinsiz bir ameliyatla çıkarıldı. Ameliyatı gerçekleştiren Dr. Abdullah Cevdet Bey ve Diyarbakır’da bulunan genç bir Rus operatördü. İntihar girişiminden sonra kendisini tekrar okumaya verdi. Özgürlüğe düşman olanlara çatan pek çok şiir yazdı. 1896'da, Erzincan Askeri Lisesi’nde öğrenci olan kardeşi Nihat sayesinde Harp Okulu öğrencileri ile birlikte İstanbul'a giden Gökalp, ücretsiz olduğu için Baytar Mektebi'ne kaydını yaptırdı. Buradaki öğrenimi sırasında ülkedeki özgürlük hareketine katılmış insanlarla tanışmak için gayret gösterdi; İbrahim Temo ve İshak Sükûti ile görüştü. Jön Türkler’den etkilendi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı. “"Yasak yayınları okumak ve muhalif derneklere üye olmak"” nedeniyle 1898’de tutuklandı. Bir yıl cezaevinde kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra 1900'de Diyarbakır’a sürgüne gönderildi. Yüksek öğrenimini tamamlayamayan Mehmet Ziya’nın Diyarbakır’daki amcası ölmüş ve kızı Vecihe ile evlenmesini vasiyet etmişti. Amcasının vasiyetini yerine getirmiş ve Vecihe Hanım ile evliliğinden bir oğlu (Sedat), 3 kızı (Seniha, Hürriyet, Türkan) olmuştur. 1908'e kadar Diyarbakır'da küçük memuriyetler yaptı. Eşinin mal varlığıyla rahat bir yaşam sürdürürken el altından hürriyet çalışmalarını yürüttü. O dönemde bölgenin güvenliği için kurulan ve başında Kürt asıllı İbrahim Paşa'nın bulunduğu Hamidiye Alayları hırsızlık ve soygun olaylarına karışınca halkı örgütleyerek eyleme yöneltti. 3 gün boyunca Diyarbakır Telgrafhanesini işgal ederek buradan saraya İbrahim Paşa ve
adamlarını cezalandırmaları için telgraflar çekmeye başladı. Doğu ile Batı arasındaki kilit bağlantı noktalarından olan Diyarbakır Telgrafhanesinin işgali işin içine Batılı devletlerin de karışmasına neden oldu. Onların da saraya yaptığı baskı neticesinde bölgeye bir araştırma heyeti gönderildi. Fakat bir süre için sinen İbrahim Paşa ve adamları daha sonra aynı kanunsuzluklara yeniden başlayınca Ziya Gökalp ve arkadaşlarının önderliğindeki halk bu sefer 11 gün süre ile telgrafhaneyi yeniden işgal ettiler. Bu direnişin sonunda İbrahim Paşa ve adamları bölgeden uzaklaştırılmıştır. 1904- 1908 arasında Diyarbakır Gazetesi’nde şiir ve yazılarını yayımladı. İbrahim Paşa’nın halka yaptığı zulümleri "Şaki İbrahim Destanı" adlı yapıtında anlattı. II. Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki'nin Diyarbakır şubesini kurdu ve temsilcisi oldu. "Peyman" gazetesini çıkardı. Mehmet Ziya, 1909'da Selanik'te toplanan İttihat ve Terakki Kongresi'ne Diyarbakır delegesi olarak katıldı ve örgütün Selanik’teki merkez yönetim kuruluna üye olarak seçildi. Selanik’te kalmayı sürdürerek çevresinde bir kültür hareketi yaratmaya çalıştı. Lise programlarına sosyal bilimler dersi koydurtarak bu disiplinin okullarımıza girmesini sağladı. İttihat ve Terakki Selanik Şubesi’ni gençlik işleri ile uğraşan kolunun başına geçen Ziya Bey, çevresindeki gençlere toplumbilim ve felsefe dersleri verdi. Tevfik Sedat, Demirtaş, Gökalp gibi takma adlar kullanarak Selanik’te yayımlanan bir felsefe dergisinde yazılar yazdı. Dünyadaki Türkleri birleştiren, güçlü bir Türk devleti kurulmasını tasarlayan Ziya Bey, bu ülküyü dile getirdiği Altun Destanı’nı 1911’de Genç Kalemler Dergisi’nde yayımladı. 1912'de Derneğin merkezi İstanbul’a taşınınca, Ziya Gökalp de İstanbul’a geldi, Cerrahpaşa semtine yerleşti. Mart ayında Ergani/Maden (Diyar-ı Bekir) mebusu olarak Meclis-i Mebusan'a seçildi. Meclis dört ay sonra kapatılınca Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Kurumda onun eğitimle ilgili görüşleri kabul gördü; Darülfünun ve Eğitim Fakültesi’nde ders programları, okutulacak kitaplar onun önerileri doğrultusunda kararlaştırıldı. 1913 ve 1914 yıllarında kendisine önerilen Maârif Nazırlığı (Millî Eğitim Bakanlığı) görevini kabul etmedi, üniversitedeki görevini sürdürdü. 1915’te İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe bölümünde İctimâiyyât müderrisi (Sosyoloji öğretim görevlisi) olarak atandı. İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk sosyoloji profesörü idi; üniversitelerimize toplumbilim (sosyoloji), onun sayesinde girdi. Düşüncelerini Türkçülük etrafında şekillendiren Mehmet Ziya Bey (Gökalp), İstanbul’a gelir gelmez Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer almıştı. Derneğin yayın organı "Türk Yurdu" başta olmak üzere "Halka Doğru", "İslâm Mecmuası", "Millî Tetebbûlar Mecmuası", "İktisadiyat Mecmuası", "İçtimaiyat Mecmuası", "Yeni Mecmua"'da yazılar yazdı. Balkan Savaşı öncesinden I. Dünya Savaşı başlarına kadar Türk Yurdu dergisinin yönetim kurulunda kaldı, derginin her sayısın bir şiir bir de yazı verdi. Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak başlıklı yazı dizisinde önemli konular yer verdi. Sonraki yıllarda Yeni Mecmua’yı çıkardı. Ziya Gökalp, bir yandan da eser vermeyi sürdürüyordu. 1914’te "Kızıl Elma"; 1918’de ise Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adlı eseri ile ""Yeni Hayat"" isimli şiir kitabını yayımladı. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin yenilmesinden sonra tüm görevlerinden alındı. 1919'da üniversite içinde İngilizler tarafından tutuklandı; dört ay Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu kaldıktan sonra Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili işgal mahkemesi tarafından yargılandı. Mahkeme sürecinde soykırım iddialarını kesinlikle reddetmiş ve Mukatele (karşılıklı öldürme) tezini savunmuştur. Yargılama sonucu diğer İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgüne gönderilen Ziya Gökalp, orada arkadaşlarına toplumbilim ve felsefe dersleri verdi. Malta sürgünlüğü dönemde ailesiyle yaptığı mektuplaşmalar daha sonra Limni ve Malta Mektupları adıyla kitaplaştırılmıştır; sözkonusu kitap Malta sürgünlerinin orada geçirdikleri hayat şartlarıyla ilgili elimizdeki tek eserdir. Ziya Gökalp, 2 yıllık sürgün döneminden sonra İstanbul’a döndüğünde üniversitede ders vermeye devam etmek istediyse de bu isteği kabul edilmedi. Bir ay kadar Ankara’da yaşadıktan sonra ailesiyle Diyarbakır'a gitti, Ahmet Ağaoğlu’nun desteğiyle Küçük Mecmua'yı çıkardı, yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekledi. 1923'te Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl Türkçülüğün Esasları isimli ünlü esrini yayımladı. Ağustos’ta İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Atatürk tarafından Diyarbakır mebusu olarak seçildi. Ankara’ya yerleşen Ziya Gökalp, kültürel ve düşünsel çalışmalarına hiç ara vermedi; dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilip yayımlanması ile uğraştı. 1924'te kısa süren bir hastalığın ardından dinlenmek için gittiği İstanbul'da 25 Ekim 1924 günü hayatını kaybetti. Divanyolu'ndaki II. Mahmud Türbesi hazîresine defnedildi. Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik arayışına girdi. Düşüncesinin temelinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlâkî ve kültürel değerleriyle, Batı'dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabası yatıyordu. Bu sebepten zaman zaman batı edebiyatı ve düşüncesinin tesirinde kalmıştır. "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" diye özetlediği bu yaklaşımın kültürel öğesi Türkçülük, ahlâkî öğesi de İslâmdı. Uluslararası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu savundu. Saray edebiyatının karşısına halk edebiyatını koydu. Batı'nın teknolojik ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsedi. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendirdi. Toplumsal modeli, Emile Durkheim'in teorik temellerini kurduğu "dayanışmacılık" temelinde şekillendi. Bireyi temel alan liberalizm ve kapitalist toplumun sınıf mücadelesiyle yıkılarak sınıfsız toplumun kurulmasını hedefleyen Marksizm'e karşı; sınıfsal ayrımları değil mesleki ayrımları gören, mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul eden, meslek örgütlerinin dayanışmasıyla toplumsal huzurun kurulabileceğini savunan solidarizmde karar kıldı. Toplumsal ve siyasi görüşlerini anlattığı sayısız makale yazdı. "Türkçülük" düşüncesini sistemleştirdi. Milli edebiyatın kurulması ve gelişmesinde önemli rol oynadı. Ziya Gökalp önce Turancılık sonrasında Oğuzculuk daha sonra ise Türkiye Türkçülüğü fikirlerinin destekçisidir. Veri sıkıştırma Veri sıkıştırma, bilgisayardaki veya belleği olan herhangi bir elektronik cihazdaki verilerin daha az yer kaplaması amacıyla sıkıştırılması anlamına gelir. Bilgisayarda, Windows işletim sistemi altında en yaygın olan veri (dosya) sıkıştırma programları WinZip ve WinRAR iken Linux sisteminde ise Gzip, Bzip2'dır. Veri sıkıştırma işlemi kayıplı ve kayıpsız olarak gerçekleşebilir. Kayıpsız sıkıştırma işleminde verideki kaba fazlalık daha kısa ifadelere çevrilerek kaydedilir. Veri yeniden orijinal haline getirilirken kısa ifadelerin yeniden eski haline dönüştürülebilir olması önemlidir. Örneğin bir resim dosyasında "kırmızı piksel - kırmızı piksel - kırmızı piksel..." şeklindeki bilgi 273 kırmızı piksel şeklinde ifade edilebilir. Kayıplı sıkıştırma ise verinin önemsiz kısımları kesilerek yapılan sıkıştırma biçimidir. Örneğin ses ve resim dosyalarında insan gözünün göremediği veya insan kulağının fark edemediği varyasyonlar bu yöntemle yok edilebilir. Ses verisi sıkıştırma, sayısal olarak kaydedilmiş ses sinyallerinin kayıplı ya da kayıpsız olarak daha düşük boyutta kaydedilmesi işlemidir. Ses verisi sıkıştırma matematiksel algoritmalarla gerçekleştirilir. Yörünge Yörünge, Gökbilimde, bir gökcisminin bir diğerinin kütleçekimi etkisi altında izlediği yola yörünge adı verilir. Eğer gökcismi üzerinde kuvvet uygulayan başka bir etki yoksa, yörünge matematiksel olarak bir konik kesit tanımına uyar. Bir gökcisminin etrafında dolanan bir cisim için bu koni kesiti bir elips, veya dışmerkezliğin sıfıra eşit olduğu özel durumda bir çember şeklindedir. Kütleçekim merkezine bir kez için yaklaşıp uzaklaşan bir cisim söz konusu olduğunda ise izlediği yörünge, ucu açık bir koni kesitidir: bir parabol ya da bir hiperbol. Yörüngelerin matematiksel özelliklerini Alman gökbilimci ve matematikçi Johannes Kepler (1571-1630) incelemiş ve gezegenlerin hareketlerini belirleyen temel kuralları ampirik olarak ortaya koymuştur. İngiliz fizikçi, matematikçi ve gökbilimci Isaac Newton (1642-1727) bu kuralları fizik temellerine dayanarak kanıtlamış ve kendi geliştirdiği kütleçekimi teorisi ve hareketin temel yasaları ile gökcisimlerinin davranışlarını açıklamıştır. Bir gökcisminin yörüngesini tanımlamak için yörünge öğeleri adı verilen ölçütler gerekmektedir. Dış merkezlik Dış merkezlik kavramı ili ilgili olarak birden fazla madde bulunmaktadır: Yörünge eğikliği Gökbilimde, bir yörüngenin eğikliği, o yörüngenin içinde bulunduğu düzlemin referans olarak alınan bir düzlemle yaptığı açıya verilen addır ve derece cinsinden ifade edilir. Referans düzlemi olarak genellikle etrafında dolanılan 'merkezi cisim'in ekvator düzlemi alınır. Örneğin Satürn'in uydusu Phoebe'nin yörünge eğikliği, Phoebe'nin yörünge düzlemi ile Satürn'ün ekvator düzlemi arasındaki açıya eşittir. 90 derecenin üzerindeki eğiklikler 'dolanan cisim'in 'ters yönde hareketli bir yörünge'ye sahip olduğu, yani yörüngesi boyunca 'merkezi cisim'in kendi etrafında döndüğü yönün aksi istikamette ilerlediği anlamına gelir. "Phoebe'nin yörünge eğikliği 174,8 derecedir" dendiğinde, bu Phoebe'nin Satürn'ün ekvator düzlemine (180-174,8) 5,2 derece açı yapan bir düzlemde ve Satürn'ün dönüş yönünün tersine doğru hareket ettiği anlaşılır. Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin ve doğrudan Güneş'in uydusu olan gökcisimlerinin Güneş çevresindeki yörüngelerinin eğiklikleri hesaplanırken bu kurala uyulmaz, merkezi cisim olan Güneş'in ekvator düzlemi yerine Yer'in Güneş etrafındaki yörüngesinin düzlemi olan tutulum düzlemi referans olarak alınır
. Bu, söz konusu cisimlerin hareketlerini daha kolay değerlendirebilmek için yapılmış bir seçimdir. Dış merkezlik (astronomi) Astronomide bir yörüngenin dış merkezliği, eksantrikliği ya da basıklığı, o yörüngeyi tanımlayan matematiksel eğrinin bir çemberden farklılığını belirler. 'Merkezî cismin' kütle çekiminin etkisiyle çevresinde 'dolanan cisim', odaklarından birinde bu merkezî cisimin bulunduğu bir konik kesiti izler. Eğer bu eğri kusursuz bir çember ise iki odak noktası çemberin merkezinde birleşirler ve merkezî cisim bu noktada bulunur; dış merkezlik 0'a eşittir. Odak noktaları birbirinden uzaklaştıkça yörünge giderek basıklaşan bir elips biçimini alır ve dış merkezlik artar. (formula_1) simgesi ile gösterilen bu değer, iki odak arasındaki uzaklığın elipsin büyük eksen uzunluğuna olan orana eşittir. formula_1 1'e eşit olduğunda odaklar arasındaki uzaklığın sonsuz olduğu parabol biçiminde bir yörünge söz konusu olur. Bu durumda dolanan cisim, tekrar geri dönmemek üzere merkezî cisimden uzaklaşır, hızı ancak sonsuz uzaklıkta sıfır olur. formula_1 1'den büyük olduğu durumlarda eğri bir hiperboldür. Bu, dolanan cismin hızının merkezî cisim tarafından yakalanmasına izin vermeyecek kadar yüksek olduğu anlamına gelir ve tekrarlanmayacak bir yörüngeyi ifade eder. Tutulum Tutulum veya ekliptik, Yer'in Güneş çevresinde izlediği yörüngenin içinde bulunduğu düzlemdir. Yörünge düzlemi, aslında Yer-Ay sisteminin kütleler merkezinin Güneş etrafındaki hareketi ile tanımlanmakla beraber tutulum, sadece Yer dikkate alınarak belirlenir ve Ay'ın kütlesinden dolayı eklenen hata ihmal edilir. Bu durumda tutulum, Güneş'in gökyüzü üzerinde takip ettiği görünen yıllık yol olarak da görülebilir. Ay'ın ve Plüton dışındaki diğer gezegenlerin yörüngeleri tutulum civarındadır. Tutulumla gök ekvatorunun arasındaki açı, Yer ekseninin eğimine eşittir. Bu açıya tutulumun eğimi denir ve yaklaşık 23°27′ değerindedir. Yarı büyük eksen Gökbilimde, bir yörüngeyi tanımlayan elipsin büyük eksen uzunluğunun yarısına eşit olan değer, o yörüngenin yarı büyük eksen uzunluğu olarak adlandırılır. Bu ölçü, 'dolanan cisim'in yörünge periyodu ya da dönemini belirler. Başka bir deyişle bir 'merkezi cisim' çevresinde aynı yarı büyük eksen uzunluğundaki yörüngelerde hareket eden gök cisimleri, yörünge dışmerkezliği ne olursa olsun bir devirlerini aynı sürede tamamlarlar. Enberi Enberi ya da günberi, bir gökcisminin yörüngesi boyunca, etrafında dolandığı 'merkezi cisim'e en yakın olduğu nokta. Enberi noktası eliptik bir yörüngenin iki odak noktasından geçen büyük ekseni üzerinde bulunur ve enöte noktasına tam karşıt konumdadır. Güneş etrafında dolanan bir cismin (örneğin bir gezegen) yörüngesinin Güneş'e en yakın noktası günberi (perihel) olarak adlandırılır. Yani Günberi, Dünya'nın, Güneş'e en çok yaklaşıp, yörüngede en hızlı döndüğü gündür. Aynı kavram, Dünya'nın uyduları için yerberi adını alır. Dünya'nın Güneş'e en yakın olduğu nokta ocak ayının ilk 5 günü içerisinde, Dünya'nın Güneş'e en yakın olduğu en uzak olduğu nokta ise temmuz ayının ilk 7 günü içerisinde olmaktadır Astronomide noktanın elips üzerinde, odağa en yakın olduğu noktadır. Bu noktaya, genel olarak, enberi noktası, güneş sisteminde gezegen yörüngeleri söz konusu olduğunda ise günberi noktası denir. Ayrıca perihelon da denmektedir. Bu sözcük Yunanca peri (yakın) ve helios (Yunan güneş tanrısı) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Kızılcık Kızılcık ya da ergen, ("Cornus mas"), kızılcıkgiller (Cornaceae) familyasından bir ağaç türü. En fazla 5–8 m boy yapar. Yapraklar koyu yeşil, her iki yüzü tüylü, damarlar paralel, damarlar boyunca tüylüdür. Şubat-Mart ayında açan sarı renkli küçük Çiçekleri vardır, meyveleri kırmızı renkli, eliptik şekillidir. Kızılcık ağacı kuru, balçıklı topraklarda yetişir, çoğalması tohumlar yardımıyla gerçekleşir. Kızılcık meyvelerinin tadı ekşi olup, taze ya da kurutulmuş olarak tüketildiği gibi, tarhana, hoşaf, reçel ve marmelat yapımında da kullanılmaktadır. Odunu lifli olup çok esnek ve dayanıklıdır, yoğunluğu fazla olduğundan suda batar. Baston ve sopa yapımında kullanılır. Kabuğundan boya, yapraklarından tanen elde edilir. Bahçe ve parklarda süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Kızılcık meyvesi şeker ilave edilmiş suda kaynatılıp, kapalı kaplarda uzun süre saklanabilir ve yemek arasında içecek olarak tüketilebilir. Kızılcık yükseklik çok artmadıkça meyve verir. Ayrıca çok fazla su isteyen bir yapısı vardır. Kızılcığa Anadolu'nun bazı bölümlerinde Ergen" , "Eğren" , "Kiren veya Kiran" ismi de verilir. Kayserispor Kayserispor, Kayseri merkezli Türk futbol kulübü. Süper Lig'de mücadele eden kulübün renkleri sarı-kırmızıdır. Maçlarını 40.458 (32.864 koltuk) seyirci kapasiteli Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu'nda oynamaktadır. Kayserispor'un yönetim kurulu başkanı Erol Bedir, teknik direktörü ise Ertuğrul Sağlam'dır. 1988 yılında 3. Lig'e çıkan Kayseri Emniyetspor, Emniyet takımlarının ligden çekilmesi gerektiği yönünde Enmiyet Genel Müdürlüğünce karar verilince Kayseri Emniyet Müdürü Yaşar Gökışık'ın gayretleri ile sivil bir yönetim oluşturularak siyah-beyaz renkler ile Kayseri Erciyesspor ismi yeniden canlandırılmıştır. 3-4 sezon bu isim ve renklerde mücadele eden Kayseri Erciyesspor, Kayseri Büyükşehir Belediyespor ile birleşerek mavi-beyaz renkler ile Büyükşehir Belediye Erciyesspor ismi ile 3. lig de mücadelesine devam etmiştir. Bir süre sonra Kulüp Melikgazi Belediyespor'a devredilmiş ve renkleri kırmızı-sarı olmuştur. 1999 yılında iş adamı Hacı Boydak kulübü devralmıştır. Forma Rengini sarı-lacivert ve kulübün ismini Hacılar Erciyesspor olarak değiştirmiştir. İlk yılında Türkiye 2. Ligi'ne çıkmıştır. 2000-01 sezonunda grubunu lider olarak bitirip play-off oynama hakkı kazanmıştır. Play-off'ta başarılı bir sezon geçirmiş ve ligi 6. bitirmiştir. 1. Lig'de oynamayı hak kazanmıştır. Sezon sonunda Hacı Boydak, Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki ile görüşerek Kayserispor ve Hacılar Erciyesspor'u birleştirip güçlü bir ekip oluşturma kararı almıştır. Hacılar Erciyesspor'dan bazı futbolcular Kayserispor'a aktarılmıştır. Yönetimine 23.06.2001 tarihinde Memduh Büyükkılıç getirilmiştir. Takımın ismi Erciyesspor, forma rengi ise Kırmızı-Sarı olarak değiştirilmiştir. 2001-02 sezonunda 2. Lig A Kategorisi'nden küme düşmüştür. 2002-03 sezonunda 2. Lig'e düştüğü sezon tekrar şampiyon olarak 1. Lig'e yükselmiştir. 2003-04 sezonunda 2. Lig A Kategorisi'nde şampiyon olarak Süper Lig'e çıkma hakkı kazanan Kayseri Erciyesspor, 9 Temmuz 2004 tarihinde yapılan genel kurul ile adını, logosunu, renklerini Kayserispor ile değiştirdi. Kurul sonrası takımın adı Kayserispor oldu. Kayserispor'un renkleri sarı ve kırmızı olup, bu renkler lav (ateş) tonlarından esinlenilerek seçilmiştir. Kulübün arması, Kayseri şehrinin de simgesi olan Erciyes Dağı model alınarak tasarlanmıştır. Erciyes Dağı üzerinde Kayserispor yazısı, altında iki bölüme ayrılmış K ve S harfleri yer alır. Altına da kulübün kuruluş tarihi olan 1966 yılı eklenerek tasarlanmıştır. Daha sonra modernize edilen logodan kulübün kuruluş tarihi kaldırılmıştır. 2004-2014, 2015- 2000-2002, 2003-2004, 2014-2015 1988-2000, 2002-2003 Kayserispor, tarihinde ilk kez (2006-2007) sezonunda UEFA Intertoto Kupası ile Avrupa'da mücadele etme şansı bulmuştur.Intertoto Kupası'nda Macaristan'ın FC Sopron takımı ile eşleşen Kayserispor, deplasmanda oynadığı ilk maçta (3-3) berabere kalmış, sahasındaki ikinci maçı ise (1-0) kazanarak rakibini elemiştir. Intertoto Kupası'ndaki ikinci sınavında Arnavutluk şampiyonu KF Tirana takımı ile eşleşen Kayserispor deplasmandaki ilk maçta rakibini (0-2) lik skorla mağlup etmiştir. Rövanş maçında ise rakibini (3-1) yenen Kayserispor, adını UEFA Kupası'na yazdırmıştır. Kayserispor, UEFA Kupası 2. ön eleme turunda, Yunanistan'ın AE Larisa takımı ile eşleşmiştir. İlk maçını yine deplasmanda oynayan Kayserispor, rakibi ile golsüz berabere kalmıştır. Rövanşta ise rakibini (2-0)'lık skorla geçen Kayserispor UEFA Kupası'nda yoluna devam etmiştir. Kayserispor, Intertoto Kupası'nı kazanan İlk ve Tek Türk takımı olmayı başarmıştır. Kayserispor, UEFA Kupası 1. tur ilk maçında, Hollanda ekibi AZ'ye deplasmanda (3-2) yenilmiştir. Kendi sahasındaki rövanş maçında ise (1-1) berabere kalan Kayserispor, bu sonuçla Avrupa arenasına veda etmiştir. Kayserispor, 2007-2008 sezonunda Türkiye Kupası'nı kazanmış ve 2008-2009 sezonunda UEFA Kupası'nda mücadele etme hakkı kazanmıştır.UEFA Kupası 1. Tur'unda Fransa'nın Paris Saint-Germain FC takımı ile eşleşmiştir. Sahasındaki ilk maçı (1-2) lik skorla kaybetmiş ve Paris'te oynanan rövanş maçında ise rakibi ile golsüz berabere kalarak UEFA Kupası'na veda etmiştir. Avrupa Kupaları'nda 10 maçta mücadele eden Kayserispor Takımı, oynadığı maçlarda 4 galibiyet, 4 beraberlik ve 2 yenilgi almıştır. Attığı 15 gole karşılık kalesinde 10 gol görmüştür. Kayserispor Kadir Has Tesisleri, Kayserispor takımının idari işlerinin yürütüldüğü ve futbol takımının antrenman faaliyetlerini gerçekleştirdiği tesislerdir. Bu tesis Karpuzatan Tesisleri olarak da bilinmektedir. Kayserispor, maçlarını 1960 yılında faaliyete geçmiş olan 25,918 seyirci kapasiteli Kayseri Atatürk Stadı'nda oynamaktaydı.Ancak spor faaliyetlerinin daha modern bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için 32,864 seyirci kapasiteli Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu ve antrenman sahalarının ve spor tesislerinin bulunduğu Atatürk Spor Kompleksi projesi hazırlanmıştır.40.458 seyirci kapasitesine sahip olan Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu, uluslararası maçlarda güvenlik nedeniyle 32,864 seyirciye evsahipliği yapmaktadır. Kayserispor Kulübü'nde Altyapı bünyesini Paf Takım, Süper Genç Takım, B Genç Takım, Yıldız Takım ve Minik Takım oluşmaktadır. Altyapıda Profesyonel Lisanslı oyuncuların yanı sıra Amatör Lisanslı olarak eğitim gören oyuncularda bulunmaktadır.Bu oyunculardan başarılı olan, gelişme sağlayan oyuncular ile Profesyonel sözleşme imzalanıp Kayserispor Kulübü'ne kazandırılma
ktadır. Sezon başında Altyapı seçmeleri yapılmakta ve başarılı olanlar takım bünyesine kazandırılmaktadır.Ayrıca yurtdışında da yetenekli gençler takip edilmektedir. Kayserispor Kulübü'nde Altyapı Genel Koordinatörlük görevini Özcan Senem yapmaktadır. Altyapı Teknik Sorumlusu Ertugrul Seçme, PAF Takım Sorumlusu Ahmet İzgi, Süper Genç Takım Sorumlusu Mehmet Dalkalı, Altyapı Kaleci Antrenörü Emin Aydoğan, Altyapı Antrenörü Tunay Türkan ve Minik Takım Antrenörü Selman Coşkun'dur. Sakallı kızılağaç Sakallı kızılağaç ("Alnus glutinosa "subsp. "barbata"), huşgiller (Betulaceae) familyasından adi kızalağacın Türkiye'de Doğu Karadeniz bölümünde yaygın görülen bir alt türü. Geniş yumurta veya elips biçimindeki yaprakları taze iken yapışkan değildir. 6-18 x 4–9 cm boyutlarındaki ayanın kenarı basit veya çift dişlidir; önceleri her iki yüzü de yumuşak tüylüdür, sonraları üst yüzündekiler dökülür, çıplaklaşır; alt yüzünde damarların birleştiği yerde kirli sarı kırmızı tüy demetleri vardır. Bu nedenle sakallı kızılağaç adı verilmiştir. Ayanın uç kısmı yuvarlakça veya sivridir, fakat kertikli değildir; yan damar sayısı 8-11 çifttir. Meyve kurulu 1-1,8 x 0,6-1,1 cm boyutlarındadır, nus yuvarlakça, ucu sivri, çok dar kanatlıdır. Yayvan köklüdür. Verimli derin topraklarda köklerini derine indirir. Nemli, derin, kumlu ve balçıklı topraklarda iyi gelişim gösterir. Kireçli topraklar ile rutubetli ve ıslak topraklarda da yetişebilir. Kanaatkar bir tür olup, durgun taban suyundan etkilenmez. Işık ağacıdır. Çiçeklenme zamanı Mart ve Nisan'dır. 1000–1500 m rakımlara kadar çıkar. Saf meşçereler kurar veya kayın, ladin, meşe ve gürgen ile karışım yapar. Türkiye'de Artvin, Rize, ve Trabzon'da büyük bir alanda yayılış gösterir. Kedi Kadın (film) Catwoman, asıl adı Selina Kyle olup, Batman'in hem düşmanı hem de sevgilisidir. Aralarındaki tuhaf ilişki uzun yıllardır sürmekte ve Batman başlıklı çizgi roman ve çizgi filmler olduğu kadar sinema filmlerine kadar sıçramıştır. 1992 tarihli "Batman Dönüyor" filminde Michelle Pfeiffer tarafından canlandırılan Catwoman, 2004'te çekilen "Catwoman" adındaki filmde, Halle Berry tarafından canlandırılmış ancak önceki kadar ilgi görmemiştir. Protesto (film) Protesto (La Haine) Mathieu Kassovitz'in 1995 yılında çektiği Fransız filmi. Film, Paris'in gettolarında yaşayan biri pied-noir (Said), biri yahudi (Vinz), biri ise siyahi (Hubert) üç arkadaşın hikâyesini konu alarak, Fransa'da gettolarda yaşayan gençlerin hayatından bir kesit sunmaktadır. Kassovitz'in filmi ırkçılığa ve sosyal sınıf farklılıklarına yaptığı göndermeler nedeniyle hem Fransa'da hem de dünyada oldukça ses getirmiştir. Film, siyah-beyaz çekilmiş olmasının yanı sıra müzikleri (örneğin, patronla derdini anlatan Jamaikalı'nın söylediği şarkı gibi) ve görece kısa olması gibi özellikleri nedeniyle vurucu bir atmosfer yaratıyor. Filmdeki olaylar bir Kuzey Afrikalı'nın (Abdel) polis tarafından öldüresiye dövülmesi sonrası Paris'in kenar mahallelerinde yaşanan çatışmalı bir gecede bir polisin Smith Wesson Kısa Namlulu krom tabancasını kaybetmesi ile başlar. Abdel'in öldüğünü öğrenmelerinden, Vinz'in öfkesini dizginleyip Smith&Wesson'ı Hubert'e teslim edişinden bir süre sonra, üç arkadaşın yaşadığı mahalleye gelen Fransız polisi silahıyla şov yaparken Vinz'i vurur. Filmin baş karakteri öfkesine hakim olamayan ve Abdel ölürse bir polis vuracağını film boyunca yineleyen Vinz (Vincent Kassel) olsa da konuşan adam Said, düşünen adam daha sakin bir mizaca sahip olan Hubert'tir: gökdelenden atlayan ünlü bir Fransız düşünürün de dediği gibi "Yere inmeme daha çok var!" Hubert'in de felsefesi budur. Zira Hubert'in akrabalarının yarısı hapistedir ve hapse dair fikirleri, hücreyi bir Dali tablosu gibi gören Vinz'den daha gerçekçidir. Kenan Onuk Kenan Onuk (d. 1954 İzmir - ö. 11 Temmuz 2005 İstanbul), Türk spor yazarı ve spor programı sunucusu. 1976 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirmiştir. Gazetecilik mesleğine 1974 yılında TRT'de muhabir olarak başlamıştır ve bu kurumda uzun yıllar haber spikerliği yapmıştır. 1992 yılında Show TV'de, 1993 yılında atv'de, 1996 yılından 2005 yılındaki vefatına kadar kuruluşunda yer aldığı NTV'de görev yapmıştır. NTV'de yaptığı '90 Dakika' programı da dahil olmak üzere, buz pateni ve atletizm konusunda yayınlar yapmıştır. Ayrıca, gazete yazıları ve NTV Radyo'daki caz programıyla da, müzik alanındaki bilgi birikimini okurları ve dinleyicileri ile paylaşmıştır. Yıllarca mücadele ettiği kanser hastalığına yenik düşerek 11 Temmuz 2005 Pazartesi günü yaşamını yitirmiştir. Zincirlikuyu Mezarlığı defnedilmiştir. Türkiye'de uzun bir süre tek popüler spor olan futboldan ziyade özellikle 90'lı yılların başlangıcıyla artan özel televizyonların da etkisiyle Türk spor dünyasını yeni branşlarla tanıştırmaya gayret etmiştir. Basketbol branşında Murat Murathanoğlu ile bu sporun Türkiye'de gelişmesinde önemli rol almış, atletizm, buz pateni ve birçok amatör spor branşını Türk insanına tanıtmıştır. 2006-2009 yılları arasında Yeşilyurt Kulübü tarafından Kenan Onuk adına her yıl tenis turnuvası düzenlenmiştir. Anakart Anakart (İngilizce: "mainboard", "motherboard", "baseboard", "system board" veya "planar board"), modern bir bilgisayar gibi karmaşık bir elektronik sistemin birincil ve en merkezî baskılı devre kartıdır. Apple bilgisayarlardaki muadiline logic board (lojik kart) denir ve bazen mobo olarak kısaltılır. Fiziksel yapı olarak anakartlar özel alaşımlı bir blok üzerine yerleştirilmiş ve üzerinde RAM yuvaları genişleme kartı slotları devreler ve yongalar bulunan kare şeklinde bir plakadır. Bu plaka çalışma sistemini organize eder. Bu organizasyon anakart üzerindeki yonga setleri sayesinde olur. Kişisel bilgisayarlarda 486-PIII seri arasında veri yollarında çok büyük değişmeler olmuştur. 486’larda veri yolu olarak ISA VESA kullanılmıştır. Bu veri yolu artık kullanılmamaktadır. 486’ların son nesilleri Intel Pentium PCI veri yolu üzerinde çalıştılar. PCI veri yolu ISA-VESA veri yolundan daha hızlıdır. Sistemin hızlı olması sayesinde grafik arabirimleri kontrol kartları ve genişletme karlarından çok daha performans sağlanmasına yol açmıştır. Bununla yetinmeyen insanoğlu artık hızına hız katarak AGP veri slotunu kullanmakta ve veri transferine hız katmıştır. PII serisinde yaklaşık bir tane ISA ortalama beş tane PCI ve birtane AGP slotu kullanılmıştır. Günümüzde üretilen anakartların çoğu, 2005 yılı itibarıyla kişisel bilgisayar pazarının %96'sından fazlasını elinde tutan IBM uyumlu diye tanımlanan bilgisayarlar içindir. Bir anakart, bir backplane gibi, sistem bileşenleri arasındaki haberleşmeyi sağlar, ancak bir backplane'den farklı olarak merkezi işlem birimi ve gerçek zamanlı saat ve bazı çevresel arabirimler gibi diğer alt sistemleri de içerir. Tipik bir masaüstü bilgisayar, anakartın bir arada tuttuğu mikroişlemci, bellek ve diğer gerekli bileşenlerden oluşur. Sabit disk, ekran ve ses kartları ve diğer çevresel aygıtlar ise anakarta bağdaştırıcı veya kablolarla takılır, ancak modern bilgisayarlarda bu çevresel aygıtların anakarta tümleşik olması giderek yaygınlaşmaktadır. 1980'lerin sonunda ve 1990'larda, artan sayıdaki periferik (çevre birimi) fonksiyonları anakarta taşımak ekonomik olmaya başladı.1980'lerin sonlarında, anakartlar; klavye, fare, disket sürücü, seri port ve paralel portlar gibi çevre birimlerini destekleyen süper I/O çiplerini içermeye başladı. 1990'ların sonlarından itibaren, birçok kişisel bilgisayar anakartı hiçbir geliştirme kartına ihtiyaç duymadan bir dizi ses, video, depolama ve ağ fonksiyonlarını destekledi. Sadece ekran kartı, basit veya orta düzey kullanımlar için onboard olarak sunulurken, üst düzey 3D oyun ve bilgisayar grafikleri için ayrı bir bileşen olarak da sunulmaya devam etti. Tipik bir masaüstü bilgisayarın anakartı büyükçe bir baskılı devre kartından ibarettir. Elektronik bileşen ve bağlantıları üzerinde barındırmasının yanında, rahatlıkla gözle görülebilen ve diğer bilgisayar donanımlarının takılabileceği soket, slot ve başlıklar gibi yapıları da içerir. Anakartların çoğu asgarî şu bileşenleri içerir: Bunlara ek olarak, neredeyse tüm anakartlar, klavye ve farenin takılabileceği PS/2 konnektörleri gibi yaygın giriş aygıtlarını destekleyen mantık ve konnektör içerirler. Apple II ve IBM PC gibi ilk kişisel bilgisayarların anakartları yalnızca bu minimal çevresel desteğine sahipti. Bazen de anakarta, video arayüz donanımı da entegre ediliyordu; örneğin Apple II'de ve nadiren de IBM PC Jr gibi IBM uyumlu bilgisayarlarda disk denetleyicileri ve seri portlar gibi ek çevresel aygıtlar genişleme kartları olarak bulunuyordu. Günümüz bilgisayarlarının çoğu, yüksek hızlı işlemci ve diğer bileşenlerin soğutulması için gerekli soğutucu ve ısı emicilerin monte edilebilmesi için gerekli olabilecek vida yuvalarına sahiptir. CPU soketi , baskılı devre kartı üzerinde, CPU'ya ev sahipliği yapmak için tasarlanmış bir parçadır.Bu soket çok fazla sayıda pin içeren özel bir entegre devre soketidir. CPU soketi; CPU'yu üzerinde barındırmak, soğuk tutmak, yedeklemeyi kolaylaştırmak(aynı zamanda fiyatı düşürmesi) ve en önemlisi anakart ve CPU arasında elektrik iletişimini sağlamak gibi önemli görevleri yürütür. CPU soketleri tüm masaüstü ve server bilgisayarlarda bulunabilirler. Anakart soket ve chipset tipleri CPU seri ve hızını desteklemelilerdir. Anakartlar, bilgisayar üreticilerinin özel istekleri doğrultusunda “bilgisayar biçim faktörleri” denilen çeşitli büyüklük ve şekillerde üretilirler. Ancak IBM uyumlu anakartlar farklı boyutlardadırlar. 2007 itibarıyla pek çok masaüstü bilgisayar anakartı standart üretilmeye başlandı. Mac ve Sun bilgisayarlar standart devre elemanları ile yapılmadığı için anakartları farklıdır. Günümüz masaüstü bilgisayarlarda kullanılan anakart ATX’tir. Daha küçük boyutlu anakartlar büyük kasaya uysa da anakart ve güç kaynağı tamamen eşleşmelidir. Örneğin, ATX kasa genellikle mikroATX anakart ile uyum sağlar. Lapt
op bilgisayarlarda genellikle entegre,minyatür özelleştirilmiş anakartlar kullanılır. Laptopları geliştirmesinin zor ve tamirinin pahalı olmasının nedeni budur. Laptop bilgisayarların en olmadık durumlardaki arızalarını fazla entegre bileşen içermesinden dolayı masaüstü bilgisayardan daha pahalı olarak anakart girişlerini değiştirme gerektirmektedir. Joker (çizgi roman) Joker, çizgiroman kahramanı Batman'in en büyük düşmanıdır. Joker 1989 tarihli Batman filminde Jack Nicholson tarafından, 2016'da Jared Leto tarafından canladırılmıştır. 2008 yılında vizyona giren "Kara Şövalye"'deki Joker karakterini, film çekimleri bittikten sonra hayatını kaybeden Heath Ledger canlandırmıştır. Jack Nicholson'un canlandırdığı Joker rolüne oranla daha çok şiddetten yana ve karanlık tarafı ağır basan yenilenmiş bir Joker'i oynamıştır. CBR'ın sinemaya uyarlanmış ve edebi yönü olan Batman efsanesinin kötü adamı olan the Joker, ilk olarak 1940'ta ortaya çıktı. 1950'lerde çizgi roman endüstrisinin fırtınalı bir dönem geçirip düşüşe geçmesinin ardından, Joker karakteri oyun oynadı 1973 yılında yazar ve sanatçı takımı olan Dennis O'Neil ve Neal Adams, Batman'in daha modern versiyonunu oluşturmakla görevlendirildiler. Yenilenmenin bir parçası olarak Joker DC çizgi romanının sayfalarına 1973 Kasım'ında 251. bölümle geri dönüş yaptı. Joker'in beş yolluk intikam hikâyesi ile gelişigüzel ve vahşi olan cinayetler işleyen, Batman'e ve kendisini durdurmak isteyen Gotham şehri polisine meydan okuyan psikopat bir katil olarak ortaya çıktı. O'Neil ve Adams, karakteri köküne geri götürdü ve bir kez daha dünyanın en iyi detektifi açısından onu değerli kıldı. Aynı zamanda Joker'in evi olan Arkham Asylum ilk kez bu dönemde belirdi. O'Neil ve Adams, Batman'de yaptıkları iş açısından övgü ile karşılanırken, gelecek bölümlerde Joker karakterini belirleyen diğer ekip Steve Englehart ve Marshall Rogers oldu. Englehart ve Rogers, 1977 Ağustos'unda detektif çizgi romanlarının 471. bölümü ile başlayarak, Gotham'daki belli yer izlerinin ve Joker'i etkisi altına alan derin ruhsal denge bozukluğunun da dahil olduğu birçok Batman dünyasının yeni unsurlarını oluşturdular. ve bu karakter insanı kendine yaklaştırır ve sonraki sahnede acaba joker ne yapacak diye merakla bekletir 1978'in Mart sayısının 475. çizgi romanının bölümünde gülen balık hikâyesi yer aldı. Joker, balığa gülme ifadesi kazanmasına neden olan bir kimyasal kullandı. Bu imkânsızlığı başararak ve şehirdeki tüm balıkları yok ederek kendine bir marka yarattı ve böylelikle satılan her balık ona kar kazandırdı. Bu fikirdeki saf insanlık duygusu, Joker'in bu düşüncenin ne kadar saçma ve çılgınca olduğunu ifade etmeye çalışanları tehdit etmeye, onlara saldırmaya ve onları öldürmeye başlamasının dışında gülünçtü. Joker, iki bölümlük hikâyede yalnızca üç kurbanı öldürdüğünde, daha o zamandan okuyucu deliliğinin üst safhaya ulaştığını anlamıştı. Hikâye 1978'in Nisan'ındaki detektif çizgi romanın 476. bölümünde son bulduğunda, yazar Steve Englehart, Joker'i geride ceset bırakmadan öldürdü. Joker aynı zamanda onun kendi kitaplarında da başrol oldu. Birinci Joker hikâyesi 1 Mayıs 1975'te kitap raflarındaydı ve dokuz bölüm boyunca devam etti. Başlıkta Joker hem kahramanlarla, hem de kötü adamlarla savaştı. O'Neil ve Adams'ın hikâyelerinde oluşturulan ruh sağlığı problemleriyle birlikte devam eden dokuz bölümde yedi cinayet daha işledi. Başrol oyuncusu olsa bile kargaşa düşkünü olan kaçık bir adamdı. Fakat 1970'ler Joker'i Batman'in baş düşmanı olarak gösterseydi, 1980'ler kötü adamı başlı başına bir karakter olarak yükseklere çıkarırdı. 1980’ler sonlarında, yazar ve sanatçı Frank Miller Marvel çizgi romanından DC Miller'a geçti ve kendine Daredevil ve Wolverine serilerindeki gibi bir film karakteri ve film stili oluşturdu. 1986 Şubat'ında Miller, Batman'in yazarları için yeni bir standart oluşturacak dört konuluk bir seriye başladı. Bu aynı zamanda Joker için de geçerliydi. Adı "Kara Şövalye Geri Dönüyor" olan seri, bir Batman serisiydi. Miller’ın hikâyesi gelecekteki 20 yıl içerisinde Gotham şehrinde geçiyordu. Batman artık geri çekilmiş ve Joker katatonik bir devlette bir asır geçirmişti. Batman tekrar ortaya çıktığında, Joker kara şövalyeyi televizyonda görür ve uykusundan uyanır. Psikoloğunu ruh sağlığının iyi olduğuna ve sayısız yanlış yaptığı şeylerden pişmanlık duyduğuna ikna eder. Böylelikle ulusal televizyona çıkar ve başta seyirciler olmak üzere önceden yaptığından daha fazla öldürme alemlerine başlar. Mart 1988 yılında yazarlığını Alan Moore ve sanatçı Brian Bolland’ın yaptığı "Öldüren Şaka" adındaki tek vuruş formatlı bir çizgi roman oluşturuldu. Günümüze uyarlanan hikâye, Joker'in bir kez daha Arkham Asylum'dan kaçışını anlatıyor. Joker, komiser Jim Gordon'u kaçırır, bağlar, işkence eder ve adamı delirtmeye çalışır; sırf kötü bir gün geçiren herkesin delirebileceğini göstermek için. Bir yandan hikaye ilk olarak 1951'de ortaya çıkan Red Hood’un ayrıntılı versiyonuna da dönüş yapar. "Öldüren Şaka" versiyonunda, Joker kötü şans sonrasında kafayı yemiş, oldukça normal ve adil bir insan olarak ortaya çıkar. Geri dönüşlerde Joker tuhaf bir elektrik kazasında ölen hamile karısı yüzünden suça yönelen başarısız bir komedyen olarak ortaya çıkar. Batman ile karşı karşıya gelmesi, Joker'i tenini beyaz ve tonlarına, saçını ise yeşile döndürecek kimyasallara yöneltir. Böylelikle Joker oluşur. "Öldüren Şaka" Joker'in nasıl ortaya çıktığını gösterirken, kitap Joker'in "Bazen bu şekilde bazen de başka bir şekilde hatırlıyorum... Eğer bir geçmişim olacaksa, çoktan seçmeli olmasını tercih ederim" diyerek güvenilir bir anlatıcı olmadığını itiraf etmesini konu ediyor. Bu açıdan Joker'in gerçek kökeni belirsizliğini koruyor. "Öldüren Şaka" aynı zamanda Joker’in Batgirl’ün gerçek kimliği ve şube müdürü Jim Gordon'ın kızı olan Barbara’yı sakat bırakmasıyla hatırlanır. Planın bir parçası olarak Jim Gordon’u eşiğin dışına sürüklemek için Barbara’ya kendi evinde saldırır ve bel kemiğine ateş ederek onun felç geçirmesine sebep olur. Bunda Joker Batman ailesinde bir iz bırakma amacındaydı. Barbara 20 yıl tekerlekli sandalyede kalır fakat bu iz son olmayacaktır. Dick Grayson, Robin olarak geri çekildikten sonra Nightwing olarak bilinen bir kahraman olmaya başladı. Jason Todd adındaki küçük bir sokak çocuğu da yeni "Boy Wonder" olmak için kadroya katıldı. Jason Todd, tartışmalı bir şekilde DC çizgi romanın en az popüleriteye sahip karakteriydi. Bu yüzden şirket, hayranlara Todd'un 1-900 numaraları aracılığıyla gerçekleştirilen oylarla ölmesine ya da yaşamasına karar vermeleri için bir şans verdi. 10.000 oyun çoğunluğu ikinci Robin’in ölmesini istiyordu. Jason'ın ölümünü tasvir eden hikâye dizisinin adı "Ailedeki Ölüm" oldu. Aralık 1988 ile Ocak 1989 arasındaki 426. ve 429. bölüm boyunca Batman'e konu oldu. Robin'i öldüren elbette Joker oldu. "Ailedeki Ölüm", Jason Todd'u uzun zamandır kayıp olan annesini bulması hususunda soru işaretlerinde bıraktı. Sheila Hywood adındaki yardım gönüllüsü olarak çalışan annesinin yaşadığını öğrendiği yer olan Etiyopya'ya yönlendirdi. Batman ailesi hiçbir zaman kolay şeyler yaşamadığı için, okuyucular Sheila'nın Joker tarafından kaçırıldığını ve yardım acentesinden alıkoyulduğunu anlamıştı. Trajik olarak Sheila, Jason'ı Joker'e verdiği için tarihteki en kötü ebeveyn unvanını almıştı. Joker'in biraz karışık olarak tanımladığı sonraki vahşi bir olayda, kötü adam annesi ve Robin'i bomba olan bir depoda tuzağa düşürüp bırakmadan önce levye ile Robin'i yaraladı. Batman ikisini kurtarmaya geç kaldı ve Robin ile annesi patlamada öldü. Bunu takiben farklı hikâyeler arka arkaya geldi.Ve annesi yara aldı. 1966'daki "Batman" filmindeki görünümünün ardından, Joker ikinci kez 1989'da Suçun Palyaço Prensi olarak Jack Nicholson ile birlikte çıktı. Batman rolünü de Michael Keaton üstlendi. Tim Burton'ın yönetmenliğini yaptığı filmde Joker, Gotham'ın yer altı suç dünyasının üyesi olan Jack Napier'di. Jack ve ekibi Axis kimyasal bitkilerine yöneldikleri vakit, Batman olaya müdahale etti. Suçlu ortaya çıktığında oldukça yaralanmış ve o gülünç palyaçoya dönüşmüştü. 1989'un geri kalan Batman filmi Batman ve Joker arasındaki yükselen savaşı anlatıyor. Aynı zamanda mitolojinin bu ürününde Jack Napier, Bruce Wayne'in ailesinin katilidir. Bu eşitliğin birazı aslında son savaşta Batman’in yaptıklarının Joker’i ortaya çıkarması, aynı şekilde Joker’in de Batman’i ortaya çıkardığını fark etmesiyle gösteriliyor. Filmin sonunda Joker bir katedralin tepesinden düşerek ölüyor. Batman filminin başarısı hiçbir zaman ilk film olan Tim Burton'ınkinin seviyesine ulaşmayan üç devam filmini daha beraberinde getirdi. Yine de sonuç olarak Batman bir kez daha oldukça pazarlanabilen bir ürün haline geldi. 5 Kasım 1992'de Batman animasyon serisi Fox televizyonu ağında gösterildi. Palyaço prens 11 Kasım 1992'de serinin "Joker’in İyiliği" adı altında yedinci bölümle ortaya çıktı. En çok Yıldız Savaşları'ndaki Luke Skywalker rolüyle tanınan Mark Hamill devasa bir övgüyle Joker’i seslendirdi. Emmy ödüllü Batman animasyon serileri üç yıl devam etti. "Batman: Hayaletin Maskesi" adı altında tiyatro olarak oynandı ve bunu "Yeni Batman Maceraları", "Yeni Batman/Superman Maceraları", "Batman Ötesi", "Adalet Ligi" ve "Hak: Kısıtlanan Lig” takip etti. Tüm bu beş seriye Hamil ses yeteneğiyle Joker karakteri olarak başrollük etti. 1999’da gösterilen "Batman Ötesi", gelecekteki 20 yıl boyunca animasyon dünyasına öncülük etti. Bruce Wayne'in geri çekilmesiyle Gotham şehri yeni bir Kara Şövalye'ye ihtiyaç duyar. Terry McGinnis adındaki genç adam Wayne’in yerini alır ve yaşlı Wayne’in vesaletiyle suç üzerindeki savaşına başlar. Serilerde McGinnis’in yüz yüze geldiği temel düşman Joker gangsteridir. Caniler kendilerini temalandırırlar ve Joker’den sonraki görünüşleri "Batman Ötesi: Joker'in Dönüşü"'ndeki o ideal figürdür. Filmde, Joker aslında 2050 yılının dünyasına geri döner. Batman'in animasyon dünyasının ikinci Robin’i olan Tim
Drake’in Joker tarafından kariyerinin başında işkenceye maruz kaldığını ve yoldan çıkıp bir Joker olması için beyin yıkamaya maruz kaldığını biliniyor. Yıllar sonra Joker’in öldüğüne; yeni, genç, tehlikeli ve bir başka Joker’in Gotham şehrinin gangsterlerinin kontrolünü ele geçirmek için ortaya çıktığına inanılır. Hikâyenin gidişatı boyunca Joker’in artık bir yetişkin olan Tim Drake'in bedenini kendi bilinç ve DNA'sını bir mikroçipe kopyalayarak ve Drake’in beynine yerleştirerek ele geçirdiği görülür. Yeni Batman Joker'i öldürür, mikroçipi yok eder ve Joker sonunda ölür. Bu arada DC çizgi romanının sayfalarına geri dönüldüğünde, Batman ailesinin başlığının (Mart 1999 ve Kasım 1999 tarihleri arasında) "Kimsenin Toprağı" olarak adlandırılan günümüz hikâyesi ile işgal edildiği görülür. Hikâyede Gotham şehri 7.6 büyüklüğündeki ve iki ayrı şiddetlerdeki depremlerle sarsılır. Sonuç olarak Birleşik Devletler hükümeti Gotham’ı kimsenin toprağı olarak adlandırır. Şehrin içine girmiş olduğu kaostan geriye kalan, bu boş kara parçası üzerinde hükümdarlık kurmaya çalışan gangsterlerdir. Bu karmaşa arasında Joker, kendisi için küçük bir bölge kurar. Bu hiç kimsenin toprağındaki faaliyetleri azdır. Yeniler geldikçe ve karantina kaldırıldıkça Joker kimsenin yokluğu sırasında doğan tüm çocukları öldürme kararı alır. Komiser Gordon'ın karısı olan Sarah Essen, Joker ile polis karakolunda karşılaşır. Essen vurulur ve olay sırasında ölür. Son yüzyıldan başlayıp Joker'in de dahil olduğu her olayı içine almak imkânsızken, tek bir hikâye DC Universe (DC Evreni) üzerinde çok derin bir etki bıraktı: "Joker: Son Gülüş". Joker, bir beyin tümöründen öleceğine inanır ve son şarkısı olarak da devasa bir cinayetin planını yapar. Palyaço, azılı katillerin bulunduğu hapishane olan Slab'dekilere o meşhur zehiri enjekte eder ve tüm mahkûmlar Jokerleşmiş bir hal alır. Başkan Lex Luthor yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri, Joker'e karşı savaş ilan eder. Karşılığında Joker, adamlarını Lex'in peşine yollar. Sonunda anlaşılır ki Joker'in kendi görünümlü adamları, ölüm korkusuyla Joker'in psikolojisini kontrol altına almak isteyen bir doktor tarafından değiştirilmiştir. DC Universe'in kahramanları, Joker'in kız arkadaşı Harley Quinn'in de yardımıyla kötü adamları normale çevirmek için bir panzehir yarattılar. Karmaşa sırasında, yanlışlıkla Robin'i öldüren kişinin Jokerleşmiş bir katil olan Killer Croc olduğuna inanılır. Nightwing, Joker'i haklar ve daha Batman tarafından hayata döndürülen Joker'i öldürür. Geçen yüzyıl Joker'in Bay Mxyzptlk'ı ele geçirmesine, dünyayı yeniden kendi tarzında yaratmasına, Red Hood'un kimliğinin mezardan kalkıp gelen Jason Todd tarafından çalınmasına ve kaderden kaçış olarak Lex Luthor'un kötü adamlarından oluşan bir gezegenin oluşmasına sebebiyet verir. Joker, Batman gibi giyinmiş dolandırıcı bir polis tarafından yüzünden vurulduktan sonra Arkham Asylum'a geri döner. Estetik cerrahisi ona konuşmasına imkân vermeyen bir gülüş kazandırır. Hamle yapma fikri kırılgan ve bulanık aklını oynattırır. Joker, Batman tarafından vurulduğuna inanır, çünkü ona göre Batman cinayette uzmandır. Sonunda, Joker intikam tanrısı Batman gibi çarelerle donatılmış geniş bir karakterdir. 1928'de "Gülen Adam" adıyla sessiz sinemada gösterilmesiyle Joker'in mirası bir kez daha kötü adamı ekrana getirmiştir. Üçüncü canlı aksiyon filminde Joker'i, çok ses getiren "Brokeback Mountain" filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilen Avustralyalı genç oyuncu Heath Ledger tarafından canlandırdı. Filmdeki Joker'in anlatımının 1940'lardaki o ruh hastasınınkiyle aynı olduğu görülüyor. Önceki yıllarda yapılmış bir film görüşmesinde "Entertainment" dergisinden Owen Gleiberman, Ledger'ın tanımlamasını şu şekilde ifade ediyor: "Kara Şövalye", 18 Temmuz 2008'de Amerika sinemalarında ve IMAX tiyatrolarında gösterilmeye başladı. Joker'in unutulmaz repliği, yüzündeki daim gülümsemeyi borçlu olduğu yarayı açıklarken söylediği ""Why so serious?"" olmuştur. Yüzündeki yara için birden fazla açıklama yapan Joker'in açıklamalarından biri eşi için yaptığı fedakarlık, diğeri alkolik babasının sarhoşluğudur. Joker Arkham serisinin ilk iki oyunu olan Arkham Asylum ve Arkham City'de neredeyse her şeyin arkasından çıkan ve isyan başlatan karakter olarak çıkar. Seride Mark Hamill tarafından seslendirilmektedir. Arkham Asylum'da yaptıklarından dolayı az kalsın James Gordon ölüyordur. Onun yüzünden Poison Ivy adayı yerle bir eder ve Batman gizli mağarasını kaybeder. Her şeyin sonunda kendini Bane'e kafa tutabilecek hale getirir fakat Batman'e yenilir. Hugo Strange'in Arkham City'i kurmasıyla orada çete lideri olmuştur. Kendine Bane'nin zehirinden vermesi onda yan etki bırakmış ve kendi kanı onu öldürmeye başlamıştır. Son şakası için kendi kanını Batman'e enjekte eder ve Gotham'daki hastanelere "bağış" olarak yollar. Batman'i kanına çare olan ilacı bulması için zorlar. Bunu Batman'e yapmasının nedenini şöyle açıklar: "Eğer ben öleceksen seni de öldürmeden ölmem. Bu yüzden seni de hasta ettim ki ikimizi de kurtar ben de sensiz kalmayayım." Fenerbahçe, Kadıköy Fenerbahçe, İstanbul'un Anadolu yakasında, Marmara Denizi kıyısında, Kadıköy ve Moda'nın güneyinde, Kızıltoprak ve Çiftehavuzlar semtleri arasında kalan tarihi semt. Fenerbahçe Spor Kulübü adını bu semtten almıştır. Fenerbahçe, Marmara Denizi'ne doğu-batı yönlerinde uzanan bir yarımadadır. Yarımadanın batısı, kuzeyinde Kalamış, güneyinde Fenerbahçe koyları olmak üzere bir berzahla karaya bağlanan ve batı ucunda fenerin yer aldığı bir diğer küçük yarımada şeklindedir. Bu yarımadanın güneybatısındaki burun Fenerbahçe Burnu; Fenerbahçe Koyu'nun doğusunda kalan ve Fenerbahçe Koyu ile Dalyan Koyu'nu birbirinden ayıran burun ise Laz Burnu adını alır. Tarihi çekirdeği bugünkü Fenerbahçe Feneri'nin ve çeşitli spor kulüpleri ile Yelken Kulübü tesislerinin bulunduğu küçük yarımada üzerinde olan semt, günümüzde kuzeybatı sahili boyunca uzanan Kalamış'ı ve güneydoğudaki Dalyan Koyu çevresindeki Dalyan'ı da kapsayan bir yerleşme olarak düşünülmelidir. Güneyinden ve kuzeybatısından Marmara Denizi ile çevrelenen semt, Kızıltoprak, Feneryolu, Çiftehavuzlar, Caddebostan semtleriyle çevrilidir. Lüks cafeleri ile göze çarpan bir semttir. Fenerbahçe semti bugünkü adını yarımadanın batı ucundaki fener kulesinden almıştır. Osmanlı kaynaklarında Kelemiç (Kalamış) yöresi olarak geçen bölgenin Fener Bahçesi ("Bağçe-i Fener") adıyla anılmaya başlaması, 1562'de burada bir deniz feneri yapılmasından sonradır. Siyah üçgen Siyah Üçgen, günümüzde lezbiyenler tarafından kullanılan bir "gurur" ve "dayanışma" sembolüdür. Ters duran siyah bir üçgendir. Siyah Üçgen, Pembe Üçgen gibi ilk defa Nazi Almanyası döneminde (her mahkûmun kendi "türünü" belirlemek için üniformasının üstünde bir sembol taşımaya zorlandığı Toplama Kamplarında) ortaya çıkan bir semboldür. Nazi Almanyası döneminde bu sembolü takmaya zorlanan mahkûmlar "asosyal" olarak nitelendirilen ve sosyal davranışlara aykırı eylemlerde bulundukları iddia edilenlerdir. Siyah Üçgen takan mahkûmların çoğunluğunu evsizler ve zeka geriliği olan kişiler oluşturmaktadır. Bir kısım alkolikler, işsizler ve fahişelere de bu sembol layık görülmüştür. Nazi Toplama Kamplarındaki çingeneler de (asosyal oldukları düşünüldüğünden) siyah üçgen takmaya zorlanmışlardır. Ancak bazı toplama kamplarında Çingenelere "Kahverengi Üçgen" verilmiştir. Nazi kayıtlarında Siyah Üçgen'in lezbiyenlere zorla taktırılan bir sembol olduğuna ilişkin herhangi bir kayıt bulunmamakla birlikte Nazi idealine göre kadınlığın "üç K" kuralına (Kirche, Küche, Kinder - kilise, mutfak, çocuk) dayanması gerektiği göz önüne alındığında, siyah üçgeni "hak eden" kadınların lezbiyenler, fahişeler, çocuk sahibi olmayı reddeden ve diğer toplum dışı davranış sergileyen kadınlar olduğu söylenebilir. Toplama Kamplarındaki Fransız mahkûmlardan Fania Fénélon'un "Playing for Time" ismini taşıyan ve anılarını yazdığı kitabının da Nazi döneminde Siyah Üçgen'in lezbiyenlerce de takıldığına ilişkin inancı kuvvetlendirdiği düşünülmektedir. Fénélon'un söz konusu hatıraları lezbiyen temalara yer vermekte ve "Siyah Üçgenliler Baloları"na değinmektedir. Tarihsel kökeni ne olursa olsun Siyah Üçgen zaman içinde lezbiyenlerce baskı ve ayrımcılığa karşı mücadeleyi simgeleyen bir sembol olarak benimsenmiştir. Günümüzde erkek eşçinsellerce kullanılan Pembe Üçgen'in kadın eşcinsellerce kullanılan karşılığı olarak da kabul görmektedir. Uçak mühendisliği Uçak mühendisliği, hava ile etkileşimde bulunan taşıt, hareketsiz nesne ve cihazların tasarlanması, geliştirilmesi, üretilmesi, test edilmesi, bakım/onarım işlemlerinin yapılması ve tüm bu süreçlerin yönetilmesiyle ilgilenen mühendislik dalıdır. Bu mühendislik dalının ilgi alanına, gibi ürünlerin ve bu ürünlerle ilgili aerodinamik, yapı, motor, kontrol dizgelerinin tasarım, geliştirme ve inceleme (analiz) çalışmaları girer. Vasili Çuykov Vasili Çuykov (Rusça: Васи́лий Ива́нович Чуйко́в / "Vasiliy Ivanovich Chuykov", d. 12 Şubat 1900; Serebryaniye Prudi, Moskova Oblast - ö. 18 Mart 1982; Moskova), Kızıl Ordu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Silahlı Kuvvetleri'nin generali, Sovyetler Birliği Mareşali. II. Dünya Savaşı sırasında Stalingrad Muharebesinde komuta ettiği 62. Ordu'nun başarısıyla birlikte bilinir. Çuykov 12 çocuklu bir köylü ailesinin çocuğuydu. On iki çocuğun sekizincisi ve sekiz erkek kardeşten beşinciydi. 1918’de Kızıl Ordu’ya katıldı. Frunze Askeri Akademisi'nde çalışmalarını devam etmek için 1921 yılında alayını bıraktı ve 1925 yılında mezun oldu. Çuykov ve onun tüm kardeşleri askerdi. İç savaşta Beyaz Ordu'ya karşı çarpıştı. İlk çarpıştığı yer, Volga kıyısındaki küçük bir kasabaydı. Bu kasabanın adı Çaritsin’di: daha sonra büyük savaşını verdiği yer bu küçük kasabadır gene, ama şimdi adı Stalingrad’dır ve kocaman bir şehirdir. İlk savaşını verdiği sıralarda, iyi bir ortodoks olan annesi sağdı ve Çuykov’a şöyle derdi sık sık: «Senin için
dua ediyorum. Seçtiğin yol için.» Çuykov, 1939 yılında Polonya'nın Sovyet işgalinde 4. Ordu'ya komuta etti. Almanların Barbarossa Harekâtı başladığında Çunking’de Çan Kay-şek’in askeri danışmanlığını yapıyordu. 16 Temmuz 1942’de Volga nehrini ağır ateş altında geçti. 25 Temmuz’da Alman ordusu geniş çaplı saldırısına başladığında, Çuykov şöyle dedi: «Bizim için Volga'nın ötesinde bir ülke yok.» Stalingrad’a geldiği ilk günlerde komuta barakasını Mamajev tepesine kurdurdu; bu sırada cephe hatları 400 km ötedeydi. Bu barakayı savaşın sonuna kadar hiç terk etmedi. Kapının önünde düşman birlikleriyle havanlı çatışmalar sürerken bile soğukkanlılığını koruduğu biliniyor. Stalingrad’da mevcudu yaklaşık 55.000 kişi olan altı tümenlik 62’nci Orduya komuta etti. Burada bir alayı 3.000 kişiden 100 kişiye düştü. 4-5.000 kişilik bir piyade tugayı sadece 200’ü Stalingrad’da silah kullanabilir durumda olan 666 kişiye düştü. 10.000 kişilik bir tümen 1.500 kişiye düştü. Normalde 80 tanka sahip olan bir tank tugayının bir tane tankı kaldı. General Çuykov Stalingrad’dan sonra Donetz havzasına gönderildi; sonra Kırım’a, Belarusya’nın kuzeyine. 1 Mayıs 1945’te Almanların teslimini kabul eden de Çuykov’tu. Savaştan sonra Almanya’daki Sovyet işgal bölgelerinin komutanlığını yaptı, 1949’a kadar bu görevine devam etti. 1953’ten 1960’a kadar Kiev’de ordunun başı oldu. Daha sonra Moskova’da bir dizi askeri görev aldı. 1952’den 1961’e kadar Komünist Partisi Merkez Komitesi Aday Üyesiydi; 1961’den ölümüne kadar tam üye olarak kaldı. General Çuykov’un 62. Ordusu Stalingrad’daki kararlılığın sembolü oldu – doğal ki, Çuykov da öyle. «62’nci Ordunun eski komutanı olarak, tam sorumlulukla söyleyeyim ki,» diyecekti Çuykov, yıllar sonra, bir radyo konuşmasında, «düşman Stalingrad’ı yalnızca tek bir durumda ele geçirebilirdi – eğer bütün savunmacıları öldürülürse. Böyle bir durumda Stalingrad savunmacıları Volga nehrinin sol tarafına asla geçmezlerdi. Kanımızın son damlasına kadar savaşmaya yemin etmiştik. Ve yalnızca ölümle bu yemini bozabilirdik. … Kalbimizin çağrısına uyduk.» Ve aynı konuşmada, Çuykov hatırlamaya devam ediyor: «Her yerde ağır çarpışmalar vardı. Sadece 15 Eylül itibarıyla Stalingrad demiryolu istasyonu dört defa el değiştirdi. Şimdi, 4-5 Eylül gecesi Mamajev tepesinin kimin elinde olduğunu söylemek çok güç. 16 Eylül’de, sabahleyin, inatçı muharebelerden sonra Albay Erin’in 42’nci birliği Mamajev tepesini geri kazandı. Tahıl ambarı için çarpışmalar günlerce sürdü. Dubyanski tümeni komutanının raporunu şimdi bile duyuyormuşum gibi geliyor bana: ‘Durum değişti. Erken saatlerde, Almanlar ambarda aşağı indiğinde, biz yukardaydık. Fakat şimdi biz onları aşağı indirdik ama bunların bir kısmı tırmanmayı başardı çarpışma orada sürüyor.’ Hitler’in birliklerinin şehir merkezindeki başarısızlıklarından sonra, Ekim’de [Kızıl Ekim Fabrikası] bunun kuzey bölümünü, fabrikalar bölgesini ele geçirmeye karar verdiler. Fakat orada da benim 62’nci Ordumu Volga’ya atmakta başarısız oldular. Ordularımızın Stalingrad yönündeki güçlü vuruşları düşmanı sıkıştırdı ve manevra kabiliyetini yok etti.» Ve Çuykov, askerlerine talimat verirken, «evi birlikte dağıtın,» diyordu, «siz ve el bombanız.» Herkes bu savaş günlerinde öğrendi. Clausewitz’in deyimiyle, «karanlıkta el yordamıyla ilerleyen» insanlardı bunlar, ama herhalde aralarında yolunu en kolay bulanlardandır Çuykov: «Birliklerimizin bütün çalışma yöntemlerini sıralamak mümkün değildir. Volga’daki çok ağır savaş günlerinde biz, hepimiz, basit birer askerden komutanlara kadar büyüdük, öğrendik, yetkinleştik.» Çuykov kuşatmanın başından sonuna kadar ordusunun başındadır. Yıllar sonra, Almanlar şehre girdikten sonraki durumlarını şöyle yazar: «Kamyonlarından atlayan, dilleri oynayan, çılgın gibi bağıran ve yollarda dans eden Almanlar gördük.» Bu Almanlar Çuykov’un komuta yerine 200 metreden daha az mesafededirler. 62’nci Ordunun bir savaş günlüğü var; gemilerin seyir defteri gibi. Burada, Stalingrad Merkez İstasyonunun bir günde 15 defa el değiştirdiği yazıyor: «08.00. İstasyon düşman elinde. «08.40. İstasyon geri alındı. «09.40. İstasyon yeniden düşman tarafından alındı. «10.40. Düşman … ordu komuta yerine 600 metre mesafede. … «13.20. İstasyon bizim elimizde. …» Çuykov’un kararlılığına verilecek birçok örnek olmalıdır. Bunlardan biri şöyle: Bir tugay komutanı, Albay Kopko, Çuykov’u arıyormuş; bulmuş ve koşarak yanına gelmiş. Rapor vermeye başlamış: «Bütün tanklarımız imha edildi! Sonuncusu da demiryolu istasyonu yakınlarında vuruldu.» «Kulesi hasar gördü mü?» diye sormuş hemen Çuykov. Albay, «Hayır,» demiş, «yalnız yürüyen aksamı.» «O zaman bütün adamlarını topla! Kaç tane kaldı? Silahları var mı?» «Evet, var. Aşağı yukarı 100 tane adamım kaldı.» «Harika,» demiş Çuykov. «Adamlarına istasyon yakınlarında siper kazma emri ver. Ve sen, sen de vurulmuş tanka atla ve silahını kullanmaya çalış. Takviyeler yakında gelir.» O gün çatışmalar bittikten sonra Çuykov Albayın yanına gelmiş. «Rahat ol,» demiş ona. «Bu herkese olurdu. Şimdi askerlerinin yanına koş. Unutma, geri çekilmek yok…» Bugün, Çuykov’un mezarı, adı artık Volgograd olmuş Stalingrad’da Mamayev Kurgan (Mamay Han Kurganı)'dadır. Oraya gömülmeyi kendisi istemiş. Yattığı yer Mamajev tepesine bakıyor. Tepede dev bir anıt var ve bunun üzerinde, kendilerini feda eden binlerce Sovyet askerinin adı yazılı; en üstünde şu ifadelerle: «HİÇ KİMSE VE HİÇBİR ŞEY UNUTULMADI.» Çuykov’un yattığı yer savaştaki sığınağına çok yakın: sığınaktan çıktığında buradan geçerek Volga’nın kenarına gidermiş Çuykov ve gelen takviyeleri beklermiş. Savaştan sonra, Almanya'da kaldı ve Kiev Askeri Bölgesi Komutanı yapıldığı zamana kadar, 1949'dan 1953 yılına kadar Almanya'da Sovyet Kuvvetler Grubu Komutanı olarak görev yaptı. 11 Mart 1955 tarihinde, bu görevde hizmet verirken Sovyetler Birliği Mareşali rütbesine terfi etti. 1960-1964 yılları arası, Sovyet ordusunun Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. Ayrıca 1972 yılında emekli olana kadar 1961'de Sivil Savunma Başkanı olarak görev yaptı. 1961'den ölümüne kadar, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesiydi. Vasili Çuykov, Stalingrad savaş anıtı olan "Anavatan Çağırıyor"'un tasarımının önemli bir danışmanıydı ve 82 yaşında ölümünden sonra oraya gömüldü. Konstantin Rokossovski Konstantin Rokossovski (Rusça: Константин Константинович Рокоссовский / "Konstantin Konstantinovich Rokossovskiy", Lehçe: Konstanty Rokossowski, d. 21 Aralık 1896; Velikiye Luki, Pskov Oblast - ö. 3 Ağustos, 1968; Moskova) Sovyet askeri komutanı ve Polonya Savunma Bakanı. Jukov ve Vasilevski ile birlikte en çok öne çıkan Sovyet stratejistleri arasında sayılmaktadır. Babası Polonyalı, annesi Rus olan Rokossovski 1896'da Varşova'da doğmuştur. 1914'te gönüllü er olarak Çarlık ordusuna girdi ve terfi ederek Rusya'nın en eski ağır süvari alaylarından birinde en genç subaylardan biri oldu. İki defa yaralandı ve üç defa nişan aldı. 1917'de, Ekim Devrimi'nden sonra devrimin saflarına yine bir asker olarak geçti. 1937'de, Moskova Davaları sırasında Rokosovski de Polonya ve Japonya ajanı olduğu iddiası ile tutuklandı. İki buçuk yıl Gulag'da, çalışma kamplarında kaldı. Mart 1940'da, savaş bütün Avrupa'yı sarmışken Stalin'in özel emriyle serbest bırakıldı. Yenilmek üzere olduğu savaşta alayı ile Alman kuvvetlerini ani bir saldırı ile yendi. Cephelerdeki yenilgi ve geri çekilme durumunu bilmediği için, üstlerine Varşova'ya yürüme izni istedi fakat geri çekilme emri aldı.Stalingrad’da Alman ordusuna karşı kazanan Rokosovski, Don Cephesi Kuvvetleri Genel Komutanı oldu. 27 Ocak'da Alman 6. ordusu ve Friedrich Paulus kuşatılmıştı. Rokokovski'nin kuvvetleri daha sonra Kursk Savaşı'nda savaşmıştır ve Almanları yenmiştir. Daha sonra Varşova ayaklanmasında dışarıdan yardım almadan Almanları yenmiştir. Zafer üzerine düzenlenen 1945 Moskova Zafer Geçit Töreni'nin başlangıcında Georgi Jukov ile birlikte siyah at ile alana gelmiştir. 1949'da Polonya'da Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı oldu, ve daha sonra 1952'de başbakan yardımcısı oldu. 1956'da, Gomulka'nın Polonya Komünist Partisi'nin lideri olmasından sonra bütün görevlerinden uzaklaştırıldı. Daha sonra Moskova'ya çağrıldı ve 1956-1958 arasında iki defa Sovyet Savunma Bakanı yardımcılığı yaptı. Sovyetler Birliği Mareşali ilan edildi. İki adet Sovyetler Birliği Kahramanlık Madalyası ile ödüllendirildi. Rokosovski hem Polonya hem de Sovyet vatandaşı olmasını şöyle anlatıyordu; 1968'de Moskova'da öldü. Costa-Gavras Constantinos Gavras (d. 12 Şubat 1933, Loutra-Iraias, Yunanistan) film yönetmeni. Yunan asıllı Fransız yurttaşı film yönetmeni olan Constantinos Gavras, daha çok yönettiği siyasal filmlerle tanınır. Çoğunlukla Fransızca seslendirilmiş filmler yapmış olmasına karşın, İngilizce sesli filmleri de vardır. Jean-Louis Trintignant'ın bir savcıyı ve Yves Montand'ın da solcu bir partinin önde gelen temsilcilerinden birini canlandırdığı Z adlı filmde (1969), barışın önemi, faşist çeteler ile hükümet içindeki güçlerin ilişkisi bağlamında derin devlet sorunsalı irdelenmektedir. Filmde Yunanistan'ın adı hiç verilmemesine karşın, aslında 1963 yılında suikasta kurban giden Grigoris Lambrakis ve çevresinde dönen olaylar anlatılmaktadır. Film, En İyi Yabancı Film dalında Oscar Ödülü kazanmıştır. Söz konusu film sansür nedeniyle uzun yıllar Yunanistan'da ve 1989'a değin Türkiye'de gösterilemedi. Kuşatma'da (1970) ise, askeri diktatörlükle yönetilen bir Güney Amerika ülkesindeki olaylar perdeye yansıtılmaktadır. Filmde, radikal solcu bir grup, CIA'nın yaptığı işkencelere karşı çıkmak amacıyla ABD A.I.D yardım kuruluşu çalışanı görünümü altında Uruguay Polis Teşkilatını eğiten polis akademisi uzmanını ve Brezilya büyükelçisini kaçırır. Başrolde yine, Costa-Gavras'ın birlikte çalışmaktan zevk aldığı Yves Montand vardır. Kayıp filminde ise (1982), Jack Lemmon, bu kez bir komedi filminde değil, oğlu Augusto Pinochet diktatörlüğü yönetimi altında olan Şili'de 1973 yılında gözaltına alınd
ıktan sonra "kaybolan" gazeteci oğlunu arayan çaresiz bir babayı canlandırdığı bir filmde başrolü oynamaktadır. Müzik Kutusu'nda (1989), ise Armin Mueller-Stahl, saygın bir ABD yurttaşı olan, ama karanlık bir geçmişle (geçmişte Nazilerle birlikte çalışan Macar Ok-Haç örgütü üyesi olmakla) suçlanan bir babayı canlandırmaktadır. Amen adlı filmde (2003), ise Nazi Almanyası'nda kilisenin rolü sorgulanmakta ve kilise ile Papalığın aslında hiç de sanıldığı gibi masum olmadığı, Nazi Diktatörlüğünün kıyımlarına göz yumduğu ve doğrudan ya da dolaylı olarak ortak olduğu tezi işlenmektedir. Le Couperet'de (2005), ise Fransa'da yaşanan toplu işten çıkarmalar, işsizlik psikolojisi ve işsiz bir mühendisin alışılmadık ve radikal bir çözüm arayışı konu edilmektedir. Clive Cussler Clive Cussler (d. 15 Temmuz 1931, Aurora, Illinois) , Amerikalı macera romancısıdır. En önemli karakteri deniz mühendisi, devlet ajanı ve maceracı Dirk Pitt'tir. Bir diğer karakteri ise Kurt Austin'dir. Yazarın pek çok kitabı arasında "Titanik", "Altın Buda", "Sahra", "Valhalla'nın Yükselişi" ve "Kayıp Kent" gibi çok satanlar bulunur. Clive Cussler, Aurora, Illinois'de doğdu. Çocukluğu burada geçen yazar iki yıl Pasadena Şehir Koleji'ne devam ettikten sonra, Kore Savaşı'nda hava kuvvetlerine girerek, Askeri Hava Nakliyat Servisi'nde uçuş teknisyeni ve uçak mühendisi olarak görev yaptı. Ordudan terhis olduktan sonra, ülkenin en ünlü reklam ajanslarından birinde, metin yazarı olarak hayata atıldı. Birkaç yıl sonra da sanat yönetmenliğine yükseldi. Hollywood'da radyo ve televizyon reklam yazarlığı ve yapımcılığı yaptı. Cannes Film Festivali de dahil olmak üzere uluslararası alanda çeşitli ödüller kazandı. Cussler 1965 yılında roman yazmaya başladı. Dirk Pitt'in maceralarını konu alan ilk romanı 1973 yılında yayınlandı. 1996 yılında yayınlanan ilk belgesel eseri "Deniz Avcıları", Deniz Koleji Guvernörler Kurulu ve New York Devlet Üniversitesi tarafından doktora tezi olarak kabul edildi. Yine aynı eserle Mayıs 1997'de Edebiyat Doktoru ünvanıyla ödüllendirildi. 1874 yılında kurulan kolej, o tarihten bu yana bu ödülü ilk kez vermiştir. Cussler'ın en çok satan 16. eseri "Atlantis Bulundu" Aralık 1999'da G. P. Putnum & Sons tarafından yayınlandı ve aylarca en çok satan kitaplar listesinde kaldı. 17. eseri "Mavi Altın" ve 20. eseri "Valhalla'nın Yükselişi" Ağustos 2001'de kitap piyasaya çıkmadan haftalarca önce Amazon.com'un en çok satan kitaplar listesinde, 1 numaraya çıktı. Cussler'ın kitapları yüzden fazla ülkede kırk dile çevrilmişir ve yüz yirmi milyondan fazla, okuyucusu vardır. Cussler; batık gemileri bulup çıkarmakla, ün salmıştır. Ulusal Sualtı ve Denizcilik Kurumu'nun (NUMA) kurucusudur. Bu Amerikan denizcilik ve deniz kuvvetleri tarihi araştırması yapan, kâr amacı gütmeyen bir kuruluştur. Cussler, denizcilik uzmanı ekibi ve NUMA gönüllüleri tarihi değeri olan altmıştan fazla, sualtında bulunan batık enkazın yerlerini keşfetmiştir. Buldukları batıkları kanıtlayıp belgeledikten sonra, bunların çıkarılma haklarını hiçbir kâr amacı gütmeden, üniversitelere ya da yetkili devlet kuruluşlarına, devretmektedirler. NUMA, denizcilik tarihi ve bağış yapma hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler için, Eylül 1998'de bir internet sitesi kurmuştur. Su altında yaptığı olağanüstü keşifler nedeniyle, Lowell Thomas madalyasıyla ödüllendirilmiştir. 44 yıldır Barbara Knight'la evli olan Cussler'ın; üç çocuğu ve iki torunu vardır. Karısıyla birlikte; zamanının çoğunu, Colorado dağları ve Arizona çöllerinde geçirmektedir. = Türkiye'de yayınlanmış kitapları = Necil Kazım Akses Necil Kazım Akses (6 Mayıs 1908, İstanbul - 16 Şubat 1999, Ankara), Türk Beşleri arasında yer alan Türk senfonik müzik bestecisi. Çağdaş Türk müziğinin kurucu ve öncü kuşağı olan ve "Türk Beşleri" olarak tanınan grubun üyesidir. “"Ankara Kalesi"” adlı senfonik şiiri, piyano için, “"Minyatürler"”, keman ve viyola konçertoları, orkestra için “"Konçerto"” ve “"Ballad"”'ı, beş senfonisi ve yaylılar için dört değerli kuarteti başlıca yapıtları arasındadır. Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasında rol almış, 1948’de bu kurumun müdürlüğünü yapmış, iki kere Ankara Devlet Opera ve Balesi müdürlüğü görevinde bulunmuştur. 1971 yılında “Devlet Sanatçısı” unvanı verilen ilk 11 sanatçıdan biridir. 1908'de İstanbul'da dünyaya geldi. Babası, Harbiye Nezareti posta müdürlerinden Mehmet Kazım Bey annesi daha sonra Kandilli Kız Lisesi Müdiresi olacak olan edebiyat öğretmeni Emine Hanım'dır. Keman dersi almaya yedi yaşında başladı. Ortaöğrenimini İstanbul Erkek Lisesi'nde yaptı. Bu sırada Dârülelhan'da (İstanbul Belediye Konservautarı) Cemal Reşit Rey'in armoni sınıfına yazıldı. Özel olarak önce Mesut Cemil ve sonra Sezai Asal ile viyolonsel çalıştı. 1926'da kendi olanaklarıyla Avusturya'ya giderek Viyana Devlet Müzik ve Temsil Akademisi'ne yazıldı. Burada Walther Kleinecke'nin viyolonsel ve Joseph Marx'ın kompozisyon öğrencisi oldu. Bir yıl sonra Türk hükümetinin bursunu kazanarak, eğitimine devam etti. Viyana Akademisi'nin yüksek lisans derslerini sürdürürken, Prag Devlet Konservatuvarı’na da kaydoldu. Josef Suk ile yüksek kompozisyon ve Alois Hába ile mikrotonal müzik çalıştı. Her iki kurumun da ileri devre kompozisyon bölümlerinden mezun olarak 1934'te yurda döndü. Viyana’da bulunduğu dönemde Naciye Hanım ile tanışıp evlendi, bu evlilikten kızı Sevil dünyaya geldi. Yurda döner dönmez Atatürk'ün Ankara’ya gelişinin 15. Yıldönümü nedeniyle ısmarlanan ""Bayönder"" başlıklı operasını besteleyen Necil Kâzım Akses aynı yıl, Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'nde öğretmenliğe ve müdür muavinliği görevine başladı. Okulun devlet konservatuvarı haline getirilmesi için çalıştı. 1935'te, Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kurulması amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı'nın çağrılısı olarak Türkiye'ye gelen Alman besteci Paul Hindemith'in yardımcılığını üstlendi. Soyadı Kanunu çıktığında, müzik öğrenimi görmesi için ailesini ikna etmiş ve kısa süre içinde devlet bursu kazanmasına yardımcı olmuş koruyucusu Hakkı Tarık Us’un isteği ile “Akses” soyadını aldı. 1936'da yeni kurulan bu konservatuvara kompozisyon öğretmeni olarak atandı. Aynı yıl Bela Bartok, Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin ile birlikte Adana'nın Osmaniye ilçesindeki folklor araştırmalarına katıldı. 1939’da Halkevleri’nin 7. Kuruluş yıldönümü nedeniyle gerçekleşen müzik festivalinde verilen bir konserde diğer Türk Beşleri’nin eserleriyle birlikte Akses’in “"Çiftetelli"” adlı eseri seslendirildi. 1938-39’da askerliği sırasında ilk taslarklarını yazdığı “"Ankara Kalesi, Senfonik Tarih"” (1942) adlı eseri Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Berlin’de Berlin Şehir Orkestrası tarafından seslendirildi ve Avrupa’da plak yapıldı. Bu eser, yurtdışında plağa alınmış ilk Türk yapıtı olma özelliğini kazandı. 1941’de Saadet Hanım ile evlendi, bu evlilikten Okşan(1942) ve oğlu Ahmet (1947) dünyaya geldi. 1942’de sahne müzikleri besteleun sanatçı, 1945’te "Yaylı Çalgılar Üçlüsü"’nü, 1946’da “"Birinci Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"”’nü besteledi. 1946’da Akdeniz’den aldığı esinle “"Poem”" adlı eserini yazdı. 1947’de bestelediği “"Ballad"” adlı eserden sonra besteciliği bir suskunluk dönemine girdi. 1948'de Konservatuvar müdürlüğü, 1949'da Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yaptı. Kültür ataşesi olarak Bern'de (1954) ve Bonn'da (1955-1957) bulundu. 1958-1960 yıllarında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü oldu. 1971'de yeniden aynı görevi üstlendi. Hükümetin değişmesi ve yeni kültür müsteşarı ile anlaşamaması üzerien 1972'de kendi isteği ile emekli oldu. Besteci büyük senfonilerni, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Cahit Külebi gibi Türk şairlerinin eserleri üzerine bestelediği liedleri, büyük korolu yapıtları 1960’lardan sonra ortaya koydu. “"Keman Konçertosu"”, “"Birinci Senfoni"”, “"Itri’nin Neva Kâr’ı Üzerine Scherzo"” gibi önemli eserlerini birbiri ardına yazdı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşunun 150. Yılı için “"Bir Divandan Gazel"” ve “"Orkestra Konçertosu"” adlı eserlerini yarattı. Bir Divandan Gazel’de ilk defa “rastlamsal" tekniği kullandı. Necil Kazım Akses, 1971'de "Centre Mediterranéen de Musique Comparée et de Danse"ın kurucu yönetim kurulu üyesi ve başkan vekili seçildi. İlk defa Devlet Sanatçılığı unvanının verildiği 1972 yılında bu unvanın verildiği 11 kişiden birisi oldu. 1976-1977’de bir viyola konçertosu yazdı ve Koral Çalgan’a ithaf etti. Eser, 1978’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde Çalgan tarafından seslendirildi. İkinci ve Üçüncü Senfonilerini yazdı. Atatürk’ün ölümünün 100. Yıldönümü için 1981’de yazdığı “"Barış için Savaş"” başlıklı senfonik şiir, Atatürk Sanat Armağanı’nı aldı. 1983’te "Dördüncü Senfoni"’yi tamamladı. 1985 yılında profesörlük unvanı alan Necil Kâzım Akses yaşamının son dönemlerine dek Ankara Devlet Konservatuvarı'nda kompozisyon dersi verdi. 1988’de “"Atatürk Diyor Ki"” başlıklı "Beşinci Senfoni"’sini tamamladı. Artık başka çalışma yapmamaya karar verdiyse de 1990’da “"Yaylı Çalgılar Dörtlüsü"”’nü tamamladı. 1992 yılında Sevda Cenap And Vakfı’nın Altın Onur Madalyası’na layık görülen Akses, Çanakkale Şehitleri’ne adanan “"Ölümsüz Kahramanlar"” başlıklı "Altıncı Senfonisi"’nin sadece ilk bölümünü tamamlayabildi. 16 Şubat 1999 Salı günü hayata veda etti. Öldüğü sırada aynı zamanda Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde kompozisyon derslerini sürdürmekteydi. Akses, besteciliği yanında, yeni ve genç kuşakların yetişmesini sağlayan büyük bir öğretici olarak da öneme sahip bir sanatçıdır. Adı, Ankara’da ikamet ettiği sırada kaldığı Emek Semti’nde bir parka verilmiştir. Evin İlyasoğlu tarafından hakkında “Necip Kazım Akses: Minyatürden Destana Bir Yolculuk” (1998) başlıklı kitap basılmıştır. Daha çok büyük senfonik formların yaratıcısı olarak tanınan Necil Kazım Akses'in besteleri belirli evrelerle incelenebilir: Avrupa'daki öğrencilik yıllarına rastlayan ilk çalışmaları 1929'dan 1930'lu yılların sonlara kadar olan dönemi kapsar. ""Piyano için Prelüd ve Fügler"
