article
stringlengths
7.34k
10k
lamet kabul edilen Tuğ kelimesi ile bağlantısı önemlidir. 11 (sayı) 11, bir sayı. Sodyumun element numarasıdır. Bir sayının 11 ile çarpımını bulmanın kolay bir yolu: sayıyı 10 ile çarpıp çıkan sonuca eklemektir. 15 x 11 = 165 kolay yoldan 15 x 10 = 150, 150 + 15 = 165 İki basamaklı çarpmalarda bir diğer kolay yöntem sayıların toplamını bu sayılar arasına yazmaktır. 15 x 11 = 1(1+5)5 = 165 Eğer ortaya yazılan sayı 10dan büyükse önceki basamağa elde olarak atarız. 67 x 11 = 6(6+7)7 = 6(13)7 = 737 Bir sayının 11e tam bölünüp bölünmediğini bulmanın kolay yolu şöyledir: Sayımız 297187 olsun. Hep bir atlayarak rakamları topluyoruz. 2+7+8=17. Şimdi kalan rakamları topluyoruz. 9+1+7=17. İki işlemde de sonuç 17 çıktı ve bu sayı 11e bölünmektedir. Sonuç eşit çıkmasaydı büyük çıkanı küçükten çıkardığımız zaman bu sayının 11e bölümünden kalanı bulmuş oluruz. 534817 sayısını inceleyelim. 5+4+1=10, ikinci işlem 3+8+7=18. Şimdi sonuçları birbirinden çıkarıyoruz: 18-10=8 Sayının 11e bölümünden kalan 8dir. 12 (sayı) 12 (on iki), 11 ile 13 arasında yer alan tamsayı. Bir düzineye eşittir. Magnezyumun element numarası da 12'dir. 13 (sayı) 13 sayısı özellikle Hıristiyanlık tarafından uğursuz olarak kabul edilmiştir. 13 sayısı, 12'den sonraki ve 14'ten önceki tek tam sayıdır. 13, aynı zamanda bir asal sayıdır. İskandinav mitlerinde geçen bir öyküye göre, düzenbaz tanrı Loki diğer 12 tanrının katıldığı bir şölene 13. olarak giderek eğlenceyi bozmuştur. Bu olay İskandinav halklarının en gözde tanrısı Balder'in ölümüyle sonuçlanan kavgaya yol açmıştır. Yunan mitolojiside tanrıların evi Olimpos Dağı'nda 12 tanrı oturur. Yunan mitolojisine en son katılan tanrı Dionysus için Hestia isimli tanrıça Olimpos'tan ayrılarak insanlar arasında yaşamaya başlar. Böylece, Olimpos'taki tanrı sayısı kötü kabul edilen 13'e ulaşmaz. Hristiyanlıkta 13 sayısının uğursuzluğu ile ilgili birçok teori ortaya atılmıştır. bunlardan birine göre, İsa'nın Son Yemek olarak bilinen ve Roma tarafından tutuklanmadan önce havarileri ile son kez bir araya geldiği yemekte masada 13 kişi vardır. Masadaki 13. kişi olan Yahuda onu ele verir. Bir başka teoriye göre, İstanbul'un Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedildiği 1453 yılının rakamlarının toplamı 13'tür. Bazı kimseler 13 kişiyle birlikte aynı masaya oturtmaktan kaçınır; birçok otelin 13 sayısını taşıyan odası ve 13. katı yoktur. Çoğu zaman yaşanan tesadüfler de 13 sayısının uğursuzluğuna yorulur. NASA'nın insanlı ay yolculuğunun 7. uçuşu olan Apollo 13 projesinin başarısızlığına neden olarak isminde geçen 13 sayısı gösterilmektedir. 13 sayısı bazı ülkelerde (Örneğin İtalya şanslı olarak görülmektedir. İtalya'da uğursuz olarak görülen numara 17'dir. 90377 Sedna Sedna, Neptün ötesi cisimler'den biri. Michael E. Brown (Caltech), Chad Trujillo (Gemini Observatory) ve David Rabinowitz (Yale Üniversitesi) tarafından 14 Kasım 2003'te bulunmuştur. Sedna, aşağı yukarı Plüton'un 3'te 2'si kadardır ve kuramsal olarak yerçekimiyle kendi kendini yuvarlayabilecek büyüklüktedir. Bu nedenlerle cüce gezegen kategorisine girebilir. Uluslararası Gökbilim Birliği tarafından cüce gezegen olarak sınıflandırılması önerilmiş, ancak detaylı incelemesi tamamlanmadığı için henüz bu sınıfa dahil edilmemiştir. 2005 yılında gene Sedna 10. gezegen olması için aday gösterilmiş fakat hakkında yeterli bilgi olmadığı ve yörüngesinin dışmerkezliğinin çok fazla olması nedenleri ile geri çevrilmiştir. Sedna'nın dış yüzeyi karbon ve buzdan oluştuğu, ayrıca yüzey sıcaklığının -240 °C derece olduğu varsayılmaktadır. Güneşe en uzak olduğu noktada Güneş'ten uzaklığı Dünya'nın 990 katıdır. Sedna'nın ince uzun elips şeklindeki yörüngesini yaklaşık 12,000 yılda tamamlaması, güneşe en yakın mesafenin 76 AU ve en uzak mesafenin 960 AU olması, kökeni konusunda daha çok spekülasyonalara yol açar. İkincil Gezegen Merkezi Sedna'yı Neptün'ün yerçekimsel etkisinden dolayı oldukça uzağa itilerek yörüngelere oturmuş objelerin oluşturduğu dağınık diske yerleştirmişlerdi. Hâlbuki bu tanımlama tartışmaya açıktır; çünkü Sedna hiçbir zaman Neptün'e yeteri kadar yaklaşmayacağı için böyle olamaz. Bu nedenle bazı astronomlar Sedna'nın iç Oort bulutunun ilk bilinen üyesi olduğu sonucuna varır. Bazıları ise geçen bir yıldızın Sedna'yı şimdiki yörüngesine çektiğini ya da Sedna'nın başka bir yıldız sisteminden alınmış olabileceğini söyler. Başka bir hipoteze göre Sedna'nın bu özel yörüngesi, Neptün'ün ötesinde büyük bir gezegenin varlığına işaret olabilir. Sedna'nın ve diğer cüce gezegenler olan Eris, Haumea ve Makemake'nin kaşiflerinden astronom Mike Brown Sedna için, Neptün ötesi nesneler içinde bilimsel olarak en önemli keşif olduğuna; çünkü böyle kendine özgü bir yörüngeyi anlayabilmenin, gezegenin kökeni ve Güneş Sistemi'nin erken dönem evrimi konusunda değerli bilgiler sağlayabileceğine inanıyor. Emiliano Zapata Emiliano Zapata (tam adı: Emiliano Zapata Salazar, 8 Ağustos 1879 Anenecuilco, Morales, Meksika – 10 Nisan 1919 Meksiko), 1910'da başlayan Meksika Devrimi´nin lideridir. Gabriel Zapata ve Cleofas Salazar'ın on çocuğundan dokuzuncusu olarak, Anenecuicil köyünde dünyaya geldi. 17 yaşına geldiğinde babasını kaybetti ve ailesine bakmak zorunda kaldı. Bu sıralarda Meksika Porfirio Diaz tarafından diktatörlükle yönetilmekteydi. Zapata'nın ailesi, Anenecuilco köyündeki pek çok aile gibi varlıklı olmamasına ve her an büyük bir yoksullukla karşı karşıya kalma tehlikelerine rağmen, diktatörlük yönetimine boyun eğmeyerek topraklarını korumaya devam etti. Zapata, gösterişli ve zengin görünümü ile her ne kadar toprak sahiplerine yakın bir izlenim uyandırsa da, köyünde saygı duyulan ve hayranlık beslenen biri haline geldi. Bu durum onu, otuz yaşına geldiğinde yaşadığı köyün koruma komitesinin lideri yaptı. Bu göreve gelişinden bir yıl sonra da Meksika devrimi gerçekleşti. Zaman içinde yaşadığı köyün lideri olmaya başlayan Zapata, çiftçilerin hakları için mücadele vermeye başladı. Barışçıl yollarla toprakları köylülere yeniden paylaştırmak istedi fakat bu konuyla ilgili yıllar süren çabalarının yanıtsız kalması üzerine, mücadelesini silahlanarak sürdürmeye karar verdi. 1910 yılına gelindiğinde diktatör Porfirio Diaz iktidarı, Francisco I. Madero'nun adaylığıyla tehdit edilmeye başladı. Zapata, ülkedeki düzenin değişmesi için gerçek bir fırsat olarak görülen Modero ile gizli bir ittifak kurdu. Bu yıllarda ülkedeki huzursuzluk gerilla gruplarının kurulmasını tetikleyecek noktaya geldi. Zapata da Morelos'ta kurduğu Ejército Libertador del Sur" un komutanlığını üstlendi. Mayıs 1911'de, Pancho Villa ve isyancı köylülerin desteği ile Diaz yönetimi yıkıldı. Francisco I. Madero'nun yönetiminde bazı yeni toprak reformları yapıldı ancak bu reformlar ve icraatlar Zapata'yı tatmin etmedi. İkili arasındaki ittifak 1911 yılında tamamen sona erdi. Bu ittifakın bitmesiyle Zapata, Meksika'nın en radikal reform planı olan "Plan de Ayala"yı yaptığı güneybatı Puebla'daki dağlara yerleşti. Oaxacalı bir anarşist olan Ricardo Flores Magon'dan etkilenen Zapata, ilk kez "toprak ve özgürlük" sloganını dile getirdi ancak, Zapata'yı anarşizm ile, daha sonra kurduğu ordunun komutanlarından biri olan, Otilio Montano Sanchez adlı bir öğretmen tanıştırdı. Zapata daha sonra "Zapatista"ları Madero'ya karşı olan devrimci bir grup olarak ilan etti. Kurduğu özgürlük ordusunu harekete geçiren Zapata, eski bir Madero yanlısı olan Pascual Orozco ve Amerika sınırı yakınlarında yaşayan Emiliano Vazquez Gomez ile bir ittifak kurdu. Sınıra yakın yaşayan Gomez sayesinde ordusunun silah ihtiyacını karşılayabildi. Durumu öğrenen Madero, Zapata'yı silahsızlanması konusunda uyardı ancak Zapata insanların haklarının hemen verilmemesi durumunda silahlı mücadeleyi sürdüreceğini söyledi. Daha sonra Madero tarafından görevlendirilen pek çok komutanın ikna çabaları da yetersiz kaldı. 1913 yılında Madero'nun Victoriano Huerta tarafından öldürülmesiyle, Zapata'nın ordusuna olan destek daha da arttı ve kuzeyde Pancho Villa'nın önderliğindeki Villistas grubunun kurulmasına yol açtı. Huerta hapisanedeyken bir Zapatista'nın anlattığı Zapata'nın büyük devrim planına hararetle karşı çıktı. Huerta'nın bu yaklaşımı daha sonra, Venustiano Carranza adındaki meşrutiyetçi bir lider tarafından bertaraf edildi. Bunun ardından da yeni yönetimi belirlemek için bir kongre toplandı. Zapata, katılımcıların hiçbiri seçilerek gelmediği için bu kongreye katılmayı reddetti, ancak incelenmesi ve değerlendirilmesi için "Plan de Ayala" kongreye gönderildi. Daha sonra kendisini başkan ilan eden Carranza, Zapata'nın başına koyduğu ödülle, Zapatista'ları kendi içinde bölmeye çalıştı. Bu planlarıyla Zapata'yı alt edemeyen Carranza, Zapata'yı uzlaşmak için çağırdığı görüşmede kurduğu pusuyla 10 Nisan 1919'da öldürdü. Zapata'nın ölümünden sonra yavaş yavaş dağılmaya başlayan Zapatista'ların birçoğu, daha sonra orduda ve yönetimde yer aldılar. Zapata, ölümünden sonra da, ülkesinin en önemli halk kahramanı olarak anılmaya devam etti. Zapata'nın planladığı devrimin ilk kıvılcımlarının parladığı Chiapas'ta, birçok cadde, sokak ve ilçe adı Emiliano Zapata olarak değiştirildi. Asıl amacı yoksul köylüler için toprak elde etmekti. Reformcu lider Francisco Madero toprak dağıtana kadar Zapata silahlarını bırakmadı. 1911'de, Madero´nun yavaş ilerleyen reformlarını beğenmeyen Zapata, “Plan de Ayala” denen acil bir toprak reformu belgesi yayınladı. 1913 yılında Madero'yu deviren Victoriano Huerta'nın otoritesini tanımayan Zapata, 1914'te Pancho Villa ile beraber Meksika'yı işgal etti. 10 Nisan 1919'da Venustiano Carranza tarafından öldürüldü. Element simgesi Element simgesi, her elemente ait bir ya da iki harften oluşan simgelerin, uluslararası geçerliliği vardır. Çok az sayıda elementin bilindiği zamanlarda, elementler, Plato'nun Antik Yunanların kullandığı toprak-hava-su ve ateş sembollerinden yaptığı uyarlamalarla simgeleniyordu. Daha sonra yeni elementler keşfedildikçe, tüm elementlerin eninde sonunda "altın"a dönüşec
eği düşüncesinden yola çıkan simyacılar tarafından, güneş (altın) merkezli sistemdeki her gezegenin adı, bir elemente verildi. O dönemde bilinen elementlerin bazılarının "simya" sembolleri kullanılıyordu. Atom kuramıyla tanıdığı John Dalton, elementlerin simgelenmesi konusunda, çemberlerden oluşan sembollerin kullanılmasını önerdi. En sonunda, 1813 yılında, Jon Jakob Berzelius isimli araştırmacı, elementlerin adları temel alınarak simgelenmesi fikrini ortaya attı. Hâlâ kullanılmakta olan bu yönteme göre: Kimyasal maddelerin atom numarasına göre listesi Włodzimierz Cimoszewicz Włodzimierz Cimoszewicz (d. 13 Eylül 1950, Varşova), Polonyalı siyasetçi. Eski Polonya Başbakanı (1996-1997), Dışişleri Bakanı (2001-2005) ve Sejm Mareşali (2005). 1971-1990 yılları arasında komünist Polonya Birleşik İşçi Partisi'nin üyesiydi. Varşova Üniversitesi'nin Hukuk Bölümü’nde okudu. Daha sonra köyde kendi çiftliğinde çalıştı. Sonra, eski komünist Demokratik Sol Birliği'ne (SLD) bağlı olarak 1990 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçiminde %9,21 oy aldı. SLD'nin 1993 yılında genel parlamento seçimlerinde başında bulunurken, yeni hükümette Adalet Bakanı oldu, 1996-1997 yılları arasında da Başbakanı olarak kendi hükümetini kurdu. 1997 genel seçimlerinde merkez-sağ koalisyonuna yenildi. SLD 2001 yılında iktidar olunca, dışişleri bakanı olarak görev aldı. 2005 yılının başında da Sejm Mareşali seçildi. Gülay Pınarbaşı Gülay Pınarbaşı, (d. 1969, Karaman) Türk sinema oyuncusu. İlk ve orta dereceli eğitimini Konya’da tamamladıktan sonra, Ankara Gazi Yüksek Hemşirelik Okulu'nu kazandı. 1989 yılında mankenliğe başlayıp, bir yıl sonra, 1990’da, “Miss Globe Türkiye Güzeli” seçildi. Bundan sonraki dönemde birçok televizyon dizisinde ve filmde rol aldı. “Ölümsüz Diriliş” ve “Kelebekler Sonsuza Uçar” gibi dini ağırlıklı filmlerde başrol oynadı. 1991-1993 yılları arasında Aktüel Kreasyon isimli dergide Moda Editörlüğü ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü yaptı. 1993 yılının Nisan ayında mankenliği bıraktı. Pınarbaşı, "İslami yaşam tarzını seçtim" dedi, örtündü, Refah Partisi'nin kongrelerine katıldı ve Harun Yahya cemaatinde bulundu. 1993 da Vakit gazetesine köşe yazıları hazırlamaya başladı. 1994 Şubat’ında Refah Partisi’ne katıldı. Çalışmalarını halen sürdürmekte olan Pınarbaşı’nın Milli Gazete’de ve Mektup, Genç Birikim, Anadolu Gençlik gibi dergilerde düzenli olarak makaleleri yayımlanmaktadır. Bağıl atom kütlesi Bağıl atom kütlesi, bir elementin, atom kütle birimi (atomic mass units "amu") cinsinden ortalama kütlesini belirtir. Bu rakam, sıklıkla elementin izotoplarının da ortalama kütlesini belirttiği için, ondalıklı bir sayıdır. Bir elementin bağıl atom kütlesinden atom numarasının (proton sayısının) çıkarılmasıyla, o elementin nötron sayısı bulunabilir. Dimitri Mendeleyev Dimitri İvanoviç Mendeleyev (: Дми́трий Ива́нович Менделе́ев - Dmitriy İvanoviç Mendeleyev,Tural Omarov), (8 Şubat 1834, Tobolsk – 2 Şubat 1907, Leningrad (Sankt Petersburg)), Rus kimyager ve mucittir. Periyodik tabloyu sıralamak için Periyodik Kanun'u bulmuş, bunun sayesinde o zamana kadar bulunmuş olan bazı elementlerin özelliklerini düzeltmiş, henüz bulunmamış 8 elementin özelliklerini de tahmin etmiştir. Ailesinin 17 çocuğundan en küçüğü olan Mendeleyev'in büyük babası Sibirya'nın ilk gazetesini çıkarıyordu; babası ise bir lise müdürüydü. Mendeleyev, ilköğrenimini sürgünde yaptı; babası ölünce annesi ona daha iyi öğrenim koşulları sağlamak amacıyla batıya göçtü. Mendeleyev, St. Petersburg (Leningrad) Üniversitesi'nde kendini tanıttı ve doktorasını ilginç bir konu olan "alkol ve suyun birleşmesi" tezi üzerinde yaptı. Fransa ve Almanya'daki incelemeleri, ona, 1858 Karlsruhe Kimya Konferansına katılma olanağını sağladı. Bu konferansta Avogadro Hipotezi üzerinde ateşli tartışmalar yapılmıştı. Daha sonra, ilk petrol kuyusunu görmek için Pennsylvania'daki petrol bölgelerini gezdi. Rusya'ya döndükten sonra yeni bir ticari damıtma yöntemi geliştirdi. Daha 32 yaşında iken Sankt-Peterburg Üniversitesi'nde kimya profesörü oldu. Düzenlilikleri araştırmak için, elementleri özeliklerine göre sıraladı. Böylece kimyacıların "sessiz bilgisayarı" olan Periyodik cetveli elde etti. Bu cetvelden yola çıkarak o zaman henüz bilinmeyen bazı elementlerin bulunacağını ve onların bazı özelliklerini öngördü. Varlığını bildirdiği elementlerden bazıları birkaç yıl sonra bulununca periyodik tablonun önemi anlaşıldı ve Mendeleyev, büyük bir bilgin olarak tanındı. Periyodik tablo, Mendeleyev'in yorumculuğu ve kaşifliğinin bir ürünüdür. Mendeleyev'in çalışmaları 25 büyük kitaptan oluşur. O'nun izomorfizm hakkındaki bilgileri organize etmesi, jeokimyanın gelişmesini sağlamıştır. Ayrıca, kritik kaynama noktasını bulup, çözeltilerin hidrat teorisini geliştirmesi onun büyük bir fizikokimyacı olarak anılmasına sebep olmuştur. Mendeleyev, 70 kadar akademi ve ilim topluluğunun üyesi idi. Kendi deyimiyle onun birinci hizmeti ilmi araştırmaları, ikincisi ise öğretmenlikti. Mendeleyev toplumsal konularla da ilgiliydi. Hükümetin işlerine karışmaması için, verilen emri dinlemektense profesörlükten istifa etmeyi uygun buldu. Liberal düşünceleri destekliyor, saçlarını kestirmeyi reddediyor ve Çar'ın isteklerine karşı koyuyordu. Buna karşın "Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu" müdürlüğüne atandı. Mendeleyev, ilk periyodik cetveli bastırdığı zaman henüz 63 element biliniyordu. Ölümünden bir yıl sonra bilinen element sayısı 86'ya çıkmıştı. Bu hızlı artış, kimyanın en önemli genellemesi olan periyodik cetvel yoluyla sağlanmıştır. 1955 yılında Glenn Seaborg başkanlığındaki Amerikalı fizikçiler tarafından sentezlenen 101 atom numaralı elemente, Dimitri Mendeleyev onuruna "mendelevyum" adı verilmiştir. Bandırma Bandırma, (Yunanca: Πάνορμος, "Panormos") Marmara Denizi kıyısında, Balıkesir iline bağlı bir sahil ilçesidir. 150 bine yaklaşan nüfusa sahip olup gelişmişlik bakımından Türkiye'nin önde gelen ilçelerindendir. Ayrıca Altıeylül ve Karesi sonra Balıkesir'in üçüncü büyük ilçesidir. Son yıllarda hızla gelişen Bandırma, aynı zamanda Türkiye'nin en büyük limanlarından birine de sahip olan bir ilçedir. Bandırma limanına her gün düzenli olarak İstanbul'dan Feribot seferleri yapılmaktadır. Bandırma, 1. derece deprem kuşağındadır. Bandırma'da, körfezin içine giren bir fay hattı bulunmaktadır. Ayrıca her sene büyük yoğunluk ile turistlere ev sahipliği yapmaktadır. 1992 yılında ise Marmara bölgesinin en çok turist alan ilçesi seçilmiştir. 2014 yılı resmi nüfusu 143 bin olarak belirlenmiştir, gayri resmi nüfusu ise 200 bine yaklaştığı tahmin edilmektedir. Bandırma toprakları kıyı bölgesinde oldukça düzdür. Hafif engebelerle kesilen bu düzlükler güneye doğru yükselir. Bandırma topraklarından doğan Kocaavşa Deresi, Kuş Gölü'ne dökülür. Çanakkale ilinden doğan Gönen çayı, ilçenin kuzeyinden geçer ve Kapıdağ Yarımadası'nın batısından Marmara Denizi'ne dökülür. Bandırma'nın güneyinde Kuş Cenneti adıyla da bilinen Manyas Gölü vardır. Bu gölün bulunduğu 24.047 hektarlık alan 1959 yılında Kuş Cenneti Millî Parkı adıyla ulusal park ilan edilmiştir. Evliya Çelebi bu göl için ""O kadar derin değil, suyu ab-ı hayata benzer. İçinde alabalık, turna balığı, çeşit çeşit nefis balık avlanır. Devlete vergi ödeyen avcıları vardır. Öyle herkes zevk için ve ticaret için balık avlayamaz. Kışın bu göl, kaz, ördek, kuğu, karabatak, yeşilbaş, martı, saka kuşu ve diğer güzel kuşlarla dolar."" demiştir. Parkta dönemlere göre 239 kuş türü bulunmaktadır. Bu park 1998 yılında Ramsar Sözleşmesi kapsamına alınmıştır. Bandırma'nın kuzeyinde Marmara Denizi ve Erdek ilçesinin kurulu olduğu Kapıdağ Yarımadası, güneyinde Manyas ilçesi ve Manyas Kuşgölü, batısında Gönen ilçesi, doğusunda ise Bursa iline bağlı Karacabey ilçesi bulunmaktadır. Tarihte "Kizikos", "Panderma", "Panormos" gibi adlar alan Bandırma çok eski bir yerleşim merkezidir. Kuruluşu hakkında kesin bilgi olmayan Bandırma'nın Kizikos'ta yapılan kazılarda bulunan bir lahitten İÖ. VIII.-X. yüzyıllar arasında kurulduğu düşünülmektedir. Bandırma ilk başta Misya bölgesi sınırları içerisindeydi. Bu yıllarda adı, "güvenilir liman" anlamına gelen Panormos idi. MÖ 334'te Büyük İskender, Perslerin elinde bulunan bölgeyi kendi devletinin sınırları içine kattı. İskender'in ölümünden sonra bölge Romalıların eline geçti. Roma İmparatorluğu'nun 330 yılında ikiye ayrılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nda kalan Bandırma, 1076'da Kutalmış tarafından ele geçirildi; ancak bölge 1106'da tekrar Doğu Roma İmparatorluğu'na geçti. 1830'da Erdek Kazası'nın Kapıdağı Bucağı'na bağlanmış, Tanzimat'tan sonra ayrı bir ilçe olmuştur. 1874'te büyük bir yangın geçiren Bandırma, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı'ndan sonra Kırımlı ve Rumen göçmenlerin gelmesi ile kalabalıklaşmıştır. 17 Eylül 1922'de işgalden kurtulduğunda yıkık halde bulunan Bandırma günümüz itibarı ile çok gelişmiş ilçelerden birisidir. Cumhuriyet öncesinde bir ihracat liman kenti olan Bandırma, Cumhuriyet dönemi içinde de liman inşaatının yapılması, kentleşmenin artması, Bandırma-İzmir demiryolu hattı ve Bandırma-İstanbul feribot taşımacılığı gibi etkenlerle birlikte bir ihracat limanı ve Türkiye'nin önemli ulaşım merkezlerinden birisi olma özelliğini arttırarak sürdürdü. Bandırma, 2004 yılında yapılan Türkiye'deki tüm il merkezleri ve ilçeler arasında yapılan bir sıralamaya göre, Türkiye'nin en gelişmiş 23. ilçesidir. Ayrıca, ilçe çeşitli kriterlere göre hazırlanan il yapılabilecek ilçeler sıralamasında 87 ilçe arasından 3. olmuştur. İlçe Balıkesir ilinin ilçeleri arasında en hızlı gelişen ilçedir. Günümüzde Bandırma, Balıkesir ilinin sanayi dalında ekonomik merkezi durumuna gelmiştir. 2008 verilerine göre Balıkesir ilinde en yüksek kurumlar vergisi ödeyen 100 firma arasından 34'ü, ilk 10 firma arasından 4'ü Bandırma ilçesindedir. İlçenin il genelindeki kurumlar vergisi payı %20.6'dır. Yine 2008 verilerine göre il genelinde en yüksek gelir vergisi ödeyen 100 kişiden 17'si, 10 kişiden 5'i Bandırma ilçesindedir. Bu sayılarla Bandırma
lı mükelleflerin il genelindeki payı %29'dur. İlçe ekonomisi 10.000 kişi istihdam etmektedir. Bu istihdam hacminin %50si sanayi, %20'si tarım, %30'u hizmetler sektöründe çalışmaktadır. Sanayi sektöründe çalışan nüfusun %30'u tarıma dayalı sanayide, %10'u kimya sanayisinde, %5'i madencilik, %5'i makine sanayisinde çalışmaktadır. Balıkesir il ekonomisinin %25'i merkezce üretilirken; %14'ü Bandırma tarafından üretilmektedir. İlçede 1926 yılında Yahya Sezai Uzay tarafından Bandırma Ticaret Odası, 1940 yılında Bandırma Ticaret Borsası kurulmuştur. Bandırma Ticaret Borsası kuruluş tarihine göre Türkiye'nin en eski 23. borsasıdır. İlçede 1997 yılında Bandırma Ticaret Odası'nın desteği ile Bandırma Organize Sanayi Bölgesi kurulmuştur. 52 sanayi parseli ve 150 hektarlık genişleme alanı bulunan OSB'de bugün 10 fabrika bulunmakta, 7 fabrika da inşa edilmektedir. toplamda 944.444 m² alana kurulu bölgede 5.000-85.000 m² arası büyüklükte 52 sanayi parseli bulunmaktadır. İlçede bulunan bu sanayi bölgesinde 2009 yılında traktör fabrikası faaliyete geçmiş ve ayrıca 2011 yılında yılla 450 rüzgar gülü kapasiteli bir rüzgar gülü fabrikasınında açılışı yapılmıştır. Bugün Türkiye'de üretilen kimyasal gübrenin %15'i, etlik civcivin %25'i, yumurtalık civcivin %20'si, beyaz etin %22'si, yumurtanın %22'si ilçede üretilmektedir. Bandırma'da ticaret genellikle deniz yolu ile yapılır. Bandırma Limanı, İstanbul'dan sonra Marmara Denizi'nin en büyük ikinci, Türkiye'nin beşinci büyük limanıdır. Limanın derinliği 12 metredir ve 20 bin grostona kadar 15 adet gemi aynı anda yükleme-boşaltma yapabilir. Bandırma'nın ihraç ürünleri madenler, piliç eti, yumurta, deniz ve su ürünlerinden oluşmaktadır. Yapılan ticaret hacmi 800 milyon $ kadardır. Bandırma'da kırsal kesimde en yoğun etkinlik bitkisel üretimdir. Mısır, yulaf, şeker pancarı ve bakla en çok üretilen ürünlerdir. Bağlarda şaraplık üzüm üretilir. Sebzeciliğin de gelişkin olduğu ilçede maydanoz üretimi önemlidir. İlçede sığır ve koyun da yetiştirilir. İlçede kurulu Merinos yetiştirme çiftliğinde damızlık koç ve koyun yetiştirilir. Genellikle büyük kentler ve çevresinde yoğunlaşan tavukçuluk da ilçede önemli bir geçim kaynağıdır. Ayrıca, Marmara Denizi kıyılarında ve Manyas Gölü'nde balıkçılık yapılır. Ayrıca sosyoekonomik açıdan Bandırma, 852 ilçe ve 78 il arasında (İstanbul, İzmir ve Ankara liste dışı) arasında Türkiye'nin 23. gelişmiş kentidir. 1893'te eyaletler bazında yapılan nüfus sayımına göre Karesi Sancağı'na bağlı Bandırma Kazası'nın nüfusu 40.912'dir. Bu nüfusun 20.065'i kadın, 20.847'si erkektir. Nüfusun etnik yapısına bakıldığında ise ilçede 14.519 Müslüman kadın, 15.473 Müslüman erkek, 2762 Rum kadın, 2725 Rum erkek, 2282 Ermeni kadın, 2175 Ermeni erkek, 443 Katolik kadın, 406 Katolik erkek, 59 yabancı kadın, 68 yabancı erkek vardır. 2000 yılına göre Bandırma ilçesi toplam nüfusu 120.753'tür. Bu nüfusun 59.882'si erkek, 60.871'i kadındır. İlçede kentli nüfus kırsal nüfusundan fazladır. Toplam nüfusun 97.419'u şehirde, 23.334'ü kırsalda yaşamaktadır. Kentte yaşayan nüfusun 48.074'ü erkek, 49.345'i kadın iken köylerde bu sayı 11.808 erkek, 11.526 kadındır. İlçede km²'ye 204 kişi düşmektedir. İlçede 34.490 kişi ilkokul mezunu, 3900 kişi ilköğretim mezunu, 7358 kişi ortaokul mezunu, 404 kişi ortaokul dengi meslek yüksekokulu mezunu, 10.067'si lise mezunu, 5655'i lise dengi meslek yüksekokulu mezunu, 7089'u yükseköğretim mezunudur. 5172 kişinin okuma yazma bilmediği ilçede bunların 1286'sı erkek, 3886'sı kadındır. Geri kalan 83.958 kişi okuma yazma bilirken, ilçede 14.930 kişi herhangi bir okuldan mezun olmamıştır. Bandırma'da bulunan eğitim kurumlarından bazıları: Bandırma, hem Akdeniz iklimi hem de Türkiye'de Karadeniz ikliminin etki alanı içindedir. Ayrıca Balkanlardan gelen karasal iklimin geçiş alanı üzerinde yer alması nedeniyle, ilçede çeşitli iklim özellikleri gözlenir. 52 yıllık değerlere göre Bandırma'da; en düşük sıcaklık -14.6 °C (15 Ocak 1954), en yüksek sıcaklık ise 42.4 °C (9 Temmuz 2000) olarak kaydedilmiştir. Yıllık ortalama sıcaklık 14 °C'dir. Hakim rüzgar yönü Kuzey-Kuzeydoğu'dur. Ortalama rüzgar hızı 15 km/saat'dir. İlçede yıllık ortalama yağış miktarı 703,3 kg/m'dir. Yıllık nispi nem ortalaması %73'tür. Bandırma İlçesinde yayın yapan 1 adet Yerel TV Kanalı , 4 Yerel Radyo Kanalı, Yerel Gazete ve Dergiler bulunmaktadır. Yerel TV Kanalları Yerel Radyo Kanalları Yerel Gazeteler İnternet Siteleri Her yıl Haziran ayı içerisinde belediye tarafından Uluslararası Bandırma Kuşcenneti Kültür ve Turizm Festivali düzenlenir. Bandırma'da bulunan arkeoloji müzesinde Daskyleion (Ergili, Pers Satraplığı'nın döneminde merkezi) ve bölgedeki çeşitli yerlerde yapılmış olan kazılarda ortaya çıkmış eserler bulunmaktadır. Bandırma folklor yönünden de zengin bir birikime sahiptir. Yöreye özgü gelenek ve göreneklerin bazıları hala yaşatılmaktadır. Ayrıca göçle gelen kişilerin gelenekleri de Bandırma'da yaşatılmaktadır. Bandırma TCDD'nin ana limanlarından birine sahiptir. Dolayısıyla yoğun bir ticari demiryolu ulaşımına sahiptir. Ayrıca İzmir'den günlük olarak iki yolcu treni seferi yapılmaktadır. Çeşitli Otobüs firmaların düzenli olarak seferleri vardır. Kamil Koç, Balıkesir Uludağ, Metro, Truva başlıca otobüs firmalarıdır. Bandırma'dan İstanbul'a her gün düzenli feribot seferleri vardır. Düzenli olarak kalkış yapılır. Hava şartlarına bağlı olarak saat aksaması yaşanabilir. Bandırmanın Tek Arması Bandırmaspor'dur. 1965 yılında kurulmuş ve iki sene 3. Lig yükselme grubunda mücadele eden Bandırmaspor ise 2009-2010 sezonunda yeniden 2. lige yükselmiş ve Bank Asya 1. Lig için mücadele edecektir. 2. lig Play-Off çeyrek final maçında Beypazarı Şekerspor'u 1-0 mağlup ederek yarı finale kalmıştır.Finale kadar yükselen Bandırmaspor, finalde Sakaryaspor'a mağlup olmuştur. Oldukça güçlü bir taraftar topluluğuna sahip olan takımın en büyük kozu oynadığı deplasmanlarda desteğini veren taraftarıdır. Taraftar grubunun Adı Kronikler'dir. Bandırma'nın Türkiye Basketbol Ligi'ndeki temsilcisi Banvit 1994'te kurulmuş ve TBL 2.liği, en iyi çıkış yapan takım, FIBA Europe Cup Final Four 4.lüğü, FIBA Europe Cup – Güney Konferansı Şampiyonluğunun yanında en centilmen taraftar gibi başarılar elde etmiştir.Banvit Basketbol Kulübü'nü "Üni Banvit" ve "Lise Banvit" adında taraftar gruplarınca desteklenmektedir ve bu gruplar üniversite ve Lise öğrencilerinden oluşmaktadır.Bandırma Kadın Basketbol Kulübü Türkiye Kadınlar Basketbol liginde 2. ligde mücadele etmektedir. Ayrıca Bandırma Türkiye'nin 2002 il,ilçe seçmelerinde yer almış ve Türkiye'nin en güzel 2 ilçesi seçilmiştir. Pyotr Vrangel Pyotr Vrangel (Rusça: Пётр Никола́евич Вра́нгель / "Pyotr Nikolayevich Wrangel", d. 15 Ağustos 1878; Novoaleksandrovsk (bugünkü: Zarasai), Kovno Guberinyası (Litvanya), Rus İmparatorluğu - ö. 25 Nisan 1928; Brüksel, Belçika), Güney Rusya'da karşıdevrimci Beyaz Ordu'nun liderlerinden biri. Korgeneral (1917). Rusya'da 1918-1922 yılları arasında gerçekleşen, pek çok Bolşevik'in ve sivilin katledilmesine yol açan Beyaz Terör'ün en önemli komutanlarından biridir. Baltık Almanı olan Vrangel ailesinin Rus soyundan gelen bir üyesiydi. 1901 yılında Maden Mühendisliği Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra gönüllü olarak Süvari alayına katıldı ve 1902 yılında subaylığa terfi etti. Rus-Japon Savaşı'na katıldı. 1906 yılında Baltık bölgesinde faaliyet gösteren, General A.N.Orlov komutasındaki gezici cezalandırıcı birliklere katıldı. 1910'da kurmay subay okulundan mezun oldu ve I. Dünya Savaşı boyunca bir süvari birliğinin komutanı olarak görev yaptı. Wrangel, Ekim Devrimi'nden sonra Kırım'a geçti ve 1918'de burada gönüllü olarak İngiltere ve Fransa tarafından Bolşeviklere karşı desteklenen Beyaz Ordu birliklerine katıldı. İlk önce 1919 baharında Kafkas ordularında bir süvari tümen'ine komuta eden Wrangel, daha sonra 1920 yılında tüm Gönüllü Ordu'nun komutasını ele aldı. Anton Denikin ile düştüğü bir ihtilaf sonrası sürgün edildi. 4 Nisan 1920'de, daha sonradan Rus Ordusu olarak anılacak olan Kırım Beyaz Ordusu'nun başkomutan'ı olarak seçildi. Hükümet koalisyonu ile beraber (çaresizlik içinde beklenen toprak reformlarını da içine alan) kapsamlı reformlar yaparak Kırım'ı Rusya içinde ekonomik olarak en bayındır bölge haline getirdi. Ukrayna ve Gürcistan gibi bağımsızlığını yeni kazanmış ve ayrıca bolşeviklere karşı mücadele veren ülkelerle federal ilişkiler geliştirdi. Kırım'daki Kuzey Tavria bölgesinde ordusunun yarısını kaybeden Wrangel, ordusunda bir tahliye işlemine girişti. Her memura, askere ve sivile kendisiyle birlikte bir bilinmezliğe doğru yola çıkma ya da oldukları yerde kalarak sovyetlerin eline düşme riskini göze alma seçeneklerini sundu. Son silahlı birlikler ve siviller Rusya'yı 14 Kasım 1920'de terk etti. Vrangel, Rus mültecilerinin başı olarak, Türkiye ve Tunus üzerinden Yugoslavya'ya geçti. 1924 yılında Rus Askeri Birliği'ni kurdu. Bu organizasyon sürgündeki Beyaz Ordu kuvvetlerinin birliğini ve SSCB'deki sovyet karşıtı gerilla savaşını korumak için faaliyet gösterdi. Vrangel'in Ailesinin de aralarında olduğu bazı insanlar, onun, Sovyet ajanı olduğunu iddia ettikleri ve Vrangellerin arazisinde yaşayan, kahyasının kardeşi tarafından zehirlendiğini iddia ettiler. Kahyanın kardeşi orayı terkettikten bir süre sonra Vrangel hastalandı ve kısa sürede öldü. Vrangel'in cenaze töreni, Sırbistan'daki Doğu Ortodoks Kilisesi'nde yapıldı ve oraya gömüldü. Agora Agora (Yunanca : ), antik Yunan kentlerinde, şehirle ilgili politik, dini, ticari her türlü faaliyetin gerçekleştiği, tüm kamu binalarının etrafında sıralandığı halka ait geniş açık alan olup, Helenistik dönemde şekillenip Roma İmparatorluğu’nda ortaya çıkan forumların öncülüdür. İlk agoralar şekil olarak son derece basit olup, bir kürsü ve oturma yerleri bulunan mekanlar coşkulu konuşmalara sahne olmaktaydı. Dini içerikli şenlikler ve tiyatro gösterileri de ilk zamanlar agorada düzenleniyordu. Antik metinlerde agora toplantı alanı, paz
ar yeri, konuşma alanı, bir zaman dilimi anlamlarında kullanılmış olup, aynı zamanda Trakya’da Chersonese civarında bir kasaba adı olarak geçmektedir. Agora, kentin ortasında ya da liman yakınında bulunmakta olup, etrafı dükkanlar, sütunlar, heykel ve ağaçlarla çevrilirdi. Minos kentlerinde bulunan tiyatroya benzeyen alanlar da agoranın öncülleri olabilirler. Anadolu’da Pergamon (Bergama) ve Nysa agoraları Helenistik, Aizanoi, Asos, Ephesos (Efes) agoraları Roma döneminden kalmadır. Wycherley kentin bütünü gibi, agoranın da basit biçimde ortaya çıktığını, tek gerekenin, düz ve açık bir alan olduğunu, agoranın geniş anlamda, kent yaşamına ve yerleşme alanlarında kıvrılıp giden, sonra da kırlara doğru yayılan ana caddelere uygun bir odak sağlaması gerektiğinden, olanak varsa, kentin az çok merkezindeki bir alan-dan yararlandığını belirtmiştir. Antik Grekçe'de Homeros'un İlyada Destanı’nda (M.ö. 8. yüzyıl) αγορα, (αγείρω "toplanmak" fiilinden türemiştir.) “toplantı, toplantı yeri, meclis” anlamını taşımaktadır. Yunanca'da da agora, "toplanma yeri" anlamını korumaktadır. Agorastis "alıcı, pazara gelen müşteri" kelimeleri de Grekçe'den Yunanca'ya değişikliğe uğramadan geçmiştir. Rebetiko Rebetiko, rebetika, rembetika veya rembetiko, kökeni hakkında değişik varsayımlar mevcuttur. En yakın ihtimal olarak, Yunanistan'da otoriteye karşı gelen ve esrar tekkelerinde yaşayan topluluklara verilen ad olan "rembet" terimi görülmektedir. Modern ve arkaik Yunancada "remvastikos" (düşüncelere sevk eden) terimi ve "geziyorum" anlamına gelen "remvo" veya "remvazo" fiil çekimlerinden türevinin deforme bir hali olduğu da kuvvetle muhtemeldir. Sırpçada "isyancı" anlamındaki "rebenòk" teriminden geldiği de düşünülmektedir. Dolayısıyla otoriteye boyun eğmeyen anlamı taşımaktadır. "Rebet" teriminin bir anlamının da "safaya düşkün, yarınını dert etmeyen" olduğu da göz önünde bulundurularak, kökeninin olasılıkla "rağbet" sözcüğünden geldiği de söylenmiştir . Bu açıdan rembetiko'nun Osmanlı Türkçesi olduğu varsayımı da mevcuttur. Farsça ve Arapçada, "ruba'at" veya "arba'at" şeklindeki çoğul hali dörtlü anlamına gelen , "reb", "rab" terimlerinden türediği de başka bir bakıştır. "rab", Farsça ve Arapça yanında, İbranicede de aynı zamanda Tanrı anlamına gelmektedir. Rebetiko'nun coğrafi bölgesi modern Yunanistan'dır. Bunun asıl taşıyıcıları özellikle alt tabakadan işsiz güçsüz insanlar ve rebetlerdir. Hapishane ve tekkeler (rebetlerin haşhaş içtikleri meyhaneler) ana çalgısı bağlama ve buzuki olan rebetikoların çalınıp söylendikleri başlıca yerlerdir. Müzikal açıdan bakılırsa bu şarkılar sanat açısından zayıftırlar. Sözlerinin ana teması "rebetis"'lerin dar sosyal çevreleriyle sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte 19. yüzyıl sonunda başka bir müzik türü ortaya çıktı. Temel olarak Küçük Asya ve özellikle İstanbul ve İzmir kökenli Yunanistan'ın kent merkezlerinde "Kafe Aman" lar ortaya çıktı. Bunlar Yunan kentsoylularının gittiği müzikli kahvelerdi. Kafe Aman'larda çalınan müzik zengin ve sanatsaldı. Rebetisler ilk büyük kent merkezlerinin doğuşuyla ortaya çıkmışlardır. 1900 dolaylarında Gölge Oyunu karakterleri arasına eklendi. 1922 yılı rebetikonun gelişmesinde ve yayılmasında dönüm noktasıdır. Bu tarih Yunanistan'da Küçük Asya Felaketi diye anılacaktır, Türkiye'de ise Kurtuluş Savaşı'nın zaferi. Genellikle Yunanistan’ın büyük kent merkezlerine kitleler halinde gelen büyük sığınmacı dalgası, ülkenin toplumsal ve kültürel gerçekliğinde önemli değişiklikler meydana getirdi. Yaşadığı çevreden ayrılmış Rumlar, yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya kaldılar ve rebetlerle aynı toplumsal yaşamı paylaştılar. Çok sayıda sığınmacı kendi enstrüman ve müzikleriyle rebetlere katıldılar. Sığınmacı işadamları rebet müziğinin çalındığı kendi Kafe Aman'larını açtılar. Böylece, hapishane ve tekkelerin dar sınırlarından kurtulan rebet müziği daha geniş toplumsal çevrelerinin duygularını dile getirmeye başladı. Bu sırada, tarım toplumunun müziği olan Yunan halk müziği doyum noktasına ulaştı ve ülkenin kentsel gelişiminden sonra artık insanlarda bir duygu uyandırmadı. Bir boşluk vardı ve bu boşluk sığınmacılar ve rebetlerle dolduruldu. Yunanların "alt tabaka" müziği olarak da bilinen rebetiko, rebetisler tarafından çalınıp söylenen müziktir. "Rebetis" terimi ayrı bir yaşam mantalitesi, davranışı, bakışı ve tarzı olan karakteristik bir erkek tipini tanımlıyor. Karakteristik rebetis, toplum dışıdır, kurumsal güçlere meydan okur. Fakat onlara karşı militanca eylemlerde bulunmaz. Toplumsal geleneklerin dışında olduğu izlenimini verir, bununla birlikte yasadışı olmaktan kaçınır, yer altı dünyasıyla kendini özdeşleştirmez. Argo bir dil konuşur, her zaman silah taşır. Bir rebetis yoksul ve sıradandır. Egemen güçler onu "outsider" olarak tanımlar. Rebetikonun gelişmesinin ilk on yılında "İzmir stili" hakimdir. Kafe Aman müziği ilk on yıl boyunca egemen durumdadır. Karakteristikleri; belli bir makamda uzun, feryat eden enstrümantal ve vokal doğaçlamalar, şehvet uyandırıcı kadın sesi, Türk göbek dansına benzer 4/4’lük ölçüyle çalınan ve cinsel olarak tahrik edici çiftetelli tarzı hareketli bir danstır. Solo enstrüman melodisine oktav olarak çalan ikinci bir enstrüman eşlik eder. Kafe Aman'ların müzikal atmosferi apaçık Arap ve Türk etkisiyle güçlü bir oryantal havaya sahiptir. Çalgılar keman, lut, ud, santur idi. Sonraki yirmi yılın özelliği Yunanistan'ın ürünü eski toplum dışıların rebetikosunun dönüşüdür. Buradaki ana çalgı buzuki, bağlama ve daha sonra da gitardır. Şarkıcı bir erkektir ve sesi metalik, ahenksiz, kulak tırmalayıcı ağır bir tonda olmalıdır. Fakat asla tatlı ve seksi olmaz. Müzikal stili düz ve ağırdır. Şarkı genellikle buzuki tarafından çalınan bir taksimle başlar. Taksim bir makamda yapılan doğaçlamadır. Şarkının stiline ve atmosferine dinleyici sokmak için bir giriş görevi görür. Ritmik karakteri serbesttir. Oldukça sık olarak taksim bağlamanın sürekli olarak çalınmasıyla sürer. Kısa bir taksim iki mısra arasında yapılır. Şarkının en çok kullanılan ölçüsü zeybek dansının ölçüsü 9/8’dir. Rebetiko dansları iki çeşittir: Elektroliz Elektroliz, elektrik akımı yardımıyla, bir sıvı içinde çözünmüş kimyasal bileşiklerin ayrıştırılması işlemi. Bu değişiklik, maddenin elektron vermesinden (yükseltgenme); ya da almasından (indirgenme) kaynaklanır. Elektroliz işlemi, elektroliz kabı ya da tankı denen bir aygıt içinde uygulanır. Bu aygıt, çözünerek artı ve eksi yüklü iyonlara ayrılmış bir bileşiğin (→Elektrolit) içine birbirine değmeyecek biçimde daldırılmış iki elektrottan oluşur. Elektrotlar bir akım kaynağına bağlandığında meydana gelen gerilim (elektriki alan), iyonları karşıt yüklü elektroda (kutup) doğru hareket ettirir. Karşıt kutupta yükünü dengeleyen atom veya moleküller elektrotta çökelir veya elektrolit içindeki moleküllerle yeni reaksiyonlara girer. Yeni reaksiyona girme meyli daha fazladır. Örneğin sofra tuzu içeren elektrolitte anotta klor açığa çıkarken nötr sodyum atomları su moleküllerini etkiliyerek katottan hidrojen açığa çıkmasına sebep olurlar ve elekrolitte sodyum hidroksit oluşur. Elektroliz konusundaki 1800 yılında Anthony Carlisle ve William Nicholson, 1807 yılında Humphry Davy ve 1833 yılında Faraday'ın keşifleri ve, 1887 yılında Svante Arrhenius tarafından geliştirilen iyon teorisi, zamanımızın atom fiziğine temel teşkil etmişlerdir. Doğa Doğa; tabiat, çevre, maddesel dünya. Doğa; kendini sürekli olarak yenileyen ve değiştiren, canlı ve cansız maddelerden oluşan varlıkların hepsini kapsar. İnsani faktörler etkin değildir. Madde ve enerji unsurlarından oluştuğu kabul edilir. İnsan etkinliğinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç; canlı ve cansız maddelerden oluşan varlığın tümünü ifade eder. Bazen sadece; insan eliyle büyük değişikliğe uğramamış doğal güzelliklerini koruyan, genellikle kent dışı kesimi anlatmakta kullanılır. Canlıların en geniş yaşam alanına "Doğa" denir. Jython Jython, yüksek seviyeli, dinamik ve nesne yönelimli bir dil olan Python'un tamamen Java ile yazılmış bir derleyicisidir. Python kütüphaneleri ile birlikte Java kütüphanesinin kullanımına imkân vermektedir. Jython eskiden "JPython" olarak bilinirdi. CPython'dakinin aksine tamamen çoklu kullanıma açıktır. Mayıs 2015 itibarıyla son sürümü Jython 2.7.0'dır. Ermenice Ermenice ( - Hayeren), Ermeni halkı tarafından kullanılan Hint-Avrupa dil ailesinden bir dildir. Kendi alfabesi ve Doğu Ermenicesi ve Batı Ermenicesi olarak iki lehçesi vardır. Doğu Ermenicesi Ermenistan'ın ve uluslararası arenada tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti'nin resmî dilidir. Türkiye'de ve Ermeni diasporasında Batı Ermenicesi kullanılır. Hint-Avrupa dil ailesi'nin bağımsız bir alt grubudur. Türkiye'deki Ermeni toplumunun yüzde 18'i Ermenice konuşmaktadır. Bu oran gençler arasında yüzde 8'dir. Batı Ermeni lehçesi, UNESCO'nun Dünya yıllık "Atlas of the World's Languages in Danger" (Tehlikede olan Dünya Dilleri Atlası)nda "definitely endangered language" (kesinlikle tehlikede bir dil) olarak yer alır. Ermeni alfabesi, 405 yılında Aziz Mesrop Maştots tarafından bulunmuştur. Mesrop Maştots, Ermeni harflerini yaratmak niyetiyle öğrencileri ile birlikte Amed (Diyarbakır), Yedesia (Urfa) ve Samosat şehirlerine gidererek yabancı dillerde yazılmış olan bazı elyazmalarını incelemesiyle 405 yılında Ermeni harflerini ortaya çıkarır. Alfabenin oluşturulması edebiyatın canlanmasını da sağlar ve Ermenice edebiyatta bir "altın çağ"ın başlamasının zemini oluşturur. Maştots'un bu girişiminin sonunda Ermeni halkı tarafından Maştots ve öğrencilerinin dönünüşü, Vağarşapat’ta halk ve asillerin eşliğindeki kral Vramşabuh tarafından büyük törenlerle karşılanır. 19. yüzyılda Ermeni edebiyat dilinin de gelişmesiyle Doğu Ermenicesi (Erivan) ve Batı Ermenicesi (İstanbul) lehçeleri arasındaki ayrım iyice ortaya çıkmış, o dönemler Farsçanın bir lehçesi sanılan bu dilin özgün bir Hint-Avrupa dili olduğu da anlaşılmıştır. En eski eserlerin ya