", ""Allegro Feroce"", ""Piyano Sonatı"" ve ""Mete Operası"" bu dönem ürünlerindendir. Bu dönemi yeni bir atonal stil yaratma istek ve arayışları olarak nitelendirilebilir. 1934'te yurda döner dönmez Atatürk'ün Ankara’ya gelişinin 15. Yıldönümü nedeniyle ""Bayönder"" başlıklı operasını besteler. Çalışmalarında kuşağının diğer bestecileri gibi geleneksel Türk müziği ve halk müziğinin etkileri vardır. Ancak bu öğeleri doğrudan armonize etmek yoluyla değil, stilize ederek kullanır. 1940'lar ile yeni dönemine girer. Bu dönem ile ve özellikle senfonik eserleri ile bir ""Akses stili"" belirginleşmeye başlamıştır. Bu stilin özelliğini ezgisel yönden Türk modlarına (makam) dayalı olmak, armonik yönden ise bestecinin kendi deyimiyle, a-modalite teşkil eder. "Ankara Kalesi, Ballade, Birinci Senfoni, Keman Konçertosu, Itri'nin Nevakâr'ı Üzerine Scherzo, On Piyano Parçası" gibi büyük soluklu eserleri bu dönemi ile ortaya çıkmaya başlar. Orkestrasyon giderek daha yoğunlaşmaktadır. Necil Kazım Akses'in 1976'da ""Bir Divandan Gazel"" ile başlayan ve ölümüne dek süren bestecilik evresi son dönemini oluşturur. Besteci bu ileri olgunluk döneminde solistler, korolar ve geniş orkestra için yine büyük çaplı yapıtlar üretmiştir. İyice yoğunlaşan orkestra yazısında, rastlamsallık gibi yirminci yüzyıl müziğinin getirdiği birçok söylemden yararlanmıştır. Bu yönleri ile de "Türk Beşleri"nin yeniliğe en açık üyesi olarak seçkinleşmiştir. Bestecinin 85 yaşındayken yazmaya başladığı bariton solo, koro ve orkestra için hazırlanmış büyük eserini Çanakkale Şehitlerine armağan ediyordu. ""Ölümsüz Kahramanlar"" başlığı altında sunduğu bu 6.Senfonisinin ilk bölümü tamamlanmış bir şekilde durmaktadır. Bestecinin yurt dışında çalınan yapıtlarından bazıları şunlardır: Fazıl Say Fazıl Say (d. 14 Ocak 1970, Ankara), Türk klasik batı müziği piyanisti ve bestekâr. 14 Ocak 1970'te Ankara'da dünyaya geldi. Babası, yazar ve müzikolog Ahmet Say, annesi eczacı Gürgün Say'dır. Dudak damak yarığı ile dünyaya gelen Say, bebeklik döneminde bir ameliyat geçirdi ve yarık dudağı dikildi. Doktorunun üflemeli çalgı çalması önerisi üzerine melodika çalmaya başladı. Dört yaşında piyanoya başlayan Say, Ankara Devlet Konservatuvarı'nda Üstün Yetenekli Çocuklar için Özel Statüde öğrenim görerek 1987'de konservatuvarın piyano ve kompozisyon bölümlerini tamamladı. Çalışmalarını Alman bursuyla Düsseldorf Müzik Yüksek Okulu'nda sürdürdü. 1991'de konçerto solisti diplomasını alırken, 1992'de Berlin Tasarım Sanatları ve Müzik Akademisi'nde piyano ve oda müziği öğretmenliğine getirildi. 1994'te Genç Konser Solistleri Avrupa yarışmasında birincilik kazanan Say, 1995'te New York'ta yapılan kıtalararası yarışmanın da birincisi olarak konser kariyerine başladı. Öte yandan oratoryolar, piyano konçertoları, çeşitli formlarda orkestra, oda müziği ve piyano eserleri, şan ve piyano için şarkı bestelemeye başladı. Bu eserler arasında "Nazım" ve "Metin Altıok Ağıtı" başlıklı oratoryolar, 4 piyano konçertosu, Zürih Üniversitesi'nin siparişi üzerine Albert Einstein’ın anısına yazdığı orkestra eseri, Wolfgang Amadeus Mozart'ın 250. doğum yılında Viyana'daki kutlama komitesinin siparişi dolayısıyla bestelenen“"Patara" adlı bale müziği vardı. Fazıl Say kariyeri boyunca New York Filarmoni, Sankt-Peterburg Filarmoni, Amsterdam Concertgebouw, Viyana Filarmoni, Çek Filarmoni, İsrail Filarmoni, Fransa Ulusal Orkestrası, Tokyo Senfoni gibi orkestralar eşliğinde konser verdi. 2007 Floransa Festivali'nin kapanış konserinde Zubin Mehta'nın yönettiği Floransa Orkestrası ile yirmi bin kişi tarafından izlenen bir açık hava konseri sundu. Yine 2007 yılında Montreux Caz Festivali'nde piyano jürisinin başkanlığını yapan Say'ın, Türk saz şairi Aşık Veysel'in "Kara Toprak" adlı halk şarkısından esinlenerek bestelediği piyano parçasını da içeren aynı başlıklı CD, Amerika Birleşik Devletleri'nde "Billboard" listelerinde 6. sıraya yükseldi.2008 yapımı "Sivas '93" tiyatro oyununun müziklerinin bestesi de sanatçıya aittir. Sanatçı 2015 yılında Nazım Hikmet Korosu' nu kurarak genel müzik direktörlüğünü üstlendi. Koro 29 Ağustos 2015 tarihinde ilk konserini vermiş, Ankara'da Bilkent Odeon Konser Salonu'nda gerçekleşen bu konserde bestecinin Nazım Hikmet Oratoryosu'nu seslendirmiştir. 2008'de Avrupa Birliği tarafından "Kültür Elçisi" unvanıyla görevlendirildi. Stalingrad Muharebesi Stalingrad Muharebesi, Stalingrad Meydan Muharebesi ya da Stalingrad Savaşı, II. Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi'nde, Mihver ordularıyla Kızıl Ordu arasında, Stalingrad kenti için yapılan savaştır. Hemen hemen tüm tarihçiler tarafından II. Dünya Savaşı’nın kesin dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Bu savaş, tarafların tüm güç ve azimlerini ortaya koydukları, kıran kırana süren ve sonuçta, toplam kayıpların neredeyse iki milyona ulaşmasıyla askeri tarihin en kanlı savaşları arasında yer almaktadır. Savaşın sonu Almanya açısından bir yıkım oldu. Mihver güçlerin savaşı kendi lehlerine döndürmeleri çabasında bir dönüm noktasıydı. ve Doğu Cephesi'nde Alman zaferini olanaksız kıldı. Doğu Cephesi'ndeki Mihver kuvvetleri toplamının neredeyse dörtte biri bu muharebe sırasında kaybedilmiştir. Barbarossa Harekâtı'nın ilk yılı olan 1941 yılında, ağırlığını Wehrmacht Doğu Ordularının (Ostheer) oluşturduğu Mihver kuvvetleri, hızla Sovyet topraklarında ilerlediler ve Leningrad - Moskova - Rostov hattına ulaştılar. Son derece parlak başarılarla Moskova önlerine gelen Mihver kuvvetlerinin ilk başarısızlığı 1941 kışında Moskova önlerinde yaşandı, Moskova Kızıl Ordu tarafından başarıyla savunuldu. Bu üç kent önünde durdurulan genel taarruz, 1942 yazında cephenin güneyinden başlatıldı. Kırım ve Harkov operasyonlarından sonra Mavi Durum'la sürmüştür. Mavi Durum, Alman ordularını Stalingrad önlerine getiren ve bir başka görev grubuna da Kafkasya'nın yolunu açan bir operasyondur. Almanların 1942 yılı Yaz Taarruzları, Mavi Durum'un tamamlanması ardından Stalingrad kentini ve Kafkasya'yı ele geçirmek yönelimli operasyonlarla devam etmiştir. İki kol halinde ayrılarak taarruz eden Mihver kuvvetlerin bir kolu Kafkasya yönünde ilerlerken diğeri Stalingrad'a yönelmiştir. Kenti kuşatan Alman kuvvetleri, onları zaferden zafere götüren yıldırım savaşı tekniklerini bir yana bırakarak ve ağırlıklı olarak piyadeyi kullanarak sokak çatışmalarına girdiler. Bina bina, hatta oda oda inatla direnen Kızıl Ordu'ya rağmen kenti Volga kıyılarında kuşattılar. Ancak üç ay süren sokak savaşlarında ilerleme hızı giderek yavaşladı. Bununla birlikte kentin yüzde doksanı Alman kuvvetlerinin kontrolüne geçmişti. Ekim ayı ortalarından itibaren Volga kıyılarına iyiden iyiye sıkışan Sovyet birlikleri, nehrin donmaya başlamasıyla ikmal ve takviye de alamaz hale geldiler. Yine de inatla sürdürülen direnme Kasım ayı ortalarına kadar tutunmayı başarmıştır. Daha sonra dar bir kıyı şeridinde sıkışmış olan savunma, ikiye bölündü. Kızıl Ekim Çelik Fabrikası, Traktör Fabrikası, Barrikadi Top Fabrikası, Ana Demiryolu İstasyonu ve Mamayev Kurgan tepesi uğruna sürdürülen direnme savaş sonrasında dünya kamuoyunca tanındı, takdir topladı. Kızıl Ordu 1942 Kasım'ında Uranüs Harekâtı'nı başlatarak kenti istila etmekte olan Alman 6. Ordu'sunun kanat açıklarından kanatlardan kuşatma harekâtına girişti. Kuşatma kollarının taarruz eksenleri özellikle Romen ve İtalyan birliklerince tutulan kesimlere yönelmişti. Bu karşı taarruz durumu beklenmedik bir biçimde tersine çevirdi. Mihver kuvvetlerin zayıf tutulan kanatları çöktü ve 6. Ordu Stalingrad'da kuşatılarak tecrit edildi. Rus kışı şiddetini arttırdığında, soğuk ve ikmal zorluklarının yol açtığı açlık, diğer yandan devam eden Kızıl Ordu taarruzları, 6. Ordu'yu hızla güçten düşürdü. Komutanlık, Hitler'in "iradenin gücü"ne olan sarsılmaz inancını benimsedi ve bir yarma hareketine girişmeye yönelmedi. Dışarıdan bir girişimle 6. Ordu'yu kurtarma çabası ise savunma önünde başarısız oldu. Öte yandan hava yoluyla ikmal de yetersiz kalmıştır. Kızıl Ordu'nun süren baskısıyla kuşatma çemberi giderek daraldı. Alman savunması daha da dar bir alana sıkıştırılmayı önleyemedi ve sonuçta Stalingrad'da kuşatılmış olan Mihver kuvvetleri çözüldü. Şubat ayının ilk günlerinde Stalingrad'daki Alman direnmesi sona erdi ve 6. Ordu'dan sağ kalanlar teslim oldu. 22 Haziran 1941 günü Mihver kuvvetlerin Barbarossa Harekâtı'yla sınırı geçmesiyle başlayan Alman-Sovyet savaşı, harekâtın ilk aylarında Alman zırhlı birliklerinin hızlı ilerlemeleriyle sürmüştü. Yaz ve sonbahar aylarında Sovyet kuvvetleri birbiri ardına bir dizi yenilgiye uğradılar. Kuzeyde Leningrad’ı kuşatan Mihver kuvvetleri, Hitler’in talimatıyla kente yönelik taarruzlarını durdurmuşlar, kuşatma durumunda kalmışlardı. Merkezde ise Hitler, Moskova konusunda ısrarlıydı. Ne var ki, Kızıl Ordunun inatçı direnişi karşısında Alman ilerleyişi Moskova varoşlarında durdurulmuştu. Güney cephede ise Alman birlikleri Rostov’a girmişler, fakat kısa süre sonra Kızıl Ordu karşı taarruzuyla kenti tahliye etmişlerdi. Başlangıçtaki tüm bu hızlı ilerlemelere karşın 1941 yılı sonuna gelindiğinde Alman ilerlemesi de durma noktasına gelmiştir. Hemen ardından başlayan Kızıl Ordu taarruzları ise Alman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmiş, özellikle merkez cephede hatlarını yer yer 100 km. geri çekmek zorunda kalmalarına yol açmıştı. 1942 yılının Şubat ayı sonlarında gerek kış koşulları gerek ağır kayıplar dolayısıyla Sovyet ilerleyişi de durmak zorunda kalmış ve tüm Doğu Cephesinde durum istikrar bulmuştur. Ağırlıklı olarak cephenin merkez kesiminde devam eden Kızıl Ordu karşı taarruzlarına rağmen Mihver güçler 1941 - 1942 kışı sonunda, kabaca kuzeyde Leningrad'dan güneyde Rostov'a kadar uzanan bir cephe hattında mevzilerini sabitlemeyi başardılar. Sovyet kuvvetlerinin Alman savunmasını geri attığı yerlerde cephe hattı girintili çıkıntılı bir hal almıştı. Bu durum özellikle Moskova'nın kuzeybatısında ve Harkov'un güneyinde görülmektedir fakat her iki durum da Mihver cephe hattında ciddi bir tehdit
yaratmamaktadır. Güney ve Kuzey Ordular Grubu cephelerinde ise ciddi bir Sovyet baskısı yaşanmamıştı. Böylece Ukrayna'nın büyük bir bölümü Mihver kuvvetler tarafından işgal edilmişti. Yine de Kırım'da Kerç Yarımadası ve Sivastopol Sovyet kontrolünde kalmıştır. 1942 yılının ilk ayları, her iki tarafın da kuvvetlerini ve ikmal depolarını takviye etmeleriyle ve geniş çaplı bir askeri harekât için gereken diğer hazırlıklarla geçti. Bu arada, kışın kar ve buzu, ilkbaharın eriyen karlar ve taşan ırmakların yol açtığı çamuru gibi şartlar da ortadan kalkmış oldu. Rusya’daki savaşın ikinci yılında Hitler, harekâtın yönünü Moskova’dan güney cepheye, yani Stalingrad ve Kafkasya’ya çevirme kararındadır. Generallerinin hemen hepsi Moskova yönünde taarruza devam edilmesinden yanadırlar fakat Hitler, “Ne yazık ki generallerim savaş ekonomisi bilmiyorlar” diyerek kestirip atacak ve harekat için gerekli emirleri verecektir. Almanların 1942 yaz taarruzlarının ana planı, Mavi Durum kod adıyla kayıtlara geçen plandır. Esasen Mavi Durum, Don - Donets koridorunun ele geçirilmesi ve bir yönden Stalingrad, diğer yönden de Kafkasya yolunun açılması operasyonudur. Stalingrad'ın alınması Adolf Hitler ve Benito Mussolini için başlıca iki nedenle önemliydi. Öncelikle Volga Nehri, Hazar Denizi ile Rusya'nın geneli arasında önemli bir ulaşım hattıdır. Dolayısıyla Volga üzerindeki Stalingrad'ın alınması, başta petrol olmak üzere mal ve kaynakların kuzeye taşınmasını önemli ölçüde sekteye uğratacaktı. İkinci olarak Stalingrad'ın alınması, Stalin'in savaş gücünü önemli kaynaklarından biri olan petrolün geldiği Kafkasya bölgesine ilerleyen Alman kuvvetlerinin kanat güvenliğini sağlayacaktı. Öte yandan Sovyetler Birliği lideri Stalin'in adını taşıyan bu kentin alınması psikolojik bir darbe olacak ve Mihver Devletler'e son derece etkili bir propaganda gücü sağlayacaktı. Sovyet yönetimi de, kaynak ve zaman yönünden çok büyük bir baskı altına girmek demek olan bu tehlikeyi gördü ve eli silah tutan herkesin kenti savunmak için seferber edilmesi yönünde harekete geçti. Savaşın bu evresinde Kızıl Ordu, Alman ordusuna göre hızlı operasyon yürütme yeteneğinde fazlasıyla yetersizdir ancak geniş kentsel alanlarda yürütecek sokak çatışmalarında, hafif piyade silahları zırhlı ve mekanize taktiklere oranla daha etkin olmaktadır. Bu durum, Kızıl Ordu'nun çevik kuvvetler yönünden dezavantajını dengelemektedir. Bununla birlikte, Wehrmacht piyade birliklerinin eğitimlerinde, her türlü gömülü tahkimata taarruz önemli bir yer almıştır. Engelleri ortadan kaldırma, yanaşma ve havaya uçurma tarzı taktiklere özellikle muharebe istihkam kıtalarının eğitiminde daha da bir önem verilmiştir. Dolayısıyla yakın alanlı sokak çatışmalarında Alman piyadesi oldukça eğitimlidir. Bu planın uygulamaya geçilmesinden önce Kırım yarımadasındaki Sivastopol kentinin ve hemen onun karşısındaki Kerç yarımadasının alınması, en azından burada konuşlanmış olan Kızıl Ordu birliklerinin bloke edilmesi öngörülmüştür. Mayıs ayı ortalarında Kerç Yarımadası'ndaki Sovyet kuvvetleri atıldıktan sonra Sivastopol Haziran başında kuşatılarak taarruz edildi. Mavi Harekâtı'na henüz Sivastopol düşmeden, 28 Haziran 1942 tarihinde başlanıldı. Mavi Durum planlamasının başlarında Güney Ordular Grubu'na, Güney Rusya sitepleri üzerinden Kafkasya'daki petrol sahalarına yönelik hızlı bir saldırıyla görevlendirilmişti. Bu harekât, Alman 6. Ordusu, 17. Ordusu, 4. Panzer Ordusu ve 1. Panzer Ordusu tarafından yürütülecektir. Güney Ordular Grubu, 1941 yılında Ukrayna'yı istila etmişti. Doğu Ukrayna'daki teyakkuzdaki bu kuvvetler, taarruzda öncü unsurlar olacaktır. Mavi Durum taarruzunun Mayıs ayı sonunda başlaması planlanmıştı. Ancak harekâta katılması gereken Alman ve Romen orduları Kırım Yarımadası'nda henüz Sivastopol'ü düşürememişti. Sivastopol'ün düşürülmesinin gecikmesi Mavi Durum'un başlamasını da bir süre erteledi. Kent, haziran sonunda kadar direnmiştir. Bu sıralarda daha küçük çaplı bir muharebe, İzyum - Harkov bölgesinde İkinci Harkov Muharebesi olarak gerçekleşti, 22 Mayıs'ta 200 bin üzerinde Sovyet kaybıyla sonuçlandı. Güney Ordular Grubu taarruzu başladıktan sonra Hitler, Güney Ordular Grubu'nun ikiye ayrılması için emir verdi. A Ordular Grubu, Mareşal Wilhelm List komutasında 1. Panzer Ordusu ve 17. Ordu'yla planlandığı gibi Kafkasya yönünde güneye taarruz edecektir. B Ordular Grubu ise General Friedrich Paulus'un 6. Ordusu, General Hermann Hoth'un 4. Panzer Ordusu olarak doğu yönünde Volga ve Stalingrad'a taarruz edecektir. B Ordular Grubu'na başlarda Mareşal Feodor von Bock komuta ediyordu fakat daha sonra komuta von Weichs'e geçti. Sonuçta Alman 1942 yaz taarruzu 28 Haziran 1942 günü başlatıldı. Taarruz, Sovyet kuvvetlerinin yer yer direnme göstermesi ve geniş, boş bozkırlarda geri çekilmesiyle hızlı ilerlemiştir. Yeni bir savunma hattı kurmak amaçlı birkaç Sovyet girişimi, Alman birliklerinin kanatlardan çevirmesiyle başarısız olmuştur. Alman zırhlı birliklerinin gerçekleştirdiği ilk geniş çaplı kuşatma 2 Temmuz'da Harkov'un kuzeydoğusunda gerçekleşti ve kısa sürede sonuçlandırıldı. Bir hafta sonra da Rostov bölgesinde, Millerovo yakınlarında ikinci bir kuşatma yapıldı. Bu arada Macar 2. Ordusu ile Alman 4. Panzer Ordusu Voronej'e taarruz ettiler ve kenti 7 Temmuz 1942 günü ele geçirdiler. Donets Nehri'ni geçerek Don Nehri'nin batı kıyıları boyunca güney doğuya ilerleyen Alman 6. Ordusu ile 4. Panzer Ordusu'nun Stalingrad'a taarruz edebilecek pozisyona gelmesi, Temmuz ayı ortalarını bulmuştur. Bu ilerleme sırasında kanatların güvenliği için müttefik kuvvetlere bağlı ordular geride bırakıldı. İleri hareketin kanat güvenliğini bu ordular üstlenecek, Stalingrad yönündeki ileri hareket Alman birliklerince sürdürülecekti. Öte yandan diğer ordu grubunun da 23 Temmuz 1942 tarihinde Rostov’un almasıyla Alman orduları önünde Kafkasya’nın yolu açılmıştır. Mavi Operasyonun her iki stratejik hedefine de, -Stalingrad ve Kafkasya yollarının açılması- ulaşılmıştır. Bu aşamadan sonra 1942 yılı yaz taarruzlarına iki koldan devam edilecektir. Stalingrad yönündeki ileri hareket sırasında da İtalyan, Macar, Romen ve Hırvat kuvvetleri, Alman kuvvetlerinin sol (kuzey) kanadını korumak için geride bırakıldı. Bir Romen ordusu da sol kanadı örtecekti. İtalyan kuvvetlerinin savaş kapasitesine güvenilmiyordu fakat birkaç Alman resmi belgesinde bu konuda güven kazandıkları görülmektedir. Stalingrad Muharebesi 164 gün süren bir dizi çatışmadır. Her iki taraf da kuvvetlerini bu süre içinde birçok kez takviye etmiştir. Başlarda kenti savunma durumundaki Kızıl Ordu kuvvetleri Donetz - Don koridorounda çekilen Güneydoğu Cephesi'nin 28. Ordu, 51. Ordu, 57. Ordu, 62. Ordu ve 64. Ordu birlikleriydi. Kent içindeki savunma ağırlıklı olarak 62. Ordu ve sivil halktan katılımlarla yürütüldü. Güneydoğu Cephesi Komutanı General Andrey Yeryomenko kent savunmasını çok sınırlı takviye etmiştir. Bu yüzden sivil halktan savunmaya katılanlar büyük ölçüde destek sağlamıştır. Stalingrad'a taarruz eden Mihver kuvvetler ise B Ordular Grubu'dur. Harekâtın başlarında bu kuvvetler Alman 6. ordusu, 4. Panzer Ordusu, Macar 2. Ordu ve İtalyan 8. Ordusu'ndan oluşuyordu. Aynı yılın Ekim ayında bu kuvvetlere Romen 3. Ordu ve 4. Ordu katılmıştır. Ancak harekâtın devamında, hem bölgeden dışarı çekilen, hem de Stalingrad'daki sokak çatışmaları için kente gönderilen birlikler olmuştur. Harekât alanından birlik alınması, harekâtın başarısını son derece olumsuz yönde etkilemiştir. Henüz 6. Ordu kente ulaşmamışken 4. Panzer Ordusu, Hitler'in emriyle Don Nehri geçişi için von Kleist kuvvetlerin desteklemek üzere alınmıştı. Her ne kadar bu birlik 15 gün sonra geri gönderildiyse de en azından ulaşım hatlarının aşırı derecede zorlanmasına, tıkanmasına yol açıldı. Öte yandan Müttefik kuvvetlerin Batı Avrupa'da 19 Ağustos 1942 günü gerçekleştirdikleri Dieppe Çıkarması, Hitler'i ciddi biçimde endişelendirmişti. Bunun üzerine iki mekanize tümen, üstelik Nazi Almanyası'nın en seçkin tümenlerinden olan 1. SS Panzer Tümeni ve Großdeutschland Tümeni Avrupa'ya sevk edildi. Stalin, Alman niyetleri netleştikten sonra 1 Ağustos 1942 tarihinde General Andrey Yeryomenko'yu Güneydoğu Cephesi Komutanlığı'na atamıştır. General Yeryomenko ve siyasi komiseri Nikita Kruşçev, Stalingrad savunma planını hazırlamakla görevlendirildi. Stalingrad yönünde çekilen Sovyet birliklerinin katılmasıyla yeniden düzenlenen 62. Ordu komutasına General Yeryomenko tarafından General Vasili Çuykov, 11 Eylül 1942 tarihinde atanmıştır. Bu tarihe kadar 62. Ordu General Anton Lopatin'di. Durum açıkça umutsuzdu. Bu görevi nasıl karşıladığı sorulduğunda General Çuykov, ""Ya kenti savunacağız ya da dövüşerek öleceğiz"" karşılığını vermiştir. 62. Ordu'nun görevi kenti ne pahasına olursa olsun savunmaktır. General Çuykov, aldığı iki Sovyetler Birliği Kahramanı madalyasından birini bu komutanlığı dolayısıyla kazanmıştır. Bölgedeki Kızıl Ordu birliklerin savaşçı unsurları yetersizdir, çoğu eksik kadrolu birliklerdir. Mayıs ayında girişilen Harkov saldırısında uğranılan ağır kayıplar henüz giderilebilmiş değildir. Top mevcudu da yetersizdir, bazı cephelerde havan toplarıyla savunma yapmak zorunda kalınmaktadır. Alman askeri doktrini, kombine silah gruplarının, topçu, istihkam, piyade ve tankların yakın işbirliği esasına dayandırılmıştır. Buna karşılık olarak Sovyet komutanlar cephe hattını, daima Alman kuvvetlerine yakın olarak tutma taktiğini benimsemişlerdi. General Çuykov bunu, Almanlara "sarılmak" olarak ifade etmiştir. Bu Sovyet taktiği Alman piyadesini ya kendi başına savaşmak ya da kendi topçu ateşinden kayıplara uğramayı göze almak zorunda bıraktı. Böylece Alman yakın hava desteği ve yıpratıcı topçu desteği ancak sınırlı uygulanabilir hale geldi. Sovyet komutanlığı Stalingrad'da çok sayıda binadan oluşan bir savunma hattı oluşturdu. Bu binalar, stratejik önemi olan cadde ve meydanları görecek şekilde seçilmişti. Böyle bir strateji Sovyet kuvvetlerinin olabildiğince uzun bir süre kenti savunmasın
ı sağlayacaktı. Böylece her çeşit bina, her kattan geçiş sağlanacak şekilde bir dizi müstahkem mevkiye dönüştürüldü. Oluşturulan mevzilere makineli tüfekler, tanksavar silahları, 5-10 kişilik hafif makineli tüfekli ya da tüfekli timler yerleştirildi. Birçok bölge dikenli tellerle ve mayın sahalarıyla çevrildi. Sonuçta savunmacılar, ev ev, oda oda, koridor koridor sürdürülecek bir savaşa hazırlandılar. Yırtıcı bir mücadele her yıkıntı, sokak, fabrika, ev, bodrum ve çatıda sürdürüldü. Hemen her kent savunmasında olduğu gibi Stalingrad'ın kanalizasyon sistemi de savunma için kullanılmıştır. Sovyet komutanlığı Alman ilerlemesi karşısında kentteki tahıl, hayvan, lokomotif ve vagonları mavnalarla Volga'nın karşı yakasına geçirerek "düşman" eline geçmekten kurtardı. Bu arada bazı fabrikalarda üretim devam etmiştir. Özellikle T-34 üreten bir fabrika üretimini sürdürdü. Alman kuvvetleri kente yaklaşmadan bile önce Luftwaffe akınları nehir üzerinden nakliyeyi neredeyse olanaksız kılmıştır. Bu akınlarda 25 - 31 Temmuz arasında 32 nakliye gemisi batırıldı, dokuz gemiye ise hasar verildi. Stalingrad'ın hava savunma yükü başlarda 1077. Uçaksavar Alayı'nın üstündedir. Bu alay, çoğunluğu gönüllü genç kız ve kadınlardan oluşan Sovyet Hava Savunma Kuvvetleri'ne bağlı bir birlikti. Yeterli uçaksavar eğitimi görmemişlerdi. Buna karşın başlarda hava savunma görevi üstlendiler. Alman birlikleri kente girdiklerinde ise uçaksavar toplarını, tüm silahları vurulana kadar 16. Panzer Tümeni tanklarına karşı kullandılar. 16. Panzer Tümeni'nden bir subayın raporuna göre ateşe ateşle karşılık veren 37 mm.lik uçaksavarlarla muharebeye girilmek zorunda kalındı ve tümü imha edildi. Tümen, bölgeyi ele geçirdikten sonra kadın askerle savaştığını anlamıştır. Başlangıçta Sovyet savunması, savaş endüstrisiyle doğrudan ilişkili olmayan sektörlerden gelen "işçi milisleri"nden önemli katkı sağladı. Zaman zaman üretim bandından çıkan tankların mürettebatı, gönüllü fabrika işçilerinden oluştu. Tanklar, bu işçiler tarafından ve doğrudan doğruya üretim bandlarından, hatta çoğu kez boyanmadan ateş hattına sürüldü. Stalin'in 227 sayılı emri 27 Temmuz'da çıktı. Bu emirde tüm komutanların geri çekilme kararı yetkisi ellerinden alınmıştı ve yetkisiz geri çekilen komutanın askeri mahkemede yargılanacağı hükmü getiriliyordu. Tüm Kızıl Ordu'da birincil sloganlar "geri adım yok" ve "Volga gerisinde bir yer yok"tu. 26 Ağustos 1942 günü General Georgi Jukov, Stalin tarafından Yüksek Komutan Yardımcılığı'na atanmış, 29 Ağustos'da Stalingrad'da göreve başlamıştır. Kızıl Ordu’nun sevk ve idaresi konusunda, Stalin’den sonra yetkili kişidir ve Stalingrad savunmasından doğrudan sorumludur artık. Bu tarihlerde Uralların gerisindeki fabrikalarda üretilen silahlar Stalingrad'a gelmeye başlamıştır. General Aleksandr Mikhailoviç Vasilevski’nin “Unutulmaz, trajik bir gün” olarak tanımladığı 23 Ağustos 1942 günü Stalingrad’a yönelik Alman taarruzunun başladığı gündür. Stalingrad'ın hemen kuzeyinde 14. Panzer Kolordusu Sovyet hatlarını yararak Volga kıyılarına ulaşmıştır. Bu durumda kent içindeki Sovyet 62. Ordusu'nun diğer Kızıl Ordu birlikleriyle bağlantısı kesilmişti. Aynı gün Luftwaffe’nin bombardıman uçakları, yaklaşık dört bin çıkış yaparak kenti 48 saat boyunca bombalamışlardır. Kentin yaklaşık yüzde sekseni tahrip olurken binlerce sivil de yaşamını yitirmiştir. Saat 18:00'da başlayan bombardımanda ağırlıklı olarak yangın bombaları kullanılmıştır. İnfilak eden akaryakıt depolarından metrelerce yükselen alev dilimleri kenti cehenneme çevirmiştir. Yine akaryakıt depolarından nehre akan petrol tutuşarak Volga'yı bir ateş seline çevirdi. Luftwaffe, daha harekâtın başlarından itibaren Stalingrad üzerinde hava hakimiyeti kurmuştur. Sovyet Hava Kuvvetleri 23 - 31 Ağustos tarihleri arasında civarda 201 uçak kaybetti. Ağustos ayı içinde bölgedeki hava gücü 100 uçakla takviye edilmiş olmasına karşın Sovyet hava gücü, 57'si avcı uçağı olmak üzere 192 uçak düzeyinde kalmıştır. Luftwaffe'nin hava kolordusu Luftflotte 4, 1942 yılı yaz ve sonbahar ayları boyunca şiddetle kenti bombalamıştır. Bölgedeki Sovyet hava unsurları eylül ayı sonlarına kadar yetersiz takviye alabildiler. Kayıplar da yüksek oldu. Sonuçta Luftwaffe, hava hakimiyeti sağlamıştı. Ancak Sovyet uçak endüstrisinin işgal altında bırakılmaması, geri bölgelere taşınması sayesinde uçak üretimi sürdürülebildi ve 1942 yılının ikinci yarısında 15.800 uçak üretildi. Sovyet Hava Kuvvetleri gücünü koruyabildi, stratejik ihtiyatlarını geliştirdi ve sonuçta Luftwaffe karşısında üstünlük sağladı. Bombardımanın başlamasıyla birlikte General Friedrich Paulus'un 6. Ordusu, Don nehrini geçerek kuzey batıdan, General Hermann Hoth’un 4. Panzer Ordusu da güney batıdan Stalingrad’a yönelmişti. İki üç gün içinde Sovyet hatları yarılmış ve Almanlar kentin kuzeyinde ve güneyinde Volga kıyılarına ulaşmışlardı. Böylece Stalingrad Savunması, Volga nehriyle Alman yarı çemberi arasında sıkışıp kuşatılmış olmaktadır. Stalingrad kıyılarında Volga ortalama olarak 3,5 km. genişliktedir. İki gün içinde General Hoth’un panzer birlikleri Sovyetlerin iki savunma hattını çökertmiştir. En içteki üçüncü savunma hattı önünde durdurulursa da 25 Ağustos 1942 günü bu savunma hattı da yarılır. General Yeryomenko, 62. Ordu'ya geri çekilme emri vermek zorunda kalmıştır. Tam zamanında verilen bir karardır bu çünkü, ertesi gün General Paulus’un 6. Ordu’su kuzeyden saldırıya geçmiştir. Sokak çatışmalarında zırhlı araçlar ancak sınırlı ölçüde kullanılabilmektedir. Dolayısıyla Wehrmacht yıldırım savaşının asıl vurucu darbesi olan, zırhlı kuvvetleri kitlesel olarak kullanma tekniğinden yararlanamadı. İster istemez bölgesel olmak zorunda olan taarruzların çoğuna en çok 20 tank katılabilmiştir. Bu nedenle topçu ve hava unsurları daha bir önem kazanmıştır. B Ordular Grubu kuvvetleri 23 Ağustos akşamında, Stalingrad'ın 50 km. kuzeyinde Volga kıyılarına ulaştılar. Kentin güneyinden de Volga'ya yaklaşıldı. 30 Ağustos günü, Alman birliklerinin kenti kuşatma operasyonu tamamlanmıştır. Eylül ayı başından itibaren Stalingrad savunmasının tüm ikmali ve takviyesi, Volga nehri üzerinden mavnalarla yapılmak zorundadır. Bu tarihten itibaren nehir üzerindeki ulaşım sadece Alman hava akınlarına değil, buna ilave olarak Alman topçusuna da hedef olmaya başlamıştır. Alman topçu ateşi ve uçakların pikeleri, çok sayıda mavnanın nehri geçemeyerek sulara gömülmesine yol açmaktadır. Silah, cephane ve sıhhi malzemeye öncelik verildiği için askerlere verilen günlük istihkak hızla düşmektedir. 3 Eylül 1942 günü Kızıl Ordu birlikleri mevzilerini terk ederek kentin varoşlarına çekilmek zorunda kaldılar. 4 Eylül günü panzer birliklerinin taarruzu, kentin güney varoşlarına girmiştir. Sovyet 24. Ordusu ve 66. Ordusu ve 1. Muhafız Ordusu 5 Eylül'de 14. Panzer Kolordusu'na karşı genel bir karşı taarruz başlattı. Bu karşı taarruzda amaç, Volga'ya ulaşan Alman koridorunun ortadan kaldırılmasıydı. General Yeryomenko, Stalin'e kuzeyden bir karşı taarruz yapılmadığı takdirde Alman kuvvetlerinin ilk girişimde kenti alacaklarını rapor etmişti. General Jukov'un yönettiği bu karşı taarruz, yetersiz topçu desteği yüzünden daha başlarda zayıf gelişmiştir. Luftwaffe, Sovyet topçu bataryalarına ve taarruza karşı yoğun hava akınlarına girişmiştir. Birkaç saat sürdürülen Sovyet karşı taarruzu gün ortasında geri çekilmek zorunda bırakıldı. Muharebeye giren 120 Sovyet tankından 30'u hava akınlarıyla imha olmuştur. Taarruz ertesi gün yenilendi ve 10 Eylül'e kadar süren Sovyet taarruzlarından istenen sonuç elde edilemedi. Bu arada, 7 Eylül'de kentin havaalanı Almanların eline geçti. 9 Eylül'de ise Almanlar, Moskova - Astrahan demiryolu hattını kesimişlerdir. Müttefik yardımlarını taşıyan ana arter bu şekilde kesilmiş oldu. Sovyet karşı taarruzlarının sona ermesinin hemen ardından Alman kuvvetleri kente yönelmiştir. Sovyet savunması 12 Eylül'de kentin varoşlarından da çekilmek zorunda kaldı. Bu tarihte 62. Ordu 90 tank, 700 havan ve 20 bin kişiden oluşan bir kuvvettir. General Jukov bu günleri, ""13,14 ve 15 Eylül günleri Stalingrad için zor, hem de pek zor günlerdi… Bize sanki düşmanı durduramayacakmışız gibi geliyordu."" diye anlatmaktadır. Bu son derece kritik durumu önlemek üzere Stavka ihtiyatından ayrılarak bir karşı taarruz göreviyle gönderilen General Aleksandır Rodimtsev komutasındaki 13. Muhafız Piyade Tümeni karşı taarruzu durumu dengelemeyi başardı. Tümen, 16 Eylül'de Mamayev Kurgan'ı ve 1 no'lu demiryolu istasyonunu ağır kayıplarla da olsa geri aldı. Tümen, ilk 24 saatte mevcudunun yüzde otuzundan fazlasını kaybetti. Muharebe sonunda 10 bin mevcudundan geriye sadece 320 kişi kalmıştı. Tüm bu kayıplara karşın Tümen'in ele geçirmekle görevlendirildiği bu iki yer, kısa süre sonra Alman kuvvetlerince geri alındı. Demiryolu istasyonu altı saat içinde on dört kez el değiştirmiştir. Çatışmalar o denli şiddetliydi ki Alman kayıpları da Sovyet kayıplar kadar olmuştur. Kente hakim bir yükseltideki Mamayev Kurgan son derece şiddetli çatışmalara sahne oldu ve birçok kez el değiştirdi. 14 Eylülde bir Alman piyade tümeni kentin merkezine iyice yaklaşmıştır. Yine de General Rodimtsev muhafızlarının çabaları, en kritik günlerin aşılmasını sağladı. Kenti savunmakla görevli Sovyet 62. Ordu’sunun direnişi de son derece yırtıcı ve ölümünedir, bu birliğe gönderilen her askerin Stalingrad'daki ortalama olası yaşam süresi 24 saatten azdır. Aynı gün Stalin, Mareşal Jukov’a bir savaş planı hazırlamasını emretmiştir. Savaşı ve Stalingrad’ı kastederek, “"'Bu iş, Volga kıyılarında bitmeli"” der. Jukov ve Vasiliyevski, böyle bir emre hazırlıklıdırlar, ertesi gün Stalin’e bir savaş planı taslağı sunmuşlardır. Ancak istihbarat raporları, Alman kuvvetlerinin bir iki gün içinde Stalingrad'da genel bir saldırı başlatacağı yönünde bilgiler içermektedir, savaş planı bu durum karşısında askıya alınmıştır..Gerçekten de 14 ve 15 Eylül'de 6. Ordu’nun saldırıları başlamıştır. Bu taarruzlar, karşılaştıkları hazırlıklı direnişin önünde kayda d
eğer bir ilerleme kaydedemedi. General Jukov ve General Vasiliyevski'nin üzerinde çalıştıkları plan, Eylül ayı sonlarında nihai şeklini bulacak ve Uranüs Harekâtı olarak onaylanacaktır. Sovyet operasyonları sürekli olarak Luftwaffe tarafından vurulmuştur. Sovyet 1. Muhafız Ordusu ve 24. Ordu, 18 Eylül'de de Alman 8. Kolordusu'na karşı Kotluban'da bir saldırı başlattı. Alman 4. Hava Kolordusu'na bağlı Stuka pike bombardıman uçakları dalga dalga Sovyet birliklerinin üzerine çullanmıştır. Sonuç olarak Sovyet taarruzunun Alman hatlarını yarması önlendi ve taarruz püskürtüldü. Bf 109'lar 77 Sovyet uçağını düşürürken Stuka'lar da 106 Sovyet tankından 41'ini imha etmiştir. Harabe haline gelmiş kentin yıkıntıları arasında Sovyet 62. Ordusu ve 64. Ordusu, evler ve diğer binalarda oluşturulan direnek noktalarında savunmaya geçti. Yıkıntılar arasındaki mücadele sert ve umutsuzdu. 13. Muhafız Piyade Tümeni Komutanı General Aleksandır Rodimtsev, aldığı iki Sovyetler Birliği Kahramanı Madalyası'ndan birini bu çatışmalarda kazanmıştır. Dev hububat ambarı civarındaki çatışmalar haftalarca tüm şiddetiyle sürmüştür. Sonunda buradaki Sovyet savunması ele geçirildiğinde Alman askerler sadece 40 Kızıl Ordu askerinin cesedini buldular. Oysa çatışmaların şiddetine göre bölgede daha yüksek kayıplar verildiğini düşünüyorlardı. Ruslar çekilirken tahıl yığınlarını ateşe vermişlerdi. Çavuş Yakov Pavlov komutasındaki bir müfreze, kent merkezinde bir apartmanı aşılmaz bir tahkimat haline dönüştürerek burada dövüştü. Bu apartman daha sonra "Pavlov'un Evi" olarak bilinecektir. Müfreze, binanın çevresine mayın döşemiş, pencerelerde makineli tüfek mevzileri kurmuş ve bodrum duvarlarında geçiş sağlamak için delikler açmıştır. Bodrumda gizlenen on sivil bulmuşlardı. İki ay boyunca kayda değer bir takviye almadan binayı savundular. Savaştan sonra General Çuykov, Pavlov'un Evi'yle ilgili bir espri yapmaktan hoşlanırdı. Pavlov'un evi önünde, Paris'i ele geçirmek için ölen Alman'dan daha fazla Alman öldüğünü söylerdi. Beevor'a göre binaya yönelik her Alman saldırısından sonra binadaki askerler dışarı çıkıp Alman cesetlerini kenara çekmek zorunda kalmışlardır. Bu cesetler, makineli tüfek ve tanksavarların ateş hattını kapatmaktaydı. Neticede bina Alman haritalarında "Festung" (kale) olarak etiketlendi. Çavuş Pavlov'a bu direnişi nedeniyle Sovyetler Birliği Kahramanı madalyası verilmiştir. Alman askerleri arasında bu savaşı "farelerin savaşı" (Rattenkrieg) olarak anıldı. Mutfağı almak, ama oturma odası için hala mücadele etmek, şeklinde bir eskiri yapılmaktaydı. Wehrmacht askeri mutfağı temizlemişti ama aynı evin oturma odasındaki Sovyet askerleri inatla odayı tutmaya devam ediyordu. Böylesine delice bir keşmekeş içinde cephe hattı gözden kaçtı. Zırhlı desteğindeki çevik Alman kuvvetleri, yıkıntılar, bomba çukurları ve binalar içinde yavaş ve kısır bir çatışma içine girdiler. Birden fazla katlı binalarda -her ne kadar üst katların bir kısmı hava akınlarında çökmüş olsa da- duvarlarda delikler açılmıştı. Bu delikler, farklı katlardan saldırganlara ateş açmakta kullanıldı. Çatışmalar aynı katlarda olduğu kadar kattan kata da sürdürüldü. Eylül ayı boyunca kentteki Alman ilerlemesi, ağır da olsa sürmüştür. Hemen her gün hava akınlarıyla desteklenen Alman saldırıları karşısında Sovyet birlikleri gerilemek zorunda kalmışlardır. Almanlar, Sivastopol kuşatması sırasında da kullanılan Dora demiryolu topunu Stalingrad önlerine getirmişlerdir. 800 mm.lik bu dev top kent içindeki direnme noktalarını ve Volga'nın doğusunda konuşlanmış Sovyet topçu mevzilerini dövmekte kullanıldı. General Yeryomenko'un Güneybatı Cephesi, 28 Eylül'de Stalingrad Cephesi olarak yeniden teşkil edilmiştir. 1 Ocak 1943 tarihinde bu kez Güney Cephesi olarak düzenlendi. Bombardımanlar yıkıntıların zaman içinde daha da yaygınlaşmasına yol açtı. Bu durum, her iki tarafın keskin nişancıları için elverişli bir ortam sunmuştur. En başarılı ve en ünlü keskin nişancı Vasili Zaytsev'dir. Teyit edilmiş 225 vuruşu vardır. Otuzun üzerinde "öğrenci" çalıştırmıştır ve savaş boyunca 3 binin üzerinde Alman vurduğu ileri sürülmektedir. Daha az bilinen ama daha yüksek vuruş yapmış olanlar da vardır. Ivan Sidorenko 500, Ivan Sidorenko 429, Lyudmila Pavlichenko 309 ve Nina Lobkovskaya 308 vuruş yapmışlardır. Dzerzhinskiy Traktör Fabrikası'ndaki Sovyet direncini kırmaya kararlı olan Luftwaffe 4. Hava Kolordusu'na (Luftflotte 4) bağlı pike bombardıman uçakları 5 Ekim günü fabrikaya 900 dalış yapmıştır. Savunmadaki birkaç Sovyet alayı yok edildi. Bir sonraki sabah yenilenen hava akınlarında 339. Piyade Alayı, tam kadro öldü. Ekim ayında da bu genel gidişat benzer şekilde sürmektedir. Alman kuvvetleri 14 Ekim 1942 de tesisleri tank üretebilecek şekilde değiştirilmiş, ve Stalingrad Muharebesi boyunca tank üretimini sürdürmüş olan traktör fabrikasına saldırdılar. Luftwaffe, fabrikanın da aralarında olduğu Sovyet direnek noktalarına yönelik iki bin çıkış yaparak toplam 600 ton bomba bırakmıştır. Üç fabrikanın kuşatıldığı bu taarruzların devamında 62. Sovyet Ordusu, Volga üzerindeki üç köprübaşının bulunduğu birkaç yüz metrelik alana çekilmek zorunda kaldı. Mevcudunun yüzde yetmiş beşini kaybetmiştir. 13. Muhafız Tümeni Alman saldırısını durdurmayı başaramamış olsaydı Stalingrad'daki Sovyet askeri varlığı tümüyle imha edilecekti. Stalingrad’ın kuzey bölümü bütünüyle Alman kuvvetlerinin kontrolüne geçmiş bulunmaktadır. Bu arada Üç Stuka filosu, Volga'nın doğu yakasındaki Sovyet topçusunu büyük ölçüde susturmayı başarmıştır. Stukalar nehrin batı tarafına ikmal malzemesi ve takviye kuvvet taşıyan teknelere saldırdılar. Savunma bölgesi zaten ikiye bölünmüş olan Sovyet 62. Ordusu, ikmal hattının kesilmesiyle giderek ağırlaşan ikmal malzemesi sıkıntısı yaşamaya başladı. Volga batısında 910 metre genişlikteki bir araziye sıkışan Sovyet birlikleri üzerine Luftwaffe tarafından 1.208 çıkış yapıldı. Sedan ve Sivastopol'dekinden daha ağır bir hava bombardımanına maruz kalmasına karşın 62. Ordu'nun yaklaşık 47 bin adamı ve 19 tankı, Alman taarruzlarına direndi. 14 Ekim'de başlayan bu Mihver taarruzları on gün boyunca sürmüş, ancak Kızıl Ordu direnek noktaları durumlarını korumuştur. Ekim ayının son haftası Stalingrad savunmacıları için en kritik günlerdir. Hava dona çevirmiştir ama nehir henüz donmamıştır, buz parçalarının yüzdüğü ağdalı bir sıvı halini almıştır, askerlerin deyişiyle "yağ gibi" akmaktadır. Bu durumda teknelerin ilerlemeleri olanaksızdır. Kent, bu süre içinde ikmal ve takviye alamamıştır. Cephane ve yiyecek sıkıntısı had safhadadır. Kasım ayının ilk haftalarına kadar Luftwaffe hava hakimiyetini elde tutmuştur. Bu tarihlere kadar Sovyet Hava Kuvvetleri'nin gündüz vakti kayda değer bir etkinliği olamamıştır. Bununla birlikte 20 bin çıkıştan sonra, Luftwaffe'nin 1.600 uçağından geriye 950 uçak kalmıştır. En ağır kaybı bombardıman filoları almıştır, 480 uçaktan 232'si kaybedilmiştir. Nitelik üstünlüğünün yanı sıra Doğu Cephesi'ndeki hava gücünün yüzde seksenini elinde bulunduran Luftwaffe, buna karşın Sovyet Hava Kuvvetlerinin durumunu geliştirmesine engel olamadı. Sovyet Hava Kuvvetleri Alman hava hakimiyetini hızla törpülediler. Sayısal üstünlüğe ulaştığında Sovyet hava unsurları karşı taarruza geçtiler. Son 18 ayda uğranılan kayıplar nedeniyle Sovyet bombardıman filolarının gece uçuşları sınırlandırılmıştı. Esasen Luftwaffe gündüz Stalingrad hava sahasına hakimdi. Sovyet bombardıman uçakları genellikle geceleri küçük çaplı bombardıman vur-kaçları yaptı. Genellikle etkisiz olan bu saldırılar birer tehditden çok sıkıntı yaratan bir durum olarak görülmüştür. Sovyet Hava Kuvvetleri 17 Temmuz - 19 Kasım tarihleri arasında Stalingrad üzerinde 11.317 gece uçuşu gerçekleştirmişti. Bu hava akınları çok az etkili oldu, büyük ölçüde psikolojik etki yarattı. Kuzey Afrika'nın Atlantik kıyılarında 8 Kasım'da yapılan Anglo-Sakson çıkarması Torch Harekâtı Luftwaffe'yi ayrıca zor durumda bıraktı. Luftwaffe 4 bu tarihte bazı alt birimlerini Kuzey Afrika'ya göndermek durumunda kalmıştır. Bu durumda Alman hava gücü, Avrupa'da zayıf duruma düşmüştü. Doğu Cephesi'nde ise gücünü koruyabilmek için daha fazla çabalamak zorundaydı. Aslında Alman savaş endüstrisi 1942 yılının ikinci yarsında 8.314 uçak üretti. Ancak bu sayı üç cephedeki savaştaki yıpranma ve kayıplara yeterli değildi. Bu arada Sovyet savaş makinesi Amerikan Hükümeti'nin Ödünç verme-kiralama programı çerçevesinde yardım almaktaydı. Bu uygulama çerçevesinde 1942 yılının son çeyreğinde Sovyetler Birliği'ne 60 bin kamyon, 11 bin jip, 2 milyon çift postal, 50 bin ton patlayıcı, 450 bin ton çelik ve 250 bin ton uçak yakıtı gönderilmiştir. Ancak Kuzey Buz Denizi üzerinden Konvoy PQ-17 ile nakledilen askeri malzemenin bir kısmı, Alman hava akınları ve denizaltıları tarafından batırılmıştır. Harekâtın üçüncü ayında ilerleme epey yavaşlamıştı. Buna karşın Mihver kuvvetler yıkıntı halindeki kentin yüzde doksanını istila ederek Volga'nın batı kıyılarına ulaşmışlardı. Bu arada Sovyet kuvvetleri iki dar kıyı şeridine bölünmüştür. Volga üzerinde oluşmaya başlayan buz kütleleri Sovyet savunmasının tek ikmal yolunu engellemeye başlamıştır. General Çuykov Üst Komutanlık'a gönderdiği bir raporda, ""Elimdeki cephane ve erzak tükenmek üzere. Damarlarda akacak kan pek azaldı"" demektedir. Yine de özellikle Mamayev Kurgan tepesi eteklerinde ve kentin kuzeyindeki fabrikalar bölgesinde şiddetli çatışmalar her zamanki gibi devam etmiştir. Kızıl Ekim Çelik Fabrikası, Traktör Fabrikası ve Barrikadi Top Fabrikası için yapılan çatışmalar dünyaca ünlü olmuştur. Sokak çatışmaları için özel olarak eğitilmiş Alman muharebe istihkamcılarıyla 11 - 19 Kasım tarihleri arasında girişilen çabalar çok az bilinir. Stalingrad’da giderek umutsuzlaşan bir direniş sürerken, Jukov ve Vasilevskiy tarafından hazırlanan ve Uranüs Harekâtı kapalı adı verilen planın hazırlıkları da tamamlanmak üzeredir. Plan, Stalingrad içinde bir karşı taarruzla Alman hatlarını kırmak yerine, Stalingrad’da Sovyet birlikleri
ni kuşatmış olan Alman çemberini dıştan sarmayı hedefleyen bir plandır. Savaş sonrası Sovyet tarihçileri, 19 Kasım 1942 tarihini Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın ikinci stratejik evresinin başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Aynı zamanda Sovyet yazınında, cephenin farklı kesimlerinde 15 Sovyet ordusunun katıldığı 1942-1943 Kış Taarruzu'nun açılışı olarak da kabul edilir. Kanatlara yapılacak saldırının Stalingrad'dan yeterince uzak olması öngörülmüştü. Bu öngörü, 6. Ordu Komutanlığı'nın kent içinden birlik kaydırarak saldırıya uğrayan hatları takviye etmesine fırsat bırakmamak içindir. Kuşatmanın başladığı andan itibaren Stavka tüm dikkatleri kent içindeki çatışmalarda tutmayı amaçladı. Stalingrad’ı kuşatmış durumdaki Alman 6. Ordusu ve 4. Panzer Ordusu'nu kuşatma hazırlıkları esas olarak Ekim ve Kasım ayları içinde sürdürülmüştü. Ancak bölgeye kuvvet yığılmasına Ağustos ayı içinde başlanmıştı. Kısa süre sonra Stavka bölgede yırtıcı ama kısa süreli yoklama taarruzları geliştirmiştir. Bu taarruzlarda kanatlardaki savunmanın durumu ve kuvvetler hakkında bilgi edinildi. Taarruz hazırlıkları sırasında cephede incelemeler yapan General Jukov, hazırlıkları yeterli bulmayarak taarruz tarihinin bir hafta ertelenmesini dayatmıştır. Harekâta "Uranüs" kapalı adı verildi ve Alman Merkez Ordular Grubu cephesindeki Mars Harekâtı ile aynı sıralarda başlatıldı. Harekât planı esasen General Jukov'un üç yıl önce Halkin Gol Muharebesi'nde uyguladığı kanatlardan kuşatma taktiğine dayanmaktadır. Bu muharebede Japon 23. Tümeni'ni imha etmişti. Stalingrad ve Kafkasya yönünde gelişen Mihver taarruzu cephe hattını bu iki kesimde fazlasıyla ileri çıkarmıştı. Özellikle Stalingrad yöneliminde ve özellikle de sağ (kuzey) kanat tehlikeli biçimde uzamıştır. Bu kesimde cephe hattı Voronej'den Kletskaya'ya kadar 400 km.lik bir hattır. Bu kanat ağırlıklı olarak Almanya'nın müttefiklerinin ordularınca tutulmaktaydı. Voronej'den Stalingrad'a kadar Don kıyıları boyunca Macar 2. Ordusu, İtalyan 8. Ordusu ve Romen 3. Ordusu mevzi almıştır. Bu üç orduya bağlı tümenlerin savunmakla görevli oldukları cephe hattı 60 kilometreye kadar uzamaktadır. Savunma, uygun şekilde tahkim dahi edilmemişti, her şeyden önce bu iş için gereken kereste bölgede bulunmamaktaydı. Savunmanın bir diğer zaafı ikmalin yapılabileceği demiryolu istasyonlarının 150 – 200 km. geride olmasıdır. Bu kanattaki savunmanın zayıflığı Stalingrad Harekâtı'nın en ölümcül açığıydı. Hitler, birçok kez özellikle General Halder tarafından uyarıldı. Ancak Don hattının savunmasına yönelik her türlü yaklaşım "Stalingrad'ın ele geçirilmesi uğruna ikinci plana itildi." Kuşatma boyunca Alman B Ordular Grubu'nun kanatlarını koruyan Almanya'nın müttefiki İtalyan, Macar ve Romen orduları kendi karargahlarına baskı yapmaktaydılar. Örneğin Macar 2. Ordusu esasen diğer müttefik orduları gibi, teçhizat yönünden zayıf durumda olması bir yana, Rus kışına göre donatılmamıştı. Dahası, savunmakla görevlendirildikleri cephe, Mihver kuvvetlerin kuzey kanadıydı ve Voronej ile İtalyan Ordusu arasındaki 200 km.lik bir cephe hattıydı. Sonuç olarak bu cephe hattına çok zayıf bir kuvvet olacak biçimde yayılmak zorunda kalınmıştı, 1-2 kilometreye kabaca bir takım erat düşmekteydi. Öte yandan Sovyet savunması nehrin batı kıyılarında, biri Stalingrad'ın 150 km. kuzeyindeki Serafimoviç'te olmak üzere birkaç köprübaşı tutmayı başarmıştı ve B Ordular Grubu açısından ciddi bir tehdit oluşturdu. Benzer şekilde Stalingrad'ın güney kesiminde, Kotelnikovo'nun güneybatı cephesi, sadece Romen 7. Kolordu ve onun gerisindeki Alman 16. Motorize Piyade Tümeni tarafından tutulmaktadır. Hitler kentin kendisine öylesine dikkat kesilmiştir ki, kanatların güçlendirilmesiyle ilgili tüm talepleri ve uyarıları göz ardı etmiştir. Cephede ise 6. Ordu karargâhına art arda gelen keşif raporları, Alman komutanlara Stalingrad'ın güneyinde 13 Sovyet ordusunun ve binlerce tankın harekât halinde olduğunu göstermektedir. Ordu Genel Kurmay Başkanı General Franz Halder, Hitler'e kente kuvvet yığarken kanatların halen zayıf durumda bulunduğuna dikkat çekerek durumdan duyduğu endişeyi ifade etmiş, "bir felakete uğranılacak" uyarısında bulunmuştur. Hitler ise Stalingrad'ın alınacağını, zayıf kanatların da "Nasyonal Sosyalist inanç"la tutulacağını, Halder'den de bunu beklemediğini söylemiştir. Çok geçmeden, Ekim ayı ortalarında Halder'i görevden alarak yerine General Kurt Zeitzler'i atamıştır. Kızıl Ordu 19 Kasım 1942 tarihinde Uranüs Harekâtı'nı, Stalingrad kuzeyinde, kuşatmanın kuzey kıskacının Serafimoviç ve Kremenskkaya üzerinden taarruza geçmesiyle başlattı. Taarruz eden Sovyet kuvvetleri General Nikolay Vatutin komutasındaki üç ordudan oluşmaktadır. Bu ordular 1. Muhafız Ordusu, 5. Tank Ordusu ve 21. Ordu'dur. Bu kuvvetler 18 piyade tümeni, sekiz tank tugayı, iki motorize tugay, altı süvari tümeni ve bir tanksavar tugayıdır. Cephesine ince bir hat olarak yayılmış bulunan ve zayıf donanımlı Romen 3. Ordusu, sayıca üstün Sovyet kuvvetleri karşısında kısa sürede dağıldı. B Ordular Grubu Karargâhı, eksik kadrolu (iki tümenli) 48. Panzer Kolordusu'na gediği kapatmak için emir vermiştir. Kolordu, yine eksik kadrolu bir Romen zırhlı tümeninden ve 22. Panzer Tümeni'nden oluşmaktadır ancak kamuflaj altında bir süredir hareketsiz bekleyen bazı panzerler, elektrik donanımlarına farelerin zarar vermesi nedeniyle hareket edemedi. Bu zırhlı birlikler de Kızıl Ordu ilerlemesini durduramadı. İki günlük çatışmalarda 3. Romen Ordusu'nun kayıpları 75 bindir. Ertesi gün 20 Kasım'da ikinci bir Sovyet taarruzun Stalingrad'ın güneyinde Romen 4. Kolordusu cephesine yüklendi. Bu taarruz da kuşatmaının güney kıskacını oluşturacaktır. Esas olarak piyadeden oluşan Romen kuvvetleri neredeyse başlarda çöktü. Sovyet kuşatma kollarının ileri unsurları Kalaç yönünde hızla ilerledi. Kuzey taarruz kolundan 4. Tank Kolordusu, güney taarruz kolundan da 4. Mekanize Kolordu 22 Kasım 1942 günü temas kurmuştur. Böylece Stalingrad etrafında bir çember oluşturuldu. Yaklaşık 290 bin Alman, Romen ve Hırvat askeri kuşatıldı. Kuşatılan bölgede Mihver askerinin yanı sıra 10 bin kadar sivil ve savaş sırasında tutsak alınan birkaç bin Sovyet askeri de bulunmaktadır ancak 6. Ordu'dan 50 bin kadar asker kuşatma dışında kalmıştır. Paulus kuvvetlerinin kuşatma tamamlandığında sadece 6 günlük erzak stoğu bulunmaktadır. Kızıl Ordu birlikleri derhal, biri dışa dönük, diğeri ise içe dönük olarak iki cephe oluşturdu. Böylece biri içeriye, diğeri dışarıya dönük iki çember oluşturarak dışarıdan girişilecek bir yarma harekâtına karşı daha başlangıçta gereken önlem alındı. Dış çemberi oluşturan Sovyet birlikleri de dışarı doğru harekâta devam ederek dış çemberi genişlettiler bu birlikler hızla Don nehri ile onun bir kolu olan Chir nehri arasındaki araziye yayıldılar. Güney kesimdeki taarruzun başladığı 20 Kasım 1942 tarihi, dar anlamda Stalingrad'da, geniş anlamda ise Doğu Cephesinde "son"un başlangıcıdır. Ancak, 20 Kasım 1942 günü, çoğu kez dikkatten kaçan bir başka yerde de sonun başlangıcı olarak algılanmaktadır: Kuzey Afrika. O gün Rommel’in birliklerine malzeme taşıyan elli Alman nakliye uçağından kırk beşi, müttefik avcı uçakları tarafından düşürülmüştü. O günün akşamı Rommel, emir subayına, “"Her şey bitti... Takviye gelmeyecek... Biz savaşı kaybettik."” diyecektir. Hitler, 30 Eylül 1942 tarihinde yaptığı halka açık bir konuşmada Alman ordusunun Stalingrad'ı asla terk etmeyeceğini ilan etmiştir. Sovyet kuşatmasından kısa bir süre sonra yapılan toplantıda Alman ordu komutanları acil bir yarma harekâtıyla Don Nehri batısındaki bir hatta çekilinmesi konusunda baskı yaptılar. Hitler'in sorusu üzerine, Luftwaffe Kurmay Başkanı General Hans Jeschonnek tarafından ikna edilen Hermann Goering, 6. Ordu'nun hava yoluyla ikmal edilebileceğini bildirmiştir. Bu sayede kurtarma kuvvetleri toplanana kadar kentteki Mihver kuvvetlerin direnebilmesi sağlanacaktı. Benzer bir plan çok daha küçük ölçekte de olsa (kolordu) bir önceki sene Demyansk Cebi'nde başarıyla uygulanmıştı. Ne var ki Sovyet avcı filoları, hem sayıca hem de nitelik olarak geçen zaman içinde önemli gelişme göstermiştir. Yine de Demyansk deneyimi Hitler'i etkiledi ve Goering'in planını destekledi. Luftwaffe 4. Hava Kolordusu Komutanı General Wolfram von Richthofen, bu kararın iptalini sağlamak için boşuna çaba harcadı. Bu kuvvetlerin hava köprüsünden ikmal edilmesinin olanaksız olduğu açıktır. Kuşatma altındaki 6. Ordu, standart bir ordu gibi üç kolorduda 15 tümen değil, beş kolorduda 22 tümenlik bir kuvvetti. Kuşatma altındaki Mihver kuvvetlerin günlük asgari ikmal malzemesi gereksinimi 800 ton iken, hava köprüsüyle yapılabilecek ikmal, günlük en fazla 117,5 tondur. Sayıca yetersiz Ju 52 nakliye uçaklarına destek olarak bu iş için tümüyle elverişsiz uçaklar olan Heinkel He 177 bombardıman uçakları dahi kullanılmıştır. Yine bir bombardıman uçağı olan Heinkel He 111'lerin bu işler için epey elverişli olduğu görülmüştü, üstelik Ju 52'lerden daha hızlıydı. Hava yoluyla ikmalin çok yetersiz kalacağının anlaşılmasına karşın Hitler Goering'in planını destekledi ve kuşatma altındaki birliklere "teslim olmama" emrini yeniledi. Kızıl Ordu'nun çeneleri üzerine kapandığında 6. Ordu, 40 x 60 km.lik bir alana sıkışmış bulunmaktadır. Tüm ikmal ve takviye, yaralıların nakli, hava yoluyla yapılmak zorundadır artık. Ne var ki, kuşatma operasyonunu planladıkları sırada Sovyetler, bu durumu da analizlerine katmışlardır. Kuşatma tamamlanır tamamlanmaz, binden fazla uçaksavar topu, hızla sevk edilerek mevzi tuttular. Hava yoluyla ikmal başarısız oldu. Son derece olumsuz hava koşulları, teknik sorunlar, yoğun Sovyet uçaksavar savunması ve avcı uçaklarının karşılaması sonucu 488 Alman uçağı kaybedilmiştir. Bu kayıplara kaşın günlük 117.5 tonluk ikmal malzemesi dahi taşınamadı. Ortalama olarak günde 94 ton malzeme hava yoluyla Stalingrad'a indirilebilmiştir. En başarılı gün 19 Aralık olup 289 ton malzeme, 154 uçuşla indirildi. Bu arada uçakların yüklemesinde de trajikomik ka
rşılanabilecek hatalar yapılmıştır. Bir uçağın yükü yazlık giysiydi, bir başkası karabiber ve mercanköşk taşıdı. Hitler'in kararsızlığı nedeniyle, yiyecek ve mühimmat daha yararlı olacakken bir yarma hareketinde kullanılmak üzere çok miktarda akaryakıt yüklendi. Hitler dışarıdan bir yarma hareketi olarak düşünülen Kış Fırtınası Harekâtı ile içerden bir huruç harekâtı arasında henüz kesin karar vermemişti. Stalingrad'dan hava yoluyla toplam 42 bin kişi tahliye edildi. Bunlar teknik personel, hastalar ve yaralılardır. Başlangıçta yüklemeler, Alman pilotların "Tazi" adını verdiği Tatsinskaya havaalanından yapılmıştır ancak General Vasili Badanov'un 24. Tank Kolordusu, 23 Aralık günü erken saatlerde hücum ederek (Tatsinskaya Baskını) Tatsinskaya havaalanını kontrol altına aldı. Havaalanı, ağır ateş altında boşaltıldı. Bir saatten biraz daha kısa bir süre içinde 108 Ju 52 ve 16 Ju 86 Novoçerkassk havaalanına kalkış yaparken 72 adet Ju 52 ve diğer uçaklar yerde alev almıştır. Stalingrad'a yaklaşık 320 km. mesafede, Salsk'ta yeni bir havaalanı kuruldu. Hava ikmal hattının mesafesinin uzamasıyla yeni güçlükler ortaya çıktı. Ocak ayı ortalarından sonra Salsk, işleri kolaylaştırmak için terk edilerek Şakti yakınların, Zverero'ya taşındı. Zverevo havaalanı da 18 Ocak'ta yinelenen saldırılara hedef oldu ve 50 Ju 52 imha edildi. Nakliye uçaklarında kayıplar yüksekti. Nakliye uçuşları sırasında 266 adet Ju 52, 42 adet Ju 86, 9 Fw 200, 5 He 177, bir Ju 290 ve 165 He 111 kaybedildi. Bu kayıplarla Doğu Cephesi filolarının gücü yaklaşık üçte bir azaldı. Luftwaffe'nin personel kayıpları ise bine yakındır. Bunlar, çok deneyimli uçuş personeliydi. Luftflotte 4'in dört nakliye grubunun kayıpları öylesine ağırdır ki sonuç olarak "resmen çözülmüş"lerdir. 1942 yılının Aralık ayı boyuca kuşatma altındaki Alman birliklerine normalin ancak beşte biri kadar malzeme hava yoluyla intikal ettirilebildi. Bu malzemenin büyük bir bölümü, cephane ve akaryakıt olmak zorundadır. Yiyecek kıtlaşmıştır, personel başına günde iki dilimlik ekmek, ordu bünyesindeki atların eti ve ele geçen Sovyet askerlerinin sağladığı yiyecektir. Onların torbalarından her zaman reçel kavanozları, domuz pastırması, peksimet ve votka bulunmaktadır. Stavka, kuşatmadaki kuvvetlerini güçlendirmeye ve çemberi daraltmaya hız verdi. Kuşatmadaki birlikleri kurtarmak için girişilen Alman taarruzu Kış Fırtınası Harekâtı'na karşı Sovyet birlikleri başarıyla karşı koydular. Sert Rusya kışı tüm etkisini ortaya koymuştu. Volga'nın tam olarak donması, Sovyet ikmal hatları için büyük bir kolaylık ve işlerlik sağladı. Kuşatma altındaki Mihver kuvvetlerinin akaryakıt, tıbbi malzeme ve yakacak stokları hızla tükendi. Binlerce asker, yetersiz beslenmeden, aşırı soğuktan ve hastalıktan kırılmaya başladı. Stavka 16 Aralık 1942 tarihinde ikinci genel taarruzunu başlattı. "Küçük Satürn Harekâtı" kapalı adıyla planlanan bu genel taarruz, Mihver kuvvetleri Don gerisin atmak ve Rostov'u almak içindir. Eğer hedefine ulaşabilseydi, Kafkasya bölgesindeki, zaten ileri hareketi durdurulmuş olan üç Alman ordusunu kapana kıstırmış olacaktı. Bu bölgedeki Mihver kuvvetleri bir hareketli savunma taktiği uyguladılar. Küçük yerleşim yerleri, zırhlı birlikler buralara ulaşana kadar elde tutulmaya çalışıldı. Sovyet köprübaşı Mamon'da iki İtalyan tümeni, geri çekilmeleri emredildiği 19 Aralık'a kadar başarıyla direndiler. Kızıl Ordu kuvvetleri Rostov'a ulaşamadılar. Fakat von Manstein A Ordular Grubu'nu Kafkasya'dan çekmek ve Rostov'un 250 km. gerisinde yeni bir cephe hattına gerilemek zorunda kaldı. Artık 6. Ordu'nun kurtarılma umudu kalmamıştır. Ancak Stalingrad'daki Mihver kuvvetlerine bu söylenmedi, onlar kurtarma kuvvetlerinin geleceğine inanmaya devam ettiler. Bazı Alman subaylar General Paulus'tan Hitler'in savunmada kalmak yönündeki emrine uymayarak bir yarma hareketiyle kuşatmadan çıkma emri vermesini istediler. General Paulus, emirlere itaatsizlik düşüncesinden dahi tiksinerek bu istekleri geri çevirmiştir. Zaten motorize bir yarma hareketine ilk birkaç hafta içinde olanak vardı. Böyle bir yarma hareketi için gerekli olan akaryakıt artık 6. Ordu elinde yoktur. Böylesi kış koşullarında yaya olarak girişilecek bir huruç hareketi de son derece zor koşullar altında yapılmak zorundadır ve neye varacağı belli değildir. Bir birliğin düşman birlikleri tarafından çembere alınması durumlarında ilk akla gelen tutum, kuşatma altındaki birliklerin, bir yarma hareketiyle çemberi yarmak ve ana kuvvetlerle birleşmektir. Ne var ki Hitler, her zamanki gibi mevzilerin terk edilmesine karşı çıkmaktadır. O, kararlıdır, 6. Ordu yerinde kalacak, ana kuvvetlerden düzenlenecek bir kurtarma kuvveti çemberi yararak 6. Ordu ile temas sağlayacaktır. Almanlar, 11. Ordusu Karargâhını Don Ordular Grubu olarak yeniden yapılandırarak bir karşı saldırı başlatmayı planlarlar. Kış Fırtınası Harekâtı kod adıyla planlanan harekât, Stalingrad’ın güney batısından taarruza geçecektir. Kırım Seferi sırasında 11. Ordu'ya komuta etmiş, ancak daha sonra Leningrad'da görevlendirilmiş olan Mareşal von Manstein bu ordular grubu komutasını üstlenecekti. Don Ordular Grubu, General Hoth'un 4. Panzer Ordusu'ndan oluşmaktadır. Fransa'dan getirilen 6. Panzer Tümeni ve von Kleist'in 23. Panzer Tümeni'yle takviye edilmiştir. Don Ordular Grubu, 12 Aralık 1942 tarihinde taarruzuna başlamıştır. Kızıl Ordu'nun iki direnç hattını kırıp ilerleyen harekât, Sovyetler'in yedekte tuttukları 2. Muhafız Ordusu'nu savaşa sürmeleri üzerine durdurulmuştur. STAVKA'nın stratejik planlarında 2. Muhafız Ordusu, esasen Satürn Harekâtı için ayrılmış birliklerden biriydi. Manstein'in Don Ordular Grubu'nun ilerleyişini durdurabilmek için bu orduyu kullanmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla Satürn Operasyonu, Stalingrad'daki Alman 6. Ordu'sunun imhasına kadar ertelenmiştir. Manstein, izleyen dört gün boyunca cepheyi yarmak için çabalayacaktır. 23 Aralık 1942 günü ise taarruz çıkış hattına çekilmeye başlamıştır. Stalingrad'daki 6. Ordu mevzilerine 50 km. kala 19 Aralık 1942 tarihinde ulaşabildiği son noktadadır. Küçük Satürn Harekâtı'nın hedeflerine ulaşmasının hemen ardından Stavka, Stalingrad'daki Mihver kuvvetleri bir an önce imha etmek ve böylece buradaki kuvvetlerini, Kafkasya'dan çekilmekte olan Mihver kuvvetlere karşı kullanmaya yönelmiştir. Ancak bu tarihte Stalingrad, halen General Rokosovski'nin Don Cephesi ve General Yeryomenko'nun Stalingrad Cephesi sorumluluk alanı idi. Komutanın tek karargâhta toplanması gereğiyle Aralık ayı sonunda, Stalingrad'daki Mihver kuvvetlerin imha görevi Don Cephesi'ne verilmiştir. Öte yandan Stalingrad Cephesi'ne bağlı 57. Ordu, 62. Ordu ve 64. Ordu, Don Cephesi emrine verildi. Böylelikle 1943 yılının hemen başında Don Cephesi, 212 bin kişilik bir kuvvetti ve emrinde 6.500 top ve havan, 250 tank ile 300 uçak bulunmaktadır. Stalingrad'daki Mihver kuvvetlerin imha operasyonuna, Rusça yüzük anlamıında "Koltso Harekâtı" kapalı adı verildi. General Konstantin Rokossovski 8 Ocak 1943 de Stalingrad’da kuşatılmış durumdaki Alman askerlerine bir "teslim ol" çağrısı yapmıştır. Teslim şartları katlanılmaz değildir. Her askere normal tayın verilecek, yaralılar ve hastalar tedavi edilecek, subaylar rütbe işaretlerini ve nişanlarını taşıyabileceklerdir. Özel eşyalara da dokunulmayacaktır. Uçaklarla Alman siperlerine atılan bildiri, sert bir tehditle son bulmakta, “Teslim olunmadığı halde Kızıl Ordu kuvvetleri Alman kuvvetlerini yok etmek zorunda kalacaktır. Direnenler acımasızca imha edilecektir.” Durum derhal Hitler'e iletilir ve Hitler derhal reddeder. Aslında durum tümüyle umutsuzdu. Yılın ilk günü ekmek istihkakı 100 grama düşürülmüş, beş gün sonra da 50 grama indirilmişti. General Konstantin Rokossovski komutasındaki Sovyetler kuvvetleri 10 ocak 1943 günü beş bin topun bir saat süren hazırlık ateşinin ardından Stalingrad’daki Alman kuvvetlerine toplu bir saldırı başlattılar. Altı günün sonunda Mihver savunma alanı yarı yarıya küçülmüş, 22 x 14 km.lik bir alana gerilemiştir. Pitomnik havaalanının 16 Ocak'ta, Gumrak havaalanının da 25 Ocak'ta (ya da 21 - 22 Ocak) Kızıl Ordu birliklerinin kontrolüne geçmesiyle hava köprüsü kesilmiş oldu. Üçüncü ve kullanılabilir son pist, Stalingradskaya uçuş okulu pisti, 22 - 23 Ağustos gecesi son kez kullanılmıştır. 23 Ocak sabahından itibaren her türlü ikmal malzemesi artık paraşütle bırakılmaktadır. Bu tarihe kadar hava köprüsüyle 49 bin kişi (20 bin Romen dahil) tahliye edilmişti. Öte yandan bodrum katlarında kurulmuş olan derme çatma hastanelerdeki 20 bin yaralının tahliyesi artık olanaksızdır. Mihver askerleri artık ancak açlıktan ölmeyecek kadar kalori alabilmektedir. Ancak cephene giderek azalmaktadır. Bu son derece olumsuz koşullara karşın kısmen de olsa, Sovyetlerin tutsakları infaz ettiklerine inandıkları için teslim olmayıp direnmeye devam ettiler. Özellikle de Almanlar yanında savaşan Rus gönüllüler ele geçtiklerinde başlarına gelecekler konusunda hiç hayale kapılmıyorlardı. Bir süre sonra Stavka, hesap edildiğinden daha büyük bir Mihver kuvvetini Stalingrad'da kuşatmış olduklarını fark etti. Bu durumda bölgedeki kuvvetlerini takviye etmeleri gerekiyordu. Stalingrad'da yeniden kıyasıya sokak çatışmaları başladı. Fakat bu kez Mihver kuvvetleri Volga kıyılarından geri atılmaktaydı. Mihver kuvvetleri fabrikalar bölgesindeki mevzilerini pekiştirirken Kızıl Ordu, bir ay önce kendilerine yönelen yırtıcı saldırıları bu kez kendileri başlattı. Savunma, kendilerini el bombalarından korumak için tüm pencereleri tel ağlarla örtmek gibi basit bir savunma sistemi uyguladı. Sovyet askerinin bu önlem karşısında bulduğu çare, el bombalarına balık iğneleri sarmak olmuştur. Balık iğneleri, pencerelerdeki tellere takılıyor, ilk el bombasının burada patlamasıyla pencerelerdeki bu koruma imha ediliyordu. Kent içi çatışmalarda Alman tankları, alışılagelmiş şekilde kullanılamıyordu. Halen işler durumdaki tanklar, en iyi ihtimalle sabit top olarak kullanılabilmektedir. Kızıl Ordu ise yıkıntıların hareketleri sınırlad