zıldığı Eski Ermenice; yani "Kırapar" günümüzde sadece bazı din alimleri tarafından anlaşılabilmektedir. Bill Bryson'e göre Ermenicedeki sözcüklerin %23'ü Ermenice kökenlidir. Bu listeye argodaki sözler ["bızdık, keş, kodoş, madik, moruk, oskor" vs.], çok lokal halk dili ve kuşkulu olan spekülatif kelimeler ["örnek" "orinak"] dahil değildir. Türkçe ile Ermenice arasındaki söz alışverişinde uzman olan akademisyenler içinde Prof. Dr. Hasan Eren ile Prof. Dr. Robert Dankoff sayılabilir. Fatih Camii Fatih Camii ve Külliyesi, İstanbul'un Fatih ilçesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış olan cami ve külliyedir. Külliye 16 adet medrese, darüşşifa (hastane), tabhane (konukevi) imarethane (aşevi), kütüphane ve hamam bulunmaktadır. Şehrin yedi tepesinden birinde inşa edilmiştir. Cami 1766 depreminde yıkıldıktan sonra onarılarak 1771'de bugünkü halini almıştır. 1999 Gölcük Depreminde zemininde kaymalar tespit edilen camide 2008 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından zemin güçlendirme ve restorasyon çalışmalarına başlandı ve 2012 yılında ibadete açılmıştır Bizans devrinde, caminin bulunduğu tepede I. Konstantin'un döneminde yapılan Havariyyun Kilisesi olduğu düşünülmektedir. Bizans imparatorlarının bu tepede gömüldüğüne inanılır. Constantinus'un o zamanlar şehrin dışında kalan bu tepede gömüldüğü bilinmektedir. Fethin ardından bu bina Patrikhane kilisesi olarak kullanılmıştı. Fatih Sultan Mehmet buraya cami ve külliye inşa etmek isteyince patrikhane Pammakaristos Manastırı'na taşındı. Ali Saim Ülgen Halim Baki Kunter'le beraber hazırladığı "Fatih Camii" adlı makalesinde caminin kilise üzerine inşa edilmediğini belirtmektedir. Yapımına 1462 yılında başlanmış ve 1469 yılında tamamlanmıştır. Mimarı, Sinaüddin Yusuf bin Abdullah'tır (Atik Sinan). Cami 1509 İstanbul depreminde büyük hasar görmüş ve II. Bayezid döneminde onarılmıştır. 1766 yılında yaşanan bir depremden dolayı harabe haline geldiği için Sultan III. Mustafa, 1767 ve 1771 yılları arasında camiyi Mimar Mehmed Tahir Ağa'ya tamir ettirdi. Bu nedenle cami orijinal görünümünü kaybetmiştir. 29 Ocak 1932'de ilk Türkçe ezan bu camide okunmuştur. Caminin ilk inşasından bugün sadece şadırvan avlusunun üç duvarı, şadırvan, tac kapı, mihrap, birinci şerefeye kadar minareler ve çevre duvarının bir kısmı kalmıştır. Şadırvan avlusunda, kıble duvarına paralel olan revak diğer üç yönden daha yüksektir. Kubbelerin dış kasnakları sekiz köşelidir ve kemerlere oturur. Kemerler genellikle kırmızı taş ve beyaz mermerlerle işlenmiş, yalnız mihverdekilere yeşil taş kullanılmıştır. Alt ve üst pencerelerin etrafı geniş silmelerle çevrelenmiştir. Söveler mermerdendir ve gayet geniş, kuvvetli silmelerle belirtilmiştir. Demir parmaklıklar, kalın demirden ve topuzludur. Revak sütunlarının sekizi yeşil Eğriboz, ikisi pembe, ikisi esmer granitten, son cemaat yerindekilerin bazıları ise mısır granitindendir. Başlıklar tamamen mermerden ve hepsi istalaktitlidir. Kaideler de mermerdir. Avlunun biri kıblede, ikisi yanda üç kapısı vardır. Şadırvan sekiz köşelidir. Mihrabın yaşmağı istalaktitlidir. Hücre köşeleri yeşil direkli, kum saatleri ile süslü ve üstü zarif bir taçla biter. Yaşmağın üzerinde tek satırlık bir ayet vardır. On iki dilimli olan minare, cami ile büyük bir ahenkle birleşmiştir. Çinili levhalar son cemaat duvarının sağ ve solundaki pencere aylarındadır. Fatih Camii'nin ilk yapımında, cami alanını genişletmek için duvarlar ve iki ayak üzerine bir kubbe oturtulmuş ve bunun da önüne bir yarım kubbe ilave edilmiştir. Böylelikle 26 m çapındaki kubbe bir yüzyıl boyunca en büyük kubbe niteliğini korumuştur. Caminin ikinci defa yapılışında payandalı camiler planı uygulanarak küçük kubbeli sivri bir bina meydan getirilmiştir. Şimdiki durumda, merkezi kubbe dört fil yağına oturmakta ve bunu dört yarım kubbe çevrelemektedir. Yarım kubbelerin etrafında ikinci derecede yarım ve tam kubbeler, mahfildeki ve dıştaki abdest musluklarının önündeki galerileri örtmektedir. Mihrabın sol tarafından, türbe yanından geniş bir rampa ile girilen Hünkar mahfili ve odalar bulunmaktadır. Minarelerin taş külahları 19. yüzyıl sonunda yapılmıştır. Mimar Mehmed Tahir Ağa camiyi tamir ettiği sırada eski camiden kalan klasik parçalarla yeniden yaptığı barok parçaları iyi bir şekilde birleştirdi. Caminin alçı pencereleri son devirlerde harap olduğundan adi çerçevelerle değiştirildi. Avlu kapısının yanındaki yangın havuzu Sultan II. Mahmud tarafından 1825 yılında yaptırıldı. Caminin geniş bir dış avlusu vardı. Bunun tabhaneye çıkan kapısı eski camiden uçmuştur. Başta Fatih Sultan Mehmed'in türbesi olmak üzere, Osmanlı tarihinin birçok önemli isminin mezarı buradadır. Fatih'in eşi ve II. Bayezid'in annesi Gülbahar Valide Sultan'ın, "Plevne Kahramanı" Gazi Osman Paşa'nın, ve mesnevi şarihi Abidin Paşa'nın türbeleri hazirededir. Sadrazamlar, Şeyhülislamlar, müşirler ve pek çok ilim adamının mezarlarının burada olması, Osmanlı protokolünün adeta törendeymiş gibi bir arada görülmesine imkân vermektedir. Mezarları burada bulunan bazı devlet adamları ve ilmiyye mensuplarından bir kaçı şunlardır: Türk Silahlı Kuvvetleri Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye'yi karadan, havadan ve denizden gelebilecek her türlü saldırıya karşı korumakla görevli olan askerî kuvvet. Yaptırım gücünü, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'ndan alır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığı Türkiye Büyük Millet Meclisi adına cumhurbaşkanı tarafından temsil edilir. Türk Kara Kuvvetleri, Türk Hava Kuvvetleri, Türk Deniz Kuvvetleri ayrıca savaş durumunda Türk Jandarması ve Türk Sahil Güvenliği'nden askeri birliklerden oluşmaktadır. Toplam güç ve sayı bakımından dünyanın 9, NATO'nun ise ABD'den sonra gelen en büyük 4.ordusudur. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu 7 cephede savaşa 2.850.000 kişiyi silah altına alarak girdi. Bu ordu 70 piyade, 2 süvari tümeninden oluşan 24 kolordulu 9 ordu birliğiydi. Mondros Mütarekesi'nden sonra zorunlu terhislerle 50.000 kişiye inmişti. Ancak Osmanlı ordusunun kalan iki kolordusundan biri Suriye cephesinden Ankara'ya konuşlanan Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu, diğeri ise Kafkas Cephesinde Erzurum'da konuşlandırılmış Kâzım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu'ydu. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında bu kolordular ve Kuva-yi Milliye birlikleri TBMM tarafından düzenli hale getirilerek modern Türk ordusunun temelleri atılmıştır. Kurtuluş Savaşı modern Türk ordusunun katıldığı ve kazandığı ilk savaş kabul edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bu ordular yeni bir yapılandırmayla Türk Silahlı Kuvvetleri adını almıştır. Türk ordusu Cumhuriyet tarihi boyunca birçok isyan bastırmış, Kore Savaşı ve Kıbrıs Harekâtı'nda savaşmış, PKK'ya karşı operasyonlar yapmıştır. Ayrıca Afganistan, Kosova, Lübnan, Somali gibi birçok ülkeye uluslararası askeri kuvvetlere destek amaçlı asker göndermiştir. I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Misak-ı Milli sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için girişilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadele. 1919-1922 yılları arasında gerçekleşmiş ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen sona ermiş ve Misak-ı Milli hedeflerine büyük ölçüde ulaşmış, Ağustos 1922'de Türk kuvvetleri 200.000 kişiydi. Batı, Doğu, Güney cephelerinde savaştı. Çatışmalar Batı cephesinde I. İnönü Muharebesi ve II. İnönü Muharebesi, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, Sakarya Meydan Muharebesi, Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi'dir. Türkiye Cumhuriyeti, 1950 yılında başlayan Kore Savaşı'na fiilen katılmış ve 1950'den 1953'e kadar tugay büyüklüğünde bir kuvvetle Kuzey Kore'ye karşı savaşmıştır. Sovyet baskısına karşı müttefikler arayan ve bu sebeple NATO'ya girmek isteyen Türkiye, bu isteklerini daha kolay elde etmek ve Amerika'ya yakınlaşmak amacıyla Kore Savaşı'na bir tugay yollamıştır. 20 Temmuz 1974'te Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta başlattığı askeri harekat iki aşamalı olarak gerçekleştirilmiş, birinci aşamasında Kıbrıs'ın adasına havadan paraşütlü askerlerin uçaklarla indirilmiş ve denizden Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait savaş gemileriyle Türk askeri karaya çıkarılmıştır. Birinci harekat sonunda ateşkes ilan edilmiş ve Cenevre'de barış görüşmeleri başlamıştır ancak barışın sağlanamayacağı kesinleşince ikinci ve son harekât "Ayşe Tatile Çıksın" parolasıyla 13 Ağustos'ta Türk birlikleri tarafından başlatıldı. Türk birlikleri 14 Ağustos'ta Lefkoşa'ya, 15 Ağustos'ta Lefke ve Magosa'ya girdi. Harekât neticesinde bir taraftan Magosa'ya diğer taraftan Lefke'ye varılarak Türk tarafının sınırları çizildi. Harekatın sonucunda Rum birlikleri mağlup edilmiş ve Kıbrıs'ın kuzeyinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK ile 1980'li yıllardan beri mücadele etmektedir. Millî Savunma Bakanlığı verilerine göre 1984-2009 arasında 5821 TSK askeri, 775 emniyet görevlisi, 1350 köy korucusu, 4.828 sivil çatışma ve saldırılarda hayatını kaybetmiş, bununla birlikte yaklaşık 28.000 PKK militanı öldürülmüştür. Bu mücadele çerçevesinde PKK'nın iki numaralı adamı Şemdin Sakık 14 Nisan 1998'de, elebaşı Abdullah Öcalan ise 15 Şubat 1999'da yakalanmışlar, yargılama süreçlerini takiben vatana ihanet suçundan müebbet hapis cezası ile cezalandırılarak cezaevine konulmuşlardır. Yine Türk Silahlı Kuvvetleri 1991 yılından beri Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yönelik Süpürge, Kazıma, Atmaca, Çelik, Tokat, Çekiç, Şafak, Sandviç ve Güneş kod adlı sınır ötesi harekâtlar düzenlemiştir. Türk bandıralı bir geminin Kardak Kayalıkları'nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında anlaşmazlık çıkınca patlayan krizdir ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Türk Sualtı Taarruz komandoları, Kardak kayalıklarının etrafını saran Yunanistan Donanmasını aldatarak Kayalıklara çıkarma yapmıştır. Olayı 4 saat sonra ABD'den öğrenen Yunanistan Genelkurmay Başkanının istifası ile sonuçlanmıştır. Gerginliği NATO ve ABD
araya girerek önlemiştir. 1990'lı yıllarda PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye içinde serbestçe dolaşması ve PKK'nın kamplarının burada bulunması Türkiye ile Suriye'yi karşı karşıya getirdi. Türk Ordusu Suriye sınırına doğru kaydırıldı.Çeşitli askeri ve siyasi baskılara dayanamayan Suriye bu tutumundan vazgeçerek Öcalan'ı sınır dışı etmiştir. Türkiye-Suriye ilişkileri on yıllar sonra 22 Haziran 2012 tarihinde Hatay sınırında eğitim uçuşunu icra etmekte olan TSK'ya ait F-4 Phantom tipi eğitim uçağı Suriye Silahlı Kuvvetleri tarafından düşürülmesi ile tekrar krize girmiş, Suriye uçak düşürdükten sonra uçağın Türkiye'ye ait olduğu anladıklarını iddia etmiş, olay sonrası dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan "TSK'nın angajman kurallarının değiştiğini" açıklamıştır. Bu kararda devam eden Suriye İç Savaşında Türkiye'nin Suriye muhalefetinin yanında olması ve bu yüzden ilişkilerin gerilmesi de etkili olmuştur. Uçağın parçalarının ve pilotların naaşlarının bulunmasından sonra 6. Kolordu'ya bağlı birlikler ve 4 Tank Taburu sınıra doğru kaydırılmış, sınır hattına uçaksavarlar ve Gaziantep Havalimanı'na askeri statü verilerek Füze rampaları yerleştirilmiştir. Akçakale Olayı olarak bilinen, 3 Ekim 2012'de Suriye'den ateşlenen bir top mermisi Türkiye'nin Şanlıurfa kentinin Akçakale ilçesine düştü. Olayda beş sivil Türk vatandaşı hayatını kaybetti. Türk Silahlı Kuvvetleri "yeni angajman kuralları çerçevesinde" anında karşılık vermiş ve Suriye'den atılan top mermisinin ateşlendiği askeri birlik 9 adet top atışıyla etkisiz hale getirilmiştir. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden Suriye için tezkere kararı çıktı. Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye sınırına hava savunmada kullanılan silahların ağırlıkta olduğu askeri yığınak yaptı. Suriye Devleti olayın ardından hayatını kaybeden siviller için taziye dileklerini sunarak özür diledi. 16 Eylül 2013'te Suriye'ye ait Mil Mi-17 helikopter sınır ihlali yaptığı için Malatya'dan havalan 2 Türk jeti tarafından füzeyle vuruldu. Bir yıl sonra 23 Mart 2014'te Hatay sınırında, sınır ihlali yapan 2 adet MİG-23 Suriye savaş uçakları, izlemeye alındı Suriye hava sahasında kuzeye doğru uçuşu Türk sınırına on deniz mili mesafeden itibaren Türk hava sahasına yaklaştığına ilişkin dört kez ikaz edildi fakat ikinci uçak uyarıyı dikkate almayarak Türk hava sahasına girerek yaklaşık bir kilometre kadar hava sahasını ihlal etti, daha sonra batıya doğru yönelerek 1,5 kilometre kadar Türk hava sahasında uçmaya devam etti.Bu esnada bölgede hava devriye görevinde havada hazır bulunan iki adet Türk F-16 uçağından birisi, angajman kuralları gereğince saat 13.14’de Suriye uçağına füze atmış ve isabet alan Suriye uçağı sınırın 1200 metre güneyinde ve Suriye topraklarında yer alan Kesep bölgesine düşürülmüştür. Uçaktan atlayan pilotun Suriye Haber Ajansı (SANA) paraşütle atlayarak kurtulmayı başardığını yazdı. 24 Kasım 2015 tarihinde saat 09:20 civarında Hatay Yayladağı bölgesinde Türk Hava Sahasını ihlal eden Rusya Federasyonu'na ait SU-24 tipi savaş uçağı, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından Türk hava sahasına girmeden önce beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine rağmen Türk Hava Sahasını ihlal etti. Bunun üzerine, bölgede hava devriye görevinde bulunan TSK'ya ait iki F-16 uçağı, daha önce hükümet tarafından ilan edilen angajman kuralları çerçevesinde, Rus savaş uçağını saat 09:24'te düşürdü. Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye devletini yurt dışından gelecek tehdit ve tehditlere karşı savunma ve caydırıcılık görevini üstlenmiş olan silahlı devlet kuruluşudur. Yaptırım gücünü Türkiye Anayasası'ndan alır. Türk Silahlı Kuvvetleri rölyefi altta üç parçaya bölünmüş ve Türkiye'nin ulusal renkleri olan kırmızı (ortada) ve beyazın (yanlarda) olduğu üstünde Türk bayrağının ve Türk ulusunun simgesi olan hilal ve yıldız, yanında Türk Hava Kuvvetleri'ni temsilen iki kanat altında Türk Kara Kuvvetleri'ni temsilen bir miğfer ve çapraz iki kılıç, onun da altında Türk Deniz Kuvvetleri'ni temsilen de büyük bir deniz çapası bulunmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yöneten ve yönlendiren Türkiye'deki en üst düzey askeri birimdir. Savaşta Başkomutanlık görevini Cumhurbaşkanı adına yerine getirir. Kuvvetlere komuta etmek, savaşa hazırlanmasında personel, haber alma, harekat, yapılanma, eğitim-öğretim ve lojistik hizmet ilkeleri ve programları Genelkurmay Başkanlığının sorumluluklarıdır. Türk Kara Kuvvetleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en büyük kuvvetidir. Bünyesinde 4 Ordu, 14 Kolordu, 8 Mekanize Tümen, 11 Zırhlı Tugay, 23 Mekanize Piyade Tugayı, 15 Motorize Piyade Tugayı, 8 Komando Tugayı, 4 İnsani Yardım Tugayı, 5 Topçu Tugayı bulunur. Ayrıca Kıbrısta Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri adı altında yaklaşık bir kolordu seviyesinde yaklaşık 60.000 Personel bulundurmaktadır. Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'nin korunması ve kollanması ile ilgili kendisine verilen görevleri yerine getirir. Türk Kara Kuvvetindeki asker (er ve erbaş) sayısının 550.000 üstünde olduğu sanılmaktadır. Türk Deniz Kuvvetleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en büyük 3.kuvvetidir. Türkiye'yi denizden gelebilecek her türlü tehditlere karşı savunmak ve ülkenin denizle alakalı menfaatlerini korumak ve kollamakla görevli kuvvettir. Deniz Kuvvetleri 27 Savaş Gemisi, 14 Denizaltı, 9 Korvet, 108 Hücumbot, 23 Füze Saldırı Gemisi, 102 Sahil Güvenlik Botu ve 21 Mayın Gemisi ile Karadeniz, Ege ve Akdenizde saygı duyulan bir askeri güçtür. Ayrıca bu kuvvet Karadeniz Ege ve Akdenizde caydırıcı bir güçtür. 55.000 aktif çalışanı ile personel sayısı bakımında dünyanın 8. büyük deniz kuvvetidir. Fakat envanter bakımından bu sıralama değişir. Bu güç, envanter bakımından 3. sıradadır. Donanma Komutanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Güney Deniz Saha Komutanlığı, Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı olmak üzere dört ana ast komutanlıktan oluşur. Türk Hava Kuvvetleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en büyük 2.kuvvetidir. 1949 yılında kurulan ve şu anda envanterinde 2000'in üzerinde uçak, helikopter ve insansız hava aracı barındıran, barışta Türk Hava Sahası'nı savunan, savaşta kara ve deniz kuvvetlerine destek veren kuvvettir. Özel Kuvvetler Komutanlığı ya da halk arasındaki adıyla Bordo Bereliler ve eski adıyla Özel Harp Dairesi , Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değişik sınıf ve rütbelerdeki subay, astsubay ve uzman erbaşlardan oluşan, iç ve dış tehditlerin bertaraf edilmesine karşı her türlü arazi ve iklim şartlarında görev yapabilecek nitelikte üst düzey eğitime tabi tutularak yetiştirilmiş özel askerlere verilen isimdir. Hiçbir kuvvet komutanlığına bağlı olmaksızın doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı olarak görev yaparlar. TSK, iç güvenliğin tehdit altında olduğunu ifade ederek zaman zaman sivil yönetime müdahele etmiştir. Bu müdahalelerde temel hukuki dayanak Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde yer alan "Madde 35 - Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır." hükmü olmuştur. Ancak 12 Eylül Darbesi'nin yargılanması için hazırlanan iddianamede bu maddenin darbeye meşruiyet kazandırmayacağı ve hiçbir kanun maddesinin Anayasa’nın üzerinde olamayacağının altı çizildi. Devlet düzeninin temel kurumlarından TBMM ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için 35. maddeyi gerekçe göstermenin hukuka aykırılığa kılıf bulma gayreti olduğu aktarıldı. TSK 1960 ve 1980 yıllarında iki kez yönetime el koymuş, 1971 ve 1997 yıllarında ise hükûmeti istifaya zorlamıştır. 2007 yılından sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bazı muvazzaf ve emekli mensupları, darbe planı ve ülkeyi kontrol atına almak amaçlı kaos planlarına ilişkin davalarla ilgili olarak yargılanmaya başlanmıştır. Bu davalar arasında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven darbe teşebbüsü iddiaları, Balyoz darbe planı ve İrticayla Mücadele Eylem Planı, Ergenekon davaları bulunmaktadır. İlk kez 1789 yılında Osmanlı Padişahı III. Selim zamanında Harbiye-i Umumiye adıyla kurulmuş olan Askerî liseler TSK'ya subay yetiştirmekte, 1848 yılında Osmanlı Padişahı Abdülmecid zamanında kurulan Harp Akademileri, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bağlı lisansüstü düzeyde eğitim ve öğretim veren bir eğitim kurumudur. 1898 yılında Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid döneminde kurulan daha sonra merkezi 1948 yılında Ankara'ya taşınan Gülhane Askeri Tıp Akademisi ise Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sağlık bilimleri alanında askeri personel yetiştirmektedir. Askerî mahkemeler askerî hukuk hükmü altında olan askeri personel için ceza belirler. Genellikle askeriyede disiplin ihlalini önlemek içindir. Yine Askerî Yargıtay, Askerî mahkemeler tarafından verilen karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. 4 Temmuz 1972 tarih ve 1602 sayılı kanunla kurulan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (Askerî Danıştay) ise Türkiye'de askerî idari yargı alanında faaliyet gösteren mahkemedir. Kısaltması OYAK olan ordu yardımlaşma kurumu 27 Mayıs darbesinden sonra kurulmuş, özel hukuk hükümlerine bağlı, TSK mensuplarının yardımlaşma ve emeklilik fonudur. OYAK'ın yönetiminde sivil devlet memurlarıyla birlikte muvazzaf askerler de vardır. Temsilciler Meclisi yönetiminde hizmet veren dört general bulunur. İlk sermayesi Osmanlı Devleti'nin subayların ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturduğu fondan 50 bin altın devredilerek oluşturulmuş OYAK, kurumlar vergisinden muaf tutularak KİT'lere tanınmayan bir hak tanınmıştır. Bunu devletin OYAK'a bir katkısı olarak gören bazı kişiler bu durumun, piyasada aynı işi yapan şirketler açısından serbest rekabeti bozduğunu iddia ederler. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ziyaret edilebilir üç müzesi de İstanbul'dadır. Harbiye, İstanbul'da bulunan Harbiye Askeri Müzesi 54.000 m²lik bir alan üzerinde kurulu 18.600 m²lik binasıyla bir yapılar kompleksidir. Geniş bir alana yayılan Mekteb-i Harbiye binası, Osmanlı Devleti’ne subay yetiştirmek amacıyla kurulmuş ve 1862’de inşa edilmiştir. Yine Türkiye'nin denizcilik alanında en büyük askerî müzesi İstanbul Deniz Müzesi'dir. Koleksiyonunda yaklaşık 2