ığı bölgelerde tankları kullanmadı. Sovyet Don Cephesi Komutanı General Rokossovski 21 Ocak'ta küçük bir ulak grubu yeniden General Paulus'a gönderdi. Yirmidört saat içinde teslim olmaları durumunda tüm tutsaklar için aynı güvenceler sağlanacaktır. Fakat bu teslim olma çağrısı General Paulus tarafından Hitler'in emri gereği geri çevrilmiştir. Don Cephesi kuvvetleri 22 Ocak'ta yeniden taarruza geçtiler. İzleyen günler içinde ardı ardına gelen Sovyet saldırıları sonunda savunma bölgesi üçe bölünmüştür. Alman 6. Ordu'sundan bir istihbarat subayı anılarına, Mihver kuvvetlerin durumunu şu şekilde anlatmaktadır. İktidara gelişinin 10. yıldönümü olan 30 Ocak 1943 tarihinde Hitler General Paulus'u mareşalliğe terfi ettirdi. Bugüne kadar hiçbir Alman mareşalinin esir alınmamış olduğuna güvenen Hitler, Paulus'un da dövüşeceği ya da intihar edeceğini, ama teslim olmayacağını umuyordu. Ancak Stalingrad'da hesapta olmayan bir durum vardı. Mareşal Paulus subaylarına, erlerin yazgılarını sonuna kadar paylaşacaklarını, intiharın görevden kaçmak olduğunu söylemiş ve ihtihar etmeyi yasaklamıştı. Bu durumda Paulus'un intihar etmesi, kendi emrini çiğnemesi olacaktı. Neticede 31 ocak 1943 gecesi başlarken Paulus'un bir genel mağazanın bodrum katındaki karargahındaki radyo operatörü bir mesaj göndermiştir. Mesajda Sovyet askerlerinin sığınağın kapısına dayandığını, cihazı imha edeceğini bildirmektedir. Mesajın sonunda CL harfleri vardır. Bunlar, uluslararası bir koddur ve “istasyonumuz yayını kesiyor” anlamındadır. Aynı gece Paulus ve kurmay subayları, bir manga Sovyet askerine itirazsız teslim oldular. Stalingrad'da kuşatılan Mihver kuvvetlerin, bitkin, hasta ve açlıktan kırılan kılıç artığı, 2 Şubat 1943 günü öğleden hemen sonra teslim oldu. Toplam 91 bin kişiden yaklaşık 3 bini Romen askeridir. Sovyetler Birliği için kıvanç, III. Reich için ise dehşet verici bir ayrıntı da teslim olanlar arasında 22 generalin bulunmasıdır. Stalingrad'da kuşatılmış olan generallerden diğerleri ise çatışmalarda ölmüşler ya da intihar etmişlerdi. Hitler, Paulus'un teslim olmayı seçmesine doğal olarak son derece sinirlendi. Onun hakkında, "tüm acılardan kurtulabilecek ve ulusun gözünde sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe yükselebilecekken O Moskova'ya gitmeyi tercih etti." demiştir. Alman basını uğranılan felaketi ancak Ocak ayı sonunda duyurdu. Ancak haftalar öncesinden tüm olumlu yayınlar durdurulmuştu. Stalin, Nazi Hükümeti'nin ilk kez Alman yenilgisini açıkça kabul ettiğini açıkladı. Fakat bu Alman ordusunun ilk yenilgisi değildi. Bununla birlikte, Alman kayıplarının Sovyet kayıplarına hemen hemen denk olduğu ilk yenilgiydi. Daha önceki muharebelerde Sovyet kayıpları genellikle Alman kayıplarının üç katı idi. Alman devlet radyosu 31 Ocak'ta yayınını Anton Bruckner'in 7. Senfoni'sinin hüzünlü Adagio bölümüyle kesti ve ardından Stalingrad yenilgisini duyurdu. Nazi propaganda bakanı Josef Goebbels 18 Şubat 1943 günü Berlin Kapalı Spor Merkezi'nde yaptığı ünlü konuşmasında Alman halkından, tüm kaynaklarını ve çabasını topyekun bir savaş için ortaya koymasını istedi. Stalingrad Muharebesi ile ilgili bir Alman belgeseline göre 11 binden fazla asker, Sovyet esir kamplarında yavaş bir ölüme gitmektense, ölümüne dövüşmeyi seçerek silah bırakmayı reddetmiştir. Bu askerler gizlendikleri çatılar ve kanalizasyon kanallarında 1943 yılı Mart ayı başına kadar direnmeyi sürdürdüler. Fakat bu tarihlerde küçülen ve birbirinden kopan bu ceplerdeki askerler teslim oldular. Belgeselde gösterilen Mart ayına tarihlenen bir NKVD istihbarat belgesinde bazı Alman gruplarının inatla direnmeyi sürdürdükleri görülmektedir. Söz konusu belgede, "Stalingrad'daki karşı devrimci unsurların temizlenmesine devam edildiği, kulübelerde ve siperlerde gizlenen Alman faşist haydutların, savaş çoktan sona erdiği halde silahlı direnişi sürdürdüğü, bu silahlı direnişin 15 Şubat'a, bazı kesimlerde ise 20 Şubat'a kadar devam ettiği, silahlı grupların çoğu Mart itibarıyla etkisiz hale getirildiği…" belirtilmekte ve "Bu çatışmalarda 2.418 subay ve erat öldürüldü, teslim olan 8.646 subay ve erat esir kamplarına teslim edildi." denilmektedir. Yine Sovyet Don Cephesi Karargâhı'nın 5 Şubat 1943 tarihli raporunda "64. Ordu daha önce işgal edilmiş olan bölgede düzene girdiği belirtilmekte ve Ordu birimlerinin yerleşimi önceki raporda belirtildiği gibi olduğu ifade edildikten sonra "38. Motorize Tugay kesimindeki bir bodrumda 18 silahlı SS bulunmuştur. Teslim olmayı red eden bu Alman kuvveti imha edilmiştir." denilmektedir. Teslim olan 91 bin Alman askerinden sadece 5 bini savaş sonrasında ülkelerine dönebildi. Büyük bir bölümü tutsak kamplarında ortaya çıkan salgın hastalıklarda (özelikle Tifüs salgınında) yaşamını yitirdi. Aynı yılın Mart ayında bu hastalıktan 40 bin Alman askeri ölmüştü. Az sayıda üst rütbeli subay Moskova'ya götürüldü ve propaganda amaçları yönünde kullanıldı. Bunlardan bazıları Özgür Almanya Ulusal Komitesi'ne katılmıştır. Bu organizasyon, Nazi Partisi'nin iktidara gelişi sırasında Almanya'dan kaçan Alman Komünist Partisi üyelerince kurulmuştu. Mareşal Paulus'un da aralarında bulunduğu bazı üst rütbeli Alman subayları, çeşitli yollarla Alman askerlerine ulaştırılacak olan Hitler karşıtı bir bildirinin altına imza attılar. Paulus, 1952 yılına kadar Sovyetler Birliği'nde yaşadı. Daha sonra Doğu Almanya'da kalan Dresden'de taşındı. Burada Stalingrad'daki kararlarını savunması ve Avrupa için savaş sonrası için en iyi umudun komünizm olduğunu söylemesiyle kendinden söz ettirdi. General von Seydlitz, Stalingrad'da sağ kurtulan askerlerle Hitler karşıtı bir ordu kurulmasını önermiştir. Ancak Sovyet yönetimince bu öneri kabul edilmedi. Stalingrad'da sağ kalanların sonuncusu olarak iade edildi. Dönemin Alman Şansölyesi Konrad Adenauer'in Politbüro'ya yaptığı bir çağrı üzerine 1955 yılında ülkesine iade edildi. Çeşitli kaynaklarda Mihver kuvvetlerin, ölü, hizmet dışı ve tutsak olarak toplam kayıpları 500 bin ila 850 bin arasında gösterilmektedir. Savaş esirlerinin de (27 bini ilk haftalar içinde olmak üzere) çoğunluğu esir kamplarında 1943 - 1955 tarihleri arasında ölmüş, sağ kalan 5 bin tutsak, savaştan sonra 1955 yılına kadar yayılan bir zaman dilimi içinde ülkelerine dönmüştür. Arşiv kayıtlarına göre Kızıl Ordu toplam kayıpları 1.129.619'dur. Bu rakamın 478.741'i ölü ve kayıp, 650.878'i ise yaralıdır. Bu rakamlar tüm Stalingrad bölgesi içindir, kent içindeki çatışmalarda 750 bin Kızıl Ordu askeri öldü, yaralandı ya da tutsak edildi. Genel kabul gören yaklaşım, 1.7 - 2 milyon arası Mihver ve Sovyet askerinin "kayıp" olduğu yönündedir. Başlangıçtaki Alman hava akınlarında ölen sivil sayısı konusunda verilen rakamlar çelişkilidir, 955'le 40 bin arasında değişir. Bu, kent içinde ve banliyölerindeki hava akınlarının ilk haftası için verilen rakam olup, kent dışında kaç sivilin öldüğüne dair herhangi bir rakam yoktur. Stalingrad'da imha edilen Alman 6. Ordusu yeniden teşkil edilip Kursk Muharebesi'ne katıldı. Fakat hiçbir zaman eski gücünde olmadı. Stalingrad savunmasında kadınlar da etkin rol almışlardır. Savaşın başında Stalingrad bölgesinde askeri ya da tıbbi eğitimini tamamlamış ve savaşta hizmet veren 75 bin kadın ve genç kız vardı. Uçaksavar bataryalarının pek çoğunda bu kadın savaşçılar görev almıştır. Hatta bazı uçaksavar bataryalarının tüm personeli bu kadın ya da genç kızlardı. Stalingrad'da görev yapan üç hava alayı tümüyle kadınlardan kuruluydu. Sovyet hemşireleri yaralı askerlere ateş altında ilk yardımda bulundukları gibi son derece tehlikeli bir iş olan yaralıları ateş altında sargı yerlerine taşımada da etkin rol aldılar. Yine birçok kadın telsiz ya da telefon operatörü olarak çalıştı. Ateş altındaki komuta yerlerinde de çalışan bu personelden yaralanan ya da ölenler olmuştur. Kadınların genellikle piyade eğitimi yoktu. Bu yüzden daha çok makineli tüfekçi, havancı ve keşif eri olarak ateş hattında görev aldılar. Özellikle de keskin nişancı olanlar çatışmalara aktif olarak katıldılar. Diğer yandan Stalingrad Muharebesi sırasında gösterdikleri yiğitlikten dolayı üç kadın tank sürücüsü Sovyetler Birliği Kahramanlık Madalyası almıştır. Alman ordusu kuşatıldıktan sonra olağanüstü bir disiplin sergilemiştir. Bu ölçekte bir Alman birliğinin kuşatılması ilk kez oluyordu. Kuşatmanın devamında pek çok asker yetersiz beslenmeden dolayı ölmüştü. Ancak kuşatmanın son anlarına kadar disiplin korundu. General Paulus, Hitler'in bir yarma hareketi yapılmayacağı yönündeki emrine sonuna kadar uymuştur. Hitler, aralarında General von Manstein'in de olduğu üst rütbeli pek çok generalin çabalarına karşın kararını değiştirmemişti. Mareşal Paulus, hava köprüsünün başarısız olduğunu ve Stalingrad'ın kaybedildiğini biliyordu. Askerlerin yaşamını kurtarmak için izin istedi fakat Hitler kabul etmedi ve onu mareşal rütbesine terfi ettirdi. Stalingrad Muharebesi'nde uğranılan yenilginin II. Dünya Savaşı'nda bir dönüm noktası olduğu kesindir. Bu yenilgi, Wehrmacht için neredeyse bir yıkımdı. Luftwaffe'nin kayıpları, zırhlı birliklerin ve Alman topçusunun uğradığı kayıplar bir yana, tek başına -en iyimser bakışla- yarım milyona yakın asker kaybı bile Wehrmacht'ın altından kalkamayacağı bir darbe oldu. Alman orduları artık Doğu Cephesi'nde büyük çaplı bir askeri operasyon yürütebilecek güçte değildir. Mavi Durum'un başlarında son derece hızlı bir ilerleme sağlanmıştı. Bunun esas nedeni Sovyet ihtiyatlarını büyük bir bölümünün, Stalin'in esas Mihver taarruzunu Moskova yönünde bekliyor olmasıyla bu kesimde toplanmasıydı. Diğer yandan da İzyum bölgesinde girişilen Sovyet taarruzunda çok sayıda kuvvet kaybedilmiş olmasıydı. 1942 yaz genel taarruzunun harekât sahası cephenin güneyi olarak kararlaştırıldıktan sonra, bu operasyonlar için bölgeye mümkün olan en fazla gücün yığılması gerekirdi. Yüzyıllardır savaş kazanan generallerin izlediği "esas taarruz bölgesinde güçlü olmak" prensibine uyulmadı. Örneğin 11. Ordu'nun Doğu Cephesi'nin değişik bölgeyerine dağıtılması bu prensibe aykırıydı. Öte yandan cephenin g
üneyinde birbirinden ayrı iki operatif hedef belirlenmesi de harekâtı baştan itibaren zora sokmuştur. Kanatların, özellikle kuzey kanadın güvenliğinin, zayıf donanımlı müttefik ordularına bırakılması hem Alman hem de müttefik generalleri giderek daha fazla tedirgin etmeye başlamıştır. Aslında harekâtın başlarında kanatlarda Alman birlikleri de bulunmaktaydı. Ne var ki kent içindeki çatışmalar uzadıkça ve kayıplarla güç kaybettikçe, kanat savunmasından kent çatışmalarına kuvvet kaydırıldı. Kuvvetlerin iki operatif hedefe bölünmesi, kanat güvenliği için yeterli kuvvet ayıramamayı zaten zorunlu hale getirmişti. Üstelik Stalingrad'daki sokak çatışmaları için zaman zaman savunmadan kuvvet çekilmesi durumu daha vahim hale getirdi. Diğer yandan Kızıl Ordu, Ağustos ayı içinde Don Nehri kıyılarındaki kuvvetlerini yavaş yavaş takviye ediyordu. Ardından birkaç kısa ama şiddetli yoklama taarruzuyla cephenin durumu hakkında bilgilenmeye çalıştılar. Sonunda Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı General Halder'le Hitler arasında, Eylül ayı boyunca sürecek gerginlikler su yüzüne çıkmıştır. Eylül sonunda General Halder, kanatlar güven altına alınmadan Stalingrad'daki muharebveye devam etmenin sorumluluğunu üstlenemeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Stalingrad'da Mihver'in aldığı bu yenilgi, II. Dünya Savaşı Doğu Cephesi'ndeki (Moskova Muharebesi'nden sonraki) ikinci büyük yenilgi olmuştur. Stalingrad Muharebesi sırasında Alman Kara Kuvvetleri Kurmay Başkan yardımcısı olan General Blumentritt, yenilginin Almanya için ne ifade ettiğini, savaş sonrasında askeri tarihçi Liddell Hart'a çok açık biçimde özetlemiştir. General Westphal ise uğranılan yenilgi konusunda şunları yazmıştır. Stalingrad'da Alman 6. Ordusu'nun teslim olmasının ardından STAVKA, Satürn Harekâtı'nın uygulamasına geçmiştir. Satürn Harekâtı, esasen Alman Orduları'nın Stalingrad ve Kafkasya yönündeki taarruzlarına karşı öngörülen bir stratejinin ikinci parçasıdır. Uranüs Harekâtı ile STAVKA, Almanların Stalingrad'ı ele geçirme operasyonunu bertaraf etmiş, Satürn Harekâtı ile de, Kafkasya bölgesinde işgal edilen toprakları geri almayı ve General von Kleist'in bölgedeki birliklerini imha etmeyi hedeflemişlerdir. Küçük Satürn Harekâtı kısmen başarılı oldu, Alman birliklerini geri çekilmek zorunda bıraktı. Ancak General von Kleist'in, Mareşal von Manstein'in de desteğiyle son derece başarılı bir şekilde geri çekilme operasyonları yürütmesiyle bu birlikler geri çekilmeyi başarmışlardır. Daha sonra Kızıl Ordu'nun Don üzerinden batı yönündeki ileri hareketleri ani bir karşı taarruzla (Üçüncü Harkov Muharebesi) önlenmişti. Bu muharebenin zaferi ardından Mihver, cephenin güney kesiminde 1943 yılı sonlarına kadar cepheyi sabitlemeyi başarmış, mevzilerini güçlendirmiştir. Ancak Sovyet savaş endüstrisi üretimini yüksek bir hızda sürdürüyordu. Volgograd Volgograd (Rusça: Волгогра́д), eski isimleriyle Çariçin veya Zarizyn (Цари́цын / Tsaritsyn, Tsaritsin: Tatarca "Sarı Su" ile olan ses benzerliğinden dolayı kentin ortasından geçerek Volga Nehrine akan çaya verilen ad Tsaritsa'dan gelmektedir) ve Stalingrad (Сталингра́д), Rusya'daki Volgograd Oblastı'nın merkezi olan şehirdir. Volga Nehri'nin batı yakasında kurulmuştur. Şehrin şu anki nüfusu: 1.011.417 olup, kilometrekare başına 1.900 kişi düşmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 0-102 metre arasındadır. Bugün Güney Rusya'nın önemli endüstri ve ulaşım merkezlerinden birisidir. Volgograd 1589 yılında kale olarak kurulmuştur. 1670'de Kazak atamanı Stepan Razin (Степа́н Тимофе́евич Ра́зин ya da Stenka Razin / Сте́нька Разин) Çariçin'i işgal etmiştir. Pugaçev İsyanı denilen ayaklanmayı başlatan Don Kazaklarından Yemelyan Pugaçev (Емелья́н Ива́нович Пугачёв)'in ordusu 1774'de Çariçin yakınlarında meydana gelen muharebede Rusya İmparatorluğu tarafından yenilmiştir. 1875'te bir Fransız demir fabrikası kurulduktan sonra kentin sanayileşmesi başladı ve Güney Rusya'nın sanayi merkezi haline gelmiştir. Rusya İç Savaşı sırasında Ağustos 1918'de Pyotr Krasnov (Пётр Никола́евич Красно́в) komutasındaki Beyaz Ordu'nun saldırısına uğradığında Bolşevik'in Güney Rusya'nın gıda tedarik sorumlusu Josef Stalin liderliğindeki Kızıl Ordu kenti savunmaya başarmıştır. Fakat 30 Haziran 1919'da Anton Denikin (Анто́н Ива́нович Дени́кин) komutasındaki Beyaz Ordu kenti işgal etmiştir. Daha sonra Denikin Ordusunun çekilmesiyle 3 Ocak 1920'da Kızıl Ordu kente girmiştir. 10 Nisan 1925'te kentin adı Stalingrad olarak değiştirilmiştir. 1928'den başlatılan Beş Yıllık Plan ile kentin ağır sanayii gelişti. 17 Temmuz 1930'da "Dzerjinski Traktör Fabrikası" açılmış ve ardından Kızıl Ekim Metal Fabrikası, Kızıl Barikat Makina Fabrikası ve Lazur Kimya Fabrikası başta olmak üzere çok sayıda fabrika kurulmuşlardır. Nazi Alman ordusu tarafından 152 gün kuşatılan Stalingrad'da, II. Dünya Savaşı'nın dönüm noktalarından birini teşkil eden Stalingrad Muharebesi yaşanmıştır. Friedrich Paulus komutasındaki Almanya'nın 6. Ordu'su burada çevrelenmiş ve büyük çoğunluğu yok edilmiştir. Savaşta iki taraf da ağır kayıplar vermişlerdir. Bölgesi içinde en büyük sanayileşme oranına sahiptir. Etrafındaki şehirlerin tarım ürünlerinin işlenmesi bu şehirde sağlanır. Volga ve Don'un birbirine en yaklaştığı yerde kurulmuştur, günümüzde Volga-Don Kanalı'nı da kontrolü bu şehirden sağlanır. Stalin'in ölümünden üç yıl sonra Şubat 1956'da düzenlenen Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresinde Nikita Kruşçev'in Stalin'i eleştirmesinden sonra 10 Kasım 1956'da kentin adı Volgograd olarak değiştirilmiştir. Volgograd şehir meclisi, 31 Ocak 2013'te, 2 Şubat (Stalingrad Muharebesi'nin bitişinin yıl dönümü), 9 Mayıs (Zafer Günü), 22 Haziran (Nazi Almanyası'nın SSCB'yi istilasının yıl dönümü), 23 Ağustos (Luftwaffe'nin ilk hava saldırısının kurbanları anma günü), 2 Eylül (II. Dünya Savaşı'nın bitişinin yıl dönümü), 19 Kasım (Uranüs Harekâtı'nın başlamasının yıl dönümü) olmak üzere yılda altı günlüğüne şehrin adının Stalingrad olarak kullanılmasına karar verdi. 2008'de 20 kardeş şehri mevcuttur. Ekrem Zeki Ün Ekrem Zeki Ün (d. 23 Kasım 1910, İstanbul – ö. 24 Mart 1987, Dublin) Türk besteci, orkestra şefi, keman eğitimcisi. İstiklâl Marşı’nın bestecisi Osman Zeki Üngör’ün oğlu olan sanatçı, besteciliği ve eğitimciliği ile müzik dünyasına katkı sağlamıştır. Türk Beşleri ile aynı dönemi paylaşmış olduğu halde, kendi kişiliği içinde bir bağımsız bir bestecidir. Piyano ve flüt için bestelediği "Yunus'un Mezarında" en tanınmış eserlerinden birisidir. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın şeflerinden ve başkemancılarından birisidir. Piyanist Verda Ün’ün eşidir. 1910 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, İstiklâl Marşı’nın bestecisi ve Orkestra şefi Osman Zeki Üngör’dür. 14 yaşındayken devlet bursuyla Paris’e gönderildi ve “"Ecole Normale de Musique"” adlı okulda altı yıl öğrenim gördü. Bu okulda Line Talluel, Marcel Chailley ve Jacqyes Thibaund ile keman, L. Laurant ve Alexander Cellier ile armoni çalıştı. Paris’teki son iki yılında ise Georges Dandolet’ten kompozisyon dersleri aldı. Paris’teki öğrenciliği sırasında bestecilik yapmaya başladı ve “"La flüte dejâde"” (1928) ve “"Bitlis'in Şarkıları"” (1928) gibi ses ve piyano için küçük yapıtlar gerçekleştirdi. 1930 yılında yurda dönen Ün, babasının müdürlük yaptığı Ankara Musıkî Öğretmen Okulu’nda keman öğretmeni oldu, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na kemancı olarak atandı. 1934’e kadar Ankara’da yaşadı ve keman için gerçekleştirilmiş ünlü yapıtları Türkiye'de ilk kez seslendiren konserler verdi. Bu arada "Kel Emin Türküsü" (1932), "Yosmanın Türküsü" (1932), "Yunus'un Mezarında" (1933) ve "Zile Türküsü" (1933) gibi eserler verdi. Piyano ve flüt için bestelediği "Yunus'un Mezarında" en tanınmış eserlerinden ilk kaydı yapılan Türk eserlerinden biri oldu. 1934 yılında ilk Türk operası Özsoy Operası'nın sahnelenmesi sırasında yaşanan fikir ayrılıkları sonucu Ankara'daki görevinden ayrıldı;İstanbul’a yerleşerek öğretmenliğini İstanbul Muallim Mektebi’nde sürdürdü. Ayı yıl ""Türk Dördülü"" adını verdiği "Birinci Yaylı Dördülü"'nü yazdı. Türk müziği ile de ilgilenmeye başlayan besteci "İkinci Yaylı Dördülü"’nü makam ve usullerden yararlanarak 1935’de yazdı. Öğretmenliğinin yanı sıra Ferdi Ştatzer ve piyano sanatçısı Verda Kâzım eşliğinde pek çok resital veren sanatçı 1938’de Verda Kazım ile evlendi. 1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda keman öğretmenliğine getirildi ve konservatuvar öğrenci orkestrasını yönetmeye başladı. Bir yandan da İstanbul Şehir Orkestrası'nı konuk şef olarak yönetti, Cemal Reşit Rey’in çalışmalarına destek oldu. 1952'de "Yaylı Üçül"'ü, 1954'te "Obualı Dördül" 'ü yazdı. Bestecinin senfonik orkestra için yapıtları 1955'ten sonra ortaya çıkmaya başladı. İlk konçerto çalışması, 1956’da yazdığı "Korangle Konçertosu" 'dur. Bunu eşine sunduğu "Piyano, Timpani ve Yaylı Çalgılar İçin Konçerto" 'su izledi. 1956'da ayrıca "Yurdum" başlıklı senfonik şiiri yazdı. 1960'ta koro için çokseslendirdiği türkülerle, ses ve piyano için yazdığı marşları bir araya getirerek "Marşlar-Türküler" başlığı altında yayımladı. 1962'de piyano için "Doğaç, Güzelleme, Yiğitleme ve Köçekçe" gibi parçalar yazdı. 1969’da Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne atandı. 1975’te yaş sınırı nedeniyle ayrılıncaya kadar bu kurumda görev yaptı. 1971'de karma koro için "Asya'dan Geliş", "Aydın Türküsü" ve Yunus Emre'nin sözlerine dayalı "Ölüm İçin Ağıt" 'ı besteledi. Aynı yıl "Flüt ve Piyano için Sonat" yazarak flütçü Nazım Acar'a sundu. 1973’te konservatuvar öğrencilerinden oluşan orkestraların seslendirmesi için "Eğitim Senfonisi" ’ni yazdı. Emekli olduktan sonra 1976’da "İkinci Piyano Konçertosu"'nu besteledi. 1978'de yazdığı obua ve piyano için Sonatin'ini Ayser Vançin'e, obua ve klarnet için bestelediği Söyleşi'sini yine obuacı Ayser Vançin ve eşi klarnetçi Eric Schmid'e adadı.1979 yılında öğrencileri Cem Küçümen, Önder Arık ve Şadi Ensari'den oluşan İstanbul Gitar Üçlüsü'nün kurulmasına öncülük etti. 1981'de Atatürk'ün doğumu
nun 100. yıldönümü nedeniyle "Atatürk'e Armağan" adlı orkestra eserini tamamladı. 77 yaşında Dublin'de hayatını kaybetti. Eğitimciliğe büyük önem veren Ün; sadece konservatuarda değil, ortaokul ve liseler dahil pek çok kurumda eğitimci olarak çalıştı; ve eğitsel amaçlı çok sayıda kitap yazdı. 1951'de Tahir Sevenay ile birlikte "Okullarda Güzel Müzik" kitabını, 1958'de gene Tahir Sevenay ile birlikte "Ortaokullarda Müzik' adlı ikinci kitabı yayımladı; bu kitap ortaokullarda ders kitabı olarak kabul edildi. "İlkokullarda Müzik" (1962); "Gençlik İçin Çoksesli Türküler" (1965) ve "Liselerde Müzik" (1965) başlıklı ders kitaplarının da yazarıdır. Fransa’daki öğrencilik yıllarında izlenimciliğin etkisinde besteler yapan sanatçı, daha sonra Henri Bergson’un felsefesine yakınlık gösterdi; 1934 yılından sonra ise makamsal müzikten yararlanmıştı. Besteciliğinin son dönemi kabul edilen 1965 sonrası yapıtlarında “doğu mistisizmi”ne özgün bir yaklaşım getirdi. Türk Beşleri ile aynı dönemi paylaş¬mış olduğu halde, kendi kişiliği içinde bir bağımsız bir bestecidir Ekrem Zeki Ün’ün yapıtlarının yayın ve seslendirme hakları ailesindedir. Ün’ün başlıca yapıtları şunlardır: Bülent Arel Bülent Arel, (d. 23 Nisan 1919,İstanbul; - ö. 24 Kasım 1990, Stony Brook, New York), Türk besteci. Uluslararası literatürde elektronik müziğin öncü bestecilerinden olarak yer alan Bülent Arel, "Colombia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi"’nin kuruluşunda önemli pay sahibidir. 1939 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na giren Arel, Ferhunde Erkin ile piyano, Necil Kazım Akses ile kompozisyon çalışmış, 1947’ de konservatuvarı bitirmiştir. 1950’den sonra Gazi Eğitim, Ankara Radyosu ve konservatuvardaki görevlerinin yanı sıra, orkestralar yönetmiş, piyanist olarak resitaller vermiş, eşlikçilik yapmış, korolar kurmuş, tonmayster olarak çalışmıştır. Bu yıllarda "Helikon" adlı derneğin kurucuları arasına katılmış, derneğin yaylı çalgılar orkestrasıyla Barok dönemden çağdaş müziğe uzanan zengin bir repertuarın tanınmasına öncülük etmiştir. Bülent Arel’in çocukluğundan beri uçak ve uçma sevdasına tutulduğu bilinir. Yaşamının son yıllarında aldığı pilotluk ehliyetiyle ABD’de kiralık küçük uçaklar kullanmak onun en büyük zevklerinden biri olmuştur. Yine çocukluğundan beri radyolara merak salmıştı: ortaokuldayken evinde kurduğu atölyede bozuk radyoları onarmış, kimi radyoları da demonte edip yeniden montajını yapmıştır. Onun elektronik müziğe duyduğu tutku, işte bu radyo ve daha sonraki elektronik aygıtlara olan merakıyla desteklenmiştir. Müzik tarihçimiz ve eleştirmenlerimizden Prof. Filiz Ali, 1959’da Arel’in Rockefeller bursuyla gittiği New York’ta Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’nin kuruluşunda öncelikli bir yeri olmasının nedenini, Edgar Varese, Vladimir Uçasevski, Milton Babbitt ve Otto Leiuning gibi elektronik müzik bestecilerinin hepsinden daha fazla pratik, teorik bilgi ve beceriyle donanmış bulunması ve bu birikimi yaşama kolayca geçirebilmesi olarak açıklar. Arel, 1962’de Türkiye’ye dönmüş ve ABD’deki birikimini ülkemize aktarmak istemiştir. 1962-65 yılları arasında Ankara Radyosu Müdürlüğü'nü yaparken bir yandan da konservatuvar ve Gazi Eğitim’de öğretmenliği sürdürmüş, ama asıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde bir "elektronik müzik merkezi" kurmak için çaba göstermiştir. Bu amaç gerçekleşmeyince 1965 yılında yeniden ABD’ye giderek orada yerleşmiştir. Bestecimiz, ilk yapıtlarını 1950’lerde üretmiştir. Bu yapıtlar, genelde izlenimci akımın etkisindedir. 1957 yılından sonra ise Schönberg’in "on iki ton" yöntemine yönelmiş ve elektronsal gereçleri de kullanmaya başlamıştır. ABD’deki yaratıcı serüveni ise önce 1959-62 arasını, sonra da 1963’ten 1990’da öldüğü güne kadar süren iki dönemi kapsar. İlk dönemde Arel, Elektronik Müzik Merkezi’nde dersler vermiş, elektronik müzik laboratuvarında yeni yöntemler bulmuş ya da geliştirmiş ve 15 dolayında yapıt bestelemiştir. 1965 yılından sonra ise Yale Üniversitesi’nin elektronik müzik laboratuvarını kurmuş, New York Devlet Üniversitesi’nde (State University of New York, SUNY) Stony Brook’ta profesör olarak dersler vermeye başlamıştır. Arel’in yapıtları üç grupta değerlendirilebilir: Türkiye’de yaşadığı yıllarda, film ve TV müzikleri ile dans toplulukları için yazdığı müziklerin yanı sıra, çocuklar için de müzikli oyunlar yazmıştır. ABD'de ölen Bülent Arel’in yapıtlarının hakları, American Composers Alliance’a aittir. --- Tiyatro için --- Gürer Aykal Gürer Aykal (22 Mayıs 1942, Çifteler, Eskişehir) Türk orkestra şefi. 1988'den beri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefliğini, ayrıca Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın genel müzik direktörlüğünü ve daimi şefliğini yapmaktadır. Eskişehir Mahmudiye’de doğdu. Müziğe babasının verdiği derslerle başlayan sanatçı, 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na girmiş, Necdet Remzi Atak’ın öğrencisi olarak keman bölümünü bitirdikten sonra kompozisyon bölümüne geçerek Adnan Saygun’un sınıfından mezun olmuştur. Şeflik öğrenimini yurtdışında yapan Aykal, 1969’da kompozisyon bölümünü bitirip orkestra yönetim uzmanlığı için devlet bursu ile İngiltere'ye gönderildi. Londra'da Guildhall Müzik Okulu yüksek yöneticilik sınıfında ve Royal Academy’de; İtalya’da Academia Chiciana ve Roma’daki Santa Cecilia’da çalışmalarını tamamladı. Orkestra şefliği alanında tecrübelerinden yararlandığı isimler arasında George Hurst, Andre Prévin ve Franco Ferrara gibi ünlü şefler vardır. İngiltere’de Royal Academy’yi bitirdiğinde, bu diplomayı 21 yıl içinde almayı başaran ilk kişiydi. Türkiye’de yasal olarak atanan ilk orkestra şefi oldu ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şef yardımcılığına atandı. Santa Cecilia Konservatuvarı’ndan onur derecesiyle mezun olmuştur. Sanatçı, 1973 yılında yurda dönmüş, kazandığı başarılarla “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırılmıştır (1981). 1999’da kendi isteğiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ndan ayrıldı, bu dönem Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nı kurdu. 2000–2004 yılları arasında Antalya Orkestrası’nı kurup geliştirdi. ABD’de toplam 16 yıl şeflik ve genel müzik direktörlüğü yapan Aykal, 1991–2003 yılları arasında El Paso Teksas Senfoni Orkestrası Daimi Şefliği’ni ve Genel Müzik Direktörlüğü’nü yürüttü ve ayrıca “Profesör Emeritus” unvanı aldı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın daimi şefi Gürer Aykal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne (MSGSÜ) kadrolu profesör olarak atandı (2006). Aynı zamanda konservatuvarın 'Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Anasanat Dalı Başkanlığı' görevini de üstlenen Gürer Aykal, Borusan İstanbul Filarmoni'nin Daimi Şefliği görevini ve Genel Müzik Direktörlüğünü de yürütüyor. Aykal’ın eğitimci yönü, yurtiçi ve yurtdışında diğer üniversitelerdeki orkestra şefliği profesörlüğünü de kapsamaktadır. ABD’de Indiana (Bloomington) Üniversitesi, Teksas Tech ve UTEP Üniversiteleri’nde ileri orkestra şefliği dersleri veren Aykal halen Bilkent Üniversitesi’nde bu görevi sürdürmektedir. Yurtdışında da birçok orkestrayı konuk şef olarak yöneten Aykal’ın kariyerinde yer alan orkestralardan bazıları şunlardır: Çoğunluğu Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasıyla eşlik ettiği ünlü solistlerden bazıları şöyle sıralanabilir: Gürer Aykal, Türk bestecilerinin bazı yapıtlarının dünyada ilk seslendirilişini de gerçekleştirmiştir. Bu yapıtlar arasında Adnan Saygun’un 4. Senfoni’si, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan’ı, Conserto da Camera’sı, 2. Piyano Konçertosu, Orkestra çeşitlemeleri; Necil Kazım Akses’in 2. Senfoni’si, “Bir Divandan Gazel”i; Ferit Tüzün’ün Çayda Çıra Bale Suiti; İstemihan Taviloğlu’nun “Klarnet Konçertosu”; Muammer Sun’un “Hıdırellez” bale müziği ve “Kurtuluş” filminin müziği bulunmaktadır. Doğan Aksan Doğan Naci Aksan (d. 1929, İzmir - ö. 12 Mayıs 2010, Ankara), Türk dilbilimci, eğitimci. Aksan, İzmir'de doğmuş Ankara Yenişehir Mimar Kemal İlkokulu'nda öğrenci olmuş, Elâzığ da orta öğrenimini sürdürmüş, 1948'de Ankara Atatürk Lisesi'nden sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden (DTCF) 1952 yılında mezun olmuş ve aynı yıl DTCF'de akademik kariyerine asistan olarak başlamıştır. 1972 yılında DTCF dilbilim profesörü olmuştur. Aktif eğitimcilik ve öğretim üyeliği yaşamını 1996 yılında emekli olarak tamamlamıştır. Türkiye'de dilbilimin kurucusudur. Aksan, akademik kariyeri dışında Türk Dil Kurumu'nda Dilbilim ve Dilbilgisi Kolu Başkanlığı gibi görevlerde de bulunmuştur. Türk Anlambiliminin önemli temsilcilerindendir. Türkiye Bilimler Akademisi'nin 1998 Yılı Hizmet Ödülü'nü de almıştır. Prof. Dr. Doğan Aksan, uzun süreli hastalığının ardından 12 Mayıs 2010 tarihinde, 81 yaşında Ankara'da vefat etmiştir. Reşat (Çiğiltepe) Reşat Çiğiltepe (1879, İstanbul - 27 Ağustos 1922, Çiğiltepe, Sandıklı), Türk asker. Büyük Taarruz sırasında Çiğiltepe'yi söz verdiği saatte alamaması üzerine intihar etmiş ünlü komutandır. Reşat Paşa, I. Dünya Savaşı'nda üstün kahramanlıkları ile dikkat çekti. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında yarbay rütbesi ile I. ve II. İnönü ve Sakarya muharebelerine katıldı. Son olarak 57. Tümen Komutanlığı görevine atandı. Büyük Taarruz'un ikinci gününde Çiğiltepe'yi geri alma emrini Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya söz verdiği sürede gerçekleştiremeyince intihar etti. Ölümünden sonra Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası ile onurlandırıldı. Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından ailesine "Çiğiltepe" soyadı verildi. 1879'da İstanbul'da doğdu. Babası Süleymaniye mutasarrıflığından emekli "Ziya Paşa", annesi Şevkiye Hanım’dır. Babası, doğumunun ertesi sene hayatını kaybetti. 1893 yılında girdiği Harp Okulu'nu 1896'da bitirerek ordunun farklı komuta kademelerinde görev yaptı. Balkan Savaşları'na katıldı, Yanya savunmasında yaralandı; bu görevdeki başarısından ötürü binbaşı rütbesine terfi etti. 1915 yılında seferberliğin ilanından sonra Çanakkale Cephesi'nde görevlendirildi. I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra 17. Alay Komutanlığı görevine getiri
ldi. Bu görevdeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynadı ve 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazandı. ayrıca 5. ve 4. rütbeden Mecidi Nişanı, Gümüş Muharebe, Liyakat, Tahsiliye, Alman ve Avusturya Harp, Demir Haç Nişanı ile taltif edildi. 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirildi. 1918'de İngilizlere esir düştü. Aralık 1919'da bir yıllık esaretten kurtulduktan sonra İstanbul İkinci Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi üyeliğine verildiyse de dilekçe verip Türk Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere İnebolu'dan üzerinden Ankara'ya geçti. Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı'na atandı. Yarbay rütbesi ile I. ve II. İnönü ve Sakarya muharebelerine katıldı. 1 Mart 1922 yılında Miralay rütbesine terfi etti ve 57. Tümen Komutanlığı görevine atandı. Bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taarruz'un ikinci gününde, muharebenin kaderini etkileyecek en kritik mevkilerden olan Sincanlı Ovası'ndan Dumlupınar'a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan Çiğiltepe'yi düşmandan temizlemesi emredildi. Ne var ki, bu tepenin önemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı General Nikolaos Trikopis başarılı bir direniş gösterdi. 27 Ağustos 1922 sabahı Mustafa Kemal Paşa'ya telefonda kuşattıkları tepeyi yarım saat sonra alacaklarını bildirmesine rağmen bunu başaramayınca intihar ederek hayatına son verdi. Çiğiltepe, Reşat Bey’in intiharından 45 dakika sonra düşmandan temizlendi. Reşat Bey’in cenazesi, bir gün sonra Sandıklı Hastanesine getirildi ve yıllarca bu ilçedeki anıtlı kabristanında yattı. Naaşı, 1988 yılında Ankara Devlet Mezarlığı'na nakledildi. Sandıklı halkı şehidin nakline karşı çıkmış, ancak o günün şartlarında fazla direnememişti. Sandıklı'daki mezar boş olmasına rağmen hala muhafaza edilmektedir. Vefatının sonrasında TBMM kendisi adına ailesine Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası takdim etti. Soyadı Kanunu çıktığında Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından ailesine "Çiğiltepe" soyadı verildi. Çiğiltepe'de onun ve şehit düşen askerlerin anısına yaptırılan şehitlik, 22 Haziran 1996 tarihinde hizmete açıldı. Girişte, Reşat Bey'in bronz bir büstü bulunur. Hayatı emekli tümgeneral Cihangir Akşit tarafından "Çiğiltepe: Miralay Reşat Bey ve Vatan Savunmasında 27 Yıl" adıyla romanlaştırıldı. İspinozgiller İspinozgiller (Fringillidae), ötücü kuşlar (Passeriformes) takımından 10–20 cm uzunluğunda, tohum yemeye uyarlanmış konik gagalı, yuvarlak kanatlı kuşları içeren kuş familyası. Tohumların dışında çeşitli bitkisel maddelerle ve ara sıra böceklerle beslenir, yeryüzünün hemen her yerindeki ormanlık ve çalılık alanlarda sürüler halinde yaşarlar. Carduelis Carduelis, saka kuşu, iskete, florya ve keten kuşu gibi isimlerle anılan türleri içeren kuş cinsi. Hepsi de dalgalı uçuşları sırasında öter. Erkek ve dişiler bazı türlerde birbirine benzerken bazılarında farklıdır. Konik yapıdaki gagaları tohum yemeye uyarlanmıştır ancak bunun yanında bazen meyve ve Böceklerle de beslenirler. Ötüşleri oldukça güzel ve cıvıltılıdır. Yalnızca erkek kuşların ötüşü güzeldir. Dişinin sesi çağırma sesinden ibarettir. Birçok tür kafes kuşu olarak yaygın şekilde beslenmektedir. "Carduelis" cinsi üyelerinde erkek kuşlar bazı türlerde yuva yapımı ve yavruların beslenmesinde dişiyle birlikte hareket eder. Üreme mevsimi dışında sürüler oluşturarak diğer tohumcul kuşlarla birlikte görülürler. Karatavukgiller Karatavukgiller (Turdidae), ötücü kuşlar (Passeriformes) takımından bir kuş familyası. Baştankaragiller Baştankaragiller (Paridae), ötücü kuşlar takımına ait bir familya. "Parus robustus" (Csarnota pisolyeni, Macaristan) "Parus parvulus" (Csarnota pisolyeni, Macaristan) "Parus medius" (Csarnota pisolyeni, Macaristan) Baştankara Baştankara ("Parus"), ötücü kuşlar takımından, baştankaragiller familyasından, renkli ve küçük kuşları kapsayan bir cins. WTA WTA kelimesinin farklı anlamları: Meluncan Meluncan, ABD'nin güneydoğu eyaletlerinde, daha ziyade orta Apalaşya'nın Cumberland Gap yöresinde yaşayan bir takım toplulukları tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Popüler anlamda Meluncan halkının yerli, Afrikalı Amerikalılar ve diğer etnik gruplarla karışmış, "tam beyaz" olmayan gruplardan oluştuğu inanışı bulunmaktadır. 7. Başkan Andrew Jackson'ın koyduğu yasalar nedeniyle sadece beyazlar, zenciler, melezler ve kızılderililer rahat yaşayabiliyordu. Bu yüzden Meluncanların tüm yasal hakları elinden alınmış, evleri okulları yakılıp yıkılmıştır. Toplum içinde dışlanmışlardır. Son senelerde, Meluncan halkının kökenine ilişkin, N. Brent Kennedy'nin yaptığı araştırmalar neticesindeki iddiaya göre, bu insanların ortak kökeni 16. yüzyılda İnebahtı Deniz Savaşı'nda Portekiz veya İspanyollara esir düşen ve sonrasında Amerika'ya getirilen 400 kadar Osmanlı leventine dayanmaktadır. Meluncan sözcüğünün kökeni bilinmemesine karşın yaygın kanı, bunun Fransızca karışık anlamina gelen "mélange" sözcüğünün bir bozumu olabileceğidir. "Türk" tezine göre ise bu kelimenin aslı, Osmanlıca'da "melun can", yani ‘lanetlenmiş can’dır. Türkiye'de "Meluncan" şeklindeki yazım yaygındır. Abraham Lincoln ve Elvis Presley'in meluncan olabileceği bilinmektedir. ABD’nin 1996 - 2005 yılları arasında görev yapan İstanbul Başkonsolosu David Arnett, baba tarafından %25 Türk olduğunu ve atalarının Meluncan olabileceğini söylemiştir. Meluncan halkının aşağıdaki etnik kökenlerden oldukları iddia edilmiştir: Müstezat Kelime anlamı olarak çoğalması istenilen, artmış anlamına gelir. Günümüzde bu anlamıyla fazla kullanılmamaktadır. Bir edebiyat terimi olarak, her dizesine bir küçük dize eklenmiş divan edebiyatı nazım türünü ifade eder. Günümüzdeki kullanımı yaygın olarak edebiyat terimine işaret eder. Bir uzun, bir kısa şekilde yazılan divan edebiyatı nazım şeklidir. Murabba, muhammes, rubai, kıta, beyit gibi şekillerle birleştirilerek yazılgelmiştir. En çok "gazel müstezat" şeklinde yazılmıştır. Bir nazım şeklinin her mısrası veya her beytinin sonuna aynı ölçüde bir kısa mısra ekleyerek meydana getirilir. Eklenen kısa mısralara "ziyade" denir. Türk edebiyatına Arap edebiyatından geçmiştir. İlk örnekler Nesimi'ye aittir. Şeyhi, Nevai, Necati gibi birçok şair de müstezat yazmıştır. Müstezat- ı Necati Beğ Kapunda beni istemeyen derbeder olsun Olsun begüm olsun Bin zar oluban derd ile benden beter olsun Olsun begüm olsun Coming out Coming out, kişinin cinsel yönelimini veya cinsi kimliğini, uygun gördüğü kişilere, "kendi isteğiyle" beyan etmesi. İngilizce coming out of closet (dolaptan "[saklandığı yerden]" çıkmak) kavramının kısaltması olan bu terim Türkçede de kullanılmaya başlanmıştır. Outing (ortaya çıkarmak) ise, eşcinsel bir bireyin cinsel yöneliminin, "kendi isteği olmaksızın", topluma ifşa edilmesidir. Bu duruma maruz kalmış ünlü kişiler arasında daha önce evlenip baba olmuş, cinsel yönelimi öğrenildiğinde toplum tarafından yargılanmış şarkıcı Elton John ve yazar Oscar Wilde da vardır. Eşcinseller genellikle heteroseksüel çevrelerden kabul görme ve toplumsal baskılardan mümkün olduğunca kaçınma amacıyla heteroseksüel davranış sergilemektedir. Bu; evlilik dâhil olmak üzere çeşitli heteroseksüel ilişkileri içerebilir. Genellikle evli veya uzun süreli heteroseksüel bir ilişkinin içerisinde olan; cinsel yönelimini, ayrımcılıktan ve reddedilmekten korunmak amacıyla saklayan eşcinsellere “Down Low” denilmektedir. Coming Out fikri ilk defa 1869 yılında Alman eşcinsel hakları avukatı Karl Heinrich Ulrichs tarafından ortaya atılmıştır. Ulrichs; görünmezliğin, halkın eşcinsellik hakkındaki önyargılarını yıkmanın önündeki büyük bir engel olduğunu savunmuş ve eşcinselleri açılmaları için teşvik etmiştir. Yahudi-Alman asıllı doktor Iwan Bloch, "Das Sexualleben unserer Zeit in seinen Beziehungen zur modernen Kultur" (Günümüzün Cinsel Yaşamının Modern Uygarlıkla İlişkisi) (1906) adlı yapıtında, yaşlı eşcinsellerin aile üyeleri ve yakınlarına açılmalarının gerekliliği üzerinde durmuştur. "The Homosexuality of Men and Women" (Erkeklerin ve Kadınların Eşcinselliği) (1914) adlı başyapıtında bu konuya tekrar değinen Magnus Hirschfeld; çeşitli siyasal, politik ve sosyal mevkilerdeki binlerce eşcinsel bay ve bayanın açılmasının önemini vurgulamıştır. Hirschfeld, bu adımın parlamenterleri ve toplumu eşcinsellik ve eşcinsel hakları lehinde etkileyebilecek önemli bir kilometre taşı olduğunu savunmuştur. Bu vesileyle dolaptan çıkan ilk önemli kişi, Amerikalı şair Robert Duncan’dır. Robert Duncan, 1944 yılında "Politics" dergisinde kendi adını kullanarak “eşcinsellerin bastırılmış bir azınlık olduğunu” belirtmiştir. Donald Webster Cory, "The Homosexual in America" (Amerika’daki Homoseksüeller) (1951) adlı yapıtıyla, Amerika’da yeni gelişmeye başlayan homofil hareketleri ve homoseksüel özgüveni uyarıcı etki yaratmıştır. Cory, yazılarında sahte isim kullanmakla birlikte; gayet içten ve samimi anlatımlarıyla dikkat çekmeyi başarmıştır. Kitabında, "Coming Out" ile ilgili yazdığı en çarpıcı cümleleri şunlardır: “Toplum bana giymem için bir maske uzattı. Nereye gitsem, her zaman ve her yerde; toplumun her kesiminde rol yapıyorum.” Yine Amerika’da, 1960’lı yıllarda Amerikan ordusunun harita servisinde astronom olarak görev yapan ve homoseksüel davranışları gerekçesiyle ordudan uzaklaştırılan Frank Kameny, sessiz kalmayı reddederek davasını Amerikan Üst Mahkemesi’ne taşımayı başarmıştır. Ordunun eşcinsellik konusundaki yargılarına karşı büyüyen hareketin konuşkan lideri Kameny, gerekçesiz kamu hareketlerine karşı çıkmış ve “Gay is Good” sloganını kullanmıştır. Bu slogan daha sonra Jeff Buffetti tarafından da kullanılmıştır. “Eşcinsellerin cinsel yönelimlerini ve eşcinsellik hakkındaki görüşlerini başkalarıyla paylaşması, ruh sağlıkları için önemlidir.” Aslında gey, lezbiyen ve biseksüel insanlar için kişisel gelişim süreci “Dolaptan Çıkma” olarak adlandırılmış ve bunun psikolojik gelişmeyle çok güçlü bir şekilde bağla
ntılı olduğu bulunmuştur. Eşcinsel bir kişi; gey, lezbiyen veya biseksüel kimliğine ne kadar çok sahipse ruh sağlığı ve özgüveni o kadar gelişmiş olur. Genellikle gey, lezbiyen ve biseksüel insanlar cinsel yönelimlerinin topluluk normlarından farklı olduğunu anladıklarında kendilerini korkmuş, yalnız ve farklı hissederler. Bunun bir faz olduğuna, iyileştirilebilir bir durum olduğuna inanabilir veya dini/ahlaki nedenlerden ötürü reddederler. Bu süreç özellikle çocukluk veya ergenlik çağındaki eşcinseller için geçerlidir. Çoğu zaman önyargıların ve basmakalıpların zararlı etkilerine karşı savunmasız olan eşcinseller; aileleri, arkadaşları, iş arkadaşları, okul arkadaşları veya dini kurumlar tarafından reddedilmekten korkmaktadır. Bunun yanı sıra işlerini kaybetme ve okulda yönelimlerinin fazlaca bilinmesinden dolayı kötü muamele görme riskleri vardır. Gey, lezbiyen ve biseksüel insanlar fiziksel saldırıya ve zorbalığa muhatap olmak bakımından heteroseksüel insanlardan çok daha fazla risk altındadır. Kaliforniya’da 1990’lı yıllarda yapılan çalışmalar, lezbiyenlerin neredeyse beşte birinin, gay erkeklerin de dörtte birinden fazlasının cinsel yönelimlerinden dolayı bir nefret suçunun kurbanı olduğunu göstermektedir. Bir başka Kaliforniya çalışmasında ise araştırmaya katılan yaklaşık 500 gencin yarısının isim takmadan, fiziksel şiddete kadar varan anti-gay saldırılara maruz kaldıkları bildirilmiştir. Coming Out sürecini tanımlayabilmek amacıyla birkaç model hazırlanmıştır. Dank ,191; Cass, 1984; Coleman, 1989; Troiden, 1989 bunlardan bazılarıdır. Bu modellerden en geniş çaplı kabul göreni olan Cass kimlik modeli, Vivienne Cass tarafından ortaya atılmıştır. Bu model daha önce Coming Out sürecini başarıyla tamamlamış bireylerin uyguladığı 6 farklı aşamadan oluşmaktadır. Bu aşamalar: kimlik karışıklığı, kimlik karşılaştırması, kimlik toleransı, kimlik kabulü, kimlik gururu ve kimlik sentezidir. 2006 yılında İstanbul'da 393 eşcinsel ve biseksüel birey üzerinde Lambdaistanbul tarafından yapılan bir anket çalışmasına göre katılımcıların %66'sı yani 258 kişi açılma sürecinde emin misin sorusuyla karşılaşırken 204 kişi yani %52'si açılırken çevresindeki kişilerin psikologa ya da psikiyatra görün önerisiyle karşılaşmış, %31'i yani 120 kişi bana aşık mısın sorusuyla karşılaşmış %43'ü yani 170 kişi çocukluğunda çok mu sorun yaşadın sorusuyla, %35'i yani 126 kişi karşı cinsiyetin kötü davranışlarına mı maruz kaldın sorusuna, %35'i yani 137 kişi eşcinsellerden etkilenmişsindir yorumuna, %75'i yani 295'i hiç onlara benzemiyorsun yorumuna, %54'ü yani 212 kişi hiç onlara benzemiyorsun yorumuna, %44'ü yani 171 kişi küçüklüğünde tacize mi uğradın sorusuna, %62'si yani 242'si geçici bir dönemdir bu yorumuna, %78'i yani 308'i aktif misin pasif mi sorusuna, %71'i yani 281 kişi nasıl sevişiyorsunuz sorusuna maruz kalmışken %50'si yani 196'sı açılırken çevresindeki kişilerin konuyu geçiştirip susuşuyla karşılaşmıştır. 1. Bloch, Ivan. "Das Sexualleben unserer Zeit in seinen Beziehungen zur modernen Kultur, 1906. İngilizce çevirisi: "The Sexual Life of Our Time in Its Relations to Modern Civilization", 1910. 1.http://en.wikipedia.org/wiki/Coming_out * Johansson&Percy, p.24 2.http://www.apa.org/topics/orientation.html#moreinfo Object Pascal Object Pascal Turbo Pascal'dan sonra Borland firmasının çıkardığı bir programlama dilidir. Delphi programlama dilinin ilk adımı olarak nitelendirilebilir. Zamanla Delphi ile Object Pascal kavramları birbirine karışsa da Delphi, Object Pascal programlama dilini kullanan ve programcılara VCL teknolojisi yardımıyla program yazmalarını sağlayan IDE nin adıdır. Artık programcılar bu programla, adından da belli olduğu gibi, nesne yönelimli programlamaya başlamışlardır. Kullanımı Turbo Pascal'dan daha kolaydır. B (programlama dili) B programlama dili Ken Thompson ve Dennis Ritchie tarafından takriben 1969 yılında geliştirilmiş bir programlama dilidir. B dili, tip desteği olmayan ve yorumlanarak çalışan bir dildir. B diline veri tipi ve derlenme desteği getirilerek C programlama dili oluşturulmuştur. B dili değişkenleri pointer olarak kullandığı için kullanımı görece zor bir dildir. İnsanların zaten karmaşık olan değişken yapısını daha da zor hale getirdiği için değişkenlere tip tanımlayabilen C dili yazılmıştır. Balık kartalı Balık kartalı ("Pandion haliaetus"), monotipik balık kartalıgiller (Pandionidae) familyasından balıkla beslenen yırtıcı bir kuş türü. İri, uzun kanatlı, suya dalarak avlanan bir avcıdır. Osprey sözcüğü, Latince "Kemik Kıran" anlamındaki ossifragus'dan gelir. Pandion, mitolojideki Athena'dan, haliaetus Yunanca "Deniz" ve "Balık" sözcüklerinden ("Hals" ve "aetus") gelir. Suya dalabilen tek yırtıcı kuştur. Beyaz gövdesiyle ve özgün uçuşuyla hemen tanınır. Alttan kanat örtüleri ve gövdesi beyaz, el bileği lekesi koyu renklidir. Kanatları uzundur, el bileğinden aşağı kıvrık tutulur, önden bir martı gibi m şekli oluşturur. Balık kartalı iyi bir balık avcısıdır. Dalarak pençesiyle balık yakalaması görülmeye değerdir. Sıklıkla asılı kalarak, bazen süzülerek avlanır. Genellikle tamammen suyun içine girer. Su derinliğinden yaklaşık 1 metre derine dalabilirler. Yakaladığı balığın kafasını öne doğru tutar. Hemen hemen sadece balıkla beslenir. Diyetinde kurbağa, yılan gibi yiyecekler olabilir. Her zaman suya yakında bulunur, sadece göç sırasında uzaklaşır. Üreyen bireyler avlanma sırasında yuvadan 14 km uzaklaşabilir. Üremeyen bireyler 10 km alanda beslenebilirler. Yuvaları genelde deniz kenarına yakındır, sıklıkla da kuru ağaç tepelerindedir. Bazen yerde, sığlık bir adacıkta yuva yapabilirler. Ötüşü ince ve yumuşak bir 'pip-pip-pip'dir. Normalde koyu renkli olan tüylerinin tamamı beyaz olduğu bireyler rapor edilmiştir. Fransa ve Kuzey Amerika'da melanist bireyler de gözlemlenmiştir. Yaz ve kış boyunca tüy değiştirir, göç sırasında bunu durdururlar. Yırtıcılarda tipik olarak tüy değişimleri her yıl tüm primerlerde olur. Sekonderler genellikle iki yılda bir yenilirler. Yeniler ve sonraki sekonderlerin boyları aynıdır. Yaşlı kuşlarda tüy değişimi asimetrik ve rastgeledir. Gençlerde tüy değişimi kışın 5-7 aylık olduklarında başlar. Oldukça esnek kanatlarıyla, düzenli, sığ ve yavaş kanat vurarak güçlü bir uçuşu vardır. Süzülerek yükselirken ve kayarak uçarken kanatlarını martı gibi bükük tutar. Vücut düzeyinin altnıda tuttuğu kanatlarını el bileğinden öne kaldırır, kanat uçlarını sivri şekilde aşağı ve geriye doğru tutar. Süzülerek yükselirken bazen kanatlarını düz tutar. Suyun üzerinde avlanırken sıklıkla havada asılı kalır. Bir martı gibi uçar, avlanırken sıkça havada asılı kalır, suya tamamen dalan tek yırtıcı kuştur. Çoğu kez elektrik direklerine ve ölü ağaçlara tüner. Tüm Dünya'da yayılmıştır ve suyun yakınındaki (göller, nehirler, deniz kıyıları)nda bulunurlar. Başlıca üreme noktaları Avrupa'dır. Az sayıda lokal olarak İskoçya, Orta Avrupa, Portekiz'in güneybatı noktalarıdır. Kanarya adalarında üreme kolonileri vardır. Kışın büyük ve tatlı acı göller, lagünler ve deniz kıyısında bulunur. 1960 larda balık kartalı popülasyonu DDT kullanımı sonrasında azalmıştır.DDT kullanımı yumurtadaki kalsiyum içeriğini ve kabuk kalınlığını azaltmıştır ve kolayca kırılmasına neden olmuştur.DDT kullanımının kısıtlanmasıyla yeniden popülerliği artmıştır. Yapay yuvaların kullanılması üreme başarısını %45.9’dan %62.9’a çıkarmıştır. Göl ve nehirlerin çevresindeki ormanlık ve turbalık arazide ve kayalık adalarda ürer, ağaç tepelerinde ya da zeminde yuva yapar. Balık kartalları genellikle tek eşlidir. Bazen bir erkek iki dişi olabilir. Bir erkek, iki yuva görülür. Göçmen bBalık kartallarının çoğu Nisan-Mayıs ayları başında 2-4 yumurta yaparlar (Kur dönemi mart sonu, Nisan başı). Kuluçka süreleri 5-6 haftadır. Erkek yavru ve dişinin beslenmesini sağlar. Her gün 60-100 gr lık 3-1 balık getirir. Ortalama 1.1,1.3 civciv tüylenmelerini tamamlar. Tüylenme süresi yaklaşık 2 aydır(48-59 gün). 7-17 ayda bağımsız hale gelirler. Yerleşik balık kartalları kışın kuluçkaya yatar. Timsahların çamur yığınlarında geceleyen balık kartallarını yedikleri bildirilmiştir. Erişken bir balık kartalını sadece baykuşlar (sıklıkla "Bubo virginanus") düzenli olarak öldürebilir. Rakunlar ("Procyon lotor") ve yılanlar, balık kartalı yumurtası ve civcivlerini yiyebilirler. Tüylenen 100 kuştan 37'si 4 yıl sonunda canlı kalmayı başarır. Bu sayı 8 yıl sonra 17'ye, 12 yıl sonra da 6-8'e iner. Kaydedilen en fazla yaşam süresi erkekte 25 yıl, dişide 23 yıldır. Balık Kartalı Mammaloji Mammaloji, zoolojinin yalnızca memelileri inceleyen alt dalı. 4200'e yakın memeli türünün tarihi, sınıflandırması, anatomik ve fizyolojik özelliklerine odaklanmaktadır. Primatoloji ve setoloji gibi alt dalları barındırmaktadır. Benekli kedi Benekli kedi veya Kum kedisi ("Felis margarita"), kedigiller (Felidae) familyasından Kuzey Afrika, Güneybatı Asya ve Orta Asya'da yaşayan az rastlanan yaban kedisi türü. Benekli kedi hemen hemen evcil kediyle aynı büyüklüktedir; uzunluğu 45–60 cm, kuyruk uzunluğu da buna yakındır. Yetişkin bir benekli kedinin bile yüz ifadesinin yavru evcil kediye benzemesi dikkat çekicidir. Uzun ve yumuşak tüylü kürkü soluk kahverengi ile kahverengimsi boz arası bir renktedir; gövdesinde, kenarları koyu renkli iri lekeler, bacakları ile kuyruğunda daha küçük, koyu renkli benekler bulunur. Bir gece hayvanı olan benekli kedi cangıllarda yaşar ve çoğunlukla kuşları, yılanları ve diğer sürüngenleri avlayarak beslenir. Çöl koşullarına uyum sağlayan kedi, su ihtiyacını avlandığı hayvanlardan karşılayabilmekte ve su içmeden yaşayabilmektedir. Vücuduna göre en uzun kulaklara sahip kedi türlerinden biridir. Zübeyde Hanım Zübeyde Hanım (d. 1857, Selanik – 14 Ocak 1923, İzmir), Ali Rıza Efendi'nin eşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Makbule Atadan'ın annesidir. Aslen Karamanlıdır. Osmanlı devrinde, II. Mehmed zamanında Karaman'dan Rumeli’ye göçen ve Selanik yakınlarındaki Langaza’da toprak işleri ile uğraşan
bir Türkmen ailesi olan Hacı Sofu ailesindendir. Mustafa Kemal Atatürk'ün anne soyu da, Karaman'dan gelerek Selanik ile Manastır'ın arasında bulunan Vodina Sancağı'na bağlı "Sarıgöl" de denilen "Kayalar" Nahiyesine yerleştiler. Aile, sonradan Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Langaza'ya yerleşmiştir. Dedesi Feyzullah Efendi'in taşıdığı "Sofu-zade" (Sofular) lâkabı, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adları ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Mustafa Kemal Atatürk'ün anne soyu Karaman'dan Rumeli'ye gelen ve bundan dolayı da "Konyarlar" olarak Rumeli'de anılan Yörük Türkmenlerdendir. Zübeyde, 1857'de Lankaza'da dünyaya gelmiştir. Babası Sofuzade Feyzullah (Sadullah) Ağa, annesi Molla Hanım olarak anılan Ayşe Hanım’dır. Döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okur yazar oluşu nedeniyle kendisi de "Zübeyde Molla" olarak anılırdı. Hacı Sofu gibi dinine bağlı bir aileden geldiği için kendisi de öyleydi. Türk tarih kitaplarında sıkça geçen, eğitim sisteminin karışık olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal'in ne tür bir okula gideceği konusundaki tartışmalarda Zübeyde'nin, dini eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitmesinde ısrarcı oluşu bu yüzdendir. Selanik'te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur Ali Rıza ile 1871 yılında henüz 14 yaşında iken evlendi. Ali Rıza, sarışın ve mavi gözlü bir kadınla evlenmeyi düşlerken, kendisinden 20 yaş küçük olan, siyah saçlı ve derin mavi gözlü bu kadına sevdalandığını belirtmiştir. Yeni çift Selanik Yenikapı semtinde yeni hayatını başlatmış ve Zübeyde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı çocukları doğmuştur. Ancak Fatma bu dönemde ölmüştür. Eşi Ali Rıza'nın Yunanistan sınırında Çayağzı (ya da Papaz Köprüsü)'na tayin ediliği için taşınmış ve orada Ömer ve Ahmet ölmüş. 1881’de dördüncü çocukları Mustafa, 1885’te Makbule, 1889’da Naciye doğdu. Naciye’yi de küçük yaşta veremden kaybettiler. Ali Rıza Efendi de 1888 yılında öldü. Bunun üzerine Zübeyde, çocuklarını da alarak abisi Hüseyin Bey'in Langaza'daki çiftliğine gitti. Babasının erken ölümünün ve dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak yaşadıklarının Mustafa üzerinde derin etkileri olduğu düşünülür. Abisine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde, ikinci evliliğini Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile yaptı. Ragıp'ın da önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Mustafa Kemal'i kızdırdı. Zübeyde Balkan Savaşı’ndan sonra Ragıp Bey’den ayrıldı ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selanik’i terk ederek kızı Makbule ile birlikte İstanbul’a göç edip Beşiktaş Akaretler’de bir eve yerleşti. Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy'a, Ragıp Bey hakkında ""Bana karşı hep çok saygılı davranmış, büyük adam muameleleri etmiştir. Nazik ve kibar bir insandır."" demiştir. 1919’da Anadolu'ya çıktığından beri görmediği ve üstelik Osmanlı Padişahı tarafından hakkında ölüm emri verildiğini öğrendiği oğlu Mustafa Kemal ile ancak 14 Haziran 1922’de Adapazarı’nda tekrar buluşan Zübeyde, onun yanına Ankara’ya yerleşti. Ancak bu şehrin sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkileyince tedavi amacıyla İzmir’e gitti. 14 Ocak 1923 günü 66 yaşında hayatını kaybetti. İzmir’in Karşıyaka ilçesinde 1940 yılında yaptırılan anıt mezarda yatmaktadır. Familya Familya, ortak özellikleri aynı olan yakın cinslerin topluluğu. Familya isimleri kendisine dahil olan bir cins adından yola çıkarılarak sonuna -aceae ya da-ae ilave edilerek belirlenir. Türkçe isimlendirme Türkçe cins adı ve "gil" eki birleştirilerek oluşturulur. Örneğin "Pinus" cinsine çam adı verilir, Pina-ceae ve çam+giller gibi. Bazen bu kuralın dışına çıkıldığı da görülür. Familya isimleri tek kelimedir ve hiçbir zaman "italik" yazılmaz. Sınıflandırmayı kolaylaştırmak amacıyla bazen üst familya ve alt familya gibi taksonomik basamaklar tercih edilir. Cins Cins, birbirine benzeyen ve ortak birçok karakterleri olan türler topluluğu. Taksonomideki en önemli sınıflandırma basamaklarından biridir. Cins isimleri unominal (tek kelime) olmak zorundadır. Her zaman büyük hafle başlar ve italik yazılır. Bazen türler arasındaki farkları kategorize edebilmek için alt cinsler kullanılır. Bir cinsin değişik kriterlere göre düzenlenebilecek birçok türü varsa şu hiyerarşik sıralama kullanılmaktadır: GNU Hurd HURD (Hird of Unix-Replacing Daemons), Özgür Yazılım Vakfı bünyesinde geliştirilen GNU projesi için çekirdek oluşturma amacıyla başlatılmış bir projedir. HURD, Mach mikro çekirdeği temel alınarak geliştirilmiş GNU/Mach mikroçekirdeği etrafında Unix artalan süreçlerinin (daemon) uyarlanmasıdır. Linux çekirdeğinin popülerlik kazanmasıyla, GNU araçları Linux'a uyarlanmış ve böylelikle HURD'ın gelişimi iyiden iyiye yavaşlamıştır. Daha sonraları Debian ekibi tarafından geliştirilmeye başlanan HURD, uzun bir süre sonra Mach mikro çekirdeğinin terk edildiği açıklanmıştır. Bunun üzerine L4 mikro çekirdek ailesi üzerine kurulu çekirdek aranmaya başlanmıştır. Ancak daha sonra karşılaşılan yapısal sorunlardan dolayı bundan da vazgeçilerek Mach tabanlı mikro çekirdek (GNU/Mach) yeniden geliştirilmeye başlanmıştır. Karapapaklar Karapapaklar veya Terekemeler (), Kuzey Kafkasya'da Derbent, Gürcistan'da Kvemo Kartli, Azerbaycan'da Kazah, İran'da Sulduz ve Türkiye'de de genel olarak Kuzeydoğu Anadolu'da yaşayan Azerbaycan Türklerini oluşturan etnik boylardan biridir. Karapapak adı, siyah astragan papak (kalpak) giydikleri için Kafkasya'daki komşu halklar tarafından verilmiştir. Karapapakların diğer bir adı olan "Terekeme" ise Arapçadaki, "Türkmenler" sözcüğünün karşılığı olan "Terâkime" (تراکمه) sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Çoğu zaman Terekeme olarak da adlandırılan Karapapaklar, Brockhaus ve Efron Ansiklopedik Sözlüğüne göre ayrı bir etnik grup olarak tanımlanmış olsa bile sıklıkla Azerbaycan Türklerinin bir alt etnik grubu olarak tanımlanmaktadır. Fahrettin Kırzıoğlu ve Zeki Velidi Togan gibi bazı tarihçilerin kuramlarına göreyse Karapapakların soyu Kumuklara dayandırılmıştır. Terekemeler asıl itibarıyla Gürcistan'ın güneyinde, Ermenistan'ın kuzeybatısında, Dağıstan'ın güneyinde, Azerbaycan'ın iç ve kuzeybatı topraklarında yaşamaktaydılar. Güney Kafkasya'nın Rus işgaline uğramasıyla birlikte 1813 ve 1828 yılları arasında Osmanlı Devleti ve İran'a yoğun göç hareketleri yaşanmıştır. Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya'nın sınırlarını Kars'ı da içe alacak şekilde genişlemesiyle sonuçlanınca, Terekemelerin yerleşim yerleri yeniden Rus egemenliği altına girdi. Rus Devrimi sonrası başlayan Sovyet yönetiminin ardından Karapapaklar, Sovyetler Birliği'nde ayrı bir millet olarak tanımlanmaya başlamıştır. 1930'larda Karapapakları ayrı bir millet olarak kabul etme politikası durdurulmuş ve 1944 yılında Ahıska Türkleri ile birlikte kitleler halinde Orta Asya'ya sürgün edilmişlerdir. 20. yüzyılın ortalarında yapılan nüfus sayımlarında Ahıska Türkleri ve Azerbaycan Türkleri ile birlikte sayılan Karapapakların günümüzdeki sayımlarda kendisini Karapapak veya Terekeme adlarıyla tanıtan kitleleri tespit edilmiştir. 1926'da Sovyetler Birliği'nin yaptığı nüfus sayımına göre ayrı bir millet olarak dahil edilen Karapapakların Güney Kafkasya'daki nüfusu 6.311 olarak tespit edilmiştir. Halk, bazen Orta Asya'daki Karakalpaklarla karıştırılır. Farklı görüşler de bulunmakladır birlikte genel kanıya göre Karapapaklar Oğuz karakterli, Karakalpaklar ise Kıpçak karakterli Türklerdir. I. İsmail, 1520 - 1522 yılları arasında Şiiliği yaymak için Kvemo Kartli'ye sefer düzenlemiştir. I. İsmail öldükten sonra Tiflis'te Şiiliğe karşı isyan başlamış ve 1549'da Borçalı'daki Karapapaklar Osmanlı padişahı I. Süleyman'a bağlılıklarını bildirmiştir. Fakat 1555'da imzalanana Amasya Antlaşması ile Safeviler'de kalmıştır. Borçalı'daki Karapapakların bir kısmı kırmızı bir şerit bağlayarak Şii olduklarını vurgulamıştır. Diğer kısım da, başlarına koyun derisinden kara papak koyarak Sünni olduklarını bu yolla vurgulamıştır. Sünnilerin bir kısmı göçe zorlanmıştır. I. Tahmasp'ın ölümünden sonra Safevilerin baskılarına karşı Gürcüler ile birleşmiştir. I. Abbas döneminde Şii olmayanlara Sakal Vergisi uygulanmış ve tekrar göçler artmıştır. Kazaklara dayanan Karapapaklar 1828 tarihine kadar Kuzey Azerbaycan'ın Kazak-Şemseddin Hanlığında Borçalı Nehri kıyılarında ve Revan-Gence arasında, Gökçe Gölü civarında yaşamaktalar. 1826-1828 Rusya-İran Savaşı esnasında Azerbaycan Genel Valisi Abbas Mirza tarafından Azerbaycan'dan çıkararak Uşnu'nun doğusunda 15. yüzyılda Mukri Kürtlerinin elde ettikleri Sulduz'a yerleştirilmişlerdir. 1828 yılında imzalanan Türkmençay Antlaşması'ndan sonra bir kol Meraga'nın Sulduz Nahiyetine, diğer kol Kars, Çıldır, Sarıkamış, Arpaçay, Iğdır, Albaba, Çaldıran, Sökmenova, Karaköse ve Taşlıçay civarlarına göç etmişlerdir. Sulduz Bölgesinde Ağcarevane, Ali Dervişli, Çakal Mustafa, Çelebi, Delice Ahi, Hamidşah, Kızanlu-yı Şiran, Mamaşalu, Okçı, Sultanlu, Tavuklu, Timur gibi aşiretler yaşardı. Aynı kaynakta 1878-1881 yıllarda Rusya İmparatorluğu'nun yönetimine girmiş (1878) bu bölgeden Osmanlı`nın elinde kalan topraklara 82.000 Müslüman`ın göç ettiği kaydedilmektedir. Onlardan 11,000 kişi Kars`tan gitmiştir. Friedrich von Hellwald’ın (1878-99) kaydettiğine göre, Rus işgalinden önce Osmanlı topraklarında 105 köyde 29.000 Karapapak yaşıyordu. Rus İmparatorluğunda Tatarlar (Azeriler başta olmak üzere Türk halklarının genel adı)'dan farklı olarak Karapapak mevcuttu. Brockhaus ve Efron Ansiklopedisi`nin aktardığı verilere göre, 1 Ocak 1892 tarihinde Kars Oblastı 200 868 kişi (1 verst karede 12 kişi) iskan ediyordu. Ce onlardan 7% Rus, 13.5 % Yunan, 15% Kürt, 21.5 % Ermeni, 24% "Türk", 14% Karapapak, 5% Türkmen idi. 1897'de ise Kars Oblastı'nın toplam hümusu 290.654 kişi (Erkek: 160.576, Kadın: 130.083, kentte yaşayanlar: 37.838) olup ana dillerine göre nüfus, 73.406 Ermeni, 63.547 Türk, 42.968 Kürt, 32.593 Yunan, 29.879 Karapapak, 27.856 Rus (5.279 Küçük Rus dahil), 8.442 Türkmen, 2.347 Tatar ve 6.383 diğer gruba bağlı olanlardan ibaretti. Dinlere gö
re nüfusun 14% Ortodoks, 5% Hristiyan sektant mezhepleri, 21% Ermeni-Gregoryan, 0.75% diğer Hristiyan inançlar, 58% Müslüman (37% Sünni ve 10% Şii, 11% Alevi), 1.25 % Yezidi idi. Rus nüfusun büyük kısmı sektantlar (molokan, duhobor, prıgun ve diğer mezhepler), Yunanlar — Ortodoks, Türkler — Sünni Müslüman, Karapapaklar — Sünni ve kısmen Şii, Terekemeler — Ali-Allahi Şiileri, Kürtler — Sünni Müslüman ve kısmen Yezidi idi. Karapapakların nüfusun diğer kısmı gibi hayvancılık ve toprakla uğraştığı, Terekemelerin bir kısmının Kürtler`le beraber göçebelik yapması söyleniyor. Diğerleri ise 1921’de Rusların çekilmesiyle Kars’a geldiler. Bunlar Gümrü Antlaşması'yla gerçekleşen nüfus mübadelesiyle Akbaba, Tiflis, Kazak ve Borçalı bölgelerinden göç ettiler. 1926 Sovyetler Birliği nüfus sayımına göre Güney Kafkasya`da 6.311 kişi kendini Karapapak olarak tanımlamıştır (3252 erkek ve 3059 kadın). 1939'da Stalin tarafından "Azerbaycanlılar" adlı etnik grubun yaratıldıktan sonra Ahıskalılar dışındaki Azerbaycan'daki diğer bütün Türkler gibi nüfus sayımlarında görünmez olmuş ve "Büyük Sovyet Ansiklopedisi"'nde de Azerbaycanlılar ya da Azeriler'in önde gelen etnik grup olarak sayılmıştır. Türkiye'de Karapapaklar genellikle İslam dini Sünni (Hanefi) mezhebine mensuptur. Azerbaycan ve Gürcistan ve İran'da Sulduz'daki Karapapaklar ise yer yer Sünni (Hanefi) , yer yer Şii (Caferî)'dir. Ahmet Caferoğlu, Karapapakların konuştuğu dilin "öz Türkçe" olduğunu yazmaktadır. İslam Ansiklopedisi'ndeki "Terekemeler (Karapapak Türkleri)"maddesinde, Azerbaycan Türkçesi'nin bir şivesini konuştuğu yazılmaktadır..S.Dündara göre de Karapapak Türkleri Azerbaycan Türkçesi'ni konuşmaktadır. ХIХ. yüzyıl Osmanlı kaynakları Karapapakların, Azerbaycan Türkçesiyle konuştuğunu yazar. Andrews ise, ana dillerinin Azerbaycan diline yakın, Batı Oğuz dillerinden biri olan Karapapakça olduğunu ve Karapapakların Terekeme lehçesinin Karapapakça'dan daha kaba olduğunu ileri sürdüklerini aktarmıştır. Anatomi Anatomi, Yunanca"da çıkarmak anlamına gelen ana ve kesmek anlamına gelen tomeden türetilmiş bir kelimedir. Canlıların yapısı ve düzeni ile ilgilenen bilim dalıdır. Hayvanlarla ilgilenen hayvan anatomisi (zootomy) ve bitkilerle ilgilenen bitki anatomisi (phytonomy) olarak iki alt daldan oluşur. Temel tıp bilimlerinden biri olan insan anatomisi ise insan vücudundaki organların tanımlanması, büyüklük, biçim gibi özelliklerinin ortaya konması, birbirleriyle olan ilişkilerinin belirlenmesi ve bunların hekimliğe uygulanmasıyla ilgili bilimsel uğraş alanıdır. Sanatçılar da insan ve hayvan anatomisiyle ilgilenmişler, çizimlerini oluştururken bu bilgiden faydalanmışlardır. Anatomi vücut yapılarını ele alış biçimlerine göre çeşitli adlar alabilmektedir: Embriyoloji Embriyoloji, zigot oluşumunu, büyümesini ve gelişimini inceleyen bilim dalı. Gelişim biyolojisinin bir alt dalıdır. 17. ve 18. yüzyıllarda betimleyici ve karşılaştırmalı çalışmalara dayan embriyoloji, 19. yüzyılın sonlarına doğru bilim insanlarının, vücuttaki organ ve dokuların kendilerine özgü biçim ve işlevleri nasıl kazandıklarını belirlemeye yönelik çözümleyici ya da deneysel yaklaşımlarıyla yeni bir boyut kazandı. Embriyolojide çözümleyici çalışmaların önemini ilk kavrayanlardan biri olan Alman anatomi bilgini Wilhelm Roux (1850-1924) deneysel embriyolojini öncüsü ve en seçkin temsilcisidir; Roux'un 1855'ten başlayarak kurbağa yumurtaları üzerinde yaptığı öncü çalışmalar bu alanda kendisinden sonraki araştırmalara büyük bir ivme kazandırmıştır. Embriyondan gelişmenin hızını ve yönünü belirleyen etkenleri araştırarak 1935 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü'nü alan Alman bilim insanı Hans Speemann da embriyolojini gelişmesine yön verenlerden biridir. Omurgalı canlıların değişik formları incelendiğinde, hepsinin embriyojik gelişiminin ilk evrelerinde yeni oluşmaya başlayan orta kulaklar görülecektir. Kara omurgalılarında bu solungaç yarığı gelişimin ileri evrelerinde kaybolur. Bölünme sonra, bölünen hücreler ya da Morula, bir ucunda bir delik ya da gözenek geliştirir blastula içi boş bir top gibi olmaktadır. Bilateral hayvanlarda, blastula iki yarısı ( bakınız : Ağız ve Anüs Embriyolojik kökeni ) Bütün hayvanlar aleminde bölen iki yoldan birini gelişir. Blastula ilk gözenek (blastopore) hayvanın ağız hale gelirse, bu bir protostome olduğunu; ilk gözenek anüs hale gelirse o zaman deuterostome olur. Deuterostomes omurgalılar dahil ederken protostomes gibi böcekler, solucanlar ve yumuşakçalar gibi birçok omurgasız hayvan bulunmaktadır. Süreç içerisinde, daha farklılaşmış yapıya blastula değişiklikleri gastrulasyon denir. Onun blastopore ile gastrula yakında hücrelerinin üç farklı tabaka geliştirir ; Embriyolar birçok türü genellikle erken gelişim evrelerinde birbirine benzer olarak görünebilir. Türün ortak evrimsel geçmişi var çünkü bu benzerlik için nedenidir. Türler arasındaki bu benzerlikler ortak bir atadan evrimleştiği, aynı veya benzer işlevi ve mekanizmaya sahip yapıları olan, homolog yapılar denir. İnsanlar bilaterans ve deuterostomes-ilk anüs olarak geliştirir. İnsanlarda, dönem Embriyo, Zigot döllenmenin sekizinci haftanın sonuna kadar rahim duvarına implantları kendisi andan itibaren hücre bölünmesi topu temsil ediyor. Gebelik (gebeliğin onuncu haftası) sonra sekizinci haftanın ötesinde, gelişmekte olan insan sonra bir fetüs denir. Aristoteles yaşamı boyunca birçok konuyu ele almıştır.Bunların başlıca örnekleri doğa,sanat,felsefe,mantık ve siyasettir. "Aristoteles’in incelediği bir diğer konu da embriyolojidir.Civciv embriyosunun büyümesini,kalbinin atışını ve kalbin diğer organlardan önce oluşumunu tanımlamıştı.Bu gözlem belki de ruhun veya aklın merkezinin kalp olduğu fikrinin ileri sürmesine sebep olmuş veya en azından Aristoteles bu fikri doğrulamıştı.Birçok balığın yavrularını ‘’potansiyel’’ yumurtalar biçiminde taşıdıklarını da bilmekteydi.Ayrıca bir grup balığın,tam şekillenmiş hareketli yavrular meydana getirdiğini ifade etti.Aslında burada köpek balığının doğurmasını tanımlamaktaydı.Bu fikir,daha sonraki zoologlara o kadar inanılmaz geldi ki,onlar Aristoteles’in gözlemlerini bilmezlikten geldiler ve bu gözlemler ancak 1840’ların başında doğrulandı.Aynı zamanda hektokotilizasyonu,yani erkek kafadanbacaklının,bir bacağını kullanarak dişinin yumurtalarını döllemesini gözlemledi.Bu da,doğruluğu ancak on dokuzuncu yüzyılda kanıtlanacak olan bir diğer gözlemdi."       Yumurta içindeki civciv gelişiminin memeli embriyosunun gelişim sürecine yakın olduğu M.Ö 1000 sıralarında Mısırlılar tarafından fark edilmişti.Ancak Aritoteles’in karşılaştırmalı ve betimleyici çalışmaları bu çalışmaları arka plana atmayı başardı.        Aristoteles’in hayvanların oluşumları üzerine çalışmalarının yer aldığı Latince adı ‘’ De Generatione Animalium’’ olan eseridir. Bu kitap embriyolojinin felsefenin konusu olarak alındığı ikinci kitaptır.Ama bu kitap embriyoloji alanında ilk bilimsel eser olarak kabul edilir. Bu eser daha sonra doğa bilimcileri,filozoflar ve embriyologlar üzerinde etkili olmuştur. Eser 5 kitaptır ve her kitap birden fazla bölüm içerir.İlk iki kitapta embriyolojiye daha fazla yer yerilir.Aristoteles’in çalışmaları o öldükten sonra da birçok kişiyi etkilemiştir.Özellikle Ortaçağ bilginlerinden Aziz Albertus Magnus ve Thomas Aquinas bu kişiler arasındadır.       Aristoteles erkeklik ve dişiliğin niteliğini, üreme organlarının yapı ve işlevini, yumurtlama ve yavrulama olaylarını, spermin oluşumunu,farklı hayvan türlerindeki çiftleşme biçimlerini ve üreme ile gelişime ilişkin diğer bütün yönleri tartışarak, üreme biyolojisinin temellerini attı.         Aristoteles 19.yüzyılın sonunda bile tartışılan iki sorunla daha o dönemde karşı karşıya gelmiştir.Bunlardan biri pangenez kuramı yani,vücuttaki her hücrenin üreme hücrelerine genetik malzeme sağlaması görüşüydü. İkincisi ise,ön oluşuma karşı sıralı oluşum tartışmasıydı.19.yüzyılda bile aşılamayan bu tartışmaları karşılaştırmaları ve üstün akıl yürütmeleri ile Aristoteles’in ele almış olması şaşılacak bir durumdu.        Ancak Aristoteles’in bazı yanlışları da yok değildi.Gözlemlediği bütün hayvan gruplarının dizileri yumurta üretirken,memeli dişilerinin de yumurtası olabileceği aklına gelmemişti.Bu nedenle, erkek sperminin dişinin menstrual kan pıhtısını şekillendirdiğini ve memeli embriyosunun bundan oluştuğunu düşündü.Onun ikinci bir hata daha yaptığına inanıldı.Kurbağa yumurtasından bir başka canlı değil de kurbağa oluşuyordu.Sanki yumurta onu bir amaca götüren bir bilgi içeriyordu.Bundan dolayı Aristoteles ‘’nihai neden ‘’ varsayımına yöneldi.Bu ‘’nihai neden ‘’in genetik program olduğu ancak bu dönemde anlaşılabildi.Gelişim biyolojisi Aristoteles’ten sonra 17.yüzyıla kadar herhangi bir ilerleme gösteremedi. "Yumurtadan çıkış bütün kuşlarda benzer biçimde gerçekleşir. Ama nüvenin oluşumundan kuşun oluşumuna kadar geçen süre, daha önce de söylendiği gibi farklılık gösterir. Ortalama bir tavukta embriyo üç gün üç gece içinde belirmeye başlar; daha büyük kuşlarda bu evre daha uzun, daha küçük olanlarda ise daha kısadır. Yumurta sarısı varlığa katıldıkça, sivri tarafa doğru, yumurtanın ana öğesinin bulunduğu ve yumurtanın çatladığı taraf büyür. Kalp, kan lekecikleri biçiminde yumurtanın akında belirmeye başlar. Bu nokta, yaşamı elinde taşırmış gibi çarpar ve devinir. Buradan, içinde kan bulunan iki damar yoluyla sarmal biçimde [yumurta maddesi büyüdükçe civardaki her iki zara doğru] yönelir; şimdi yumurta sarısını kaplayan ve lifleri taşıyan bir zar bu damarlardan itibaren oluşmaya başlar. Bir süre sonra beden fark edilmeye başlar; başlangıçta oldukça küçük ve beyazdır. Baş açıkça seçilebilir. Kafada gözler iyice dışa doğru şişmiş olarak fark edilebilir. Gözlerin bu durumu epey süre devam eder, ama yavaş yavaş küçülüp yuvalarına otururlar. Dış kesimde üst kısımla karşılaştırıldığında, alt kısım belirsiz bir biçimde görünmeye başlar. Kalpten başlayan iki damardan biri civardaki zara doğru, öteki göbek bağı gibi, yumurta
sarısına doğru gitmektedir. Civcivin yaşam öğesi yumurtanın akındadır; besin ise göbek bağı yoluyla yumurtanın sarısından sağlanmaktadır. "Yumurta on günlük olduğunda civciv bütün kısımlarıyla açıkça görülebilir. Kafa vücudun öteki kısımlarından daha büyüktür; gözler, bu dönemde siyah renkli ve fasulye tanesinden daha iridir. Üst deri soyulursa, içinde beyaz ve donuk bir sıvının olduğu, bunun güneş ışığında parladığı ve içinde sert bir maddenin bulunmadığı görülecektir. Bu dönemde daha iri olan iç organlar da görülebilir. Örneğin iç organların düzeni ve mide görülebilir; kalpten başlıyor gibi görünen damarlar ise göbekle yakın bir konumdadırlar. Göbek bölgesinden bir çift damar uzamıştır; biri, yumurta sarısını sarmalayan zara doğru (yumurta sarısı şu an sıvıdır ya da normalden daha sıvımsıdır), öteki de civcivi saran zarı, yumurta sarısını saran zarı ve aradaki sıvıyı hep birlikte saran zara doğru uzar. [Civciv büyüdükçe yumurta sarısının bir kısmı yavaşça yukarı doğru kayar ve beyaz sıvı arada kalır; yumurtanın akı sarının alt kısmındadır, dış kısımda olduğu gibi.] Onuncu günde yumurtanın akı en dış yüzeydedir; miktarı azalmış; maddesi katılaşmış; rengi solmuş ve yapışkanlık kazanmıştır.  "Kurucu bölümlerin düzeni aşağıdaki gibidir. Birinci ve en dışta, kabuğa ait olan değil, onun altındaki yumurta zarı gelmektedir. Bu zarın içinde ak bir sıvı vardır; daha sonra civciv ve onu sarmalayan, civcivi sıvıdan ayıran zar gelmektedir; civcivden sonra yumurta sansı gelmektedir. Daha önce açıklandığı gibi damarlardan biri buraya, öteki de beyazı kaplayan maddeye gitmektedir. [Serumu andıran bir sıvıya sahip bir zar iç yapıyı kaplamaktadır. Daha sonra, embriyonun hemen yanında, önceden açıklandığı gibi kendisini sıvıdan ayıran başka bir zar gelmektedir. Bunun altında yumurta sarısı vardır; o da başka embriyoyu her iki sıvıdan koruyan bir zar (bu zara yumurta sarısı, büyük damar ve kalbe giden göbek kordonunu yine bu zar içinden ilerletir) içine sarılmıştır.]  "Yirminci güne doğru eğer yumurtayı kırıp civcive dokunursanız, içeri doğru hareket edip kıpırdar; yirmi gün geçtikten sonra, civciv tüyle kaplanmış ve kabuğu çatlatmaya başlamıştır. Baş, sağ bacak üstünde böğüre yakın konumdadır ve 'kanat başın üstündedir; bu anda zarın bir doğum sonrasını andırdığını açıkça görebiliriz. Bu zar, kabuğun en dışındaki zardan hemen sonra çıkar. Bu zara göbek bağlarından birinin bağlı olduğunu (ve civciv bütün olarak şu an bunun içindedir) söylemiştik; yumurta sarısını çevreleyen ve ona doğru gittiği açıklanan ikinci göbek bağı da doğum sonrasını andırıyor. Bunların ikisinin de büyük damar ve kalp ile bağlantılı oldukları açıklanmıştı. Bu şartlarda dış doğum-sonrasına bağlı olan göbek bağı bozulur ve civcivden ayrılır. Yumurta sarısına götüren zar ise yaratığın ince bağırsağına bağlıdır. Şu anda yumurta sarısının önemli bir kısmı civcivin içindedir. Civcivin midesinde sarı bir pıhtı vardır. Bu ana kadar civciv, kalıntıları dış doğum-sonrasına doğru akıtır. Midesinde artıklar vardır; dıştaki 'kalıntı aktır (ve içerde beyaz bir madde vardır). Zaman geçtikçe yumurta sarısının büyüklüğü azala azala en son civciv tarafından tamamen tüketilip özümsenir (öyle ki, yumurtadan çıktıktan on gün sonra civcivi ortadan ikiye ayırırsanız, bağırsaklara bağlı küçük bir yumurta sarısı kalıntısını hala görebilirsiniz); ama kordondan ayrılmıştır ve aradaki aralıkta bir şey yoktur; çünkü tümüyle kullanılmıştır. Yukarıda belirtilen zaman boyunca civciv uyur, uyanır, yukarı bakar ve kıpırdar; kalp ve göbek bağı ise, yaratık soluk alırcasına titrer. Kuşlarda yumurtadan üreme hakkında bu kadar yeter."           Helenistik dönem ve İskenderiye okullarındaki çalışmaların az bir kısmı elimize ulaşmıştır.Ortaçağ Avrupası’nda ise Yunan bilimi Arap yazarlar sayesinde öğrenilmiştir. Galen ve İbni Sina ise tıp ve biyoloji bilgisinin en önemli kaynaklarıdır.Ama Ortaçağ bilimi Aristoteles’i birçok açıdan kaynak olarak görmekteydi.Ortaçağ’da embriyoloji, özellikle Historia Animalium’dan alıntılanan bölümü örnek alınmıştır.          Aristotelesçi geleneğin en iyi örneklerinden biri 1276 yılı civarında Romalı Giles tarafından yazılır.De Formatione Corporis Humani in Utero adlı bu çalışmada, erkek ve dişi ebeveynin doğurganlık sürecine katkılarına ilişkin kuramsal tartışmalar bulunmaktadır.Ayrıca burada, insanın embriyolojik gelişimini de içine alabilecek,ceninin gelişimine ilişkin açıklamalar yer alır.         1604 yılına gelindiğinde ise Fabricius,De Formato Foetu adlı çalışmasındaki sistemleri Aristoteles’in daha önceden kaydettiği çalışmalara oldukça benzerdi.Ayrıca Romalı Giles’in de üzerinde durduğu bazı sorunları tartışmıştı. Farmakoloji Farmakoloji ya da eczabilim (Antik Yunancada: "farmakon" (φάρμακον)=ilaç; logos(λόγος)=bilim demektir) günümüzdeki anlamıyla canlı organizmadaki (deney hayvanı ve insan) ilaç etkilerini ve canlı organizmaya alınan ilaçların yapısını inceleyen bir bilim dalıdır. Yeni sentezlenmiş veya bitkilerden ayrıştırılmış maddelerin etkilerini biyolojik yapısını laboratuvar çalışmaları ile deney hayvanlarında, klinik araştırmalar ile insanlarda inceleyerek ilaç geliştirme çalışmalarına katkı veren bir tıp ve eczacılık bilimidir. Diğer bir deyişle, ilaçların yapımından, kullanıma sunulmasına, ilaçlar ile biyolojik dizgeler arasındaki etkileşimleri inceleyen bilim dalıdır. Farmakoloji, deneyleri ve canlılar üzerindeki araştırmalardan klinik uygulamaya değin uzanan bu karmaşık ve yoğun süreci birçok alt dalı ve yardımcı bilim dalları ile yakından bağlantılı yürütür. Günümüzdeki anlamıyla canlı organizmadaki (deney hayvanı ve insan) ilaç etkilerini ve canlı organizmaya alınan ilaçların yapısını inceleyen bir bilim “ dalıdır. Yeni sentezlenmiş veya bitkilerden ayrıştırılmış maddelerin etkilerini biyolojik yapısını laboratuvar çalışmaları ile deney hayvanlarında, klinik araştırmalar ile insanlarda inceleyerek ilaç geliştirme çalışmalarına katkı veren bir tıp ve eczacılık bilimidir. Günümüzde ilaçlar birçok bitkisel kaynaklardan elde edilmektedir. Afyon alkoloidleri, kalp glikozidleri, enzimler, selüloz, yağlar, esanslar bunların başşlıcalarıdır. İlaç yapımında bitkilerin kök, gövde, yaprak, çiçek, tohum, kabuk vb. kısımları kullanılır. Hormonlar, serumlar, enzimler, gamma glugobin gibi... Küf mantarından elde edilen penisilinler, bazı antibiyotikler gibi... Tabii kaynaklıl ilaçların daha bol ve daha ucuz olarak elde edilmesi zehirli ilaçların geliştirilmesi ilaçların yan etkilerinin azaltılaması amacıyla laboratuvar ortamında sentez yoluyla elde edilen ilaçlardır. Sülfonomidler, bazı hormonlar, eter, yarı sentetik penisilinler gibi... Hastalıkların teşhiş ve tedavisinde, tıbbi araştırmalarda kullanılır. İyot, demir, kalsiyum, sodyumklorür gibi... Kardiyoloji Kardiyoloji, kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarını inceleyen bilim dalıdır. Kardiyoloji önceleri iç hastalıklarının (dahiliye) bir alt dalı iken günümüzde ayrı bir anabilim dalı olarak çalışmaktadır. Yapılan araştırmalar ile biriken bilgi birikimi ve gelişen yeni teknolojiler, diğer araştırmalı ve/veya uygulamalı bilim dallarında olduğu gibi, kardiyoloji alanında da büyük gelişmeler olmasını ve alt bilim dallarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kardiyoloji son 30-40 yıl içerisinde tahminlerin ötesinde bir gelişme kaydetmiştir ve bu gelişmeler artarak devam etmektedir. Bu gelişmelerle birlikte, kardiyoloji içerisinde oluşmuş kimi alt dallar şunlardır: Tabii, alt dalların ortaya çıkması ve bunların üzerinde özelleşen doktorların ve araştırmacıların çalışması da yeni tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine imkân sağlamaktadır. Kardiyoloji biliminin tanı ve sağaltımını (tedavi) sağlamak için çalıştığı hastalıklar arasında, günümüzün en önemli sağlık sorunları arasında yer alan bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bu hastalıkların birkaçı şöyle sıralanabilir: Nefroloji, endokrinoloji gibi dalların da ilgi alanına giren yüksek tansiyon, çeşitli hastalıklara bağlı olarak gelişen kalp yetmezliği, doğuştan ya da çeşitli hastalıklara bağlı olarak gelişen kalp kapak hastalıkları ve benzeri pek çok hastalık da kardiyolojinin tanı ve sağaltımı için uğraştığı hastalıklardandır. Kardiyolijinin kullandığı tanı araçlarından bazıları şunlardır: Kardiyolojide, yataklı tedavi verdiği hastaları genel servis ve Koroner yoğun Bakım ünitelerinde(KYBÜ) yatırarak tedavi etmektedir. KYBÜ'ler genel durumu ağır acil müdahale gerekebilecek hayati tehlikesi söz konusu olan(Kalp Krizi geçirenler gibi) hastaların takip edildiği birimlerdir. KYBÜ kabul edilen hastaların Kalp Ritimleri, Tansiyonları, Nabız sayıları, Kan oksijen miktarları tüm hastaların bağlı olduğu merkezi bir monitörle takip edilmekte olup bu monitörler test edilen değerlerde bir anormallik olduğunda görevli personeli alarm vererek uyarmaktadır. Genel durumu düzelen hayati tehlikesi ortadan kalkan hastalarda tetkik ve tedavisine devam etmek üzere genel servislere alınarak takip edilmektedir. Günümüzde artan ihtiyaçlar doğrultusunda Kalp Damar Hastalıkları alanında profesyonelleşmiş hastaneler kurulmaktadır. Türkiye'deki bu tip hastanelerden bazıları Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi, Siyami Ersek ve Koşuyolu Kalp Damar Hastalıkları Hastanesidir. Temel Anatomi (Kalbin yapısı) Dolaşım sistemi (Vücudun kan desteği) Pulmoner dolaşım (Kanın oksijenlenmesi) Kalpte uyarı iletimi (Kalbin elektriksel sistemi) Temel kalp fizyolojisi Nihal Atsız Hüseyin Nihâl Atsız (12 Ocak 1905, Kadıköy, İstanbul – 11 Aralık 1975, İstanbul), Türk yazar, şair, düşünür ve öğretmen. Türklerin tarihini konu edindiği edebî eserleri, tarih araştırmaları vardır. Türkçü-Turancı dünya görüşüne sahiptir. Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Çiftçioğulları ailesinin tespit edilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır. Ahm
et Ağa'nın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağa'nın çocukları Midi'den, Yozgat'ın Akdağmadeni ilçesinin Dayılı köyüne göçmüşlerdir. Şakir Ağa'nın evladı olup olmadığı bilinmemektedir. Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1832 - 1894) ise 1850-1852 şıralarında Deniz eri olarak Istanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun'da kalmış ve makine önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı'na terfi etmiştir. Hüseyin Ağa'nın eşi Emine Hayriye Hanım'dır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877- 1944). Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur. Mehmet Nail Bey'in ilk eşi 1903 yılında Yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884 - 1930)'dır. Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanım'ın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzon'lu olup ailesi Kadıoğulları namı ile maruftur. Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'te Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi. 1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmet Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmet Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır. Nejdet Sançar'ın ağabeyidir, Yağmur Atsız ve Buğra Atsız'ın babasıdır. Tarihçi, Türkolog Rıza Nur'un manevi evladıdır. Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul'da doğdu. İlköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde "(İstanbul Lisesi)" yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye ye yazıldı. Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır. Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır. 1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu'nun Edebiyat Fakültesi'nin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünûnu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrılmış, Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır. Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin "Türkiyat Mecmuası"nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası Mehmet Fuad Köprülü'nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur. Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâilî Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu. Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır. Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır. Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar "Atsız Mecmua"yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu "Türkçü ve Köycü" dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur. Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını "H. Nihâl" imzasıyla, hikâyelerini de "Y.D." imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. 1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav'ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir. 19 Eylül 1932'de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, "Atsız Mecmua"nın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir. Üniversiteden çıkarılmasından birkaç gün sonra Atsız, Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı'nı Tokatlıyan Oteli'ndeki bir çayda yakalayıp yüzlerce kişinin önünde tokatlamıştır. Atsız'a bu hadise için hiçbir şekilde tepki gösterilmemiştir. Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya'da kısa bir müddet (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay kadar kısa bir müddet devam etmiştir. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933). Atsız, Edirne'de iken "Atsız Mecmua"nın devamı mahiyetindeki aylık Türkçü dergi "Orhun"u (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9) yayımlamıştır. "Orhun" dergisinde, Türk Tarih Kurumu tarafından çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir şekilde eleştirdiği için 28 Aralık 1933'te bakanlık emrine alınmıştır ve "Orhun" dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır. Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin olunmuştur. Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975 tarihinde ayrılmıştır. Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir. Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi'ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziranının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur. Atsız, Boğaziçi Lisesi'nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper'in de teşvikiyle "Orhun" dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır. II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist faaliyetlerin arttığını düşünen Atsız, "Orhun"un Mart 1944'te yayınlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında "Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir." diyen devrin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'na hitaben bir açık mektup yayımladı. Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saracoğlu'na hitaben ikinci açık mektubunu yayımlayarak Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist faaliyetlerde bulunduklarını ve Millî Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'i istifaya çağırdı Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir galeyana sebep olarak başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehirde, antikomünist gösterilere yol açtı. Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944'te Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliğine son verdi. "Orhun" dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatıldı. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna rağmen dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitmiş ve Türkçü gençler tarafından istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edildi. Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçti. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır. Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali'ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "millî tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir. Atsız, cezasının ertelenmesine rağmen 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tevkif edilmiştir. 19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır şekilde eleştiren nutkunu söylemiş ve bu nutuk üzerine de Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence
gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6 yıl 5 ay hapse mahkûm olmuştur. Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir. 5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Âli Yücel davası adı ile tanınmıştır), 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir. Bu dava ile ilgili Hayri Yıldırım tarafından "3 Mayıs 1944 Irkçılık Turancılık Davası" adında bir kitap yazılmıştır. Nisan 1947'den Temmuz 1949'a kadar kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir müddet Türkiye Yayınevi'nde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da Sururi Ermete adlı şahsın adı ile yayınlamak zorunda kalmıştır. Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir. Bir müddet bu vazifede çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950'de Haydarpaşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliği'ne tayin olmuştur. 4 Mayıs 1952 tarihinde Ankara Atatürk Lisesi'nde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konferans üzerine "Cumhuriyet" gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu tespit edilmiştir. Fakat Atsız 13 Mayıs 1952 tarihinde Haydarpaşa Lisesi'ndeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesi'ndeki görevine tayin edilmiştir. 31 Mayıs 1952 tarihinden itibaren emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine kadar Süleymaniye Kütüphânesi'nde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphânedeki memuriyet olmuştur. Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962'de kurulan Türkçüler Derneği’ nin genel başkanlığını üstlendi. 1964'ten vefatına kadar "Ötüken" dergisini yayımladı. Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep'e giderken bir işçinin kendisine "idareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar" sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür." demiş; Atsız bunun üzerine, "Ötüken"in Nisan 1967'de yayınlanan 40, sayısından itibaren "Konuşmalar, I" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu Mitinglerinde Perde Arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof Uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayınladığı seri makalelerinde, Marksistlerin Doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını iddia etmişti. Bu makaleler hakkında savcılıkça soruşturma açılmış fakat Atsız'a hiçbir suçlamada bulunulmamıştır. Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış ve aynı günlerde Adalet Partisi Diyarbakır senatörlerinden biri, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır. Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık tahkikat açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın devam ettiği 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilân edilmiştir. Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, "Ötüken"in sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i on beşer ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik ekseriyetle verilen bu karar, temyiz edilince Yargıtay tarafından bozulmuştur. Fakat aynı mahkeme 2-1'lik kararda ısrar edince, Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir. Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" şeklinde değiştirilmiştir. Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevi'ne sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir müddet sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevi'ne nakledilmiştir. Atsız, kesinleşen 1.5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın affını istemiştir. Atsız, suç işlemediğini belirterek bizzat af talep etmediği halde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını affetmiştir. 22 Ocak 1974'te Bayrampaşa Cezaevi'nden tahliye edilen Atsız, 1.5 yıllık cezasının 2.5 ay kadarını cezaevinde geçirmiştir. İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın tarifi ile "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan" Atsız, ateşli ve keskin bir üslûba sahip idi. Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir. 13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı'nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir. Osman Ağa Camii'nde cenaze namazı kılındıktan sonra İmam'ın ""Merhumu nasıl bilirdiniz?"" sorusuna Fethi Gemuhluoğlu yüksek sesle: ""Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, hoca efendi!"" demiştir. Nihal Atsız, çocukluk döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun son birkaç yılına, gençlik döneminde ise Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına tanıklık etmişti. Yaşadığı dönemde yükselişe geçmiş olan Türk milliyetçiliğinin etkisi altına girmiş ve bu fikir akımının sıkı bir savunucusu olmuştur. Atsız, kendisini Türkçü, milliyetçi ve Turancı olarak tanımlamıştır. Türkiye'de 1960'lı ve 1970'li yıllarda çokça destekçi bulmuş olan sosyalizm akımına ve İslamcılığa şiddetle karşı çıkmıştır ve bu akımların karşısında bulunmuştur. Yaşamı boyunca sol görüşlü kimseler tarafından kendisine pek çok kez "faşist" olduğu suçlamasında bulunulmuştur fakat Atsız kendisinin bir faşist olmadığını, yalnızca bir Türkçü-Turancı olduğunu yinelemiştir. Türk-İslam sentezini savunan Ülkücülerle ortak çalışmada bulunmamıştır. Öz Türkçülüğün savunucusu olmuştur. Gençliğine ait bir fotoğrafındaki saçlarını tarayış biçiminden dolayı Adolf Hitler'e özendiği iddiasında bulunan kimselere yanıt olarak şunları yazmıştır: Atsız, parti fanatizmine karşı çıkmıştır. Ona göre, bir ülkü sahibi olmayan siyasi partiler Türkçülüğe hizmet etmeyeceklerdir çünkü siyasi partilerin varlığı kalıcı değildir. Fanatiği olunabilecek şey, fikirlerdir; partiler değildir. Bunu "Türkçülük ve Siyaset" adlı makalesine açıklamıştır. Atsız'ın yukarıda sözü edilen görüşleri çoğunlukla doğrudan kendi ağzından alıntıdır, fakat birkaç yönden eksiktir. Özellikle "Ruh Adam" adlı romanında ortaya koyduğu kadarıyla kağancı(kralcı)dır. Hatta bu kağancılığı o kadar ileridir ki özellikle Sultan Vahdettin hakkında onu savunmak için yazdığı (Tanrıdağ, 10, 11. sayı, 10, 17 Temmuz 1942) görüşleri Atatürk'ün Vahdettin hakkında söyledikleri ile büyük ölçüde çatışmaktadır (Özellikle Vahdettin'in Atatürk'e 40000 altın verdiği savının mantıksal hiçbir dayanağı yoktur).. Türkçülüğün öncülerinden olan Nihal Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. "Deli Kurt" adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. "Ruh Adam"’daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. "Ruh Adam"’ın devamı olarak "Yalnız Adam"’ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisinin 3. cildi idi. Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir eseri de vardır . Nihâl Atsız'ın şiirleri "Yolların Sonu" adı ile kitap halinde basılmıştır. Çamlıhemşin Çamlıhemşin (Lazca: ვიჯა/Vica ya da ვიჯაკუდელი/Vicaǩudeli), Rize'nin bir ilçesidir. Çamlıhemşin'in eski adı Vicealtı'dır. Cumhuriyetin ilanından önce 1922 yılında karakol merkezi oluşturuldu. 1953'te ise Ardeşen ilçe olunca Vicealtı, Çamlıca adı ile bu ilçeye bağlandı. 1954'te bucak binası yapıldı. 1955'te belediye kuruldu. 27 Haziran 1957'de yürürlüğe giren 7033 sayılı kanun ile Çamlıhemşin adını alarak ilçe haline getirildi. İlçenin kuruluşu 1960'larda tamamlandı. Pazar, Ardeşen, Çayeli, Hemşin, İspir, İkizdere ve Yusufeli ilçeleri ile sınırları olan Çamlıhemşin; Doğu Karadeniz Bölümü'nde Rize ilinin ilçe merkezlerinden biri olup, kıyıdan içeride Fırtına Deresi vadisi 41.8 kuzey enlemi ile 41.01 doğu boylamının kesinleştiği noktada, vadi tabanında denizden yüksekliği 300 metre dolayında bulunmaktadır. Bazı mahallelerde ise bu yükseklik 700 metreyi aşmaktadır. İlçe, toplamda 885 kilometrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Bu alanın %80'i ormanla kaplı, dağınık ve tepelik alanlardan ibaret olup, düz alanlar hemen hemen yok gibidir. Çamlıhemşin, Rize ilinin denize sınırı olmayan ilçelerinden biridir. Denizden güneye doğru 22 km'lik kara yolu uzunluğunda ve içeridedir. İlçenin güneyi, doğu-batı doğrultusunda kavis çizen
ve denize paralel olan, yükseklikleri 2.000-4.000 metreyi bulan Kaçkar Dağları ile çevrilidir. Bu dağ silsileleri içinde 3.932 metre yüksekliğe sahip Kaçkar Dağı yine yüksekliği 3.711 metreye ulaşan Verçenik Dağı ve yükseltileri 2.000 metreyi geçen birçok dağ ve tepeleri mevcuttur. Kaçkar Dağları üzerinde jeomorfolojik olaylar sonucu oluşmuş birçok irili ufaklı krater gölleri mevcuttur. Büyük Deniz Gölü, Meterez Gölü, Yıldız Gölü, Dönen Gölü, Serincef Gölü ve Kara Göl bunlardan bazılarıdır. Arazinin meyilli olması nedeni ile ilçedeki akarsular 70 km'lik bir uzaklıktan 3.000 m rakımdan 0 rakıma düşmektedir. İlçe merkezinden geçen Fırtına Deresi'nden dolayı da Fırtına Vadisi olarak anılır. Fırtına Deresi, Kaçkar ve Verçenik vadilerinden gelen Elevit Deresi ve Palovit Deresinin birleşimi olan büyük dere ile Hala Deresinin (Ayder Deresi) birleşmesinden oluşur. Fırtına Deresi Pazar, Ardeşen sınırından Karadeniz'e dökülür. İklimi her mevsim yağışlıdır. Sıcaklık kışın -7 dereceye kadar düşmekte, yazın ise 25 dereceye kadar yükselmektedir. Günlük en yüksek sıcaklık farkı 23,6 derece olmaktadır. Yıllık metrekareye düşen yağış miktarı 245 cm³'ü bulmaktadır. Havadaki nem oranı ise %10 ile %97 arasında değişmektedir. Çamlıhemşin Rize İlinin 11 ilçesi içinde gerek toplam ilçe nüfusu gerekse merkez nüfusu bakımından en küçüklerindendir. İlçe kilometrekareye 16 kişilik nüfus yoğunluğu ile ilin tenha ilçelerinden biridir. İlçe nüfusu 30 Kasım 1997 yılı Genel Nüfus Sayımı kesin sonuçlarına göre 8.454'tür. Şehir merkezinin nüfusu 2.204, köylerin nüfusu ise 6.250'dir. 2000 Yılı Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre ise toplam 8.206 olup, merkez nüfusu 2.355, köylerin nüfusu ise 5.851'dır. 6 mahalle ve 27 köyden oluşmakta olup, yöredeki nüfusun büyük bir kısmı mevsimlik işçi olarak kışın büyük şehirlere çalışmaya gitmekte, yazın ilçeye dönmektedir. İlçede Sağlık Merkezi ve Merkez Sağlık Ocağı aynı binada hizmet vermekte olup, küçük çapta bakım ve onarım ihtiyacı bulunmaktadır. Ayrıca İlçe komşu ilçelere uzak olması nedeni ile Sağlık Merkezinin acil müdahale açısından yetersiz olduğundan acil müdahaleler için gerekli tıbbı malzemelerin temini gerekmektedir. İlçe halkı genellikle gurbetçi olup, mevsimlik olarak çalışmaya gitmekte, bir kısmının ise büyük şehirlerde fırın, lokanta, pastane gibi işleri olup, buralarda çalışmaktadırlar. İlçede kalanlar ise çay tarımı, hayvancılık ve orman işleri ile uğraşmaktadırlar. Kültür balıkçılığı ve arıcılık da önemli uğraş alanlarındandır. Ayrıca İlçemizde turizm faaliyetlerinden geçimini sağlayanların sayısı da hızla artmaktadır. İlçede eğitime karşı ilgi düşüktür. İlköğretimden sonra özellikle kız çocuklarında liseleşme oranı düşüktür. İlçe köylerinde ve ilçe merkezinde toplam olarak 27 ilkokul mevcuttur. Bunların 6'sı eğitim öğretime devam etmekte, 3 tanesi taşımalı sistemle eğitim öğretim vermektedir. Şehir Merkezinde 1 İlköğretim Okulu, 1 Lise, 1 İmam-Hatip Lisesi, Dikkaya ve Topluca Köylerinde 1'er İlköğretim Okulu bulunmaktadır.İlçede okur yazarlık oranı %97'dir. Mimari olarak evler incelendiğinde genellikle yamaçlara inşa edilen evlerin arka tarafının duvar ile örülüp dağın yamacına yaslandığı, ön tarafının ve diğer iki köşenin açıkta bırakıldığı görülür. Bölgede bulunan eski evlerin çoğu yüz yıldan yaşlıdır. Yapılarda tamamen doğal ahşap malzemeler kullanılmış, bilhassa kestane, gürgen ve çam türü ağaçlar tercih edilmiştir. Bunda en önemli etken bu ağaçların dayanıklı ve kolay bulunur nitelikte olmasıdır. Evlerin yapımında tahtalar birbirine geçmeli olarak hazılanmıştır. Bu yöntemin avantajı hiçbir bağlantı malzemesi gerektirmeden yapıyı birbirine bağlamasıdır. Evlerin arka kısmı tepeye yaslanmış olarak inşa edilmiş olduğundan, evlerin asıl yaşam alanı iç bölgelere kaydırılmıştır. Çoğunluğu kare ve dikdörtgen plan şeklinde tasarlanmıştır, tuvaletler ve banyolar çok az evde yapının içerisinde bulunur. Genellikle iki katlı inşa edilirler. Aslında yaşam alanı tek kattır ancak yamaçta inşa edildikleri için evin temelinin bulunduğu kısım yamaç dolayısıyla bir boşluk oluşturmuştur. Bu boşluklar da ahır olarak tasarlanmıştır. Evlerin çoğunluğu dört veya altı oda ("bulma" adı verilir), bir ana oda ("heyet-salon" adı verilir), bir de evin giriş kısmı olan geniş boşluktan oluşur. Neredeyse bütün evler çift kapılıdır, kapıların biri sağda, diğeri solda konumlandırılmıştır. Bulaşık, çamaşır yıkama yeri ve tuvaletler evin sol kapısının dış tarafında inşa edilmiştir. Evlerin arkası yamaca dayanırken ön tarafı karşıya bakar, yani evin arka kısmı toprağa dayanırken ön kısmı boşluktadır. Bu boşluklar, örülen ahır duvarları ve dalları kesilmiş dev gürgen ağaçları ("ungura" adı verilir) ile desteklenmiştir. Denge maksadıyla evlerin ağırlık kısımları da arka tarafta toplanarak rüzgar ve zemin kaymalarının yaratabileceği tehlikeler önlenmeye çalışılmıştır. Eski köklü ailelerin evleri birden çok katlı olmakla beraber bu evlerde ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleri bulunur. İlçede en önemli ekonomik faaliyet olarak turizm ön plana çıkmaya başlamıştır. Ayder Turizm Bölgesi 1200 yatak kapasitesine sahiptir.İlçemizin kuzey kesiminde kalan bölgesinde ise çay tarımı, hayvancılık ve yarıcılık ekonomik faaliyetler olarak ön palana çıkmaktadır. Ayrıca arıcılık ve kültür balıkçılığı da önemli ekonomik faaliyetler arasındadır Turizmin Geliştirilmesi Amacıyla Küçük ve Orta Boy Konaklama Tesislerini Geliştirme Projesi : Bölgeye ve Rize İline yönelik turizm hareketleri dikkate alındığında Ayder, Yaylaköy (Elevit), Çat gibi orman köyleri ve yayla merkezlerinde başlangıçta 10-20 yataklı, daha sonra 20-30 veya 30-40 yataklı, küçük ve orta boy konaklama tesislerinin ve aile işletmelerinin kurulması ve kurulu olanların hizmet standartlarını daha da geliştirilmeleri önem ve öncelik taşımaktadır. Bu nedenle yerel yönetim ve ilgili merkezi yönetim kuruluşlarının "özgün mimari projeler" hazırlaması ve yatırım yapmak isteyenlere proje yardımında bulunulacaktır. Türk bestecilerin zaman çizelgesi Not: Zaman çizelgeleri henüz Unicode karakterleri desteklemediğinden, bazi Türkçe karakterler görüntülenememektedir. Batum Batum (Gürcüce-Lazca: ბათუმი / Batumi), Gürcistan'ın özerk cumhuriyeti Acara'nın başkenti olan Karadeniz kıyısındaki liman kenti. Nüfusu 190,000 (2013 sayımı) olan Batum, önemli bir liman ve ticaret merkezi olarak hizmet vermektedir. Subtropikal bir bölgede yer almaktadır. Narenciye ve çay gibi tarımsal ürünler bakımından zengindir. Batum, Transkafkasya Demiryolu’nun ve Bakü petrol boru hattının son bulduğu önemli liman ve ticaret merkezidir. Türkiye sınırına 20 kilometre uzaklıktadır ve subtropikal iklimin olduğu bölgede bol meyve ve çay yetişir. Petrol rafinerisi ve gemi yapımcılığıyla da tanınmıştır. Türkiye’yi karayoluyla Gürcistan ile Azerbaycan’a ve Orta Asya cumhuriyetlerine bağlayan Sarp Sınır Kapısı Batum’a açılır. Batum’un eski Yunan kolonisi olarak "Batis" adıyla kurulduğunu sanılır. Kent, ortaçağa değin Gürcü krallıklarının ve prensliklerinin yönetimlerinde kaldı. İlkçağ'da Pers İmparatorluğu'nun egemenlik sınırı içinde "Bathys" diye anılan kent, önce Pontos Krallığı'nın daha sonra ise Romalıların eline geçti. Ortaçağda Gürcistan'a bağlandı. XIII. yüzyılda Moğol egemenliğine girdi. 1564'te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar tarafından fethedildi. Lazistan Sancağı'nın merkezi oldu. 314 senelik Osmanlı egemenliğinden sonra, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusya’nın işgaline uğradı. Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile şehir Rusya'ya bırakıldı. I. Dünya Savaşı sırasında Rusya'nın bölgeden çekilmesiyle şehir Brest-Litovsk Antlaşması uyarınca 14 Nisan 1918 tarihinde Osmanlı Devleti’ne geri verildi. Mondros Mütarekesi uyarınca önce İngilizlere, sonra Gürcistan'a bırakıldı. 1918 yılında kurulan Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı. Misak-ı Milli sınırları içerisinde sayıldığı için, Akif Sümer, Ahmet Fevzi Erdem, Ali Rıza Acara, İmamzade Edip Dinç ve Hahutzade Ahmet Nuri Efendi, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Batum milletvekilleri olarak katıldılar. Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Artvin ve Ardahan geri alınırken, 7 Mart 1921'de Batum da alındı, Fakat 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması gereğince Bolşevik ordularının ele geçirdiği Gürcistan’a bırakıldı. Ancak cepheye antlaşma ile ilgili haber ulaşmadığı için 20 Mart'ta 11. Kızıl Ordu'ya bağlı süvari alayı, TBMM Ordusu birliklerine saldırdı ve bir kısımını esir aldı. 1877 öncesinde 15.000’e kadar yükseldiği şeklinde bilgiler mevcut olan Batum bölgesinin şehir nüfusu, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile buradaki Müslümanların Anadolu’ya doğru göçleri sonucunda 8.671’e kadar gerilemiştir. 1880 yılından sonra ise başta petrol olmak üzere sanayinin gelişmesi ve Batum demiryolunun yapılması gibi nedenlerle Batum’un şehir merkezinde, Rus ve Ermenilerin nüfusu artmaya, Müslümanların sayısı ise azalmaya başlamıştır. Böylece 1917 yılına gelindiğinde Batum’un şehir merkezinde Müslüman nüfusun oranı %15’lere kadar gerilemiştir. Fakat 1918 yılında şehrin Osmanlı idaresine geçmesi ile 1878’den sonra şehirden ayrılanların geri dönmeye başlaması sonucunda Müslümanların nüfus oranı %37’ye kadar yükselmiştir. Kent, 16 Temmuz 1921'de kurulan Acara Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin yönetim merkezi oldu. Moskova Antlaşması'nın teyidini sağlayan Kars Antlaşması sonucunda Sovyet Gürcistanı'na bırakılması onandı. Yapılan antlaşmaya göre Acaristan özerk cumhuriyetinin özerkliği Türkiye devletinin garantörlüğü altındadır. Batum (Acaristan) Rusya'ya verilirken bazı kurallara uyma zorunluluğu ile bırakıldı. Bunlardan en önemli maddesi: Batum (Acaristan) sınırları içindeki halkın etnik kimliğine, dini kimliğine kesinlikle müdahale edilmeyeceğidir. Bu kurallara uyulmaması halinde ise Türkiye Cumhuriyeti Devletinin müdahale hakkı vardır. Gürcistan’ın 1991’de bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Acara özerk cumhuriyeti yönetiminin başına Aslan Abaşidze geldi. Mayıs 2004’te Ab
aşidze iktidarı, merkezi yönetimin desteğindeki halk hareketiyle son buldu. Batum’da subtropikal iklim egemendir. Kentte ve çevrisinde subtropikal bitkiler yetişir. Parklar, çay plantasyonları ve turunçgiller önemli yer tutar. Batum’da ortalama sıcaklık 14 °C’dir. En soğuk ay olan Ocak ortalaması 6 °C olarak ölçülür. En sıcak aylar olan Temmuz ve Ağustos ortalaması ise 22 °C olarak gerçekleşir. Batum’da en düşük sıcaklık olarak -7 °C ve en yüksek sıcaklık olarak da 40 °C kaydedilmiştir. 31 Mart 2008 Tarihli Şehir meclisi Kararına Göre 7 Alt bölgeye ayrılmıştır : Türkiye’de yaptığı havalimanlarıyla tanınan TAV’ın yeniden inşa ettiği uluslararası Batum Havalimanı 2007 yılında açıldı. Batum, Mahincauri istasyonundan başlayan demiryoluyla da Tiflis’e bağlanır. Sarp Sınır Kapısı’ndan Gürcistan’a açılan karayolu Batum kentinden geçer. THY 2008 yılından itibaren İstanbul-Batum uçuşlarını başlatmıştır. Türkiye vatandaşları pasaport ve vize aranmaksızın Batum Havaalanı'na inerek Hopa ilçesine gelebilmektedirler. Ayrıca Trabzon'dan her gün Batum'a karayoluyla otobüs seferleri düzenlemektedir. Batum’un nüfusunun çoğunluğu Gürcüler'den (Acarlar dahil) oluşur. Gürcüler (ve Acarlar) (104.313), Ermeniler (7.517), Ruslar (6.300), Abhazlar (800), Ukraynalılar (770), Rumlar (587), Azeriler (301), Osetler (142) ve Lazlar gibi diğer etnik kökenden nüfus da bulunmaktadır. Batum önemli bir liman kentidir. Aynı zamanda önemli bir tatil merkezi olan kent, botanik bahçeleri ve tropik bitkileri bakımından zengindir. Liman tarafından binilen bir teleferik hattıda mevcuttur. Şehrin görülmeye değer yerleri arasında Osmanlı döneminden kalma Orta Cami adlı cami, Acara Devlet Müzesi, Batum Botanik Bahçesi, İsa'nın 12 havarisinden Aziz Matthias’ın anıt mezarını barındıran Roma döneminden kalma Apsaros kalesi, 20. yüzyılda yapılmasına karşın Gürcü Mimari karakterini yansıtan Eski Postane Binası, Karadeniz kıyısındaki Batum Devlet Parkı, Akvaryum ve sirk sayılabilir. Batum Bulvarı, Piazza Meydanı, Tiyatro Meydanı, Avrupa Meydanı ve Medea Heykeli, Chacha Tower diğer görülecek yerler arasında yer alır. Batum’daki en önemli öğretim kurumu, 1990 yılında açılan Batum Üniversitesi’dir. Thomas Jefferson Thomas Jefferson (13 Nisan 1743 - 4 Temmuz 1826), Amerika Birleşik Devletleri üçüncü başkanı olup, 1801-1809 tarihleri arasında başkanlık yapmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin asıl yazarı olması ve ABD'deki Cumhuriyetçilik akımının ideallerini savunması ve yayması nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları arasında en etkili olanlarından biri olarak kabul edilir. Jefferson, Amerika'yı hep Cumhuriyetçiliği savunan ve İngiliz İmparatorluğu'nun emperyalizmine karşı gelen büyük bir Özgürlük İmparatorluğu'nun ardındaki güç olarak tahayyül etmiştir. Jefferson hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde 26. sırada yer almaktadır. Amerikan Kongresi, Bağımsızlık Bildirgesi'ni yazmaları için Jefferson ile beraber John Adams, Benjamin Franklin, Roger Sherman ve Robert R. Livingston'ı görevlendirmiştir, ama komite bildirgenin ilk taslağını kaleme alma görevini Thomas Jefferson'a vermiştir. Virginia Eyalet Meclisi'nde çalışmış ve daha sonra Virjinya valisi olmuştur. Görevi başındayken yasaları daha demokratikleştirmeye çalışmış, dinî özgürlük sağlanması için büyük çabalar harcamıştır. 1784-1789 yılları arasında Fransa'da büyükelçilik görevinde bulunmuş ve Fransız İhtilâl'i yandaşlarına, kendisi de Amerika'nın bağımsızlığını savunduğu için yakınlık göstermiştir. 1790 yılında Amerika'da George Washington'ın bakanı olmuş fakat bakanın diğer danışmanları ile arasında anlaşmazlıklar yaşandığı için görevinden ayrılmıştır. 1801 yılında kendisi başkanlığa adaylığını koymuş ve rakibi Aron Burr ile aldığı oy sayısı eşit çıkınca Temsilciler Meclisi tarafından oybirliği ile başkan seçilmiştir. Jefferson görevi süresince endüstrileşmeye karşı çıkmış, Amerika halkının tarımcı yapısını korumaya çabalamıştır. Avrupa ile Amerika arasındaki ticarî ilişkilere bazı yasaklar koymuş iki dönem başkanlık yaptıktan sonra üçüncü kez adaylığını koymamış ve kendi kurmuş olduğu Virjinya Üniversitesi'ne dönmüştür. ABD'nin 50. bağımsızlık gününde hayatını kaybetmiştir. 2. Başkan John Adams'dan birkaç saat önce ölmüştür. Son sözleri ise "Is it the fourth?" (Bugün dördü mü?) oldu. 13 Nisan 1743 tarihinde, ailesinin on çocuğundan üçüncüsü olarak dünyaya gelmiştir. Virginia'nın güçlü bireyleri ile sıkı bağları olan bir aileye mensup olup, kardeşlerinden ikisi çocuk yaşta hayatlarını kaybetmiştir. Annesinin ismi Jane Randolph Jefferson, babasının ismi ise Peter Jefferson'dır. Babası Peter Jefferson'ın atalarının büyük olasılıkla Galli oldukları düşünülmektedir. 1752'de İskoçyalı bir rahip olan William Douglas'ın eğitim verdiği yerel bir okulda eğitime başladı. Dokuz yaşından itibaren Latince, Antik Yunan ve Fransızca öğrenmeye başladı. 1757 yılında on dört yaşındayken babasının ölümü üzerine, 20 km² arazi ve birçok köle kendisine miras kaldı. Bu arazi üzerinde daha sonraları Monticello olarak adlandırılacak olan kendi evini inşa etmiştir. Babasının ölümünün ardından 1758 ile 1760 yılları arasında rahip James Maury'nun okuluna devam etti. Bu okulda klasik eğitimin yanında tarih ve bilim dersleri aldı. 1760 yılında 16 yaşında Williamsburg'da bulunan the College of William & Mary ismindeki yüksek öğrenim kurumuna girdi ve iki sene sonra en yüksek notlarla buradan mezun oldu. William & Mary'de Profesör William Small'dan felsefe, matematik ve metafizik dersleri aldı. Small, Jefferson'a İngiliz deneyselcilik akımının öncüleri olan John Locke, Francis Bacon ve Isaac Newton gibi bilim adamlarının çalışmalarını ilk olarak tanıtan kişidir (Jefferson, daha sonra bu üç isim hakkında "dünyanın yetiştirdiği en büyük üç adam" tanımlamasını yapmıştır). Çok meraklı bir öğrenci olan Jefferson, okulda bulunduğu süre içerisinde pek çok alanla ilgilendi ve aile geleneğine uygun olarak çoğu zaman günde on beş saate varan çalışmalarda bulundu. Mezuniyetinin ardından, hukuk öğrenimini de tamamlayarak 1767 yılında Virginia Barosu'na kabul edildi. 1 Ekim 1765'te Jefferson'ın en büyük ablası olan Jane 25 yaşında öldü. Jefferson, bu olayın ardından bir süre derin bir yas dönemine girdi ve bu süre içerisinde diğer ablalarının da evlenerek evden ayrılmış olmaları dolayısıyla, kendisine arkadaşlık edebilecek düzeyde yaşıt kardeşlerinin eksikliğini hissetti. Jefferson, bu dönemde henüz koloni olan Virginia'da avukat olarak pek çok dava ile ilgilenmiş, 1768 ile 1773 yılları arasında Genel Mahkeme'de her yıl yüzün üzerinde davaya bakmıştır. Avukat olarak ünlenen Jefferson'ın müşterilerinin arasına annesinin ailesi olan Randolph'ların da içinde bulunduğu Virginia'nın birçok elit ailesi girmiştir. Thomas Jefferson, neoklasik tarzda bir malikane olan Monticello'nun inşaatına 1768 yılında başladı. Daha çocukluğundan itibaren, Shadwell arazisi içinde tepenin üstünde yer alacak güzel ve küçük bir ev hayali kurduğu bilinmektedir. Avukatlığa devam ederken, Jefferson bir yandan da siyasetle ilgilenmeye başlamış ve 1769 yılından itibaren Virginia'nın yerel meclisinde Albemarle County bölgesini temsil etmiştir. 1774 yılında İngiliz Parlamentosu'nun Amerikan kolonilerini cezalandırmak amacıyla çıkardığı yasalar (Coercive Acts) üzerine, bu yasalara karşı çıkan bir dizi ilke kararını kaleme almış, daha sonra bu kararlar onun ilk basılı yayını olan "A Summary View of the Rights of British America" olarak yayınlanmıştır. Söz konusu yasalara karşı ilk tepkiler hukuki konularda anayasaya aykırılık temeline dayanan eleştiriler iken, Jefferson argümanlarını o günler için oldukça radikal bir fikir olan kolonilerin kendi kendilerini yönetme haklarına dayandırmıştır. Jefferson ayrıca söz konusu Parlamento'nun sadece Birleşik Krallık üzerinde hakimiyeti olan bir yasal güç olduğunu ve kolonilerde herhangi bir yasama hakkı olmadığını iddia etmiştir. Thomas Jefferson'ın kaleme aldığı bu eser, asıl olarak ilk Koloniler arası kongrede Virginia'yı temsil edecek komite için bir açıklamalar kitapçığı olarak yazılmış olmasına rağmen, bu Kongre'de fazlasıyla radikal bulunmuş ve kabul görmemiştir. Fakat, yine de bu fikirler daha sonra Amerikan bağımsızlığının teorik temellerinin oluşmasını sağlayan ana kaynaklar arasında sayılmış ve bu yüzden Jefferson'ın bağımsızlık hareketinin öncüleri arasında en önde gelenlerinden biri olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Jefferson, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın başlamasının hemen ardından, Haziran 1775'de on üç koloninin katılımıyla toplanan ikinci Kongre'de delege olarak yer almıştır. Kongre Haziran 1776'da bir bağımsızlık bildirgesinin kaleme alınması fikrini tartıştığı sırada, Jefferson bu bildirgenin hazırlanması için görevlendirilen beş kişilik komiteye seçilmiştir. Komite, muhtemelen Jefferson'ın "yazar" olarak sahip olduğu itibar ve ün dolayısıyla bildirgenin ilk taslak halini hazırlama görevini Jefferson'a vermiştir. Esasen bu sorumluluk, verildiği esnada rutin bir görev olarak düşünülmüş ve Komite'nin hiçbir üyesi tarafından tarihi bir görev olarak görülmemiştir. Jefferson, kendi hazırladığı Virginia Anayasa taslağını, George Mason'ın hazırladığı Virginia Haklar Bildirgesi'ni ve diğer kaynakları esas almak ve Komite'nin diğer üyelerinin de desteğini almak suretiyle Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin taslak halini tamamlamıştır. Jefferson'ın hazırladığı ilk taslağı Komite'ye sunmasının ardından, Komite taslak üzerinde bazı küçük değişiklikler yaparak taslağı 28 Haziran 1776 tarihinde Kongre'ye sunmuştur. Birkaç gün süren görüşmeler sonucunda, Kongre taslak metni üzerinde bazı değişikliklere gitme ve taslağın neredeyse dörtte birini çıkartma kararı almıştır. Jefferson'ın itirazlarına rağmen çıkartılan bu bölümlerden bir tanesi de köleliğe ve köle ticaretine eleştirel yönden yaklaşan bir bölüm de bulunmaktadır. Sonuçta, 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi Kongre tarafından onaylanmıştır. Bağımsızlık Bildirgesi zaman içe
risinde Jefferson'ın üne ulaşmasında en önemli unsur olarak öne çıkmış ve onun kaleminden çıkan etkili giriş kısmı insan hakları üzerinde kalıcı bir metin olarak görülmeye devam edilmektedir. 1776 yılının Eylül ayında Virginia'ya geri dönen Jefferson, yeni oluşturulan Virginia Temsilciler Meclisi'ne seçilmiştir. Meclis'te bulunduğu dönem süresince, çoğunlukla Virginia'nın demokratik bir eyalet olarak kazandığı yeni statüsü gereği yapılmasını gerekli gördüğü yasal düzenlemelerin gerçekleşmesi için çalışmalarda bulunmuştur. Üç yıl boyunca, içlerinde "büyük evlat hakkı" uygulamasının kaldırılması, dini özgürlüklerin tanınması ve yargı sisteminin modernize edilmesini de içeren 126 adet kanun tasarısı kaleme almış ve Meclis'e sunmuştur. 1778 yılında kaleme aldığı "Bilginin Yaygınlaştırılmasına Dair Kanun" ile kendi mezun olduğu okullarda da akademik reformların yapılmasına vesile olmuş ve seçmeli bir müfredat sisteminin Amerikan üniversiteleri arasında ilk kez uygulanmasına öncülük etmiştir. Yine Eyalet Meclisi'nde görev yaptığı dönem içerisinde cinayet ve devlete ihanet suçları hariç olmak üzere idamın kaldırılmasını öneren bir yasa tasarısını gündeme taşımıştır. Bu kanun tasarısı sadece bir oy farkla reddedilmiş ve bu yüzden tecavüz gibi suçlar için ölüm cezası Virginia kanunlarında 1960'lı yıllara kadar varlığını korumuştur. Virginia sınırları içine kölelerin getirilmesini yasaklayan bir kanunun yasalaşmasında başarılı olmuş, ancak kölelik uygulamasının tamamen kaldırılmasını sağlayamamıştır. 1779-1781 yılları arasında Virginia eyaleti valisi olarak görev yapmıştır. Bu görevi kapsamında, 1780 yılında Eyalet başkentinin Williamsburg'dan daha merkezi bir konuma sahip olan Richmond şehrine taşınması, College of William & Mary üniversitesinde eğitim reformlarına devam edilmesi gibi çalışmalarda bulunmuştur. 1779'da bu okul, Jefferson'ın isteği üzerine Amerikan üniversitelerinde bir ilk olarak George White'a hukuk profesörü unvanı vermiştir. Eğitim alanında o güne kadar gerçekleştirilmesini sağladığı reformları yeterli bulmayan Jefferson, daha sonra Virginia Üniversitesi'ni kurmuştur. Bu üniversite, ABD tarihinde yüksek öğrenimin dinsel öğretiden tamamen bağımsız tutulduğu ilk üniversite olma özelliğini taşımaktadır. Thomas Jefferson'ın vali olduğu dönem içerisinde Virginia iki kez İngiliz işgaline uğramıştır (Bunların ilkinde İngiliz kuvvetlerinin başında Benedict Arnold, ikincisinde ise Lord Cornvallis vardı). Hatta, 1781 yılının Haziran ayında, Banastre Tarleton adındaki bir albayın önderliğindeki İngiliz süvari birlikleri, Jefferson ve diğer Virginia bölgesi liderlerinin on dakika mesafesine kadar yaklaşmışlardır. Jefferson, valilik görevinde kamuoyunun desteğinin yitirmesi ve bir daha seçilme şansının olmamasından ötürü, bir dönem sonunda bu görevi bırakmak zorunda kalmıştır. Ancak, yine de 1783 yılında Eyalet meclisi tarafından Amerikan Kongresi'ne Virginia'yı temsil etmek üzere seçilmiş ve kongre üyesi olarak Ulusal Kongre üyeliğine getirilmiştir. Virginia Eyalet Meclisi, Jefferson'ı Konfederasyon Kongresi'nde Virginia Eyaleti'ni temsil etmek üzere 6 Haziran 1783'te seçmiş, Kongre'deki görev süresi ise 1 Kasım 1783'de başlamıştır. Jefferson, yabancı para kurlarını belirlemek üzere Kongre içerisinde kurulan komitenin üyeliğine atanmıştır. Bu görevi sırasında, Amerikan para biriminin onluk sisteme dayanması gerektiği fikrini öne sürmüştür. Kendisine büyükelçilik unvanı verildiği için 7 Mayıs 1784'te Kongre'den ayrılmıştır. 1785'te ABD'nin Fransa büyükelçiliğine getirilmiştir. 1785-1789 yılları arasında Fransa'da ABD büyükelçisi olarak görev yaptığından dolayı Philadelphia Kongresi'ne katılamamıştır. Ekinde bir haklar bildirgesi olmamasına rağmen yeni Anayasa'ya destek vermiş ve sürekli olarak ABD'deki gelişmeler hakkında James Madison'dan haber almaya devam etmiştir. Paris'te bulunduğu sürece, Champs-Élysées üzerinde bulunan bir evde yaşamıştır. Zamanının önemli bir bölümünü şehrin arkeolojik zenginliklerini gezip öğrenmekle geçirmiş, aynı zamanda şehrin sunduğu güzel sanatlarla ilgili sergi, gösteri vb. aktivitelere yoğun olarak katılmıştır. Davetlerde sık sık boy göstererek favori bir figür haline gelmiş ve şehrin etkili insanlarının verdiği akşam yemeklerinin düzenli misafirlerinden olmuştur. Kızlarıyla birlikte Fransa'da oldukları süre içinde Montecillo'nun köle ailelerinden olan Hemmings'lerden James Hemmings ve onun kız kardeşi Sally Hemmings onlara hizmet etmiştir. Jefferson'ın Sally Hemmings ile var olduğu iddia edilen uzun dönemli ilişkisinin bu dönemde başladığı iddia edilir. 1784-1785 yılları arasında ABD ile Prusya arasında yeni kurulan ticari ilişkilerin mimarlarından biri olmuştur. Paris'in aristokratları ve elit tabakası ile yukarıda sözü edilen sıkı arkadaşlık ve dostluk bağlarına rağmen, 1789'da başlayan Fransız Devrimi sırasında devrimcilerin yanında yer almıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, On Üç Koloni'nin Büyük Britanya Krallığı'ndan ayrı olarak bağımsızlıklarını ilan ettikleri belgedir. Kongre tarafından 2 Temmuz 1776 tarihinde onaylanmış 4 Temmuz'da ilan edilmiştir; bu tarihten sonra Amerika Birleşik Devletleri'nde her sene Bağımsızlık Günü olarak kutlanmaktadır. Bu belge Washington, D.C.'deki devlet arşivlerinde gösterimde bulunmaktadır. Amerikan kolonilerinin bağımsızlıkları Büyük Britanya Krallığı tarafından 3 Eylül 1783 tarihindeki Paris Antlaşması'yla tanınmıştır. 11 Haziran 1776 tarihinde Virjinya'lı delege Richar Henry Lee, bağımsızlık için bir karar sureti sunduktan sonra, Massachusetts'ten John Adams, Pensilvanya'dan Benjamin Franklin, Virjinya'dan Thomas Jefferson, New York'tan Robert R. Livingston, ve Connecticut'tan Roger Sherman tarafından oluşan beşli komite tarafından hazırlanmıştır. Bildirgenin büyük bir bölümü Jefferson tarafından yazılmıştır. Bildiride şu sözler yer almaktadır:"Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz". Bu belgede ifadeye kavuşan yönetim ilkeleri için Thomas Jefferson şöyle demiştir: Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, İngiliz Hükûmeti'ne karşı Amerikan Devrim Savaşı'nın başlamasından sonra oluşturulmuş bir belgedir. Bu sebeple Amerikan Devrim Savaşına kısaca değinmek gerekir. Amerikan halkı İngiliz Hükûmetinin artan ekonomik ve askeri baskısı sebebiyle George Washington önderliğinde İngilizlerle 6 yıl savaşmış ve genel savaşa dahil, birçok cephe savaşını kaybetmiş olsalar bile, azim ve sabır göstererek, Fransızların da yardımıyla savaştan zaferle çıkmasını bilmişlerdir. İngiltere, Avrupa'daki savaşlarında özellikle Fransa ile yaptığı Yedi Yıl Savaşları'nda büyük maddi kayıpları uğrayınca bu kayıpları koloni devletleriyle paylaşmak için yeni vergiler ve yasalar çıkardı. Bu yasalar "İngiliz Seyrüsefer Kanunları" (Navigation Acts) olarak adlandırılır. Bazıları: Bu yasalara ek olarak, kolonilerde sınai maddeleri sınırlayan ya da yasaklayan bir dizi yasayı da İngiliz hükümeti çıkarmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi gibi çağının ötesinde, demokratik ve cumhuriyetçi bir atılımın Amerika'daki kolonilerde oluşmasının 4 temel sebebi vardır. Coğrafi etken: Kuzey Amerika kolonileri Avrupa'nın mutlakiyetçi ve dinci siyaset üreten merkezlerinden, uzaklık sebebiyetiyle etkilenmemişlerdir. Ayrıca, Londra da gene uzaklık sebebiyle Kuzey Amerika kolonileri üzerinde etkili olamamış, otoritesini tam olarak kuramamıştır. Ekonomik durum: İlk yerleşimciler ekonomik olarak birbirlerine yakın durumdaydılar. Nüfus arttıkça sınırların ötesinde yeni topraklar yerleşime açılıyor, böylelikle Avrupa'daki gibi toprak kıtlığından kaynaklanan bir baskı oluşmuyordu. İlk yerleşim bölgelerinde ticaretle uğraşanlar, küçük bir zenginler sınıfı oluşturmuşsa da genel olarak Amerika, eşitlikçi bir çiftçi toplumu görüntüsü veriyordu. Belirgin bir aristokrasi sınıfı oluşmamıştı. Sosyal durum: İlk yerleşimciler, genel olarak ülkelerindeki dini,siyasi ve ekonomik baskılardan kurtulmak için göç etmişlerdi. Daha en başta, özgür, bağımsız ve refah içinde yaşama düşüncesi vardı. Bu düşünceler Kuzey Amerika kıtasında rahat bir gelişim ortamı bulmuştur. Din: Çeşitli kolonilerde birbirinden farklı dinsel gruplar bulunuyordu. Birçoğu, din baskısından kurtulmak için anayurtarından göç etmiş bu topluluğu kimse tek bir din veya mezhep çatısı altında birleştirmeyi düşünemezdi. Bu sebeple Amerika'da hiçbir dini baskı kurulmamıştı. Bu sebeplerden dolayı, bu kadar ilerici bir hareket Avrupa veya başka bir kıtada değil Kuzey Amerika'daki on üç kolonide ortaya çıkmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi yazarları özellikle iki kişiden etkilenmiştir. Bunlardan birincisi John Locke'tu. Locke'un "two Treaties of Government" kitabı, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin kaynaklarından biridir. Locke, devletin en yüce görevinin, her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve mülkiyeti korumak olduğunu söylemiştir. İkincisi ise Jean-Jacques Rousseau'ydu. Onun "toplumsal sözleşme" teorisi bildirgenin yazarlarını oldukça etkilemiştir. Nitekim Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin ikinci paragrafı Rousseau'nun tezinin neredeyse kelimesi kelimesine yazılması bunu göstermektedir. Ulusların hakkı:Aşağıda gerçekler bizim için gayet açıktır: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme hakları da bunların arasındadır. Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi aralarında yönetimler kurarlar; bu yönetimler gerçek güçlerini, yönetilenlerin onamasından alırlar; herhangi bir yönetim biçimi, bu hedeflere ulaşmada köstekleyici olmaya başladığında, bu yönetimi değiştirmek ya da düşünmek, yeni bir yönetim kurmak ve bu yeni yönetimin yetkilerini ve dayandığı temelleri, güvenlik ve mutluluklarını sağlayacağına en çok inandıkları bir biçimde düzenlemek ve kurmak, halkın hakkıdır; aslında sağgörü, uzun bir geçmişi olan yönetimlerin sudan v
e geçici nedenlerle değiştirilmemesini buyurur; bu yüzden insanların durumlarını düzeltmek amacıyla alışılagelen yönetim biçimlerini değiştirmek yerine, kötülüklere katlanmayı yeğlediklerini deneyimler göstermiştir; ancak sürekli aynı amaca yönelik, uzun bir yolsuzluklar ve zorbalıklar silsilesi, ulusu, mutlak bir despotizme sürüklemek niyetini açığa vurursa, o zaman böyle bir yönetimi yıkmak ve gelecekteki güvenlikleri için yeni koruyucular seçmek, o ulusun hakkı ve görevidir. İngiltere Kralı'nın yaptıkları: Britanya halkı:Britanyalı kardeşlerimize karşı da saygıda kusur etmiş değiliz. Zaman zaman onları, yasa koyucuların üzerimizde haksız bir yönetim kurma girişimleri konusunda uyardık. Buraya hangi koşullar altında göç edip, yerleştiğimizi anımsattık onlara. Doğal adalet ve alicenaplık duygularına seslenerek aramızdaki ırk bağları dolayısıyla, bu zorbalıkları kınamalarını rica ettik. Çünkü bu zorbalıkların, aramızdaki bağlantıları ve ilişkilerimizi bozması kaçınılmaz bir şeydi. Ama onlar da adaletin ve kan bağımızın feryatlarına kulaklarını tıkadılar. Bunun için artık, onlardan ayrılmamız gerektiği sonucuna boyun eğmek ve onları da, insanlığın geri kalan kısmı gibi, savaşta düşman, barışta dost kabul etmek zorundayız. Sonuç:Bu yüzden, Genel Kongre halinde toplanan biz ABD temsilcileri, görüşlerimizin doğruluğuna, dünyanın en yüce Yargıcı’nı tanık tutarak, bu kolonilerin halkından aldığımız yetkiyle, onların adına, Birleşik kolonilerin özgür ve bağımsız devletler olduklarını ve bunun hukuken böyle korunacağını; Büyük Britanya Krallığı’na karşı her türlü yükümlülükten kurtulmuş olduklarını; bu kolonilerle Büyük Britanya Devleti arasındaki her türlü siyasal ilişkilerin sona erdirildiğini ve bunun böyle kalacağını; özgür ve bağımsız devletler olarak, savaş açmak, barış ilan etmek, andlaşmalar yapmak, ticareti düzenlemek ve diğer tüm bağımsız devletlerin yapabileceği her şeyi yapmak hakkına sahip olduklarını resmen açıklar ve ilan ederiz. Ve bu bildirinin korunması için, Tanrı’nın inayetine tam bir güvenle, yaşamlarımız, servetlerimiz ve en kutsal varlığımız olan onurumuz üzerine and içeriz. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ni yazan beşli komite ve kabul eden delegeler sadece bir ülkenin bağımsızlığını ilan etmemiş aynı zamanda bütün insanların özgür ve eşit olduğunu, insanların doğuştan gelen ve kaybetme ihtimali olmayan, hükümetler veya devletler tarafından bağışlanmamış ve onların keyfine tabii olmayan haklara sahip olduğunu ilan etmiştir. O dönemde Amerika'da kadın-erkek eşitsizliği, siyah-beyaz ayrımcılığı vardı ve Amerikan Bağımsızlığı yayınlandıktan uzun süre sonra bile bunlar çözüme kavuşturulamadı. Fakat Jefferson'ın yazdığı gibi "bir toplumun, yaşayışında bir ideali tamamen gerçekleştirememiş olması, bu ideali değerden düşürmez." Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, tüm Avrupa'da ama özellikle Fransız aydınları üzerinde bir etki yapmıştır. Fransızlar, bu belgeyle kendi aydınlarının söylediklerini tekrar hatırlamışlardır ve bu belge kafalarındaki düşünceleri dirilişe geçirmiştir. Fransızlar bir avuç Amerikalının küçük salonlarda özgürlük ve bağımsızlık üzerine konuşmalar yapıp kararlar almalarına, bu uğurda savaşmalarına imrenerek ve hayranlıkla bakmışlardır. Amerikan halkına yardım için giden Fransızlar, buradaki tecrübeleriyle birlikte Fransa'ya geri dönmüşlerdi Fransız İhtilali'nde önemli görevler almışlardır. Bu bağlamda Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi Magna Carta gibi yerel kalmamıştır, insan haklarının dünyada yayılması için ilk adım sayılabilir. Paris Barış Antlaşması (1947) Paris Antlaşması, 1946 yılında, 29 Temmuz'dan 15 Ekim'e kadar süren Paris Barış Konferansının neticesinde 10 Şubat 1947'de imzalanmıştır. Muzaffer müttefik güçleri (başta Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği) İtalya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya'nın antlaşmalarını görüşmüşlerdir. Antlaşmalar İtalya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan ve Finlandiya'nın egemen devletler olarak uluslararası ilişkilerde yeniden sorumluluk almalarını ve Birleşmiş Milletler'e üye olmaya hak kazanmalarını sağlamıştır. Barış antlaşmalarında varılan sonuç savaş tazminatları, azınlık haklarının taahüdü ve düzenlemelerini içeriyordu. Bu toprak düzenlemeleri İtalya'nın Afrika'daki kolonilerinden çekilmesini ve Macaristan-Slovakya, Romanya-Macaristan, Sovyetler Birliği-Romanya, Bulgaristan-Romanya ve Sovyetler Birliği-Finlandiya sınırlarında değişiklikler içeriyordu. Özellikle Finlandiya'da dayatılan sınır düzenlemesi çok büyük adaletsizlik ve Sovyetlerin Finlandiya seferi sırasında Finlandiya'nın batı nezdinde topladığı sempatinin ardından batılı güçlerin ihaneti olarak algılandı. Öte yandan bu sempati Finlandiya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırmak için Nazi Almanyasına katılmasıyla kaybedilmişti. Savaş tazminatı sorunu, savaş sonrasının en büyük problemi oldu. Sovyetler Birliği savaşta en ağır hasarları aldığı için Mihver devletlerden (Bulgaristan hariç) ödenmesi çok zor olan savaş tazminatları istedi. Romanya ve Macaristan, yüksek savaş tazminatları ödeyemeyeceklerini açıklayınca savaş tazminatları revize edildi. 1938 Amerikan doları fiyatlarıyla savaş tazminatı ve miktarları: Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Paris Barış Antlaşmaları için herhangi bir resmi değişikliğe yol açmamıştır. On Üç Koloni On Üç Koloni, Britanya İmparatorluğu'na ait olan Kuzey Amerika'nın doğu kıyısında (Atlantik kıyısı) bulunan 13 kolonidir. 1607'de Virginia Eyaleti'nde Jamestown kasabasının kurulmasıyla kuruluşa başlamış, 1733'te Georgia Eyaleti'nin kurulmasıyla kuruluş tamamlanmıştır. 1754'te Albany Kongresi'ni kurup, Büyük Britanya'dan daha fazla hak istediler. Sonra 1774'te Kıtasal Kongre'yi kurdular. 1776 yılına kadar Büyük Britanya'ya bağlı kaldılar. 1776'da bağımsızlıklarını ilan edip, Büyük Britanya'ya karşı savaştılar. Dolayısıyla bu 13 Koloni, ABD'nin kurucu eyaletleridir. Bu Koloniler sırasıyla kuzeyden güneye doğru sırayla: New Hampshire, Massachusetts, Rhode Island, Connecticut, New York, New Jersey, Pensilvanya, Delaware, Maryland, Virjinya, Kuzey Karolina, Güney Karolina, Georgia. Nüfusun yaklaşık %85'i Büyük Britanya kökenlidir. %9'u Alman, %4'ü ise Hollanda kökenlidir. 18. yy'deki hızlı nüfus artışının nedeni doğum oranının yüksek, ölüm oranının düşük olmasıdır. Koloniler 1774 yılına kadar kendi içlerinde bağımsızdılar. 1754 yılında, Benjamin Franklin önderliğinde Albany Kongresi'nde birleşmeye çalışsalar da, bunu başaramadılar. Her koloninin yönetim yapısı, İngilizlerin Hakları yasası temel alınarak oluşturulmuştu. Bu yüzden yönetimleri birbirininkine benzemekteydi. Britanyalı göçmenler, Amerika'ya geldikleri zaman demokratik bir sistem kurma niyetinde değillerdi. Toprak sahibi aristokratlar olmadığından, baskı olmadan oy kullanımı olurdu. Yeterli miktarda mülkü olan beyaz erkekler, seçme ve seçilme hakkına sahip olurdu. Bu da kolonilerde %80'e varan seçmen oranı demekti. Bu durum, hakların Avrupalı ülkelerden daha rahat kullanımı demekti. Kolonideki ticaret, Merkantilizm sistemle yürümekteydi. Yapılan ticaretin amacı, ülkenin zenginleşmesi için yapılırdı. Sadece kendi ülkeleriyle ticaret yaparlardı; başka ülkelerle ticaret yapmak yasaktı. Washington Washington (Vaşington) şu anlamlara gelebilir: Ayrıca: Triboloji Triboloji (İngilizce: "tribology"), "sürtünme", "aşınma" ve "yağlama" konularını inceleyen bilim ve teknoloji dalıdır. "Triboloji" sözcüğü eski Yunan dilindeki τριβο (tribo) "sürtünme" ile λόγος (logos) "prensip veya mantık" kelimelerinden türetilmiştir. Tekerleğin icadından önce ağır yükleri silindirik kalaslar üzerinde kaydırarak bir yerden bir yere taşıyan insanlık, bu kalasları ıslatarak sürtünmenin ve aşınmanın önüne geçme konusunda ilk adımları atmıştır. Tekerleğin MÖ 3000'li yıllarda Sümerler tarafından keşfiyle beraber insanlık dönel elemanların yataklama ve bu yataklardaki aşınma problemleriyle tanışmış ve bunlara hal çareleri aramaya koyulmuştur. Ortaçağda İtalyan mimar ve mühendis Leonardo da Vinci (1452-1519), Fransız fizikçiler Amontons (1663-1705) ve Coulomb (1736-1806), mekanik ile ilgili çalışmalarda bulunmuşlardır. Coulomb sürtünme konusunda bugün de geçerliliğini koruyan sürtünme kanunu'nu ortaya koymuştur. Sıvı sürtünmesi konusunda Newton (1643-1727), Poiseuille (1799-1869), Hagen (1797-1884), Stokes (1819-1903), Reynolds (1842-1912) araştırmalar yapmışlar ve bugünkü "Triboloji" biliminin temelini atmışlardır. Alman makine mühendisi Richard Stribeck (1861-1950), kaymalı yataklar üzerinde yaptığı deneylerde sürtünmeye etki edebilecek bütün değerleri sabit tutmuş, devir sayısını ve buna bağlı olarak çevresel hızı değiştirerek bugün Stribeck eğrisi olarak bilinen eğriyi elde etmiştir. Son yıllarda Türk mühendis Ali Erdemir'in çalışmaları dünyada yankı uyandırmaktadır. Erdemir, R&D ödülünü daha önce 1991 yılında, borik asidin motor ve makinelerde sürtünme ve aşınma özelliğini bularak, 1998 yılında ise geliştirdiği atom karbon bir film kaplama ile sürtünme katsayısını sıfıra indirerek kazanmıştı. Son olarak nanoteknoloji kullanarak geliştirdiği yapay elmas özelliği taşıyan buluşu ile R&D ödülünü 2003 yılında 3. kez kazandı. Triboloji araştırmaları ve eğitimi üniversitelerin makine mühendisliği ve metalürji bölümlerinde yapılır. Ayrıca birçok sanayi kuruluşları ve araştırma enstitüleri bu konuda kurmuş oldukları (AR-GE) laboratuvarları ile bu konuda incelemeler yapmaktadırlar. Triboloji alanındaki araştırmalar başlıca üç gruba ayrılır. Bu araştırmalarda genellikle malzemelerin sürtünme katsayısının ve aşınma oranlarının belirlenmesi, sürtünmeyi ve aşınmayı etkileyen doğal mekanizmaların bulunması (atmosfer, yük miktarı, hız, vb.), sürtünmeyi ve aşınmayı azaltacak malzemelerin veya endüstriyel yağlarının bulunması gibi konuları içerir. Bazı durumlarda sürtünmenin azaltılması değil çoğaltılması da gerekebilir. Örneğin fren ve debriyaj malzemelerinin sürtünme katsayılarının yüksek olması tercih edilir. Sürtünme teknikte, birbiriyle temasta
olan ve birbirine göre izafi hareket yapan ya da yapma eğiliminde olan iki cismin harekete karşı gösterdikleri direnç olarak tarif edilir. İki cisim arasındaki izafi hareketi meydana getirmek isteyen kuvvete karşı, cisimlerin temas yüzeyleri arasında hareketi engelleyen ve sürtünme kuvveti olarak tanımlanan bir karşı kuvvet oluşur. Sürtünme kinematik olarak, "kayma", "yuvarlanma" ve "kayma ve yuvarlanma" şeklinde olur. Birbirlerine temas eden yüzeyler arasında izafi hareket yoksa statik sürtünmeden söz edilir. İzafi hareket iki cisim yüzeyleri arasında mevcutsa bu durumdaki sürtünmeye dinamik veya kinetik sürtünme denir. Sürtünme kuvveti sabit değildir ve sürtünme katsayısına bağlıdır ve bu katsayının değişimiyle beraber değişir. Sürtünme katsayısı statik sürtünme durumunda en büyük değerini alır. Dolayısıyla sürtünme kuvveti de izafi hareketin başlangıcından hemen önce en büyük değerini almış olur. İzafi hareket yapan cisimlerin söz konusu yüzeyleri arasına yağlayıcı bir madde konulup konulmaması açısında sürtünme, kuru sürtünme, sıvı sürtünme ve bu iki sürtünme türü arasında kalan yarı sıvı sürtünme olmak üzere üç durumda incelenir. Aşınma, birbirine temas eden ve birbirlerine göre izafi hareket yapan "sürtünme" halindeki cisimlerin yüzeylerinde sürtünme etkisiyle oluşan ve istenilmeyen malzeme kaybıdır. Bunun sonucu olarak makine elemanları giderek aşınır ve fonksiyonlarını sıhhatli olarak yerine getiremez hale gelir. Belli başlı aşınma türleri; adhezyon aşınması (yapışma), abrazyon aşınması, yorulma (pitting)'dır. Korozyon kimyasal ve elektrokimyasal bir aşınma türüdür ve Triboloji biliminin konusu değildir ve burada ele alınmayacaktır. Birbirine temas eden cisimlerin gerçek temas yüzeyleri aslında çok çok küçük olduğundan çok küçük yüklerde dahi yüksek basınç altındadırlar. Bu durumda malzemeler plastik deformasyona uğrayarak birbirine gerçek temas yüzeylerinden mikro kaynak ile bağlanırlar. Bu sırada iki cisim arasında devam eden izafi hareket sonucu kaynak bağı kopar ve sonuçta cismin birinden malzeme eksilmesi oluşur. Abrazyon aşınması, birbirine göre izafi hareket yapan iki cisim arasına çevre etkisiyle yabancı sert parçacıkların girmesi ve bu parçacıkların yumuşak yüzeye gömülerek sert yüzeyden sanki eğelercesine veya zımparalarcasına malzeme kaldırmasıyla kendini gösteren bir aşınma türüdür. Sert parçacıklar gömüldükleri yüzeyde de tahribat yaparlar ve yüzeyi hareket yönünde çizerler. Yorulma (pitting), dişli çarklar, rulmanlı yataklar, kam mekanizmaları gibi birbirleriyle sürekli temas halindeki yüzeylerde sıkça görülen bir aşınma türüdür. Bu tür makine elemanlarında temas alanları küçük olduğundan temas yüzeylerinde Hertz basınçları meydana gelir. Bu basınçlar sonucu yüzeyin hemen altında kayma gerilmelerine sebebiyet verir. Kayma gerilmelerinin maksimum olduğu noktada plastik deformasyon meydana gelir. Bu deformasyon zamanla yüzeye ilerleyerek yüzeyde çukurcuklar meydana getirir. Bu olaya yorulma aşınması denir. Kavitasyon veya "çukurlaşma", akım makinelerinin fanlarında görülebilen bir sıvı erozyonu türüdür. Kavitasyon buharlaşma basıncının altına düşen basınçlarda akışkan içinde lokal buharlaşmaların vuku bulması, daha sonra bu gaz boşluklarının çevresindeki sıvıyla hızlıca doldurulması ve bu sırada büyük bir basınç dalgası oluşur. Bu basınç dalgası çevresindeki metale oldukça büyük zararlar verir ve kısa zamanda kavitasyon sebebiyle fan kullanılamaz hale gelir. Sürtünmeyi azaltmak, aşınmayı kısmen ya da tamamen önlemek ve sıcaklığın yükselmemesini temin etmek gayeleriyle birbirlerine temas eden makine elemanları arasında yağlayıcılar kullanılırlar. Yağlayıcılar katı, sıvı, yarı katı (gresler) ve gaz yağlayıcılar olmak üzere dört gruba ayrılırlar. Yağlayıcı maddelerden beklenen özellikler kuru ve sıvı sürtünme hallerinde farklıdır. Sıvı sürtünme halinde yağlayıcıların viskozitesi (akışkanlık) önem kazanırken, yarı sıvı sürtünme halinde yağlayıcıların ıslatma kabiliyeti ve buna bağlı olarak kimyasal bileşimi ön plana geçer. Bu sebeple sıvı sürtünme halinde sıvı ve nadiren gaz yağlayıcılar kullanılırken, yarı sıvı sürtünme halinde katı ve katkılı sıvı yağlayıcılar kullanılmaktadır. Adhezyon, abrazyon ve korozyon aşınmalarının önlenmesinde yağlayıcıların önemi çok büyüktür. Yarı sıvı sürtünmesi halinde aşınmayı ve enerji kaybını önlemek için sürtünen yüzeylere kuvvetli olarak yapışan bir yağlayıcı tabaka oluşturmak gerekir. Bunu en iyi katı yağlayıcılar yapabilmektedir. Katı yağlayıcılar tek başlarına veya sıvı yağlatıcıların içinde katkı maddesi olarak kullanılırlar. En çok kullanılan katı yağlayıcılar grafit ve molibden disülfittir. Bunların dışında asbest, çeşitli plastikler, mika ve talk da yağlayıcı olarak kullanılmaktadır. Özellikle kaymalı yataklar gibi sıcaklık yükselmesinin, mahsurlu olduğu ve sürtünme dolayısıyla oluşan ısının çabucak uzaklaştırılmasının gerektiği yerlerde yağlayıcı olarak sıvı yağlayıcılar kullanılır. Sıvı yağlayıcılar organik, madeni ve sentetik yağlar olmak üzere üçe ayrılır. Organik yağlar genelde gıda olarak tüketildiklerinden ve kısa ömürlü olduklarından pek kullanılmazlar. Sentetik yağlarsa iyi yağlama özelliği göstermelerine rağmen çok pahalıdırlar. Bu sebeplerden ve yağlama performanslarından dolayı madeni yağlar yağlayıcı olarak en çok kullanılan yağlardır. Madeni yağlar genelde ham petrolden distilasyon (damıtma) yöntemiyle elde edilen hidrokarbon bileşikleridir. Gresler içinde katılaştırıcı katkı maddelerinin bulunduğu sıvı yağlardan oluşmuş yarı katı yağlayıcılardır. Katılaştırıcı madde olarak genellikle alüminyum, baryum, kalsiyum, lityum, sodyum gibi madeni sabunlarla, bentonit ve mika gibi organik esaslı sabun olmayan maddeler kullanılır. Eleji Eleji; tanınmış bir kişinin, bir arkadaşın ya da sevilen bir kişinin ölümünden duyulan üzüntüyü anlatan lirik şiir türüdür. İngilizce'de "elegy" (Ağıt) diye geçer. Genel anlamda, insanın ölümlülüğü temasını işleyen, birbirini izleyen bir vurgulu iki vurgusuz heceli ayaklardan oluşan beşli ve altılı ölçüyle yazılan ve konuyla sınırlı olmayan şiire verilen addır. Modern Batı edebiyatında bu terim şiirin içeriğinden çok ölçüsünü belirtir. Alman edebiyatında ölçü özelliği öne çıkarken, İngiliz edebiyatında şiir türü olarak tanınır. Örneğin, Milton’un okul arkadaşı Edward King’in ölümü üzerine yazdığı "Lycidas" (1838) bu kapsamdadır. Eleji, modern şiirde de sık rastlanan önemi bir şiirsel anlatım biçimidir. Örneğin, Rainer Maria Rilke'nin "Duino Elegies" adlı bir kitabı vardır. Mesnevi (anlam ayrımı) Mesnevi şu anlamlara gelebilir: Ağıt Ağıt, genellikle bir ölümün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsü. Doğal afet'ler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt söylemeye "ağıt yakma", ağıt söyleyenlere ise "ağıtçı" denir. Ağıtın İslamiyet öncesi Türk edebiyatındaki adı "sagu"dur ve yuğ adı verilen cenaze törenlerinde okunur; divan edebiyatındaki adı ise "mersiye"dir. Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7, 8 ve 10 heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir. Ağıtlar türkü ve destanla yakın ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler. Doğu Anadolu yöresi Can evimden vurdu felek neyleyim Ben ağlarım çelik teller iniler Ben almadım toprak aldı koynuna Yarim diyen bülbül diller iniler Gider oldum Avşar ili yoluna Bakmam gayrı bu diyarın gülüne Karaları taksın çapar koluna Yağız atlı nice kollar iniler Dertli dertli Çukurova yolunu tut adam olun İç Anadolu yöresi Aliihsan'ın Ağıdı Gideceğim anamoğlu senin ardından, Ben ölürüm yiğit edem derdinden, Biriciktin kaldırdılar yurdundan, Anamın oğluda bir tek gardaşım, Ölesiye sana yanar ateşim. İhsan davar keser sağ eli kanlı, Ne bir dayı varda ne de bir emmi, Kasaplar içinde gül edem ünlü, Anamın oğluda gurban oluyum, Gül gardaşım ben yoluna ölüyüm. Kelep kelep gül edemin kekili, Anası gızından alır akılı, İç cepleri burcu burcu kokulu, Anamın oğlu da gurban oluyum, Gül gardaşım ben yerine ölüyüm. Saçlarını taramışlar tel gibi, Gardaşı yok emmisi yok el gibi, 35 yaşında gonca gül gibi, Babamın oğlu da gurban olurum, Kalk gardaşım ben yerine ölürüm. Salhane’den gelir sırtı ceketli, Pazara giderdi eli sepetli, Gardaşa yananın kalmıyor aklı, Babamın oğlu da öldürdü beni, Gülleri açarken soldurdu beni. Gelmedi diyerek bana darılmış, Helâllaşmış bacısına sarılmış, Yaz gelirken beş guzudan ayrılmış, Geliyor bayramlar ışıyın vakti, Soğudu mu gül gardaşım bağrıyın tahtı. Bağcılar Bağcılar, İstanbul Avrupa Yakası'nda bir ilçedir. İstanbul'un ilçeleri arasında en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip olanıdır. Son yıllarda doğu ve güneydoğu illerinden ciddi oranda göç almıştır. Önceleri Bakırköy ilçesine bağlı iken 1992 yılında ilçe olmuştur. Osmanlı döneminde çoğunlukla Rumların yaşadığı Mahmutbey Nahiyesi köylerinden biri olmuştur. İstanbul Belediyesi İstatistik Müdürlüğü tarafından hazırlanan "İstanbul Şehri İstatistik Yıllığı 1930-31" adlı eserde Mahmutbey'e bağlı olan 6 köyden biri olan Bağcılar'ın o dönemdeki adı Çıfıtburgaz'dır. 1924 yılında yapılan mübadele anlaşması gereğince Mahmutbey ve Bağcılar'daki birçok yere Yunanistan'ın Selânik kentinden gelen Türkler yerleştirilmiştir. Ardından 1929 yılında Bulgaristan'ın Varna kentinden gelen Türkler Çıfıtburgaz Çiftliği denen mevkiden yaklaşık 17,000 dönümlük arazi almışlar ve buraya yerleşmişlerdir. 1925'te adı "Yeşilbağ" olarak değişmiş ve bu ad yaklaşık 1970'lerin sonunda şehirleşme sonucu bağcılık yok oluncaya kadar kullanılmıştır. 1975 yılına kadar geçimini bağ ve bostan işleriyle sağlayan halk, Anadolu'dan İstanbul'a başlayan göç dalgası nedeni ile aşırı ve plânsız büyümüş, 90'lı yıllara dek hiçbir alt yapısı olmayan büyük bir ça