0.000 adet eser bulunmaktadır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı olan "İstanbul Deniz Müzesi" Türkiye'de kurulan ilk askeri müzedir. 1897 yılında, dönemin Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa'nın emirleri ile Tersane-i Amire'de (Osmanlı Devlet Tersanesi Kasımpaşa, İstanbul'da) küçük bir binada "Müze ve Kütüphane İdaresi" ismi ile kurulmuştur. Yeşilköy'de askeri havalimanının bitişiğinde yer alan ve Türk hava kuvvetlerine ait uçakların sergilendiği İstanbul Havacılık Müzesi'si I. Dünya Savaşı sonunda, en eskisi 1912 yılına ait olmak üzere muhtelif milletlere ait tayyareler ile hangarlarda I. Dünya Savaşı devamınca Almanlar tarafından yapılan her tip tayyareden bir, iki ve üçer adet bulunması Hava Kuvvetleri Müfettişliği'nce bir hava müzesi kurma kararı alınmasına neden olmuştur. 16 Ekim 1985 tarihinde ziyarete açılmıştır. Er ve erbaşlardan çatışmada ölen veya herhangi bir nedenle hayatını kaybedenlerin bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile gazi ve engelli Mehmetçiklere sosyal ve ekonomik destek sağlamak amacıyla 17 Mayıs 1982 tarihinde TSK Mehmetçik Vakfı kurulmuştur. Yine aynı amaç doğrultusunda Türk Silahlı Kuvvetleri; "Elele Vakfı", "Güçlendirme Vakfı", "Dayanışma Vakfı", "Sağlık Vakfı" ve "Eğitim Vakfı" vardır. "Orduevleri", otel ve/veya sosyal tesisler olup kullanımı subay, astsubay ve 2012 yılından sonra uzman çavuş ve uzman erbaşlara mahsustur. Tesisin tipine göre içinde otel odaları, restoran, çay ve pasta salonları, spor salonu, öğrenci etüt salonu, düğün salonu, çeşitli davet ve kokteyl salonları, çocuk oyun salonları, kadın ve erkek kuaför salonları, yüzme havuzu, sauna, fin hamamı, otopark ve kütüphane bulunabilir. Harbiye Orduevi ve Eskişehir Subay Orduevi bulundukları semtle özgünleşmiş bilinen büyük orduevlerindendir. Ağustos 2013 tarihi itibarıyla Türkiye'nin kendi toprakları dışında toplam 3 bin 189 askeri personeli bulunmaktadır. Başta NATO üyeliği olmak üzere birçok uluslararası örgüte üyeliğinden doğan sorumlulukları gereği yurtdışında birçok defa geçici olarak asker bulunduran Türkiye'nin üyesi olduğu örgütlere bağlı olmaksızın yurtdışında sürekli olarak bulunan tek askeri üssü KKTC Barış Kuvvetleri Komutanlığı'dır. Türkiye'nin halihazırda kurulu ya da kurulma aşamasında olan yurt dışındaki askeri üsleri dışında Azerbaycan ve Arnavutluk'ta askeri eğitim vermek için geçici olarak kurulu askeri eğitim üsleri bulunmaktadır. 2015 yılında Irak'ın Musul şehrinde askeri eğitim vermek için askeri eğitim üssü kuruldu. "Başika Kampı" olarak adlandırılan askeri üsse 600 silahlı Türk askeri çıkartıldı. Türkiye'nin Bosna-Hersek'te EUFOR kapsamında bulunan Fatih Sultan Mehmet Kışlası bulunmaktadır. Diğerleri Uzun Hasan Uzun Hasan, (Osmanlıca: اوزون حسن; , ); (d. 1423 - ö. 6 Ocak 1478), Akkoyunlu hükümdarı olup, bugünkü İran, Irak, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye'nin bir bölümünü kapsayan bir coğrafyada 1453-1478 yılları arasında hüküm sürmüştür. Timur'un Diyarbakır, Mardin, Sivas, Şanlıurfa ve Erzincan'a yönetici olarak atadığı Kara Yülük Osman Bey'in torunu olup Karakoyunluların hükümdarı Cihan Şahı yenmiş (1467). Trabzon İmparatoru IV. İoannis'in kızı Despina Hatun (Theodora Megali Komnini) ile evlenerek bu devleti himayesi altına almaya çalışmıştır. 1453 yılında Diyarbakır’da devletin başına geçmiş, Karakoyunlular ve Timur’un torununu yenerek devletinin sınırları güneye doğru genişletmiş, 1466 yılında Tebriz’i başkent yapmıştır. Sınırlarını genişletmesi ve bu denli güçlenmesi Uzun Hasan’ı Osmanlılarla karşı karşıya getirdi. Akkoyunlular ile Osmanlılar arasındaki çatışmalar, Fatih Sultan Mehmed'in Trabzon İmparatorluğu üzerine yaptığı sefer sırasında başladı. Uzun Hasan da Trabzon imparatorunun kızıyla evliydi ve Osmanlı ordusunu durdurmak için Trabzon'a kuvvet gönderdi. Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu bu kuvvetlere yenildi. Fatih, 1461'de Trabzon'u aldıktan sonra Akkoyunluların üzerine sefere çıktı. Uzun Hasan 1473'teki Malatya Savaşı'nı kazanmasına rağmen Otlukbeli Savaşı'nda Fatih karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu yenilgiden sonra topraklarındaki siyasal ve askeri gücünü büyük ölçüde yitirdi. Fakat Uzun Hasan 1474-1478 yıllarında Gürcistan'a hücum etti. 1477'de Gürcü Çarı VI. Bagrat'la yapılan anlaşmaya göre Tiflis de dahil olmakla doğu Gürcistan Akkoyunlu egemenliğine girdi. Uzun Hasan’ın 1478'de ölmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht kavgaları Akkoyunlu Devleti'ni iyice zayıflattı. Uzun Hasan'ın kızı Alemşah Halime Begüm, Safevi devletinin Hükümdarı Şah İsmail'in annesi olacaktır. Uzun Hasan'ın yedi oğlu olmuştur: Uğurlu Mehmet Bey, Halil Mirza, Maksud Bey, Yakub Bey, Masih Bey, Yusuf Bey ve Zeynel Bey. Sare Hatun Sara Hatun, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesidir. Fatih Sultan Mehmet Toros Dağlarını aşıp Mardin şehri yakınında ordugah kurunca, sultan ile elçi olarak görüşmeye gitmiştir. Fatih, Uzun Hasan’ın bağlılık mesajını getiren Sara Hatun’u saygıyla kabul edip dinledikten sonra, oğlu ile antlaşma yapmaya rıza göstermiş ama geri göndermeyerek, Trabzon seferine katılması için alıkoymuştur. Trabzon’un geçit vermez sarp yollarında ilerleyen Fatih’e, Sare Hatun sorar: - "Ey oğul! Bu Trabzon’a bunca zahmet nedendür?" - "Ana bu zahmet din yolunadır. Zira bizim elimizde İslam kılıcı vardır, eğer bu zahtemi ihtiyar itmesüz bize gazi demek yalan olur." Parşömen Parşömen, üzerine yazı yazmak veya resim yapmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisidir. Parşömen ismi Bergama'dan gelmektedir ve Bergama Kağıdı anlamında Latince Charta Pergamena'dan türemiş ve bütün dillere de buradan geçmiştir. Yaygın bir antik söylenceye göre Mısır Kralı, Bergama Kütüphanesi'nin İskenderiye Kütüphanesini geçmemesi için Anadolu'ya papirüs ihracını yasaklamış. Kâğıtsız kalan Bergama'nın Kralı II. Eumenes yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vadetmiş. O zamanki Kütüphane Müdürü Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale getirmiş ve krala sunmuş. Parşömen MÖ II. Yüzyıldan başlayarak Bergama'dan bütün dünyaya yayılmıştır. IV. yüzyıla kadar papirüs ve parşömen birlikte kullanılmış, daha sonra XII. Yüzyıla kadar tek yazı medyası olarak kültürü sonraki yüzyıllara taşımıştır. Gerektiği gibi işlendiğinde her iki yüzüne de yazılabilmesi, neredeyse yırtılamaması, yanmaması, olağanüstü dayanıklılığı, hat ve tezhip sanatına uygunluğu, üstündeki yazıların okunmasının gözü yormaması, hayvanların yaşadığı her yerde üretiliyor olması gibi birçok avantajı düşünüldüğünde, şaşırtıcı olan parşömenin papirüsün yerini alması değil, bunun niye bu kadar uzun sürdüğüdür. Bunun en akla yakın yanıtı parşömen yapımının zaman içinde birçok deneme ve yanılmanın ardından mükemmelleşmiş olduğudur. Parşömen günümüzde daha değişik hallerde kullanılmaktadır. Parşömen yapmak için deri kirece yatırılarak kıllarından arındırılır, fazla et ve yağları alındıktan sonra gerilir ve kurutulur. Yazım için hazırlamak üzere değişik malzemelerle zımparalanır. Her işlemi tekrar etmek sonuçta elde edilecek parşömenin kalitesini arttırır. Son üründe derinin orijinal dokusu gayet açık görülebildiğinden hiçbir parşömen diğerinin aynı değildir. Bugün hâlâ parşömen yapımını bir bilimden ziyade bir sanat olarak görmek gerekir. Mağara duvarı, kil tablet, mermer, balmumu tablet, papirüs, kâğıt, bilgisayar ekranıyla karşılaştırıldığında kaliteli bir parşömen insanlığın kullandığı en mükemmel yazı malzemesidir. Bazen 40 yıl önce yazılmış bir kâğıt üzerindeki yazı zor okunurken, 1500 yıllık parşömenler sanki dün yazılmış duygusu uyandırmaktadır. Yunanca Pergamini, Pergamos “Bergama”, Arapça per-gamun, Batı dillerinde (İngilizce parchment, Almanca Pergament, Fransızca parchemin, Rusça pergament, İspanyolca pergamino, İtalyanca pergamena. Allotrop Allotrop (Yunanca'da "diğer" anlamına gelen ἄλλος "(allos)" sözcüğü ile biçim anlamına gelen τρόπος "(tropos)" sözcüklerininden oluşur), aynı elementin uzayda farklı şekilde dizilerek farklı geometrik şeklindeki kristallerine denir. Örneğin; grafit - elmas, beyaz fosfor(P) - kırmızı fosfor(P), rombik kükürt(S) - monoklinik kükürt(S, ozon(O) -oksijen(O), kireç taşı - mermer, gri (alfa) kalay - beyaz (beta) kalay birbirinin allotropudur. Karbon elementinin allotropları olan grafitin karbon bağları zayıf, elmasınkiler ise çok güçlüdür. Allotrop moleküllerin hem kimyasal özelliklerinin birçoğu hem de fiziksel özelliklerinin tümü birbirinden farklıdır. Sadece aynı maddeyle tepkimeye girdiklerinde oluşturacakları bileşikler aynıdır. Ancak reaksiyona girme aktiviteleri farklıdır. Sâdık Hidâyet Sadık Hidayet (Farsça: صادق هدایت) ‎ (17 Şubat 1903, Tahran - 9 Nisan 1951, Paris), modern İran edebiyatının önde gelen düzyazı ve kısa hikâye yazarı. 17 Şubat 1903 tarihinde Tahran'da dünyaya geldi ve bu kentteki Fransız Lisesi'nde eğitim gördü. 1925 yılında eğitimini sürdürmek amacıyla Avrupa'ya gitti. Bir süre diş hekimliğine ilgi duyduysa da mühendislik okumak için diş hekimliğinden vazgeçti. Fransa ve Belçika'da geçirdiği dört yılın ardından İran'a döndü ve kısa sürelerle çeşitli işlerde çalştı. İlk hikâyelerini Paris'teyken yazdı. 1936'da Hindistan'a giderek Sanskritçe öğrendi. Buradayken Budizm'i inceledi ve Buda'nın kimi yazılarını Farsça'ya çevirdi. Sadık Hidayet sonunda tüm hayatını Batı Edebiyatı çalışmalarına ve İran tarihi ile folklorunu araştırmaya adadı. En çok, Guy de Maupassant, Çehov, Rilke, E.A. Poe ve Kafka'nın eserleriyle ilgilendi. Hidayet birçok hikâye, kısa roman, iki tarihi dram, bir oyun, bir seyahatname ile bir dizi yergili komedi ve taslak kaleme aldı. Yazıları arasında ayrıca birçok edebiyat eleştirisi, İran folkloru ile ilgili araştırmalar ve Orta Farsça ile "Fransızca"dan yapılmış çeviriler yer alır. Sadık Hidayet, İran Dili ve Edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası haline getiren yazar olarak kabul edilir. Sonraki yıllarda, zamanın sosyo-politik problemlerinin de etkisiyle, İran'ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri arac
ılığıyla bu iki kurumun su-i istimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girdi. Çevresine, özellikle de, çağdaşlarına yabancılaşan Hidayet, son eseri Kafka'nın Mesajı'nda ancak ayrımcılık ve baskı sonucunda yaşanabilecek bir melankoli, umutsuzluk ve ölüm halinden bahseder. Sadık Hidayet'in en tanınmış eseri 1937 yılında Bombay'da yayımlanan Kör Baykuş'tur. Beethoven ve Çaykovski dinlemeyi seven ve afyon tiryakiliği bilinen Sadık Hidayet, resimle de uğraştı. Günümüze kalabilen resimleri "Hassan Qa'emian" tarafından bir araya getirildi. Kimileri bu eserlerde sanatsal bir değer bulmazken, kimilerine göre de bunlar geleceğin resimleridir. Ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır: "Paris`te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanıbaşında yerde duruyordu." Yılmaz Güney`in de yattığı Père Lachaise (okunuşu: per laşez) mezarlığında gömülüdür. Sadık Hidayet'in eserleri günümüzde Avrupa'daki politik İslamcı çevrelerden yoğun eleştiriler almaktadır ve birçok romanı (özellikle de Hacı Ağa) artık Fransa'daki kitapçılarda ve kütüphanelerde bulunamamaktadır. Kör Baykuş ve Hacı Ağa adlı romanları 2005 yılında düzenlenen 18. Uluslararası Tahran Kitap Fuarı'nda yasaklanmıştır. Kasım 2006 itibarıyla Sadık Hidayet'in tüm eserleri geniş çaplı bir tasfiye politikası kapsamında İran'da yasaklı durumdadır. Aşölyen Aşölyen, Paleolitik Çağ’da Homo sapiens ve Homo erectus’un el baltaları ve yongalardan hazırlanmış kesici alet kullanımıyla standartlaştırdıkları kültürdür. Adını Fransa, Somme'daki Saint-Acheul'den alır. Aşölyen kültürde insan dağılımını etkileyen en önemli öge, bölgede veya getirilecek mesafede alet yapımına uygun taşların bulunmasıydı. Agathias Agathias (Αγαθίας), (d. MS 536 Mirina) - (ö. 582), Bizanslı şair ve tarihçi İskenderiye’de hukuk eğitimi almasına rağmen öğrenimini Konstantinopolis’te tamamlamış ve bir süre avukat olarak çalışmıştır. Gerek kendi gerekse çağdaşlarının şiirlerini Kiklos (Κύκλος) adlı 8 kitapta arşivledi ve 101 epigramdan oluşan bir Yunan antolojisi hazırladı. I. Justinianus’un ölümünden sonra, Procopius’un işini sürdürerek Justinian dönemi tarihini 5 cilt altında toplamıştır. Amfora Amfora, gövdesinden daha ince olan boyun kısmının altında dibe doğru daralarak sonlanan iki kulplu, Antik Dönemlere özgü bir çeşit Yunan çömleği. Kelime kökeni olarak "amphi" yani çift taraflı ve "pherein" yani taşımak anlamındaki sözcüklerin birleşiminden oluşmuştur. En çok kullanılan amphoralar Yunan amphoralarından önce Akdeniz'e hakim olan kavimlerin amphoralarıdır. Boyun kısmının gövde ile dik açı yapacak şekilde birleştiği (boyunlu amfora) veya bu birleşimin düzgün bir eğri ile devam ettiği (tek parça amfora) iki ayrı formu bulunmaktadır. Boyunlu amforanın, MÖ 9 yüzyılda, tek parça olanın ise MÖ 7. yüzyılda kullanımına başlanmıştır. MÖ 6 - 2. yüzyıllar arasında Tanrıça Athena onuruna düzenlenen şenliklerde içi zeytinyağı ile doldurulmuş siyah renkli ve üzerinde figürler olan amforalar kullanılırdı. Bu amphoralara panathenik amphora denmektedir ve kendine özgü bir kap formu bulunmaktadır. Günümüze, çeşitli çağlardan çeşitli formlarda ulaşan amforalar, tahıl, zeytin, zeytinyağı ve şarap taşımak için kullanılmış olup, özellikle Roma döneminde şarap taşımak amacıyla çok sayıda amfora üretilmiştir. Şarap amforaları, Attika ölçüsüne göre 39 litredir. Büyük boy amforalar genellikle mezar taşı veya cenaze törenlerinde kullanılmak üzere yapılmışlardır. Karadeniz Bölgesi'nde, Sinop, antik çağda amfora üretim ve ihracat merkeziydi. Arkeolojik kazılarda Boztepe yarımadasında Zeytinlik ve Nisiköy’de MÖ 3. yüzyıla, Demirci koyunda ise MS 3 - 4. yüzyıla ait amforalar bulunmuştur. Eski Yunanca’dan Latinceye geçen bir ölçü birimi olup 48 sextarius değerindedir (25.36 litre) Anabasis’te, Karadeniz’in yerli halklarından birisi olan Mossioniklerin, yunus balığı yağı sakladıkları küplerin adı olarak geçmek-tedir: “Ayrıca tuzlanarak küplere bastırılmış yunus balığı eti, çanaklarda yunus yağı vardı” Latince amphora < Antik Yunanca ἀμφορεύς (amphoreús, amphiphoreús) Antik Yunanca'da, "phoreús" taşıyan ve "amphi" her ikisi, iki yanlı, çepeçevre anlamındadır. Genelde ticaret için kullanılan amphora tipidir. Sivri dipli olması sayesinde taşıma araçlarında yer tasarrufu sağlamıştır. Dışa açılan bir ağız kısmı ve yukarı uzayan kulpları ile karakteristiktir. Nikosthenes tarafından 530 tarihinde üretilmeye başlanan bu amphora türü esas olarak etrüsk kökenlidir ve oradan ticaret vasıtasıyla Yunanlar tarafından tanınmış ve sevilmiştir. Dışa açılan cok belirgin bir ağızı ve geniş kulpları bulunur ayrıca kaidesi dışa açılır. Bedesten Bedesten, Farsça kökenli bir kelime olup, değerli malların satılması için inşa edilmiş, kubbelerle örtülü ve genellikle dikdörtgen planlı büyük yapılara verilen addır. Aslında ilk yerleşimler çoğunlukla kervansaraylar şeklinde olmuştur. Zamanla kervansaraylardan bazıları cami, pazar, eczane v.b. eklenerek kervansaray külliyelerine dönmüş, bu külliyelerin etrafında da iskan oluşmuştur. Bir yanlışlık olarak çoğunlukla bu kervansaraylar daha sonra bedesten olarak adlandırılmışlardır. Çoğunlukla aynı tür esnafın bulunduğu ve düzenli, sıralı olarak yerleşmiş dükkanlar (Farsça "Arasta": sıralı düzenli) Arasta, birden fazla meslek gurubunu barındıran alış veriş yerleri de çarşı, bedesten olarak tanımlanmaktadır. Osmanlıda, kumaş, mücevher ve çeşitli kıymetli eşyaların alım satımının yapıldığı, eşit büyüklükte kubbelerle örtülü, bir çeşit kapalı çarşı olup bu yapıların ilk örneklerine 13. yüzyıl başlarında Anadolu’da rastlanmıştır. Anadolu'da bilinen ve bugün hala kullanımda olan en eski Bedesten Kahramanmaraş'tadır. Bedestenler zamanlarında önemli birer iktisadi kuruluştu. O devirde, günümüzdeki banka ve borsaların görevini de görürdü. Bitinya Bitinya Krallığı veya Bitinya (Yunanca: Βιθυνία Bithynia), MÖ 377 ve MÖ 64 yılları arasında Nikea (İznik) başkentli, İzmit Körfezi, İstanbul, Sakarya ve Bursa arasında kalan bölgede hüküm sürmüş, Trakya kökenli Bitinler tarafından kurulmuş devlet. Antik Çağ ve Roma İmparatorluğu döneminde Marmara Denizi'ni çevreleyen Nicomedia, Chalcedon, Cius ve Apamea pek çok kenti kapsayan verimli topraklara sahip bir bölgedir. Strabo, Antik Anadolu coğrafyasını anlattığı Geographika adlı eserinde Mithridates Eupator'u yenen Romalı komutan Pompeius'un yıktığı Pont krallığının Karadeniz ve Kalkedon ağzına kadar olan bölümlerini Bitinya krallığının idaresi altına verdiğini bu bölgede "Bitin" adlı bir halkın yaşadığını bildirmiştir. Sahil bölgelerinde oldukça verimli vadilere sahip olan bölge genelde dağlık ve ormanlık alanlarla kaplıdır. Sahil bölgelerinde oldukça verimli vadilere sahip olan bölge genelde dağlık ve ormanlık alanlarla kaplıdır. En önemli dağ antik Mysia'da yer alan Bursa Uludağ'dır Bölge adını Thak kökenli Bitinler'den almıştır. Herodot, Bitinler'in Trakya'dan Anadolu'ya geçtiğini belirtmektedir. Bu kavimler MÖ 11. yüzyıl civarında bölgeye göç etmişlerdi. MÖ 7. yüzyıldan itibaren Lidya içerisinde yer alan Bitinya bölgesi, MÖ 513 / 512 yıllarında I. Darius'un Trakya seferinden sonra, Hellespontus Frigyası'na bağlandı. Büyük İskender'in MÖ 334 yıldındaki Granikos Savaşında Persleri yenmesine kadar da onların yönetiminde kalmıştır. Büyük İskender'in komutanı Kalas bölgeyi ele geçirmeye çalışmış, Botiras'ın oğlu Bas Kalas'ı yenmiştir. Bas'ın oğlu Zipoites zamanında Bitinya Krallığı, sağlam zeminler üzerine oturtulmuştur. Onun oğlu I. Nikomedes zamanında ise ülke sınırları genişlemiştir. MÖ 74 yılında IV. Nikomedes krallığı bir vasiyetle Roma İmparatorluğu'na bırakınca, Roma egemenliğine giren bölgeyi Gnaeus Pompeius Magnus tarafından MÖ 64 yılında oluşturulan Bitinya - Pontus Eyaleti'ne bağlanmıştır. Cizye Cizye, İslam ülkelerinde Müslüman olmayanlardan alınan bir vergi türüdür. Kaynağını Tevbe suresi 29. ayetinden alır; ""Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslam'ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın. "" İslam devletinin tabiyetinde olan gayrimüslimlerin "(Ehl-i Zimmet)" Allah'ın gönderdiği kitaplara inanan hristiyan ve yahudilerden"(Ehl-i Kitap)", şeriata uygun olarak alınan "(Şer'î)" bir vergidir. Osmanlı Devleti’nde, Müslüman olmayanlara İslamiyet'i kabul etmeleri ya da cizye ödemeleri karşılığı hayatta kalmaları ya da savaşarak ölmeleri seçenekleri sunulurdu. Cizye vergisi verenler "(Cizyegüzar)", mal ve can güvenliği ile her türlü hakları bakımından devletin koruması altına alınır, din, günlük yaşayış ve ekonomik faaliyetlerinde serbest bırakılırdı. Cizye, gayrimüslim vatandaşların hür ve mükellef olan erkeklerinden, yılda bir kez alınan baş vergisiydi. Sakatlardan, kadınlardan, çocuklardan ve din görevlilerinden alınmazdı. Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’nın 1689 yılında sadrazamlığa getirilmesinden sonra yapılan vergi düzenlemesinde cizyenin toplanması bazı esaslara bağlanarak merkeze bağlı "Cizyedarlık" görevi oluşturuldu. Cizye, maaşı devlet tarafından ödenen "cizyedar" denilen memurlar tarafından toplanmaya başlandı. Osmanlı Devleti’nde cizye vergisi 1855’e kadar uygulandı ve Islahat Fermanı ile hem vergi hem de cizyadarlık görevi kaldırıldı; yerine askerlik hizmetlerinden muafiyet vergisi "(Bedel-i askeri)" getirildi; II. Meşrutiyetle birlikte Müslüman olmayanlara da askerlik görevi getirilince bu vergi de son buldu. Diaspora Kopuntu veya diaspora (Antik Yunanca: διασπορά – "diaspora"), çok uzun bir zamandan beri bir kavim, ulus veya inanç mensuplarının ana yurtlarından koparak başka yerlerde
azınlık olarak yaşamaları. Sözcük hem kopma eylemini hem de kopup azınlık olarak yaşayan kimseleri ifade eder. Antik Yunan'da "diasporá" kavramı, bir anakentten ("metropolis") çıkarak dünyanın çeşitli yerlerinde koloniler kuran halk anlamına gelirdi. Daha sonraki dönemde sözcüğün en yaygın kullanım konusu, MÖ 586'daki Babil Esareti'nden sonra Yahudi kavminin tüm dünyaya dağılması oldu. Tevrat'ın Yunanca çevirisinde geçen "dünyanın tüm ülkelerine darmadağın olacaksınız" ("Deuteronomy/Yasanın Tekrarı" 28:25) ayeti muhtemelen sözcüğün bu ikinci anlamının ana kaynağıdır. Diasporaların oluşumunda, sadece işgal, sömürgecilik, zulüm, siyasi nedenler gibi zorlama sonucu olmayan, ekonomik nedenlerden dolayı anavatanını terk eden toplumları da kapsamaktadır. Modern dünya'da sanayileşmeyle birlikte hızla değişen ekonomik yapılara ve artan toplumsal hareketliliğe adapte olamayan toplumlar, ekonomik nedenlerden dolayı yurtlarından kopup başka ülkelere göç ederek daha yüksek bir yaşam kalitesi peşinde düşmelerine sebep oldu. Yeryüzünün birçok ülkesine dağılan Yahudiler gibi, anavatanlarından çıkarak dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan Türkler de tarihteki ünlü diaspora vakaları arasında sayılabilir. Helen Helen ("Helene") veya Truvalı Helen, Menelaos'un karısı. Yunan mitolojisine göre Truva savaşına neden olan dünyanın en güzel kadınıdır. Çeşitli efsanelere göre Zeus'un fani bir kadından olan tek kızıdır. Sparta kraliçesi Leda ile kuğu kılığına girmiş tanrı Zeus'un kaçamağından doğan bir kızdır. Ve Truva'dan kaçabilmeyi de Zeus ve Aphrodite'e borçlu olduğu söylenir. İlyada'nın ve çevrim şiirlerinin başlıca kahramanlarından biridir. Helen daha çocukken Yunan kralı Theseus tarafından kaçırılır ancak daha evlenecek yaşta olamadığı için kral onu annesi Aethra'nın yanına Aphidnae'ya yollar. Fakat Helen, ağabeyi Dioscuri tarafından kurtarılır, Dioscuri aynı zamanda Aethra'yı da esir alır. Helen evlenecek yaşa geldiğinde Yunanistan'daki bütün güçlü ve nüfuzlu erkekler onun peşine düşer fakat kalbi kırık damat adaylarının çıkaracağı sorunları düşünen babası kral Tyndareos, Odysseus'u dinler ve kızını istemeye gelen herkese Helen kimi seçerse seçsin, onun evliliğini ve mutluluğunu korumaya yemin ettirir. Daha sonra kral, Menelaus'ta karar kılar ve Helen onunla evlenerek ona Hermione isminde bir kız çocuğu verir. Ancak, on sene kadar süren mutlu bir evlilikten sonra Helen, bir gece Truva prensi Paris ile kaçar. Bunun üzerine kocası Menelaus diğer damat adaylarını, onlara yeminlerini hatırlatarak bir araya toplar ve tarihteki en büyük Yunan ordusu, Agamemnon komutasında efsanelere konu olacak savaş için Truva'ya gider. Tyndareos'un karısı Leda'nın doğurduğu bir yumurtadan(altın bir kuğu yumurtasından) çıktı ve güzelliğiyle kısa zamanda herkes tarafından tanındı. Theseus'un Atina'ya kaçırdığı Heleni erkek kardeşleri Kastor ve Polydeukes Sparta'ya getirince Yunanistan'ın bütün kahramanları onunla evlenmek istedi (Akhilleus da dahil) Reddedilen damat adaylarının hışmından korkan Tyndareos Helen'le evlenemeyenlerden bazılarının Helen'in müstakbel eşi ile dövüşmeleri ihtimaline karşı bütün adayların birlik yemini etmesini şart koydu. Genç kız Menelaos ile evlendi. Ama Truva Kralı Priamos'un oğlu Paris Menelaos'un Sparta'da konuk olmuş şerefine verilen ziyafette herkesin sarhoş olmasından yararlanarak Heleni kaçırır. Bunun üzerine Menelaos eski rakiplerinden yeminlerini tutmalarını ister. Böylece Truva Savaşı başladı. (Savaşın asıl nedeni Yunanların Asya kıyısındaki bu önemli kenti işgal etmek istemesiydi.) Paris'in ölümünden sonra Helen onun kardeşi Deiphobos ile evlendirildi (Priamos tarafından) ve Truva yağma edilirken onu kızgın Yunanların eline bıraktı. Menelaos Helen'i tekrar aldı, Sparta'ya getirdi. Helen dul kalınca Menelaos'un evlilik dışı çocukları Megapenthes ve Nikostratos tarafından kovuldu, Rodos'a sığınmak zorunda kaldı. Orada Kral Tlepolemos'un karısı Argoslu Polykso Heleni öldürttü. Başka bir inanışa göre Zeus (Helen'in gerçek babası) ölen Helen'i tanrıların katına çıkardı ve onu yıldız yaptı. Bazı efsanelere göre de Mutlular Adası'nda Menelaos ile sonsuza kadar yaşayacaktılar. Helen'e birçok ülkede tapıldı. Ağzından çıkan son kelimelerin "Paris, Baba" (Baba olarak Zeus) olduğu rivayet edilir. Yunanlar için bir güzellik örneğiydi. Tarihte pantolonu ilk giyen kadındır. (Paris'in pantolonunu giymiştir.) Altın sarısı saçlara, zümrüt yeşili gözlere sahip olduğu söylenmektedir. Ayrıca Freud'un Elektra Kompleksi adını verdiği psikolojik duruma adını veren Elektra'nın (tek) teyzesidir. Aslen Spartalı olmasına rağmen o hep "Truvalı Helen" olarak anılmak istemiştir. Ve bugün Truvalı Helen olarak bilinir. Paris'ten 9 yaş büyüktür. Sadece bir tane çocuğu Hermione vardır. Silvan Silvan Diyarbakır'ın ilçelerinden biridir. Doğusunda bulunan Tigranakert antik Ermeni Krallığına başkentlik yapmıştır. Meyyâfârikīn (ميّافارقين) eski adıdır. İslâm kaynaklarında adı Mâfârkīn, Mefârkīn ve Fârkīn şeklinde de geçen şehir Grekçe’de Martyropolis (şehidler şehri), Süryânîce’de Mīpherkét, Muhârikîn, Muphargin ve Ermenice’de Nphkert adlarıyla tanınır. Yâkūt el-Hamevî’ye göre (MuǾcemü’l-büldân, V, 274) eski adı Medûr-Sâlâ’dır (din kurbanlarının şehri). Silvan ismini mitolojik ve coğrafya yer adları bakımından incelediğimizde "Silvanus" Roma mitolojisinde orman tanrısı demektir. ormanları ve korulukları koruduğuna inanılır. Yalnız erkekler tapabilir, kadınların tapması yasaktır. Dünya coğrafyası üzerinde çok farklı kıtalarda adının içinde "silvan" geçen bölge ve bir eyalete rastlamaktayız. örneğin, Romanya'nın batı ve orta bölgelerinde "Transilvanya" olarak adlandırılan oldukça yoğun yeşillik ve korulukların olan bir coğrafik yer vardır. Yine Amerika'nın doğu eyaletinden bir olan Pensilvanya, aynı şekilde bol yeşillikli bir bölgedir. Buraya bu ismin verilmesi "Pensilvanya adı İngiliz Amirali William Penn'in soyadı ve ormanlık alan (woodland) anlamındaki "sylvania" kelimesinin İngiliz kralı II. Charles tarafından birleştirilmesi ile türemiştir." Pensilvanya Diyarbakır'ın en yeşil ve bir zamanlar oldukça sık ormanları olan bu bölgeye "Silvan" adının verilmesi sanırım hem mitolojik hem de coğrafik anlamda incelenmesi gereken önemli bir konudur. Silvan ilçesinin batısında Diyarbakır merkez ilçe ve Hazro ; kuzeyinde Lice ve Kulp ilçeleri ; doğusunda Batman ili, güneyinde Bismil ilçesi ile komşudur. Diyarbakır’a 82 km uzaklıktadır. Düz bir arazi yapısına sahip gibi görünse de dağlık yerleri de vardır. Keskin kayalıklara sahiptir. Yüzölçümü 1.373 km'dir. Arazi genellikle engebelidir. 1500 metreyi bulan Albat Dağları Silvan'ın arkasındasır. Albat dağları ova boyunca ilçeyi doğudan batıya keser. "Meyafarkin, Meyafarakini, Marturupolis, Farakini, Farkin, Silivan" ve "Silvan" eski isimleridir. Silvan'da karasal iklim egemendir. Yazları çok sıcak geçer. Ama, kış soğukları Doğu Anadolu'da olduğu kadar şiddetli değildir. Bugüne değin ölçülen en yüksek sıcaklık 46,2° ile 21 Temmuz 1937'de, en düşük sıcaklık ise -24,2° ile 11 Ocak 1933 günü olmuştur. 496 milimetre olan yıllık ortalama yağış tutarının ancak yaklaşık %2'si yaz aylarında düşer. Yıllık yağış tutarı Silvan'da 729 mm dir. Silvan'daki barajdan dolayı nem biraz da olsa artış gösteriyor. Ortalama nem, en çok Aralık ve Ocak aylarında ölçülmüştür. Bu aylarda %77'ye çıkar. Temmuz-Ağustos aylarında ise nispi nem değerleri %20'ye düşmektedir. Doğal bitki örtüsünü, genellikle otsu bitkilerin ağır bastığı bozkır bitkileri oluşturur. Bunlar ilkbaharda kısa bir süre içinde yeşerip çiçeklenir, ama yağışların kesilmesiyle yaz başında kururlar. Orman bakımından çok yoksul olan dağlarında yer yer meşe topluluklarına rastlanır. Ama ormanlar, ilçenin toplam yüzeyinin onda birini bile bulmaz. İlçe sınırlarında 'Ambar' çayı bulunmaktadır. Malabadi Köprüsü, Silvan ilçe sınırlarında olup Silvan'ın tarih envanterine kayıtlıdır. Silvan merkezde bulunan doğal kaynak sularıda ilçenin su ihtiyacını karşılamaktadır . Silvan'da bir adet orta ölçekli sanayi sitesi vardir. Sosyo-ekonomik birçok nedenden dolayı tarımla iştigal eden Silvan nüfusu %65’lerden aşağıya hızla düşmektedir. İlçede tarıma uygun arazilerin %85’i ekilmektedir. Bu da toplam arazimizin % 45’ne tekabül eder. Silvan’ın ormanlık alan ortalaması %23'dür ve Ülke ortalaması olan %26’ya yakındır. Bu ormanların büyük bölümü planlara göre bozuk baltalık ormanlardır. Buna rağmen ormana dayalı sanayisi yoktur. Yer şekilleri engebeli olduğundan tarımda makine kullanımı fazla gelişmemiştir. Çok verimli toprakları olmasına rağmen sulanılabilen toprak oranı çok azdır. Tarımsal ürünlerimiz tütün, buğday, nohut, pamuk yetiştirilir. Son yıllarda mısır üretimiçok yüksek bir hızla artmaktadır. Hayvancılık faaliyetleri tarıma dayalıdır. İlçede küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık görülür. Hayvancılık fazla yer kaplamıyor, genelde kırsal kesimlerde görülür. Diyarbakır'ın en çok nüfus barındıran ilçesidir. Silvan Diyarbakır'ın kırsal nüfusu şehir nüfustan orantılı olan tek ilçesidir. İlçede köyler yol boyunda ve ilçenin orta kesiminde toplanmıştır. 100 km²'ye ortalama 5 köy düşer. İlçede nüfus yoğunluğu 70 kişi/kilometrekare'dir. Ortalama mahalle nüfusu 712'dir. Silvan’ın nüfusu son sayımda 104.807 kişi gösteriyor. Silvan sosyoyapı bakımından Kurmançlardan oluşmaktadır. Her yıl Hicri takvim e göre 1 Mayıs'ta günümüz takvimi 14 mayıs baharın gelişi anlamına gelen seregulan kutlanır. Burada tüm halk piknik yapar konserler olur. Bir de Silvan'daki bir aşirete özgü olmasına rağmen daha sonra tüm Silvan'lıların çoşkuyla kutladığı geleneksel Murat şenlikleri Kumgölü’nde kutlanır. Evler genelde siyah taş denilen çok sağlam kesme taşlardan veya modern yapı malzemelerinden yapılmıştır. Damları da betonarmeden yapılmış olup taş dokusuyla uyum güstermiştir. Bazı evlerde ise alt katta yazın serin olan oturma salonları hala revaçtadır. Yeni yapılan binalar artık taş olmaktan çıkmış yeni modern araçlarla yapılıyor. dağ köylerindeki muazzam taş işçiliği birbiriyle adeta y
arışırcasına ermeni ustalarının ellerinden çıkan birer sanat eseri gibi bugun bile tüm ihtişamıyla zamana meydan okurcasına dimdik ayakta duruyor. Pencereler genelde geniş ve süslemeler bulunuyor.ova köylerinde haberleşme amaçlı kullanılmak üzere insan gücü ile toprak taşınarak oluşturulan yüksek tepeler tüm havzayı birbirine bağlayarak iletişim sağlayan doğal bir ağ oluşturmuştur Malabadi Köprüsü Silvan-Bitlis karayolu üzerinde, Silvan'a 18 km. mesafededir. Silvan'dan rahatlıkla ulaşım imkânı vardır. Artuklular döneminde 1147 yılında Timurtaş bin İlgazi bin Artuk tarafından yaptırılmıştır. 7 m. eninde ve 150 m. uzunluğunda bir köprüdür. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 m.'dir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır. Malabadi Köprüsü dünyada taş köprüler içerisinde kemeri en geniş olandır. Köprü, Diyarbakır il sınırları içerisindedir. Kemerin her iki yanında, iç tarafta kervan ve yolcular tarafından, özellikle kışın zorlu günlerinde barınak olarak kullanılan iki oda bulunmaktadır. Köprü nöbetçileri tarafından da kullanılan bu odaları daha önceleri dehlizlerle yolun dipleri ile bağlantılı olduğu, gelen kervanların ayak seslerinin bu dehlizler vasıtası ile daha uzaklarda iken duyulduğu söylenir. Her biri başka uzunluklarda ve kırık hatlar halinde üç bölümden oluşan köprü, doğu ve batıda hafif eğimlerle yollara bağlanmıştır. Orta bölüm kayalıklar üzerine oturtulmuş bir kitle halindedir. Burada sivri şekilde ve 38.60 m açıklıkta çok büyük bir kemer ile sepet kulpu şeklinde, 3 m açıklıkta küçük bir kemer vardır. Üçüncü bölüm fark edilir derecede birinci kısma paralel bir durum arz eder. Burada sivri kemerli iki açıklık ve ayrıca yola bağlanan yer yakınında da bir açılık görülür. Böylece köprü, biri çok büyük olmak üzere beş gözlüdür. Köprünün boyu 150 m, eni 7 m, yüksekliği ise alçak su seviyesinden kilit taşına kadar 19 m'dir. köprü renkli taşlarla inşa olunmuştur. Büyük kemerin iki tarafında 4.5-5.3 m ölçüde, iki hafif kemerli odacıklar, büyük kemerin üstü ortasında, gelip geçişin kontrol edildiği 5 m genişlikte kargir bir kapı ve bunun iki tarafında da ayrıca iki kapı vardır. Bunlardan Batman tarafındaki kalmış, diğeri yıkılmıştır. Bunların sol taraflarından birer merdivenle odacıklara inilir. Bu odalar yüksek tavanlı ve tuğla örtülüdür. Pencereleri geniş ve büyüktür. Malabadi Köprüsü, Silvan-Bitlis yolu üzerindedir. Evliya Çelebi köprüyü şu şekilde tanıtmaktadır: “Köprünün iki tarafında kale kapıları gibi demir kapıları vardır. Bu kapıların içinde, sağ ve solda köprünün temeli beraberliğinde, kemerin altında hanlar vardır ki gelip geçen, sağdan ve soldan geldikleri vakit misafir olurlar. Köprünün kemeri altında birçok odalar vardır. Demir pencereler şahneşinlerine misafirler oturup, kemerin karşı tarafındaki adamlarla kimi sohbet eder, kimi ağ ve oltalarla balık avlarlar. Bu köprünün sağ ve solunda da nice pencereli odalar vardır. Köprünün sağ ve solundaki bütün korkuluklar Nehcivan çeliğindendir. Ama demirci ustası da var kudretini sarf ederek bir türlü sanatlı kafesli korkuluklar yapmış ve doğrusu elinin ustalığını göstermiştir. Doğrusu, üstad mühendis var kuvvetini sarfederek bu köprüde öyle sanatlar göstermiştir ki, bu işçiliği geçmiş mimarlardan hiç birisi göstermemiştir. Albert Gabriel de köprü içine şöyle demektedir: “Modern statik hesabının olmadığı devirde bu açıklıkta o zaman için böyle bir eser hayranlık ve takdiri muciptir. Ayasofya’nın kubbesi köprünün altına rahatlıkla girer. Balkanlarda, Türkiye’de, Orta Doğu’da bu açıklıkta, bu yaşta köprü yoktur.” Diyarbakır Silvan ilçesinin 7 km. doğusunda bulunan Hasuni Mağaraları Malabadi Köprüsü ile Hasankeyf yakınındadır. Anadolu’nun en eski mağara yerleşim yerlerinden biri olan Hasuni Mağaraları Prof.Dr.İ.Kılıç Kökten tarafından araştırılmıştır. Aynı zamanda Prof.Dr.Kılıç Kökten Diyarbakır çevresinde 1.161’i yapay, 2.418’i doğal olmak üzere toplam 3.579 mağara ve kaya sığınağını tespit etmiştir. Hasuni Mağaraları Mezolitik dönemde ilk defa yerleşime sahne olmuş, daha sonra Hıristiyanlığın ilk yıllarında ve Ortaçağda da yerleşim özelliğini sürdürmüştür. Bu mağaraların aralarındaki kayalar düzleştirilerek yollar ve merdivenler yapılmıştır. Ayrıca sarnıçlar, su havuzları, kaya kiliseleri ile atölye gibi yapılarla da burada yaşayanların sosyal yaşamları kolaylaştırılmıştır. Hasuni Mağaraları Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulunca koruma altına alınmıştır. Tem-temburg ilçemize sırt olmuş Albat dağlarını, yaran boşat yolunun sağında ve solunda bulunan üç mağara niteliğinde ve her mağara birer odadan oluşmaktadır. Harbat dağına oyularak oluşturulan mağaraların hangi tarihte yapıldığı ve adının nereden geldiği bilinmemektedir. Mağaralardan büyük olanının içinde yatak niteliğinde iki yükselti vardır. Mağaraların yolları dağa işlenmiş merdivenlerden ibarettir. Boşat kalesi Silvan'ın kuzeyinde bulunmaktadır. Birçok tarihi eserlere sahip bir bölgedir. Fars hüedilmiştir. Eski dönemlerde Zindan olarak kullanılmıştır. Az sayıda insanla bile savunulabilir ama fetih edilmesi hükümdarlığı döneminde Boşat kalesinde ilk hükümdarı 1. Ardişir dönemine ait bir figür bulunmaktadır. Ayrıca boşat kalesinin en büyük özelliği dünyada bir eşi ve benzerinin bulunmamasıdır. Tek parça kaya üzerinde inşa zor bir yapıdır. Silvan şehrinin 400-500 metre güneydoğusunda bulunan bu minare Eyyubi'lerden kalmadır. Üç kardeş tarafından yaptırılan bu minare 5 katlıdır. Eskiden rasathane olarak da kullanılmıştır. Ayrıca eskiden kilise çanının bulunduğu yermiş. Kırık Minare denilmesinin nedeni, söylentilere göre beş kattan daha fazla olduğu ve yıkıldığıdır. Fakat şu anki son katının restorasyon yapılmasından dolayı kırık olduğu anlaşılmamaktadır. Kare planlı burcun ön yüzündeki kitabenin üzerinde; bir gül bezeğinin iki kenarında karşılıklı duran aslan kabartmaları yer almaktadır. Kitabeyi Eyyubi sultanlarından Melik Evhad Eyyub tarafından yaptırılmıştır. İlçede 5 lise ve 13 ilköğretim okulu vardı son yıllarda kurulan Anadolu ve Anadolu öğretmen lisesi ile lise sayısı 7'ye çıktı. İlçe'de 3 tane anaokulu, 3 tane de dershane bulunmaktadır . Ayrıca bir de özel kolej bulunmaktadır. ÖSS de başarı oranı %5,5 tir. Okul Öncesi Eğitimde Okullaşma Oranı %18, İlköğretimde Okullaşma Oranı %96, Ortaöğretimde Okullaşma Oranı %50, Mesleki ve Teknik Liseler Okullaşma Oranı %4 dür. Okur Yazar Oranı %79.57 (Türkiye %87,3) (erkek %87, Türkiye %94), (Kadın %77, Türkiye %81)'dir. Ortalama Sınıf Mevcudu İlköğretimde 51 (Türkiye 38), ortaöğretimde 47 (Türkiye 32)'dir. Eylül 2016'da, "PKK-KCK'ya yardım ve destek verdiği gerekçesiyle 23 Ağustos 2015 tarihinde tutuklanan ve daha sonra 17 Mart 2016 tarihinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan belediye başkanı Yüksel Bodakçı'nın yerine 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giren 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca kaymakam Murat Kütük kayyum olarak atandı. Helios Helios, Yunan mitolojisinde Güneş'in Efendisi olan Titan. Hyperion ve Theia’nın oğlu olup yüzü Apollon’a benzemektedir. Bazen sadece baş kısmına, bazen de çıplak olarak tüm vücudu elinde bir küre tutarken ya da quadriga içinde gökyüzünde olarak özellikle Rodos sikkelerinde rastlanılmaktadır. Güneşe tapınma, Yunanlar tarafından benimsenmiş olmakla birlikte Pers kültüründe daha güçlüydü. Anabasis’te, Antik Ermenistan’da atların güneşe kurban edilmesi geleneğinden bahsedilmektedir: “Ganimet aldığı yaşlı atlardan birini semirttikten sonra kurban etmesi için ona verdi. Bu atın güneşe adandığını duymuştu ve yolda yorgunluktan ölmesinden korkmaktaydı” (IV. 5. 35) Helyum elementinin adı da Helios`tan gelmektedir. Ayca. Diğer WEB siteler. Pelasglar Pelasg, Antik Yunanca metinlerde adı geçip (Pelasgoí, Pelasgós, Pelasgion - Πελασγικόν), Helen kavimleri gelmeden önce ana vatanları olan Kuzey ve Orta Yunanistan’da Girit ve Ege adalarında yaşayan bir halkın adıdır. Yunan kaynaklarında MÖ 5.-4. yüzyıllarda adları geçmekteyse de zamanla asimile olmuşlardır. Pelasgların Yunanların anlamadıkları bir dil konuştukları bilinmekteyse de bu dilin Hint-Avrupa dil ailesinden olup olmadığı, Yunan, Romen , Arnavut dillerinin atası olup olmadığı genellikle milliyetçi bakış açılarıyla tartışılmıştır. Pelasglar büyük ihtimalle Helenlerin barbar olarak tanımladığı kavimlerden birisiydi (Lidyalı, Trak veya Fenikeli gibi), Hellenlere karşı yaptıkları savaşta topraklarını da kaybetmişlerdir. Homer’in destanlarında (MÖ 8. yüzyıl) Pelasgların Epir, Güneydoğu Trakya, Argos, Pelopenez ve Girit’in yerli halkı olduğunua dair deliller bulunmaktaysa da hiçbir Yunan kaynağında Doğu Karadeniz’den Pelasg bölgesi olarak bahsedilmemektedir. Tabii ki bu durum, Helenlerin dillerini anlamadıkları Pelasglar hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmamalarından dahası henüz Karadeniz’i keşfetmediklerinden de kaynaklanıyor olabilir. Apollodorus, The Library 1. 9. 18, 2. 1. 1, 2. 4. 4; Apollodorus, The Library, "Epitome" 6. 15, 6. 15b; Apollonius Rhodius, Argonautica 1. 14, 1. 580, 1. 906, 1. 1024, 2. 1239, 3. 1323, 4. 243; Calli-machus, On the Bath of Pallas 51; Callimachus, Hymn to Delos 284; Callimachus, Hymn to Demeter 25; Homer İlyada 2. 681, 2. 840, 10. 429; Homer, The Odyssey 19. 177; Hyginus, Fabulae 16; Nonnus, Diony-siaca 29. 34, 47. 479, 47. 534, 47. 568, 47. 720; Ovid, Methamorphoses 7. 133, 12. 7, 12. 19, 12. 612, 13. 13, 13. 128, 13. 268, 3. 572, 14. 562 Çatalhöyük'te yapılan kazıların sonucunda James Mellaart (1955) ve F. Schachermeyr (1979) Pelasgların MÖ 4.000'li yıllarda Anadolu'dan Ege Denizi'ne göç eden Hint-Avrupa dil ve kültürüne sahip olmayan bir halk olmadığını iddia etmenin yanında Yunan soy ve kültürünün oluşumunda etkili olduklarını iddia etmişlerdir: Anadolu'nun yerli dillerinde (Pala dili ve Luvi dili gibi) kullanılan "-ss-" sesi gerekse Parnassus (Hititçe parna "ev") benzeri Anadolu kökenli pek çok toponim modern yazarlar tarafından tartışılmaya devam etmektedir. MÖ 7-3. yüzyıllar arasında yaşamış Etrüsklere ait 80 iskeletten alınan DNA örnekleri, Etrü