rpık kente dönüşmüştür. 1992 yılından itibaren ilçe statüsüne yükselmesi ile Bağcılar'da modern şehirciliğe geçiş çalışmaları yapılmış ve bugün büyük ölçüde altyapı problemleri çözülmüştür. Bağcılar İstanbul'un Avrupa yakasında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi hizmet sınırları içinde yer alır. Yüzölçümü 22 km²'dir. Göç alan bir ilçedir. E-5 ile TEM Otoyolu arasında kalmaktadır. Güneyinde Bahçelievler, batısında Küçükçekmece ve Başakşehir , doğusunda Güngören, kuzeyinde Esenler ve askerî arazi bulunmaktadır. Denize kıyısı yoktur. Aşınma ile meydana gelmiş yer yer düz ve dalgalı bir plâtoya yayılan Bağcılar ilçesinin denizden yüksekliği 50 - 130 metre arasında değişkenlik gösterir. İlçede tekstil lokomotif sektördür. İlçenin hemen sınırlarında İstoç, Oto Center, Tekstilkent, Massit gibi önemli ticari birimler bulunmaktadır. Önemli basın merkezleri ve bankacılık birimleri bu ilçededir. Tekstil dışında gıda, metal işleri,taşımacılık sektörleri gelişmiştir. İlçenin ana ticari dokusunu küçük işletmeler oluşturur. Tarım tamamen terk edilmiştir. Arsa fiyatlarının uygun olması nedeniyle çok hızlı ancak çarpık kentleşmektedir. Yeşil alanlar giderek azalmaktadır. 2013 yılında Metro inşaatının tamamlanması ile şehir merkezine ulaşım sorunu da azalmıştır. Bağcılarda aktif nüfusun 1/3'ini 7 - 22 yaş arası insanlar oluşturur. İlköğretim alanında okullaşma oranının en yüksek olduğu ilçelerden biri olmasına rağmen, 600,000 kişiyi kapsayan ilçe nüfusuna kayıtlı olmayan birçok göçmen ailenin de olması neden ile okul konusunda hâlâ büyük bir yetersizlik vardır. Bağcılarda ilköğretim ve lise düzeyinde 118.250 öğrenci olup bunların öğrenim gördüğü 65 okul ve 1509 derslik vardır. İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Bağcılar'da bulunmaktadır. Mahmutbey semtinde 3068 kitap kapasiteli halk kütüphanesi bulunur. Bunun yanında ilçeye bağlı 22 mahallenin mahalle konaklarına da birer kitaplık kurulmuş ve burada kitapların yanı sıra el beceri kursları ve sağlık ocakları da vardır. İlki 2008 yılınıda açılan, 8 -14 yaş arası çocukların eğitimlerine destek olabilecek toplam 16 Bilgi Evi mevcuttur. İlçede kültür faaliyetlerine yardımcı olması amacıyla Bağcılar Kültür Merkezi kurulmuştur. Kültür merkezi içerisinde 20,000 kitap kapasiteli bir kütüphane, spor salonları, sinema-konferans salonları ve kapalı spor salonları da bulunur. İlçede park ve çocuk oyun alanı bakımından kişi başına 0,35 km² olan aktif yeşil alan yapılan yatırım programları sonucunda kişi başına 2 km²'ye çıkarılmıştır. Bağcılar'da 2796 adet cadde / sokak, 88 cami ve mescid, 12 lise ve dengi okul, 101 ilkokul,17 özel okul, 22 mahalle ve bunlara bağlı mahalle konakları, 25 kütüphane,1 eğitim ve araştırma hastanesi,41 aile sağlığı merkezi, 1 büyükşehir sağlık merkezi, 7 özel hastane, 23 özel klinik merkez, 2 verem savaş merkezi, 1 ana-çocuk sağlığı merkezi, 1 sağlık danışma merkezi ve 4 belediye kültür merkezi bulunur. Solaris (işletim sistemi) Solaris, ilk olarak Sun Microsystems tarafından geliştirilmiş, UNIX tabanlı bir işletim sistemidir. 1993 yılında halefi olan SunOS işletim sisteminin yerini almıştır. Ocak 2010'da Oracle firmasının Sun firmasını satın almasıyla Oracle Solaris olarak anılmaya başlanmıştır. Solaris özellikle SPARC sistemler üzerinde sağladığı esnekliği; DTrace, ZFS ve Time Slider gibi yenilikçi buluşları getirmesiyle tanınmaktadır. Solaris SPARC tabanlı sistemleri, x86 tabanlı sistemleri ve Oracle firmasının ya da diğer üreticilerin sağladıkları sunucuları ve iş istasyonlarını desteklemektedir. Solaris Tek Unix Özelliklerine (Single Unix Specification) uygun olarak kayıt edilmiştir. Solaris tarihsel sürecinde olarak tescilli bir yazılım olarak geliştirilmiştir. Haziran 2005 ayında Sun firması Solaris kodunun çoğunu CDDL lisansıyla yayınlamış, OpenSolaris açık kaynak projesini başlatmıştır. OpenSolaris ile Sun, yazılım etrafında toplamış bir kullanıcı ve geliştirici topluluğu kurmayı amaçlamıştır. Ocak 2010'da Sun Microsystems firmasının satılmasıyla, Oracle firması OpenSolaris dağıtımından ve geliştirme modeline devam etmemeyi tercih etmiştir. Oracle bu kararını çalışanlarına açıklamadan on gün öncesinde karar çalışanlara sızmış, Garrett D'Amore Solaris kernelinin bir çatallaması ve Oracle Solaris'e karşı gelişen bir alternatif olması planlanan illumos projesini duyurmuştur. Ağustos 2010 ayında Oracle Solaris çekirdek güncellemelerinin kaynak kodunu kamuya açık olarak yayınlanmasını bırakmış, Solaris 11 işletim sistemini kapalı kaynaklı tescilli yazılım yazılım haline dönüştürmüştür. Ancak Oracle Teknoloji Network'ü (Oracle Technology Network - OTN) üzerinden endüstriyel ortaklar geliştirilen kaynak koda erişme olanağına sahiptirler. Solaris 11'in açık kaynak kodlu kısımları Oracle üzerinden indirilebilir durumdadır. 1987 yılında AT&T ve Sun firmaları markette en fazla popüler olan BSD, System V, Xenix Unix işletim sistemlerini birleştirecek olan bir proje üzerinde ortak çalışmaya başladıklarını duyurdular. Bu sonrasında Unix Sytem V Release 4 (SVR4) oldu. 4 Kasım 1991'de Sun BSD türevli Unix sistemi SunOS4'ü SVR4 tabanlı bir sistemle değiştireceğini duyurdu. Bu içte SunOS5 olarak tanımlansa da, aynı zamanda markette yeni bir adla sürüldü: Solaris 2. Böylece teorik olarak SunOS 4.1.x micro sürümleri Solaris 1 diye adlandırıldı. Solaris ismi özellikle SVR4 türevli SunOS5 ve sonrası sürümleri ifade etmekte kullanılmaktadır. Yeni aşırı markalaşma düzeltmesi sadece SunOS4'ü kuşatmadı, bunun yanı sıra OpenWindows grafiksel kullanıcı arabirimini ve Oracle Network Computing (ONC) fonksiyonelliğini de değiştirdi. SunOS'in küçük sürümleri Solaris'in yayınlanma numaralarına eklendi. Örnek olarak Solaris 2.4, SunOS 5.4'ten türetilmiştir. Solaris 2.6'dan sonra Sun 2 rakamını düşürdü, böylece Solaris 7 SunOS 5.7'den türetilmiş oldu ve son sürümün market adı Solaris 11.1, SunOS 5.11.1'den türetilmiştir. Solaris desteklediği SPARC ve i86pc (bu x86 ve x86-64 mimarilerinin ikisini de içerir) aynı kod tabanını kullanır. Solaris çok geniş sayıda işlemci desteklemesi ve simetrik çok işleme (symmetric multiprocessing) uyumlu olmasıyla ünlüdür. Markette birleşik ürün olarak satıldığı Sun SPARC donanımı (Solaris 7'den itibaren 64 bit SPARC uygulamaları desteğinide kapsayarak) ile tarihinde çok sıkı bir bağlantısı vardır. Bu çok güvenilir sistemlere izin verir ancak bu PC donanımına göre ek bir maliyet getirir. Solaris 2.1'den itibaren x86 sistemlere, Solaris 10'dan itibaren 64 bit x86 uygulamalarına destek vermekte ve bu da 64 bit işlemcili x86-64 mimarisi donanımları üzerinde Sun'a bir avantaj sağlamaktadır. Sun; Solaris'i Dell, Hewlett-Packard, IBM gibi firmaların üretimi olan x86 tabanlı ürünler için olduğu kadar çoğunlukla AMD Opteron ve Intel Xenon işlemci tabanlı kendi "x64" istasyonları ve sunucuları için pazarlamaktaydı. 2009 olduğunda aşağıda belirtilen üreticiler kendi x86 sunucu ürünleri için Solaris'i destekliyorlardı: Temmuz 2010 olduğunda DELL ve HP kendi saygın x86 platformlarında Oracle Solaris, Oracle Enterprise Linux ve Oracle VM'yi onaylayıp satıyorlardı ve IBM x64 kitleri üzerinde doğrudan Solaris desteğini durdurdu. Solaris 2.5.1 PowerPC platformu için destek içeriyordu, fakat bu port Solaris 2.6'dan önce iptal edildi. Ocak 2006'da Blastwave'deki bir geliştirici topluluğu Polaris olarak adlandırdıkları PowerPC portu üzerinde çalışmaya başladılar. Ekim 2006'da Blastwave'in çabaları ve Sun Labs' Project Pulsar tabanlı - Solaris 2.5.1 ile OpenSolaris'in ilgili kısımlarının tekrar birleştirmesiyle - OpenSolaris topluluk projesi kendilerine ait ilk resmi kaynak kod sürümünün duyurusunu yaptı. 1997'de Solaris'in Intel Itanium'a bir portunun duyurusu yapılmasına karşın asla pazara sürülmedi. 28 Kasım 2007'de IBM, Sun, and Sine Nomine Associates; Sirius (Polaris projesini anımsatması ve Avustralya ulusunun baş öncüsü anısına:1786, HMS Sirius Avustralya'ya ilk adım olarak anılan gemi) olarak adlandırılan IBM System z mainframe üzerinde z/VM'de çalışan System z için OpenSolaris sürümünün gösterimini yaptılar. 17 Ekim 2008'de Sirius'un bir prototip sürümü hazırdı ve aynı yılın Kasım 19'unda IBM'in Siris'u Systemz IFL işlemciler üzerinde kullanma izin verilmişti. Solaris, x86 platformları üzerindeki yerli Linux derleme uygulamalarına destek veren Linux platform ABI desteğine de sahiptir. Bu özellik Solaris 10 8/07 ile tanıtılmış yalıtılmış bölgeler fonksiyonelliği tabanlı "Linux Uygulamaları için Solaris Taşıyıcıları" (Solaris Containers for Linux Applications - SCLA) olarak anılmaktadır. Solaris çeşitli derlenmiş yazılım gruplarından tutun küçük "Azaltılmış Network Desteği" (Reduced Network Support)'dan tüm bir "Entire Plus OEM" 'e kadar değişen ortamlardan yüklenebilir. Solaris yüklemesi, bireylerin sistemleri kullanması için gerekli değidir. Apache, MySQL vb. harici yazılımlar sunfreeware, OpenCSW ve Blastwave tarafından paketlenmiş formlarıyla rahatça yüklenebilir. Solaris'in ilk sürümleri OpenWindows'u standart masaüstü ortamı olarak kullanıyordu. Solaris 2.0 ve 2.2'de, OpenWindows NeWS ve X uygulamalarının ikisini birlikte destekliyordu ve Sun'ın eski masaüstü ortamından olan SunView uygulamaları için geriye dönük uyumluluk sunuyordu. NeWS uygulamaların, 1982 yılında yayınlanan PostScript adlı ortak yazdırma dilini kullanarak nesne yönelimli şekilde inşa edilmelerine izin veriyordu. 1984 yılında MIT projesi Athena'dan türetilmiş X Pencere Sistemi, uygulama ekranının çalıştığı bilgisayardan bir network bağlantısı ile ayrılmasına izin verdi. Sun'ın orijinal SunView uygulama paketi, X'e port edildi. Sun daha sonra eski SunView uygulamaları ve News'e olan desteğini, Solaris 2.3 ile beraber satılan ve daha sonraları Display Postscript desteğiyle beraber X11R5 ile değiştirilen OpenWindows 3.3 ile beraber düşürdü. Grafiksel görünüm ve his OPEN LOOK'da dayalı olarak kalmıştı. OpenWindows 3.6.3, Solaris 8 altındaki son sürümdü. Solaris 9'da OPEN LOOK Pencere Yöneticisi (olwm) OPEN LOOK'a özgü uygulamalarla birlikte düşürüldü, fakat destek kütüp
haneleri mevcut uygulamalarla beraber uzun dönem ikili kod geriye dönük uyumluluğu sağlayacak şekilde hâlâ paketleniyor. OPEN LOOK Sanal Pencere Yöneticisi (olvwm), sunfreeware'den Solaris için hâlâ indirilebilir durumda olup, Solaris 10 gibi son sürümlerde çalışabiliyor. Sun ve diğer Unix satıcıları Unix masaüstlerini standartlaştırmak için bir endüstriyel birlik oluşturdu. COSE'un bir üyesi olarak, Common Open Software Environment (Ortak Açık Yazılım Ortamı) girişiminde, Sun Common Desktop Environment'ın (Ortak Masaüstü Ortamı) geliştirilmesine yardımda bulundu. CDE bir standart Unix masaüstü ortamı yaratmak için girişim oldu. Her satıcı farklı bileşenlere katkı sağladı: IBM dosya yöneticisini sundu, Sun eposta ve takvim olanaklarının yanı sıra sürükle bırak (ToolTalk) desteğini sağladı. Bu yeni masaüstü ortamı Motif görünüm ve hissi tabanlıydı ve eski OPEN LOOK masaüstü ortamı mirası olarak kabul edildi. CDE, Unix masaüstlerini, sayısı çok olan açık sistem satıcısı karşısında birleştirdi. CDE ayrıştırılmış bir eklenti olarak Solaris 2.4 ve 2.5 mevcuttu, Solaris 2.6'dan itibaren 10'a kadar dahili oldu. 2001 yılında Sun Solaris 8 için, GTK+ toolkit tabanlı açık kaynak masaüstü ortamı GNOME 1.4'ü içeren bir önizleme sürümü yayınladı. Solaris 9 8/03, GNOME 2.0'ı CDE'ye bir alternatif olarak tanıttı. Solaris 10, GNOME tabanlı Sun'ın Java Masaüstü Sistemi (JDS - Java Desktop Environment)'ı içerir ve Sun'ın ofis paketi StartOffice gibi geniş uygulama setleri ile beraber gelir. Sun JDS'i Solaris 10'un önemli bir parçası olarak tanımlar. Java Masaüstü Sistemi, kendisi yerine GNOME'un mevcut sürümü ile satılan Solaris 11'e dahil değildir. Aynı şekilde CDE uygulamaları da Solaris 11'e dahil değildir, fakat pek çok kütüphane ikili kod geriye dönük uyumluluk için kalmıştır. Açık kaynak masaüstü ortamları KDE ve Xfce, bunlarla birlikte pek çok masaüstü yöneticisi, Solaris'in son sürümünde derlenip çalıştırılabilir durumdadır. Sun 2003 yılından beri Project Looking Glass adıyla anılan yeni bir masaüstü ortamı geliştiryordu. Proje 2006'nın sonlarından beri pasif durumdadır. 2005'ten 2010'a kadar, Solaris hâlâ Sun Microsystems tarafından geliştiriliyordu, Solaris'in kaynak kodu birkaç istisna dışında OpenSolaris projesi yoluyla Ortak Geliştirme ve Dağıtım Lisansı (CDDL) altında yayınlandı. Sun'ın 2010 yılında Oracle tarafından satın alındığında OpenSolaris projesi, Oracle'ın duruşuyla topluluğun rahatsız olmasından ötürü durdu. 2010 Martında önceleri ücretsiz olarak bulunan Solaris 10, işletim sisteminin değiştirilmesi ve dağıtılmasını kısıtlayan bir lisansla yer değiştirildi. Lisans kullanıcıya işletim sistemini Oracle Teknoloji Networ'ü (Oracle Technology Network) üzerinden ücretsiz olarak indirmesine ve 90 günlük deneme periyodu için kullanmasına izin veriyordu. Deneme süresinin bitiminden sonra kullanıcı işletim sistemini kullanmaya devam edebilmek için Oracle'dan bir destek sözleşmesi satın almak zorundaydı. 2011 de Solaris 11 ile beraber lisans şartları tekrar değişti. Yeni lisans Solaris 10 ve Solaris 11'in Oracle Teknoloji Network'ü üzerinden ücretsiz olarak indirilmesine ve herhangi desktek sözleşmesi olmadan süresiz olarak kullanıma izin vermesine rağmen kullanıcıya Solaris'i geliştirme platformu olarak kullanmasına izin verip kullanıcının Solaris'i ticari olarak ve üretimde kullanmasını yasaklıyordu. Solaris'in evde hobici ve eğitim amaçlı kullanılabilirliği konusunda hala kesin olmayan bir durum vardır. Oracle, bu durumu ve ev kullanımı konusunu henüz resmi olarak duyurmadı. Solaris 10 bir destek sözleşmesi olmadan kullanıldığında yıllık olarak her bir yeni noktasal sürüme yükseltilebilmesine rağmen aylık yayımlanan yamalar ve güncellemelere erişebilmek için bir destek sözleşmesi gerekmektedir. Senarist Senarist, her uzunlukta, izlenebilir film için, kendi oluşturduğu ya da var olan kaynakları görsel dile çevirerek, belli bir sistem içinde görsel anlatım oluşturarak, metinler (senaryo) yazan kişiye denir. Edebiyat akımları Belli bir tarihsel süreçte edebiyatı, tür ve yazarın milliyeti bakımından herhangi bir ayrım olmadan şekilsel ve içeriksel olarak etkileyen belli üslup, duygu ve düşünce dizisine edebiyat akımı veya edebi akım denir. Edebi akımlarının gelişimine bakıldığında, bu akımların salt yazına özgü olmadığı genel, bir sanat akımı olarak başlayıp geliştikleri görülür. Üstelik hemen hepsi, genelde doğdukları çağın toplumsal yapısının, bu yapıya bağlı düşünüş biçiminin, ideolojinin ürünüdürler. Çağın felsefesinin sanat üzerindeki etkisi akım olarak ortaya çıkar ve bütün sanat türlerinde ortak özellikler çevresinde gelişir. Rauf Mutluay’ın tanımı bu açıdan önemlidir: "... Toplumsal düzenin ve onun değişiminin bir gereği olarak, dünya görüşü ve sanat anlayışı bakımından birleşen kişilerin, eserleriyle ortaya koydukları ve sürdürdükleri ilkelerin toplamından doğan tutarlılığa bir edebiyat akımı denir." Dadaizm Dada, Dadaizm veya Dadacılık I. Dünya Savaşı yıllarında başlamış kültürel ve sanatsal bir akımdır. Dada Dünya Savaşının barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa ve erotizme bir protesto olmuştur. Mantıksızlık ve var olan sanatsal düzenlerin reddedilmesi Dada'nın ana karakteridir. Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Jacques Magnifico, Marcel Janco ve Emmy Hennings’in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih’te Hugo Ball’in açtığı kafede toplandı. Dada bildirisi de burada açıklandı. Dada isminin nereden geldiği konusunda kesin bilgi olmamakla beraber Fransızca’da oyuncak tahta at anlamına gelen "Dada" bu kişilerin yarattığı edebi akımın ismi olarak seçildiği yönünde bir görüş vardır. Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Dada’cı yazarlar, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe karşı çıkıyor, burjuva değerlerinin tiksinçliğini, pisliğini, iğrençliğini, berbatlığını, rezilliğini vurguluyorlardı. Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde yeni deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupault, Paul Eluard ile Georges Ribemont-Dessaignes’in yazılarının yer aldığı "De Litterature" (dö Literatür)'dü. Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar Sürrealizm akımına yöneldiler. Dadaizm akımının yaratıcıları akımın ismini koymakta sözlükten yararlanmışlardır. Rastgele bir sayfa açan ve fransızca çocuk dilinde tahta at anlamına gelen bu kelimeyle karşılaşan sanatçılar da akıma Dadaizm, Dadacılık adını vermişlerdir. Akımları edebiyatımızla karşılaştırıldığında Cumhuriyet Sonrası Edebiyat Döneminde ortaya çıkan 'Garip' topluluğuyla normları tanımamak, tabuları yıkmak gibi benzerlikler göstermektedir. Bilardo Bilardo bir spor çeşididir. Son yıllarda spor dalları içinde önemli bir yer kaplamaya başlamıştır. Şu anda, Avrupa'nın en çok ilgilenilen 5 sporu arasındadır. Bilardo oynamak için gereken aletler; bilardo masası, isteka (bilardo sopası), bilardo topları, tebeşir (istekanın topa daha ölçülü vurmasını ve gereksiz yere kaymamasını sağlar, özellikle falsolu vuruşlarda çok işe yarar), köprü(isteğe göre) (zor uzanılan toplara yetişmeyi sağlar) gerekir. Bilardoda açı hesaplamak ve hızı ayarlamak iki temel kuraldır. Bilardo kapalı bir alanda oynanır. Bilardo en başta cepli (delikli) bilardo ve cepsiz (deliksiz) bilardo olarak iki temel gruba ayrılır. Cepli bilardoya örnek olarak bilinen 8-Top (Amerikan) bilardosu ve Snooker vardır. Cepsiz bilardoysa 3-Top (3-Bant) bilardo olarak bilinir. Tabii bunların bugüne kadar ulaşamayan çeşitleri de vardır. Amerikalı bilardosu, bilardonun bugüne kadar gelebilen ilk cepli bilardo çeşitidir. Amerikan bilardosu adından da anlaşılacağı gibi Amerikalıların keşfettiği bilardo çeşitidir. Amerikan bilardosunda düz olarak adlandırılan 1-7 arasında numaralanmış yedi tane top, çizgili (pijamalı) olarak adlandırılan 9-15 arasında numaralanmış top, 8 numaralı siyah bir top bir de vuruş yapılan beyaz top vardır. Yani tam olarak 16 tane top vardır. Oyun, 2 kişi ya da 2 takım olarak, Bantlı veya Bantsız olarak oynanabilir. Oyunun amacı iki gruptan birini tamamlayıp siyah topu en son topun girdiği cep’e veya oyuncunun değiştirmemek kaydıyla deklare edeceği cep’e girdirmesidir. “Bantsız” (topların cep'e girmeden önce veya Beyaz topun oyuncunun deklare ettiği topa değmeden önce bantı görmesi zorunlu değildir) Oyun, topların şamadan farklı olarak (1 ve 15 numaralı toplar 3 ve 10 numaralı topların yerini alır ) dizildikten sonra beyaz topun masanın diğer tarafından, masanın ilk çeyrek çizgisinden, oyuncunun istediği açıdan vurarak başlar. Cep'e ilk giren top oyunu başlatan oyuncunun hangi grupla oynayacağını belirler, açılışta top düşmemesi halinde rakip oynayacağı grubu seçer, açılışta iki farklı gruba ait topların cep’e girmesi faul sayılmaz, giren toplar çıkartılmaz, gruplar seçilerek oyun rakibe geçer. Oyun başladıktan sonra oyuncu her vuruşta hangi topu hangi cep'e girdireceğini vuruş öncesi deklare etmek zorundadır. 1 numara ve 15 numara toplar farklı olmak kaydıyla orta ceplere girdirilmesi zorunludur. İlk açılış ta 1 veya 15 numaralı toplardan birinin veya ikisinin ceplerden birine girmesi halinde cepten çıkartılmaz ve oyun devam eder, biri girmesi halinde rakip diğer topu orta ceplerden birine girdirmek zorundadır. Fauller, (Rakibe beyaz topu istediği yerden başlatma hakkı sağlar), beyaz topu sokmak, herhangi bir topun masadan dışarı çıkması, yanlış gruptaki topun direk veya çaptırarak cep'e sokulması, beyaz topun ilk önce diğer gruptan topa ya da siyah topa değmesi ya da hiçbir topa değmeden gitmesi, oyuncunun isteği haricinde herhangi bir eli, kıyafeti veya bir aletle herhangi bir topa
dokunması, istekanın beyaz topa iki kere değmesi ya da beyaz top haricinde bir topa değmesi halinde uygulanır. Beyaz topun deliğe girdiği ya da masadan çıktığı durumlarda rakip oyuncu beyaz topu başlama çizgisinden istediği açıda başlatır, ancak ilk vuruşta vuracağı herhangi bir top masanın diğer yarısında olması veya beyaz topu banttan sektirerek ilk yarıda deklare edeceği topa vurabilir. Oyunun kaybedilmesine sebep olan fauller, siyah topun daha siyah topa sıra gelmeden sokulması, siyah topun masadan dışarı çıkması ve siyah topun deklare edilenden başka bir cebe sokulmasıdır. Açılışta sadece siyah topun ceplerden birine girmesi halinde açılış yapan oyuncu oyunu kazanır, siyah topla birlikte başka herhangi topun ceplerden birine girmesi, oyunun kaybettirir.( Eğer son topta siyahın sokulacağı delik seçildikten sonra,önce beyaz top başka bir deliğe girerse ardından siyah top söylenen deliğe girerse,deliği seçen oyuncu oyunu kazanır.Deklare etme zorunluğu olan ya da olmayan tüm atışlarda son top olarak siyah top kalmış olsa dahi beyaz top ve siyah topun aynı atışta cebe sokulması durumunda beyazı ve siyahı sokan taraf kaybeder.Bu durumda beyaz ve siyah toptan hangisinin önce girdiğine bakılmaz.) Oyun “Bantlı” oynanması halinde beyaz topun deklare edilen topa değmeden önce veya deklare edilen topun cep’e girmeden önce bantı görmesi zorunludur. Amerikan bilardosu en çok tercih edilen cepli bilardo çeşididir. Masa Tipi...FT...Dış Ölçü...Oyun Alanı Maç Bilardo Masası...10...315×170...284×142 Yarı Maç Bilardo Masası...9...285×160...245×127 Küçük Boy Bilardo Masası...7...240×135...210×105 Ev Tipi Bilardo Masası...6...220×125...190×95 Ayrıca 9-top, 14+1 ve Bank pool gibi çeşitleri vardır. Yine, standart Amerikan Bilardo masasında oynanan bir oyundur. Kuralları hemen hemen aynıdır. Ancak bu oyunda sadece 1-9 arasındaki toplar kullanılır. Toplar, 1 numaralı top en önde ve 9 numaralı top tam ortada kalmak üzere diamond şeklinde 1 numaralı top açılış noktasında olacak şekilde birbirine yapışık olarak dizilir. Oyunun amacı, açılıştan sonra 1 numaralı toptan başlayarak sırayla gitmek ve en son 9 numaralı topu sokarak oyunu bitirmektir. Buradaki önemli nokta sıradaki topu gördükten sonra başka bir topu sokma hakkı olmasıdır. Örneğin sıra 2 numaralı toptayken, oyuncu beyaz topla önce 2 numaralı topu görüp daha sonra 9 numaralı topu sokarak oyunu kazanabilir. Bu durum bütün toplar için geçerlidir. 9 top oyununda deklarasyon yapılmaz.istediğiniz gibi oynayın. Yine standart Amerikan Bilardo masasında oynanan bir oyundur. Bütün toplar 8-top düzeninde yerleştirilerek oyuna başlanır. Bu oyunda her iki oyuncu da sıra kendisindeyken istediği her topu sokabilir. Deliğe nizami olarak giren her top 1 sayıdır. Önceden belirlenen sayıya ulaşan oyuncu maçı kazanır. Bu oyunda da deklare yapmak zorunludur. Deklare edilen top yanlış deliğe girerse ya da başka bir top deliklerden birine girerse söz konusu top çıkarılıp açılış noktasına konur. Oyun sonu ise diğer türlerden tamamen farklıdır. Masadaki 15 topun sonuncusuna atış yapılmaz, masada kaldığı yerde bırakılarak önceden sokulmuş 14 top üçgen içinde en öndeki top olmadan dizilir. Topların diziliş sırası yoktur. Dizilişten sonra son toptan bir önceki topu yani 14. topu sokan oyuncu oyuna devam eder. İdeal devam biçimi masada önceki seriden kalan tek topu sokarak beyaz topla diğer 14 topu dağıtmak ya da "kırmaktır". Bu yapılamıyorsa güvenli vuruş yapmak gereklidir. Eğer 15. top üçgenin konacağı alanda kalmışsa üçgen içine konur ve 15 top birlikte dizilmiş olur. Aynı şey beyaz top için geçerli olursa açılış çizgisinden başlanır. Bu oyunda fauller -1 puan olarak hesaplanır. Faulden sonra beyaz topun kaldığı yerden devam edilir. Beyaz topun deliklere girmesi halinde açılış çizgisinde bir noktadan başlanabilir ancak açılış noktasının gerisindeki toplara atış yapılamaz. Üst üste 3 kez faul yapan oyuncudan 15 puan düşülür. Ayrıca bant kuralı da vardır. Bu kurala göre beyaz top ya da diğer toplardan en az biri vuruştan sonra en az 1 banta temas etmelidir. Cepli bilardoya diğer bir örnek Snookerdır. İki kişi ya da iki takımla oynanır. Snookerı İngilizler savaşa giderken can sıkıntısından keşfetmişlerdir. Diğer bilardo çeşitlerinden canları sıkıldığı için keşfetme gereği duymuşlardır. İngilizler ilk keşfettiğinde renkli toplar yoktu. Renkli toplar sonradan keşfedildi bunlar sarı top (2 puan), yeşil top (3 puan), kahverengi top(4 puan), mavi top(5 puan), pembe top (6 puan) ve son olarak da siyah top(7 puan) olarak sıralanır. Bunların yanında 15 tane kırmızı top (1 puan) olarak sayılır ama kırmızı toplar en baştan beri vardır. Bir de yine bir tane beyaz top vardır. Yani toplam olarak 22 top vardır. Kuralları bir kırmızı top sokmak sonra da bir renkli top sokmak ardından yine bir kırmızı top sokmak gibi bir döngüye sahiptir. Faul olsa da olmasa da deliğe giren kırmızı top asla ve asla çıkartılmaz ama renkli toplar çıkartılır. Masada hiç kırmızı top kalmayınca renkli toplar kıdem sırasına göre küçükten büyüğe doğru (sarı-yeşil-kahverengi-mavi-pembe-siyah) sokulur. Fauller, sıra kırmızı toptayken beyaz topun deliğe girmesi (4 puan), sıra kırmızı toptayken renkli bir topun sokulması durumunda (sarı, yeşil, kahverengi için 4 puan, mavi için 5 puan, pembe için 6 puan, siyah için 7 puan) karşı tarafa geçirilir. Sıra renkli bir toptayken vurulan ilk renkli top yerine herhangi başka bir topun sokulması durumunda (kırmızı, sarı, yeşil, kahverengi için 4 puan, mavi için 5 puan, pembe için 6 puan, siyah için 7 puan) sokulan ya da ilk vurulan topun sayısı toplanmaz hangisinin puanı daha fazlaysa ona göre rakibe puan geçer. Herhangi bir topun masayı, yapılan vuruş sonrası terk etmesi ya da herhangi bir topa isteka harici herhangi bir şeyle değilmesi ya da beyaz topa iki kere vurulması halinde 7 puan karşı tarafa geçirilir. Oyunun adını aldığı "snooker" terimi aynı zamanda oyunun ayırıcı ve can alıcı bir özelliğini adlandırmak için de kullanılır. Pot şansı olmayan ya da riske girmek istemeyen oyuncu beyaz topu masada rakibinin top görmesini engelleyecek bir noktaya bırakırsa - faul yapmadan - buna "snooker" bırakmak denir. "çin snookerı" ise beyaz topu bir topa yapıştırmak suretiyle rakibi kontrolsüz, zor bir vuruş yapmaya zorlamaktır. Üst seviye oyuncular için pot yüzdesi ne kadar önemliyse snooker bırakabilmek ve snooker çözebilmek de o kadar önemlidir. Oyunculardan biri herhangi bir durumda faul yaptıktan sonra, sıra rakibine geçtiğinde eğer bu oyuncu masadaki kırmızılardan herhangi birinin her iki maksimum incesini düz bir vuruş çizgisinden göremiyorsa "free ball" veya "açık top" kuralı uygulanır. Bu kurala göre masa üstündeki tüm toplar (yani renkliler) kırmızı top olarak sayılır ve oyuncu istediği topa vurabilir. Renklilerden birini kırmızı yerine pot yaparsa kırmızı topların değeri olan 1 sayı kazanır ve renkli top yerine konur. Oyunun devamı normal şekilde oynanır. Hesaplandığında bu oyunda en fazla 147 sayı yapılabilir (fauller sayılmazsa). En çok 147 Ronnie O'Sullivan tarafından(9 kez-3'ü Crucible Tiyatrosunda olmak üzere)yapılmıştır. Steven Hendry ise, 8 kez maksimum seriye ulaşmıştır.Ronnie'nin yaptığı bu 9 seriden 5 seri en hızlı 5 maksimum seridir. Bu hızlı oyun tarzından dolayı kendisine roket Ronnie denir. Snookerın devleri(lokomotifleri) olarak bilinen oyuncular Ronnie O'Sullivan, Stephen Hendry, Paul Hunter (Kanser olmasına rağmen kemoterapi gördüğü hafta maça çıkmıştır, 2006 yılında kanserden öldü.)(Peter Ebdon), (John Higgins), (Ken Doherty), (Steve Davis(80'lerin en büyük oyuncusu)) Kuralları pek bilinmediği için Türkiye'de çok tercih edilen bir bilardo çeşidi değildir. Yabancı turistleri (özellikle de İngiliz turistleri) ağırlayan oteller snookerı tercih eder. Snooker masasının boyu 3.60, eni 1.80'dir. Dünyanın en fazla tercih edilen bilardo oyunu olmaya doğru ilerlemektedir. Yavaş yavaş Britanya dışında da oynanmaya başlanmıştır. Cepsiz bilardoya en iyi örnekse 3-Top (Karambol bilardo) ve Üç-Bant Bilardodur. Prensip olarak bu iki oyun arasında çok az fark vardır. Bu iki oyun da aynı masada ve aynı toplarla oynanır. 3-Topta ve 3-Bantta bir bitiş sayısı seçilir örnek olarak (20) ve bu sayıya ilk ulaşan kazanır. Bu iki oyunda da bir beyaz top, bir sarı top ve bir de kırmızı top vardır. İki kişi ya da iki takım olarak oynanır. Kural olarak rakiplerden biri beyaz topa diğeri ise sarı topa vurur bu iki oyunda da kırmızı topa vurulmaz. 3-Topta sayı yapmak için vuruş yapılan topun diğer iki topa değmesi lazımdır. 3-Bantta ise sayı yapmak için vuruş topunu 3 kez banta (bir banta üç kez ya da 3 ayrı banta gibi) temas etmesi ve diğer iki topa vurmasıdır. 3-bant oyununun esası vuruşu yaparken ıstakanın çıkış noktasını dikkate alarak, topların masa içinde hangi hızda ve hangi açılarda yol alacağını hesap etmeye dayanır. Masa üstündeki nokta ya da diamond şeklindeki işaretler bu hesaplamaları yapmaya yardımcı olur. bu hesapların yapılabilmesi için farklı sayı sistemleri kullanılmaktadır. Sayı yapan kişi tekrar vurur. Faullerde karşı tarafa sayı geçmez. Herhangi bir topun masayı terk etmesi halinde faul olur. 3-Top 3-Banta göre daha kolay sayı yapılan bir oyundur. Oyunda belirli bir seviyenin üzerine çıktıktan sonra sayıyla birlikte atış bırakmanın ve tuş engellemenin öğrenilmesi gerekir. Atış bırakmak için geometri hesabının yanı sıra oyun temposunun iyi ayarlanması gerekir.Ayrıca zor pozisyonlarda sayı almak yerine rakibe karot atmak tabir edilen vuruşlarla pozisyon vermemek düşünülebilir. Öbür türlü sayı alınamazsa rakibe sote ya da sota tabir edilen kolay vuruş bırakılması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye'nin en başarılı bilardocularından Avrupa Şampiyonu Semih Saygıner Türkiye'de bilardonun özellikle de 3-Bant ve Karambol bilardonun öncüsü olarak görülür. Kendisinin Dünya Şampiyonlukları ve pek çok Türkiye şampiyonluğu vardır. Dünya genelindeki diğer büyük 3 bant oyuncularını Raymond Ceulemans, Torbjörn Blomdahl, Sanchez olarak sayılabilir. Bu oyun eskiden sadece göz kararı oynanırken büyük ü
stat Raymond Ceulemans'ın bulduğu diamond sistemle bir matematik hesaba dayandırılmıştır. Turnike, ters turnike, 5 bant, viyana turnikesi, brikol, efekare, acem gibi pek çok özel vuruşu vardır. Carom bilardonun karambol ve 3 bant dışında Bant, Artistik bilardo, 4 top gibi çeşitleri vardır. Erkek hakları Erkek hakları, büyük ölçüde kadın haklarına bir yanıt olmak üzere 1980'lerde tanımlanan bir hareket olarak başladı. Hareketin amacı erkeklere ilişkin konuları ortaya koymak ve erkeklere yönelik kurumsal ve toplumsal ayrımı kaldırmaktır. Erkek hakları hareketi içinde olanlar genellikle kendilerini maskülist olarak görmemekte ve büyük ölçüde geleneksel veya cinsiyet ideolojisini onaylamamaktadırlar. Ernest Belfort Bax Ernest Belfort Bax (d. 23 Temmuz 1854 - ö. 26 Kasım 1926) Britanya'da Sosyal Demokratik Federasyon ile ilişkili sosyalist bir gazeteci ve filozof. Leamington'da nonkonformist dindar bir ailede doğan Bax, Almanya'da felsefe tahsil ederken Marksizm ile tanıştı. Marx'ın fikirleriyle Kant, Schopenhauer ve Hartmann'ınkileri bir araya getirdi. Sosyalizm'in muhtemel metafizik ve etik uzantılarını keşfetmekte istekli olan Bax, kişisel ve toplumsal ve bilişsel (cognitive) ve duygusal (emotional) arasındaki karşıt çiftliği-dikotomi (dichotomy) yok etme amacıyla bir "sosyalizm dini"ni tarif etmeye girişti. Özgür işçileri küçük (petty) burjuvazinin ahlakçılığı olarak gördüğü organize dinden uzaklaştırma amacında olan ateşli bir ateistti. Berlin'e giden Bax, Evening Standard'da gazetecilik yaptı. 1882'de İngiltere'ye döndüğünde SDF'ye katıldı ancak 1885'de hayal kırıklığına uğradı ve William Morris ile birlikte Sosyalist Parti'den ayrıldı. Anarşistlerin parti üzerinde kontrolleri ellerine geçirmelerinden sonra SDF'ye tekrar katıldı ve partinin gazetesi Justice'nin editörü ve partinin baş teorisyeni oldu. Partinin Labour Representation Committee'ye katılmasına karşı çıktı ve sonunda parti üyelerini komiteden ayrılmaya ikna etti. Bax, tüm yaşamı boyunca ekonomik koşulları sosyalizmin olgunlaşması için gerekli gördü ancak bu ilerlemenin çalışan sınıfların eğitiminin eksikliğinden dolayı engellendiğini hissetmişti. Başlangıçta aşırı bir milliyetçilik karşıtı olan Bax, I. Dünya Savaşı'nda İngiltere'yi desteklemeye başladı fakat bu desteğe kadar mesleği avukatlığa yoğunlaşmış ve politikayla çok az ilgilenmişti. İngilizce Wikipedia Ernest Belfort Bax maddesi çevirisi. Kırgızistan Kırgızistan (Kırgızca: Кыргызстан, ; Rusça: Киргизия, "Kirgiziya"), Orta Asya'da bir ülkedir. Kırgızistan, (Azerbaycan, Kazakistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Türkiye, ve Türkmenistan ile birlikte) günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletlerinden biri olup Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un üyesidir. Denize kıyısı olmayan ülkenin komşuları kuzeyde Kazakistan; batıda Özbekistan, güneybatıda Tacikistan ve güneydoğuda Çin'dir. "Kırgızistan", "Kırgız ülkesi" manasına gelir. Kırgız adının kökeni hakkında ise birkaç teori vardır. Bunlardan birincisi -iz eki (iki - iz = ikiz vb.) almış "kırk"tır. Yani Kırk-ız, "Kırklar"dır Bir başka teoriye göre de "Kırgız" adı, "kırk uz" yani "kırk boy" anlamına gelmektedir ve Kırgız bayrağındaki kırk ışınlı güneş de bu kırk boyu temsil etmektedir. Konu ile ilgili diğer bir teori de Prof. Dr. Nadir Devlet'in Çağdaş Türkiler kitabında geçmektedir. O da Kırgız adı Türkçede kır - gez'mekten geldiğini söylemiştir. Kırgızlar, Göktürk devrinde Kögmen (Sayan) Dağları'nın kuzeyinde yaşamışlardır. 840 yılında Uygur Devleti'ni yıkarak bu topraklarda kendi devletlerini kurmuşlardır. Daha sonra bugün yaşadıkları topraklara gelen Kırgızlar, Karahanlılar zamanında Müslüman olmuşlardır. Ruslara Orta Asyalı halklardan ilk olarak girerler. Toplumlar arası kavgalar çıkmaya başlayınca Bagış uruusu (toplumu), 1881 yılında Rusya İmparatorluğu'nun egemenliği altına girmeye karar verir. Başlangıçta 1919'da Sovyet gücü bölgede kabul görmüştür ve Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti içinde Kara-Kırgız Özerk Bölgesi oluştu. "Kara-Kırgız" terimi 1920'lerin ortasında Ruslar onları aynı zamanda Kırgız olarak bakılan Kazaklardan ayırıncaya kadar kullanılmıştır. 5 Aralık 1936'da Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, tam bir Sovyetler Birliği cumhuriyeti olarak kabul görmüştür. 1920'ler boyunca Kırgızistan, kültür, eğitim ve sosyal yaşam açısından epeyce geliştirildi. Okur yazarlık büyük ölçüde gelişti ve standart bir edebi dil ortaya çıkarıldı. Ekonomik ve sosyal gelişme de dikkate değerdi. Kırgız millî kültürünün çok sayıda yönleri Stalin'in milliyetçi eyleminin baskısına rağmen muhafaza edilmişti ve bu nedenle, tüm Birlik otoriteleri ile olan gerginlikler sürmekteydi. "Sovyet açıklık ve dürüstlük politikası"nın ilk yılları, Kırgızistan'da siyasi iklim üzerinde küçük bir etki göstermiştir. Bununla birlikte Cumhuriyet'in basın mensuplarına daha fazla liberal bakış edinmeleri ve Yazarlar Birliği'nce yeni bir yayın olan "Literaturniy Kirghizstan"'ı kurmaları için izin verilmişti. Gayriresmi siyasi gruplar yasaklanmıştı ancak 1989'da derin iskân krizi ile uğraşmak için ortaya çıkan birkaç grubun faaliyetlerine izin verilmişti. 1990 yılının Haziran ayında Özbekler ve Kırgızlar arasındaki etnik gerginlikler Özbeklerin olduğu Oş İli'ni kaplamıştı. Şiddetli karşılaşmalar birbirini izledi ve bir güvenlik ve sokağa çıkma yasağı durumu hasıl oldu. 1990 yılının Ağustos ayına kadar düzen eski haline getirilemedi. 1990'ların başları Kırgızistan'a yeni değişimler getirdi. Kırgızistan Demokratik Hareketi, Parlamento'nun desteğiyle önemli bir siyasi güç haline geldi. Kırgız Bilim Akademisi'nin liberal başkanı Askar Akayev 1990 yılının Ekim ayında başkan seçildi. Takip eden Ocak ayında Akayev, yeni hükümet yapılarını öne sürdü ve çoğunlukla daha genç ve reforma yönelik siyasetçilerden oluşan yeni bir hükümet tayin etti. 1990 yılının Aralık ayında Yüksek Sovyet, cumhuriyetin adını "Kırgızistan Cumhuriyeti" olarak değiştirmek üzere oy verdi. 1991 yılının Şubat ayında başkent "Frunze"'nin adı devrim öncesi adı olan Bişkek olarak değiştirildi. Bağımsızlığa giden bu estetik hareketlere rağmen, ekonomik gerçeklikler Eski Sovyetler Birliği'nden ayrılmaya karşı durur gibi gözükmekteydi. 1991 yılının Mart ayındaki Sovyetler Birliği'nin yaptığı bir referandumda seçmenlerin % 95,7'si eski Sovyetler Birliği'nin "yenilenmiş federasyon" olarak tutulması önerisini uygun buldular. 19 Ağustos 1991'de Olağanüstü Hal Komitesi, Kırgızistan'da Akayev'i indirme girişiminin görüldüğü Moskova'da güç elde etti. Ertesi hafta darbenin sönmesinden sonra Akayev ve İkinci Başkan German Kuznetsov Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden istifalarını açıkladılar ve tüm daire ve sekreterya istifa etti. Bunu 31 Ağustos 1991'de Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığı sağlayan Yüksek Sovyet oylaması takip etti. 1991 yılının Ekim ayında Akayev rakipsiz ilerledi ve oyların %95'ini alarak doğrudan yeni bağımsız cumhuriyetin başkanı seçildi. O ay diğer yedi cumhuriyetin delegeleriyle birlikte Yeni Ekonomik Toplum Paktı'nı imzaladı. Sonunda 21 Aralık 1991'de diğer dört Orta Asya cumhuriyeti ile birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu'na resmen katıldı. 1992'de Kırgızistan, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'na katıldı. 2005 yılının Mart ayındaki parlamenter seçimlerden sonraki "Lale Devri", Başkan Akayev'i 4 Nisan 2005'te istifaya zorladı. Muhalefet liderleri koalisyon kurdular ve yeni hükümet Başkan Kurmanbek Bakiyev ve Başbakan Feliks Kulov altında şekillendi. Siyasi istikrarı sağlamak mümkündür, 2005 yılının Mart ayında seçilen parlamentonun 75 üyesinden üçü suikast sonucu öldürüldü 10 Mayıs 2006'da ölenlerin birisinin kardeşi de suikaste kurban gitti. Kırgızistan Cumhuriyeti anayasaya göre parlamenter demokrasi ile yönetilen laik ve üniter bir devlettir. Yürütme yetkisi hükümet tarafından uygulanır. Yasama yetkisi ise hükümet ve meclise aittir. Kırgızistan, bağımsızlığını kazanması ve serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte ciddi ekonomik sorunlar yaşadı. Artan işsizlik ve enflasyon gibi sorunlar yoksulluk ve açlığın ortaya çıkmasına sebep oldu. 2000 yılında yapılan genel seçimlerde Komünist Parti % 29.3 oy alarak meclisteki en güçlü parti oldu. Ancak meclisteki farklı siyasi eğilimler ülkede istikrarlı bir ekonominin uygulanmasını engelledi. 16 Aralık 2007'de yapılan parlamento seçimlerinde ise Ak Yol Partisi % 46,99 oy alarak birinci geldi ve 71 milletvekili çıkardı. Komünist Parti ise % 5,12 oy oranıyla 8 milletvekili çıkarabildi. Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi ise % 5,05 oy aldı. 6 Nisan 2010 tarihinde Talas'ta başlayan halk isyanı, ertesi gün başkent Bişkek'e sıçradı. Olayların yükselmesi üzerine hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Kurulan geçici hükümetin başına ise Dışişleri eski Bakanı ve Sosyal Demokrat Partisi Milletvekili Roza Otunbayeva getirildi. Kırgızistan Orta Asya'da yer almaktadır. Komşuları kuzeyde Kazakistan, batıda Özbekistan, güneybatıda Tacikistan ve güneydoğuda Çin'dir. Tanrı Dağları ülkenin %65'ini kaplar ve ülke bu yüzden "Orta Asya'nın İsviçre'si" olarak adlandırılır. Kuzeybatı Tanrı Dağları üzerinde bulunan ve ülkenin en büyük gölü olan Issık Göl, Titikaka'dan sonra dünyanın en büyük dağ gölüdür. "2005 Dünya Almanağı" verilerine göre Kırgızistan nüfusu 5,210,450'dur. Bu nüfusun %34.4'ü 0-15 yaş, %6.2'si ise 65 yaş ve üzeridir. Kırgızistan'da halkın %63.9'u şehirlerde geri kalanı ise kırsal kesimde yaşar. Ülkede kilometrekare başına 29 insan düşer. Kırgızistan’ın 2014 yılındaki nüfusu 5.776.570 milyona ulaşmıştır. 2014 yılı sayımında etnik grupların dağılımı şöyledir: 1991'den beri cumhurbaşkanı değişen ve çok partili sisteme geçerek, Jogorku Keneş'te (meclis) muhalefetin temsil edildiği tek bölge ülkesidir. Kırgızca Eylül 1991'den beri ülkenin resmî dilidir. Bunun yanında Rusça da bu ülkede resmî konuma sahiptir. Kırgızca Türk lehçelerinin Kıpçak Grubu'na mensup bir lehçe olarak kabul edilir. Ayrıca, onu Güney Sibirya bölgesi içinde bir Türk şivesi olarak kabul eden fikirler de va
rdır. 20. yüzyıla kadar Arap alfabesi kullanılarak yazılan Kırgızca 1928'de Latin alfabesini, 1948'de ise Kiril alfabesini kullanmaya başlamıştır. Kırgızistan halkı Sovyetler Birliği dönemleri diğer birlik üyeleri gibi Devlet Ateizmi içinde yaşamıştır. Bugün Kırgızistan'da baskın din İslam'dır. Müslüman oranı %76'dir. Ülkede %18 Hıristiyan, %2 Budist, %4 Ateist bulunur. Kırgızistan, başkent Bişkek dâhil 8 ile (oblast) ayrılmıştır. Başkent Bişkek'tir. İller, başkent ve il merkezleri: Kırgızlar önceleri göçebe olduğundan eğitime dikkat edilmemiştir. Sovyetler Birliği zamanında eğitim alanında büyük gelişmeler yaşanmıştır. 1934 yılında 7 yıllık okul okuma zorunluluğu getirilmiştir. 1950 yılından itibaren bu zorunluluğuna uyulması ile birlikte eğitim gelişmeye başlamıştır. Kırgızistan İlimler Akademisi 1965 yılında kurulmuştur. Bugün 17 araştırma enstitüsü vardır. Kırgızistan'da 60 civarında üniversite bulunmaktadır. Kırgızistan'daki belli üniversiteler şunlardır: Kırgız halk edebiyatında Manas Destanı önemli bir yer tutar. Kırgız edebiyatının kurucusu olarak Toktoul Satılgan kabul edilir. Kırgızların dünyaca meşhur edebiyatçıları Cengiz Aytmatov’dur. Sovyetler Birliği zamanında ülke, birliğin önemli bir turizm merkezine dönüşmüştü. Son yıllarda Issık Göl çevresine yüz binlerce turist gelmektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra seçilen Kırgızistan Başkanı Askar Akayev yaptığı bir açıklamada turizmin ülke ekonomisine en önemli katkıyı sağlayabilecek sektör olduğunu ifade etmiştir. Ülke son yıllarda turizm alanında büyük gelişmeler göstermektedir. Denize kıyısı olmasa da yaz mevsimlerinde göl turizmi yapılmakta, ayrıca ülke dağlarla kaplı olması nedeniyle kış sporlarına bağlı turizm gelişmektedir. Kış sporlarından sonra doğa gezileri, termal turizm yapılmaktadır. Ülkenin turist çeken başka bir özelliği ise çok sayılardaki ormanlar ve Issık Göl'e iye olmasıdır. Bunlar yaz turizmine açık yerlerdir. Ülke ekonomisi tarım ve madenciliğe dayalıdır. Daha çok hayvancılık kesimi ağırlıklı bir tarım ekonomisi hâkimdir. Başlıca tarım ürünleri buğday, pamuk, şekerpancarı, mısır, tütün, sebze ve meyvedir. Dağlık bölgelerde yarış atları yetiştirilir, tavşan beslenir, arıcılık yapılır. En çok küçükbaş hayvan beslenir. Kırgızistan'da 1970'li yıllarda çeşitli madenler çıkarılmaya başlanınca maden sektörü büyük hızla gelişmiştir. Makina, otomotiv, gıda, çimento, sırça ve konserve fabrikaları başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Akarsu üzerlerinde kurulan hidroelektrik santralleri ekonomiye önemli ölçüde katkıda bulunur. Ülkede 600 civarında sanayi kuruluşu vardır. Ülkede son yıllarda doğal güzelliklerin etkisi ile turizm etkinlikleri de hızlanmakta ve bu da ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır. Ayrıca, çıkan iç isyanlar (Bakiyev hükümetinin düşüp Roza Otunbayeva'nın hükümete geçmesi) da ekonomiyi zayıflatmıştır. Ülkenin dağlık yapısından ötürü ulaşım büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Yollar, yüksekliği 2000 metre ve üzerini bulabilen rakımlar ve dik vadilerden dolayı sık sık viraj yapmak durumundadır. Kış boyunca ulaşım ülkenin kimi yüksek rakımlı ve tenha bölgelerinde hemen hemen imkânsızdır. Bunun yanında ulaşımı güçleştiren diğer etkenlerden biri de kara ve demiryolunun bugün uluslararası sınırlarla kesilmesidir. Bu da, yolların kapalı olmadığı yerlerde birçok zaman alıcı formalite gerektirdiğinden pek tercih edilmemektedir. Ülkede geziler ya da kısa ulaşımda atlar da kullanılabilir. Yönetim Haberler Genel Eğitim Değişik dillerde ülke adları Dünyada çoğu ülkenin farklı dillerde farklı isimleri vardır. Bazı ülkelerin politik nedenlerden dolayı zaman içinde isimleride değişmiş olabilir. Bu makale uluslar, ülkeler ve özerk devletler için bilinen tüm isimleri vermeyi amaçlamaktadır. Ülkeler Türkçede bilinen halleri ile alfabetik olarak sıralanmıştır. Her isimden sonra diğer dillerde bilinen isimlerine yer verilmiştir. Makale boyutları nedeniyle, bu makale 4 parçaya ayrılmıştır. Mezopotamya Mezopotamya (Antik Yunanca: Μεσοποταμία "Mesopotamia": iki ırmak arasındaki bölge, Süryanice: ܒܹܝܬܼ ܢܲܗܪ̈ܝܼܢ "Beyt Nahrin": nehirler ülkesi), Orta Doğu'da, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge. Mezopotamya günümüzde Irak, kuzeydoğu Suriye, Güneydoğu Anadolu ve güneybatı İran topraklarından oluşmaktadır. Büyük bölümü bugünkü Irak'ın sınırları içinde kalan bölge, tarihte birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Mezopotamya'da yer alan şehirler günümüzde sürekli gelişmektedir. Ayrıca bu bölgede bol miktarda petrol bulunmaktadır. Mezopotamya, bazı kaynaklarda "medeniyetlerin beşiği" olarak adlandırılır. Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yerleşmeye sahne olmuş ve birçok istilaya uğramıştır. Bilinen ilk okur-yazar toplulukların yaşadığı bölgede birçok medeniyet gelişmiştir. Mezopotamya Sümer, Babil, Asur, Akad ve Elam gibi en eski ve büyük medeniyetlerin doğduğu ve geliştiği yerdir. Hiçbir zaman Mezopotamya olarak anılan belirli bir siyasi mevcudiyet olmadığı gibi sınırları belirli bir idari bölge de değildir. Basit anlamda Yunan tarihçileri bu bölgeyi anmak için bu ismi kullanmışlardır. Mezopotamya Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alır. Bu isim geniş anlamda, Dicle ve Fırat nehirlerinin vadileri ile bu iki nehrin arasında kalan topraklar için kullanılmaktadır. Mezopotamya, güneyde Basra Körfezi, kuzeyde Güneydoğu Toros Dağları, doğuda Zağros Dağları, batıda Suriye Çölü ve Arabistan Çölü ile çevrilidir. Doğu Anadolu'daki karlı dağlardan doğan ve Güneydoğu Toroslardaki kar ve yağmur sularıyla kabaran Dicle ve Fırat, Bağdat yakınlarında birbirlerine çok yaklaşır ve Kurne'de birleşirler. Birleştikten sonra Şattü'l Arap ismini alan nehir, Basra Körfezi'nden denize dökülür. Nehirlerin oluşturduğu dar toprak şeridinin iki yanı çöldür. Dicle ve Fırat'ın sürükleyip getirdiği topraklar Mezopotamya'nın güneyinin çok verimli olmasına sebebiyet vermiştir. Dümdüz uzanan ova, Mezopotamya'nın kuzeyinde oldukça bereketli ve daha ılıman iklimli bir yaylaya dönüşür. Mezopotamya tarih boyunca farklı kavimlerin bir arada yaşadığı bir bölge olmuştur. Bölgeye uzun süre devam eden sürekli göçler, hem siyasi iktidarın belirli bir çizgi izlemesini engellemiş hem de kültürel ve teknolojik anlamda kent ve toplumların gelişimini körüklemiştir. Mezopotamya bölgesi dünyanın en tanınmış ve köklü medeniyetlerinden birkaçına ev sahipliği yapmıştır; Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular ve Aramiler gibi. Bunların dışında daha birçok kavim Mezopotamya'da yaşamıştır. Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yoğun göçe sahne olmuş Mezopotamya, birçok farklı kültür ve halkın karıştığı bir bölge olmuştur ve bu nedenle de medeni gelişime sahne olmuştur. Bilinen ilk okur yazar topluluklara ev sahipliği yapmış bölgede birçok medeniyet gelişmiştir ve bu sebeplerden Medeniyetler Beşiği olarak da anılmıştır. Hiçbir zaman Mezopotamya olarak anılan belirli bir siyasi mevcudiyet olmadığı gibi sınırları belirli bir bölge değildir. Son buz devrinin sonlarına doğru, hâlâ hüküm süren buzul veya buzul arası iklim koşullarından kaçmak için insanlar topluluklar halinde güneye doğru göç etmişlerdir. Bu dönemlere dair kuzey Irak'ta ve çevre bölgelerde çeşitli yerleşim alanları göze çarpar. Daha sonra iklimin tarım için uygun hale gelmesiyle kuru tarım başladığı gibi yerleşim birimleri de oluşmaya başlamıştır. Güneydoğu Anadolu'da Çayönü (Diyarbakır, Türkiye) ve Göbekli Tepe (Şanlıurfa, Türkiye) gibi yerleşim yerleri Neolitik dönemde Mezopotamya'daki göze çarpan yerleşim bölgeleridir. Bunlara kuzey Irak'taki Cermo da eklenebilir. Bu yerleşimler dönemin kültürel ve teknolojik gelişimini anlamak için önemlidirler. Tarım gelişimi ve köy yaşamının başlangıcından yazının ortaya çıkışına kadarki dönemin ünlü yerleşim bölgelerine örnek olarak Samarra, Tell Halaf ve Hasuna verilebilir. Bu dönemde her kent aynı zamanda ayrı bir kültürel tarz ortaya sunmaktaydı. Bu kentlerin ortak yönü konutların ortaya çıkışıdır. Yine de konutların mimari tarzı kentten kente değişiklik gösterir. MÖ 5500-MÖ 5000 dolaylarında Mezopotamya'da öne çıkan iki kültür kuzeyde Halaf Kültürü ve güneyde Ubaid (Obeyd) kültürleridir. Bölgenin bir sonraki evresi "Uruk dönemi" (MÖ 4000-MÖ 3100) olarak anılabilir. Bu dönemde güneydeki kentler büyük oranda gelişmiştir. Bu gelişmeler sadece kültürel planda değil aynı zamanda teknolojik plandadır da. Uruk kenti, dönemi karakterize eden kent olarak, çok önemli bir konumdadır. Sulu tarımın geliştiği bu dönemde, madencilik ve teknoloji dallarında da ortaya çıkan gelişmeler kentlerin genel durumunu yükseltmiştir. Uruk kentinin ünlü Mezopotamya kahramanı Gılgamış'ın evi olduğu da söylencelerde yer alır. Bu dönemde ticaret büyük oranda gelişmiştir ve Mezopotamya'nın o dönemde bilinen sınırları içeresinde yoğun bir ticaret ağı oluşmuştur. Ayrıca Anadolu ile yapılan ticaret, Anadolu halklarının kültürünü de Mezopotamya'ya, sınırlı anlamda da olsa taşımıştır. Bu dönemin sonlarında yazı geliştirilmiş ve kayıt tutumu da başlamıştır. Bu dönemlerde ve daha sonra bir süre güneydeki gelişimlerin kuzeye geçmesi uzun zaman almıştır. Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Yazı, dil, tıp, astronomi, matematik; din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a ilk kez Sümerlerde rastlanır. Sümer döneminde Mezopotamya'da 18'i büyük olan yaklaşık 35 şehir ve kasaba vardı. Bunlara örnek vermek gerekirse Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur zikredilebilir. Lagaş'ta iktidara gelen Ur-Nanşe yaptırdığı inşaatlarla öne çıkmıştır. Urukagina da ilk yazılı reformları sayesinde tanınmıştır. Son dönemlerde Sümerlerin baş tanrısı konumundaki Enlil'in tapınağı Nippur'da idi bu nedenle Nippur Sümerlerin dini başkenti sayılırdı. MÖ 2400-2350 yıllarında Sümerler düşüşe geçerken, Akadlar yükselişe geçmiştir. Akadlar Sami kökenli bir topluluktur. Sü
merler döneminde Mezopotamya'ya göçen bu topluluk Sümer kültürünü benimsemiştir. Sümerler sonrasında Mezopotamya'nın lideri konumuna gelen halk, Mezopotamya'daki medeni gelişimin öncüsü Akadlar olmuştur. Ayrıca Akadlar daha sonra Mezopotamya'da güçlü konuma ulaşacak yine Sami kökenli Asur ve Babil halklarına da öncülük etmişlerdir. Zafer Anıtı'nı inşa etmişlerdir. Çok tanrılı dinlere inanmışlardır. Akadlar, Sümerlerden farklı olarak kent krallıklarından ziyade "Evren" veya "Dünya" krallığı kavramını Mezopotamya'ya getirmiştir. Bölgenin merkezi bir idare eline geçmesi de ilk kez Akadlar döneminde olmuştur. MÖ 2150'de güçlenen Sümerliler bu devleti yıkmışlardır. Akad hanedanının kurucusu kral Sargon'dur. Agade isimli bir başkent kuran Sargon kayıtlara göre 34 savaş yapmıştır. Yine de Sargon'a dair bilgilerde mitoloji ile gerçeklik karışıktır. Sargon'un torunu olan Akad kralı Naram-Sin de dedesinin yolundan gitmiş birçok sefer yapmıştır. Fakat Naram-Sin'den sonra bölgedeki güç dengeleri değişmiş ve Akadlar düşüşe geçmiştir. Kısa bir süre içinde Zagros Dağları'ndan inen ve işgale başlayan Gutiler yönetimi ellerine geçirmişlerdir. Akadların yönetimindeki zayıflıklar nedeniyle, birçok kentin yönetici hanedanı yönetimi tekrar ellerine geçirmişlerdir. Bu kentlerden öne çıkanı Ur kenti ve yöneticisi 3. Ur Hanedanıdır. Hanedan Akadların izinden giderek bütün bölgeyi kontrol altına almak istemiştir. Yaklaşık 100 yıl kadar (MÖ 2100-MÖ 2000) süren bir dönemde Ur kenti Mezopotamya'nın en büyük siyasi gücü olmuştur. Dönemlerinin sonu yoğun göçler ve çevre toplulukların saldırıları ile gelmiş ve yönetimleri zayıflamıştır. Ur Sülalesinin yönetiminin sonu aynı zamanda Sümerlerin Mezopotamya'daki yönetimlerinin sonu demektir. Daha sonra Sümer kökenli olmayan kavim ve sülaleler egemen olmuşlardır. Yine de bu dönem kültürel, dini ve mimari açıdan medeni gelişimi büyük oranda etkilemiştir. 3. Ur salamanasarının çöküşünden sonra kuzeyde büyük bir siyasi güç olarak Asur, güneyde ise din ve kültür merkezi olarak Babil öne çıkmıştır. Aynı zamanda 2. binyılın erken dönemlerinde bölgeye gelen Hurri ve Amurrular (veya "Amoritler") bölgenin gerek nüfus gerekse kültürel yapısını büyük oranda etkilemiş, daha sonraki siyasi olaylara da etki etmiştirler. 2. binyılın başlarında yükselen kavimlerden biri Asurlardır. Özellikle oluşturdukları geniş ticaret ağı onların Mezopotamya kültürünü farklı bölgelere yaymasına ve farklı kültürleri de Mezopotamya'ya taşımasına neden olmuştur. Anadolu'ya yazının gelmesi de yine bu dönemdeki Asurlu tüccarlar sayesinde olmuştur. Diğer yükselen kavim ise güneyli Babil'dir. Amurru kökenli olan Eski Babil sülalesi, 5. kral Hammurabi ile dönemin diğer krallıkları üzerinde egemenlik kurmuştur. Bu sıralarda Anadolu'da Eski Hitit Devleti fetihlere başlamış ve sonunda Hitit Kralı I. Murşili MÖ 1595 yılında Babil'i alarak Babilin egemenliğine son vermiştir. Daha sonraki dönemlerde Kassitler öne çıkmış, Anadolu'daki Hititler güçlenmiş, Hurriler Mitannilerin önderliğinde yeni bir siyasi güç oluşturmuşlardır. Yaklaşık iki yüzyıl süren Mitanni-Hurri egemenliğinin zayıflaması Asurların yükselmesine olanak vermiş ve MÖ 13. yüzyılda Asur kralı I. Şalmaneser Mitanni - Hurri devletini sonlandırmış ve Asur egemenliğini kesin olarak başlatmıştır. Fakat bu Asur egemenliği de yoğun göç dalgaları sebebiyle zayıflamıştır. MÖ 9. yüzyılın başında kuzeyde Asur'un tekrar yükselmesine kadar bölge karışık bir dönem geçirmiştir. Bu zamana kadar Mezopotamya ve çevresinde birçok yeni devlet ve kavim ortaya çıkmıştı. MÖ 9. yüzyıldan yaklaşık MÖ 5. yüzyıla kadar süren Asur yönetimine Yeni Asur Krallığı denmiştir. Bu dönemde yoğun bir yayılma politikası benimsenmiş, her kral sayısız sefer yapmıştır. Yine de güney Mezopotamya'da Babil egemenliğini korumuştur. Babil dışında Urartular ve Medler de bağımsız birer güç olarak konumlarını korumuşlardır. Bir dönem Asur zayıflasa da III. Tukultī-Apil-Ešarra "(III. Tiglat-Pileser)" ile tekrar yükselmeye başlamış Urartu kralını yenmiş ve yayılma politikasıyla diğer önemli güçleri, Babil ve Medleri, rahatsız etmiştir. II. Sargon ve sonrasında Asur'un konumu daha da yükselmiş; Asur birçok krallığı egemenliği altına aldığı gibi Mısır'a yapılan büyük seferlerle Mısır'ı da yağmalamıştır. Yeni Asur Krallığı'nın en geniş olduğu dönemde Medler ve Babilliler, İskitlerle birleşerek Asur'a savaş açmış ve sonunda Asur'un yıkılmasına neden olmuştur. Yeni Asur Krallığı sonrası dönemde Babil yükselişe geçmiş ve Yeni Babil olarak anılan bir dönem başlamıştır. Yeni Babil, Asur'un bütün topraklarına egemen olduğu gibi çevre krallıklara birçok sefer düzenlemiştir. Bu sıralarda Medler Urartu devletine son vermiştir. MÖ 539 yılında Perslerin Babil'i ele geçirmesiyle Yeni Babil son bulmuştur. Bu dönem ve sonrasında Persler tüm Mezopotamya'yı egemenlikleri altına almıştırlar. Mezopotamya Büyük İskender'in Persleri egemenliği altına alışına kadar Perslerin egemenliği altında olmuştur. Daha sonra bir süre Pers imparatorluklarının egemenliği altında kalmış, daha sonra Romalılar kuzeybatı bölümünü egemenlikleri altına almışlardır. Pers Sasani İmparatorluğu döneminde egemenlikleri altındaki Mezopotamya'nın büyük kısmı "Del-i Iranşahr" yani "İran'ın Kalbi" olarak anılmaya başlanır ve başkent Mezopotamya'da yer alır. M.S. 7. yüzyılın erken dönemlerinde Arap halifeleri Şam'ı kontrol altına alır ve zaman içinde Mezopotamya Arapların egemenliği altında tekrar birleşir. Yine de bu dönemde iki vilayet şeklinde idare edilir: kuzeyde Musul başkent, güneyde Bağdat başkenttir ki Bağdat daha sonra hilafetin de başkenti olur ve 1258 yılına kadar böyle kalır. 1508-1534 arasında Safaviler kısa bir dönem için Mezopotamya'yı kontrolleri altına alsalar da 1535'te Osmanlılar (Türkler) Bağdat'ı egemenlikleri altına alırlar. Osmanlı Devleti'nin egemenliği sırasında Mezopotamya üç vilayete ayrılarak idare edilir: Musul, Bağdat ve Basra. I. Dünya Savaşı'nın sonunda Mezopotamya kısa bir süre için İngilizlerin yönetimine geçer ve İngilizler bugünkü Suriye ve Irak'ı bir Haşimi yöneticiye bağlı bir devlet olarak kurar. 1920'de İngilizler tarafından Irak ulus devleti kurulur ki bugünkü Irak sınırlarının yanı sıra bugünkü Kuveyt de sınırlara dahildir. Daha sonra 1961 yılında Kuveyt bağımsızlığını ilan eder. İlk yazı denemeleri piktogramlardan geliştirilmiştir. Bunlar hikâyeleri, tarihi ve bazı olayları anlatan tabletlere çizilmiş resimlerdir. Daha sonraları farklı harfler için farklı işaretler geliştirmeye başlarlar ki buna çivi yazısı denmiştir. Bu yeni yazı türü kısa sürede yaygınlaşır ve piktogramlardan daha fazla kullanılmaya başlar. Harfler, kil tabletler üzerine çizilir ve pişirilirdi. Mezopotamyalılar iki sayı sistemine sahipti. Sümerler, zamanı altmış dakikalık saatlerde ölçen ilk insanlardır ve haftada yedi günlük bir takvim de oluşturmuşlardır. Babilli astronomlar gündönümü ve tutulmaları hesaplayabiliyorlardı. Astronominin gelişimi din ve mitoloji ile iç içedir zira insanlar astronominin bir amacı olduğuna inanıyorlar ve ona bazı dini veya mistik unsurlar yüklüyorlardı. Örneğin tutulmalar kötüye işaretti. Her ne kadar anatomi ve tıp konusunda bilgileri olmasa da tıbbi tanı listeleri oluşturmuşlar, hastalıkları gözlemlemişlerdir. Mezopotamya büyük oranda göç almış, birçok kavime ev sahipliği yapmıştır. Fakat göç eden toplulukların çoğu var olan Mezopotamya kültürünü benimsemiş, ayrı bir kültür veya dil olarak barınamamıştır. Bu nedenle Mezopotamya'da var olmuş çoğu halkın, yazılı kayıtlar sayesinde, sadece isimleri bilinmektedir. Bugüne ulaşan çivi yazılı kayıtlar, tabletler sayesinde Mezopotamya'nın en yaygın dillerinin Sümerce ve Akadca olduğu söylenebilir. Bu dillerden Sümerce, Türkçeyle büyük benzerlikler göstermektedir. Bunların dışında Hurrilerin Mezopotamya'ya girişi ve daha sonra Mitannilerin liderliğinde önemli bir siyasi konuma gelmeleriyle Hurrice de, en azından bir dönem için, Mezopotamya'nın önemli dillerinden biri sayılmıştır. Hurriceye dair pek bilgi yoktur fakat yapılan araştırmalar Hurricenin Kuzeydoğu Kafkas Dil Ailesine yakınlık gösterdiğini ortaya koymuştur. Urartuca ile aynı kökenden geldiği bilinmektedir, Urartuca da yine aynı dil ailesine yakınlık göstermektedir. Sümerce gibi diğer dillerden farklı özellikler taşıyan bir Mezopotamya dili de Elamca'dır. Sümer, Babil ve diğer Mezopotamya halkları ya savaşlarda ölerek ya da göç ederek yok oldular. Hammurabi kendi yasaları ile ünlü kraldır, Hammurabi Kanunları (MÖ 1780) bulunmuş en eski kanunlar olup eski Mezopotamya'dan günümüze en iyi korunarak gelebilmiş eserdir. Kanunlar 282 adet yasa içerir. Hukukun temeli atılan Mezopotamya'da Hammurabi Kanunlarında yer alan, evlilik ile ilgili kurallar da medeni hukukun temeli olmuştur. Antik Mezopotamya dini, kayıtları bilinen en eski dindir. Antik Mezopotamya dininin temelleri Erken Sümer Hanedanları tarafından atılmış, daha sonra oluşan uygarlıklar ve bölgeye yerleşen kavimler bu dini yapıyı benimsemiştirler. Her ne kadar bölgenin bölümleri arasında farklılık gözlense de temel dini figürler, destanlar ve inanışlar aynı kalmıştır. Sümerce "evren" sözcüğü "an-ki"'dir. Bu tanrı An (veya "Anu") ve tanrıça Ki'yi işaret eder. Bu çiftin çocuğu Enlil, hava tanrısıdır ve zamanla Sümerlerin ve daha sonraki kavimlerin baş tanrısı olmuştur. Destanlar çoğu zaman hem tarihi, hem de dini/mitolojik öğeler taşımaktaydı. Yine tarihi kayıtlarda da dini ve mitolojik unsurlara rastlanır; örneğin kral listelerinde mitolojik unsurlarla gerçekler karışık biçimdedir. Daha sonraları ortaya çıkan birçok dinde de geçen ve araştırmacılarca Mezopotamya kaynaklı olduğu düşünülen anlatılara "Tufan" ve "Yaratılış" örnek olarak verilebilir. Mezopotamya mitolojisi Sümer, Akad, Asur ve Babil odaklı olmakla beraber bölgeyi etkilemiş sayısız halkın mitolojilerinden yoğun biçimde etkilenmiştir. Politeistik bir din olan Mezopotamya dininin tanrı ve tanrıçaları zaman içinde isim değiştirse de özellikleri genelde aynı kalmıştır. Bazı önemli tanrı ve tanrıçalar şun
lardır: Zigguratlar Mezopotamya'da Kil ve balçıktan yapılan tapınaklardır. Zigguratlar 7 katlı olup 3 ana bölümden oluşur. İlk katlar erzak deposu, orta katlar okul ve tapınak, son (yani en yüksek) katlar ise rasathane olarak kullanılmıştır. Bölgedeki erken dönem kentleri: İhsan Raif Hanım İhsan Raif Hanım (1877 Beyrut - 1926 İstanbul), Şair. 1877'de Beyrut'ta dünyaya geldi. Nafıa ve Ziraat Nazırı Köse Mehmed Raif Paşa'nın kızıdır. Babasının görevi nedeniyle pek çok yer gezdi. Özel olarak müzik, edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Küçük yaştan itibaren edebiyata ilgi duydu. Döneminin şairlerinden Rıza Tevfik'in etkisiyle hece vezniyle halk şiiri tarzında şiirler yazdı. Hece veznini kullanan Türkiyeli ilk kadın şairlerdendir. Sade bir dili, yalın bir anlatımı vardır. Fransızcaya ve Fransız Edebiyatına vakıf olan İhsan Raif Hanım önce Ali Bey ile, sonra Fecr-i Ati edebi topluluğuna mensup Şahabettin Süleyman ile daha sonra da Hüsrev adında bir kişiyle evlenmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasındaki mitinglerde, ateşli nutuklar ve şiirlerle milli mücadeleye destek vermiştir. Şiirleri kadınsı, aşk dolu ve yoğun duygu içeriklidir. Şiirlerinden bazılarını kendisi, çoğunu da diğer sanatçılar bestelemiştir. İhsan Raif Hanım'ın şiirlerinden bestelenmiş şarkılar günümüzde de dinlenmektedir. Günümüzde Şişli Kaymakamlığı binası olarak olarak kullanılan, babasına ait Taş Konak'ta değişik dönemlerde yaşamış, şiir ve bestelerinden bazılarını gerçekleştirmiştir. En bilinen eseri "Kimseye Etmem Şikâyet" adlı ilk bestesidir. Bu şiiri çocuk yaşta evlendirilmesi nedeniyle yazmıştır. Bu beste, 2008'den itibaren Şişli Kaymakamlığı görevini yürüten Mehmet Öklü tarafından kaleme alınan aynı adlı romana konu olmuştur. 1926'da apandisit ameliyatı için gittiği Paris'te ameliyat masasından kalkamayarak yaşamını yitirmiştir. Mezarı Rumelihisarı'ndadır. Gambas Gambas, Linux altında görsel programlama yapmaya yarayan bir yazılımdır. Windows altında Visual Basic'le programlama ile uğraşan programcılar ve Linux altında görsel programlamayı öğrenmek isteyen bilgisayar kullanıcıları için iyi bir alternatifdir. Benoit Minisini adlı programcı tarafından açık kaynak modeli ile geliştirilmektedir. Gambas'ın kod yazımı her ne kadar Visual Basic'e benzese de ayrı bir dil olma yolundadır. Kod yazımlarındaki farklılıklar kullanıma geçildiğinde farkedilecektir. Visual Basic'te yazılmış olan kodlarınızı Gambas'a çevirmek üzere kullanılan bir betik Gambas'ın resmi sitesinde yer almaktadır. Gambas, çok hızlı gelişen bir programlama dilidir. Birçok grafik kütüphanesine ve MySQL, PostqreSql gibi veritabanına destek vermektedir. Şu anda programlama dilinin geçerli sürümleri; kararlı sürüm: 1.0.10, geliştirici sürümü: 1.9.20, kararlı sürüm: 2.20.2, geliştirici sürümü: 2.99 . Ezeli Hikmet Ezeli Hikmet. Kadim Hikmet, Aşkın Hikmet, Ezeli Felsefe, Kadim Felsefe veya Kalıcı Felsefe şeklinde kullanımları da bulunmaktadır. (latince ifadesiyle "Sophia Perennis") Kaynağı itibarıyla ilahi olan ve insanlığın başlangıcından bu yana farklı coğrafyalarda yaşayan toplumların din ve/veya geleneklerinde anlatımını bulan evrensel, ebedi, metafizik ilkeleri işaret etmekte kullanılan kavram. Frithjof Shuon'un ifadesiyle Ezeli Hikmet; sürekli varolan ve sürekli varolacak olan "irfan", yani evrensel bilgidir. Ezeli Hikmet yorumcularına göre kaynağı tarih üstü olan ezeli hikmetin ("sophia perennis/perennial philosophy") terim olarak batı dillerindeki ilk kullanımı gelenekten uzaklaşmanın yoğun olarak yaşandığı rönesans dönemine tekabül etmektedir. Agostino Steuco (1497-1548) tarafından terim "De Perenni Philosophia" adlı eserinde kullanılmıştır. 17. yüzyıla gelindiğinde terimin 17. yüzyıl filozofu Leibniz'da kullandığını görmekteyiz. İslam dünyasında bu terimin karşılığı olarak kullanılan ""el-Hikmetü'l-halide""nin Farsça'daki karşılığı "Câvidan Hırad (Ezeli akıl)"`ı bu adla bir eser vermiş olan İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) kullanmıştır. İbn Miskeveyh terimi, devirden devire, ulustan ulusa değişmeyen, tarih ötesi bir hakikat; kendini çağlar boyu çeşitli kültür havzalarında daima tezahür ettiren bir hikmete işaret etmekte kullanmıştır. Yirminci yüzyıla gelindiğinde Aldous Huxley kelimeye popülerlik kazandırmış ancak kelimenin metafizik uzantılarını eserlerinde derinliğine işleyen yazarlar René Guénon , Frithjof Schuon, Ananda Coomaraswamy, ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi metafizikçiler olmuştur. Konşimento Konşimento ya da "taşıma senedi" (), üzerinde yükleyici, alıcı, ihbar merciiden başlayarak her türlü bilginin yer aldığı kıymetli evraktır. Gemiye yüklenilen bir malın teslim alındığını gösteren, gönderenin ve alıcının adlarının yazılı olduğu hukuki belgedir. Malın alıcısına genellikle önceden gönderilen bu belge, alıcının mal üzerindeki mülkiyet hakkını gösterir. Alıcı, bu belge olmaksızın malları teslim alamaz. Kara Yolu Taşıma Senedi; Uluslararası nitelikteki CMR (Convention Marchandises Routiers) anlaşmasının hükümlerini kabul eden ülkelerce kullanılan bir karayolu taşıma belgesidir ve taşımanın CMR hükümlerine göre yapıldığını gösterir. Navlun komisyoncusu veya taşımacılık şirketi tarafından alıcının adına düzenlenir. Malların belirtilen şartlarla taşınmak üzere, iyi durumda teslim alındığını ve taşıma sözleşmesinin yapıldığını gösteren hukuki bir delildir. Malların mülkiyetini temsil etmediği için ciro edilemez. Üç orijinal nüsha olarak düzenlenir. Birincisi yükletene verilir, ikincisi mallara eşlik eder, üçüncüsü de taşımacıda kalır. Yükleten, mallar yolda iken taşımacıya talimat vererek taşımayı durdurma, teslim yerini değiştirme veya malların belgede ismi yazılı alıcıdan başka bir şahsa teslimini isteme hakkına sahiptir. Bu hak belgenin ikinci orijinalinin belgede adı yazılı alıcıya verilmesi üzerine hükümden düşer. Anılan, hakkını, kullanmak istediğinde yükleten belgenin birinci orijinalini taşımacıya ibraz etmelidir. Bu durumda yeni talimat belgeye kaydedilir. Yükleten aynı zamanda taşımacıya garanti vermelidir. Hava Yolu Taşıma Senedi (Airwaybill/AWB), havayolu şirketlerince düzenlenen ve malların taşınmak üzere teslim alındığını gösteren makbuzdur. Mallar üzerinde tasarruf etme yetkisi vermez. Varış havalimanında gümrük işleminin tamamlanmasından sonra mallar belgede ismi yazılı alıcıya teslim edilir. Alıcı yerine alıcının bankası adına da düzenlenebilir. Bu durumda banka varış yerindeki havayolu şirketine vereceği yazılı talimatla malları alıcıya teslim ettirir. Hava yolu taşıma senedi biri alıcıya, biri yükletene, biri de havayolu şirketine ait olmak üzere 3 orijinal ve 9 kopya olarak düzenlenir. Bankalara ibraz edilen nüsha 3 numaralı yükleten nüshasıdır. Belgede yer alan bilgiler: Uçuş sefer sayısı tarihi, malın cinsi ve miktarı, alıcının adı, yükletenin adı, navluna ait kayıt ve havayolu şirketinin kaşe ve imzasıdır. Deniz Yolu Taşıma Senedi: Bu belge bir gemi şirketinin veya onun yetkili acentesinin veya yükleme limanında acentesi yoksa gemi kaptanının malı yükletene verdiği, emre ve nama düzenlenebilen ve belge konusu malların taşınmak üzere kabul edildiğini gösteren bir makbuz ve aynı zamanda yükleme kaydı konduğunda bir taşıma sözleşmesidir. Belirtilen malın mülkiyetini de temsil eder ve belgenin ciro edilmesiyle mal el değiştirir. II. Murad II. Murat veya Koca Murad (Osmanlı Türkçesi:مراد ثاني, "Murād-ı sānī"; Divan Edebiyatı'ndaki adıyla Muradî; d. 1404, Amasya – ö. 3 Şubat 1451, Edirne), 6. Osmanlı padişahı, I. Mehmed'in oğlu, Fatih Sultan Mehmed'in babası. Kaynaklarda annesine dair kesin bir bilgi yoktur, çeşitli rivayetler vardır. Annesinin Dulkadiroğulları Beyi Nâsıreddin Muhammed Bey'in kızı Emine Hatun veya Amasyalı Divittar Ahmed Paşa'nın kızı Şehzade Hatun olduğunu belirten kaynaklar vardır. Şükrullâh ve tarihçi Halil İnalcık annesinin cariye kökenli olduğunu belirtirler. II. Murad; bazı kaynaklara göre 1402'de, bazılarına göre ise 1404'te Amasya'da dünyaya geldi. İlk çocukluk yılları Amasya'da geçti. 1410'da babasıyla Bursa'ya gelerek orada saray eğitimi aldı. 1415'te lalası Yörgüç Paşa gözetimi altında merkezi Amasya'da bulunan ve devletin doğu sınırında olması dolayısıyla büyük stratejik önemi olan "Rum ve Danışmendiye" eyaleti valisi olarak görevlendirildi. Tahta çıkıncaya kadar 6 yıl bu görevi yaptı. Amasya aynı zamanda çok önemli bir Anadolu kültür merkeziydi ve bu merkezde bilim ve din alimleri, şairler ve mutasavvıflarla meclisler tertip edip şehrin kültür hayatına destek sağlayıp katıldı. 1416'da bölgesi askeri başında Börklüce Mustafa'nın İzmir ve Saruhan tarafında çıkardığı ayaklanmaların bastırılmasında görev aldı. 1418'de sonraki lalası Hamza Bey ile Çandaroğullarından Samsun'u aldı. Babası I. Mehmed Edirne'de bir av kazası sonunda ağır yaralanınca ölüm yatağında devletin idaresinin biran evvel oğlu Murat'a devrini vasiyet etti. Murat, Amasya'dan tahta geçme töreni yapılacak Bursa'ya gelinceye kadar devlet adamları babasının ölümünü sakladılar. Murat 25 Haziran 1421'de Bursa'da gelip culûs ve biat törenleri yapılıp devletin ileri gelenleri ve yeniçerilerin desteğiyle 17 yaşındayken tahta çıktı. Sultan II. Murad, soyunun Kayı boyuna mensubiyetini göstermek için, sikkelerine, Kayı boyuna ait iki ok ve bir yaydan müteşekkil damgayı koydurmuştur. Sonraki padişahların bastırdıkları sikkelerde görülmeyen Kayı damgası, Kanunî’ye kadar çeşitli eşya ve silâhlar üzerine konulmasına devam edilmiştir. Murat'ın babası Mehmet'in ölümünden sonra saltanat davası güden şehzadeler dolayısıyla üç yıl süren büyük bir bunalım izlendi. Yıldırım Beyazid'in oğlu ve II. Murad'ın amcası olan Mustafa Çelebi Bizanslılarca Limni'de gözaltında tutulmaktaydı. Babası I. Mehmed çocuk yaşlarında olan küçük oğulları Mustafa, Yusuf ve Mahmud'un ağabeyleri yeni Sultan II. Murad tarafından "siyaset" icabı öldürülmelerini önlemek için onların Konstantinopolis'de Bizans İmparatoru II. Manuil'in koruması altında yaşamaları için imparatorla anlaşma yapmıştı. Fakat I. Mehmed'in ölümünden hemen sonra bu anlaşmaya uymayan Bizans İ
mparatoru II. Manuil, Limni'de gözaltında tutulan Murad'ın amcası Mustafa Çelebi'yi, Gelibolu'yu Bizans'a vermesi karşılığında, serbest bıraktı. İmparator II. Manuel Mustafa Çelebi'yi meşru padişah kabul edip, bir Bizans donanma filosu ile Limni'den Rumeli'ye geçmesini sağladı. Mustafa Çelebi, özellikle İzmiroğlu Cüneyd Bey'in yardımı ile Rumeli beylerinin de desteğini aldı. II. Murat'ın veziriazamı olan Amasyalı Beyazıt Paşa Edirne'deki ordu ile Mustafa Çelebi'nin yeni topladığı orduya karşı yola çıktı. Yapılan Sazlıdere Muharebesi sonucunda sadrazamın ordusunun büyük bir kısmı taraf değiştirdi ve II. Murad'ın veziriazamı teslim olmak zorunda kaldı. İzmiroğlu Cüneyd Bey'in ısrarı üzerine Mustafa Çelebi esir aldığı Amasyalı Beyazıt Paşa'yı idam ettirdi. Mustafa Çelebi'yi ikinci başkent olan Edirne halkı tezahüratlarla karşıladı. Mustafa Çelebi Edirne'de hükümdarlığını ilan edip kendi adına hutbe okutup sikke bastırdı. Bir padişah gibi hareket eden Mustafa Çelebi siyasetinde bazı büyük hatalar yaptı. Bizans'a vadettiği Gelibolu'yu vermeyerek ilk ve baş destekçisini kaybetti. Sonra 12 bin sipahi ve 5 bin yaya ordusuyla Galata Cenevizlilerinin gemileri ile Gelibolu'dan Anadolu'ya geçti ve Bursa'yı kuşatmaya koyuldu. Fakat Anadolu'da savaşa girişmek istemeyen Rumeli asıllı ordu bu sefere pek gönüllü değildi. Diğer taraftan II. Murad'ın Mustafa Çelebi'nin Beyazıt'ın oğlu olmayıp "Düzmece" olduğuna dair menfi propagandalarının inandırıcı olması Mustafa Çelebi'nin ordusunun dağılmasına neden oldu. Özellikle II. Murad tarafından kendisine İzmir ve Aydın beyliği teklif edilen İzmirlioğlu Cüneyd Bey bu teklifi kabul edip, yandaşları ile Mustafa Çelebi'nin ordusundan ayrıldı. Mustafa Çelebi ordusundan kalanlarla geri çekilirken Ulubat civarında bir köprüde Hacı İvaz Paşa'nın birliği ile tutuştuğu çarpışmada büyük zararlar aldı. Mustafa Çelebi Gelibolu'ya kaçmayı başardı ve orada Boğaz trafiğini durdurup Bizanslıları kendine destek vermeye zorlamaya çalıştı. Fakat II. Murad Cenevizli Foça Podestası Adorno'dan kiraladığı gemi ve askerlerle birlikte Rumeli'ye geçmeyi başardı. Mustafa Çelebi Gelibolu'da duramayıp Edirne'ye kaçtı. II. Murat 2 bin zırhlı Foça Podestası askeriyle takviyeli orduyla Edirne üzerine yürüdü. Edirne'liler onu şehir dışında karşılayıp ona sadık olduklarını bildirdiler. Mustafa Çelebi devlet hazinesini de alarak Edirne'den kaçtı. Fakat Tunca Vadisi'ndeki Kızılağaç Yenicesi'nde yakalanıp Edirne'ye gönderildi. Mustafa Çelebi gailesi, Mustafa'nın Edirne kale burcundan asılması ile böylece 1422'de son buldu. Fakat tarihçiler hala Mustafa Çelebi'nin "düzmece" mi yoksa gerçekten padişah oğlu olup olmadığı sorusunu tartışmaktadırlar. Elimizde bulunan Mustafa Çelebi adına basılan sikkelerde 1422 tarihi ve "Mustafa bin Beyazid Han" ismi bulunmaktadır. Bu olayın ardından Mustafa Çelebi'yi destekleyen Bizanslılar yeni bir oyun sergileyerek, bu desteğin o zaman güç kazanan bir saray kliği tarafından uygulandığını ve imparator II. Manuel'in gerçekte II. Murat'ın dostu olduğunu beyan ettiler. Fakat yeni veziriazam Çandarlı İbrahim Paşa, Vezir Hacı İvaz Paşa ve Lala Yorguç Paşa'nın görüşlerini alan Murat, Bizans'a sert tepki gösterdi ve 2 Haziran 1422'den Eylül başına kadar Konstantinopolis'i karadan kuşatmaya aldı. Bu kuşatma Bizans için büyük asker ve bina hasarına yol açtı. Bu kuşatmadan kurtulmak için Bizans'lılara bu sefer kuşatma sürerken Ağustos ayında II. Murat'ın kardeşi Küçük Mustafa'yı ayaklandırmayı başardılar. Karaman ve Germiyan beyleri ile birlikte Hamid-İli'nden hareket eden Küçük Mustafa Bursa'ya gelip bu şehri kuşattı. Bursa Ahileri Şehzade Küçük Mustafa'nın lalası olan Şarapdar İlyas'a heyet göndererek şehrin kendini savunacak personel ve ikmal maddesi olduğunu ve Ahilerin bu savunmayı destekleyeceğini bildirdiler. Bunun üzerine Şehzade Küçük Mustafa İznik üzerine yönelip 40 günlük kuşatmadan sonra bu şehri eline geçirdi. Şehzade Küçük Mustafa burada "İbrahim Paşa Sarayı"'na yerleşip padişahlığını ilan ettirdi. Bunun üzerine Murat, 6 Eylül'de Konstantinopolis kuşatmasını kaldırıp Anadolu yakasına geçti. Mihaloğlu Mehmet Bey'i sipahilerle İznik üzerine gönderdi. Şehzadenin lalası Şarapdar İlyas ise beylerbeylik verme vaadleri ile elde edildi. Şubat 1423'te Mihaloğlu İznik'i bastığı zaman, Şehzade Küçük Mustafa hamamda idi; yandaşları onu savunup kaçırmaya çalışırken Mihaloğlu yaralandı. Fakat lala Şarapdar İlyas küçük Şehzadeyi kendi atına bindirip götürüp II. Murat'a teslim etti. Şehzade Küçük Mustafa boğulup idam edildi; cesedi İznik dışında bir incir ağacına asıldı ve sonra Bursa'ya götürülüp Yeşil Türbe'ye gömüldü. 1423'te II. Murat Şehzade Küçük Mustafa olayını gizliden destekleyen Candaroğulları beyi İsfendiyar Bey üzerine yürüyerek topraklarının büyük bölümünü ve özellikle Taraklıboru (Safranbolu) şehrini Osmanlı ülkesine kattı. Karamanoğlu Mehmet Bey'in Antakya'yı kuşatması sırasında ölmesi, yerine geçebilecekler arasında bir çatışmaya neden oldu. II. Murat, II. Mehmet Bey'in (1423-1426) hükümdar olmasına yardımcı oldu ve bunun sonucu bir anlaşma ile Karamanlıların ellerine geçirmiş oldukları Göller Bölgesi Osmanlılar tarafından geri alındı. Eflak voyvodasının Osmanlı topraklarına yaptığı saldırılar püskürtüldü ve akıncıların yıldırıcı hücumlarını durdurmak için Eflak Voyvodası yine bağımlılığı kabul etti. Konstantinopolis kuşatması sırasında Venedikliler Selanik ve Mora'yı kendi denetimleri altına almak için Bizans ile görüşmeler başlatmışlardı. 1423'te Osmanlı ordusu Selanik'i kuşatmakta iken Bizanslılarla Selanik'i Venedik Cumhuriyeti'ne teslim etmek üzere anlaştılar ve Venedik Selanik'e sahip oldu. 1424'te Venedikliler Çanakkale Boğazı'nı ablukaya aldılar. Bunun üzerine Konstantinopolis'in de Venediklilere bırakılabileceği endişesiyle II. Murad 1424 yılında Cenevizliler aracılığıyla Bizans ile bir antlaşma yaptı. Bu antlaşmaya göre Bizans imparatoru her yıl vergi olarak 30.000 düka altın vermeyi ve Ankara Savaşı'nın ardından tekrar Bizanslıların eline geçmiş olan Ege ve Karadeniz kıyılarındaki toprakları Osmanlılar'a iade etmeyi kabul etti. Aynı yıl Evrenosoğlu İshak Bey idaresindeki akıncılar Arnavutluk'a ve yerel Arnavut beylerine karşı bir sıra hücuma geçti. Gjion Kastrioti ve Atariti adlı Arnavut beyleri ancak II. Murat'ın üst egemenliğini kabul edip bu akınların önüne geçebildiler. Kastrioti 4 oğlunu Edirne'deki Osmanlı sarayına rehin ve eğitim almak için göndermek zorunda kaldı. Bu çocuklardan en küçüğü olan İskender Bey sonradan Osmanlı devleti başına büyük gaileler çıkartmıştır. 1424'te Edirne sarayında, bir büyük düğün merasimi ile II. Murad, Candaroğulları beyi İsfendiyar Bey'in torunu Tacunnisa Hatice Halime Hatun ile evlendi. Aynı merasimde II. Murad'ın kız kardeşleri de evlendirildi. Sultan Hatun, İsfendiyaroğlu Kasım Bey'le; Ayşe Hatun Osmanlı komutanlarından Karaca Bey'le ve Hafsa Hatun Çandarlı Halil Paşa'nın oğlu olan Mahmud Bey ile evlendiler. II. Murad 1425 Anadolu'da birlik sağlama çalışmalarına girişti. Önce Düzmece Mustafa vakasında Aydınoğlu Beyliği verilen İzmiroğlu Cüneyd Bey ile uğraşıldı. Cüneyd Bey ardı ardına gerçek ve sahte şehzade ayaklanmalarına destek vermişti. Önce Şehzade İsmail'e isyanında yardım etmiş ve 1425'te ise Selanik'te Venedik desteği ile isyan çıkaran kimliği bilinmeyen yeni bir Düzmece Mustafa'ya destek vermişti. II. Murat Cenevizlilere tekrar Karadeniz'de bulunan liman kolonilerini geri verip onlarla anlaşarak Midilli ve Sakız'dan getirilen Ceneviz filolarını kullanarak Cüneyt Bey'in denizden destek sağlamasına engel oldu. Sonra İzmiroğulları'nın kökünü kazımak hedefiyle, bir kara ordusuyla uzun süren bir uğraştan sonra 1426'da Cüneyd Bey, ailesi ve hanedanının diğer mensupları yakalanarak hepsi idam edildi. 1426'da II. Murad Rumeli'de birkaç koldan ordular göndererek Rumeli ve Balkanlarda bir askeri harekata başladı. Bu harekatın bir hedefi Venedik desteği verilen ne olduğu belirsiz yeni bir "Düzmece Mustafa"'nın Selanik ve civarında çıkardığı isyan idi. Diğer hedef ise Macarların desteği ile Balkanlarda çıkan karışıklıklar idi. II. Murad şahsen bir ordu başında Sofya'dan Vidin'e gitti. Osmanlı akıncıları Bosna'ya hücum edip talan ettiler ve Hırvatistan'a kadar ilerlediler. Sonra Menteşe ve Teke beylikleri Osmanlı topraklarına katıldı. Fakat daha doğuda bulunan Karaman ve Çandarlı beyliklerin egemenliklerine son verilmedi. Buna bir neden bu siyasetin Timur'un yerine geçen Şahruh'un bir zamanlar Selçuklular ve İlhanlılar'ın hükümdarlığı altında bulunan bütün arazilerin üstünde hak ilan etmesi ve bir istila hareketine girişmesi tehdidinin ortaya çıkması idi. 1428-1429'da Osmanlı ülkesinde veba salgını başladı. Bu veba salgınında Bursa'da İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış düşünce adamı Emir Sultan; devlet adamı , asker, mimar Hacı İvaz Paşa; Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa ve II. Murad'ın gözlerine mil çektirdiği küçük kardeşleri Mahmud Çelebi ve Yusuf Çelebi hayatlarını kaybettiler. 1429'da erkek çocuğu olmayan Germiyanoğlu II. Yakup Bey'in ölümünün ardından vasiyeti üzerine Germiyanoğulları Beyliği Osmanlı topraklarına katıldı. II. Murad Anadolu'da barışı sağladıktan ve veba salgını atlatıldıktan sonra tüm gücünü Venediklilere yöneltti. Venedik Cumhuriyeti bu zamana kadar Selanik'i elinde tutarak Çanakkale Boğazı'nda abluka uygulamaktaydı. Osmanlılar 29 Mart 1430'da Selanik'i, ardından da "Yuvan-ili" ve sonra Yanya'yı ele geçirdiler. Bir Osmanlı-Venedik Antlaşması imzalandı. 1430'da Rumeli'de toprak tahriri başlamıştı. Bu sayımlardan sonra bu arazilere tımar sistemi uygulanmaya geçildi. Osmanlılar, Selanik'i ele geçirdikten sonra, Üsküp valisi olan Evrenosoğlu İshak Bey yerel isyancı Arnavut beyi Gjon Kastrioti'nin elindeki arazilere hücumlar uygulayıp onun elindeki tahkimli mevkileri eline geçirdi ve iki tanesi hariç diğer hepsini yıktırdı. Zaten devamlı yerel isyancı olan Arnavutlar tımar sisteminin uygulanması aleyhtarı olarak 1432-1434 döneminde de devam eden Arnavutluk isyanını çıkardılar. Edirne'de bulunan Arnavut
beyi Gjergj Ariani buradan kaçarak bu isyanın idaresini üzerine aldı. Bu isyanın başlangıcı olan 1432-33 kışında, II. Murad kışı Serez'de geçirdi ve Arnavut isyancılar üzerine Evrenosoğlu Ali Bey komutası altında bir akıncı ordusu gönderildi. Bu kış döneminde dar bir vadi olan Shkumbin'de Arnavutlar bu akıncı ordusunu pusuya düşürdüler ve akıncılar büyük zayiat verdiler. 1433'te Arnavutlar yine Evrenosoğlu Ali Bey akınına başarı ile karşı koydular. 1434'te Arnavutlar çete ve pusu savaşları ile Osmanlı akıncılarına karşı bazı başarılar kazandılar. Fakat 1435 ve 1436 Evrenosoğlu Ali Bey ve diğer akıncı beyi Turahan Bey Arnavutluk isyanını bastırmayı başardılar. Osmanlı iç savaşı sırasında Balkanlarda Macar etkisi artmış ve 1427 yılında Sırp Despotu Stefan Lazareviç'in ölümü üzerine Macaristan ile Osmanlılar arasında Sırbistan tahtı üzerinde çekişme çıkmıştır. 1428'de Sırbistan’ın kuzeydoğu kesiminde Tuna Nehri üzerinde bulunan Güvercinlik kalesi Osmanlılara eline geçti. 1428'de Macarlarla Osmanlılar arasında yapılan üç yıl süreli bir anlaşma sonucunda Yorgo Brankoviç Sırp Despotu olarak tanındı. Bu üç yıllık anlaşma bir defa daha yenilendi. Buna karşılık II. Murad Rumeli'de uğraşmakta iken Anadolu'da Karamanoğulları Göller Bölgesi'ndeki eski Hamidoğulları arazilerini tekrar eline geçirdi ve II. Murad buna seyirci olarak kalmak zorunda kaldı. Yenilenen antlaşmanın süresi dolunca 1434'te Macar Kralı Sigismund II. Murad'a bir elçi göndererek Bosna, Sırbistan ve Bulgaristan üzerindeki Macaristan yüksek egemenliğini tanınmasını resmen istedi. Bu hareketle Macaristan savaş ilan etmiş oluyordu. Osmanlı devleti aleyhinde olanlar Macaristan Kralı çevresinde toplanmaya başladılar. Bunlar arasında Bosna Kralı II. Tvrtko, kızı Mara'nın II. Murad'la evlenmiş olan Sırp Despotu Yorgo Brankoviç, Eflak prensliğini Sigismund desteği ile eline geçiren I. Vlad Drakul, Savcı Bey'in oğlu Şehzade Davut, taht hakkı arayan birçok Balkan soylusu ve pek çok asil senyör bulunmaktaydı. Fakat bu çok karmaşık ittifak arama süreci gayet yavaş gelişti ve atak bir birleşme gelişmesi ortaya çıkmadı. Buna karşılık Macarların artan etkisi karşısında II. Murad 1434'ten itibaren Balkanlar'da daha saldırgan bir tutum izlemeye başladı. Fakat Anadolu'da ve Asya'da önemli gelişmeler yani Timur torunu Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh'un Anadolu'ya yönelmesi olasılığı ve Karamanoğulları'nın mütecaviz bir atakla eski Hamideli arazilerini geri almaları II. Murat'ın Balkan sorunlarına dikkatini çekmesini önledi. Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh Karakoyunlu hükümdarı İskender Bey'i desteklemekteydi. İskender Bey Akkoyunlu hükümdarı Karayülük Osman'ı yenerek Doğu Anadolu'nun tamamını eline geçirmişti. 1434'te Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh Karakoyunlu Devleti üzerine bir tedip harekatı düzenledi. 1435-36'da İskender Bey'in üzerine yürüyerek onu Karakoyunlular tahtından indirdi. Yerine kendine sadık olan Cihan Şah'ı Karakoyunlu tahtına getirerek onu Tebriz valisi tayin etti. İskender Han da Osmanlı Devleti'ne sığındı ve 1435-36 kışında Tokat'ta kaldı. İşte doğuda bu gelişmeler II. Murad ve Osmanlıları çok kuşkulandırmıştı. Fakat 1436'da Timurlu Gürkan hükümdarı Şahruh Horasan'a geri döndü ve Anadolu'ya bir sefer yapması olasılığı çok azaldı. Bunu frsat bilen II. Murad 1437'de bir Anadolu seferine çıkarak Karamanoğulları'nın eline geçmiş olan Konya, Beyşehir ve Hamideli topraklarını tekrar Osmanlı devleti idaresine aldı. 9 Aralık 1437'de Macar Kralı Sigismund'un bir erkek çocuk varis bırakmadan ölmesi üzerine Macaristan'da işbaşına gelecek hanedan sorunları Macaristan'da epey kargaşalık yarattı. Sigismund'un Osmanlılar aleyhine kurmaya çalıştığı cephe de dağıldı. Sonunda Macar asilleri Jagiellon Hanedanı'nından 1434'ten beri Lehistan Kralı olan III. Vladislav'ı Macaristan Kralı olarak seçtiler ve kendisine Macaristan Krallığı için I. Vladislav ismi verildi. II. Murad bu fırsatı iyi değerlendirerek üç yıl Rumeli'de kalarak, özellikle Sırbistan ve Eflak sorunları üzerine eğildi. Sırbistan ve Eflak prensliklerinin koşulsuz olarak kendisine bağlanmalarını sağladı. Sonra 1438'de II. Murad ilk Macaristan Seferi'ne çıktı. Tuna'yı geçerek Severin, Demirkapı, Orsova ve Sebeş kalelerini topa tutup yıkarak Erdel'in merkezi Zeybin (sonradan Hermannstadt ve şimdi Sibiu) kalesini kuşattı. Bu kaleyi eline geçirip Karpat Dağları geçitlerini aşıp Eflak topraklarına girdikten sonra Yergöğü üzerinden Edirne'ye geri döndü. Bu bir Osmanlı sultanının ilk büyük kapsamlı seferi oldu. 1438'de ise II. Murat Sırbistan üzerine yöneldi. Brankoviç tarafından yaptırmasına izin verilen yeni önemli savunma kalesi ve başkenti Semendire'yi fethederek Sırp Despotluğu'nu işgal etti. Bu bura devlete son vererek Sırbistan'ı bir Osmanlı eyaleti ilan etti. Üsküp Sancak Beyi Evrenosoğlu İshak Bey komutasındaki akıncılar Bosna Krallığı başkenti olan Yayçe önlerine kadar ilerlediler. O sırada Bosna Kralı II. Tvrtko'nun ölmesi Bosna Krallığı'nın iki varis arasında paylaşılması ve güneyde bulunan Hersek'in de ayrı bağımsız bir idare kazanması sonucunu doğurdu. II. Murad bundan istifade edip her üç idareyi de haraca bağladı. Macarlar yeni Macaristan Kralı olarak o zaman Polonya Kralı olan III. Wladislav'ı Macar Kralı I. Vladislav adi ile seçtiler ve Polonya/Lehistan ve Macaristan krallıkları aynı kişinin idaresi altına geçti. I. Vladislav Transilvanya voyvodalığına Janos Hünyadi Corvinus adlı, ailesinin aslı pek gizemli olan, fakat Eflak soylusu olduğunu iddia eden, bir kişiyi atadı. Bu kişiyi Osmanlılar ve Osmanlı tarihçiler "Hunyadi Yanos" olarak da anarlar. Böylelikle 20 yıl Osmanlılarla devamlı olarak bir Haçlı ruhu ile mücadele eden, Macarlar tarafından bir milli kahraman sayılan ve sonunda oğlu olan Matyas'in Macaristan Krallığına gelen bir kişi olan János Hünyadi Balkanlar siyaset sahnesine girmiş oldu. 1441'de János Hunyadi Semendire'yi Osmanlılar elinden geri aldı ve Transilvanya'ya gönderilen Osmanlı birliklerine karşı birkaç galibiyet kazandı. Murat 1440'ta Stefan Lazarević'in ölümünden beri Macar işgali altında olan Belgrad'ı altı ay süreyle kuşattı, ancak başarısız oldu. Bazı tarihçiler "Belgrad Ricati" adını verdikleri bu başarısızlığı II. Murad dönemininde bir dönüm noktası olduğunu iddia etmektedirler. Bundan sonra Macarlar Osmanlı güçlerini Bosna'dan çıkarttılar. Yeni Macar Kralı I. Vladislav iki komutanını, János Hunyadi ve Nicholas Ujlaki'yi Osmanlı tehdidi altındaki sınırları korumakla görevlendirdi. Bunlardan János Hunyadi Belgrad'daki karargahından Osmanlı topraklarına karşı taarruzlar yapmaya başladı. 1441'de Erdel'i işgal eden ve Sibiu'yu kuşatan akıncı beyinin akıncı ordusunu bozguna uğratıp Mezid Beyi öldürdü. Kaçış yolları kapatılan Mezid Bey'in Osmanlı akıncı birlikleri tamamen imha edildi. Ertesi yılın Eylül ayında Mezid Bey'in intikamını almak isteyen Şehabeddin Paşa da Vazag Muharebesi'nde aynı akıbete uğrayıp yenildi ve büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Bizanslılar bir konsil toplayarak yeni bir Haçlı seferi açılması için diplomatik araştırmalara geçtiler. Aynı dönemde Macarlarla anlaşan Karamanoğlu İbrahim Bey de 1443 ilkbaharında Anadolu'da Akşehir ve Beyşehir üzerine saldırıya geçti ancak II. Murad, oğlu Aleaddin Ali Çelebi ile birlikte İbrahim Beyi durdurdu. 1443'un sonbaharında Hunyadi, Macar Kralı Vladislav ve Sırp Despotu Yorgo Brankoviç ile birlikte karşı taarruza geçti. Bu ordu ile Tuna Nehri'ni geçerek hızla ilerlediler ve Niş Muharebesi'ni kazanıp Niş ve Sofya'yı ele geçirerek Balkan geçitlerine dayandılar. János Hunyadi önderliğindeki Macar ve Bosna ordusunun, Osmanlı topraklarını istila etmekte olduğunu II. Murat Karaman seferi dönüşünde öğrendi. II. Murad çok ivedi bir hareketle Balkanlara döndü. Macar, Sırp, Eflak ve Bulgar birliklerinden oluşan ordusuyla János Hunyadi önüne çıkan her Osmanlı kuvvetini yenip, İzladi Derbendi'ne (Slatiska) kadar ilerledi. Bu olayları ele alıp inceleyen 16. yüzyılda yazdığı "Prens" adlı eserinde İtalyan düşünürü Niccolò Machiavelli Osmanlılar için şu iddialarda bulunmuştur: Ona göre Osmanlı ordusunun saldırı gücü çok yüksektir ama zor durumda kaldığında ordunun düzenli geri çekilme kabiliyeti çok zayıftır. Bu niteliğin Osmanlı ordusunun en zayıf noktası olduğunu belirtip; zira bir kere büyük yenilgiye uğrarsa Osmanlı ordusunun bir daha toparlanmasının zor olduğunu iddia etmiştir. Gerçekten de János Hunyadi istilasında Osmanlı birliklerinin yenilerek geri çekilmeleri esnasındaki koordinasyonsuzluk ve askerin paniği bu yenilgileri daha da kötü duruma sokmuştur. II. Murad büyük bir gayretle ve güçlükle Osmanlı kuvvetlerini tekrar toplayıp, birleştirip, direniş yapabilecek hale getirebilmiştir. II. Murad, 24 Kasım 1443'te İzladi Geçidi'nde yapılan İzladi Muharebesi'nde János Hunyadi ordusu yeni bir çatışmaya girişti. "İzladi Muharebesi"'nin akıbeti ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı Avrupalı tarihçiler bu muharebeyi de Macar ve müttefikleri ordusunun kazanıp Filibe ovasına kadar ilerlediğini ve buradaki Osmanlı direnişini kırdığı ancak çetin kış koşulları ve direnişler sebebiyle geri dönmek zorunda kaldığını iddia etmektedir. Diğer tarihçilerin açıklaması ise bu muharebeyi Osmanlı Ordusunun aşırı derecede ağır kayıplar vererek zorlukla kazanabildiği yönündedir. II. Murad ve Osmanlıların bu kadar zorlanmalarında ve hatta yenilginin eşiğine gelmelerindeki temel faktör Macar ordularında bulunan arabalar üzerindeki tüfekli ve oklu askerler (Wagenburg, tabur sistemi) yüzündendi. Bunlar seri hareket edebiliyorlardı. Osmanlılar arabalar üzerindeki ateşli silah kullanan askerler ve okçular nedeniyle çok sıkıntıya düştüler ve İzladi Muharebesine kadar geri çekilmeye zorlandılar Sonuçta her ne olursa olsun İzladi Muharebesi çok büyük sayıda ve Osmanlıları barışa zorlayacak kadar zayiat doğurmuştu. Bu günlerde zor bir muharebe geçiren II. Murad, Amasya Valisi olan çok sevdiği oğlu Aleaddin Ali Çelebi'nin ölüm haberini de aldı. Birçok tarihçi, zaten çok hissi bir kişi olan II. Murad'ın bu Balkan i
syanı, sıra sıra yenilgi, büyük askeri zayiatla zorla kazanılan bir muharebe süreci devam ederken II. Murad'ın hükümdarlıktan bezdiğini ve oğlunun kaybından dolayı da gayet büyük bir depresyona girdiğini iddia ederler. Eşi Mara Hatun'un ve sadrazam Çandarlı (2.) Halil Paşa'nın önerdikleri gibi, II. Murad uğranılan büyük kayıplar dolayısı ile Osmanlılar aleyhinde olan bir barış yapılması gereğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Janós Hunyadi önderliğindeki Macar ve müttefikleri ordusunun ilerleyişinin İzladi Geçidi'nde durdurulmasının ardından hemen II. Murad Macarlar ile barış görüşmeleri için girişimlerde bulundu. 1444'un Haziran ayında taraflar arasında tarihte Edirne-Segedin olarak bilinen bir 10 yıl süreli olacağı ön görülen bir kalıcı barış antlaşması yapılması üzerine taraflar anlaşmaya vardılar. Bu antlaşmanın kalıcı olması için II. Murad Edirne'de Kur'an üzerine ve Macar Kralı Vladislav ise Segedin'de kendi Kutsal Kitap İncil üzerine yemin verdiler ve antlaşmayı bu yeminlerle imzaladılar. Bu anlaşmaya göre Osmanlılar kendi ortadan kaldırdıkları Sırp Despotluğu devletini yeniden kurulmasını sağlamayı ve 1427'deki sınırlarıyla devlet başkanlığının Brankoviç'e iade edilmesini kabul ettiler. Macarlar ise Bulgaristan üzerindeki hak iddialarından vazgeçmeyi kabullendiler. Her iki taraf da, yani Osmanlılar ve Macarlar, Tuna'yı geçmemeyi taahhüt ettiler. Bu yeminli Edirne-Segedin Antlaşması'nın ardından II. Murad, oğlu Mehmet'i Edirne'ye getirtti ve onu başkentte "kaymakam" olarak bıraktıktan sonra Karamanlılar ile ilgilenmek üzere Anadolu'ya geçti. Karamanoğlu İbrahim Bey Ankara'ya kadar ilerlemiş bulunuyordu. II. Murad Karamanoğlu İbrahim Bey ile görüşerek bir sulh anlaşması yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma için Göller bölgesinin Karamanlılara bırakmayı kabul etti. Temmuz 1444'te iki taraf arasında diğer bir yeminli anlaşma yapıldı ve Karamanoğlu İbrahim Bey II. Murad'a barışı koruyacağı hakkında "sevgendname (yemin belgesi)" adı verilen bir ciddi belge verdi. Bu "Yenişehir Sevgendnamesi" ile Göller bölgesi özellikle Akşehir ve Beyşehir'i Karamanlılara bırakıldı. Edirne-Segedin Antlaşması ve Yenişehir Sevgendnamesi ile o zamana kadar II. Murad'ın 23 yıl süren hükümdarlığı sırasında Osmanlı Devleti'ne katmış olduğu arazilerin büyük bir kısmı tekrar elden çıkmaktaydı. Fakat bu şekilde II. Murad hem batıda hem doğuda barışı sağladığını düşünüyordu. Yaşlı, yorgun ve hatta bir depresyon geçirdiği kabul edilen II. Murad bu antlaşmaların ardından Osmanlı tarihinde daha önce (ne de daha sonra) hiç eşi görülmemiş bir karar alarak tahtından çekildi. Ağustos 1444'te Mihaliç'de (Karacabey'de bulunan hanedan çiftliğinde devletin ilerigelen idarecilerini ve askeri komutanlarını; yüksek ulemayı, kapıkulu (yeniçeri ve sipahi) subaylarını bir toplantıya çağırdı. Bu toplantıda kendisinin bir köşeye çekilip dünya işlerinden ve eğlenceden uzaklaştığını Allah'a yöneleceğini bildirdi. Edirne'den getirttiği oğlu II. Mehmet'in bu nedenle tahta geçeceğini ilan etti. Bu kararı hakkında şu şiiri elimize geçmiştir. Bu feragat ve devir töreninin neden devlet başkentleri olan Edirne veya Bursa'da değil de hanedan çiftliği bulunan Mihaliç'de yapıldığının nedenlerini açığa çıkartabilecek bilgiler hakkında ve törenin ayrıntıları hakkında tarihçilerin elinde hiçbir belge bulunmamaktadır. Bu sırada (belirsiz doğum tarihi dolayısıyla} 12-15 yaşları arasında bulunan bir çocuğa, (II. Mehmet'e) bu kadar ağır bir devlet yükünün verilmesinin nedeni de açıkça bilinmemektedir. II. Mehmet'in tahta getirilmesi için tarihçiler çeşitli nedenler ileri sürmüşlerdir. Bunların başında Başvezir olan Çandarlı Halil Paşa'nın entrikaları gelmektedir. Diğer bir neden olarak vezirler arasında (özellikle başvezir ve Fatih'in lalaları olan vezirler arasındaki) iktidar çatışmaları verilmektedir. Diğer neden ise II. Murad'ın Konstantinopolis'te Bizans İmparatoru'nun himayesinde olan ve Osmanlı tahtında hak iddia eden Orhan Çelebi'ye karşı oğlunun tahta yerleşmesini sağlamlaştırmak istemesi ileri sürülmüştür. Macar ve müttefiklerinin ta İzladi'ye inmesi sırasında Roma'daki İtalyan asıllı Papa IV. Eugene yeni bir Haçlı seferi hazırlama hevesine kapılmıştı. Konstantinopolis'den 1437'de Avrupa'ya, İtalya'ya gelen Bizans İmparatoru VIII. İoannis'in Floransa Konseyi'nin iştirak edip Hristiyan Ortodoks ve Hristiyan Katolik mezheplerinin birbirine uzlaştırıp Papalık altında, kısa bir süre için de olsa birlik sağlanmasını kabul etmesi; bu birlik iin Konseyde "Laetentor Corele" adli bir birlik belgesini kabul edip ilan etmesi Papa'nın bu Haçlı seferi hevesine kapılmasında ek rol oynamıştı. Papa IV. Eugene, kendini, Hristiyanlığı birleştiren, Osmanlıları Balkanlardan atıp tek mezhepli Katolik Hristiyanlığının bu yöreye geri getirilmesini sağlayan bir şampiyon olarak görmeye başlamıştı. Bu sefer için Hristiyan askerlerin çoğunluğunu sağlayan Polonya Kralı/Macaristan Kralı I. Vladislav ve onun ünlü generali o zaman Transilvanya Voyvodası olan János Hunyadi'yi de bu yeni Haçlı seferi için komutanlar olarak görmekteydi. Papa'nın en yakın politika danışmanı olan ve Floransa Konseyi'nde başrolü oynamış olan Kardinal Gialiano Cesarini'yi papa Polonya/Macaristan Kralı huzuruna papa temsilcisi olarak gönderdi. Kardinal Cesarini "Edirne-Segedin Antlaşması"'nın tümüyle aleyhinde idi. Genç Polonya/Macaristan kralına bir gayri-Hristiyanla yapılan bir anlaşmanın Hristiyan ilkelerine göre geçersiz sayılacağını; kutsal kitap üzerine bir gayri-Hristiyan verilen yeminin aksinin yapmanın Katolik Hristiyanlarca günah sayılmayacağına ve eğer kral bu yeminini tutmayıp günah işlediğini düşünmekte ise en yüksek Katolik papazı olan papanın bir günah çıkartıcı olarak Kralın işlediği bu türlü günahını çıkartarak kral yaşarken bile dinsel olarak aftedilmesini sağlayacağını I. Vladislav'a devamlı telkinle inandırdı. II. Murad'ın beklenmedik tahttan feragati de, zaten çok zorlukla ve danışmanlarının tüm tavsiyelerinin aksine Segedin Antlaşması'nı imzalayan Macaristan Kralı üzerinde büyük bir aksi etkisi oldu. II. Murat'ın tahttan feragat edip yerine oğlu II. Mehmed'in Osmanlı tahtına geçmesi ile Edirne-Segedin Antlaşması'nın geçersiz olduğu iddiası daha fazla güç kazandı. Çünkü bu anlaşmayı imzalayıcı olan ve şahsen yemin vermiş olan hükümdar (II. Murad) artık tahtta değildi. Tahta geçen yeni sultan antlaşmaya bir taraf olmamakta idi. Böylece bu antlaşma ve yemin geçersiz olmakta idi. Macar Kralı Ladislas bu antlaşmaya devam için verdiği yeminin yeni sultana karşı olmadığını ilan etti ve bunu antlaşmanın geçersiz olduğuna bahane olarak yayımladı. Böylece papalık temsilcisi telkinleri ve bulunan sudan bahanelerle Macar Kralı Vladislav Ağustos ayında Osmanlılar'la yaptığı Edirne-Segedin Antlaşmasının geçersiz olduğunu ve ertesi yıl yeni bir Haçlı seferine çıkacağını her Hristiyan tarafa duyurdu. Aralarında Arnavutluk'ta babasının mirasında hak iddia eden İskender Bey'in de bulunduğu Rumeli'deki eski yerel hanedanlar Osmanlılar'a karşı silahlandılar. 1443'un yazının sonlarında çoğunluğunu Macar Krallığı ve Eflak ordularının oluşturduğu 25.000 kişilik Haçlı ordusu komutanları Macar Kralı Vladislav ve Transilvanya voyvodası János Hunyadi idaresi altında Balkanlardan güneye sarkmaya başladı. Bu ordunun geliş haberi Balkanlara yerleşmiş olan müslüman halkı gayet korkutup bir paniğe kapılmalarına ve bir göçün başlamasına neden oldu. Ta güneyde Edirne'deki halkın bile bir bölümünün Anadolu'ya kaçmasına neden oldu. Aynı dönemde Orhan Çelebi de Dobruca'ya giderek bir isyan girişiminde bulundu ancak bu girişim Rumeli beylerbeyi Şahabeddin Paşa tarafından önlendi. Fakat Rumeli Beylerbeyi Şahabeddin Paşa Niş önünde yeni Haçlı ordusu ile yaptığı Niş Muharebesi'nde yenik düştü ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu Haçlı seferi sadece karadan olmamaktaydı. Burgundi Dükü ve Papalık Devleti gemileriyle takviye edilmiş olan Venedik donanması Çanakkale Boğazı'nı kapattı ve büyük bir Haçlı filosu da Marmara Denizi'nden Boğaz üzerinden çıkıp Haçlı ordusunu beklemek üzere batı Karadeniz kıyılarına geçmeye hazırlanmakta idi. Haçlı ordusu Niş'deki galibiyetinden sonra doğuya yönelerek Bulgaristan ve Sofya'yı işgal etti ve Karadeniz kıyısında bulunan Varna'ya kadar ilerledi.. Eylül ortalarında Edirne'de bir din anlaşmazlığı çıkmıştı. Hurûfi akımı bir sıra eylemle başkentteki sosyal barışa aksi etkiler yapmıştı. Hurûfiler genç sultan II. Mehmed'e bile etkide bulunmuşlardı. Sonunda sunni Edirne uleması, softaları ve halkı tarafından Hurûfilere karşı bir kanlı yok etme kampanyası sürdürülmeye başlandı. Tam bu sırada Edirne'de bir korkunç bir yangın çıktı. Edirne çarşıları ve ve yedi bin kadar ev yandı ve olasılıkla kentin büyük bir kısmı harabeye döndü. II. Murad tahttan feragatten sonra Manisa'ya çekilmişti. Macar ordusunun Tuna'yı aştığı haberi üzerine vezirlerin kararı ile II. Murad Edirne'ye geri çağrıldı. II. Murad ruh haletinin kırgınlığı yüzünden gelmek istemiyordu. Fakat oğlu II. Mehmet ağzından veya kendisi tarafından Çandarlı Halil Paşa'nın tavsiyesiyle bir ferman yazıldığı ve eğer Murad sultansa gelip ordusu başına geçmesi eğer Mehmed sultansa babasına kati emir vererek ordunun komutanlığını yapmaya geri gelmesi istendiği ve böylece II. Murad'ın geri gelmesini sağladığı bildirilmektedir. Diğer bir rivayete göre ise Başvezir Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmed'i uzun süren bir sürek avına göndermiş; genç Sultan avda iken onun ağzı ile II. Murad'a onu Edirne'ye geri çağıran bir mektup yazmıştır. Bunun üzerine II. Murad kendine erişen Anadolu eyalet askerleri ordusu ile Venedik ablukası altında bulunan İstanbul Boğazı'nı geçip Edirne'ye ulaştı. Burada hiçbir sıfat taşımazken tüm Osmanlı ordusunun başına geçti ve Varna'ya yürüdü. Bu, tarihlerde eşi benzeri olmayan bir olay oldu. 19 Aralık 1444'te resmen sultan olmayan II.Murad'ın komutasındaki Osmanlı ordusu ile Haçlı ordusu Varna Muharebesi'ne giriştiler. Bu savaşın başında Haçlı ordusu çok baskı yapıp Osmanlı ordusunun kanatlarını yenme alemetleri gösterdi. Fakat Karaca Bey
taktiğiyle sonuç değişti. Kral Vladislav ülkesine büyük zaferle dönmek için ortadan zırhlı ağır süvarileri başında atıyla bir süvari hücumu hareketine başladı. Fakat süvari hücumu başlangıcında bir yeniçeri tarafından atından düşürüldü ve hemen kim olduğu bilinerek öldürüldü. Kral Vladislav'ın kesilen başı ve yemini bozduğu Edirne-Segedin Antlaşması metinin kopyası bir mızrağa asıldı. Bu kesik baş ve anlaşma metni mızrağa takılı olarak Osmanlı ve Haçlı ordusu önünde gezdirilip kutsal yeminini kıran hükümdarın sonucu olarak gösterilmeye başladı. Bunun üzerine moral kazanan Osmanlı ordusu bir daha hamle yaptı ve Haçlı ordusu morali kırılmış olarak müthiş bir yenilgiye uğradı. Bununla birlikte Osmanlı ordusunun tüfekli askerlerin önemini anlayıp, kısmen de olsa Macarların Wagenburg, tabur sistemi sistemini kopyalamalarının zaferde payı olduğu iddia edilmektedir. Bir süre sonra II. Kosova Muharebesi'nde Osmanlılar daha da çok tüfekli askeri savaşta kullandılar ve Osmanlı ordusunda ateşli silah, top kullanımı giderek yayıldı. Bu Hristiyan hezimetinde papalık danışmanı ve papa temsilcisi Kardinal Cesarini de öldürüldü. Haçlı ordusu çok büyük zayiat verip büyük yenilgiye uğradı. Eğer esir alınıp köle yapılmamışlarsa Haçlı askerler ele geçirdikleri topraklardan perişan bir halde ülkelerine geri dönmeye başladılar. Macarların kahraman saydığı Transilvanya Voyvodası Janós Hunyadi ise çok küçük bir birlik başında harp sahasından Transilvanya'ya kaçmayı başardı. Böylece Avrupa'da Türkler aleyhine hazırlanıp hücuma geçmiş olan son Haçlı seferi, Haçlılar için bir felaketle sonuçlandı.. Savaşın ardından Murat Edirne'de bir süre kaldıktan sonra tekrar Manisa'ya çekildi. Kendisinin mi ve yoksa oğlu II. Mehmet'in mi Osmanlı hükümdarı olduğu konusuna bir açıklık getirilemedi. Müslüman devletlere II. Mehmet adına fetihname gönderildi. Buna rağmen bundan sonraki bir buçuk yıl bir baba-oğul fetret dönemine girildiği iddia edilir. Murad'ın Manisa'ya çekildiği dönemde başkent Edirne'de barış yanlısı Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile dış siyasette daha saldırgan tutum içinde olan Şehabeddin ve Zağanos paşalar ile arasındaki çekişme sürmekteydi. Sadrazam Halil Paşa bu dönemde II. Murad'a hâlen gerçek padişah muamelesi yapıyordu. Öte yandan Şehabeddin ve Zağanos paşalar ise genç padişah Mehmet'i Doğu Roma'ya karşı saldırmaya teşvik ediyorlardı. 1445'te durum yine karıştı. János Hunyadi Tuna üzerinden Osmanlı topraklarına bir sıra akına başladı. Eflak Voyvodası Vlad Drakul ise Osmanlılar elinde bulunan Yergöğü kalesini kuşatıp ele geçirdi. Saltanat davası süren şehzade Davut Çelebi Dobruca'da isyan bayrağını açtı. 1446 ilkbaharında ise Edirne'de "Buçuktepe" adlı bir tepede başlayan ve buna izafeten Buçuktepe İsyanı adı verilen bir kapıkulu yeniçeri askeri isyanı başladı. Bu isyan ilk kapıkulu askeri isyanı olarak nitelendirilmektedir. Bu isyana neden kapıkulu askerinin ulufelerinin düşük vezinli akçelerle verilmesi idi. İsyancılara bir "buçuk akçe terakki" prim verilerek bu isyan yatıştırıldı. Bazı tarihçiler göre bu isyan Çandarlı Halil Paşa'nın, II. Murad'ı tahta geçmeye zorlamak için düzenlediği bir oyun idi. Her ne için olursa olsun, Buçuktepe İsyanı Osmanlı devletinin durumunu iyice zora soktu. Ayaklanan yeniçeriler Konstantinopolis'te rehine bulunan Orhan Çelebi'nin yanına gitme tehdidinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Murad'ı Edirne'ye geri davet etti. Murad İstanbul'a gitmek üzere 5 Mayıs'ta Manisa'dan ayrıldı ama çok yavaş ilerleyerek Ağustos ayının sonlarında Edirne'ye ulaştı. II. Murad böylece ikinci defa tahta çıktı. Oğlu II. Mehmed yanına lala olarak verilen Zağanos Paşa ve Şehabeddin Paşa ile Manisa'ya sancak beyi olarak gönderildi. II. Murad'ın çok yavaş hareketle gelişi ve oğlunun özel lalalar ile Manisa'ya gönderilmesi Osmanlı tarihinin, nedeni gizli kalmış ve incelenmemiş olaylarının başında gelmektedir. II. Murat'ın beş yıl süren ikinci saltanatında, 1444 buhranında isyan eden Balkanlar'daki yerel hanedanları boyun eğdirmekle uğraştı. Bunların arasında özellikle Arnavutluk'ta İskender Bey ile meşgul olmuştur. 1446 yılı sonbaharında Osmanlı devletinin himayesi altında bulunan Atina Dükası'ın şikayeti üzerine II.Murad Mora despotuna karşı bir Mora seferine çıktı. Mora yarımadasını ana karadan ayıran Körent kıstak üzerinde bulunan ve Mora Despotluğu tarafından yeniden ama eski kale bina kurallarına göre yapılan Heksimillian Duvarı surları'nı ateşli silahlar kullanarak yerle bir ederek Mora'ya girdi. Heksimillian Duvarı'nın yerle bir edilmesi gelecekte 1453'te İstanbul kuşatmasına ve bu kuşatmada surlara karşı büyük toplar kullanılması bir harp tarihi kilometre taşı olduğu iddia edilmektedir. Bundan sonra eski tip taştan duvar korunak kurma ile mevki savunması prensipleri değişmiş ve savunma için yeni tip tabyalar kurulması gereği ortaya açıkça çıkmış olduğu belirtilmektedir. Mevsimin geç olması dolayısıyla hava şartlarının iyi olmaması beklenmekte olduğundan yarımadanın tümünün ele geçirilmesi imkansız görülmekte idi. Bunun için bu sefer bir akıncı hücumlarına dönüştü. Osmanlı ordusu ikiye ayrılıp bir ordu grubu Turahan Bey komutasında Patras'a kadar ilerledi. Mora içerilerine akınlar yapıldı; Mora'da yerleşkeler yakıldı ve ganimet toplandı ve Mora Despotu da vergiye bağladı. Edirne'ye 6.000 kadar esirle dönüldü. 1447'de II. Murad'da bağlılık sunmak istediği iddiasıyla, bazı Eflak boyarları Macaristan kral naibi olan János Hunyadi kışkırtması ile isyan ettiler ve Eflak Voyvodası II. Vlad Drakul'u Balteni bataklıklarında öldürdüler. 1448'de II. Murad İskender Bey'e karşı birinci seferine başladı. Fakat 1448 yazında János Hunyadi'nin Varna Muharebesi'nden sonra yeniden toplamış olduğu yeni bir Macar ordusu başında Eflak ordusu ile birlikte yeniden harekete geçtiği haberi II. Murad'a yetişti. II. Murad Arnavutluk Seferi'ni yarıda bırakıp ordu ile Sofya'ya geri döndü. János Hunyadi Macar ordusu ve Eflak, Bohemyalı ve Alman asıllı ordu birlikleri ile Yorgo Bronkoviç'in kralı olduğu Sırbistan'a hücuma geçmişti. Bu yeni Macar ve müttefikleri ordusu bir ay Sırbistan başkenti olan Semendire kalesi önünde Kovin'de durakaldı. Segedin Anlaşması ile yeniden kurulan Sırbıstan despotu Brankoviç yeni bir askeri macera peşine gitmeyi kabul etmedi. Sırbistan'ın ordusuna katılmayacağı açığa çıkınca János Hunyadi Macar ordusu ile Sırbistan'ını yakıp yıkıp yağma edip Osmanlı topraklarına girip güneye doğru yürüyüp ordusu ile Kosova sahrasina indi. II. Murad da Osmanlı ordusu ile Kosova'ya geldi. 17-20 Ekim 1448'de Kosova Savaşı'nda Osmanlı ordusu János Hunyadi'nin yeni ordusu ile muharebeye başladı. Her iki orduda da ateşli silahlar kullanılmakta idi. Fakat profesyonel Osmanlı ordusu ateşli silahları ve tabor tipi top arabalarını kullanmayı iyice öğrenmişti. Bu muharebede II. Murad toplar ve tabor tipi top arabalarıyla ve yeniçeri askeri ile orta kanatta idi. Oğlu II. Mehmed Anadolu eyalet askerleri ile sağ kanatta bulunmakta idi. Osmanlılar saflarında Macarların yaptığı gibi çok sayıda tüfekli asker bulunmaktaydı. Macar kuvvetleri önce sağ ve sol kanatta Osmanlıları yenmeye başladılar. Ağır süvarileriyle Osmanlı orta kanadına yüklendiler. Ama bu Osmanlı tüfekli piyade yeniçerilerinin ve topçularının ateşini teksif etmelerine neden oldu. Gayet iyi eğitilmiş ve teksif edilmiş seri ateş eden tüfekçi yeniçerilerin gayretleri ile Macar süvarileri ağır zayiat verip geri itildiler. Bir kere daha yenilgiye uğradılar. Macar ordusunun yarısından çoğu ve özellikle Macar asilleri öldürüldü. Pek çok sayıda esir alındı. Çarpışmalar ertesi gün de sürüp Osmanlı ordusunun son taarruzu ile Macar ve müttefiklerinin ordusundan sona kalan ve hala direnişte bulunan savaşçı birlikler de tümüyle imha edildiler. Kaçabilenlerin çoğu da Kosova'ya inerken talan ettikleri Sırbistan'da intikam alan Sırplar tarafından öldürüldüler. Savaş meydanından kaçan János Hunyadi Sırp Despotu Yorgo Brankoviç askerleri tarafından yakalandı. Brankovic Janos Hunyadi'yi tutukladı. Serbest bırakmak için 100.000 altın florin fidye aldı; Macar Krallığı'nın işgal etmiş olduğu geleneksel Sırbistan toprakları tekrar Sırbistan idaresine verildi ve Hunyadi'nin varisi olan oğlunun Brankoviç'in kızı ile evlenmesi için nişan yapılmasını Hunyadi kabul etti. Ancak bu şartlar gerçekleşince Sırp Despotu Brankoviç János Hunyadi'nin Macaristan'a dönmesine izin verdi. 1449'da Osmanlı akıncı güçleri Eflak üzerine hücuma gönderildiler. 1450'de oğlu II. Mehmet ile birlikte İskender Bey'e karşı Arnavutluk üzerine ikinci seferini düzenledi. Sefer dönüşü Edirne sarayda oğlu II. Mehmed, Dülkadir oğlu Süleyman Bey'in kızı Sitti Hanım'la evlendi ve bunun üzerine şaşaalı düğün eğlenceleri yapıldı ve bundan sonra çift Manisa'ya gönderildi. Bu düğünden kısa bir müddet sonra 1451'de II. Murad dinlenmek üzere çekildiği Edirne'deki Tunca'daki bir adada felç geçirdi ve 3 Şubat 1451'de günü öldü. Öldüğünde Cenazesi Bursa'ya götürüldü. Bursa'da Muradiye Camii'ndeki oğlu Alaaddin'in yanında gömülmesi vasiyeti üzerine onun yanına gömüldü ve sonradan üstü açık türbe yapıldı.Türbesinin üstünün açık olmasının sebebi Allah'ın rahmeti ve bereketinin üstüne yağmasını istemesidir. Öldüğünde Osmanlı Devleti 1402 yılında aldığı darbeden tamamıyla kurtulmuştu. Opeth Opeth, 1990 yılında İsveç'te kurulmuş progresif metal grubu. Yıllar içinde pek çok eleman değişikliği yaşayan grupta, vokal, gitarist ve söz yazarı olarak Mikael Åkerfeldt her zaman ön adam olmuştur. Opeth etkin olduğu yıllardan günümüze kadar caz, progresif rock, geleneksel, blues, klasik tarzdaki müziği, metal müzik ile tutarlılıkla harmanlar, bu harmanlara uzun ve tekrarı bol kompozisyonlarında yer verir. İlk zamanlarında Extreme Metal, death metal hatta black metal melodilerinin çok yoğun kullanıldığı çalışmalar yapmışken, özellikle Blackwater Park ve Deliverance albümlerinden sonra progresif etki hızla baskınlaşmıştır. Birçok parçada akustik gitar ve yumuşak vokal bölümlerinin yanı sıra, ani ve güçlü geçişler ile s
ert melodilere ve brutal vokallere rastlanır. Grup bu şekilde yıllar içinde kendi tarzını oluşturmuş ve geniş bir hayran kitlesi edinmiştir. İlk dört albüm boyunca nadiren sahneye çıkan grup,özellikle Blackwater Park albümünün ardından çıktıkları dünya turunda birçok ülkede sahne almıştır. Opeth'in on bir stüdyo albümü, üç adet konser DVD'si, üç adet konser albümü ve iki özel edisyon kutulu set albümü vardır. Çıkış albümleri Orchid 1995 yılında yayınlanmıştır.2008'de yayınlanan Watershed albümü, ilk haftasında Billboard 200 listesinde 23 numaraya yerleşmiştir. Opeth 1990 yılı baharında vokalist David Isberg tarafından Stokholm, İsveç'de kuruldu. Isberg, Eruption grubunun eski basçısı Mikael Åkerfeldt'ten gruba katılmasını istedi. Ertesi gün Åkerfeldt grupla beraber çalmaya geldiğinde, Isberg'in hâlihazırdaki basçı da dahil grup elemanlarından kimseye Åkerfeldt'in katılacağını söylemediği ortaya çıktı. Tüm grup elemanlarının dahil olduğu tartışmanın sonucunda Isberg ve Åkerfeldt, beraber yeni bir projede yer almak istediklerini belirterek ayrılma kararı aldılar. Bu yeni projede, grup ismi Wilbur Smith'in Sunbird (Güneşin Kuşu) adlı romanından alınmıştır. Bu romanda Opet adında bir "Ay Şehri" bulunur. Grup elemanları bunu türeterek "Opeth" isminde karar kılarlar. Isberg ve Åkerfeldt; davulda Anders Nordin, basta Nick Döring ve gitarda Andreas Dimeo'yu gruba aldılar. Grubun yavaş ilerlemesinden rahatsız olan Döring ve Dimeo,ilk performanslarından sonra gruptan ayrıldılar. Bunun ardından Kim Pettersson ve Johan DeFarfalla bas ve gitarda yerini aldı. İkinci performanslarından sonra DeFarfalla Almanya'ya gitmek için grubu bıraktı ve onun yerine Åkerfeldt'in arkadaşı olan Peter Lindgren gruba alındı. Bir sonraki performanstan sonra Pettersson ve Isberg de grubu bırakma kararı aldı. Åkerfeldt, son ayrılıklardan sonra vokaller üzerinde çalışmaya başladı ve üçlü,bir yılı yeni şarkılar yazarak geçirdi. Bu süreçte tipik death metal kalıplarından uzaklaştılar, davulda blast beatleri daha az kullandılar ve şarkılarında akustik gitar bölümlerine yer verdiler. Bu Opeth'in temel tarzının oturmaya başladığı dönemlere denk gelir. Opeth çıkış albümü Orchid'i 1994 yılında yapımcı Dan Swanö ile kaydetti. Yeni kurulan Candelight Records'un yayımla ilgili problemleri yüzünden albüm 1995 yılının ortalarına kadar çıkmadı. Orchid albümü, progresif etkili death metalin sınırlarını ve insanların tepkilerini ölçtü, birçok eleştirmen tarafından başarılı ve farklı olarak değerlendirildi. İngiltere'deki birkaç canlı performanstan sonra, grup stüdyoya geri döndü ve yeni bir albüm için çalışmalara başladı ve 1996 yılında Morningrise'ı yayımladılar. Sadece beş şarkıdan oluşan albüm neredeyse bir saattir. Bu albümden sonra grup tekrar turneye çıktı. Turnenin ilk ayağı İngiltere'de, ikinci ayağı ise İskandinavya'da Cradle of Filth'le beraber olmuştur. Bu turne sırasında grup Century Media Records'un dikkatini çekmiş ve bu sayede ilk iki albümlerinin Amerika'da da yayınlanmasını sağlamıştır. Turneden sonra Åkerfeldt ve Lindgren kişisel sebeplerden dolayı, davulcu Nordin'den habersiz olarak DeFarfalla'yı gruptan çıkarmışlardır. Åkerfeldt Nordin'e haber verdiği sırada,Brezilya'da olan Nordin gruptan ayrılmaya karar vermiştir. Yeniden eleman arayışına giren grup, gazeteye verdikleri ilana cevap veren, eski Amon Amarth bateristi Martin López'i gruba kabul etmişlerdir. López, Opeth'le olan çıkışını Iron Maiden'ın Remember Tomorrow isimli cover parçası ile yapmıştır. Ardından daha Century Media tarafından sağlanan daha büyük bir bütçe ile grup üçüncü albümü üzerinde çalışmaya başlamıştır. Çalışmalardan kısa süre önce Martin Mendez gruba basçı olarak alınmış ancak zaman sıkışıklığı nedeni ile basları Åkerfeldt kendisi çalmıştır. My Arms,Your Hearse albümü 1998'de bu çalışmalar sonucu ortaya çıkmıştır ve grubun dünya çapında çıkardığı ilk albümdür. İnanılmaz bir beğeniyle karşılanan albüm Opeth'in çok daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan bir dönüm noktasıdır. Birçok dinleyici grubun bu albüm ile kendisini oturttuğu konusunda hemfikirdir. Progresif etki önceki albümlere nazaran azalmış, sözler ve melodiler sertleşmiştir. My Arms, Your Hearse, öldükten sonra dünyaya sevgilisini görmek için ruh olarak dönen bir adamın yaşadıklarını anlatmaktadır. Dördüncü albüm Still Life, 1999 yılında yayımlanır ve gerek yayımlanma amacı gerekse müzikal yapısı açısından,My Arms, Your Hearse ile aynı doğrultudadır. Candelight Records'un el değiştirmesi sebebiyle grup İngiltere'de Peaceville etiketi ile bilinen Music for Nations şirketi ile anlaşır ancak kullandıkları stüdyonun taşınması sebebiyle bu albümden önce yalnızca iki kez çalışma yapabilmiştir. Albüm kapağı tasarımındaki gecikme ve diğer tüm sorunlar nedeniyle, albüm bir ay geç çıkmıştır. Sözleşmedeki problemler yüzündense albüm Amerika'da 2001'e kadar yayımlanmamıştır. Still Life; dini görüşleri yaşadığı yerdeki herkesten farklı olduğu için kovulan, ancak yıllar sonra geri gelen ve kaybettiği sevgilisini, Melinda'yı bulan bir adamın başına gelenleri anlatır. "Face of Melinda" parçası albümdeki en etkileyici parçalardan biri olarak değerlendirilir. Daha sonra Melinda ismini, Åkerfeldt kızına isim olarak seçecektir. Birkaç konserin ardından Opeth tekrar çalışmalara başlar. Prodüktörleri bu sefer Porcupine Tree'den Steven Wilson'dır. Åkerfeldt verdiği röportajda, önceki iki albümlerinde elde ettikleri başarıyı elde etmek için stüdyoya girdiğinde bu sefer işinin zor olduğunu, ancak verdikleri emeğe kesinlikle değdiğini söylemiştir. Ayrıca bu albümde Steven Wilson'ın etkisi ve yardımları ile grup yaratıcılığını tekrar ortaya çıkarmıştır. Ve bu emeğin sonunda Blackwater Park ortaya,2001 yılında çıkar. Albüm,eleştirmenlerden tam not almıştır ve grup bu albümün ardından dünya turuna çıkmıştır. Bu turnede ilk kez Avrupa'ya yönelmişlerdir ve Almanya'da, Wacken Open Air festivalde altmış bin kişiye çalmışlardır. Blackwater Park turnesinden döndükten sonra Opeth sıradaki albümü için çalışmaya başlamıştır. Başta Åkerfeldt yeni çalışmaları kategorize edip bir araya getirmek konusunda sıkıntı çekmiştir: "Harcamak istemediğim ve emek verdiğim yumuşak parçalara rağmen,bugüne kadar yaptığımızdan çok daha sert bir şeyler yapmak istiyorum." demiştir. Åkerfeldt'in eski arkadaşı olan Katatonia'dan Jonas Renkse şarkıları, biri sert diğeri ise sakin tınıları sahip olan iki ayrı albüm halinde yayınlama önerisinde bulunmuştur. Grup arkadaşlarına ve kayıt şirketine bile danışmadan öneriyi harika bulan Åkerfeldt; "Birazcık yalan söylemek zorunda kaldım... Onlara bu albümün çok kısa sürede ve tek bir albüme ayrılabilecek bütçe ile kaydedilebileceğini söyledim." demiştir. Yalnız bir provayla girdikleri kayıt sürecini Åkerfeldt "tarihlerinin en zor sınavı" olarak değerlendirmiştir. Şarkıların taslakları kaydedildikten sonra grup projeyi İngiltere'ye taşımıştır ve sert olan Deliverance albümü prodüktör Andy Sneap'le tamamlanmaya çalışılmıştır. Åkerfeldt, Sneap'in albümü ve kayıtları kurtardığını söylemiştir. Deliverance, 2002'de dünya çapında yayımlanmış ve US Top Independent listesinde 19 numarada yer almıştır. Bu aynı zamanda grubun Amerikan listelerindeki ilk çıkışıdır. Diğer albümden önce Stokholm'de tek bir konser veren grup, daha sakin olan ikinci albümlerin vokal kayıtları için tekrar stüdyoya girmiştir. Åkerfeldt iki albümün asla bitmeyeceğine inansa da, Deliverance ve Damnation albümleri toplamda yedi haftalık bir süreçte bitmiştir, bu Blackwater Park albümü için harcanan sürenin tamamı kadardır. Damnation, 2003'te çıkmış ve US Billboard 200'de 192. sırada yerini almış, ayrıca Swedish Grammy'de "En iyi hard rock performansı" ödülünü almıştır. Grup 2003-2004 senelerinde 200'e yakın sahne performansı ile en büyük turnelerini düzenlemiştir. İlk DVD olan Lamentations (Live at Shepherd's Bush Empire 200) 2 saatlik bir performans içerir ve bu konserde Damnation, Deliverance, Blackwater Park'tan şarkılar bulunur. Bu DVD'de ayrıca Deliverance ve Damnation'ın kaydıyla ilgili bir saatlik bir film de vardır. Grup,Ürdün'de,Ortadoğu'daki terörist saldırıların yarattığı korku nedeniyle ekipleri olmadan bir konser vermiştir. 6000 bilet satılan konserden sonra, Lopez Åkerfeldt'e panik atak rahatsızlığına dayanamadığını söyleyerek turneyi iptal etmek konusunda ısrar etmiştir. Daha önce de 2004'te, Lopez panik ataklarından dolayı Kanada'dan eve yollanmıştır. Grup turneyi iptal etmek yerine, sonraki konserlerde Lopez'in yerini, teknisyeniyle doldurma kararı almıştır. Lopez'in elinden geldiğince çabuk döneceğine söz vermesine rağmen, grup Gene Hoglan'a kendilerine eşlik etmesi için teklifte bulunmuştur. Ardından Lopez nihayet dönmüş ve Damnation ve Deliverance turunun son konseri olan Seattle konserine yetişmiştir. Ayrıca Per Wiberg gruba turne sırasında klavyeci olarak katılmıştır. Bir yılı aşkın süre turnede kalan Opeth, sonunda eve dönmüş ve yeni bir albüm için tekrar çalışmaya başlamıştır. Opeth'in Avrupa'daki etiketi olan Music for Nations'ın kapılarını 2005'te kapatmasının ardından,grup birçok şirketle görüşmüş ve sonunda Roadrunner Records ile anlaşmıştır. Bu haberin duyulmasından sonra Opeth'in birçok hayranı,Roadrunner Records'un sıradan rock ve metal grupları ile çalışması gerekçesiyle grubun daha fazla satmak için bu yola başvurduğunu iddia etmiştir. Åkerfeldt tepki göstermiş ve "Bu çok onur kırıcı bir şey,15 yıllık kariyerimizde birçok konser verdik ve albüm çıkardık,bu sürede ve emekte Opeth hayranlarının güvenilirliğini kazanamamış olmak utanç verici." demiştir. 2004'ün sonlarına doğru albümdeki parçaları yazmayı tamamlayan Opeth, üç haftalık bir provanın ardından kayıtlara başlamıştır. Yaklaşık üç ay süren bir çalışma sonucunda Ghost Reveries yayımlanmıştır. Amerikan listelerinde 64,İsveç'te 9. olan albüm, grubun başarısının arttığının göstergesidir. 2006 yılının ortalarında Martin Lopez, Opeth'ten ayrıldığunu resmen duyurmuştur. Gerekçe olarak sağlık sorunlarını gösteren Lopez'in yerine,Martin Axenrot geçmiştir. Aynı yıl Giga
ntour kapsamında Megadeth'le aynı sahneyi paylaşan grup,aynı yıl bonus olarak Deep Purple'dan Soldier of Fortune cover'ını içeren albümün farklı bir versiyonunu tekrar yayınlamıştır. Bu versiyonda aynı zamanda 5.1 Surround sesle mikslenmiş bir DVD vardır. 2006'nın sonlarında, Camden Roundhouse'da yapılan konser kayıtlarını da içeren, çifte bir konser albümü olan The Roundhouse Tapes çıkmıştır. Mayıs 2007'de Peter Lindgren, grupla geçen 16 yılından sonra ayrılma kararı aldığını açıklamıştır. "Bu hayatımda yaptığım en zor seçimdi ama şu noktada sanırım doğru olan bu." demiştir. "Birkaç kişiden oluşan ve zamanla pişen,dünya piyasasında kendine yer etmiş bir grupla çalmak için gereken ilgi ve ilhamımı kaybettiğimi düşünüyorum." diyerek gruptan ayrılmıştır. Bu ayrılıktan sonra,eski Arch Enemy gitaristi Fredrik Åkesson gruba alınmıştır. Åkerfeldt şöyle açıklamıştır: "Peter'ın gidişinden sonra aklımıza gelen tek isim Fredrik'ti ve bence İsveç'teki en iyi üç gitaristten biri Fredrik. Birbirimizi yaklaşık dört yıldır tanıyoruz ve onun da bize ayak uydurabilecek tecrübeye sahip olduğunu biliyoruz." Ghost Reveries albümünün ardından çıktıkları 200 konserin ardından, grup Kasım 2007'den Ocak 2008'e kadar stüdyoda kalmış, üçü cover olmak üzere on üç şarkı kaydetmiştir. Albümün bitmiş halinde yedi yeni şarkı vardır. Haziran 2008'de çıkarılan albümü Åkerfeldt "biraz daha enerjik" olarak tanımlamıştır. Bu albümün ardından grup UK Defenders of the Faith kapsamında Arch Enemy ile, Wacken Open Air'de, Progressive Nation'da Dream Theater ile birlikte sahne almıştır. Watershed grubun listelerde en çok başarı yakaladığı albümdür, US Billboard 200'e 23 numaradan giriş yapmıştır. Dünya turuna çıkan grup birçok ülkede sahne almıştır fakat İspanya'da ve Brezilya'daki konserler, Burning Live Festival'in iptal olmasıyla yapılmamıştır. Ayrıca turne kapsamındaki dört günde su çiçeği geçiren Mikael, bu süre zarfındaki 2 konseri de iptal etmek zorunda kalmıştır. Oluşan boşlukta, Satyricon iki konser vermiştir. Sonraki iki ayda Opeth Kuzey Amerika'da High on Fire, Baroness ve Nachmystium'la sahne almıştır. Yılın geri kalanında Avrupa'ya dönmüş ve Cynic ve The Ocean ile beraber turneyi bitirmişlerdir. Opeth, God of War III için The Throat of Winter isimli bir soundtrack çıkarmıştır. Åkerfeldt şarkıyı "garip" ve "çok metal değil" şeklinde tanımlar. 20. yıl kutlamaları kapsamında Opeth, "Evolution XX: An Opeth Anthology" adında,6 ayaktan oluşan bir turne düzenlemiştir. Bu turnede Blackwater Park albümü bütünlüğü bozulmadan performe edilmiş ve daha önce çalınmamış bir sürü şarkı çalınmıştır. Åkerfeldt 20. yıl için: "Buna inanamıyorum ama evet, 20. yılımızı kutluyoruz. 16 yaşından beri bu gruplayım, bu delilik!" demiştir. Eylül 2010'da Åkerfeldt yeni bir albüm hazırlığında olduğu müjdesini vermiştir. Resmi web sitelerinde 31 Ocak'ta yeni albümün kayıtlarına başladıklarını duyuran grup, Jens Bogren ve yine Porcupine Tree'den Steven Wilson'la çalışacağını belirtmiştir. Mart ayının sonlarında Steven Wilson albümün miksajının tamamlandığını duyurmuştur. Albümde, Opeth tamamen tarz değişikliğini gitmiştir. Heritage, brutal vokal ve progresif death metal ögelerinden tamamiyle arındırılmış, saf progresif rock albümüdür. Bu yüzden hayranlarının bir kısmı bu değişimi çok sevse de bir kısmı tepki göstermiştir. Akerfeldt ise durum için "Ben Orchid albümü için çalıştığım sıralarda death metal dinlemeyi bırakmıştım. Artık eskisi gibi bir şey beklemeyin." demiştir Grubun onuncu albümü Heritage, grubun klavyeci Per Wiberg ile kaydettiği son albümdür. Nisan 2011'de Wiberg, grupla karşılıklı anlaşarak yollarını ayırdıklarını söylemiştir. Eylül 2011'de yayımlanan albümden sonra Joakim Svalberg'in gruba daimi olarak alındığı duyurulmuştur. Opeth, Katatonia ile beraber çıktıkları dünya turu kapsamında,Japonya,Yunanistan ve Güney Amerika'ya gitmiştir. Heritage albümü çıktıktan sonra birçok konser veren grup, Ağustos 2012'de 11. albümleri için Steven Wilson'un prodüksiyonuyla birlikte tekrar çalışmaya başlamıştır. Akerfeldt, bu albüm için "Ben bu albümde daha melodik bir şeyler yapmak istedim. Bu yüzden albümün genelinde güçlü melodilerle birleşmiş güçlü bir vokal var." demiştir. Ayrıca bu albüm Svalberg'in gruptaki ilk albümüdür. 6 Mayıs 2014'te albümün ilk single'ı olan Cusp of Eternity'nin yayınlanması planlanıyordu. Fakat bazı teknik problemler nedeniyle ertelendi. Roadrunner Records ise bu konuda bir açıklama yapmayarak Opeth hayranlarını kızdırmıştı. Albümün tamamının 17 Haziran'da yayınlanacaktı. Fakat bu da ertelendi. Albüm nihayet 25 Ağustos 2014'te yayınlandı. Bu albüm, Heritage'ye göre daha derli topludur fakat müzikal açıdan aynı doğrultudadır. Albümde sıkça yaylı enstrumanlar kullanılmıştır. Heritage'deki gibi bu albümde de hiç brutal vokal yoktur. Demokrat Parti (1946) Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kurulan, kurulduğu yıl yapılan seçimlerde azınlıkta kalıp dört yıl sonra yapılan seçimlerde (14 Mayıs 1950'de) 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren, Türkiye Cumhuriyeti'nde çok partili seçimle iktidarı kazanmış Türk siyasi partisidir. Sırasıyla 1950, 1954 ve 1957 seçimlerini kazanmış ve on yıl boyunca (1950-1960) iktidar olmuştur. Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ile iktidardan düşürülmüş ve 29 Eylül 1960'ta kapatılmıştır. Demokrat Parti'nin kısa adı DPdir. 1929 bunalımı ve II. Dünya Savaşı arası geçen yıllarda, dünyada faşizm ve otoriter yönetimler güçlenmekteydi. 1924 ve 1930'da iki defa çok partili demokratik yaşama geçmeyi deneyen Türkiye, bunda başarısız olunca, özellikle 1930'dan sonra iktidarı elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi devlet ile özdeşleşmeye başladı. Parti ilkeleri anayasaya girince (1937) bu süreç doruk noktaya ulaştı. CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Atatürk 1938'de hayatını kaybedince yerine seçilen İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı başlayınca (1939), eski devrin küskünlerini de etrafında toplayarak ülkede, savaş günlerinin yıkıcılığı sırasında bir çokbaşlılığın oluşmasına engel oldu. İnönü'nün bunda başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Savaşın özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkması, sermayenin belirli ellerde toplanmasını kolaylaştırdı ve bu, bir kent burjuvazisi oluşturdu. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri arzı kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı. İktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden ilki Varlık Vergisi oldu. Devlet tarafından salınan ağır vergileri ödeyemeyen bütün iş adamları Aşkale'ye gönderilerek orada taş kırmak gibi işlerde amele olarak kullanıldı. Keyfi uygulamalara sebep olan bu vergi kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. Diğer önlem ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu idi. Bu kanunla büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek, küçük çiftçiye destek sağlamak hedefleniyordu. Ancak bu, devletin Türkiye'deki bütün arazilerin zaten %70'ten fazlasına sahip olduğunu bilen toprak sahiplerini muhalefet saflarına kanalize etti. İsmet İnönü'nün devletçilik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik darboğaz zaten toplumu da aynı yöne iletmiş durumdaydı. II. Dünya Savaşı 1945 de demokrasilerin zaferi ile son bulduğunda Türkiye bu durumda idi. Aynı zamanda savaşın sonlarına doğru ülkede özellikle basın ve aydın çevrelerde, demokrasi arzusu artık yüksek sesle dillendirilir olmuştu. Bir yandan da II. Dünya Savaşı'nın galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin lideri Stalin, Türkiye'den Kars, Ardahan ve Artvin'i istiyordu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne karşı Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'a yaklaşan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1945 günü yaptığı konuşmada bu arzuya yeşil ışık yaktı. Zaten TBMM içinde muhalefet, 1945 bütçe görüşmelerinde su yüzüne çıkmıştı. Mustafa Kemal Atatürk'ün son başbakanı Celâl Bayar, Adnan Menderes, Feridun Fikri Düşünsel, Yusuf Hikmet Bayur, Emin Sazak bütçeye red oyu verdiler. Asıl kırılma Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşülürken ortaya çıktı. Tasarının 17. ve 21. maddeleri tartışılırken Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak sert eleştiriler dile getirdiler. Bu yasanın görüşüldüğü günlerde Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, CHP Grubu'na Dörtlü Takrir adlı bir önerge verdiler. Önerge ülke ve parti yönetiminde özgürlükçü bir anlayış içeren düzenlemeler yapılmasını öngörüyordu. Ancak Dörtlü Takrir reddedildi (12 Haziran 1945). Bunun üzerine, Menderes ve Köprülü o günkü Vatan Gazetesi'nde Cumhuriyet Halk Partisi iktidarına karşı o güne değin örneğine rastlanmayan sertlikte yazılar yazmaya başladılar. Sonuç olarak Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden ihraç edildiler (Eylül 1945). Aynı gruptan olan Celâl Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra da CHP'den istifa ettti. Celâl Bayar, 1 Aralık 1945'te parti kuracaklarını açıkladı. İnönü tarafından Çankaya Köşkü'ne çağrılan Bayar, cumhurbaşkanından gerekli desteği aldıktan sonra 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti (DP) kuruldu. Demokrat Parti programını iki esas etrafında şekillendirmişti: Liberalizm ve demokrasi. Cumhuriyet Halk Partisi'nin ekonomi politikası olan devletçiliğin aksadığı yönler vurgulanarak CHP'ye karşı çıkılmaktaydı. Demokrat Parti üzerinde daha önceki acı tecrübelerin yarattığı ilk kuşkular dağıldığında büyük kitlelerin DP'yi desteklediği görüldü. Bunu şüphesiz iktidardaki CHP de görmekteydi. Meclis tek dereceli seçim kanununu ve 21 Temmuz 1946'da seçimlerin yapılmasını kabul ederek dağıldı. DP başta seçime katılıp katılmama konusunda kararsız kalsa bile katılmaya karar verdi. Bunun üzerine iktidar basın kanununda değişikliğe gitmeye karar verdi.İktidarın basın üzerindeki baskısı daha da arttı. Bozuk olan ekonomi de dış ödeme dengesinin bozulması sonucu 7 Eylül 1946'da Türk lirasının değeri düşürüldü. Bu olay DP'ye daha çok prim kazandırdı ve iktidarın güç yitirmesine neden oldu. 1947'de bütçe görüşm