sklerin genetiğinin bugünkü Anadolu Türkleri ile ilişkili olabileceğini ve Anadolu toplumunda sanılanın aksine birkaç bin yıllık genetik süreklilik olabileceğini göstermiştir. Etrüskler gibi Anadolu kökenli olması muhtemel Pelasglar'ın varlığına dair fiziki bulguların azlığı tüm tahminlerin teori düzeyinde kalmasına sebep olmaktadır. Pelasglar ve Helenler sonraki kuşak Yunanların atası olmuşsa da klasik metinlere farklı yorumlarda getirilmiştir. Bunlar: Arkeolojik bulgular Pelasgların kesinlikle İllyria halkının kültürü dışında başka halk kültürlerine benzerliklerinin bulunmadığını ortaya koymuştur. Yani, Pelasg dilinin sadece Arnavutça ile ilişkili olduğunu gösteren kanıtlar bulunmuştur. Örneğin "pyrgos" kelimesi bugünkü Arnavutçada hala kullanılıyor. Buna benzer Pelasg kelimeler sadece Arnavutça ile açıklanmaktadır. Limni adasında, 1885 yılında Kaminia’da Pelasglara ait olduğu sanılan bir yazıt bulunmuştur ve bugün Atina National Museum’da sergilenmektedir. Bazı araştırmacılar bu yazıtın ardından Pelasg dilinin Thrak, Etrüsk hatta Türk diliyle benzerlikleri olduğuna dair bazı teoriler ortaya atmıştır. Hesihio’nun bugün unutulan Pelasg dilinden Yunanca’ya geçen bazı kelimeleri içeren sözlüğünden alıntı: aleifo - bulaştırdım asamindos - banyo astu – köy adı atembo - darıldım afnos - servet balios - beyaz bretas - heykel gaia, ga – toprak, bölge deyo - (toprağı) sularım dunamai - yapabilirim eiko – geri çekilirim elaion - yağ derapne – ev, konut ide - orman lahe - çukur neos - tapınak pyndax – vazonun dibi pyrgos – kule Ant Etkenmen Ant Etkenmen, (Türkçe:Ant Etmişim) Kırım Halk Cumhuriyeti'nin ve Kırım Tatarlarının ulusal marşıdır. Ant Etkenmen'in sözleri Numan Çelebi Cihan tarafından, Kırım Tatarcası'nın Nogay Lehçesi'nde 3 kıtalık bir şiir halinde yazılmıştır. Marşın bestesi anonim olup sadece marşın son kıtası ulusal marş olarak söylenmekte, bu kıtanın her dizesi nakarat olarak tekrar edilmektedir. Ant Etkenmen, 9 Aralık 1917 günü Bahçesaray'daki Hansaray'da açılan Kurultay'da bando tarafından çalınmıştır. Bundan sonra Kırım Tatarları tarafından kullanılmaya başlamıştır. 30 Haziran 1991 tarihinde Kırım Tatarlarının ulusal marşı olarak kabul edilmiştir. Marş, Rusça'ya Lilâ Bucurova tarafından çevirilmiştir. Ant etkenmen milletimniñ yarasını sarmağa Nasıl olsun eki qardaş birbirini körmesin? Onlar içün ökünmesem, muğaymasam, yaşasam Közlerimden aqqan yaşlar derya-deñiz qan bolsun. Ant etkenmen şu qaranğı yurtqa şavle sepmege, Nasıl bolsun bu zavallı qardaşlarım iñlesin? Bunu körüp buvsanmasam, muğaymasam, yanmasam Yuregimde qara qanlar qaynamasın, qurusın. Ant etkenmen, söz bergenmen millet içün ölmege Bilip, körüp, milletimniñ köz yaşını silmege. Bilmey körmey, biñ yaşasam, qurultaylı han bolsam, Kene bir kun mezarcılar kelir meni kömmege. Ant etmişim milletimin yarasını sarmaya, Nasıl olur da, iki kardeş birbirini görmesin? Onlar için üzülmesem, kaygılanmasam, yaşasam, Gözlerimden akan yaşlar derya deniz kan olsun! Ant etmişim şu karanlık yurda ışık saçmaya, Nasıl olsun bu zavallı kardeşlerim çürüsün? Bunu görüp bunalmazsam, üzülmesem, yanmasam, Yüreğimde kara kanlar kaynamasın, kurusun! Ant etmişim, söz vermişim millet için ölmeye, Bilip, görüp milletimin gözyaşını silmeye. Bilmeden, görmeden bin (yıl) yaşasam, kurultaylı han olsam, Gene bir gün mezarcılar gelir beni gömmeye Salihli (anlam ayrımı) Salihli, Manisa ilinin bir ilçesi. Ayrıca aşağıdaki anlamlara da gelebilir: Bask Bölgesi Bask Bölgesi, İspanya'nın kuzeyinde özerk bölge. Yüzölçümü 7,234 km² nüfusu ise 2,125,000 kişidir. Özerk Bölgenin başkenti Vitoria-Gasteiz şehridir. Bölgeye özerklik 25 Temmuz 1979 tarihinde verilmiştir. Bölge kendi içinde emniyetini Ertzaintza denilen polis teşkilatı ile sağlamaktadır. Bölgedeki yasalar Özerk Bölgeyi üç ilden oluşan bir federasyon olarak tanımlar. Bu sistem 1200 yılından beri bölgede aralıklarla kullanılan Foral Sistemi 'dir. Franco sonrası 1978 Anayasası bölgeye tarihi bir hak olarak geniş yetkilerle bir özerklik sağlamıştır.Bask Parlamentosu ve hükümeti Vitoria-Gasteiz'de bulunmaktadır.Parlamentoda 25 temsilci bulunur ve bu temsilcilerin oylarıyla Bölge Başbakanı (Lehendakari) seçilir. 1937 yılından beri Başbakanlar Bask Milliyetçi Partisi 'nden seçilmektedir.Bask Ülkesi kendi polis teşkilatına (Ertzaintza) ve kendi radyo/tv'sine (Euskal Irrati Telebista) sahiptir. Bu ve diğer güçler "Gernika Yasası" ile güvence altındadır. Bölgedeki Bask Milliyetçileri Navarra topraklarının Tarihi Bask Ülkesinin olduğunu ve Başkentlerini Pamplona'ya taşıma iddiasındadırlar. Bask Hükümeti, Navarra'nın simgesi olan Laurak Bat armasını yıllardır kullanmaktadır. Bask Ülkesi kişi başına 30,680 Amerikan Dolarlık gelirle İspanya 'nın en zengin bölgelerinden biridir. Bu oran Avrupa Birliği ortalamasının da üzerindedir. Baskça ve İspanyolca bölgede resmi dillerdir.1984 yapılan bir dil ile ilgili nüfus sayımında halkın % 23'ünün Baskça'yı anladığını,% 21'inin konuşabildiğini,% 13'ünün okuyabildiğini ve % 10'unun ise yazabildiğini ortaya çıkarmıştır. Bask Özerk Bölgesi içinde pek çok siyasi parti bulunmaktadır. Bunlar; Fotoelektrik etki Fotoelektrik etki ya da fotoemisyon, ışık bir maddeyi aydınlattığında elektronların ya da diğer serbest taşıyıcıların üretimidir. Bu bağlamda yayılmış elektronlar fotoelektronlar olarak adlandırılır. Bu olay genellikle elektronik fiziğinde hatta kuantum kimyası ya da elektrokimya gibi kimya alanlarında çalışılır. Klasik elektromanyetik teoriye göre, bu etki ışıktan bir elektrona enerji transferi olarak adlandırılır. Bu açıdan bakıldığında, ışığın şiddeti veya dalgaboyundaki değişim metalden elektron yayılma oranı değişimine neden olur. Ayrıca, bu teoriye göre yeterince loş ışığın, ilk ışıma ve bir elektronun yeterince yayılması arasında geçen süreyi göstermesi beklenir. Fakat, deney sonuçları klasik teoriye göre yapılan iki tahminden herhangi biriyle ilişkilendirilemez. Bunun yerine, fotonlar eşik frekansa ulaştıklarında ya da eşik frekansı aştıklarında sadece elektronlar fotonların çarpışmasıyla yerinden oynar. Bu eşik değerin altında ise, ışık şiddeti ve ışık maruziyet süresinden bağımsız olarak metalden hiçbir elektron yayılmaz. Şiddet düşük olsa bile ışığın elektron fırlatmasının anlamlı olup olmadığı konusunda, Albert Einstein ışık hüzmesinin uzay boyunca yayılan bir dalga olmadığını öne sürmüştür, bunların her birinin "hf" enerjisine sahip ayrı dalga paketleri yani fotonların toplamı olduğunu söylemiştir. Max Planck’ın önceki keşfi Planck ilişkisi ("E" = "hf") enerji ("E") ve frekansın ("f") enerjinin nicelenmesinden geldiği konusunu aydınlatmıştır. "h" faktörü Planck sabiti olarak bilinir. 1887 yılında Heinrich Hertz ultraviyole ışığıyla daha kolay aydınlanan elektrik kıvılcımlarını keşfetti. 1905 yılında Albert Einstein içinde enerji olan ayrı paketlerde taşınan ışık enerjisinin bir sonucu olarak fotoelektrik etkiden deneysel veriyi açıklayan bir makale yayımlamıştır. Bu keşif adeta kuantumun devrimidir. 1914 yılında Robert Millikan’ın deneyi Einstein’ın fotoelektrik etkisi üzerindeki yasasını onayladı. Einstein 1921 yılında “fotoelektrik etki yasasının keşfi” için ve Millikan ise 1923 yılında “temel elektrik yükü ve fotoelektrik etki” çalışmasıyla Nobel ödüllerini aldılar. Fotoelektrik etkisi, yüksek atom numarasına sahip elementlerdeki çekirdek elektronları için enerjileri sıfırdan (negatif elektron yatkınlığı durumunda) 1MeV’ye yaklaşan fotonları gerektirir. Tipik metallerden taşıyıcı elektronların ışıması genellikle kısa dalgaboyunda görünür ışık veya ultraviyole ışığına bağlı olarak, birkaç elektron-volt gerektirir. Fotoelektrik etki çalışması, ışık ve elektronların kuantum doğasını anlamak için önemli adımlara sahiptir ve dalga-parçaçık ikilik konseptinin oluşumunu etkilemiştir. Işığın elektrik yüklerinin hareketini etkileyen diğer olayı fotoiletken (ışıliletkenlik veya ışıldirenç olarak da bilinir.) etkiyi, fotoelektrik etkisini ve fotoelektrokimyasal etkiyi içerir. Fotoemisyon (ışılyayım) herhangi bir maddeden oluşabilir, fakat en kolay gözlenebilirliği olan maddeler metaller ve diğer iletkenlerdir. Çünkü işlem yük dengesizliği doğurur ve eğer yük dengesizliği akım debisi tarafından nötralize edilmezse; yayılım için potansiyel bariyer, emisyon akımı durana kadar artar. Hatta bir vakum içinde ışıma yüzeyine sahip olmak normaldir, çünkü gazlar fotoelektronların akışını engeller ve gözlemlenmesi zor bir hale getirir. Buna ek olarak, fotoemisyon için enerji bariyeri eğer metal oksijene maruz bırakılırsa, genellikle metal yüzeyindeki ince oksit tabakalarla birlikte artar. Bu yüzden fotoelektrik etkiye dayanan en pratik deneyler ve araçlar bir vakum içindeki temiz metal yüzeyleri kullanır. Fotoelektron bir vakum yerine bir katıya ışıma yaptıysa, terim olarak "dahili fotoemisyon" kullanılır ve bir vakum içine ışıma ise "harici fotoemisyon" olarak adlandırılır. Bir ışık demeti fotonları ışığın frekansıyla doğru orantılı karakteristik bir enerjiye sahiptir. Fotoemisyon işleminde, eğer bazı maddelerdeki bir elektron bir fotonun enerjisini emer ve maddenin iş fonksiyonundan daha fazla enerji gerektirirse, o elektron dışarı fırlatılır. Eğer fotonun enerjisi çok düşükse, elektron maddeden kaçamaz. Çünkü düşük frekanslı ışığın şiddetindeki artma sadece belli bir zaman aralığında gönderilen düşük enerjili foton sayısını arttırır. Şiddetteki bu değişim bir elektronu yerinden çıkarmak için yeterli enerjili herhangi bir tek foton yaratmayacaktır. Bu yüzden, ışınan elektronların enerjisi gelen ışık şiddetine bağlı değildir, sadece tek başına fotonun enerjisine bağlıdır. Bu etkileşim gelen foton ve dış çeperdeki elektronlar arasındadır. Radyasyonla uyarıldıklarında elektronlar fotonlardan enerji emerler, ancak genellikle “ya hep ya hiç” kuralını izlerler. Bir fotondan alınan tüm enerji emilmeli ve atom bağından ya da tekrar yayılan enerjiden bir elekton salmak için kullanılmalıdır. Eğer foton enerjisi emilirse, enerjinin bir
azı atomdan elektronu serbest bırakır ve geri kalanlar serbest parçacık olarak elektronun kinetik enerjisine aktarılır. Fotoelektrik etki teorisi, aydınlatılmış bir metal yüzeyinden elektron salınımının deneysel gözlemlerini açıklamalıdır. Verilen bir metal için, hiçbir fotoelektronun salınmadığı gelen ışımanın belli bir minimum frekansı vardır. Bu frekans "eşik frekansı" olarak adlandırılır. Gelen hüzmenin frekansını arttırmak, gelen foton sayısını sabit tutmak (aynı zamanda bu orantılı olarak enerji artışıdır); salınan fotoelektronların maksimum kinetik enerjisini arttırır. Böylece duran voltaj artar. Elektron sayısı da değişir, her protonun yayılan bir elektronun sonucu olduğu olasılığı foton enerjisinin bir fonksiyonudur. Eğer verilen bir frekansın gelen ışımasının şiddeti arttırılırsa, her fotoelektronun kinetik enerjisinde hiçbir etki görülmez. Eşik frekasın yukarısında, yayılan fotoelektronun maksimum kinetik enerjisi gelen ışığın frekansına bağlıdır, ancak şiddet çok yüksek olmadığı sürece gelen ışığın şiddetinden bağımsızdır. Verilen bir metal ve gelen ışımanın frekansı için, fotoelektronların salınma oranı direkt olarak gelen ışığın şiddetiyle doğru orantılıdır. Gelen ışık hüzmesinin şiddetindeki artma (frekans sabit tutularak) duran voltaj aynı kalmasına rağmen, fotoelektrik akımın büyüklüğünü arttırır. Gelen ışıma ve fotoelektron yayılması arasında geçen süre çok küçüktür, 10 saniyeden küçüktür. Eğer gelen ışık doğrusal olarak kutuplaşıyorsa, yayılan elektronların dağılım yönü gelen ışığın kutuplaştığı yönünde pik yapar. Salınan elektronun maksimum kinetik enerjisi  aşağıdaki gibi verilir: Akım ve uygulanan voltaj arasındaki ilişki fotoelektrik etkinin doğasını gösterir. Tartışmak için, bir ışık kaynağı P plakasını aydınlatır ve diğer plaka elektrodu Q koparılan elektronları toplar. P ve Q arasındaki potansiyeli değiştirebiliriz ve iki plaka arasında harici devredeki akım debisini ölçebiliriz. İş fonksiyonu ve kesilme frekansı Eğer gelen ışımanın frekansı ve şiddeti sabit tutulursa, tüm yayılmış fotoelektronlar toplanana kadar fotoelektrik akımı yavaş yavaş toplayıcı elektrodun pozitif potansiyelinde artmaya başlar. Fotoelektrik akımı bir doygunluğa ulaşır ve pozitif potansiyeldeki herhangi bir yükseliş için daha fazla artamaz. Doygunluk akımı ışık şiddetinin artmasıyla birlikte artar. Hatta çarpışmalar yüksek enerjili fotonlarla olduğunda elektron ışımasının yüksek olasılığından dolayı doygunluk akımı yine artacaktır. Eğer biz plaka P’ye göre Q plakasına negatif bir potansiyel uygularsak ve yavaş yavaş arttırırsak, fotoelektrik akımı azalır, belli bir negatif potansiyelde de sıfır olur. Fotoelektrik akımın toplayıcıda sıfır olmaya başladığı negatif potansiyel "durdurma potansiyeli" ya da "kesilme potansiyeli" olarak adlandırılır. i. Gelen ışımanın verilen bir frekansı için, durdurma potansiyeli şiddetten bağımsızdır. ii. Gelen ışımanın verilen bir frekansı için, durdurma potansiyeli yayılan foto elektronların maksimum kinetik enerjisiyle  belirlenir. Eğer "q" elektrondaki yük ve  durdurma potansiyeli ise, elektron durdurma potansiyeli tarafından yapılan iş , bu yüzden şu an sahip oluruz X-ray sisteminde, kristal maddedeki fotoelektrik etki genellikle üç adıma ayrışır: 1.     İç fotoelektrik etki (aşağıda fotodiodu görebilirsiniz). Sol arka delik, maddeden elektron ayrılmadığında görülen Auger etkisine neden olur. Moleküler katı fononlar bu adımda uyarılır ve son elektron enerjisinde çizgiler halinde görünür olabilirler. Iç fotoelektrik etki kutuplaşmaya izin verir. Atomlar için geçiş kuralları, sıkı-bağ modeli ile kristale dönüşür. Çapraz olması gereken plazma salınımlarındaki geomertiyle aynıdır. Bir yüzey kesin bir eşik frekansını (tipik olarak alkali metaller için görünür ışık, diğer metaller için ultraviyole yakını ve ametaller için en uç ultraviyole) aşan elektromanyetik ışımaya maruz bırakıldığında, ışıma emilir ve elektronlar yayılır. Işık ve özellikle ultraviyole ışığı, katot ışıkları ile aynı doğaya sahip ışınların üretimiyle negatif elektriklenmiş kütleleri boşaltır. Belli durumlarda, direkt olarak gazları iyonlaştırır. Bu olayların ilki Hertz ve Hallwachs tarafından 1887 yılında keşfedildi. İkincisi ise 1900 yılında Philipp Lenard tarafından duyuruldu. Bu etkileri üreten ultraviyole bir ark lambasından, yanan magnezyumdan, çinko ve kadmiyum kutupları arasında endüksiyon bobinlerinin kıvılcımıyla ya da ultra viyole ışınlarınca zengin ışıklardan elde edilebilir. Güneş ışığı ultraviyole ışınlar açısından zengin değildir, atmosfer tarafından emilirler ve ark ışıkları gibi çok büyük bir etki yaratmazlar. Metallerin yanındaki birçok madde ultraviyole ışığı hareketi ile negatif elektriği boşaltır: bu maddelerin listelerini G. C. Schmidt ve O. Knoblauch tarafından yazılan makalelerden bulabilirsiniz. 1839 yılında, Alexandre Edmond Becquerel elektrolit hücrelerde ışığın etkisini araştırırken fotovoltaik etkiyi keşfetti. Fotoelektrik etkiyle aynı olmamasına rağmen fotovoltaikler üzerine çalışması maddenin deneysel olarak ışık ve elektronik özellikleri arasındaki güçlü ilişkiyi göstermiştir. 1873 yılında, Willoughby Smith Selenyum’daki fotoiletkenliği keşfetti, denizaltı telegrafları çalışmasında metallerin yüksek direnç özelliklerini test etmiştir. Heidelberg’de öğrenci olan Johann Elster (1854–1920) ve Hans Geitel (1855–1923) ışığın şiddetini ölçmek için kullanılan ilk pratik fotoelektrik hücrelerini geliştirdiler. Elster ve Geitel elektriklendirilmiş kütlelerdeki ışık tarafından üretilen etkileri keşfettiler. 1887 yılında, Heinrich Hertz fotoelektrik etkiyi, elektromanyetik dalgaların üretimi ve alımını gözlemledi. Aynı zamanda bu gözlemler Annalen der Physik ‘de de yayımlandı. Alıcı kıvılcım aralığıyla bir bobin içeriyordu, kıvılcım elektromanyetik dalgaların belirlenmesinde görüldü. Kıvılcımı daha iyi görmek için karanlık bir kutuya aparatlar yerleştirdi. Fakat, kutuda maksimum kıvılcım boyunun düştüğünü gördü. Elektronların karşı aralığa atlaması için elektromanyetik dalgalar ve ultraviyole ışınları arasına cam bir panel yerleştirdi. Panel yerinden kaldırıldığında kıvılcım boyu arttı. Cam paneli kuarz ile değiştirdiğinde, kuarz UV ışımasını emmediği için kıvılcım boyu düştü. Hertz aylarını bu araştırmaya harcadı ve gözlemlediği sonuçları raporladı. Daha sonra bu etkiyle ilgili araştırmalarına devam etmedi. 1887 yılında Hertz tarafında keşfedilen kıvılcım geçişini kolaylaştıran kıvılcım aralığında ultraviyole ışınlarına rastlanılması Hallwachs, Hoor, Righi ve Stoletow ışığın ve özellikle ultraviyole ışınlarının yüklenmiş kütleler üzerindeki etki araştırmalarını hızlandırdı. Yeni temizlenmiş çinko yüzeylerindeki araştırmalar onaylanmıştır. Ultraviyole ışık yüzeye düştüğünde eğer negatif elektrikle yüklüyse küçük bile olsa bu yükünü kaybeder. Eğer yüzey başlangıçta yüksüzse ışığa maruz bırakıldığında pozitif olur. Pozitif elektriklendirme yüzeye karşı güçlü bir havalı atomizer tarafından arttırılabilir, metal çevrelendiğinde negatif elektriklendirme gaza geçer. Eğer çinko yüzey pozitif olarak elektriklendirilirse, ışığa maruz kaldığında yük kaynı olmaz: bu sonuç sorgulanmıştır, ama bu olayın Elster ve Geitel tarafından dikkatli bir incelemesi bu şartlar altında gözlenen kaybı göstermiştir. Bu durum pozitif yük tarafından uyarılmış komşu iletkenlerdeki negatif elektriklendirilmiş çinko yüzeyden yansıyan ışık tarafından boşaltılmasından kaynaklanır. Elektrik alanı etkisindeki negatif elektrik pozitif elektriklendirilmiş yüzeye doğru hareket eder. Hertz etkisi göz önüne alındığında, ilk araştırmacılar fotoelektrik yorgunluk olayının muhteşem karmaşasını göstermiştir – bu durum metalik yüzeylerde gözlenen ilerici küçülme etkisidir. Önemli araştırmacı Wilhelm Hallwachs’a göre, bu olayda ozon önemli bir rol oynamaktadır. Fakat diğer elemanlar oksidasyon, nem oranı, yüzeyin parlak olması gibi elemanlardır. Vacumda metal yorulmasının olup olmamasından emin olunmadığı bir zamandır. 1888 Şubat ayından 1891 yılına kadarki periyotta, ayrıntılı bir fotoetki analizi Aleksandr Stoletov tarafından sonuçlarıyla birlikte 6 ay içinde yayınlanmıştır, dört tanesi "Comptes Rendus"‘da, bir özeti "Physikalische Revue"’da (Rusça’dan "tercüme edilmiştir") ve son çalışması da "Journal de Physique" ‘da. Ilk önce, Stoletov’un keşfettiği yeni bir deneysel kurulum fotoelektrik etkinin nicelik analizinin daha uygun olduğuydu. Bu kurulumu kullanan Stoletov ışık şiddeti ve uyarılmış foto elektrik akımı arasındaki direk oranı buldu (fotoetkinin ilk kanunu ya da Stoletov’un kanunu). Diğer bulgularından biri de gaz basıncında elektrik foto akımının şiddetine bağlı olan ölçümlerdi, maksimum fotoakımına bağlı bir optimum gaz basıncının P varlığını bulmuştur; bu özellik Güneş’e ait hücrelerin oluşumunda kullanılmıştır. 1899’da J.J.Thomson Crookes tüplerindeki ultraviyole ışınlarını araştırdı. Thomson katot ışınlarında bulunan parçacıklar ve fırlatılan parçacıkların aynı olduğunu göstermiştir, daha sonra bu elektronlara “corpuscles” adı verilir. Bu araştırmalarda, Thomson vakum tüpe metal bir plaka yerleştirdi ve yüksek frekanslı ışımaya maruz bırakıldı. Salınımlı elektromanyetik alanların, belli bir genliğe ulaştıktan sonra atom alanlarında rezonans ürettiklerine neden oldukları düşünülüyordu. Böylece fırlatılan atomaltı “corpuscle”ler ve keşfedilmesi gereken akımlar ortaya çıkıyordu. Bu akım miktarı şiddet ve ışımanın rengiyle değişmekteydi. Büyük ışıma şiddeti veya frekans daha fazla akım üretiyordu. Ultraviyole ışığıyla iyonlaşan gazların keşfi 1900 yılında Philipp Lenard tarafından yapılmıştır. Etki havanın yedi santimetre ötesinde üretildi ve çok büyük pozitif ile çok küçük negatif iyonlar oluştu, olayı J. J. Thomson’un yaptığı gibi bir katı veya gaz içindeki sıvı parçacıkları üzerindeki Hertz etkisi olarak yorumlamak doğaldır. 1902 yılında, Lenard ışığın frekansı ile tek tek yayılan elektron enerjisinin arttığını gözlemlemiştir. Bu durum elektron enerjisinin ışıma şiddetiyle doğrusal olduğunu öne süren Maxwell’in ışık d