eleri sırasında Başbakan Recep Peker ile DP'liler arasında sert tartışmalar yaşandı. DP, TBMM'yi terk etti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün araya girmesi ile sorun aşıldı. 7 Ocak 1947'de DP ilk kurultayını yaptı. Bu toplantıda özgürlük ve demokrasi arzuları bir defa daha vurgulanırken bunları içeren Hürriyet Misakı kabul edildi. Bunun üzerine iktidar tarafından DP'ye sert hücumlar başladı. Haziran ayında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar arasında bir dizi görüşmeler yapıldı ve sonunda İnönü 12 Temmuz 1947'de "12 Temmuz Beyannamesi"ni yayınladı. Beyannamede İnönü, siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurguladı. Başbakan Recep Peker ayrıldı ve yerine Hasan Saka getirildi. DP içerisinde bu yumuşama ve iktidarla düzeltilen ilişkiler tepki çekti ve bunun güdümlü demokrasi olduğunu öne süren bir grup partiden ayrıldı. Bu grubu oluşturan, Fevzi Çakmak, Yusuf Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan ve Yusuf Kemal Tengirşenk, 20 Temmuz 1948'de Millet Partisi'ni (MP) kurdu. Böylece 12 Temmuz Beyannamesi ile hem Cumhuriyet Halk Partisi hem de DP sertlik yanlısı gruplardan kurtulmuş bulunuyordu. DP, 17 Ekim 1948'de ara seçimlere, seçime güven duymadığı için MP ile birlikte katılmadı. 16 Ekim 1949 ara seçimlerinde de bu tavrını sürdürdü. DP ikinci büyük kurultayını 20 Haziran 1949'da yaptı. Seçimlerde milletvekili adaylarının %80'ini örgütün saptaması kabul edildi. Bu kurultayda seçimlerde alınan oylara sahip çıkılmasını içeren "Millî Teminat Andı" kabul edildi. Ancak iktidar bu anda "Millî Husumet Andı" adını taktı. 16 Şubat 1950'de gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimini kabul eden, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu'nu öngören seçim yasası kabul edildi. DP bu kanuna çok çabalamasına rağmen nispi temsil ilkesini koyduramadı. Bu şartlar altında Türkiye, 14 Mayıs 1950 seçimlerine gitti. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. 1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı halk oyu ile Demokrat Parti'ye devredecekti. Seçim sonuçlarına göre DP %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazanmıştı. CHP %39.4 ile 69 milletvekili ile temsil edilme hakkı kazandı. Millet Partisi 1, bağımsızlar 9 milletvekiline sahip oldular. Atatürk'ten sonra 11,5 yıldır cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan İsmet İnönü artık ana muhalefet lideriydi. 22 Mayıs 1950 günü TBMM açıldı. Refik Koraltan başkanlığa seçildi. Ardından yapılan cumhurbaşkanlığı oylamasında DP Genel Başkanı, İzmir milletvekili Celâl Bayar 453 milletvekilinin katıldığı oylamada 387 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi. Hükumeti kurmakla DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes görevlendirildi. Aynı gün Menderes kendisinin ilk cumhuriyet'in 19. hükumetini kurdu. 2 Haziran'da güvenoyu aldı. 9 Haziran 1950'de DP Genel İdare Kurulu Adnan Menderes'i genel başkanlığa seçti. Dünyada belki çok nadir görülen bir olay gerçekleşmişti. Uzun yıllar boyu ülkeyi kendi otoritesi ile yöneten iktidar, tamamen serbest, hür, kansız ve hilesiz bir seçim ile yerini bir başka partiye bırakmıştı. Bu yüzden 1950 seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde "Beyaz Devrim" olarak adlandırılmıştır. Hükümet programında "devri sabık" yapılmayacağı belirtilerek, 27 yıllık dönemin hesabını sormaya kalkmayacağı açıklandı. Ancak DP'nin yasal anlamda ilk çalışması Arapça ezan yasağını kaldırmak oldu (16 Haziran 1950). Radyoda dini yayınlar yapılması ve mevlit yayınlanması üzerindeki yasaklar kaldırıldı. II. Dünya Savaşı boyunca başarılı bir biçimde yürütülen tarafsızlık politikası, uygun dış ticaret ilişkileri geliştirmişti. Bu yüzden DP iktidarı ilk yıllarında dış kredi kaynakları bulmada başarılı oldu ve bunlardan yararlandı. Ayrıca savaş boyunca Merkez Bankası rezervleri de altın ve döviz bakımından iyi bir seviyeye ulaşmıştı. Kore'ye asker gönderilmesi ve böylece NATO'ya giriş vizesinin alınması uluslararası koşulları Türkiye'nin lehine çeviriyordu. Tarım ürünlerinin dış pazarda uygun fiyatlardan müşteri bulması ve Marshall Planı çerçevesinde dışarıdan gelen para bu ilk dönemde ciddi bir iktisadi ferahlama getirdi. Tarımda makineleşme sağlandı.Karayolları politikasına hız verildi, köyler kasabalara kasabalar da kentlere hızlı bir biçimde bağlanmaktaydı. Kitlelerin II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan yoksulluğu henüz unutmamış olması DP'ye olan sempatiyi daha da arttırdı. ABD ve Dünya Bankası raporları çerçevesinde hazırlanan iktisadi programlar ile liberal bir ekonomik anlayışın tüm alanlarda hakimiyetine çalışıldı. Ancak KİT'lerin de büyümesi sağlandı. DP özel girişimciliği KİT'ler kanalı ile desteklemiştir. Hammadde ve aramalı transferinin KİT eli ile yapılması sağlandı. Tarım kalkınmanın en önemli aracı olarak görüldü ve bir taraftan uygun fiyatta pazar politikası bir taraftan da çağdaş girdiler kullanılması yoluna gidildi. Bunda başarılı da olundu. Kore Savaşı'na bir tugay gönderilmesi kararı sonrası 1952'de Türkiye NATO'ya girdi. Ekonomik alanda bir rahatlama devresi yaşanırken ve DP'nin halkla ilişkileri de yolundayken ana muhalefet CHP'nin üzerine gidildi. 1953 yılında CHP malları hazineye devredildi. Halkevleri kapatıldı. 28 Ocak 1954'te Köy Enstitüleri kapatıldı. 1954'te laiklikten uzaklaştığı gerekçesiyle MP kapatıldı. 1950 seçimleri sonrasında ülkede yaşanan ekonomik ferahlama, II. Dünya Savaşı yıllarının üzerinden pek az bir süre geçmesi nedeniyle büyük önem kazanmaktaydı. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi, 1950-1954 yılları arasında özellikle ekonomik anlamda DP icraatlarına eleştiriler getirdi ancak ortaya çözüm olarak kabul edilebilecek bir öneri sunamadı. Bu koşullar altında gidilen 2 Mayıs 1954 seçimlerinde Demokrat Parti gücünü iyice arttırdı. DP 5.1 milyon oy alarak, Türkiye Genel Seçimleri tarihinde (bugüne kadar) kırılamamış bir oy rekoru kırdı. Bu oy miktarı toplam oyların %57,5'lik kısmı demekti. DP 502 milletvekilliği kazandı. 3.1 milyon (% 35,2) oy alan CHP sadece 31 milletvekili kazanabildi. Arada sadece 2 milyon oy fark olmasına rağmen milletvekili sayıları arasında bu kadar fark olmasının sebebi, 1950 seçim kanunu değişikliğinde CHP'nin değişmesini istemediği "çoğunluk sistemi"dir (CMP: 5, Bğm: 3 milletvekili çıkardı). Seçimlerde bu sonuçların ortaya çıkmasının ardından TBMM, 17 Mayıs 1954'te açıldı. Celâl Bayar 513 milletvekilinin katıldığı oylamada 486 oy alarak bir defa daha cumhurbaşkanlığına seçildi. Adnan Menderes üçüncü kabinesini kurdu. Bu kabine cumhuriyet tarihinde günümüze kadar en yüksek güvenoyunu almış kabinedir (491 lehte oy). İkinci iktidar döneminde (1954-57), iktidar ile muhalefet arası gerginleşti. Ekonomide olumsuz gelişmeler görüldü. İktidar baskılarını daha da arttırdı. Parti içindeki anlaşmazlıklar partinin bölünmesine ve 20 Aralık 1955'te Hürriyet Partisi'nin kurulmasına yol açtı. Ekonomide yaşanan darboğaz ve siyasi çalkantılar nedeniyle DP seçimleri bir yıl önceye aldı. 27 Ekim 1957 günü yapılan seçimler öncesinde kampanya oldukça sert geçti. Seçimler iktidarı zayıflattı, muhalefetin elini güçlendirdi. Seçimler öncesinde muhalefetin seçimlere bir cephe halinde girmesini engelleyen DP, yine de oy kaybından kurtulamadı. Sonuçlara göre DP %47.9 oyla 424 milletvekili çıkardı. Bu milletvekili sayısında çoğunluk sisteminin etkisi büyüktür. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi ise oyların %41.1'ini alarak 178 milletvekili aldı. Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ve Hürriyet Partisi dörder milletvekilliği aldılar. Rivayete göre Adnan Menderes, dakika dakika değişen seçim sonuçları nedeniyle bir ara ""Allah'ım bir daha bana böyle bir seçim gecesi yaşatma"" demiştir. 1950 ve 1954 seçimlerinden sonra ilk defa muhalefetin oyu iktidarın üzerine çıkmıştı. Muhalefete göre DP artık azınlığın iktidarıydı. Seçimler sonrasında da gerginlikler sürdü. TBMM Kasım ayında açıldı. Celâl Bayar 610 milletvekilinden 413 DP milletvekilinin katıldığı oylamada 413 oy alarak üçüncü defa cumhurbaşkanlığına seçildi. Adnan Menderes beşinci hükumetini kurdu ve güvenoyu aldı. 1957 seçimlerinden sonra siyasi ortamda sertlik günden güne daha da artmaya başladı. 1958 yılında, dış ödemeler dengesindeki bozukluk alınan dış borçları ödenemez hale getirmişti. Türkiye'nin borçlandığı ülkeler arasında kurulan bir konsorsiyum ile varılan mutabakat ile 4 Ağustos 1958'de ekonomik istikrar tedbirleri yürürlüğe girdi. Yapılan devalüasyon ile Türk lirasının değeri yeniden belirlendi. Doların fiyatı 2.80 liradan 9.02 liraya çıktı. Bu tedbir dış ödeme dengesini biraz olsun sağladı ise bile yaşanan ekonomik durgunluk, zamları, işsizliği ve iflasları da beraberinde getirmişti. Ağustos 1958, DP ve Cumhuriyet Halk Partisi gruplarının karşılıklı bildirileri ile geçti. İhtilal sözleri dolaşmaya başladı. Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes 12 Ekim 1958'de Manisa'da yaptığı konuşmada, muhalefetin yarattığı kin ve husumet cephesine karşı bir Vatan Cephesi kurulması gerektiğini vurguladı. Radyolardan Vatan Cephesi'ne katılanların adları okunmaya başladı. Bu arada 1955 yılından beridir ağır ağır ilerleyen bir sorun daha ortaya çıktı: Kıbrıs. Kıbrıs'ta EOKA örgütü Türkler üzerinde baskı yapmaya başlamıştı. Türkiye adanın bölünmesinden yani o günlerin deyimi ile ""taksim""den yanaydı. 1958 başlarında adada bulunan İngiliz askerler Türklere ateş açınca büyük bir tepki ortaya çıktı. Türkiye ayağa kalktı. Haziran ayında İstanbul'da 300 bin kişilik bir miting yapıldı ve Türkiye'nin isteği güçlü bir biçimde vurgulandı: ""Ya taksim, ya ölüm"". Ankara'da da benzer gösteriler yapıldı. Nihayet 19 Şubat 1959'da Londra Antlaşması ile sorun bir süreliğine aşılmış oldu. Başbakan Menderes bu antlaşma için Londra'ya giderken uçağı düştü. 14 kişinin öldüğü kazada başbakana herhangi bir şey olmadı. Ekonomide ve dış politikada bunlar yaşanırken iç politikada muhalefete yönelik baskılar da artıyordu. CHP'nin yayın organı Ulus Gazetesi başta olmak üzere muhalefete destek veren birçok gazete aralıklarla kapatı
lıyordu. Mayıs 1959'da CHP lideri İsmet İnönü Uşak'ta saldırıya uğradı. İzmir'de, İstanbul'da ve Ankara'da CHP liderine saldırılar oldu. Türkiye bu kargaşa ortamı içerisinde 1960 yılına doğru ilerlerken 31 Temmuz 1959'ta Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (sonradan ""Avrupa Birliği"" adını alan uluslararası örgüt) üye olmak için başvurdu. İktidar ve muhalefet arasındaki kavga 1960 yılından itibaren artık en yüksek haline ulaşmıştı. CHP Genel Başkanı'nın yurt gezileri engellenmek isteniyor, muhalif yazarlar tutuklanıyor basın sansürleniyordu. CHP'yi ihtilal hazırlığı içerisinde olmakla suçlayan iktidar. , Nisan ayında basını ve muhalefeti soruşturmak amacı ile, gazete kapatmaktan, muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip bir Tahkikat Komisyonu kurdu. Bunun karşısında mecliste söz alan muhalefet lideri İsmet İnönü bunun demokratik rejim yolundan çıkıp bir baskı rejimi yoluna girmek olduğunu belirtti ve o ünlü sözünü söyledi:""Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam"". Ancak 27 Nisan 1960 günü Tahkikat Komisyonu yasal olarak kuruldu.İnönü'ye 12 oturum TBMM toplantılarına katılmama cezası verildi. Olaya tepki gösteren CHP Grubu meclisten zorla çıkartıldı.. Meclisteki kargaşa sokağa taşmakta gecikmedi. 28-29 Nisan 1960'ta İstanbul ve Ankara'da üniversite öğrencileri olaylı gösteriler yaptılar. Olayların şiddetle üzerine gidildi. Üniversiteler kapatıldı iki şehirde de sıkıyönetim ilan edildi. Demokrat Parti'li gençler 5 Mayıs 1960 günü DP liderine bağlılıklarını ifade etmek ve iktidara destek olmak için Ankara Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeyi planladılar. Ancak 555K parolasıyla örgütlenen muhalif gençler 5 Mayıs akşamı saat beşte meydanı doldurdular, arabasından indiğinde protestocular arasında kalan Başbakan Menderes tartaklandı, olay yerinden güçlükle uzaklaştı.. 21 Mayıs'ta Harbiyeliler Ankara'da sessiz bir yürüyüş yaptı. Başbakan Adnan Menderes radyoda yaptığı konuşmalarla kışkırtmalara kulak asılmamasını söyledi.. Ege Bölgesi'ne giderek İzmir, Bergama ve Manisa'da CHP'yi eleştiren konuşmalar yaptı. Ülkedeki kaosun gitgide artması, sokaklarda çatışmalar çıkması, iktidar-muhalefet arasındaki sertlik sonunda 27 Mayıs 1960 sabahı, Kurmay Albay Alpaslan Türkeş tarafından Ankara Radyosu'ndan okunan bildiri ile son buldu. Millî Birlik Komitesi,Türk Silahlı Kuvvetleri adına ülke yönetimine el koydu. Kara Kuvvetleri Komutanı Org.Cemal Gürsel, komitenin başına geçti. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, TBMM Başkanı Refik Koraltan ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere Demokrat Partililer tutuklandı. Anayasa ve parlamento feshedildi. Siyasi faaliyetler askıya alındı. 28 Mayıs 1960 günü Org. Cemal Gürsel başkanlığında bir hükumet kuruldu. Yeni anayasa ve siyasi kurumların kurulması için çalışmalara başlandı. Tutuklu Demokrat Parti'liler yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderildi. Demokrat Parti, 29 Eylül 1960'da kapatıldı. Tutuklular Yüksek Adalet Divanı'nca yargılandılar. 15 kişi idama, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi değişik hapis cezalarına çarptırılırken 123 kişi de aklandı. Millî Birlik Komitesi'sinde idam, yönetim devri ve seçim tarihi konusunda görüş ayrılıkları çıktı. Bu gelişmelerden daha sonra 14'ler olarak anılacak 14 subay yurt dışında çeşitli görevlerle sürgüne gönderildi. Bu dönemle birlikte ordu içinde yaşanan ayrışma ilk kez açıkça ortaya çıkmış oldu. Millî Birlik Komitesi idam cezalarından üçünü onayladı. Tutuklu bulunan Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül 1961'de, Başbakan Adnan Menderes ise ertesi gün İmralı Adası'nda idam edildi. Celâl Bayar ve Refik Koraltan ile 11 kişinin idam cezası ömür boyu hapse çevrildi. Silikon POLİSİLOKSAN olarak da bilinir,iskeletinde karbon (C) yerine ardışık olarak dizilmiş silisyum (Si) ve oksijen (O) atomları bulunan polimerlerin ortak adıdır. Silikon moleküllerinin çoğunda silisyum atomlarına bağlı metil ya da fenil grupları yer alır. Silikonlar en çok sıvı, reçine veya elastomer biçiminde üretilir. Silikon sıvılar oldukça kararlı maddelerdir. Su, ısı ve yükseltgenlerin etkisiyle bozunmazlar. Çok iyi elektrik yalıtkanı olmalarının yanı sıra hidrolik sıvılarda ve emülsiyon kırıcı maddelerde, ayrıca dokuma(tekstil) ve kâğıt gibi çeşitli malzemelerinin su geçirgenliğini azaltmakta kullanılır. Silikon kauçuklar da elektriği yalıtma, kimyasal dayanıklılık ve geniş bir sıcaklık aralığında esnekliği korumak gibi özellikleri bakımından çok önemlidir. Bunlar en çok koruyucu kılıflarda ve yalıtkan verniklerde kullanılır. Silisyum ya da silikon, kullanım alanı en geniş olan elementlerden biridir. Kum ve kil formu, beton ve tuğla yapımında kullanılır. Yüksek sıcaklıklarda çalışma koşullarına çok dayanıklı bir elementtir. Silikat formuysa, mine, emaye ve çanak-çömlek yapımında önemlidir. Çeliğin bileşimine de katılır. Kusursuz mekanik, optik, termal ve elektriksel özellikler taşıyan en ucuz madde olan kum halindeki silika, camın da esas bileşenidir. Aşırı saf silisyum, bor, galyum, fosfor ya da arsenik ile güçlendirildiğinde; transistörler, güneş gözeleri ve doğrultucular gibi, elektronik endüstrisinde büyük önem taşıyan aygıtların yapımında kullanılan silikon karışımları elde edilir. Elektronik mikroçiplerin yapımında yarı iletken olarak kullanılır. Diatomlar ve radyolaryalar gibi omurgasızların dış iskeletlerinin yapısına katılması nedeniyle de, yaşamsal önem taşımaktadır. Bu dış iskeletler, daha sonra dibe çökerek, çeşitli kayaçların yapısına katılır. Bitkilerin ve insan iskeletinin yapısında da silisyum bulunur. Silikon karbid (SiC), bilinen en sert maddelerden biridir. Silikon kauçuk genelde yemek kaplarında ve termosların sıvı sızdırmaması için kullanılır ( -55 °C ile 300 °C ) arası esneklik özelliğini korur. BBC Britanya Yayın Kuruluşu ya da BBC (British Broadcasting Corporation), Birleşik Krallık'ta kraliyet beratı altında ve devletin parasal desteğiyle çalışan yayın kuruluşudur. Kuruluşundan 1954'e kadar televizyon, 1972'ye kadar da radyo yayınları alanında tekel konumunu korumuştur. Merkezi Londra'da bulunur. I. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiliz radyoculuğunun öncülüğünü daha çok ticari firmalar üstlendi. British Broadcasting Company, Ltd. 1922'de özel bir şirket olarak kuruldu. 1925'te tasfiye edilen şirketin yerini 1927'de bir kamu kuruluşu olarak kurulan British Broadcasting Corporation aldı. BBC, parlamentoya karşı sorumlu olmakla birlikte çalışmalarını bağımsızlıkla sürdürür. Yönetim kurulu Birleşik Krallık hükümdarınca atanır. BBC'ye verilen ilk berat, İngiltere'de yayıncılığın bütün alanlarını kapsayan bir tekeli öngörüyordu. 1927-1938 arasında BBC'nin genel yönetmenliğini yapan John Reith (sonradan Lord Reith) kuruluşun ilk yıllarında önemli bir rol oynadı. İmparatorluk çapında kısa dalga yayınları başlattı. 1936'da ilk televizyon yayınlarının geliştirilmesi çalışmalarını yönetti. Reith'in, yayıncılığı kamu hizmeti olarak gören anlayışı İngiltere'de çok benimsendi. II. Dünya Savaşı sırasında kesintiye uğrayan televizyon yayınları, 1946'da yeniden başladı. BBC Avrupa'daki ilk düzenli renkli televizyon yayınlarını 1967'de başlattı. 1954'e kadar televizyon alanında tekelini korudu. BBC'nin radyo alanındaki tekeli de 1970'lerin başlarında hükümetin ticari yayınlara izin vermesi ile son buldu. BBC, gelirini televizyon ve radyo alıcıları için ödenen yıllık ruhsat ücretlerinden sağlar. BBC kuruluş beratı uyarınca reklam yapmaz ya da finansmanı başkalarınca karşılanmış programları yayınlayamaz. Hükümet politikalarına ve günlük sorunlara ilişkin konularda kendi görüşlerini yayınlamaktan kaçınmak ve yansız davranmak zorundadır. BBC 2005-2006 mali yılında harcamaları iki formda gruplandırır. . Her bir lisans ücreti harcaması aylık toplamı dağılım aşağıdaki gibidir: Toplam haberleşme harcaması 2005-2006 gibi verilir: Ali (anlam ayrımı) Psikiyatri Psikiyatri; akıl hastalıklarının teşhisi, tedavisi ve önlenmesi ile uğraşan bilim ve hekimlik dalı. İnsanın davranış dinamiklerini biyopsikososyal olarak açıklamak üzerine çalışan ve normal ile normal dışı (hastalık) davranış örüntülerini sınıflandırarak tedavi etmeye çabalayan tıp bilimi ve ruh hekimliğidir. Psikiyatri, insanların duygu, düşünce ve davranışlarındaki sapmaları tanımlayıp çok farklı tekniklerle tedavi ederek insanlara yardım eden bir tıp disiplinidir. Psikiyatristler, öncelikle doktordur. Ruhsal bozuklukların tanısı, tedavisi ve engellenmesi üzerinde çalışır. Bunlar zihinsel, davranışsal, algısal ve sosyal bozuklukları içerir. "Psikiyatri" terimi ilk defa 1808 yılında alman psikiyatrist Johann Christian Reil tarafından kullanılmıştır. Kelime anlamı ise tıbbi ruhsal tedavidir. Psikiyatri alanı ile ilgilenen hekimlere psikiyatrist (psikiyatri uzmanı) denir. Psikiyatrik ve psikolojik testler hayal gücünün ve diğer nöropsikiyatrik tekniklerin kullanılmasına olanak sağlamalıdır. Pratikte psikotrop ilaç tedavisi ve psikoterapi en fazla kullanılan tedavi biçimleridir fakat aynı zamanda farklı tedavi modelleri de yaygın olarak kullanılmaktadır. Tedavi hastanede yatan ve ayakta tedavi gören hastalar için hastalığın işlevsel bozuklukları ve hastalığın durumu ile ilgili sorular içerir. Psikiyatri dalının gelişimi alt uzmanlık alanları ve teorik yaklaşımlar araştıran disiplinler arası yardımlaşmaya bağlıdır. Bir tıp dalı olan psikiyatri nörobilim, farmakoloji, biyokimya, psikoloji ve tıp alanları ile iç içedir. Nörolog ve diğer branşlardan farklı olarak psikiyatristler doktor-hasta ilişkisinde uzmanlaşmış ve psikoterapinin farklı yollarla kullanımı ile diğer tedavi edici iletişim teknikleri üzerine eğitim almışlardır. Psikiyatristler ayrıca psikologlardan aldıkları eğitimle ayrılırlar. Tüm diğer tıp alanları için gerektiği gibi temel tıp eğitimi aldıktan sonra psikiyatri uzmanlık dalını seçerler. Hekim olan psikiyatri uzmanı ruhsal bozuklukların tanısını yapmak ve tedavisini üstlenmekte yetkili ve sorumludur. Psikiyatristler hastalarına gerektiğinde fizik muayene yapabilirler, laboratuvar testlerini isteyeb
ilirler, tanı ve ayırıcı tanıya yönelik nörogörüntüleme araçlarını kullanabilirler, psikoterapi ve ilaç tedavisi uygulayabilirler veya diğer psikiyatrik incelemelerden geçirebilirler. Psikiyatrinin tanı ve tedavisini yaptığı hastalık grupları aşağıda sıralanmıştır: Aziz Yıldırım Aziz Yıldırım (d. 2 Kasım 1952, Ergani), Türk iş adamı, inşaat mühendisi ve Fenerbahçe Spor Kulübü'nün eski başkanıdır. İlkokul ve lise eğitimini Düzce'de yapmıştır. Düzce'de amatör futbol (Hamidiyespor Kulübünde) oynamıştır. Daha sonra Ankara Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi'nden (şimdiki adıyla Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi) inşaat mühendisi olarak mezun olmuştur. NATO Altyapı ihalelerine de katılan Maktaş Mühendislik firmasının sahibidir. Düzcespor Kulübünde fahri başkanlık yapmıştır. 1990-1992 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü'nün yönetimde görev aldı. 1991-1992 sezonunda futbol şube sorumlusu oldu. 15 Şubat 1998'de yapılan kongrede rakibi Vefa Küçük'ten bir oy fazla alarak başkan seçildi. 1998-2018 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü'nün başkanlığını yapmış, 3 Haziran 2018 günü yapılan seçimli olağan genel kurulda rakibi Ali Koç'a karşı başkanlığı kaybetmiştir. Aziz Yıldırım şike davası kapsamında 3 Temmuz 2011'de "Ekonomik çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek" ve "Şike yapmak" iddiasıyla gözaltına alındı. Daha sonra savcılık tarafından ifadesi alınan Yıldırım, tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Yaklaşık 1 yıl Metris Cezaevinde tutuklu kaldı. Şike davasında 23. duruşma sonunda hüküm giymesine rağmen tutuklu kaldığı süre göz önüne alınarak tahliye edildi. İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, şike davası kapsamında Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı Aziz Yıldırım'ı Süper Lig'deki 13 maçta yargıladı. Bu 13 maçın 6'sından beraat eden Yıldırım'ın, 4 müsabakada şike yapmak, 3 müsabakada teşvik primi vermek suçlarını işlediğine hükmedildi. Mahkeme ayrıca Aziz Yıldırım'a 18 bin 750 gün adli para cezası da verdi. Aziz Yıldırım'ın mali durumunu dikkate alan mahkeme, bu cezanın günlüğü 70 TL'den toplamda 1 milyon 312 bin 500 TL'ye yükseltilmesine ve bu cezanın 20 eşit taksitle ödenmesine karar verdi. Mahkeme, Aziz Yıldırım hakkında "Spor kulüplerinde ve federasyonlarda görev yapmaktan yasaklama" ve "Stadyumlara giriş yasağı" kararları verdi. Mahkeme tarafından toplamda 6 yıl 3 ay hapis cezası, 1 milyon 312 bin 500 lira para cezası ve sportif olarak çeşitli cezalara çarptırılan Yıldırım, kararı temyiz etti. Yargıtay 5. Ceza Dairesi 17 Ocak 2014 tarihinde hakkındaki hükümleri onadı. Hükmün infazını gerçekleştirecek olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine itiraz eden Yıldırım'ın itirazı 23 Haziran 2014 tarihinde mahkeme tarafından kabul edildi. Buna göre Aziz Yıldırım'ın infazı durdurulmuş ve yeniden yargılanmasına karar verilmiştir. Fenerbahçe ve Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım yeniden yargılama sonucu tüm maçlardan ve suçlardan beraat etmiştir. Fakat, daha önce de belirtildiği gibi, Aziz Yıldırım’ın yeniden yargılama talebi 23 Haziran 2014 tarihinde kabul edildi. Davaya bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Aziz Yıldırım'ın da aralarında bulunduğu 6 sanığın yaptığı başvuruları karara bağladı. Mahkeme, Aziz Yıldırım, Olgun Peker, İlhan Ekşioğlu, Abdullah Başak, Ahmet Çelebi ve Selim Kımıl hakkında, "ileride telafisi imkansız zararlara sebebiyet vermemek" açısından "yeniden yargılama ve infazların erteleme" kararı verdi. Bunun üzerine Trabzonspor ve Bucaspor, Aziz Yıldırım, Olgun Peker, İlhan Ekşioğlu, Abdulah Başak, Ahmet Çelebi ve Selim Kımıl'ın "Yeniden yargılama" ve "İnfazın ertelenmesi" taleplerinin kabul edilmesi kararına itiraz ettiler. Bu itirazları 1 Eylül tarihinde karara bağlayan mahkeme, Trabzonspor ve Bucaspor'un itirazlarını reddederek, dosyayı bir üst mahkeme olan İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. 29 Eylül 2014 tarihinde itirazı değerlendirip reddeden 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Aziz Yıldırım'ın ve diğer sanıkların yeniden yargılanması kararını kesin hükme bağlamış oldu. Dosya 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne geri gönderildi. 13 Ocak 2015'te yeniden yargılanmasına başlanan Aziz Yıldırım, 9 Ekim 2015 tarihindeki 6. duruşmada beraat etmiştir. Ayrıca yargılamayı yapan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, daha önceden kapatılmış olan Özel Yetkili İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesinin kararını da iptal etmiştir. Böylelikle Azız Yıldırım, hakkındaki tüm suçlamalardan suçsuz bulunmuştur. Üç çocuk babası olan Yıldırım, 7 Nisan 2010 tarihinde ilk iki çocuğunun annesi olan 30 yıllık ilk eşi Yıldız Yıldırım'dan boşanmıştır. Daha sonra Gonca Çelikkıran ile evlenmiştir. Bu evlilikten de bir kız çocuğu olmuştur.İkinci evliliğinden olan kız çocuğunun adı Yaz'dır. Şükrü Saracoğlu Mehmet Şükrü Saracoğlu (d. 1886, Ödemiş – ö. 27 Aralık 1953, İstanbul), Türk siyaset ve devlet adamı. 1942-46 arasında Türkiye Başbakanı, 1938-42 arasında Türkiye Dışişleri Bakanı, 1948 ile 1950 arasında da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olan Saracoğlu, bu görevler dışında 1924 ile 1938 arasında da değişik hükümetlerde Millî Eğitim, Maliye ve Adalet bakanlıkları yapmıştır. İsmet İnönü ile beraber II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye'yi savaşın dışında tutan politikalara yön vermiştir. Ayrıca 1934 ile 1950 arasında Fenerbahçe Spor Kulübü başkanlığını yürütmüştür. Babası, Trabzon'un Akçaabat ilçesinden göç ederek Ödemiş'e yerleşen saraç Mehmet Tevfik, annesi ise ev hanımı Şerife Hanım'dır. Ailesinin ilk çocuğudur. İlk ve orta okulu Ödemiş’te okuduktan sonra İzmir İdadisi’ne girdi. İzmir İdadisi'ni birincilikle bitirerek, İstanbul'da Mekteb-i Mülkiye’de eğitimini sürdürdü. 1909 yılında Mekteb-i Mülkiye’yi bitirerek İzmir Valiliği Maiyet Memurluğu’na atandı. İzmir Sultanisi'nde matematik öğretmenliği yapan Saraçoğlu, 1911 yılında İttihat ve Terakki Ticaret Mektebi Müdürlüğü görevine getirildi. 1914 yılının Ocak ayında bir devlet bursu kazanan Saraçoğlu, Belçika'ya öğrenime gitti. Kısa bir süre sonra I. Dünya Savaşı patlayınca hemen İzmir'e döndü. 1915 Mayısı'nda Cenevre Siyasi İlimler Akademisi’nde okumak için İsviçre’ye giderek burada dört yıl kaldı ve bu fakülteyi çok iyi bir dereceyle bitirdi (1918). Mondros Mütarekesi’nden sonra Cenevre’de yakın arkadaşı Mahmut Esat ile birlikte Cenevre Türk Yurdu Derneği’ne üye oldular. Saracoğlu bu cemiyet adına Fransızca bir derginin yayınlanmasını üstlendi, Avrupa kamuoyunda Mondros şartlarının olumsuzluğuna tepki yaratmak için uğraşlar vererek Osmanlı Devleti’nin haklarını savundu. O günlerde İzmir işgal edilince (15 Mayıs 1919) Mahmut Esat'la birlikte Türkiye’ye gideceğini öğrendiği bir İtalyan gemisine kaçak binip yurda döndü. Millî Mücadele'ye katılmak için yola çıktıkları Anadolu'ya vardıklarında, İttihatçı olduklarından şüphelenen Demirci Mehmet Efe tarafından önce gözaltına alındılar, sonra da hapsedildiler. Onları bu durumdan İttihat ve Terakki Ticaret Mekteb-i Müdürlüğünden tanıdığı Celal Bayar kurtardı. Kuşadası, Nazilli ve Aydın yörelerinde kurulan Kuva-yi Milliye hareketlerinin örgütlenmesinde çalıştı. Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Meclisi Mebusanı’na İzmir milletvekili olarak seçildiyse de, İstanbul'un İtilaf Devletleri'nce işgal edilmesi nedeniyle meclise katılamadan Kuşadası'na geri döndü. Saraçoğlu, üç ay kadar bir süre yaptığı Ödemiş belediye başkanlığından sonra, 1923’te ikinci dönem İzmir mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) katıldı. Fethi Okyar hükümetinde Maarif Vekilliği yapan Saraçoğlu, 1926’da Türk-Yunan Mübadele Komisyonu'nda Türk delegasyonuna başkanlık etti. 1927 ile 1930 arasındaki İsmet İnönü hükümetlerinde maliye vekilliğini üstlendi. Vekilliği sırasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kuruldu. Lozan Antlaşması'nın getirdiği sınırlamaların bitmesinden sonra yeni gümrük tarifelerini uygulamaya koydu. Dış ticarette "kota sistemini" getirdi. Dünyadaki Büyük Bunalım'ın etkilerini azaltmak ve ulusal ekonominin altyapısını oluşturmak amacıyla yürütülen bir dizi millileştirmede önemli rol oynadı. Vekillikten ayrıldıktan Türk hükümeti adına ekonomik konularda temaslarda bulunmak üzere Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderildi. Dönüşünden sonra hazırladığı bir rapor, Türk pamuk sanayisinin yeniden düzenlenmesine temel oluşturdu. Saraçoğlu, 1932 yılında Paris’te Osmanlı borçlarının ödeme koşullarının saptanması görüşmelerini Türkiye adına yürüttü. 1933’te bir antlaşma imzaladı. Saraçoğlu’nun imzaladığı bu anlaşma ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin maliyesi soluk aldı. 1933-1938 arasında İsmet İnönü ve Celal Bayar hükümetlerinde de Adliye Vekili olarak görev aldı. Adliye vekilliği döneminde genç cumhuriyet’in devlet organlarının kurumlaşmasında da emeği geçen Saraçoğlu, bakanlıkları sırasında avukatlık, hakimlik, icra iflas kanunlarını hazırlamış ve çıkartmış iş esasına dayalı cezaevlerinin oluşmasını ve ilk örnek olarak İmralı Cezaevi’nin kuruluşunu sağlamıştır. Barem ve Emeklilik kanunları da Saraçoğlu’nun zamanında oluşturulmuştur. Yakın dostu olan ve aralarında oynadıkları satranç maçlarının ünlü olduğu İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde siyasal yaşamının en önemli görevlerine atandı. Bu görevlerden ilki 1938 ile 1942 arasında, Celal Bayar ve Refik Saydam hükümetlerinde üstlendiği dışişleri bakanlığı oldu. Bu görevi ve daha sonra geldiği başbakanlık görevinde Türkiye'nin II. Dünya Savaşı'nın (1939-1945) dışında tutulması politikasında önemli rol oynadı. Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesi Britanya ve Fransa ile işbirliği görüşmeleri yaparken, Kurtuluş Savaşı'ndan beri yakın ilişkiler içinde olduğu Sovyetler Birliği'nin de Batılı devletlerin yanında yer alacağını umuyordu. Ancak Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalanınca Türkiye, Britanya-Fransız bağlılığında kalmakla Sovyetler Birliği ile ilişkilere devam etmek arasında zor bir seçim yapmak zorunda kaldı. Türkiye imzaya hazır hale gelen Üçlü İttifak'a (Britanya-Fransa-Türkiye) ters düşmeyen bir Sovyet ittifakı kurmak istiyordu. Sovyetler Birliği de, tamamen değişen uluslararası ortamda ilişkileri yeniden değerlendirme taraftarıydı.
Bu doğrultuda Dışişleri Bakanı Saracoğlu 15 Eylül 1939'da resmen Sovyetler Birliği'ne davet edildi. Sovyet tarafının istekleri nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanacak görüşmeler üç gün olarak planlanmasına rağmen 25 Eylül ve 1, 13 ve 15 Ekim tarihlerinde dört oturum halinde yapıldı ve 23 güne yayıldı. Josef Stalin ve Vyaçeslav Molotov'un da yer aldığı 25 Eylül'de yapılan ilk görüşmeden sonra Ankara'ya çektiği telgrafta görüşmeyi "boğuşma" olarak nitelendirdi. Sovyet tarafının başlıca dört maddede özetelenen talepleri (Türk Boğazlarının Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulması, Montreaux Boğazlar Rejimi'ne Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin Boğazlardan geçemeyeceği garantisinin eklenmesi, Türkiye'nin Britanya ve Fransa ile giriştiği ittifak müzakerelerinin istişareye çevrilmesi ve Britanya ile Fransa'nın Sovyetler Birliği ile savaşa girmesi durumunda Üçlü İttifak'ın geçersiz sayılması) Türk tarafınca reddedildi. Görüşmelerden bir sonuç alınamayacağını gören Saracoğlu 17 Ekim'de Moskova'dan ayrıldı ve 20 Ekim 1939'da Türkiye'ye döndü. Saracoğlu bu gezi sırasında yediği bir yemekte kaptığı virüs nedeniyle beyin iltihabına yakalandı. Tedavi edildiği zannedilen hastalık yıllar sonra Saracoğlu'nun ölümüne neden oldu. 1 Eylül 1939'da Polonya'ya giren Almanya, Britanya ve Fransa'nın savaş ilanına da aldırış etmeyerek Belçika, Hollanda, ardından da Fransa'ya saldırdı (Haziran 1940). Alman güçlerinin Balkan ülkelerini de işgal etmesiyle Türkiye savaşın eşiğine geldi. Almanya, asıl hedefi Sovyetler Birliği olduğu için, Türkiye'ye saldırmayacağını açıklayarak Ankara'ya bir saldırmazlık paktı önerdi. Türkiye'nin de Alman tehdidini savuşturmak amacıyla bu öneriyi kabul etmesi üzerine iki ülke arasında Türk-Alman Dostluk Paktı imzalandı (18 Haziran 1941). 1942 yılında Refik Saydam’ın ani ölümü üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından 9 Temmuz 1942 günü başkanlığa atanarak hükumeti kurmakla görevlendirildi. 5 Ağustos 1942'de hükümet programını okurken ""Biz Türk'üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız."" demişti. Saracoğlu, başbakanlığı sırasında izlediği dış politika da bazı çevrelerce Alman yanlısı olarak nitelendirildi. Almanya'nın savaş yıllarındaki Ankara elçisi Franz von Papen ve onunla yakın ilişkide olan Türk hükümetinde yetkili ekipteydi. Refik Saydam, Şükrü Saracoğlu ve Numan Menemencioğlu'nun da dahil olduğu bu ekip Almanya'yı destekledi, Almanya ile dış ticareti Alman para birimi "Reichsmark" ile yaptı, Türk banknotlarını Almanya'da bastırdı, Almanya'ya paslanmaz çeliğin hammaddesi olan krom sevkiyatı yaptı ve Sovyetler Birliği'nin işgal ettiği Kırım ve Kafkasya'daki Türk topraklarında askeri harekat yapmakta olan Alman ordusunu cephede takip etmek için komutanlar yolladı. II. Dünya Savaşı'nın dönümü olan 1942-1943'te Müttefik ordularının Kuzey Afrika'ya çıkması, ardından da Almanların Stalingrad'da aldığı yenilgiyle savaşın ibresi Müttefik Devletler'in lehine döndü. Türkiye de Müttefiklere yakınlaşmaya başladı. Şükrü Saracoğlu da 12 Haziran 1943 tarihinde Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin yanında olacağına karar verdiği gerekçesiyle ünlü "Time" dergisine kapak oldu. Saraçoğlu Mustafa Kemal Atatürk (1923, 1927) ve İsmet İnönü'den (1941) sonra "Time" kapağında yer alan 3. Türk'tür. Saracoğlu'nun Başbakanlığı döneminin ekonomik alanda belki de en fazla akılda kalan ve tartışmaları bugüne değin sarkan girişimi, Kasım 1942'de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu oldu. II. Dünya Savaşı sırasında yaygınlaşan karaborsa nedeniyle ortaya çıkan savaş zenginlerinin elde ettikleri servetler, temel gıda ürünlerinin bile zor temin edilebildiği savaş döneminde halkın tepkisini çekmişti. Bunun üzerine CHP Meclis Grubu, 12 Kasım 1942'de Varlık Vergisi'ni kabul ederek hem devlet gelirlerini artırarak enflasyonla mücadele etmeyi hem de karaborsayla mücadele etmeyi amaçlamıştı. Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği ve vergisini ödemeyenlerin bedensel çalışmaya tabi tutulduğu bu uygulama özellikle gayrimüslim azınlıklara yönelik bir baskı aracı gibi uygulandığı ileri sürülerek büyük tartışmalara yol açmış ve sonuçta 1944 yılı başlarında kaldırılmıştır. Topraksız köylülere bazı arazileri dağıtmaya yönelik Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu da başbakanken yürürlüğe kondu (11 Haziran 1945). Saracoğlu'nun ısrarla takipçisi olduğu bu kanun özel ormanların ve büyük toprak sahibi ailelerin bir kısmının arazilerinin kamulaştırılmak istenmesi nedeniyle büyük toprak sahiplerinin itirazlarıyla karşılaştı. Milletvekilleri Cavit Oral, Emin Sazak, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Adnan Menderes köylüyü toprak sahibi yapacak bu reformlara tümden karşı çıktılar. Başlangıçta CHP'nin Toprak Reformu ve dolayısıyla ekonomi politikasına karşı oluşan bu muhalefet hareketi, siyasi bir harekete dönüştü. Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuad Köprülü'nün, 7 Haziran 1945'te verdikleri Dörtlü Takrir, CHP içinden çıkacak yeni bir siyasi partinin (Demokrat Parti) işaret fişeği oldu. Saraçoğlu'nun başbakanlığı döneminde, 1946 seçimleri öncesi seçim kanunu değiştirildi, 5 Haziran 1946 tarih ve 4918 sayılı kanunla tek dereceli seçim sistemine geçildi. "Açık oy-gizli sayım" esaslarına göre hazırlanan bu kanuna göre her seçmenin hangi partiye oy verdiği herkes tarafından görülebilecek, fakat oy sayımı gizli yapılacaktı. Bu usule göre yapılan 1946 seçimlerini Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kazandı. Demokrat Parti (DP) kurulduktan hemen sonra yapılan bu "erken seçim"de DP sadece 16 ilde seçime girebilmişti. 1946 seçimlerinden sonra hem yaşadığı sağlık sorunları hem de CHP içinde kan değişikliğine gitmek isteyen İsmet İnönü'nin kararıyla başbakanlığı Recep Peker'e bıraktı (7 Ağustos 1946). 1 Kasım 1948 ile 22 Mayıs 1950 arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı yaptı. 1950 genel seçimleriyle milletvekilliği sona erdi ve siyaseti bıraktı. Son yıllarında parkinson hastalığı ile mücadele etti. Fransa'da yapılacak tedavisi için verilecek ödenek konusunda Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın isteksiz kalması üzerine, İzmir İttihat ve Terakki Ticaret Mektebinden öğrencisi olan Başbakan Adnan Menderes'in araya girmesiyle ödenek çıkarıldı. Fransa'daki tedavisinin de bir sonuç vermemesi üzerine Türkiye'ye döndü. Eşi Saadet Hanım'la birlikte İstanbul'a yerleşti. Teşvikiye'deki evinde 27 Aralık 1953'te, 66 yaşında yaşamını kaybetti. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Eski Maliye Nazırlarından Ahmed Zühdü Paşa'nın torunu olan Saadet (Oraloğlu) Saracoğlu (ö. 1980) ile evliliğinden üç çocuk babası olmuştur. 1987 ile 1993 arasında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası başkanlığında bulunmuş olan Rüşdü Saraçoğlu'nun dedesidir. Şükrü Saracoğlu ayrıca 1934 ile 1950 arasında 16 yıl boyunca Fenerbahçe Spor Kulübü'nün başkanlığını yapmıştır. İttihatspor Sahası olarak bilinen Kuşdili Çayırı'ndaki arazi 1932 yılında onun çabalarıyla Fenerbahçe Kulübü'nün oldu. Hem bugün üzerinde kendi adını taşıyan stadyumun yükseldiği araziyi Fenerbahçe'ye kazandırması, hem de 23 Şubat 1934 günü oynanan olaylı geçen Fenerbahçe-Galatasaray maçından sonra Fenerbahçe'nin kapatılmasına kadar gidecek cezaların gündeme geldiği sırada kulübe sahip çıkmış olması nedeniyle, 22 Temmuz 1998 günü alınan kararla Fenerbahçe Stadı'nın adı Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu olarak değiştirilmiştir. 2006 yılında, Gürkan Hacır tarafından yaşamöyküsünün anlatıldığı "Efe başvekil: Şükrü Saraçoğlu'nun romanı" yayımlandı. 2007'de de Fenerbahçe Spor Kulübü'nün kuruluşunun 100. yılı nedeniyle Saracoğlu'nun yaşamını anlatan yine Gürkan Hacır'ın hazırladığı "Efe Başvekil" adlı bir belgesel film yapıldı. Hakkında basında çıkan yazılardan bazılarının "Şükrü Saracoğlu ve Dönemi" isimli kitap oğlu Yılmaz Saracoğlu tarafından derlenmiştir. Moda, Kadıköy Moda, İstanbul'un Anadolu yakasında Kadıköy ilçesinde tarihi yarımadanın karşısında bulunan bir semt. Semtin, adını, Yusuf Kamil Paşa sokakta bulunan All Saints Moda Kilisesi'nden aldığı söylense de, Katip Çelebi'nin "Cihânnümâ" adlı eserinde yer alan İstanbul haritasında, buranın adı olarak Moda ismi yer almaktadır. Kilise Kırım Savaşı sonrasında 1878 yılında inşa edilmiştir. Konum olarak, Kadıköy'ün merkezi ile Kurbağalıdere (Yoğurtçu Parkı) arasında kalır. Kadıköy'den kalkan Nostaljik Tramvayın güzergâhı üzerindedir. Dondurmacıları ve çay bahçeleriyle meşhurdur. Kalamış Kalamış, İstanbul'un Anadolu yakasında Kadıköy ilçesinde bir semt ve aynı isimde bir koydur. Kurbağalıdere, Kızıltoprak, Feneryolu ve Fenerbahçe arasındadır. Büyük bir marinası ve parkı vardır. Bazı gece kulüpleri ve lokantalar da bulunur. Galatasaray Spor Kulübü'nün Galatasaray Kalamış Tesisleri de burada bulunur. Kurbağalıdere Kalamış Koyu'na dökülmektedir. Kurbağalıdere'nin koya döküldüğü yerde Fenerbahçe Spor Kulübü'nün Dereağzı Tesisleri vardır. Güftesi Behçet Kemal Çağlar'a ve bestesi de Münir Nurettin Selçuk'a ait; Kızıltoprak Kızıltoprak, İstanbul Anadolu yakasında Kadıköy ilçesinde bir semttir. Semtte sağlık ve ticarî alanlarda faaliyet gösteren dükkânlar yoğun olarak bulunur. Bağdat Caddesi'nin çift yönlü olarak aktığı tek noktadır, trafiği günün her saati oldukça yoğundur. Yoğun trafiğine rağmen Kızıltoprak'ın ara sokakları sakinliğini korumaktadır. Vecihi Hürkuş'un heykeli, Kadıköy Müftülüğü, Eski Kenan Evren Lisesi ve yıkılmış durumda olan tarihî Kızıltoprak Karakolu burada bulunmaktadır. Graviton Günümüze kadar varlığı kanıtlanamamış, kütleçekim kuvvetini ilettiği varsayılan, sanal bir parçacıktır. Einstein'ın Genel Görelilik teorisinin önemli bir parçasıdır. Gravitonun varlığı etkileri sayesinde bilinmektedir fakat onu ölçmek ya da gözlemlemek şimdilik olanaksızdır. Gravitonun bulunması için araştırmalar yalnızca dünya gezegeninde değil, dünya dışı olan uzayda da yapılmalıdır. Yapılması gereken bu araştırmalar içinse,
günümüzdekinden daha yüksek bir teknolojiye ve yüksek miktarda bütçeye gereksinim vardır. Kuantum mekaniğinin geliştirmeye çalıştığı Standart Model, bütün atomların yapıtaşlarının çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ortaya koyar. Yapıtaşları ile yetinmez, atomlar arası ve içi etkileşimlerin ve bütün kuvvetlerin ardında parçacıklar olduğunu öne sürer. Örneğin, atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetin parçacığı Gluon olarak adlandırılır. Tantuni Tantuni, Mersin'e has bir dürüm çeşididir. Bugün tüketilen tantuni iki çeşit etle yapılır. Sadece et içeren dürüme "biftek", hem et hem de kuyruk yağı içeren dürüme ise "tantuni" denir. Bu fark özellikler tantunicilerde öğün ısmarlarken önem kazanmaktadır. Ayrıca son dönemlerde yoğurtlu tantuni de tantuni dükkanlarında satışa sunulmaktadır. Yapılışı ise normal tantuniyi lokma halinde dilimleyip üzerine isteğe göre süzme yahut normal yoğurt dökerek toz biberli kızarmış yağı ekleyip servis etmektir. Çok küçük kuşbaşı doğranmış et haşlanır. Sac kızdırılarak yağ ve toz biber eklenir. Önceden haşlanmış et bu yağda çevrilir. Pişirme sırasında saca arada bir su eklenir. Amaç, hem sacın sıcaklığını kontrol etmek, hem de tantuninin sarılacağı ekmeği yumuşatmak için buhar sağlamaktır. Pişen et sumaklı ve maydanozlu soğan piyazı, domates ve çeşitli baharatlar ile ekmek arası ya da dürüm yapılır. Genelde kullanılan çeşitler somun, açık ekmek ve lavaştır. Limon ve acı biber turşusu ile servis edilir. Tantuni ustadan ustaya çok değişiklik gösterir. Tantuniye eklenen baharatlar ve otlar, malzemenin dürüm ya da somun içindeki katmanlaması, buhar ve yağ oranı, pişme süresi, saca toz biber yanında katılan diğer malzemeler bu değişikliklerden sadece birkaçıdır. Her yıl Mersin'de Tantuni Festivali düzenlenmektedir. The Division Bell Pink Floyd'un 1994'te yayınladığı albüm. Bu albüm çıkışından iki hafta sonra ABD'de 1. sıraya yükseldi. Richard Wright, Wish You Were Here'dan sonra ilk kez bu albümde şarkı yazmıştır. Şarkıların çoğunu yazan Gilmour'a karısı Polly Samson yardım etmiştir. Albümün adını yazar Douglas Adams bulmuştur. Gruptan da kendisine para ödememelerini onun yerine Asya ve Afrika'daki gergedan türlerinin korunması üzerine çalışmalarda bulunan Save The Rhino vakfına 25.000£'luk bağışta bulunmasını istemiştir. Albümün sonundaki telefon konuşması Steve O'Rouke'nin Gilmour'un üvey oğlu Charles'ı albümde yer almak için araması ancak Charles'ın telefonu yüzüne kapamasından oluşmaktadır. Bu da albümün temalarından olan iletişimsizliğe bir göndermedir. Zaten albüm kapağındaki karşılıklı iki kafa da tekrar iletişimle ilgilidir. Keep Talking şarkısında, Stephen Hawking'in `Zamanın Kısa Tarihi` (A Brief History Of Time) adlı kitabından yapılan bir alıntı kendisi tarafından seslendirilmiştir. Grup "Marooned" şarkısıyla "En iyi rock enstrümantal performans" dalında Grammy'ye aday olmuştur ve müzik hayatlarının tek Grammy ödülünü almışlardır. Diğer elemanlar Syd Barrett Syd Barrett (6 Ocak 1946 - 7 Temmuz 2006), Pink Floyd'un kurucusu olan ünlü İngiliz müzisyendir. Syd Barrett, Roger Keith Barrett adıyla Cambridge'te dünyaya geldi. Beş kardeşin dördüncüsüydü. Küçüklüğünde piyano çalmayı öğrenen Barrett, yazmayı ve resim yapmayı tercih ediyordu. 10 yaşında ukulele, 11 yaşında ise banjo aldı. 14 yaşında ise akustik gitara geçti. Bir yıl sonra ise ilk elektro gitarını aldı ve gitarın amfisini kendisi yaptı. Aynı yıl Cambridgeli bir baterist Sid Barrett'tan esinlenerek "Syd"'i kendi adına kattı. Barrett, 1957 yılında liseye başladı ve burada Roger Waters ile tanıştı. 11 Aralık 1961'de babasını kanserden kaybetti. Barrett, günlüğünün o günkü sayfasını boş bıraktı. Annesi, Barrett'in girdiği bu depresyondan kurtulması için müzik yapmaya teşvik etti. Barrett'ın kurduğu "Geoff Mott ve The Mottoes" böylece Barrett'in evlerinin önünde konser verebiliyordu. Waters da bu konserleri izleyen isimlerdendi. Hatta, 11 Mart 1962'de grubun bir konserini düzenledi. Geogg Mott'un gruptan ayrılması ile grup dağıldı. Eylül 1962'de Barrett Cambridge Teknik Üniversitesi'ne başladı ve burada David Gilmour ile tanıştı. 1962 yılının kışında the Beatles'tan etkilenen Barrett bu grubun şarkılarını yorumlamaya başladı. 1963'te ise the Rolling Stones'u takip etmeye başladı ve o dönemki kız arkadaşı Libby Gausden ile Stones'u canlı izledi. Bu dönemde Barrett ilk şarkılarını yazmaya başladı. Bunlardan biri ikinci albümünde yer alacak "Effervescing Elephant"tı. Bu dönemde Barrett ve Gilmour beraber akustik konserler veriyorlardı. Barrett, 1963 ve 1964 yıllarında farklı gruplarda basgitar çaldı. 1964'te Barrett, Bob Dylan'ı izleme şansı buldu. Bu konserdan sonra "Bob Dylan Blues" şarkısını yazdı. 1964'te Londra'daki Camberwell Güzel Sanatlar Üniversitesi'ne başvurdu ve eğitim almaya hak kazandı. Yaz ayında eğitimine başlayan Barrett, resim üstüne çalışmalara başladı. 1965 yılında Barrett, bir sene önce temelleri atılmış ancak sıkça isim ve grup elemanları değiştirmekte olan The Tea Set grubuna katıldı. Aynı isimde bir başka grubun varlığını fark ettiklerinden sonra, Barrett "The Pink Floyd Sound" adını önerdi. Syd Barrett grubun adını Pink Anderson ve Floyd Council adlı iki blues müzisyeninden etkilenerek koymuştu. Grubun adı daha sonra önce "The Pink Floyd Blues Band"'e sonra da "The Pink Floyd"a dönüştü. 1965 yılında klavyeci Rick Wright'ın bir arkadaşının stüdyosunda ilk kayıtlarını yaptılar. Bu kayıtlar 2015 yılında "" adıyla yayınlandı. Bu demolar Barrett'in ilk besteleri olan "Lucy Leave", "Double O Bo", "Remember Me" ve "Butterfly"ı içeriyordu. 1965 yazında Barrett ilk kez LSD denedi ve daha sonra da uyuşturucu ile haşır neşir olmaya devam etti. Daha psikedelik şarkılar bestelemeye karar veren Barrett, "Bike" gibi eserlerini bu dönemde yazmaya başladı. 1966 yılında Pink Floyd, Amerikan R&B'si yerine kendi doğaçlama müziklerini yapmaya karar verdi. Bu dönemde gitarist Bob Klose gruptan ayrılırken, Syd Barrett grubun yaratıcı gücü oldu. Pink Floyd'un ilk albümünde ve kendisinin solo albümlerinde yer alacak şarkılar bu dönemde yazılmaya başlandı. 1966'da UFO adında yeni bir konser salonu açıldı ve İngiliz psikedelik rock'ının merkezi haline geldi. Pink Floyd da bu salonun en çok seyirci çeken isimlerinden oldu. Ekim ayının sonlarına doğru Pink Floyd, demo kayıtlarını yapmaya başladı. Bu dönemde grup prodüktör olarak Joe Boyd ile anlaştı. 1967 yılının başlarında Barrett'in sevgilisi Jenny Spires'ın aracılığıyla grup Londra gece hayatını anlatan ve Peter Whitehead tarafından yönetilen Tonite Let's All Make Love in London filminde yer aldı. Ocak ayında Whitehead, yanına prodüktor Joe Boyd'u alarak grubu Chelsea'deki John Wood's Sound Techiques stüdyolarına soktu ve grup "Interstellar Overdrive"ın 16 dakikalık bir versiyonunu ve "Nick's Boogie" adlı doğaçlama bir eseri kaydetti. Bu görüntüler filmde yer aldı ve daha sonra London '66–'67 adıyla piyasaya sürüldü. Joe Boyd grubun Polydor şirketiyle anlaşmasını isterken, Pink Floyd EMI ile anlaştı. Anlaşmaya bir stüdyo albümü, EMI Stüdyoları'nda sınırsız çalışma hakkı ancak kısıtlı telif ücreti dahildi. Grup, ilk olarak "Arnold Layne"i yeniden kaydetmek istese de Boyd'un prodüktörlüğünü yaptığı versiyon single olarak yayınlandı. 11 Mart'ta yayınlanan Arnold Layne, single listesinde 20 numaraya kadar yükseldi. İkinci single "See Emily Play" ise daha başarılı olup, altıncı sırada yer aldı. Pink Floyd'un ilk albümü olan "The Piper at the Gates of Dawn" Şubat - Temmuz 1967 tarihleri arasında Abbey Road stüdyolarında kaydedildi ve The Beatles'ın ses mühendislerinden Norman Smith tarafından düzenlendi. Aynı anda bir yan stüdyoda da The Beatles, "Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band" albümünü kaydediyordu. Albüm, İngilitere'de başarılı oldu ve altı numaraya kadar çıktı. Barrett, albümdeki sekiz şarkıyı tek başına bestelemiş, ikisini de grup arkadaşları ile yazmıştı. Şarkı sözlerinde kullandığı uyuşturucuların da etkisiyle hayali şeylerden ilham almıştır. "Astronomy Domine"'da gökyüzündeki gezengenlerden bahsederken, "Chapter 24"'te mistik öğeler ve büyülerden bahsetti. Syd'in çocuksu yüzü sevgilisine bisikletini ödünç vermekten bahsettiği "Bike", kedisi "Lucifer Sam", cüceler ("The Gnome") ve korkuluklar ("The Scarecrow") hakkında yazdığı şarkılarda ortaya çıkmıştı. Uyuşturucu etkisinde yazdığı şarkılara örnek olarak ilk versiyonu dakikalarca aynı melodi üstüne kurulu "Interstellar Overdrive", bir konserden sonra gördüğü hayali bir kız hakkındaki "See Emily Play" (Albümün ABD'de versiyonunda yer aldı) ve uyuşturucu sarmayı anlattığı için yasaklanan "Candy and a Currant Bun"' (Albümde yer almayan bir single) verilebilir. 1967 yılı sonları ve 1968'in başlarında Barrett'in davranışları, LSD kullanımının artmasıyla da birlikte, farklılaşmaya ve tahmin edilemez olmaya başlamıştı. Bazı konserlerde sadece tek bir akor çalarken, bazılarında tamamen gitar çalmıyordu. San Francisco'daki The Fillmore'de verdikleri bir konserde "Interstellar Overdrive" şarkısını çalarken grup arkadaşlarının rahatsız olmasına rağmen gitarının akortunu kasıtlı olarak bozdu. Grup ABD turnesinde Pat Boone ve Dick Clark'ın sunduğu televizyon programlarına katılırken Syd Barrett sorulan sorulara soğuk ve ters yanıtlar veriyordu. Kasım 1967'de Jimi Hendrix ile yaptıkları İngiltere turnesinde Syd Barrett yerine zaman zaman The Nice grubundan David O'List sahne aldı. Aralık ayında ise Barrett'in okul arkadaşlarından David Gilmour gruba ikinci gitarist olarak dahil edildi. Gilmour'un çaldığı ilk konserlerde Syd genellikle sahnede dolaşıp zaman zaman grup arkadaşlarına eşlik ediyordu. 26 Ocak 1968'de Southampton Üniversitesi'nde bir konsere giden grup ilk kez Syd Barrett'i evinden almadı ve sahneye onsuz çıktı. Barrett, grubun şarkı yazarı olduğu için, Brian Wilson ve The Beach Boys örneğinde de olduğu gibi, turnelere katılmayan ama grupta olan bir eleman olarak tutulmak istendi ama grup kısa zamanda bunun da yürümeyeceğini anladı. Roger Waters'ın anlattığı bir hikâyeye göre, Barrett
grupla yaptığı bir provada "Have You Got It Yet?" adlı yeni bestesini gruba dinletmişti. Ancak şarkıyı her tekrar ettiklerinde, Barrett şarkıyı tamamen farklı bir biçimde çalarak grubun şarkıyı öğrenmesini engelliyor ve şarkı sözü olarak da şarkının da adı olan "Şu ana kadar öğrenebildiniz mi?" sorusunu tekrarlıyordu. Grup, bir süre sonra Barrett'ın düpedüz dalga geçtiğini ve şarkı öğretmediğni anladı. Bu prova, Barrett ve Pink Floyd'un beraber çaldığı son prova oldu. Barrett, 1968'de yayınlanan "A Saucerful of Secrets" albümünden sonra grup için beste yapmadı. "The Piper at the Gates of Dawn"'dan sonra yazdığı şarkılardan sadece biri, "Jugband Blues", grubun ikinci albümünde yer aldı. Diğer bir şarkı "Apples and Oranges" single olarak yayınlandı ancak başarılı olmadı. "Scream Thy Last Scream" ve "Vegetable Man" şarkıları ise çok karanlık bulunarak yayınlanmadı. Öte yandan ikinci albümdeki "Remember a Day" ve "Set the Controls for the Heart of the Sun" şarkılarında gitar çaldı. 6 Nisan 1968'de grup resmi olarak Barrett ile yollarını ayırdığını açıkladı. Barrett, Pink Floyd'dan ayrıldıktan sonra menejeri Peter Jenner'in isteği üzerine Mayıs ayında ilk solo albümü olacak "The Madcap Laughs"'ın kayıtlarına EMI stüdyolarında başladı. Haziran ve Temmuz ayında şarkıların kayıtları başarılı bir biçimde sürerken, Temmuz ayında Barrett kız arkadaşı Lindsay Corner'dan ayrıldı ve arabası ile Birleşik Krallık turu yapmaya başladı. Bu gezi Barrett'in Cambridge'de psikolojik tedavi alması ile sonlandı. 1969 yılına girilikten daha iyi bir durumda olan Barrett, post-modern sanatçı Duggie Fields ile bir apartman dairesi paylaşmaya başladı ve David Gilmour'un komşusu oldu. Müziğe devam etmeye karar veren Barrett, EMI'yi bilgilendirdi ve EMI'nin progressive rock kolu olan Harvest'ın başında olan Malcolm Jones ile çalışmaya başladı. Jones ile beraber, Jenner ile yapılan kayıtların üstünden geçtiler. Nisan 1969'da Jones'ın prodüktörlüğünü yaptığı kayıtlar başladı. Bu dönemde Barrett'a davulda Jerry Shirley ve Willie Wilson eşlik etti. David Gilmour da basgitar çaldı. Şarkıların bir kısmında Soft Machine grubu Barrett ile çaldı. Bu dönemde Barrett, Soft Machine vokalisti Kevin Ayers'in ilk solo albümü "Joy of a Toy"'da yer alan "Singing a Song in the Morning" şarkısında gitar çaldı ancak bu kayıt 2003 yılına kadar yayınlanmadı. Kayıtlar sürerken, Barrett bir ara tatile çıkmaya karar verdi ve Pink Floyd'un peşinden İbiza'ya gitti. Burada Barrett, Gilmour'dan kayıtlar için yardım istedi. David Gilmour ve Roger Waters, Barrett'in iki kadını yönetti ve Soft Machine'in çaldığı bir şarkıyı yeniden düzenledil. Bu dönem ikilinin Pink Floyd'un yeni albümü "Ummagumma" için çalışmaya başlamasıyla bir süre kesintiye uğradı ancak Temmuz ayının sonunda üç şarkı daha kaydedebildiler. Albüm 1970 yılının Ocak ayında piyasaya sürüldü. 24 Şubat 1970'de Barrett, John Peel'in BBC radyosunda yaptığı Top Gear programına çıkarak beş şarkı çaldı. Bu beş şarkıdan sadece biri daha önce yayınlanmıştı. Üç tanesi daha sonra ikinci albümü için tekrar kaydedildi. "Two of a Kind" şarkısı ise sadece bu programda çalındı. Bu performansta Barrett'a Gilmour ve Shirley eşlik etmişti. Bu kayıtlar 1987'de adıyla yayınlandı. İkinci albüm "Barrett," ilkine kıyasla daha uzun bir sürede kaydedildi. Çalışmalar Şubat ve Temmuz 1970 arasında gerçekleşti. Albümün prodüktörlüğünü yapan David Gilmour, basgitar da çalarken, klavyede Rick Wright, davulda da Jerry Shirley bulunmaktaydı. Bu sırada Pink Floyd da "Atom Heart Mother" albümünü kaydetmekteydi. Barrett, zaman zaman eski grubunun neler yaptığını gizli gizli gözlemliyordu. Kayıtlar sırasında Barrett, Gilmour ve Shirley üçlüsü Barrett'ın ilk ve tek konserinde sahne aldılar. Konser, 6 Haziran 1970'de "Music and Fashion Festival" adlı festivalin bir parçası olarak düzenlenmişti. Üçlü "Terrapin", "Gigolo Aunt", "Effervescing Elephant" ve "Octopus" şarkılarını çaldılar. Ses miksinde yaşanan bir sıkıntı nedeniyle son şarkıya kadar vokaller duyulamadı. Dördüncü şarkının sonunda Barrett beklenmedik bir şekilde kibarca gitarını yere bırakıp sahneden indi. Barrett, son olarak 16 Şubat 1971'de BBC Radyosu'nda üç şarkı çaldı. Üç şarkı da sanatçının "Barrett" albümündendi. Bu performanstan sonra Barrett müzik hayatına bir yıldan fazla ara verdi. Şubat 1972'de Barrett, davulda Twink ve basta Jack Monck ile birlikte Stars adında bir grup kurdu. İlk konserlerinde başarılı performanslar gösteren grup, Cambridge'te verdikleri bir konserde sıkıntılar yaşadılar. Bu şovdan birkaç gün sonra Barrett, sokakta gördüğü grup arkadaşı Twink'i durdurup, başarısız performansları hakkında yazılmış bir eleştiri yazısını gösterip yoluna devam etti. Bu performanstan sonra kısa ömürlü Stars grubu dağıldı. 9 Mayıs 1972'de EMI ile kontratı sona eren Barrett, Pink Floyd ile hiçbir finansal ilişkisi kalmadığını belirten bir anlaşmaya imza attı. Ekim 1973'te Barrett, Pete Brown ve Jack Bruce'un sahne aldığı bir caz ve şiir performansına katıldı. Bu performansta Barrett ve Bruce, Horace Silver'ın "Doodlin'" şarkısını çaldı. Daha sonra Brown, Syd'e adanmış bir şiir okurken kendisini "ülkenin en iyi şarkı yazarlarından biri" olarak tanıtırken, Barrett ayağa kalkıp bunun doğru olmadığını söyledi. 1973 yılı sonunda Barrett, Londra'ya geri döndü ve farklı otellerde kalmaya başladı. Zaman zaman telif haklarından kazandığı parayı kazanmak için Pink Floyd'un menejerlerine uğrasa da kardeşi Rosemary dışında herkesle bağlarını kopardı. Ağustos 1974'te menejeri Jenner, Barrett'ı Abbey Road stüdyolarında yeni bir albüm için kayıt yapmak için ikna etti. Üç gün süren kayıtlar blues tarzı kısa riflerden oluşuyordu. 11 şarkıdan sadece birine isim verildi ("If You Go, Don't Be Slow"). Bu kayıtlardan bir şey çıkmayınca Barrett bir kez daha müziği bıraktı ve hiçbir zaman bu mesleğe geri dönmedi. Solo albümlerinin bütün haklarını müzik şirketine bırakan sanatçı, Londra'da bir otele çekildi. Bu dönem Sex Pistols ve The Damned gibi punk grupları Barrett'ın kendilerine prodüktörlük yapmasını istedi ama Barrett bu çağrılara olumsuz yanıt verdi. 1975 yılında Pink Floyd, "Wish You Were Here" albümünü kaydederken Syd Barrett'ten esinlenerek "Shine on You Crazy Diamond" (kelimelerin baş harflerinden Syd kelimesi ortaya çıkmaktadır) ve "Wish You Were Here" şarkılarını besteledi. "Shine on"un Abbey Road stüdyolarındaki kayıtları sırasında Barrett stüdyoya gelerek grubun çalışmalarını izledi. Bu dönem 29 yaşında olan, kilo almış, kaşları ve saçlarını kazımış Syd Barrett'i grup arkadaşları önce tanıyamadılar. Rivayete göre Barrett gruba gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sormuştur. Başka bir rivayete göre de stüdyoda dolaşıp dişlerini fırçalamıştır. Waters, Barrett'a şarkıyı nasıl bulduğunu sorduğunda da Barrett şarkının kulağa "biraz eski" geldiğini söylemiştir. Kayıtların hemen ardından Ginger Hasenbein ile evlenen David Gilmour'un düğününe de katılan Barrett, haber vermeden erkenden törenden ayrılmıştır. Bu görüşmeden sonra grup üyeleri ve Barrett bir daha karşı karşıya gelmedi. Sadece birkaç yıl sonra Harrods dükkanı önünde Waters ve Barrett göz göze geldi ancak Barrett elindeki torbaları atıp koşmaya başlayarak Waters'tan uzaklaştı. Grup, "Dark Side of the Moon" albümünde deliliği anlatan "Brain Damage" şarkısını da Syd'den esinlenerek yazdı. Roger Waters, 1982 tarihli Pink Floyd: The Wall filminin baş kahramanıı Pink'i yaratırken eski arkadaşı Syd Barrett'tan esinlendi. 1978'de parası bittikten sonra Syd Barrett, Cambridge'e geri dönerek annesi ile yaşamaya başladı. 1982'de kısa bir süre Londra'ya taşınsa da kısa süre Cambridge'e geri döndü ve ölene kadar orada yaşadı. Bu dönem Syd, orijinal adı Roger'ı kullanmaya başladı ve müzikten sonra da kendini resim yapmaya adadı. Geçimini Pink Floyd'dan gelen telif parasıyla sağlayan Syd'in finansal durumu ile David Gilmour ilgilendi ancak yüz yüze hiç görüşmediler. Yıllar sonra David Gilmour bir doğum günü partisine Syd'i çağırmak için davetiye yollasa da ancak Syd'in ablası tarafından iyi dilekler aldı. 1996'da Pink Floyd'un bir üyesi olarak Rock and Roll Hall of Fame'e dahil edildi ancak törene katılmadı. 1988'de Barrett'in üçüncü albümü Opel piyasaya sürüldü. Bu albümde Syd'in yayınlanmamış şarkıları ve ilk iki albümdeki şarkıların değişik versiyonları bulunmaktaydı. 1993'te bu üç albüm Crazy Diamond box set'i olarak piyasaya sürülmüştür. Daha sonra 2001'de adlı best of'u yayınlanmamış iki şarkı ile beraber piyasaya sürülmüştür. 2003'te ise kendisini ve Pink Floyd'un ilk yıllarını konu alan The Pink Floyd and Syd Barrett Story adlı DVD yayınlanmıştır. Yıllar boyunca şeker hastalığı ile mücadele eden Barrett, / Temmuz 2006'da Cambridge'deki evinde hayatını kaybetti. Ölüm nedeni pankreas kanseriydi. Ölüm belgesine mesleği "emekli müzisyen" olarak girildi. Ölümünden sonra St. Margaret Meydanı'ndaki evi satıldı ve 28 Kasım 2006'da özel eşyalarının bir kısmı açık arttırma ile satışa çıkarıldı. Ölümünden bir hafta sonra müzik dergisi NME, Barrett'i kapak yaptı. 10 Mayıs 2007'de Barrett için Games for May adında bir saygı konseri düzenlendi. Konsere Robyn Hitchcock, Captain Sensible, Damon Albarn, Chrissie Hynde, Kevin Ayers ve Pink Floyd elemanları katıldı. Ekim 2008'de Cambridge'de "The City Wakes" adında Barrett'in yaşamını, sanatını ve müziğini anlatan bir program düzenlendi. Rick Wright Rick Wright (28 Temmuz 1943 - 15 Eylül 2008) Pink Floyd grubunun klavyecisidir. Solo albümlerinin ardından son olarak David Gilmour ile birlikte çalışmıştır. 28 Temmuz 1943'de doğdu. Müzik kariyeri Londra'daki The Regent Street Polytechnic'e girmesi ve Roger Waters ile tanışması ile başladı, ancak o mimar olmak istemiyordu, tek düşündüğü şey müzik yapmaktı. İlk grubu Nick Mason ve Roger Waters ile beraber kurdukları Sigma 6'dır. Daha sonra birçok isim alan bu grup Syd Barrett'in katılımıyla Pink Floyd'a dönüştü. Rick Wright da The Screaming Abdabs grubunda beraber çalıştığı Juliette Gale ile 1964'te evlendi. Grubun ilk döneminde Sy
d Barrett ile birlikte grubun en çok şarkı yazan kişisiydi. Grubun ilk dönemlerinde çok baskın olan klavye sound'una neden olmuştur. The Great Gig In The Sky onun en başarılı bestelerinden biridir. Ayrıca "Shine on You Crazy Diamond" ve "Echoes" gibi deneysel eserlerin yaratılmasında büyük katkıları bulundu. Pink Floyd'da Roger Waters sadece kendi bestelerini kullanmaya başladığı için, Wright kendi bestelerini 1978'de Wet Dream albümüyle yayınladı. The Wall'dan sonra anlaşmazlıklar nedeniyle gruptan ayrıldı. Ancak, The Wall konserlerinde grup üyesi olmadan müzisyen olarak çıkarıldı. Konserler büyük bir zararla sonuçlandığından, bu işten tek para kazanan sadece turne müzisyeni pozisyonunda olduğu için o oldu. [The Final Cut (albüm])|The Final Cut], bulunmadığı tek Pink Floyd albümüdür. 1982'de eşi Jennifer'dan ayrılıp 1984'te yeni eşi Franka ile evlendi. 1984'te arkadaşı Dave Harris ile Zee adlı bir grup kurdu. Atlantic şirketinden yayınladıkları Identity albümü ticari açıdan başarısız oldu. Waters'ın ayrılmasıyla Pink Floyd'a dönen Wright, "A Momentary Lapse of Reason" albümünde yasal sorunlar yüzünden stüdyo müzisyeni olarak göründü ancak "The Division Bell" albümünde ise tamamen Pink Floyd üyesi oldu. Albümün çıktığı yıl Rick Wright ikinci eşinden de boşandı. 1996'da Broken China adlı ikinci solo albümünü çıkardı. Bu albümdeki bilgisayar destekli prodüksiyonlar ve Sinead O' Connor, Anthony Moore ve Tim Renwick gibi sanatçıların katkısı, "Broken China" albümünü ilk solo albümden daha başarılı kıldı. Rick Wright, son yıllarda grup arkadaşı David Gilmour'un albümlerinde ve konserlerinde klavye çalıyordu. 3. solo albümü için çalışmalarına devam ediyordu. 15 Eylül 2008, detayları açıklanmayan bir kanser sonucu hayatını kaybetti. David Gilmour Wright'a saygı olarak Richard Wright'ın da normalde katılacağı ama iyi hissetmediği için katılmayacağını belirttiği bir televizyon programında grubun daha önce hiç canlı çalmadığı Wright bestesi "Remember a Day"i çaldı. Rick Wright müziğe üflemeli çalgılarla başlamıştır. Daha sonra Farfisa marka org kullanmaya başladı. İlk dönemlerde konserlde vibrafon ve "Biding My Time" şarksıında olduğu gibi trombon da kullanıyordu. Daha sonraki yıllarda eko efekti için Binson Echorec kullanan Wright, 1970'lerde Farfisa yerine Fender, Wurlitzer, Hohner gibi markalar kullanmıştır. 1987'de itibaren Kurzweil markasını kullansa da Gilmour'un "On An Island" turunda yine Farfisa e Hammond piyano da kullanmıştır. Solo Albümler Zee David Gilmour Syd Barrett Nick Mason Nicholas Berkeley Mason, kısaca Nick Mason (27 Ocak 1944), Pink Floyd grubunun davulcusu ve bestecilerindendir.1965'de ilk defa Knightbridge Countdown Club'da sahneye çıktıklarından beri Pink Floyd'dan kopmayan,her işte bulunan tek grup elemanıdır. Nick, İngiltere'nin Birmingham şehrinde doğdu. İlk okulu Frensham Heights yatılı okulunda okudu. Daha sonraları "Regent Street Polytechnic" okuyan Nick, 1964 yılında Roger Waters, Bob Klose ve Richard Wright ile birlikte Sigma 6 grubunu kurdu. Daha sonraları dağılan gruptan ayrılan Waters, Wright ve Mason, Syd Barrett ile birlikte "The Pink Floyd Sound" grubunu kurdular. Nick Mason, klasik ve spor araba tutkunudur. Roger Waters Roger Waters (d. 6 Eylül 1943, Great Bookham, Surrey), İngiliz müzisyen ve besteci. Pink Floyd grubunun solisti ve basgitaristi olarak tanınmaktadır. Daha çocuk yaşta babası Eric Fletcher Waters'ı savaşta kaybetti. Bu onun tüm hayatını etkiledi. The Final Cut albümünü babasına adadı. Askeri okuldan kovuldu ve konusunda mücadele veren bir gençlik kolunun () lideri konumuna geldi. Daha sonra mimarlık eğitimi için Cambridge'den ayrılarak Londra'daki The Regent Street Polytechnic'e girdi. Nick Mason ve Richard Wright ile burada tanıştı. The T-Set ve The Screaming Abdabs gibi ünlü topluluklarla çalıştılar. Roger Waters, Syd Barret'in gruptan ayrılmasıyla birlikte, grup liderliğini üstlenmiştir. Bunu, kendisinin bir adım ilerleyerek değil de, diğer grup elemanlarının neredeyse geriye çekilmeleriyle gerçekleştiğini söylemiştir. The Wall albümü sırasında grup üyeleriyle birçok tartışma yaşar.Bazı şarkılarda Richard Wright'ın çalmamasını istemiştir ve Nick Mason'u da sıkça nasıl çalması gerektiği konusunda yönlendirmiştir. Bu tartışmalar The Final Cut'ın yapımı sırasında Richard Wright'ın gruptan ayrılmasına neden olmuş, bu yüzden albümün "sound"u diğer Pink Floyd albümlerine göre sönük kalmıştır. Gruptan ayrılmadan önce Pink Floyd The Wall filminin yapımında çalışır, fakat onun da her ne kadar başarılı bir yönetmen tarafından yönetilmiş de olsa, başarılı bir filmden ziyade, bir "video klip" gibi olduğunu düşünür. 1985'te Pink Floyd’dan ayrıldı ancak parlak lirik zekası ile gruba damgasını vurdu. Bugün bile birçok kişi için Pink Floyd denilince akla gelenler Roger Waters ve grubun Dark Side of the Moon'da birçok şarkıdaki vokalleri ve müthiş gitarıyla David Gilmour'dur. Roger Waters 1983'te " The Pros and Cons of Hitchhiking" isimli bir albüm çıkardı. Bu albüm The Wall'ın ve The Final Cut'ın bir devamı olarak görülür. Albümdeki şarkılar bir rüya gibi anlatılmıştır. Bu albümde Eric Clapton, Roger Waters'a grubun solo gitaristi olarak eşlik eder. Yıllar 1987'i gösterdiğinde ise Roger Waters Radio K.A.O.S isimli albümünü çıkarır. Bu albüm diğer albümleri kadar ilgi çekmez; fakat "The Tide is Turning" isimli şarkı albümün geneline damgasını vurur ve hayranlar tarafından çok sevilir. Roger Waters 1988'de ise Etienne Roda-Gil ile Fransız Devrimini anlatan bir opera olan Ca Ira üzerinde çalışmaya başlar. Bu opera son halini 2005'de alacaktır. 1990'da ise Berlin Duvarı'nın yıkılmasını takiben Roger Waters Berlin'de The Wall'ın tamamını büyük bir orkestra eşliğinde icra eder. 1992'de ise uzun süredir beklenen Amused to Death isimli albümünü piyasaya sürer. Bu albüm birçok eleştirmen ve hayran tarafından Roger Waters'ın en iyi solo albümü kabul edilir. Bu albümde Roger Waters'a Jeff Beck, John Patituci, Andy Fairwather-Low, Michael Kamen gibi ünlü müzisyenler eşlik eder. Yıllar 2003'ü gösterdiğinde Roger Waters internet üzerinden To Kill The Child ve Leaving Beirut isimli iki parça yayınlar. Bu parçalar George Bush ve Tony Blair hükumetini ciddi bir biçimde eleştirmektedir. 2005'te ise Ca Ira tamamlanarak piyasaya sürülür ve Roma'da sahnelenir. 20 Haziran 2006'da ise Kuruçeşme Arena, İstanbul'da bir konser vermiş ve Dark Side of The Moon albümünün tamamını canlı çalmıştır. Roger Waters 4 Ağustos 2013'te İstanbul İTÜ Stadyumunda bir konser vermiş ve "The Wall" albümünün tamamını canlı çalmıştır. Genel görelilik Genel görelilik "(izâfiyet)" ya da göreliliğin genel kuramı, 1916 yılında Albert Einstein tarafından yayımlanan kütleçekimin geometrik kuramı, ve bugün modern fizikte kütle çekimi tanımladığı düşünülen kuramdır. Genel görelilik, özel görelilik ve Newton'ın evrensel kütleçekim yasasını genelleştirerek kütleçekimin uzay ve zaman ya da uzay-zamanda tanımlanmasını sağlar. Uzayzamanın eğriliği, madde ve radyasyonun enerji ve momentumu ile doğrudan bağlantılıdır. Genel göreliliğin zamanın akışı, uzayın geometrisi, serbest düşme yapan cisimlerin hareketi, ışığın yayılımı gibi konulardaki öngörüleri, klasik fiziğin önermeleri ile belirgin farklılıklar gösterir. kütleçekimsel zaman genişlemesi, kütleçekimsel merceklenme, ışığın kütleçekimsel kızıla kayması, kütleçekimsel zaman gecikmesi bu farklılıkların örnekleridir. Genel göreliliğin bugüne kadarki tüm önermeleri deney ve gözlemler ile doğrulanmıştır. Her ne kadar genel görelilik kütleçekimin tek göreli kuramı olmasa da, deneysel veri ile uyum sağlayan en basit teoridir. Buna rağmen, teorinin hala cevaplayamadığı sorular varlığını sürdürmektedir. Bunlara örnek olarak pioneer uydusunun hareketi, galaksilerin dönüş eğrisi, genel görelilik ile kuantum mekaniğinin yasalarının hangi şekilde bağdaştırılarak, tamamlanmış kendi içinde tutarlı bir kuantum alan kuramı yaratılabileceğidir. Einstein'in teorisinin astrofiziğe kayda değer etkileri vardır. Örneğin, büyük bir yıldızın ömrünün sonuna yaklaştığı bir zamanda içine çökerek karadelik oluşturduğuna işaret eder. Bazı astronomik cisimlerin yaydığı yoğun radyasyona karadeliklerin sebep olduğuna dair yeterli kanıt mevcuttur. Örneğin mikrokuasarlar, yıldızsal karadeliklerin ve aktif galaktik çekirdekler, süpermasif karadeliklerin varlıklarının bir sonucu olarak oluşurlar. Işığın kütleçekim nedeniyle bükülmesi, uzaktaki bir astronomik cismin gökyüzünde aynı anda birden fazla yerde görüntüsünün belirmesine sebep olan, kütleçekimsel merceklenme olarak adlandırılan bir duruma neden olur. Genel görelilik aynı zamanda, bugüne kadar ancak dolaylı olarak gözlenmiş olan, kütle çekim dalgalarının da varlığını öngörmektedir. Buna dair doğrudan gözlemlerin yapılması LIGO ve NASA/ESA Laser Interferometer Space Antenna (Lazer girişimölçer uzay anteni) gibi projelerin amaçlarıdır. Tüm bunlara ek olarak genel görelilik, evrenin durmaksızın genişleyen modelinin bugünkü kozmolojik modelinin temelidir. 1905'te göreliliğin özel teorisini açıkladıktan hemen sonra, Einstein bu göreli çerçeveye kütleçekimini nasıl dahil edeceğine dair fikir yürütmeye başladı. 1907 yılında serbest düşen bir gözlemciyi ele alan basit bir düşünce deneyinden yola çıkarak kütleçekimin göreli teorisi üzerine sekiz yıl sürecek bir araştırmaya başladı. Birçok denemenin ardından, bugün Einstein alan denklemleri olarak bilinen çalışmasını sonlandırarak, Kasım 1915'te Prusya Bilimler Akademisinde sundu. Bu denklemler Einstein'ın kuramının çekirdeğini oluşturur ve herhangi bir maddenin uzay ve zamanı nasıl etkilediğini belirler. Einstein alan denklemleri doğrusal olmayan ve çözümü oldukça zor olan diferansiyel denklemlerdir. Einstein, başlangıçta kuramını öngörüye dayanarak biçimlendirmişti. Ancak çok zaman geçmeden 1916 yılında, astrofizikçi Karl Schwarzschild Einstein alan denklemlerinin ilk kesin ve sıfırdan farklı çözümünü bulmayı başardı. Bu çözüm Schwarzschild metriği olarak adlandırıl