alga teorisine aykırı gibi görünüyordu. Lenard güçlü bir elektrik ark lambası kullanarak ışık frekansı ile elektron enerjisinin değişimini gözlemledi. Böylece şiddetteki büyük değişimleri inceleyebildi ve ışık frekansı ile potansiyel değişimi incelemeye olanak veren güce sahipti. Deneyi direkt olarak ölçülen potansiyellerle ilgiliydi, elektronun kinetik enerjisiyle ilgili değil: fototüpte maksimum durdurma enerjisi (voltaj) ile ilgili elektron enerjisini buldu. Hesaplanan maksimum kinetik enerjinin ışığın frekansı ile belirlendiğini buldu. Örneğin, bir elektronun serbest kalması için frekanstaki artma hesaplanan maksimum kinetik enerjiyi arttırır – ultraviyole ışıması mavi ışık yerine bir fototüpte akımı durdurmak için daha yüksek uygulanan durdurma potansiyeli gerektirir. Ancak Lenard’ın sonuçları nicelikten ziyade niteliğe dayanıyordu, çünkü deneylerin uygulanması zordu: saf metalin gözlenebilmesi için her seferinde yeni kesilmiş bir metal ile deneylerin yapılması gerekiyordu, fakat kullandığı kısmi vakumlar içinde metal birkaç dakikada oksitleniyordu. Yüzey tarafından salınan akım, ışık şiddeti veya parlaklığı ile belirlendi: ışık şiddetini iki katına çıkardığında yüzeyden yayılan elektronlar da iki katına çıkıyordu. Araştırmacılar Langevin ve Eugene Bloch, Lenard etkisinin çok büyük bir kısmının Hertz etkisinden varolduğunu gösterdiler. Gaz üzerindeki Lenard etkisi buna rağmen oluşmuyordu. J.J. Thomson ve daha sonra Frederic Palmer Jr. tarafından tekrar bulunan ve çalışılan araştırmaya göre, ilk önce Lenard tarafından atfedilen birçok farklı karakter özelliği gösterildi. Einstein, 1905’te, "Annus Mirabilis" makalelerini yazarken 1905 yılında Albert Einstein, daimi dalgalar yerine şu an foton adı verilen ışığı tanımlayan ayrı niceliklerin yarattığı bu parakdosu çözdü. Max Planck’ın kara cisim ışıması teorisine göre, Einstein her kuantum ışık enerjisinin, frekans ve daha sonra Planck sabiti denilecek bir sabitin çarpılmasıyla aynı sonucu verdiği teorisini oluşturdu. Eşik frekansın üzerindeki bir foton gözlem etkisi oluşturarak tek bir atomu koparacak enerjiye sahiptir. Bu gözlem fizikte kuantum devrimine ve 1921 yılında Einstein’ın Nobel Fizik ödülü kazanmasına neden olmuştur. Dalga-parçacık ikili etkisi dalga konseptine uzak bir şekilde analiz edilmiştir. Einstein’ın fotoelektrik etkiyi nasıl açıkladığına dair matematiksel tanımı 1905 yılındaki ""On a Heuristic Viewpoint Concerning the Production and Transformation of Light"" isimli makalelerinden birinde ışık miktarının emiliminden olduğunu göstermiştir. Bu makale “ışık miktarı” veya fotonların basit bir tanımını içeriyordu ve bu tanımın fotoelektrik etki ile birlikte nasıl açıklandığı gösterilmiştir. Işığın ayrı niceliklerdeki emiliminin basit açıklaması bu olayı ve frekansı karakterize ediyordu. Işık miktarı fikri Max Planck’ın kara cisim ışıması kanununu (""On the Law of Distribution of Energy in the Normal Spectrum"") yayınladığını makalesi ile başladı. Sadece E enerjisinin osilatör frekansı f ile doğru orantılı olduğunu gösteren "E" = "hf", Hertzian salınımlarınımda var olduğunu varsaymıştır (h Planck sabitidir). Işığın aslında ayrı  enerji paketlerinden oluştuğunu öne süren Einstein deneysel sonuçlarla uyuşan fotoelektrik etki içinde bir denklem yazmıştır. Fotoelektrik etkinin neden şiddete değil de sadece gelen ışığın frekansına bağlı olduğunu açıklamıştır: düşük şiddet, yüksek frekans kaynağı birkaç yüksek enerji fotonu sağlayabilir; yüksek şiddet, düşük frekanslı kaynak hiçbir elektronun yerinden çıkmaması için yeterli bireysel enerjili foton sağlayamaz. Bu önemli bir teorik atılımdı, ancak konsept ilk önce tamamen reddedildi çünkü fiziksel sistemlerde enerjinin sonsuz bölünebilirliği varsayımına dayanan elektromanyetik davranışlarla ilgili Maxwell’in denklemlerini izleyen ışığın dalga teorisi ile çelişiyordu. Deneylerden sonra bile Einstein’ın fotoelektrik etkisi denklemlerinin doğru olduğu gösterildi, fotonlar hakkındaki bu fikir daha önceden kabul edilmiş ve onaylanmış Maxwell denklemleri ile çeliştiği için reddedilmeye devam etti. R. Millikan (1923), Einstein’ın fotoelektrik etkisi hakkındaki varsayımlarının doğru olduğunu deneysel olarak gösteren ilk bilim adamı. Einstein’ın çalışması tek tek çıkarılan elektronların enerjisinin ışığın frekansı ile doğrusal olarak arttığını öne sürdü. Muhtemelen sürpriz bir şekilde, bu süre boyunca aralarındaki ilişki tam olarak test edilmemişti. 1905 yılında fotoelektronların enerjisinin gelen ışığın frekansı ile arttığı biliniyordu ve ışığın şiddetinden bağımsızdı. Fakat, artma miktarı 1914 yılına kadar tam deneysel olarak açıklanamamıştı. Millikan ise Einstein’ın varsayımlarının doğru olduğunu gösterdi. Fotoelektrik etki ışığın doğasında olan dalga-parçacık konseptinin açıklanmasına yardımcı oldu. Işık aynı anda duruma göre hem dalga hem parçacık özelliklerine sahip olabiliyordu. Bu etkiyi ışığın klasik dalga tanımı ile anlamak imkansızdı, salınan elektronların enerjisi gelen ışığın şiddetine bağlı değildi. Klasik teori elektronların belli bir zaman enerjiyi topladığını ve sonrasında da yaydığını öne sürüyordu. Bunlar ışığa çok hassas vakum tüplerdir, zarf gibi bir plakanın iç kısmı (yanı veya sonu) fotokatotla kaplanmıştır. Fotokatot Sezyum, Rubidyum ve Antimon gibi malzemelerin birleşiminden oluşur, düşük iş fonksiyonlarına sahiptirler; bu yüzden çok düşük seviyelerde ışık ile aydınlandıklarında bile fotokatot hemen elektronları salar. Daha yüksek potansiyellerdeki elektrotlarda, elektronlar hızlandırılır ve ardından keşfedilebilir çıkış akımı sağlamak için ikinci emilim boyunca elektron miktarlarını arttırırlar. Işılçoğaltıcılar hala yaygın olarak kullanılırlar ve ışığın çok düşük olduğu seviyelerde bile algılanırlar. Fotoelektrik etkinin kullanıldığı televizyonun ilk zamanlarındaki video kameralı tüpler, örneğin Philo Farnsworth’ün “Image dissector” ünde optik bir imajın taranan elektronik bir sinyale dönüşmesi için fotoelektrik etki tarafından yüklenmiş bir ekran kullanılmıştır. Altın tabakalı elektroskoplar durağan elektriği tayin etmesi için tasarlanmışlardır. Metal kaba yerleşmiş yük gövdeye ve elektroskopun altın tabakasına doğru yayılır. Çünkü sonra aynı yüke sahip olacaklarından gövde ve tabaka birbirini iter. Böylece tabaka gövdeden ayrılır. Elektroskop fotoelektrik etkiyi göstermenin en önemli araçlarından biridir. Örneğin, eğer elektroskop bu süre boyunca negatif yüklenseydi, elektron fazlalığı olur ve tabaka gövdeden ayrılırdı. Eğer yüksek frekanslı ışık kap üzerinde yansırsa, elektroskop yüklerini boşaltır ve tabaka güçsüzleşmeye başlar. Çünkü kap üzerine gelen ışığın frekansı kapın eşik frekansını aşmaktadır. Işığın fotonları negatif yükü azaltarak kaptan elektron koparmak için gerekli enerjiye sahip olur. Bu negatif yüklü bir elektronu boşaltır ve daha sonra pozitif elektroskopu yükler. Ancak, eğer metal kaba çarpan elektromanyetik ışıma yeterli frekansa (kap için frekans eşik değerin altında) sahip değilse, sonra tabaka ne kadar düşük bir ışık yansısa bile asla yüklenmez. Fotoelektronların enerjisi tam olarak gelen foton eksi maddenin iş fonksiyonu ya da bağlanma enerjisini yansıttığından, maddenin iş fonksiyonu monokromatik X-ray veya UV kaynağı ile bombardıman edilerek bulunabilir. Fotoelektron spektroskopi genellikle yüksek vakum çevresinde yapılır, çünkü eğer ortamda gaz molekülleri varsa elektronlar dağılır. Ancak, bazı şirketler havada fotoyansımaya izin veren ürünler satmaktalar. Işık kaynağı lazer, boşalabilen tüp ya da sinkotron ışıma kaynağı olabilir. Eş merkezli yarım küre analizörü (CHA) tipik bir elektron enerjisi analizörüdür ve gelen elektronların yönünü değiştirmek için kinetik enerjilerine bağlı olarak bir elektrik alanı kullanır. Her element ve çekirdek için farklı bir bağlanma enerjisi olacaktır. Bu birleşimlerden oluşan birçok elektron analizör çıkışında aniden yükselir ve maddenin elementel bütününü belirlemek için kullanılır. Fotoelektrik etki pozitif bir yük oluşturması için güneş ışığına maruz bir uzay aracına neden olur. Bu temel bir problem olabilir, uzay aracının gölgede kalan diğer kısımları plazmanın yanında  negatif bir yük oluşturur ve dengesizlik hassas elektrikli bileşenlerin yükünü boşatabilir. Fotoelektrik etki ile oluşturulan durağan yük sınırlıdır, çünkü daha yüklü objeler elektronlarını daha kolay bırakırlar. Ay’a çarpan güneşten yansıyan tozlar fotoelektrik etki boyunca yüklenmeye neden olur. Yüklü toz kendini ittirir ve elektrostatik hareketlenmeyle Ay’ın yüzeyinden kendini ittirir. Atmosfer tozu olarak gösterilen bu tozlar ince bir sis ve bulanıklık ile gün batımından sonra karanlık bir ışık olarak görülürler. Ilk kez 1960lı yıllarda Surveypr programı ile fotoğraflanmışlardır. En küçük parçaların kilometrelerce uzaklara itildikleri düşünülür ve bu parçacıklar yüklenen ve boşalan “çeşme”ler gibidir. Görüntü yoğunlaştırıcı tüp içinde galyum arsenit gibi alkali bir metal ya da yarı iletken bir maddenin ince bir tabakasından fırlayan fotonlar fotoelektrik etkiden dolayı fotoelektronların çıkarılmasına neden olurlar. Fosfor kaplı ekrana çarptıkları yerde bir elektrostatik alanın tarafından hızlandırılırlar ve elektronlar foton haline geri döner. Elektronlar hızlanmaya başlayınca ya da mikra kanallı tabakalar ile ikincil emilimler elektron sayısını arttırınca sinyal yoğunlaşır. Bazen bu iki method birlikte kullanılır. Iletim bandından vakum seviyesine bir elektronun hareketi için ek kinetik enerji gereklidir. Bu fotokatotların elektron ilgisi olarak bilinir ve bant aralığı modelinde anlatıldığı üzere yasaklı banttan diğerine fotoemisyon için bir bariyer görevi görür. Galyum arsenit gibi bazı maddelerin elektron ilgisi iletim bandının altındadır. Bu maddelerde ışıma yapması için yeterli enerjili elektronlar iletim bandına atlar ve fotonları emen film biraz kalın olabilir.Bu maddeler negatif elektron ilgisi olan maddeler olarak bilinir. Fotoelektrik etki fotonlar ve atomlar arasındaki etkileşimdir. Teorik olarak olası 12 etkileşimden biridir. Elek
tronun dinlenme halindeki enerjisi 511 keV ile yüksek foton enerjileri karşılaştırıldığında, Compton saçılması gerçekleşebilir. Yaklaşık iki katı (1.022 MeV) çift üretimi de gerçekleşebilir. Compton saçılması ve çift üretimi yarışan diğer iki mekanizmanın örnekleridir. Aslında, eğer fotoelektrik etki tek parçalı foton bağlı elektron etkileşimi için desteklenirse, sonuç istatistiksel işlemlere göre değişir ve fotonun yok olacağı ve bağlı bir elektronun uyarılacağı (genellikle gama ışığı enerjisindeki K vey L kabuk elektronları) garanti edilemez. Fotoelektrik etkinin olma olasılığı etkileşimin çapraz kesitiyle σ ölçülür. Bu, hedef atomun veya foton enerjisinin atom numarasının bir fonksiyonu olarak bulunur. Yaklaşık olarak, foton enerjileri için en yüksek atom bağlanma enerjisi aşağıda verilmiştir: Z atom numarasıdır, n 4 ve 5 arası değişen bir sayıdır (düşük foton enerjilerinde karakteristik bant isimleri, K kesiti, L kesiti ve M kesiti gibi). Açık bir yorumlama olarak, gama ışınları alanında artan foton enerjiyle fotoelektrik etkinin aniden azaldığı görülür ve fotoelektrik etki atom numarası ile aniden yükselir. Bunun bir sonucu olarak yüksek Z’ye sahip maddeler iyi gamma ışıması yaparlar, bundan dolayı kurşun (Z= 82) elementi genellikle bu alanda tercih edilir. Ulusal saat Uluslararası ortak saat kullanımı amacıyla ortak bir başlangıç belirlenerek (Greenwich) oluşturulmuş, on beş boylamın güneş önünden bir saatte geçişi esas alınarak on beş boylam aralıkla çizilen saat dilimleridir. Bir ülke on beş boylam aralıklarından hangisi içerisinde yer alıyorsa o boylamın saatini ulusal saati olarak kullanır. Türkiye'de kışın ikinci saat dilimi olan (GMT+2) İzmit'ten geçen 30°doğu meridyeni saatlerini ayarlarken yazın ise gün ışığından daha fazla yararlanmak amacıyla Iğdır'dan geçen 45°D boylamına (üçüncü saat dilimi) saatlerini ayarlamaktadır. Türkiye'de saatler kış döneminde başlangıç meridyeninden 2 saat, yazın 3 saat ileridir. Yaz saatinde Iğdır'da, kış saatindeyse İzmit'te Güneşin doğuş ve batış saatleri coğrafya sorularında sabit olarak hesaplanır. Ancak 2016 yılında kış saati uygulamasının kaldırılmasıyla tüm yıl için üçüncü saat dilimi olan GMT+3 (Iğdır) Türkiye'nin ulusal saatidir. Bir ülke içinde meridyenlerden herhangi birinin yerel saatinin ülke sınırları içinde kullanılmasına ulusal saat (ortak) saat denir. Kültivar Kültivar ya da Kültürvaryete, istenilen bazı özellikleri nedeniyle seçilmiş ve bu özelliklerini çoğaltıldığında koruyan bitkidir. Kültivarların çoğu insan eliyle oluşturulmakla birlikte yabani doğada ortaya çıktıktan sonra seçilip yetiştirilen bazı az sayıda örnek de vardır. Kültivarlarda istenilen özellikler, örneğin süs bitkilerinde güzel renk ya da koku, çeşitli tarım ürünlerinde ürün artışı ya da hastalıklara direnç, ormancılıkta yüksek kereste kalitesi ve verimi olabilir. "Uluslararası Kültivar Adlandırma Yasası" (International Code of Nomenclature for Cultivated Plants – ICNCP) uyarınca her kültivara, dahil olduğu taksonomik birim içinde (bu genellikle cins basamağıdır), özgün bir ad verilir. Bu ad ana bitkinin Latince bilimsel adına kültivar lakabı ("epitet") eklenerek oluşturulur. Botanik adı yatık yazılsa bile kültivar lakabı düz, tek tırnak içinde, baş harfleri büyük yazılır. Kurallara göre aşağıdaki örnekler doğru yazımlardır: Gene kurallara göre aşağıdaki yazımlar yanlıştır: Kültivarların adları uluslararası kayıt kurumları (ICRA) tarafından tescil edilmektedir. ICRA'lar gönüllü, devletten bağımsız, Uluslararası Bahçe Bitkiciliği Birliği (International Society of Horticultural Science, ISHS) tarafından kabul edilen örgütlerdir. Zaman (gazete) Zaman, 1986-2016 yılları arasında Türkiye'de yayımlanan günlük ulusal gazete. Gazete, 3 Kasım 1986 tarihinde Fehmi Koru'nun yönetiminde yayın hayatına başlamıştır. 2001- Ekim 2015 arasında Ekrem Dumanlı genel yayın yönetmenliği yapmıştır. Daha sonra, Cihan Haber Ajansı eski genel müdürü Abdülhamit Bilici genel yayın yönetmeni olmuştur. 4 Mart 2016 tarihinde İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği talebiyle Feza Gazetecilik'e kayyum atanması sonucunda Zaman gazetesinin de yönetimi değişmiştir. 27 Temmuz 2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 668 Sayılı KHK ile gazete kapatılmıştır. 3 Kasım 1986 tarihinde İhsan Arslan ve Alaattin Kaya tarafından Ankara'da Ulus Rüzgarlı Han'da İslami cephenin sesi olarak yayın hayatına başladı. 1987 yılında Fehmi Koru, Nabi Avcı, Hasan Öztürk gibi birçok çalışanının tasfiyesi ile gazete Fethullah Gülen Cemaati'nin kontrolüne geçti ve 1987 yılında İstanbul Yenibosna'daki eski merkezine taşındı. Burada 18 yıl faaliyet gösterdikten sonra 2005 yılı Eylül ayında aynı semtte bulunan yeni binasına taşındı. "Zaman" gazetesi, Türkiye ile birlikte 11 ülkede basılmakta ve 35 ülkede dağıtılmakta, 10 farklı dilde ve 2 farklı alfabede sunulmaktadır. İnternetin ilk Türk gazetesi olmuştur. Gazete satış adedi 2001 yılında 200 binlerde iken, 2006 yılında ortalama 630 binlere 2012 yılında günlük ortalama 1 milyonun üzerine çıkarak Türkiye’nin en çok okunan gazetesi olup 2013 yılı ile başlayıp 2014 yılından itibaren gazete okunma oranlarında büyük düşüş yaşanmıştır. Gazetenin yayın heyetinde Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Mehmet Kamış, Genel Yayın Editörleri Veysel Ayhan, Ali Akkuş, Görsel Yönetmen Fevzi Yazıcı, Haber Müdürü Fatih Uğur, Ankara Yayın Temsilcisi Mustafa Ünal, Kültür Sanat Editörü Ali Çolak ve Sosyal Medya Editörü Salih Sarıkaya yer almaktadır. Gazetenin son dönemlerindeki başlıca yazarları arasında Ekrem Dumanlı, Şahin Alpay, Ali Bulaç, Ahmet Selim, Ahmet Turan Ali Alkan, Mümtaz'er Türköne, Hilmi Yavuz, Mehmet Kamış, Abdülhamit Bilici, M. Nedim Hazar, Bejan Matur, İhsan Dağı, Selim İleri, Ahmed Şahin, Mustafa Armağan, Abdullah Aymaz, Hekimoğlu İsmail, Nuriye Akman, Ali Çolak, Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Nazan Bekiroğlu, Nevin Halıcı, Günseli Özen Ocakoğlu, Ahmet Çakır Okay Karacan ve Selim Işıklar yer almaktaydı. Gazete 668 Sayılı KHK ile kapatılmıştır. Zaman'da 12 yıl başyazarlık yapan Fehmi Koru 1998'de "Zaman"'dan ayrılmış, Kasım 2007'de ise Zaman Grubu'na bağlı olarak İngilizce yayın yapan "Today's Zaman"da yazmaya başlamıştır.. Fehmi Koru Şubat 2011'de tekrar Zaman gazetesinde yazmaya başlamış, Temmuz 2011'de ise "Star"a geçmesi sebebi ile "Zaman"daki yazılarını sonlandırmıştır. Gazetenin kuruluş kadrosunda yer alan diğer bir yazar olan Tamer Korkmaz ise 2007'nin sonlarında "Zaman" 'dan ayrılmıştır. Etyen Mahçupyan 2007'de Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından "Agos" gazetesi genel yayın yönetmenliğini üstlenmesi sebebiyle sürekli yazılarını sonlandırarak misafir yazarlığa geçmiş, daha sonra tekrar normal yazarlığa başlamıştır. Haziran 2008'de "Taraf" gazetesine transfer olan Leyla İpekçi, Temmuz 2011'de Zaman gazetesindeki köşesine geri dönmüştür. Gazetenin uzun süreli diğer yazarlarından Nuh Gönültaş 2002 sonlarında "Tercüman" gazetesine geçmesi, Eyüp Can 2004'te yeni oluşturulan "Referans" gazetesinin başına getirilmek üzere Doğan Grubu tarafından transfer edilmesi, Nevval Sevindi Nisan 2007'de aktif siyasete atılması, Alev Alatlı Şubat 2008'de gazete yayımlanması için gönderdiği bir yazının basılmaması, Nihal Bengisu Karaca Şubat 2009'da ve Elif Şafak Nisan 2009'da Gazete Habertürk'e geçmeleri sebebi ile bu gazeteden ayrılmışlardır. Hüseyin Hatemi ve Mehmet Şevket Eygi diğer eski yazarlardandır. Dağıstan Çetinkaya ve Cem Kızıltuğ gazetenin başlıca çizerleridir. 3 Kasım 1986 yılında ilk sayısını çıkaran gazetenin logosu ve sayfaları siyah-beyaz iken, 18 Kasım 1994 yılında mizanpajı değişen "Zaman", kırmızı bir logoyla çıktı. 3 Kasım 2001 tarihinde büyük bir değişime giren gazete logosunu maviye çevirdi sayfa tasarımını değiştirdi. En son değişiklik ise 20 Nisan 2009 yılında gerçekleşti. Logosunda az bir değişikliğe giden gazete yine sayfa tasarımlarında değişime gitti. Gazetenin genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı 2009 yılındaki tasarımdaki yenilik ile ilgili olarak daha dikkat çeken, daha rahat okunan, daha akılda kalan bir gazete olmak adına mizanpajın geliştirilmesi yoluna gidildiğini ifade etmiş ve bu değişimle "Zaman"ın kendine özgü yapısı bozulmadan haberi güçlendiren yeni bir dizayna sahip olduğunu savunmuştur. Gazete; gündem, ekonomi, dış haberler, televizyon, kültür-sanat, aile-sağlık, yorum ve spor başlıklı sayfalardan oluşur. "Yorum" sayfalarında yabancı gazete ve dergilerden çevirilere de yer verir. Gazetenin Kitap Zamanı, Cuma, Cumartesi, Pazar, Bulmaca, Sektöreel ve püff olmak üzere ücretsiz ek yayınları bulunmaktadır. 241. sayısı ile yerini Pazar ekine bırakan Turkuaz eki 2006 yılı sonlarında, 200'den fazla hafta sürdürülen Ailem, Arkadaşım ve Sporvizyon ekleri 2007 yılının ikinci yarısında, Gençlik eki ise 125. sayısının ardından Nisan 2009'da yayından kaldırılmıştır. GENAR Araştırma Şirketi'nin yaptığı Türkiye Toplum ve Siyaset Araştırması'nın 2009 yılı 1. çeyrek raporuna göre %12,2 ile Türkiye'nin en güvenilir gazetesi olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca Konsensus Araştırma Şirketi'nin yaptığı "Türkiye Gündemi-Ocak 2011" başlıklı anket çalışmasında "Sizce en tarafsız gazete hangisidir?" sorusuna verilen cevaplara göre %10.8 ile ankete göre Türkiye'de en tarafsız gazetedir. Bu dönemde gazete Fethullah Gülen'e yakınlığı ile bilinmekteydi. Zaman gazetesinin, 2011 yılında günlük tirajı 950.000 ile 960.000 bandı arasında değişmekteydi. Gazetenin tiraj denetimi dünyadaki tiraj denetim örgütlerinin federasyonu IFABC'nin de kurucu üyesi olan BPA tarafından yapılmaktadır. 18 Nisan 2011 günü, gazetenin günlük net tirajının bir milyonu aştığı duyurulmuştur. 5 Mart 2016'da Kayyum tarafından el konulmadan önce Şubat ayı ortalama tirajı 650.000 civarındaydı. El konulduktan sonra günlük ortalama tirajı 3000 civarına düşmüştür. Gazete, 35 ülkede 10 farklı dilde, 2 farklı alfabede yayınlanmakta ve 10 ülkede basılmaktadır. Aynı zamanda Türkiye'nin ilk internet sitesine sahip gazetesidir. Görselliği ile çeşitli konularda defalarca SND tasarım ödülü almıştır. 4 Mart 2016 ta