ır. Schwarzschild metriği ile, kütleçekimsel içe çökmenin son evrelerinin, yani bugün bilinen adıyla karadeliklerin, tanımının temelleri ortaya koyulmuştur. Aynı yıl Schwarzschild çözümünün elektrik yüklü cisimler için genelleştirilmiş çözümü olan Reissner–Nordström çözümüne ulaşıldı. Bugün bu çözüm elektrik yüklü karadelikler için kullanılmaktadır. 1917'de Einstein, kuramını, evrenin bütününe uygular ve göreli kozmolojinin temelini atar. Genel göreliliğin öngörüsü evrenin genişlemekte ya da büzülmekte olduğu iken, Einstein evrenin durağan olduğunu düşünmektedir ve bunu sağlamak için orijinal alan denklemlerine kozmolojik sabit olarak adlandırdığı yeni bir parametre ekler. Ancak 1929'da Hubble evrenin durağan olmadığı, genişlediği şeklinde bir çalışma yaptı. Friedmann 1922'de yaptığı çalışmada genişleyen evren modelini kozmolojik sabit kullanmaksızın ortaya koymuştur. Lemaître bu çözümü Büyük patlama'nın ilk modelini formüle etmek için kullanmıştır. Evrenin genişlediğine dair gözlemlerden sonra, Einstein, kozmolojik sabiti, hayatının en büyük hatası olarak tanımlar. Bu süre zarfında genel görelilik merak uyandıran bir kuram olarak kalır. Özel göreliliğin yasaları ile uyumlu olması ve Newton kuramının açıklayamadığı bazı etkilere cevap getirmesi nedeni ile açıkça Newtonsal kütleçekime karşı bir üstünlüğü vardır. 1915'te kuramının Merkür'ün günberi noktasının devinimi problemine keyfi değişkenler kullanmadan nasıl açıklık getirdiğini, Einstein bizzat kendisi açıklamıştır.. 1919'da Eddington tarafından yönetilen bir keşif, 29 Mayıs 1919 tarihindeki tam güneş tutulması sırasında yıldız ışığının güneş tarafından aynı genel göreliliğin öngördüğü şekilde büküldüğünü doğrulamış ve Einstein'ın ününü daha da arttırmıştır. Ancak kuram, altın çağını 1960 ve 1975 yılları arasında yaşamış ve ancak bundan sonra teorik fiziğin ana dallarından biri olarak kabul görmüştür. Genel göreliliği iyi anlamanın yolu klasik mekanik ile benzerliklerini ve farklılıklarını gözden geçirmektir. Öncelikle klasik mekaniğin ve Newton'un kütleçekim yasasının geometrik bir şekilde tanımlanabileceği bilinmelidir. Bu tanım özel göreliliğin yasaları ile birleştirilerek, genel göreliliğin yasaları becerikli bir fizikçi tarafından türetilebilir. Klasik mekaniğin özünde, bir cismin hareketinin serbest (ya da ivmeli) hareketinin ve bu serbest hareketten sapmaların bileşimi yatar. Bu sapmalar cisme etkiyen dış kuvvetlerin varlığından kaynaklanır ve kuvvetin tanımı Newton'un ikinci yasası ile verilmiştir. İkinci yasa bir cisme etkiyen net kuvvetin cismin eylemsiz kütlesi ve ivmesinin çarpımı kadar olacağını söyler. Cismin tercih edeceği eylemsiz hareket, uzay ve zamanın geometrisine bağlıdır: Standart olarak klasik mekaniğin referans çerçevelerinde serbest hareket yapan cisimler düz çizgiler boyunca sabit hızla hareket ederler. Günümüz terminolojisinde, cisimlerin eğri uzayzamandaki bu yollarına jeodezik denilmektedir. Aksine bir zaman koordinatının yanı sıra, gözlemleyerek ve dış kuvvetleri (elektromanyetizma ve sürtünme gibi) tolerans ederek tanımlanan eylemsiz hareketlerin uzayın geometrisini belirlemek için kullanılması beklenilebilir. Fakat yerçekimi devreye girer girmez bir belirsizlik oluşur. Newton'un evrensel kütle çekim yasası ve bağımsız doğrulanan Eötvös deneyi ve onun ardıllarına göre, serbest düşüşün bir evrenselliği vardır. (ayrıca eylemsiz ve pasif yerçekimsel kütlenin evrensel eşitliği ya da zayıf eşitlik ilkesi olarak da bilinir): serbest düşüş halindeki test cisminin yörüngesi sadece pozisyonuna ve ilk hızına bağlıdır fakat materyal özelliklerine bağlı değildir. Bunun basitleştirilmiş versiyonu Einstein’ın asansör deneyinde, sağ tarafta gösterilen figürde, somutlaştırılır. Küçük kapalı bir odadaki bir gözlemci için odanın kütle çekimsel alanda durağan ya da kütleçekimine eşit kuvvet üreten ve ivmelenen bir rokette boş uzayda olup olmadığına aşağı bırakılan bir cisim gibi yörüngelerini haritalayarak karar vermek mümkün değildir. Serbest düşüşün evrenselliği göz önünde tutulursa eylemsiz hareket ile kütleçekimsel kuvvet etki altındaki hareket arasında gözlemlenilebilir fark yoktur. Bu kütleçekimi etkisi altında serbest düşüş yapan cisimler olarak adlandırılan eylemsiz hareketin yeni bir sınıfının tanımını destekler. Tercih edilmiş hareketlerin yeni sınıfı ayrıca matematik terimleri ile uzayın ve zamanın geometrisini açıklar.Bu bir kütleçekimsel potansiyelin değişim derecesine bağlı olan özel bağlantı ile ilişkili jeodezik bir harekettir. Bu yapıdaki uzay hala tipik bir Öklit geometrisine sahiptir. Fakat uzay zaman bir bütün olarak daha karışıktır. Farklı test parçacıklarının serbest düşüş yörüngelerini takip eden basit bir düşünce deneyi kullanarak gösterilebileceği üzere, bir parçacığın hızını gösterebilen uzay zaman vektörlerinin (zaman vektörleri gibi) taşınmasının sonucu parçacığın yörüngesine göre değişiklik gösterecektir; matematiksel konuşmak gerekirse Newtonsal ilişkisi tümlevlenemez. Bundan uzay zamanın eğri olduğu sonucu çıkarılabilir. Sonuç sadece eşdeğişken kavramları kullanan Newton kütleçekiminin geometrik bir denklemlendirilmesidir, i.e herhangi bir koordinat sisteminde arzulanan geçerli bir tanım. Bu geometrik tanımda gelgit etkileri - serbest düşüş halindeki cisimlerin göreceli ivmesi- kütlenin varlığının geometriyi nasıl değiştirdiğini gösteren bağlantının türevi ile ilişkilidir. Her ne kadar geometrik Newton yerçekimi şaşırtıcı olsa da temeli, klasik mekanik, sadece (özel) göreli mekaniğin sınırlı durumudur. Kütleçekiminin ihmal edilebileceği simetri dilinde klasik mekanikteki fizik Galilei sabiti yerine genel görelilikte olduğu gibi Lorentz sabitidir. (Genel göreliliği tanımlayan simetri ayrıca öteleme ve dönmeyi içeren Poincare grubudur). İkisi arasındaki farklılık ışık hızına yaklaşan hızlarda ve yüksek-enerji durumlarında uğraştığımızda daha fazla öneme sahip olur. Lorentz simetrisi ile ilave yapılar devreye girer. Bunlar ışık konileri grubu ( sol taraftaki resim ) ile tanımlanırlar. Işık konileri nedensel bir yapı oluştururlar: her A olayı için prensipte ya etkileyen ya da sinyal yolu ile ya da ışıktan fazla hızlı yol almasına gerek olmayan etkileşimlerden (resimdeki B olayında olduğu gibi) etkilenen olaylar topluluğu vardır ve böyle bir etki için olaylar topluluğu mümkün değildir.(resimdeki C olayında olduğu gibi) Bu gruplar gözlemciden bağımsızdır. Serbest düşüş yapan parçacıkların hayat çizgisi ile bağlantılı olarak ışık konileri uzay zamanın yarı Riemannian metriğini tekrar oluşturması için kullanılabilir, en azından pozitif bir sayısal faktöre bağlı olarak. Matematik terimlerinde bir konform yapıyı tanımlar. Özel görelilik kütleçekimi yokluğunda tanımlanır. Bu yüzden pratik uygulamalar için ne zaman kütleçekimi ihmal edilebilirse edilsin bu uygun bir modeldir. Eğer yerçekimini dahil eder ve serbest düşüsün evrenselliğini varsayarsak bir önceki bölümdeki benzer bir düşünce uygulanır: evrensel eylemsiz çerçeveler yoktur. Bunun yerine serbest düşüş yapan parçacıkların yanı sıra hareket eden yaklaşık olarak eylemsiz çerçeveler vardır. Uzay-zaman diline çevrilirse, kütleçekimi serbest bir eylemsiz çerçevesi tanımlayan düz zaman çizgileri birbirine göre eğilmiş çizgilere dönüşür (kütleçekiminin dahil edilmesinin uzay zaman geometrisinde bir değişiklik gerektirdiğini farz edersek). Serbest düşüşteki yeni kısmi çerçevelerin özel görelilik yasalarının- teori ışığın yayılımına dayalıdır ve bu yüzden elektromanyetizmaya da bağlıdır- uygulandığı referans çerçeveleri ile uyuşup uyuşmadığı açık değil. Fakat özel görelili çerçevelerin tuttuğu (dünyaya sabit ya da serbest düşüş durumundaki gibi) hakkında farklı varsayımlar kullanarak kütleçekiminden kızıla kaymaya farklı tahminler türetilebilir. Kütleçekiminden dolayı kızıla kayma ışığın yerçekimsel bir alana doğru yayılırken frekansının değişmesidir. Gerçek ölçümler serbest düşüş çerçevelerinde ışığın özel görelilikte olduğu gibi yayıldığını gösterir. Serbest düşüş (ve dönmeyen) çerçeve referanslarındaki özel görelilik yasası ile adlandırılan durumun genelleştirilmesi Einstein’in eşitlik ilkesi olarak bilinir. (kütleçekimini dahil edilmesi için özel göreli fiziğe göre çok önemli temel bir ilkedir.) Aynı deneysel bilgiler yerçekimsel bir alanda saatlerle ölçülen zaman özel görelilik kurallarını takip etmez. Uzay zaman geometrisi dilinde Minkowski metriği ile ölçülmez. Newtonsal durumda olduğu gibi bu daha fazla genel bir geometriyi akıla getirir. Küçük ölçeklerde serbest düşüşteki bütün çerçeve referansları eşittir ve yaklaşık olarak Minkowakiandır. Bu yüzden Minkowski uzayının eğri bir genelleştirilmesi ile uğraşmıyoruz. Geometriyi özellikle açıların ve uzunlukların nasıl ölçüldüğünü tanımlayan metrik tensörü özel göreliliğin Minkowski metriği değildir. Pseudo-Reimannian metriği olarak bilinen bir genellemedir. Hatta her Reimannian metriği doğal olarak özel bir bağlantı türü ile ilişkilidir, Levi-Civita bağlantısı ve aslında eşitlik ilkesini karşılayan ve uzayı Minkowskian yapan bir bağlantıdır. (uygun yerel bir eylemsiz koordinatlarda metrik Minkowskiandır ve kısmi türevleri ve bağlantı katsayıları sıfır olur.) Temel makale: Einstein alan denklemleri ve genel göreliliğin matematiği Kütleçekiminin göreli geometrik versiyonunun etkilerini formülleştirdikten sonra yerçekiminin kaynağı sorusu geride kalır. Newton yerçekiminde kaynağı kütledir. Özel görelilikte kütle stresin(basınç ve kayma) yanı sıra enerji ve moment yoğunlukları içeren enerji-momentum tensör olarak adrandırılan daha genel bir niteliği çağrıştırır. Eşitlik ilkesini kullanarak bu tensör kolayca eğri uzay zamana genelleştirilir. Analojiyi geometrik Newton yerçekimi ile kaleme alırsak yerçekimi için alan denklemi nin bu tensör ve özel bir gelgit etkilerinin sınıfını tanımlayan Ricci tensörü ile ilgili olduğunu varsaymak doğaldır.(ilk başta durağan ve sonra serbest düşüş yapan küçük bir test parçacıkları grubu için hacimdeki değişim)Özel görelilikte enerji korunumu – momentum enerji durumuna karşılık
gelir- momentum tensörü ıraksayışı serbesttir. Bu formül ayrıca kısmi türevlerini eğri-manifold eşleri ile değiştirerek kolayca eğri uzaya genelleştirilebilir.( eşdeğişken türevler türevlenebilir geometride çalışıldı.)Bu ek koşul ile enerji-moment tensörünün eğdeğişken ıraksayışı, ve bu nedenle denklemin diğer tarafında ne olursa olsun Einstein’in (alan) denklemleri olarak adlandırılan en basit bir takım denklemler: Sol taraftaki Einstein tensörüdür , Ricci tensörünün formula_2 özel ıraksayışı serbest kombinasyonu ve metriğidir. formula_3 simetriktir. Özellikle , , eğim skaleridir. Ricci tensörü daha genel Riemann eğrilik tensörü ile ilgilidir. Sağ taraftaki, "formula_6" enerji-moment tensörüdür. Bütün tensörler soyut dizin semboller ile yazılır. Gezegen yörüngeleri için teorinin tahminleriyle gözlemlenen sonuçları eşleştirirsek orantı sabiti κ = 8π"G"/"c" olarak sabitlenebilir, G kütleçekimi katsayısı ve c ışığın hızıdır. Enerji-momentum tensörünün sıfır olması için madde yok ise sonuçlar boşluktur. Ayrıca gör: Genel göreliliğin matematiği ve genel görelilik ile değiştirilen fiziksel teoriler Bir önceki bölümde bahsedilen türev, inşa modeli için nasıl bir teori kullanılabileceğini açıklayan , fizikteki önemli bir sorunun adresi ve anahtar özelliklerini tanımlayan, genel göreliliği tanımlayabilmek için gerek duyulan bütün bilgileri içerir. Genel görelilik yerçekiminin bir metrik teorisidir. Dört boyutlu bir geometri, uzay zamanı belirten pseduo-Reimannian, ile uzay zamanda bulunan enerji-moment arasındaki ilişkiyi tanımlayan Einstein’in denklemleri bir çekirdek gibidir. Kütleçekimi kuvveti ( serbest düşüş, orbital hareket ve uzay aracı yörüngeleri gibi) etkisini isnat eden klasik mekanikteki olay, genel görelilikteki uzay zamanın eğik geometrisindeki eylemsiz harekete denk gelir.(nesneleri düz ve doğal yollarından saptıran bir kütleçekimi kuvveti yoktur.) Aslında kütleçekimi uzay ve zamandaki değişikliklerine karşılık gelir- nesnenin doğal bir biçimde takip edebileceği mümkün en düz yolları değiştirir. O halde eğiklik maddenin enerji- momentumundan dolayı oluşur. John rölativist Archibald Wheeler’ e göre uzay zaman maddeye nasıl hareket edeceğini söyler, madde uzaya nasıl bükeceğini söyler. Simetrik bir iki-dizi tensör ile genel görelilik klasik fiziğin sayısal kütleçekimsel potansiyeli değiştirirken, ikincisi birincisini kesin sınırlayıcı durumlarda azaltır. zayıf kütleçekimi alanları ve ışığın hızına göre yavaş hız için teorinin tahminleri Newton’un evrensel kütleçekimi yasasını birleştirir. Tensörleri kullanarak oluşturulduğu üzere, genel görelilik genel kovaryansı gösterir.(yasası ve genel göreli sistemde formülleştirilen diğer yasalar bütün koordinat sistemlerinde aynı biçimde yer alır. Buna ek olarak teori hiçbir sabit geometrik zemin içermez, i.e. zeminden bağımsızdır . Bu nedenle daha sıkı , fiziğin yasalarının bütün gözlemciler için aynı olduğunu söyleyen bir izafiyetin genel ilkesi karşılar. eşitlik ilkesinde açıklandığı üzere, uzay zaman Minkowskidir, ve fizik yasaları kısmi Lorentz sabitini sunar. Genel göreli model kurmanın ana fikri Einstein’in denklemlerinin bir çözümünden gelir. Einstein’in denklemleri ve maddenin özellikleri için uygun denklemlere göre böyle bir çözüm spesifik bie yarı-Riemmannian kopyası ( genellikle spesifik koordinatlarda metrik vererek tanımlanan), ve spesifik o kopyada tanımlanan madde alanlarından oluşur. Madde ve enerji Einstein’in denklemlerini sağlamalıdır, bu yüzden özellikle maddenin enerji-moment tensörü ıraksaması sabit olmalıdır. Tabii ki madde ayrıca herhangi ek denklemleri de sağlamalıdır. Kısacası, böyle bir çözüm genel göreliliğin yasalarını tatmin eden bir modeldir, ve mümkün olduğunca herhangi maddeyi ele alan ilave yasalar ortaya konulabilir. Einstein’in denklemleri doğrusal olmayan kısmi diferansiyel denklemlerdir ve çözümü de zordur. Yine de, sadece bir kaçı direk fiziksel uygulamalara sahip olsa da, birkaç tamı tamına doğru çözümleri vardır. Bilinen en iyi tam çözümleri ve ayrıca fizik görüşü açısından en ilgi çekici olanları Schwarzschild çözümü, Reissner-Nordström çözümü ve Kerr metriği (başka bir boş uzayda her biri kara cismin belirlenmiş bir türüne karşılık gelir) ve Friedmann-Lemaitre-Robertson-Walker ve de Sitter evrenleridir. (Her biri genişleten bir kozmosu tanımlar.) Büyük teorik görüşünün tamı tamına çözümleri Gödel evrenini ( eğri uzay zamanlarda, zaman yolculuğunun merak uyandırıcı bir olasılığına açık), Taub-NUT çözümü (homojen bir model evreni fakat yöne bağlı değil) ve anti-de Sitter uzayını (son zamanlarda Maldacena tahmini ile ön planda olan) içerir. Tam çözümleri bulmadaki zorluk durumunda bilgisayarda integral ile ya da asıl çözümlerin küçük sapmalarını düşünerek Einstein’in alan denklemleri ayrıca sık sık çözülür. Numarasal göreli alanlarda, iki çarpışan kara delik gibi Einstein’in ilginç durumlarda denklemlerini çözmek için ve uzay zaman geometrisini benzeştirmek için güçlü bilgisayarlar kullanılır. Özellikle yeterli bilgisayar kaynakları ile bu metotlar herhangi bir sisteme uygulanabilir ve yalın tuhaflıklar gibi temel problemlere çözüm kazandırabilir. Doğrusallaşmış kütleçekimi ve genelleştirilmesi, post-Newton genişlemesi, gibi sapma teorileri ile yaklaşık sonuçlar bulunabilir. Işığa kıyasla yavaşça hareket eden bir madde dağılımı içeren uzay zamanın geometrisi için çözümde ikincisi sistematik bir yaklaşım sağlar. Genişleme terimlerin bir serisini içerir; ikinci terimler genel görelilik yüzünden Newton’un teorisine daha az düzeltmeleri gösterirken, birinci terimler Newton yerçekimini gösterir. Bu genişlemenin büyümesi alternatif teoriler ile genel göreliliğin tahminleri arasında nicel kıyaslamalara olanak sağlayan parametre edilmiş post-Newton’ dur. Genel görelilik birçok fiziksel sonuçlara sahiptir. Bazıları direk teorinin aksiyomlarından takip eder, bazıları ise sadece Einstein’in ilk yayını olan 90 yıllık araştırmaları ile açıklığa kavuşur. Temel metin: Kütleçekimi ile zaman genleşmesi Eşitlik ilkesinin geçerli olduğunu varsayarsak, zamanın akışını yerçekimi etkiler. Kütleçekimi haznesine gönderilen ışık maviye kayar ve diğer yönden gönderilen (yerçekimi haznesinden çıkan) ışık kırmızıya kayar; bu iki etkiler kütleçekimi ile frekans kayması olarak adlandırılır. Daha genel olarak, uzakta olan yerler ile karşılaştırıldığında büyük bir cismin yanında işlem daha yavaş gerçekleşir; bu etki kütleçekimsel zaman genişlemesi olarak bilinir. Temel metin: Kütleçekimi ile zaman genleşmesi Eşitlik ilkesinin geçerli olduğunu varsayarsak, zamanın akışını kütleçekimi etkiler. Kütleçekimi haznesine gönderilen ışık maviye kayar ve diğer yönden gönderilen( kütleçekimi haznesinden çıkan) ışık kızıla kayar; bu iki etkiler kütleçekimi ile frekans kayması olarak adlandırılır. Daha genel olarak, uzakta olan yerler ile karşılaştırıldığında büyük bir cismin yanında işlem daha yavaş gerçekleşir; bu etki kütleçekimsel zaman genişlemesi olarak bilinir. Kütleçekiminden kızılaya kayma laboratuvarlarda ölçülmekledir ve astronomik gözlemler kullanılmaktadır. Evrensel Mevki Sisteminin operasyonunun bir yan etkisi karşıladığı halde, dünyanın kütleçekimi alanındaki kütleçekimsel zaman genleşmesi atomik saatler kullanılarak ölçülmektedir. Bütün sonuçlar genel görelilik ile uyuşmaktadır. Fakat doğruluğun geçerli seviyesinde bu gözlemler eşiklik ilkesinin geçerli olduğu genel görelilik ve diğer teoriler arasındaki farkı ayırmaz. Temel metin: genel görelilikteki Kepler sorunu , Kütleçekimsel lensler ve Shapiro gecikmesi Genel görelilik ışığın yolunun yerçekimsel alanda büküldüğü kehanetinde bulunur; ağır bir cismin yanından geçen ışık o cisme doğru sapar. Bu etki Güneşin yanından geçerken sapan uzak quasarların ya da yıldızların ışığını gözlemleyerek doğrulanmaktadır. Bu ve ilgili tahminler önemsiz jeodezik ya da ışık seven olarak adlandırılan gerçeklerden takip edilir.-klasik fizikteki ışığın hareketine doğru olan düzgün çizgilerin bir genelleştirilmesi. Bu tür jeodezikler özel görelilikteki ışık süratı sabitinin genelleştirilmeleridir. Uygun uzay zaman modelleri ( ya dış Schwarzschild çözümü ya da birden fazla tek kütle için post-Newtoncu genleşmesi ) açıklandığı üzere, yerçekiminin ışığın ortaya dağılmasındaki birçok etkileri. Serbest düşüşün evrenselliğini ışığa vererek ışığın bükülmesi türetebildiği halde, bu tür hesaplamalardan sonuçlanan ışının sapması sadece genel görelilik tarafından verilen değerin yarısıdır. Kütleçekimsel zaman gecikmesi ışığın sapması ile yakından ilgili olduğu için kütleçekimsel bir alana doğru ışık sinyallerinin hareket etmesi  alan yokluğundakilere göre daha uzun sürer.bu tahmin için çok  fazla başarılı testler yapılmaktadır. parametre edilmiş post-Newtoncu biçimcilikte ışığın sapmasının ve kütleçekimsel zaman gecikmesinin ölçümleri kütleçekiminin uzayın geometrisi üzerindeki etkisini şifreleyen γ ile adlandırılan bir parametreyi belirler. Temel metin: Genel görelilikte Kepler sorunu Yörüngesel cisimler konusundaki birçok tahminler açısından genel görelilik klasik mekanikten farklıdır. Gezegensel yörüngelerin tam bir dönüşünü tahmin eder. (kütleçekimsel dalgaların emilimi ve göreliliğin yönü ile ilgili etkilerin neden olduğu yörüngesel gecikmelerde olduğu gibi) Genel görelilikte herhangi bir yörüngenin apsisi ( yörüngesel hareket eden bir cismin sistemin kütlesinin merkezine en yakın olduğu yer) devinecektir- yörünge eliptik değildir fakat odağına göre dönen bir elipse benzer( gül eğimi gibi bir şekil ile sonuçlanır(resmi gör)). Einstein ilk olarak yörüngesinde hareket eden bir cisme bir test parçacığı gibi davranarak ve Newton limitini gösteren yaklaşık bir metrik kullanarak bu sonucu çıkardı. Urbain Le Verrier tarafından 1859 da keşfedilen Merkür gezegeninin anormal günberi değişiminin açık bir açıklamasını veren teorisi onun için kütleçekimsel alan denklemlerinin doğru halini tanımladığı önemli bir kanıttı. Tam tamına Schwarzschild metriği ( uzay zamanı küresel bir kütle etrafında tanımlayan) ya da daha gel
e post-Newton biçimciliği kullanarak etki ayrıca türetebilir. Bu durum, bir cismin kütleçekiminin öz enerjine katkısı (Einstein’in denklemlerinin doğrusal olmayışlığında şifrelenen) ve kütleçekiminin uzayın geometrisindeki etkisinden dolayıdır. Kesin devinim ölçümleri sağlayan bütün gezegenler (Merkür, Venüs ve Dünya) için göreli devinim gözlenmektedir. Yörünge gecikmesi Genel göreliliğe göre, ikili sistem enerji kaybederken yerçekimsel dalgaları emecektir. Bu kayıp yüzünden iki yörüngesini izleyen iki cisim arasındaki mesafe azalır ve bu yüzden yörüngesel periyotları da azalır. Güneş sisteminde ya da sıradan çift yıldızlar için etki çok az gözlemlenebilir. İki yörüngesel hareket yapan nötron yıldızları (birisi pulsardır) yakın bir çift pulsar için değildir; pulsardan Dünyadaki gözlemciler, yörüngesel periyodun ölçümlerini sağlayan ve yüksek doğruluğa sahip saat gibi görev yapabilen düzenli bir radyo bakliyatlarını alabilirler. Nötron yıldızları çok yoğun olduğu için enerjinin önemli bir miktarı kütleçekimsel radyasyon olarak salınır. Yerçekimsel dalgaların salınması yüzünden yörüngesel periyotlarındaki azalmanın ilk gözlemi 1974 de keşfedilen PSR1913+16 çift pulsarı kullanarak Hulse ve Taylor tarafından yapıldı. 1993 Nobel Ödülünü kazandıkları yerçekimsel dalgaların ortaya çıkımı bir ilkti. O zamandan beri birçok diğer pulsarlar bulundu; özellikle PSR J07337-3039 çift pulsarı. Birçok göreli etkiler yönün göreliliği ile direk bağlantılıdır. Biri jeozdezik devinimdir: eğik uzay zamanda serbest düşüşteki bir jiroskobun yönünün ekseni, böyle bir jiroskop mümkün olduğunca kararlı bir biçimde bir yolu sürdürmenin yolunu gösterdiği halde uzak yıldızlardan gelen ışığın yönü ile karşılaştırıldıkça değişecektir. ( paralel taşıma ) Ay-Dünya sistemi için bu etki ayla ilgili lazer değişimleri yardımı ile ölçülmektedir. Daha yaygın olarak, % 0.3 den daha iyi bir hassasiyet ile Kütleçekimi B Araştırması uydusunda test kütleleri için ölçülmektedir. Dönen bir kütlenin yanında çerçeve sürüklenmesi etkisi adında etkiler vardır. Uzak bir gözlemci kütleye yakın cisimler sürükleneceğini saptayacaktır. Bu aşırı dönen kara delikler içindir. (sıcak bir alana giren herhangi bir cisim için dönme kaçınılmazdır) Bu tür etkiler serbest düşüşte jiroskopların yönelimi üzerindeki etkileri ile tekrar test edilebilir. Az çok tartışmaya açık testler LAGEOS uyduları kullanarak yapılmaktadır. ayrıca Evrensel Mars Araştırmacısının Mars üzerine incelemesi kullanılmaktadır. Temel metin: Kütleçekimsel lens Kütleçekimi ile ışığın sapması astronomik olayın yeni bir sınıfının sorumludur. Eğer ağır bir cisim astronom ile uygun kütleli ve göreli mesafeli uzak hedef bir etkiler arasına yerleştirilir ise astronom hedefin birçok saptırılmış görüntülerini görecektir. Bu tür etkiler kütleçekimsel lens olarak bilinir. Görünüşe ve kütle dağılımına dayanarak iki ya da ikiden fazla görüntüleri olabilir, parlak çember Einstein’in çemberi olarak bilinir. En eski örneği 1979 yılında keşfedildi ve o zamandan beri yüz den fazla kütleçekimsel lensler gözlemlendi. Çözülebilmesi için birçok görüntüler birbirlerine yakın olsa bile etki hala ölçülebilir.( birçok mikro lens olayları gözlemlenmektedir) Kütleçekimsel lens gözlemsel astronomide gelişmektedir. Kara deliğin varlığını ve yayılımını göstermek için kullanılır.(uzak galaksileri gözlemlemek için doğal bir teleskop sağlar ve bağımsız Hubble sabitinin tahminini elde etmeye katkıda bulunur) Lens bilgilerinin statiksel değerlendirmeleri galaksilerin yapısal evrimine değerli bir anlayış katar. Çift pulsarların gözlemleri kütleçekimsel dalgaların varlığı için güçlü dolaylı bir kanıt sağlar.(yukarıdaki yörüngesel gecikmeyi gör) Fakat kozmosun derinliklerinden bize ulaşan kütleçekimsel dalgalar direkt olarak algılanmamıştır. Görelilikle ilgilenen araştırmacıların temel amacı böyle bir buluştur. Birçok kütleçekimsel dalga buluşları denenmektedir ve en önemlisi ferrometrik detektörlerdir: GEO 600 , LIGO (iki detektör), TAMA 300 ve VIRGO . Çeşitli zamanlama okları 10−9 -10−6 Hertz frekansları aralığındaki kütleçekimsel dalgaları( çift çok ağır kara deliklerin oluşturduğu) algılamak için milisaniye pulsarları kullanır. Avrupalı uzay detektörü Elısa / NGO sürekli gelişme aşamasındadır. (başlangıcı 2015 e kadar olan haberci bir görev LISA Pathfinder ile) Kütleçekimsel dalgaların gözlemleri elektromanyetik spektrumdaki gözlemleri tamamlamaya garanti verir. Kara delikler ve nötron yıldızları, beyaz cüceler, süpernova patlamalarının türleri hakkında bilgi vermeleri beklenir. Bir cismin kütlesinin yarıçapına oranı yeterince büyük olduğu zaman genel görelilik bir kara deliğin( hiçbir şeyin, ışığın bile kaçamadığı düşünülen) oluşumunun kaçabileceğini ileri sürer. Son zamanlarda kabul edilmiş 1.4 güneş kütleleri civarında nötron yıldızları, yıldızımsı kara delikler ve yıldız evrimi modelleri, büyük kütleli yıldızların gelişimi için final durum olduğu düşünülür. Genellikle bir galaksi merkezinde birkaç milyonluk güneş kütleye sahip bir süper kütleli kara deliğe sahiptir. Astronomik olarak yoğun cisimlerin kütleçekimsel enerjiyi elektromanyetik radyasyona çeviren fevkalade mekaniği, onlara en önemli özelliğini katar. Gaz maddelerin ya da tozun yıldız ya da süper kütleli kara deliklere düşüşü göz alıcı bir şekilde ışıldayan bazı cisimler için sorumlu olduğu düşünülür.(oldukça galaksi ile ilgili yıldız boyutundaki cisimler(mikro yıldızımsı gökcisimleri gibi) üzerindeki aktif çekirdeğin farklı türleri) Özellikle, yığılma yaklaşık ışık hızı ile uzaya fırlatılmış yüksel enerjili parçacıkların ışınlarına odaklı göreli jetlere neden olabilir. Genel görelilik bütün bu olayları modellemede merkez bir rol oynar ve gözlemler teori ile tahmin edilen kara deliklerin varlıkları için güçlü bir kanıt sağlar. Kara delikler ayrıca kütleçekimsel dalgalar için olan araştırmalarda amaçlarında tebliğ içindedir. İkili kara deliği birleştirme Dünyadaki detektörlere ulaşan en güçlülerden bazı yerçekimsel dalga sinyallerini takip etmelidir ve birleşmeden direk önceki safha, birleşme olaylarının mesafesini azaltmak için bir standart mum olarak kullanılabilir. Bu yüzden uzak mesafelerde kozmik genişlemenin araştırması olarak hizmet eder. Kozmolojinin geçerli modelleri kozmoloji sabitini Λ içeren Einstein’in alan denklemelerine dayanır çünkü kozmosun büyük ölçekli dinamiğine büyük etkisi vardır. "formula_9" uzay zaman metriğidir . Bu ileri denklemlerin eş yönlü ve homojen çözümleri, Friedmann-Lemaitre-Robertson-Walker çözümleri , Büyük Patlamadan daha evvel 14 milyon yıl süreyi aşkın gelişen bir evreni modellemeye fizikçiler için olanak sağlar. Astronomik gözlemlerle birkaç parametreler(mesela evrenin madde yoğunluğu) sağlandıktan sonra ilaveten gözlemlenen veriler modelleri test etmek için kullanılabilir. Tahminler, ilkel nükleosentez, evrenin yüksek ölçekli yapısı, periyodunda oluşan ilk kimyasal elementlerin bolluğunu ve varlığını ve termal bir ekodan özelliklerini içerir.( kozmik özgeçmiş radyasyonu ) Kozmolojik genişleme oranının astronomik gözlemleri, maddenin doğası gizemli kaldığı halde evrendeki toplam madde miktarının tahmin edilmesini sağlar. Bütün maddelerin yaklaşık %90 ı kara maddedir. (kütleye sahiptir fakat elektromanyetik olarak etkilemez ve bu yüzden direk gözlemlenemez) Ana hatlarıyla bu yeni tür maddenin parçacık fiziği çatısında kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Uzak Süpernovanın kızıla kayma incelemelerinden gözlemlenen kanıtlar ve özgeçmiş kozmik radyasyonun ölçümleri ayrıca kozmik genişlemenin ivmelenmesine ya da karanlık enerjiye neden olan kozmolojik sabitinden önemli derecede evrenin gelişiminin etkilendiğini gösterir. Yaklaşık formula_10 saniye kozmik zamanında güçlü hızlandırılmış genişlemenin enflasyon safhası adlı yeni bir faz 1980 yılında klasik kozmolojik modeller ile açıklanamayan birkaç karışık gözlemlerin yararına varsayılmıştır. Son günlerdeki kozmik özgeçmiş radyasyonunun ölçümleri bu senaryo için ilk kanıtla sonuçlandı. Fakat geçerli gözlemler ile sınırlanamayan mümkün enflasyon senaryolarının şaşırtıcı bir çeşitliliği vardır. Enflasyon safhasına öncü ve büyük patlama tuhaflığını tahmin eden klasik modellere yakın en erken evrenin fiziği daha geniş bir sorudur. Otoriter cevap henüz geliştirilmemiş olan kuantum kütleçekimi teorisine gerek vardır. Genel görelilikte bir ışığın titreşimine hiçbir şey yetişemez ya da yakalayamaz. Işık A dan X e gönderilmeden A olayından hiçbir etki diğer X yerine ulaşamaz. Neticede bütün ışık hayat çizgilerinin (geçersiz jeodezik) keşfi uzay zamanın nedensel yapısı hakkında ana bilgiler verir. Bu yapı sınırlı bir haritaya oturtmak için uzayın sonsuz geniş alanları ve sonsuz zaman aralıklarının daraltılmış olduğu Penrose-Carter diyagramlarını kullanarak gösterilebilir.(ışık hala standart uzay zaman diyagramlarında olduğu gibi köşegenlere doğru hareket eder) Nedensel yapının öneminin farkına varan Roger Penrose ve diğerleri neyin evrensel geometri olarak bilindiğini geliştirdiler. Evrensel geometride çalışmanın amacı Einstein’in denklemlerinin belli bir çözümü değildir. Bunun yerine bütün jeodezikler için doğru olan ilişkiler ( Raychaudhuri denklemleri gibi) ve maddenin doğası (genelde enerji koşulları kalıbında kullanılır) hakkında özel olmayan varsayımlar genel sonuçları türetmek için kullanılır. Temel metin: Ufuk (genel görelilik ve kara delik mekaniği Evrensel geometriyi kullanarak bazı uzay zamanlar ufuklar olarak adlandırılan ve bir bölgeyi uzay zamanın geri kalanından ayıran, sınırları dâhil etmek için gösterilebilir. En iyi bilinen örnekleri kara deliklerdir: eğer kütle uzayın yeterince yoğun bir bölgesinde sıkıştırılırsa( ilgili ölçek uzunluğu Schwarzchild yarıçapı , halka hipotezi olarak tanımlı)  içeriden dışarıya ışık çıkamaz. Bir ışık titreşimini hiçbir cisim geçemediği için içteki bütün madde de hapsolmuştur. Dışarıdan içeriye geçiş hala mümkündür.(bu da kara deliğin ufku yani sınırının fiziksel bir engel olmadığını gösterir) Kara deliklerin eski çalışmaları Einstein’in denkl
emlerinin açık çözümlerine (özellikle statik bir kara deliği tanımlamak için kullanılan küresel olarak simetrik Schwarzchild çözümü ve dönen statik bir kara deliği tanımlamak ve dönen bir kara deliğin dışındaki bir bölge gibi ilginç özellikleri tanıştıran) simetrik eksenli yapılı Kerr çözümüne güvenildi. Evrensel geometriyi kullanarak sonraki çalışmalar kara deliklerin daha genel özelliklerini gösterdi. Bunlar,  enerji, çizgisel moment, açısal moment, belir bir zamandaki yerİ ve elektrik yükünü belirten on bir parametre ile karakterize edilen daha basit cisimlerdir. Bu kara delik eşsizliği teoremi ile belirtilir.(‘’ kara delikler life sahip değildir, bu da insanların saçından bir farkının olmadığını işaret eder)Bir kara delik oluşturmak için çöken kütleçekimsel bir cismin karışıklığına bakmazsak cisim daha basit olur. Daha önemli bir biçimde termodinamik yasasına benzeyen kara delik mekaniği olarak bilinen yasaların genel bir topluluğu vardır. Mesela kara delik mekaniğinin ikinci yasası (genel bir kara deliğin olay ufkusunun alanı zamanla hiç azalmayacaktır) termodinamik sistemin entropisine benzerdir. Bu, Penrose metodu kullanılarak dönen bir kara delikten klasik araçlar ile çıkartılabilen enerjiyi kısıtlar. Kara delik mekaniğinin aslında termodinamik yasasının bir altkümesi olması güçlü bir kanıttır. Bu da kara delik mekaniğinin orijinal yasalarının değişimine neden olur. Mesela kara delik mekaniğinin ikinci yasası termodinamiğin ikinci yasasının bir kısmı olduğu için özelikle entropi artarsa kara deliğin alanının azalması mümkündür. Sıfır sıcaklığa sahip olmayan termodinamik cisimlerde olduğu gibi kara delikler termal radyasyon salabilirler. Kısmen klasik hesaplamalar onların aslında Planck’in yasasında sıcaklık rolü oynayan yeryüzü kütleçekimi ile yapabildiğini gösterir. Bu radyasyon Hawking radyasyonu olarak bilinir. Ufukların diğer türleri de vardır. Genişleyen bir evrende bir gözlemci, geçmişin bazı bölgelerinin ( parçacık ufku ) gözlemlenemeyeceğini ve geleceğin bazı bölgelerinin etkilenmeyeceğini ( olay ufku ) bulabilir. Minkowski uzayında bile ivmelenen gözlemci tarafından belirtildiğinde, Unruh radyasyonu olarak bilinen kısmen klasik bir radyasyon ile ilişkili ufuklar olacaktır. Genel göreliliğin diğer genel bir özelliği tuhaflık olarak bilinen uzay zaman sınırlarının görünümüdür. Uzay zaman ışıksı ve zamansı jeodezikleri- serbest düşüşte ışık ve parçacıkların yol alabileceği bütün yollar- takip ederek araştırılabilir. Fakat bazı Einstein’in denklemlerinin sonuçları eksik kenarlara(ışığın ve düşen parçacıkların yolunun beklenmedik bir sona vardığı ve geometrinin tam tamamlanmamış olduğu bölge) sahiptir. Daha ilginç durumlarda bunlar, sonsuza kadar giden Ricci sabiti gibi uzay zamanın eğikliğini karakterize eden geometrik niceliklerin olduğu eğiklik tuhaflıklarıdır. Hayat çizgisinin bittiği gelecek tuhaflıkları ile uzay zamanın iyi bilinen örnekleri Schwarzchild çözümü( statik ölümsüz bir kara delik içindeki bir tuhaflığı tanımlayan) ya da ölümsüz ve dönen bir kara delik içindeki halka şeklindeki tuhaflıklara sahip Kerr çözümüdür. Evreni tanımlayan Friedmann-Lemaitre-Robertson-Walker çözümleri ve diğer uzay zamanlar Büyük Patlama isimli hayat çizgisinin başladığı eski tuhaflıklara sahiptir ve bazıları da Büyük Çöküş gibi tuhaflıklara sahiptir. Bu örneklerin fazlaca simetrik olduğu farz edersek (bu yüzlen kolaylaşır) tuhaflıklarının oluşumunun idealleşmenin bir yapaylığı olması caziptir. Evrensel geometrinin metotlarını kullanarak kanıtlanan ünlü tuhaflık teoremleri bunun dışında gerçekçi madde özelliklerine sahip bir maddenin çöküşü, mutlak bir evrede ve genişleyen evrenin geniş bir sınıfının başlangıcında gerçekleştikten sonra, tuhaflıkların genel göreliliğin kapsamlı bir geleceğini söyler. Fakat teoremler, biraz tuhaflıkların özellikleri hakkında ve daha çok kapsamlı yapıların varlıklarını karakterize etmeye adanmış geçerli araştırmalar( hipotezi kurulan BKL varsayım isimli örneği) hakkındadır. kozmik sansür hipotezi , bütün gelecek tuhaflıkları (harika bir simetrisi olmayan gerçek özellikli madde) güvenlice ufkunun arkasında saklanır ve bu yüzden bütün uzak gözlemcilere görünmezdir. Henüz düzgün bir kanıt olmamasına rağmen numarasal benzetmeler geçerliliğine destekleyici kanıtlar sunar. Temel metin: İlk değeri formülleştirme (genel görelilik Einstein’in denklemlerinin her bir çözümü bir evrenin bütün tarihini kuşatır. (şeylerin nasıl olduğunun sadece anlık bir fotoğrafı değildir; fakat bütün, mümkün ve madde dolu uzay zamandır) Her yerdeki geometrinin ve maddenin durumunu tarif eder. Genel eşdeğişkenlik nedeni ile Einstein’in teorisi kendince metrik tensörünün zaman evrimini saptaması için yeterli değildir. Koordinat koşulu ile birleştirilebilir.(diğer alan teorilerindeki kapsam sabitlemeye benzer) kısmi türevlenebilir denklemler olarak Einstein’in denklemlerini anlamak için onları evrenin evrimini tanımlayan bir yolda formülleştirmek yararlı olacaktır. Bu, uzay zamanın üç uzay boyutları ve bir zaman boyutuna bölündüğü "3+1" ile adlandırılan formüller ile yapılır. En bilinen örneği ADM biçimciliğidir. Bu bozulmalar, genel göreliliğin uzay zaman evrim denklemleri, ilk koşullar belirtildikten sonra iyi huyludur, her zaman vardır ve eşsizce tanımlıdır. Einstein’in alan denklemlerinin böyle formülleştirmeleri numarasal göreliliğin temelidir. Evrim denklemlerinin görüşü derinden genel göreli fiziğin diğer yönü ile bağlanmıştır. Einstein’in teorisinde bir sistemin toplam kütlesi ya da enerjisi gibi görünüşte basit görünen genel bir tanım bulmak mümkün değildir. Temel nedeni, herhangi bir fiziksel alan gibi kütleçekimsel alan belli bir enerji ile verilmesidir; fakat o enerjiyi yerelleştirmenin imkansız olduğunu temel olarak kanıtlar. Yine de, kuramsal bir sonsuz uzak gözlemci ya da uygun simetrileri Komar kütlesi kullanarak bir sistemin toplam kütlesini tanımlamanın olasılıkları vardır. Eğer kütleçekimsel dalgalar ile enerjiyi sonsuza taşıyarak sistemin toplam kütlesinden dışarı çıkartırsak sonuç önemsiz sonsuzluktaki Bondi kütlesidir. Klasik fizikse olduğu gibi kütlelerin pozitif olduğu gösterilebilir. Evrensel tutarlı tanımlar momentum ve açısal momentum için vardır. Ayrıca o sistemi içeren uzayın sonlu bir bölgesinde tanımlanan nitelikleri kullanarak formülleştirilen izole edilmiş bir kütle gibi, hemen hemen yerel nitelikleri tanımlamak için birçok çaba vardır. Çember tahmininin daha hassas bir formülleştirmesi gibi izole edilmiş sistemler hakkındaki genel açıklamalar için, amaç yararlı bir nitelik elde etmektir. Eğer genel görelilik, kuantum teorisi , modern fiziğin iki direğinden birisi olarak düşünülürse katı hal fiziğinden elementsel parçacıklara madde anlayışının temeli diğeridir. Fakat genel görelilik ile kuantum teorisinin fikirlerinin nasıl bağdaştırılacağı hala açık bir sorudur. Temel metin: Eğik uzay zamanda kuantum teorisi Modern elementsel parçacık fiziğinin temelini oluşturan olağan kuantum alan teorileri, Dünyada bulunan kiler gibi zayıf yerçekimsel alanlarda mikroskobik parçacıkların davranışlarını tanımlarken mükemmel bir yaklaş olan Minkowski uzayını tanımlarlar. Kendisini niceleme ihtiyacı yeterince güçlü olmayan ve maddeyi etkilemen için kütleçekiminin yeterince güçlü olduğu yerdeki durumları tanımlamak için fizikçiler eğik uzay zamanda kuantum alan teorileri formüle ettiler. Bu teoriler, eğik özgeçmiş uzay zamanı tanımlamak için genel göreliliğe dayanır ve o uzay zamandaki kuantum maddesinin davranışını belirlemek için genelleştirilmiş kuantum alan teorisi tanımlar. Bu biçimciliği kullanarak kara deliklerin Hawking radyasyonu olarak bilinen parçacıkların kara cisim spektrumunu yayması gösterilebilir.(Hawking radyasyonu zamanla onların uçup giderek yol olacağı mümkün atını gösterir.) Yukarıdakilerin özeti olarak, bu radyasyon, kara deliklerin termodinamiği için önemli bir rol oynar. Temel metin: Kuantum yerçekimi Ayrıca gör: İp teorisi , Standart genel görelilik , Kuantum kütleçekimi döngüsü ve Nedensel diziler Tuhaflıkların görünmesinin yanı sıra(eğiklik uzunluk ölçeğinin mikroskobik olduğu zaman) maddenin kuantum tanımı ile uzay zamanın geometrik bir tanımı arasındaki tutarlılık için istek, kuantum kütle çekiminin tam bir teorisine olan ihtiyacı gösterir: kara deliklerin ve erken evrenin içinin yeterli bir tanımı ve kuantum fiziği dilinde uzay zamanın geometrisi ile ilişkili ve kütleçekimi varlığında bir teori için) Temel etkileşimleri belirten elementsel parçacık fiziğinde kullanılan sıradan kuantum alan teorilerini genelleştirmek için bir girişim, kütleçekimini dâhil etmek için ciddi problemlere neden olur. Düşük enerjilerde bu yaklaşım, kabul edilebilir etkili kütleçekiminin kuantum alan teorisi ile sonuçlanan bir başarıyı kanıtlar. Fakat yüksek enerjilerde sonuçlar bütün kestirimci gücün model yokluğudur. (yeniden normalleştirilemememe) Bu sınırlamaları yenmek için girişim nokta parçacıkların bir kuantum teorisi olmayan fakat minik bir boyutlu genişlemiş cisimlerin ip teorisidir. Bu teori, kütleçekimini içeren bütün parçacıkların ve etkileşimlerinin birleştirilmiş bir tanımı olacağına umut verir: bilinen üç boyuta ek olarak uzayın ek altı boyutları gibi anormal özelliklerin karşılığını vermek için bedel. İkinci süper ip devrinde ip teorisinin ve süpersimetri ile genel göreliliğin birleşimi M kuramı (tutarlı ve eşsiz tanımlı), kuantum kütleçekimi teorisi olarak bilinen on bir boyutlu model hipotezinin bir bölümünü oluşturduğu varsayıldı. Diğer yaklaşım kuantum teorisinin standart niceleme işlemi ile başlar. Genel göreliliğin ilk-değer-formülleştirmesini kullanarak sonuç tam tamamlanmamış olan Wheeler-deWitt denklemidir. Fakat Ashtekar değişkenleri ile geleceği parlak kuantum kütleçekimi döngüsü modeli sağlanır. Uzay, fırıl (spin) ağı ile adlandırılan ve farklı adımları zamanla geliştiren ağ gibi bir yapı ile ifade edilir. Genel görelilik ve kuantum teorisinin hangi özelliklerinin kabul edilmiş ve hangi seviye değişikliklerinin tanıştırıldığına bağlı olarak dinami
k üçgenleştirme, nedensel diziler, bükücü modeller ya da kuantum kozmolojisinin modellerine bağlı yol integralleri gibi geçerli bir kuantum teorisine ulaşmak için çok fazla başka girişimler vardır. Bütün aday teoriler hala üstesinden gelinmesi gereken kavramsal ve biçimsel sorunlara sahiptir. Gelecekte parçacık fizik deneyleri ve kozmolojik gözlemler ile sağlanan bilgiler ile işe yarar bir umudun olmasına rağmen kuantum kütleçekimi tahminleri deneysel testlere koymanın henüz bir yolu yoktur.( bu yüzden tahminlerin değişikliğe uğradığı adaylar arasında da karar vermenin bir yolu yoktur.) Genel görelilik bugüne kadar birçok kesin gözlemsel ve deneysel testler veren kozmoloji ve kütleçekimi modelinin fazlaca başarılı modelini ortaya çıkarmaktadır. Fakat teorinin tamamlanmadığını gösteren güçlü bulgular vardır. Kuantum kütleçekiminin ve uzay zaman tuhaflıklarının gerçeklikleri sorusu açık kalır. Kara madde ve kara enerji için kanıt olarak alınan gözlemsel bilgiler yeni bir fizik için ihtiyacı gösterir. Genel görelilik ileriki araştırmalar imkânınca zengindir. Matematiksel göreciler Einstein’in denklemlerinin temel özelliklerini ve tuhaflıkların doğasını anlamak için uğraşırlar ve artan bir şekilde güçlü bilgisayar simülasyonları (kara deliklerin birleşmesi gibi) kullanırlar. Kütleçekimsel dalgaların ilk direk gözlemi için daha güçlü kütleçekimsel alanın geçerliliğini test etmek için fırsatları yaratma umudu ile yarış devam ediyor. Yayınından doksan yıl sonra genel görelilik araştırmaların yüksekçe bir aktif alanı olarak devam eder. Avusturya şilini Avusturya Şilini (Almanca: "Österreichischer Schilling"), Avusturya'nın, Euro'nun resmî para birimi olarak kullanılmaya başlandığı 1 Ocak 2002'den önceki resmî para birimidir. Land der Berge, Land am Strome Avusturya Ulusal Marşı ("Land der Berge, Land am Strome"), Avusturya'nın ulusal marşıdır. 1946 yılından beri ulusal marş olarak kullanılır. Müzik Johann Holzer veya Wolfgang Amadeus Mozart'a, sözler ise dönemin eğitim bakanı Felix Hurdes'in annesi Paula von Preradoviç'e aittir. Avusturya Ulusal Marşı'nın 22 Ekim 1946 bakanlar kurulu kararı ile son şeklini almış (Almanca) sözleri. Reklam Reklam, "insanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne hizmete, fikir ve kuruluşa çekmeye çalışmak, onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak amacıyla oluşturulan; iletişim araçlarından yer ya da süre satın almak yoluyla sergilenen ya da başka biçimlerde çoğaltılıp dağıtılan ve bir ücret karşılığı oluşturulduğu belli olan (diğer bir deyimle parasal destek sağlayan kişi ya da kuruluşların kimliği açık olan) duyuru"dur Tarihçiler reklamcılığın M.Ö 3000'li yıllara Mısır'da bir papirüs üstüne yazılan ve sahibinin, kaçan kölesine geri dönmesini bildiren duyurusunu ilk yazılı reklam saymalarını kabul ederler. Eski yunanda tellaların esir, sığır gibi satışlarında sokaklarda dolaşarak, mallarını duyuru şiirleriyle övmeleri ise ilk sözlü reklama örnek gösterilebilir. Ancak modern reklamcılığın ve bugün geçerli olan pazarlama ilkelerinin 1920'li yıllarda var olmaya başladığını söyleyebiliriz. Endüstri üretimi arttıkça serbest piyasa rekabeti sıkılaştı ve firmalar kendileriyle aynı işi yapan rakiplerinin önüne geçip kitleye hitap edebilmek için reklamcılık çalışmalarına başladılar. Reklam, pazarlama nın dört bileşeninden biri olan "tutundurma"nın içinde yer alır. Pazarlamanın diğer bileşenleri "ürün", "fiyatlandırma" ve "dağıtım"dır. Günümüzde Philip Kotler sayesinde Satışa dayalı anlayışı (ürün-fiyat-yer-tanıtım), Kotler'in müşteriye odaklı anlayışı, 4C'ye (müşteri için değeri-müşteriye maliyeti-kolaylık-iletişim) kaymıştır. Reklam pazarlama ağı içinde belki de en geniş yere sahiptir.Ürünün doğumundan pazara sürülmesine kadar olan süreçte önemli rol oynar.Ürüne aşinalık kazandırılması, tanıtılması ve kullandırılması amaçlarını güder ancak ürün odaklı olması şart değildir. Reklam, markaya değer katmak, markayı konumlandırmak, marka farkındalığı yaratmak, kurumsal olarak izlenim, imaj ve itibar oluşturulmasına yardımcı olmak adına da kullanılabilir.İyi bir reklamın özellikleri şöyle olmalıdır: Reklam tasarımları, günümüzde, tüketicilerin etkilenmesi için, pek çok değişkeni kullanmaktadır. Değişken derken; mizah, ünlü kişilerin kullanılması, şaşırtıcı olaylar, eğlence, yüksek yaşam standartları, rahatlık, huzur, ileri teknoloji ve buna benzerleri kastedilmektedir. Bütün bunlar, tüketiciyi, markaların üretmiş olduğu, yeni veya zaten pazarlarda satılan ürün ve hizmetleri satın almaya ikna etmeye yöneliktir. Yapılan reklamın amacı, sadece satın alma davranışını göstermelerini sağlamak olmayabilmektedir. Birbirinden farklı amaçlara yönelik ama nihai hedef, her zaman daha fazla satış olmakla birlikte, genellikle, reklamın amaçları; tüketicinin zihnine markaları ve onların özelliklerini yerleştirmek, tüketicilerin markayı benimsemelerini, beğenmelerini, markanın diğer markalara tercih edilmesini sağlamak olabilmektedir. Bunlarla birlikte, firmaların sosyal sorumluluk adına veya kendileriyle ilgili çıkan herhangi bir düşünceyi savunmak veya reddetmek adına yapılabilmektedir. Bütün bunların tasarımı yapılırken, en fazla önem taşıyan konu, inandırıcı bir şekilde işlenmesidir. Kimi reklamlar, inandırıcı olmaktan uzaktır. Kimi konusundan dolayı, kimi işlenme biçiminden dolayı, kimi de seçilen tasarım türünden dolayı, insanları ikna etmekten uzak olmaktadır. İşlenme biçiminden dolayı inandırıcı olamayan reklamlarda sorun, kimi zaman kullanılan oyuncuların toplum içerisinde sahip olduğu konumla ilgili olabilirken kimi zaman karşılıklı diyaloglarda kurulan cümlelerin, oyuncuların mimik, davranış, hal ve hareketlerinin bundan uzak olmasıyla alakalı olabilmektedir. Karşılıklı diyaloglarla örülen tasarımların ikna etmekten uzak olmasının bir diğer nedeni de, tüketicilerle ilgilidir. İnsanın doğası gereği, söylenenlerden çok gördüklerine daha çok inanmaktadır. Bu yüzden bu tip reklam türleri, diğer türlere göre daha az ikna edicidir. Görüntülerden oluşan, ürün veya hizmetin özelliklerini göstererek anlatan, çok az cümle veya ifadelerin yer aldığı reklam türleri daha çok inandırıcı olmaktadır. Diğer türlerde ise, tüketicilere iletilmesi gereken mesajlar, oyuncuların veya kullanılan herhangi bir etki unsurunun gölgesi altında kalmasındandır. Diğer bir ifadeyle, daha güçlü bir etki yaratabilmek için, reklamlarda kullanılan mizah, eğlenceli haller, yüksek yaşam standartları, tüketicilere iletilen mesajların önüne geçmesindendir. Böyle durumlarda insanlar, etki unsuruna yoğunlaşmaktadır. Tüketicilerin en çok etkilendikleri, inandıkları, söze gerek bırakmadan kabul ettikleri reklam türleri, ürün veya hizmetin anlatıldığı, görüntülerin olduğu, fotoğrafların kullanıldığı, üretim biçiminin gösterildiği tasarım biçimleridir. Tüketiciler bu tip tasarımları izlerken hem etkilenmekte hem de gördükleri şeylere inanmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz etki unsurları aslında doğru seçilmektedir. Fakat burada sorun, onların kullanılma biçimi olmakla birlikte, seçilenler ile markanın uyumlu olmasıdır. Yani seçilen etki unsurunun markaya benzeyen, onunla ilişkilendirilebilen, onu çağrıştıran özelliklere sahip olması gerekmektedir. Ama genel olarak reklamlar inandırıcı olmak zorundadır. Bunun yanında başarılı bir reklam kurmanın ana kuralı hedef kitleye hitap etmek, bu hedef kitle ile empati kurarak kampanya yaratmak büyük pay sahibidir. Böylece hedef kitle(ler) markayı ve ürünü daha çok benimser ve ortaya bir kullanıcı sadakati çıkar (customer loyalty) . Reklamın başarısı ürün ya da hizmetin alıcısının çoğalmasıyla,bir başka deyişle satılmasıyla ölçülür. Bu da gerçek bir satıcı gibi düşünmeyi ve ona göre hareket etmeyi gerektirir.Medya, reklamın yapılması için bir yere ihtiyaç duyulan alanı sağlar.Tv, radyo, internet, basılı mecralar, "outdoor" denilen açıkhava panoları ve diğer ilan yerleri medya kapsamı içinde bulunur. Ayrıca firmalar bazı reklam kampanyalarında Growth Stage denilen üretilen mal ve satışların arttığı dönemleri de belirterek; stratejik yönden ticari ve ikna etkenlerine de gözle görülür biçimde verimli hale getirir. Reklam için önemli beş terimin İngilizce adlarının baş harfleridir.Bu terimler; Reklam bütçesini belirlemede, işverenin reklam giderlerini kısıtlamaması gerekir. Reklam bütçesi belirlemede aşağıdaki yöntemler kullanılmaktadır; İnternet geliştirildiğinden bugüne kadar çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Günümüzde reklam amaçlı kullanımı oldukça yaygın bir hal almıştır. İnterneti reklam amaçlı kullanma yöntemleri şunlardır; SAP SAP SE, merkezi Walldorf, Almanya'da bulunan, Avrupa'nın en büyük yazılım şirketidir. SAP, 1972 yılında beş eski IBM çalışanı tarafından Systemanalyse und Programmentwicklung ("Systems Analysis and Program Development") adı altında Mannheim, Almanya'da kurulmuştur. 120den fazla ülkede aktif olan SAP, şirket yazılım uygulamaları çeşitli büyüklükte firmalara sunmaktadır. Şirketin en iyi bilinen ürünleri SAP ERP (Enterprise Resources Planning) ve SAP Business Objects yazılımı. Şirketin kurucuları (Dietmar Hopp, Hans-Werner Hector, Hasso Plattner, Klaus Tschira and Claus Wellenreuther) şirketi ilk kurduklarında Imperial Kimyasal Endüstrileri (ICI) SAP’nin ilk müşterisi idi. Firmanın ismi Systeme, Anwendungen und Produkte in der Datenverarbeitung (Sistem, uygulama ve veri işlemleri) daha sonra da 2005 SAP AG (Anonim Şirketi) olarak değiştirilmiştir. 1988 senesinde şirket SAP GmbH olarak halka açılıp senetleri Frankfurt ve Stuttgart borsalarında yer almaya başlamıştır. 1995 senesinde, SAP Alman borsa endeksi olan DAX’a ve 22 Eylül 2003 senesinde ise Dow Jones STOXX 50 listesine eklenmiştir. Türkiye’nin en büyük 500 şirketi arasında yer alan 200’ü aşkın şirkete hizmet veren SAP, 2001 yılının Temmuz ayında Türkiye’deki ofisinin kuruluşunu tamamladı. Günümüzde SAP, Fortune 500 ş
irketlerinin en az yarısı tarafından kullanılan çözümleri, Türkiye’deki şirketlerle de paylaşmaktadır. Değer yaratabilmenin yolunun İnternet üzerinde işbirliğine, uyum ve erişime yönelik bir çaba ortaya koymaktan geçtiği günümüz e-iş dünyasında, SAP Türkiye konusunda uzman firmalarla kurduğu güçlü çözüm ortaklığı yapısıyla büyük projelere imza atmıştır. Sadece yazılım sistemleri hizmeti vermekle kalmayıp, şirketlerin bu çözümlerden en verimli şekilde faydalanmalarını sağlayacak eğitim hizmetini de yaptığı işbirliğiyle sürekli hale getirmiştir. Türkiye’de 15 bin kullanıcısı bulunan SAP, iş analizi ve sistem teknoloji danışmanlığı, yerelleştime, Türkçeleştirme, uygulama desteği ve sistem uyarlama hizmetlerini de sunmaktadır. SAP Türkiye’nin yaklaşık bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede ortaya koyduğu yüksek performansı çözüm ortaklarıyla kurduğu uyumlu işbirliğini gözlemleyerek değerlendiren SAP AG, 2003 yılında SAP Türkiye’yi tüm dünyadaki SAP şubeleri arasında “En Başarılı Start up” seçerek ödüllendirdi. 1973 yılında SAP R/1 ve 1979 yılında SAP R/2 yi piyasaya sürdü. Ancak SAP’nin büyümesi 1985 yılından itibaren başlamıştır, bu teknolojik ilerlemedeki en büyük etken şirketin kurucuları veya çalışanlarından değil, Chico State adlı bir eğitim kurum ile yapılan bir ortaklıktan doğmuştur. 1985 yılında SAP R/2 ‘nin piyasaya çıkışından 6 sene sonra, SAP’nin ilerlemek adına büyük planları vardı ama ERP sistemlerini geliştirme kaynakları sınırlıydı. Aynı zamanda California Devlet Üniversitesi Chico’da okuyan bir öğrenci tarafından üniversitenin profesörlere ‘değerlendirme’leri için önerilen SAP program, profesörler tarafından incelendikten sonra ‘değerlendirme’den ‘geliştirme’ye geçilmiş ve projede çalışan profesörlere ortaklık teklif edilmiştir. Chico State uzun bir sure SAP’nin ortaklık yaptığı tek eğitim enstitüsü olarak kalmış, SAP R/2 sistemini geliştirip yeni eklentiler de katarak SAP R/3 sisteminin temelleri atılmıştır. 1992 ve 1995 seneleri arasında SAP ve Chico State R/3 ‘ün çeşitli sürümlerini geliştirmiştir. 1990ların ortasında SAP o dönemin eğilimleri olan Anabilgisayar işletiminden (Mainframe computing) işlemçi/sunucu mimarisine (client/server architectures) geçilmiştir. SAP’nin mySAP.com geliştirdiği internet izlemi sayesinde iş sürecine internet ile bütünleştirilmesi açısından yeni bir bakış getirmiştir. SAP Industry Week dergisi tarafından 1999’un en iyi yönetilen firması ödülüne layık görülmüştür. 1997 yılından itibaren SAP’nin, MIT (Massachusetts Institute of Techonology) dahil 25 in üzerinde eğitim enstitüsü ile ortaklıkları bulunmaktadır. SAP Dünyanın en büyük iş yazılımları ve ciro bakımından en büyük 4. yazılım fırmasıdır. 4 farklı coğrafik alanda yer almaktadır: EMEA (Avrupa, Orta Doğu, Afrika), AMERICA (Amerika ve Kanada), LAC (Latin Amerika ve Karayipler), ve APJ (Asya Pasifik ve Japonya). Ayrıca SAP’nin 115in üzerinde bağlı ortaklık yaptığı firma ve Almanya, Brezilya, Türkiye, Kanada, Çin, Macaristan, Hindistan, İsrail, Bulgaristan ve Kuzey Amerika’da R&D (Araştırma ve Geliştirme tesisleri) bulunmaktadır. SAP’nin odaklandığı 6 sektör bulunmakta; proses endüstrisi, diskrit endüstrileri, tüketici endüstrileri, servis endüstrileri, finansal endüstrileri, ve kamusal endüstriler. Büyük firmalar için 25’in üzerinde endüstriel çözüm paketleri, orta ve küçük ölçekli firmalar için 550’nin üzerinde mikro-dikey çözümleri bulunmaktadır. Tüm SAP teknolojilerinde desteklenen, SAP E-SOA, müşteri sertifikası-temelli tek kimlik doğrulama metodu (Kullanıcı Adı/Şifre’nin yanı sıra) ve tek Single Sign-On metodudur. Kerberos ve bağlantı biletli sistemler SAP mimarisinde kullanılamaz. SAP’nin partnerleri arasında Global Services Partners, Global Software Partners ve Global Teknoloji Partnerleri bulunmaktadır. Global Services Partnerleri içinde farklı sektörlerde hizmet veren uluslararası danışmanlık firmaları, Global Software Partners’ın içinde SAP Business Suite çözümlerini sistemlerine entegre etmiş yazılım firmaları ve Global Teknoloji Partnerleri’de SAP teknolojilerini destekleyen donanımlar (Database, Depolama Sistemleri, Bilgisayar Ağları, Mobil İşlem Sistemleri) alanında uzmanlaşmaktadır. Orta ve küçük ölçekli firmaların SAP çözümleri Global Partner Network tarafından hazırlanmaktadır. 2008 yılında SAP, HCL Teknolojileri firması (4.9 milyar dolar değerinde bir teknoloji servis firması) ile Global Service partnerliği anlaşması imzalamıştır. Gartner’a göre “SAP PartnerEdge, orta ve küçük ölçekli firmalarda kanal gelişimine yeni bir standart getiriyor” SAP’nin içindeki fonksiyonel bölümler çeşitli organizasyonlar arasında Araştırma&Geliştirme, iş sahası aktiviteleri ve müşteri desteği olarak paylaştırılmıştır. SAP Labs genelde ürün geliştirme alanında uzmanlaşırken, iş sahası aktiviteleri bölümü SAP’nin aktif olduğu her ülke içinde bulunmaktadır. İş Sahası aktiviteleri olarak; Satış, Pazarlama, Danışmanlık vs. sayılabilir. SAP AG’nin bulunduğu ana ofis genel yönetim ve yeni ürün geliştirmeye yönelik temel mühendislik aktiviteleri alanında uzmanlaşır. SAP müşteri desteği, Active Global Support, global bir organizasyon olup SAP’nin dünyanın her yerindeki müşterilerine hizmet vermektedir. SAP Labs, SAP’nin araştırma ve geliştirmelerinin gerçekleştiği ana firmaya bağlı bir kurumdur. SAP’nin geliştirme organizasyonları dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Çoğu SAP Labs bölgeleri SAP araştırma bölgeleri olarak da faaliyet göstermektedir. SAP labrotuarlarının en önde gelenleri Avrupa (SAP Lab-Bulgaristan),Sao Leopoldo Brezilya, Palo Alto Amerika, Bangalore ve Gurgaon Hindistan, Ra’anana ve Karmiel İsrail, Montreal ve Vancouver Kanada ve Şangay China. SAP genel merkezi olan Walldorf’tan sonra personel sayısı olarak en büyük SAP labratuarları Hindistan’da bulunmaktadır. Her bir SAP Labs’in belirgin bir uzmanlık ve odaklandığı alanları vardır. Mesela, SAP Labs Bulgaristan Java bazlı SAP yazılımı geliştirme konusunda uzmanlaşmıştır. SAP Labs Amerika’nın uzmanlaştığı alanda yeni metodları icat etmek ve araştırma olarak belirlenmiştir. SAP 2009 Haziran ayında Latin Amerika’nın ilk ve SAP’nin sekizinci SAP Labs Merkezini Brezilya'da açmıştır. Açılan yeni tesis Sao Leopoldo’da bulunup 375 çalışanı bulunmaktadır. Binanın en dikkat çeken yönleri, binanın yapısı ve iç tasarımıdır. Kullanılan bütün materyallerin çevre dostu olduğunu belirten Erwin Rezelman (SAP Labs Latin Amerika Directörü), amaçlarının sadece yeşil bir bina (green house) olmadığını aynı zamanda keyifli bir çalışma alanı yaratılmak istendiğini belirtmiştir. SAP bu yapılan bina sayesinde Enerji ve Çevresel Dizayn Alanında Liderlik (Leadership in Energy and Environmental Design) Altın Sertificası Ödülüne layik görülmüştür. Kullanıcı grupları bağımsız, kar amacı gütmeyen SAP kullanıcıları olan kuruluşlar ve SAP ekosisteminde bulunan partnerlar tarafından, SAP kullanıcılarına destek ve yeni SAP ürünlerinin gelişiminde tavsiyelerde bulunmalarına ve interaktif bir biçimde iletişim sağlayan bir kullanıcı topluluk grubudur. Üyelerinde katkılarıyla SAP kullanıcılarının programlarını daha verimli bir şekilde kullanmalarını ve ileride çıkacak olan yeni SAP ürünlerinde görmek istedikleri yenilikleri iletebilecekleri olan bu topluluk bölge bazında ayrılmıştır, mesela; Amerika SAP Kullanıcı Grupları (ASUG), Almanca olan SAP Kullanıcı Grupları (DSAG), SAP Avustralya (SAUG) ve SAP İngiltere ve İrlanda. SAPPHIRE SAP’nin prömiyer konferansı olup SAP’nin büyük ürün değişikliklerinin ve stratejik yönünün müşteriye açıklandığı konferanslardır. Bu konferans genellikle ilkbahar aylarında hem SAP Avrupa’da hem de SAP Amerika’da gerçekleşmektedir. SAP TechEd ise sonbahar aylarında gerçekleşip, hedef izleyici kitlesi ekosistem danışmanları ve yazılım geliştirme partnerleri olan bir konferansdır. On beşincisi düzenlenen SAP Forum 2010, 15 Ekim 2010 Cuma günü Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda 16 paralel salonda 28 firmanın yaptığı 112 sunumla tamamlandı. SAP Forum 2010’a farklı sektörlerden yüzlerce firmadan yaklaşık 5 bin kişi katıldı. SAP Genel Müdürü Cem Yeker yaptığı sunumda geçtiğimiz yılın SAP ve Türkiye açısından portresini çizdi. Aynı zamanda SAP olarak öngörülen, gelecek dönemlerde dünyaya ve Türkiye’ye damgasını vuracak teknolojik trendler konusunda ipuçları verdi. Cem Yeker ardından sunum yapan Robert Kaplan ise strateji yönetimi ile ilgili yaklaşımlarını paylaştı. Altı fazdan oluşan yönetim sistemi konusunda birikim ve görüşlerini paylaşan Kaplan, iş dünyasında ayakta kalmak isteyen şirketlerin izlemesi gereken yol haritası çizdi. Avanos Avanos, Nevşehir İline bağlı bir ilçedir. Nevşehir'in 18 km kuzeyinde olan yerleşiminin, Antik Devirdeki adı "Venessa", "Zuwinasa" ya da "Ouenasa"dır. Çok sayıda çanak çömlek atölyesi bulunan ilçede seramik yapım geleneği Hititlerden beri süregelmektedir.Merkez bucağına bağlı 3, Özkonak bucağına bağlı 10 ve Topaklı bucağına bağlı 5 köyü vardır. 1926'da da dilbilimci Emile Forrer, Boğazköy Hitit Kraliyet Arşivler'inde yaptığı araştırmalar sırasında bir tablette "Zuwinasa" şehrinin adını okudu "Nenessa" ve "Zu-Winasa", Nicole Thierry'nin çalışmalarına göre, Venassa ve Avanos'a dönüşmüştür. Osmanlı belgelerinde Avanos, "Enes" ve "Evenez" olarak geçer. Avanos yakınlarında, Kızılırmak'ın hemen kenarındaki bir Roma mezarlığında ele geçen mermerden lahit, merkez Kapadokya bölgesi'nde bugüne kadar ele geçen tek lahit olması açısından ilginçtir. Lahit, 1971 yılında tesadüfen ortaya çıkmış. Avanos'un Sarılar kasabası yakınlarındaki Prof. Gökberk'in başkanlığındaki Zank Höyük'te yapılan arkeolojik kazılarda Eski Tunç Çağı'ndan Geç Roma Dönemi'ne kadar değişik kültürlere ait kalıntılar açığa çıkarılmıştır. Avanos'ta 13. yüzyıl Selçuklu Dönemi'ne tarihlenen Sarıhan kervansarayı ve Alaaddin Camii bulunmaktadır. 1954 yılına kadar Kırşehir iline bağlı idi, belediyesi 1884'te kurulmuştur. 1954'te Nevşehir ilinin kuruluşuna beraber ilçe olmuştur. Avanos'ta da Hititler'den beri çarkla çanak-çömlek yapıldığı bilinmektedir. B
u el sanatı kavimden kavime, babadan oğula geçerek günümüze kadar gelmiştir. Avanos'un dağlarından ve Kızılırmak'ın eski yataklarından yumuşak ve yağlı kil topraklar elenir ve iyice yoğurularak çamur haline getirilir. Çark adı verilen ve ayakla döndürülen tezgâh üzerindeki çamurun maharetle şekillendirilmesiyle istenilen çanak yapılmış olur. "İşlik" denilen atölyelerde üretilen çanaklar önce güneşte, daha sonra da gölgede kurutulduktan sonra, saman ve talaşla yakılan fırınlarda 800 dereceden başlayıp 1200 derece sıcaklık arasında özenle pişirilir. Türkiye'nin en uzun nehri Kızılırmak, Avanos yakınlarında suladığı tüflü, killi topraklar nedeniyle eski zamanlarda adına yakışır bir kızıllığa bürünüyor. Barajlar yaptıktan sonra bu özelliği genelde yokolmuştur. Yörede yemek kapları, su testileri, kışlık yiyecek saklamak için çömlekler ve küpler, su küpleri tanınan çanak ürünleridir... İlçede önemli uğraşlardan biri de bağcılıktır. Elde edilen üzümler sofralık olarak kullandığı gibi, mağaralarda, doğal depolarda şarap üretiminde kullanılır. Üzümlerin şeker oranı çok yüksektir. Bu nedenle Özellikle el yapımı şarapları Dünyanın her yerinden rağbet görmektedir. Şarap üretiminin yanı sıra bölge kurutmalık üzümleri, kayısı, elma kışlık besin maddeleri üretimi yapılır. Ayrıca ilçe ve köylerinde üzümden elde edilen şıra ile pekmez , köftür gibi geleneksel yiyecek maddeleri üretilir Avanos merkeze bağlı Ayhanlar köyünde patlıcan üretimi yaygındır. Avanos ile çevresindeki bölgenin taze sebze ürünleri ihtiyacının büyük bölümü bu köyden sağlanmaktadır.Ayrıca Kızılırmak nehrinde yapılan balıkçılıkta da yaygındır.Daha çok sazan balığı bulunmakla beraber yayın ,çapak,öksürük gibi balık türleri de mevcuttur. Zelve Avanos'a 5 km, Paşabağları'na 1 km uzaklıktaki Zelve, Aktepe'nin dik ve kuzey yamaçlarında kurulmuştur. Üç vadiden olaşan Zelve Ören Yeri, peribacalarının en yoğun olduğu yerdir. Vadideki peribacaları sivri uçlu ve geniş gövdelidir. Zelve, özellikle 9. ve 13. yüzyılda Hristiyanların önemli yerleşim ve dini merkezlerinden biri olmuş; aynı zamanda rahiplere ilk dini seminerler de bu yörede verilmiştir. Özkonak, Avanos Özkonak, Nevşehir ilinin Avanos ilçesine ilçesine bağlı bir kasabadır. Nevşehir iline uzaklığı 35 km, Avanos ilçesine uzaklığı ise 17 km'dir. Özkonak'ın yeraltı şehri, İdiş dağının kuzey yamaçlarına volkanik granit bünyeli tüf tabakalarının oldukça yoğun olduğu yere yapılmıştır. Geniş alanlara yayılmış olan galeriler birbirlerine tünellerle bağlanmıştır.Genelde yazlar kurak, kışlar soğuk geçer. Turizm konusunda Kapadokya bölgesinde olmasına rağmen çok az gelir elde etmektedir. Kaymaklı ve Derinkuyu yeraltı şehirlerinden farklı olarak katlar arası haberleşmeyi sağlayacak çok dar ve uzun delikler bulunmaktadır. Düzgün oyulmuş odaların girişleri kapatıldığında havalandırma da bu dar (5 cm) ve uzun deliklerle sağlanmıştır. Yine diğer yeraltı şehirlerinden farklı olarak sürgü taşından sonra, tünel üzerine (düşmana kızgın yağ dökmek maksadıyla) delikler oyulmuştur. Viswanathan Anand Viswanathan Anand (d. 11 Aralık 1969), Hint satranç büyükustası. Gelmiş geçmiş en iyi oyuncular arasında yer alır. Eski Dünya Satranç şampiyonudur. Anand, FIDE reyting listesinde 2.800 puan barajını geçen beş oyuncudan biridir. Vladimir Kramnik ile UEP maçı yapmıştır. 24 Nisan-11 Mayıs 2010 tarihleri arasında Sofya'da düzenlenen Dünya Satranç şampiyonluğu maçında Bulgar usta Veselin Topalov'u 6,5 ve 5,5 mağlup ederek dünya satranç şampiyonu unvanını korumuştur. Anand bu maçta iki, dört ve on ikinci partileri kazanmış, bir ve sekizinci partilerde ise mağlup olmuştur. FIDE Dünya Satranç Şampiyonası 2000'de kazanma yolunda beyaz piyonlarla oynayan Anand, Büyükusta Viktor Bologan'ı mağlup ediyor. Magnus Carlsen Sven Magnus Øen Carlsen (bilinen adıyla Magnus Carlsen) (d. 30 Kasım 1990), Norveçli satranç büyükustası. FIDE sıralamasında 1. sıradadır ve günümüzün satranç şampiyonudur. En yüksek FIDE ELO'su 2882'dir ve bu derece bir rekordur. Carlsen Popüler kültürde "Satrancın Mozart'ı"(The Mozart of Chess) olarak adlandırılır. Satranç dahisi Carlsen 2004 yılında (13,5 yaşındayken) büyükusta unvanını kazanmıştır ve bu onu tarihin en genç üçüncü büyük ustası yapmıştır. 1 Ocak 2010'da (19 yaş 32 gün) dünyanın en genç 1 numarası (FIDE listelerine göre) olmuştur. Ocak 2013 FIDE derece listesine göre, Carlsen 2861 ELO'ya ulaşmış ve tarihin en yüksek derecesini elde etmiştir. Kasım 2013'te Viswanathan Anand'ı yenmiş ve 2013 Dünya Şampiyonluk Maçını kazanmıştır, böylece Dünya Satranç Şampiyonu olmuş ve bununla kalmayıp Aralık 2014'te 2014 Dünya Satranç Şampiyonluk Maçında Anand'ı yenerek unvanını korumayı başarmıştır. Carlsen çocukluğundan beri saldırgan oyunculuğu ile tanınmış ve yaşı ilerledikçe daha evrensel bir oyuncu konumuna gelmiştir. Carlsen diğer yüksek dereceli satranç oyunculardan farklı olarak açılış hazırlıklarına önem vermemiştir, bu özelliği sayesinde açılışlara daha fazla önem veren rakiplerini şaşırtmıştır. Carlsen'in oyun pozisyonları hakkındaki ustalığı ve oyun sonu cesareti geçmiş dünya satranç şampiyonları José Raúl Capablanca, Vasily Smyslov ve Anatoly Karpov'unkilerle benzerlik göstermektedir. Carlsen, 2013 Dünya Satranç Şampiyonluk maçında 9 aralıktan 22 aralığa kadar Anand'la Chennai, Hindistan'da karşılaşmıştır. Carlsen maçı 6,5–3,5 (5,6 ve 9. maçları kazanmış; geri kalan maçlar berabere bitmiştir) kazanmıştır. Sonuç olarak Carlsen, yeni Dünya Satranç Şampiyonu olmuştur. Carlsen Aralık 2014 Dünya Şampiyonluk Maçı'nda, Adaylar Turnuvası'nı kazandığı için Anand'la tekrar karşılaşmıştır. Tekrarı yapılan maç Rusya, Sochi'de 7 Aralık'ta başlamış ve 23 Aralık'ta bitmiştir. 12 maçın 11'i yapıldıktan sonra, Carlsen seriye 6.5–4.5, üstünlüğünü koymuş ve kazanmayı garantilemiş, böylece 2014 Dünya Satranç Şampiyonu olarak unvanını korumuştur.. Carlsen Aralık 2016'da gerçekleştirilen 2016 FIDE Dünya Satranç Şampiyonası maçında, Mart 2016'da Moskova'da düzenlenen Adaylar Turnuvası'nı kazanan Sergey Karjakin'le karşılaşmıştır. Maç ABD, New York'ta 11 Kasım'da başlamış ve 30 Kasım'da bitmiştir. 12 maç sonunda 6-6 beraberlik nedeniyle eşitlik bozma oyunları yapılmış ve eşitlik bozma oyunlarında 2.5-1.5 skorluk üstünlüğü sayesinde Carlsen, doğum günü olan 30 Kasım'da 2016 Dünya Satranç Şampiyonu unvanını korumuştur.. Ocak 2006 FIDE listesinde, 15 yaşındayken (15 yaş 32 gün), 2625 ELO'ya ulaşmış, böylece 2600 ELO'yu geçen en genç oyuncu olmuştur. Haziran 2007 FIDE listesinde, 16 yaşındayken (16 yaş 213 gün), 2710 ELO'ya ulaşmış, böylece 2600 ELO'dan sonra 2700 ELO'yu da geçen en genç oyuncu olmuştur. 5 Eylül 2008'de ise Bilbao Grand Slam satranç şampiyonasının 4. turunda galip gelmiş, sadece 17 yaşındayken (17 yaş 280 gün) resmi olmayan ELO listesinin 1. sırasına oturmuştur. Carlsen'in 2009 Eylül-Ekim'de Nanjing Pearl turnuvasını kazanması FIDE ELO'sunu 2801'e yükseltmiş, 18 yaşındayken (18 yaş 336 gün), 2800 ELO'yu geçen en genç oyuncu olmuştur. Carlsen rekora koşuyor!. Carlsen'den önce, sadece Kasparov, Topalov, Kramnik, ve Anand 2800 ELO'yu geçmeyi başarmıştı. Tal Memorial turnuvasından sonra (Kasım 2009)resmi olmayan FIDE sıralamasında tekrar 1. sıraya oturmuş ve 2805 ELO ile kendi rekorunu kırmış, Veselin Topalov (Kasım 2009 resmi olmayan sıralamada 2.) ile farkını 7.6 ELO'ya çıkarmıştır. Ocak 2010 FIDE listesinde, Tal Memorial ve London Chess Classic turnuvalarında oynanan 16 maçı dahil eden liste, Carlsen'in ELO'sunu 2810'a taşımaya yetti. Yani Carlsen 2010'un başında, 19 yaşındayken (19 yaş 32 gün), dünyanın en genç resmi 1 numarası olmuş ve aynı zamanda 1971'de Bobby Fischer'in "Batı'dan gelen 1." unvanını almıştır. Bu konu hakkında Time gazetesinde de bir röportaj bulunmaktadır. Mart 2010 FIDE listesinde 2813 ELO ile kendini gösteren Carlsen, kendi rekorunu geliştirmiş oldu. Ocak 2013 FIDE listesinde ise Carlsen 2861 ELO'ya ulaşmul,sonuç olarak Garry Kasparov'un Haziran 1999'dan kalma 2851 ELO rekorunu devirmiştir. Sergey Karyakin Sergey Karyakin (Ukrayna dili: Сергій Карякін; Rusça: Сергей Карякин; d. 12 Ocak 1990, Akmescit) Ukraynalı satranççı. Küçük yaşta dünyanın en iyi oyuncuları arasına girmeyi başarmıştır. 12,7 yaşındayken büyük usta (grandmaster) olmuştur. Karjakin satrancı beş yaşındayken öğrenmeye başlamıştır. Kramatorsk'deki bir satranç kulübüne katılmış, Vladislav Borovikov tarafından eğitilmiştir. 11 yıl 11 aylıkken International Master (IM) olmuştur. 2002'de Moskova'daki bir turnuvada Bu Xiangzhi'yi yenerek 12,7 yaşında büyük usta olmuş ve en genç büyük usta rekorunu kırmıştır. Sergey Karyakin'den önce en genç büyük usta unvanını elde eden bazı oyuncular şunlardır: Karjakin, Mayıs 2014'te Galiya Kamalova ile evlenmiştir ve bir çocuğu bulunmaktadır. Daha öncesinde Ukraynalı kadın büyük ustası Kateryna Dolzhikova ile evlenmişti. 25 Temmuz 2009'da Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev'in kararnamesi ile Rus vatandaşlığını kabul etti. 2009'dan beri Rusya'da yaşamaktadır. Kızılırmak Kızılırmak Nehri Türkiye topraklarından doğarak yine, Türkiye topraklarından denize dökülen en uzun akarsudur. Uzunluğu 1.355 km’dir. Nehir taşımacılığı için kullanılmaz. Başlıca kolları Delice Irmağı, Devrez ve Gökırmak’tır. Nehir, İç Anadolu'nun en doğusundaki Sivas ili İmranlı ilçesinde Kızıldağ 'ın (3025 m) güney yamaçlarından yaklaşık 39,8° Kuzey 38,8° Doğu noktasından doğar, ilk önce batı ve güney batıya 38,7° Kuzey 34,8° Doğu ya kadar akar, daha sonra yay şeklinde biçimlenir. Hafik yakınlarında Koçdere'yi, Sivas'a yaklaşırken Akmescid Deresi ve Tecer Irmağı'nı alır. Sivas'ı geçtikten sonra Yıldız Irmağı nehre katılır. İlkin batıya, daha sonra kuzey doğudaki Tuz Gölü'nü geçerek kuzey batıya akar. Daha sonra kuzey ve kuzey doğuya yönelir. Burada Delice Irmağı ile noktasında, Kula köyü sınırlarında birleşir. Sonra zig zaglar çizerek kuzey batıya akar. 41.10° Doğu 34.42° Batı da Devrez Çayı ile birlikte akar. Kuzey doğuya doğru döner. Sonuçta Karadeniz'e 41.72° Kuzey 35.95° Doğu noktasında