rihinde İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği talebiyle Feza Gazetecilik'e kayyum atanması sonucunda Zaman gazetesinin de yönetimi değişmiştir. Hakimlik bu kararını ""şirketin Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması'nın faaliyetleri kapsamında ve örgüt faaliyetlerine destek olacak şekilde kullanıldığı yönünde kuvvetli deliller bulunması"" gerekçesine dayandırdı. Akabinde, gazetenin Yenibosna'daki merkezi önünde toplanan eylemcilere polis müdahale etti.. Zaman'ın tirajı Uluslararası tiraj denetim kurulu BPA Worldwide tarafından denetlenmektedir. 2011 Mayıs ayının 2. haftası ortalama tirajı 996.352 olarak belirlenmiştir. 2004'te bazı ulusal süreli yayın ve reklam şirketleri tarafından kurulan ABC Türkiye Tiraj Denetim Kurulu (ABC Türkiye) 2005'te kendisine üye olan "Zaman"ın tirajını abone sistemi nedeni ile onaylamamıştır. Bunun üzerine Zaman ABC Türkiye'ninde bağlı olduğu uluslararası tiraj kurulları fedarasyonu IFABC'ye ve Rekabet Kurumu'na başvurmuştur. ABC Tiraj Denetleme Kurulu, "Zaman"ın tirajının abone sistemi nedeni ile onaylanmadığını açıklamıştır. "Zaman" ise abonelik sisteminin tüm dünyada en yaygın ve modern gazete satış yöntemi olduğunu iddia etmiş ve BPA Worldwide'ı kendini denetlemesi için Türkiye'ye davet etmiştir. Dünyadaki tiraj denetim örgütlerinin federasyonu IFABC'nin de kurucu üyesi olan BPA ekibi, 8 Mayıs 2007 tarihli raporunda "Zaman"ın hafta içi ortalama 609 bin, Pazar günü ise 678 bin satış yaptığını tespit etmiştir. Kendilerine yapılan başvuru sonrasında Rekabet Kurumu ise, ABC Türkiye'nin "çoğulculuk, şeffaflık ve objektiflik ilkelerinin gereklerini karşılamaktan uzak olduğu" gerekçesiyle kendisine verilen menfi tespit belgesini 1 Mayıs 2005'ten itibaren geçersiz olduğunu açıklamıştır. Ayrıca bütün medya kuruluşlarının yönetimde eşit temsil edileceği, abonelik sistemi ile çalışan gazetelere de ayrımcılık oluşturmayacak yeni denetim standartlarının belirlenmesi için ABC Türkiye'ye 7 Eylül 2007'e kadar süre tanıdı. Uyarıları yerine getiremeyen ABC Tiraj Denetleme Kurulunun tüm faaliyetleri 7 Eylül 2007'de askıya alınmıştır. "Hürriyet" gazetesi yazarı Mehmet Yakup Yılmaz 20.06.2008 tarihli yazısında ve 23.06.2008 tarihli yazısında "Zaman"ın bedava dağıtıldığını ve tirajının gerçekleri yansıtmadığını söylemiştir. Bunun üzerine Feza Gazetecilik Avukatı imzalı tekzip Mehmet Yakup Yılmaz'ın köşesinden yayınlanmıştır. Zaman gazetesi, "Bahar Kampanyası" adı altında bir çalışma başlatarak tirajını 2011 yılında 1 milyonun üzerine çıkarmayı hedeflemektedir. Bazı günler günlük baskı sayısı 1 milyonun üzerinde olan gazete bu kampanyayla birlikte Yeni Bahar isimli bir dergiyi de okurlarına sunmuştur. Yıllık abone olan okurlara ücretsiz olarak ulaştırılacak olan bu dergiyle aboneliğe teşvik edilmesi düşünülmektedir. Gazetenin Genel Yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, 18 Nisan 2011 günü "Zaman" gazetesinin günlük net tirajının 1 milyon hedefine ulaştığını duyurmuş ve bu tirajın BPA Worldwide tiraj denetim kuruluşu tarafından teyit edildiğini belirtmiştir. Ayrıca Yeni Bahar dergisinin yanı sıra bu hedefe ulaşmada Türkiye'yi Ankara, Erzurum, İzmir, Gaziantep, İstanbul ve bu illerin çevre illeri gibi bölgelere böldüklerini ve her bir bölgede 1 milyona ulaşmak adına hedefler verildiğini belirtmiş ve kendi hedeflerine ulaşan ilk bölgelerin Ankara ve Erzurum ile çevre illeri olduğunu belirtmiştir. "Zaman" gazetesi 1994 yılından bu yana ana merkezi New York olmak üzere Amerika'da yayımlanmaktadır. "Zaman", New York'un dışında New Jersey, Washington, DC ve Chicago gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı birçok eyalette okuyucuya ulaşmaktadir. ABD dışında; Almanya, Avusturya, Avustralya, Azerbaycan, Nahçıvan, Gürcistan, Başkurdistan, Bulgaristan, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, Birleşik Krallık, İspanya, İsviçre, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs, Makedonya, Ukrayna, Moldova, Moğolistan, Rusya, Romanya, Tataristan, Tacikistan ve Türkmenistan'da da yayımlanmaktadır. ABD'de günlük olarak yayımlanan ve Amerika Birleşik Devletleri'nde baskıya giren ilk Türk gazetesi. 1994 yılında haftalık olarak yayına başlayan gazete, 2004 yılından itibaren günlük olarak satılmaya devam etmiştir. 2011 yılında format değiştiren gazete, tekrar haftalık yayın yapmaya başlamıştır. Bu tarihten itibaren İngilizce ağırlıklı olan gazetenin adı da "Zaman "Weekly"" olarak güncellenmiştir. 2012 yılında ise İnternet gazetesi olarak yayın hayatında revizyona gitmiştir. Zaman, New York'un dışında New Jersey, Washington, DC ve Chicago gibi Türklerin yoğun olarak yaşadığı birçok eyalette okuyucuya ulaşmaktadır. Avrupa'da günlük olarak yayımlanan ve Avrupa'da baskıya giren ilk Türk 1994 yılında haftalık olarak satılan gazete, 2004 yılından itibaren günlük olarak satılmaya başlanmıştır. Zaman Avrupa Yayın Yönetmeni Abdullah Aymaz'dir. Basım merkezi Almanya, Offenbach'dir. Azerbaycan'da günlük olarak yayımlanan ve Azerbaycan'da baskıya giren ilk Türk 1994 yılında haftalık olarak satılan gazete, 2004 yılından itibaren günlük olarak satılmaya başlanmıştır. FETÖ/PDY terör örgütüne kaynak sağladığı ve propagandasını yaptığı gerekçesi ile kapatılmıştır. 1992 yılının kasım ayından beri Bulgaristan'da haftalık gazete olarak çıkmaktadır. Katolog numarası 304'tür. Bayilerde satılmayan gazete abonelik usulüyle evlere dağıtılmaktadır. Bulgaristan'ın her tarafına ulaşmaktadır. Hem Türkçe hem de Bulgarca basılan gazete 24 sayfadır. 12 sayfa Türkçe, 12 sayfa Bulgarca olarak basılmaktadır. Gazetenin basım merkezi Sofya'dır. Benelux ülkelerinde Türkçe yayımlanan günlük gazetedir. Dynamique BVBA tarafından yayınlanan gazetenin editörlüğünü Mete Öztürk yapmaktadır. Romanya'da faaliyet gösteren haftalık Türk gazetesidir. "Zaman" gazetesi, Romanya'da 1993 yılında yayın hayatına başladı. 5.000 tirajla haftalık olarak yayınına devam etmektedir. Romanya'nın 41 vilayetine Romanya Posta şirketi yoluyla dağıtılır. Türkçe olarak yayın yapmaktadır. 4 Mart 2016'da Zaman gazetesi, kamuoyundaki "Zaman'a kayyım atanacağı" iddiaları üzerine yayımladıkları yazıda "“Türkiye'nin en yüksek tirajlı gazetesi Zaman, iki yılı aşkın süredir akreditasyon, vergi incelemesi, reklam verene müdahale ve okurları tehdit gibi ağır baskılar yaşıyor. Şimdi ise el koyma ve kayyım atama tehdidi ile karşı karşıyayız.”" diyerek kaygılı olduklarını açıklamıştı. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Abdülhamit Bilici de Twitter hesabından Zaman'a sahip çıkma çağrısında bulundu. İlerleyen saatlerde Zaman gazetesi ve Cihan Haber Ajansınında bünyesinde bulunduğu Feza Gazetecilik A.Ş.'ye "“Fethullahçı Terör Örgütü'ne destek olunduğu yönünde kuvvetli deliller bulunduğu”" gerekçesiyle İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği kararıyla kayyım atandı. Kararın duyulmasının ardından gazete okurları ve çalışanlar, Zaman'ın Yenibosna'daki binası önünde toplandı ve protestoya başladı. Ayrıca Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Sevgi Akarçeşme, kayyım heyeti gelmeden önce ertesi günün baskısını yetiştirebilmek amacıyla çalışmalara başlandığını açıkladı. Atanan kayyımların gazeteci Sezai Şengönül, Av. Tahsin Kaplan ve Av. Metin İlhan olduğu açıklandı. Kayyımlardan Av. Metin İlhan’ın sosyal medya paylaşımlarında AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan hayranlığını belirttiğini ve Twitter sayfasındaki kapak fotoğrafında Başbakan Davutoğlu ve Erdoğan’ın yan yana çekilmiş bir karesini seçtiği, gazeteci Şengönül’ün ise Avni Özgürel’in sahibi olduğu Birleşik Basın internet sitesinin şef editörü olduğu ve amatör şiirler yazdığı basında yer aldı. Kayyım heyetinin yönetimi devralmasının ertesi gününde, gazetenin Genel Yayın Müdürü Abdülhamit Bilici ve Today's Zaman Genel Yayın Müdürü Bülent Keneş işten çıkartıldı. Diğer gazete çalışanları binaya kimlik kontrolü yapılarak alındı. Zaman gazetesinden kayyım kararıyla işten çıkarılan editör ve gazetecilerin bir kısmı, 6 Mart 2016'da Yarına Bakış ve ve 20 Nisan 2016 tarihinde "Yeni Hayat" adlı gazete kurdular. Zaman'a kayyım kararının açıklanmasından sonra çeşitli siyasi partiler, Dünya Gazeteler Birliği, Sınır Tanımayan Gazeteciler, Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi gazete örgütleri, Freedom House, Human Rights Watch gibi uluslararası kuruluşlar ve başta AB ve ABD olmak üzere çeşitli yabancı devlet temsilcileri bu karara tepki gösterdi. Akkoyunlular Akkoyunlular (Farsça: آغ قویونلو veya آق قوینلو, Osmanlıca: آق قوینلو, Azerice: Ağqoyunlu), 14. yüzyılda Oğuz Türklerinin kurmuş olduğu bir devlet. Horasan'dan Fırat Irmağı'na ve Kafkas Dağları'ndan Umman Denizi'ne kadar uzanan topraklarda egemen olmuşlardır. Türkmen Oğuzlar' ın Bayındır boyundan olan Akkoyunlu Türkmenleri, 13. yüzyıl sonlarında Horasan' dan Azerbaycan' a gelmiş bir aşiret olup, 14. yüzyılda Azerbaycan, Harput, Diyarbakır yöresini yurt edindiler ve devlet kurmadan önce de bölgede etkili oldular. 1340'tan sonra Tur Ali Bey'in önderliğinde Anadolu, Suriye ve Irak içlerine akınlar düzenlediler. Trabzon İmparatorluğu topraklarını yağmaladılar. Trabzon imparatoru bu saldırılardan korunmak için kızını Tur Ali Bey'in oğlu Kutlu Bey’le evlendirdi. Akkoyunlu Devleti’nin kurucusu, Kutlu Bey'in küçük oğlu Kara Yülük Osman Bey’dir. 1398'de Kadı Burhaneddin'i yenerek öldüren Kara Yülük Osman Bey, daha sonra Memlûk sultanının hizmetine girdi. 1400'de Timur'un Anadolu’ya girişine destek verdi ve bu hizmetine karşılık Malatya'yı, 1402'de Ankara Savaşı'ndaki desteğine karşılık da Diyarbakır bölgesini aldı. 1403'te de Diyarbakır'da hükümdarlığını ilan etti. Osman Bey 1435'te Karakoyunlular'a karşı savaşırken öldü. Kara Yülük Osman Bey'in ölümünden sonra, oğulları arasında iktidar kavgası başladı ve Akkoyunlu Devleti eski gücünü yitirdi. Kara Yülük Osman Bey’in torunu Uzun Hasan, 1453'te Diyarbakır'ı ele geçirerek iktidar kavgalarına son verdi. Akkoyunlu Devleti'ni, sınırları doğuda Horasan'dan batıda Fırat Irmağı'na, kuzeyde Kafkaslar'dan güneyde Umman Denizi'ne kadar uzanan bir imparatorluğa dönüştürdü. Karakoyunluları yenerek bu devleti ortadan kaldırdı ve başkenti Diyarbakır'dan Tebriz'e taşıdı. Sınırlar
ını genişletmesi ve bu denli güçlenmesi Uzun Hasan’ı Osmanlılarla karşı karşıya getirdi. Akkoyunlular ile Osmanlılar arasındaki çatışmalar, Fatih Sultan Mehmed'in Trabzon İmparatorluğu üzerine yaptığı sefer sırasında başladı. Uzun Hasan da Trabzon imparatorunun kızıyla evliydi ve Osmanlı ordusunu durdurmak için Trabzon'a kuvvet gönderdi. Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu bu kuvvetlere yenildi. Fatih, 1461'de Trabzon'u aldıktan sonra Akkoyunluların üzerine sefere çıktı. Uzun Hasan 1473'teki Malatya Savaşı'nı kazanmasına rağmen Otlukbeli Savaşı'nda Fatih karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu yenilgiden sonra topraklarındaki siyasal ve askeri gücünü büyük ölçüde yitirdi. Fakat Uzun Hasan 1474-1478 yıllarında Gürcistan'a hücum etti. 1477'de Gürcü çarı VI. Bagrat (Gürcüce ismi: ბაგრატ VI)'la yapılan anlaşmaya göre Tiflis de dahil olmakla doğu Gürcistan Akkoyunlu egemenliğine girdi. Uzun Hasan’ın 1478'de ölmesinden sonra oğulları arasında başlayan taht kavgaları Akkoyunlu Devleti'ni iyice zayıflattı. Hatta 1500 yılında tahtın iki büyük varisi Murat'la Elvend ülkeyi iki yere parçaladilar. Kura'dan güneydeki topraklar olan Karabağ, Kızılüzen nehrinden Diyarbakır'a kadar topraklar Elvend'e; Irak, Fars, Kirman ise Murat'a kaldı. Sonunda Akkoyunlu Devleti, Safevi hükümdarı Şah İsmail tarafından 1503'de tamamen ortadan kaldırıldı. Akkoyunlu ülkesi hükümdar ailesinin ortak mülkü sayılırdı. Hükümdarlar uluğ bey ya da han unvanıyla anılırdı. Akkoyunlu bey ve şehzadeleri, hükümdara bağlı kalmak koşuluyla, kendilerine bırakılan illeri yarı bağımsız olarak yönetirlerdi. Merkezi devlet işleri başkentteki Büyük Divan'da görüşülür ve karara bağlanırdı. Sahib denen vezirler, hanedandan büyük boyların beyleri ve kazasker Büyük Divan'ın doğal üyesiydiler. Bu divana bağlı Esraf Divanları ise çeşitli devlet işlerinin yürütülmesinden sorumluydu. Ayrıca illerde birer küçük divan bulunurdu. İllerde hukuk işlerine kadılar, din işlerine de müftüler bakardı. Uzun Hasan devlet yönetiminde ve askeri örgütlenmede Osmanlı sistemini örnek almıştı. Kasaba ve köylerden devşirilen piyade azapları, illerdeki beylerin emrinde toprağa bağlı tımarlı sipahiler ve göçer Türkmen boylarından toplanan atlı askerler, savaş zamanında orduyu oluştururdu. Hasan Padişah olarak da anılan Uzun Hasan, Hasan Padişah Kanunları adıyla bilinen, devlet yönetimiyle ilgili yasalar koymuştu. Akkoyunlu hükümdarları bilginleri ve sanatçıları korumuştur. Ali Kuşçu, Celaleddin Devvani ve İsa Savcı gibi bilginler, bu dönemde önemli yapıtlar vermişlerdir. Başta Diyarbakır ve Mardin olmak üzere Ahlat, Hasankeyf, Erzincan, Bayburt köyleri ve Hasankale'de Akkoyunlulardan birçok cami, türbe, medrese, kale, kale surları ve yazıt kalmıştır. Bunlardan Diyarbakır'daki Şeyh Matar ve Şeyh Safa camileri, Bayburt' un Sinor köyünde Kutlu Bey' in defnedildiği türbe, Mardin'deki Sultan Kasım Medresesi ve Ahlat'taki Emir Bayındır Camisi ile kümbeti önemlidir. Müslüman olmadan önce koyun totemine bağlı olan Akkoyunlular, İslam dinini benimsedikten sonra da bu toteme bağlılıklarını sürdürerek bayraklarını ve mezar taşlarını koyun resimleriyle süslemişlerdir. Sekizinci hicrî asırda Anadolu hemen hemen tamamıyla Şiî bir hüviyete bürünmüştü. Harezm’den geri dönen aşîretler, asırlar boyunca çeşitli mezhep mücadelelerinden bitâp düşmüş bir çevrenin sâhip olduğu i’tikadları da beraberlerinde getirmişlerdi. İlhanlılar’ın yıkılması ve Moğol saraylarında yaşayan Şiî ulûlarının buralardan tardedilmelerinden sonra Diyâr-ı Bekir Türkmen Beyliği’nin oluşumuna kadar geçen süre zarfında bu aşîretler bağımsız olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Diyâr-ı Bekir Türkmen Beyliği’nin “Akkoyunlu Aşîreti” tarafından kurulması üzerine İlhanlı ve Moğol saraylarını terk eden Şiî âlimleri bu topraklara sığındılar. Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakup’un, muhtemelen Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar’ın öldürülmesinden sonra Osmanlı padişahı Sultan Beyazıt’a gönderdiği tarihsiz Farsça mektubunda Kızılbaşların mürşidi Şeyh Haydar'ı "ser-i halka-i erbâbı dalâl/"sapkınlar topluluğunun başı"" olarak vasıflandırarak bu din ve devlet düşmanı sapkınların yok edilmesinden dolayı Müslümanların çok sevineceğini ifade etmektedir. II. Beyazid ise cevabi mektubunda, Sultan Yakup’un “gürûh-i dâlle-i Haydariyye/"sapkın Haydariyye topluluğu"”na karşı galibiyetini tebrik etmiştir. Akkoyunlu hükümdarı Sultan Elvend, II. Bayezid’e gönderdigi mektupta Kızılbaşları def etmek için hazır olduğunu söyleyerek şöyle tarif etmiştir: “cemâat-i dâll ve mudill evbâş-ı Kızılbaş-hazelehumullahu ve kahherahum/"sapık ve saptırıcı alçak Kızılbaş toplulugunun -ki Allah onları kahretsin"”. H. 892 / M. 1487 yılında Karakoyunlular, Akkoyunlular tarafından ağır bir yenilgiye uğratılınca ülkeleri de ellerinden çıkmış oldu. Bilâhare, Akkoyunlular da H. 907 / M. 1502 tarihinde Nahçivan civarında İsmâ‘il Safevî Hatai ile giriştikleri meydan muharebesini kaybederek tarih sahnesinden silindiler. Akkoyunlular hakimiyetleri altındaki topraklarda ticarete büyük önem vermiş ve ticarete teşvikte önemli çalışmalar yapmışlardır. Akkoyunlular ticarette Anadolu Selçuklukları gibi ticarete önem veren devletlerden etkilenmişlerdir. Akkoyunlular'ın önemli hükümdarlarından Uzun Hasan ticareti geliştirmek maksadıyla ticaret vergisi olan tamgayı 20 dirhemden 1 dirheme düşürmüştür. İpek ve kumaş Akkoyunlular'ın en önemli ticaret ürünü olurken ayrıca devletinin önemli ticaret merkezlerinden olan Erzincan'daki köle pazarında satılan her köle için 150 karaca akçe-bac da alınmaktaydı. Arap alfabesi Arap alfabesi, 7. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Emevi ve Abbasi imparatorlukları aracılığıyla Orta Doğu merkezli geniş bir alana yayılma olanağı bulmuş İslam dininin benimsendiği coğrafyalarda kabul gören alfabedir. Dünyada Latin alfabesinden sonra yazı dili olarak en çok kullanılan yazı sistemidir. Arap alfabesi MS 2-4. yüzyıllar arasında aslen Fenike alfabesinden türemiş Nebati yazısından gelişmiş olmak ile birlikte günümüze ulaşan en eski yazı örnekleri MS 6. yüzyıla (Zebed 512, Harran 568) aittir. Sağdan sola yazılan Arap alfabesinde bulunan 28 ünsüzün 22 tanesi Nebati alfabesinden geçerken şekil değişikliğine uğrayan sesler olup geri kalan altı ses Arapçaya özgüdür. Eski dünyanın üç büyük kıtasında, farklı ailelere bağlı birçok dile uygulanmış olan Arap alfabesine, harf eklemeleri yapılmış ve böylece alfabenin ıslahı yoluna girilmiştir. Farslar, bu ıslahı /ç/, /ş/ ve /j/ sesleri için ayırıcı işaretler icat ederek gerçekleştirmiştir. Türkler, bu işaretleri Farslardan aynen devralmışlardır. Türkçedeki /g/ sesi için kullanılan kef, aynı zamanda nazal n sesi için kullanılmış; bu suretle Türkçede Arap alfabesinin ilk reformu yapılmıştır. Arap alfabesi, 11. yüzyılda temel harf sistemiyle Türkler tarafından kullanılmaya başlanmış ve bu aşamada henüz Fars-Arap alfabesindeki harflerin Türk-Arap alfabesinde yer almadığı anlaşılmıştır. Türkler tarafınca kullanımı, İslam'ın kabul edilmesiyle başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti 1928 yılında yazı sistemini değiştirerek Latin alfabesi tabanlı Türk alfabesine geçmiştir. Diğer Türk topluluklarının çoğu ve özerk Türk devletleri de 20. yüzyılın başlarından itibaren Latin alfabesini veya Kiril alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Bu tabir genel olarak Latin alfabesi dışındaki ses sitemlerinin Latin alfabesine çevrilmesini ifade eder. Arapçanın Latin alfabesine çevirisi yapılırken bu uygulamaların hiçbirisinde (fonetik alfabeler hariç) ortak bir uygulama geliştirilememiştir. Çünkü her ülke kendi harflerini esas alan bir çeviri sistemi benimsemiştir. Fakat yine de ana hatlarıyla genel kabul görmüş bazı sesler ve simgeler tercih edilmeye başlanmıştır. Uniform Türk alfabesi esas alınarak yapılan bir işaret sistemi büyük oranda geliştirilmiş durumdadır. Fakat yine de çeşitli ülkelerin sesleri simgelerken kullanıdıkları harflerin değişik olması nedeniyle farkılılıklar ortaya çıkmaktadır. Başka bir versiyon ise şu şekildedir: Araçada "ayın" harfi yarı-ünlü (harekesiz biçimi ise kesinlikle sessiz) bir harftir. Bu harfin Türkçeye çevirisi daima bir problem olmuştur. Çünkü Arapçayı veya Arapça seslerin çıkış yerlerini yeterince bilmeyen bir kişinin bu sesi normal A harfi zannetmesi veya karıştırması kaçınılmazdır. Bu harfin çekimli biçimleri Türkçede Kısaltma İmi ile gösterilir. Türkçede kısaltma imi özellikle el yazısında inceltme imi ile karışma ihtimali nedeniyle sesli harflerde tercih edilmemiştir. Arkadya Arkadya, (Yunanca: Αρκαδία, "Arkadía") Yunanistan'ın güneyi Mora Yarımadası’nda bir ildir. İlin merkezi Tripoliçe'dir. Arkadya, eski Yunanistan’da Mora Yarımadası’nın (Peloponnesos) orta kesiminde dağlık bir bölgenin adı olmuştur. Adını bir mitolojik karakter olan Arcas'tan alır. Dor istilası zamanında (MÖ 1100-MÖ 1000) işgal edilmemesinden dolayı, Kıbrıs’a yerleşen Yunanlara özgü bir dialekti korumuştur. M.S. 8. yüzyılda Slav kökenli göçmenler ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arnavut göçmenlerle etnik yapısı oldukça değişmiştir. Papirüs Papirüs, Latince Cyperus papyrus denilen papirüsgiller familyasından otsu bir bitki ve eski çağlarda bu bitkinin gövdesinden hazırlanan yazı kağıdının adıdır. Eski Mısırlıların yelken, bez, hasır ve yazı kağıdı olarak kullandıkları papirüs onlardan Yunanlara daha sonra Romalılara intikal etti ve MS 3. yüzyılda yerini parşömen alıncaya dek kullanımı sürdürüldü. Yunanca papirüs kelimesi Kıptice’den alınmış ve neredeyse tüm batı dillerine girmiştir (İngilizce, Almanca, Fransızca Papyrus, Rusça папирус, İspanyolca, İtalyanca papiro) Gilan eyaletinde konuşulan Gilanice papirüs kelimesi "sigara tütünü" anlamına gelir. İngilizce paper “kâğıt” ve Türk argosunda “para” anlamına gelen “papel” kelimelerinin de orijininin bu kelime olduğu düşünülmektedir. Gemoloji Gemoloji, (kıymetli taş bilimi), mücevherlerde kullanılan kıymetli taşların ve süs taşlarının tanımlanması ve sınıflandırılmasıdır. Taşların oluşumunu, çıktığı yerleri, fiziksel ve kimyasal özellikleri
ni inceler. Aynı zamanda sentetik, taklit ve işlem görmüş taşlar hakkında bilgi verir. Balrog Balrog, J. R. R. Tolkien'in kurgusal Orta Dünya evreninde, ateş ve gölgeden yaratılmış iblisdir. "Güçlü Şeytan" demektir. Yüksek elf dilinde "Valaraukar" olarak adlandırılırlar fakat Orta Dünyada Balrog adıyla bilinirler.Maia ırkındandırlar ve ömürleri sonsuzdur. Arda'nın birinci çağında Melkor tarafından baştan çıkarılıp onunla beraber kuzeydeki istihkamı Utumno'da yaşadılar. Birinci Çağ'da ve sonrasında balroglar, ejderhalardan daha çok korkulan kötü yaratıklardı. Melkor'un tüm yaratıkları arasında yalnızca Ejderhalar Balroglar'in gücüne yaklaşabilselerde Balroglar gibi Maiar değillerdir, Ejderhalar Melkor tarafından oluşturulmuşlardır. İri, güçlü ve insansı şeytan olan Balrogların, akan ateşten yeleleri ve alev kusan burunları vardı. Kara gölgelerden bulutlar içinde hareket ediyormuş gibi görünürlerdi. Balrogların en önemli silahı, çok dilli ateş kırbacıdır; ayrıca bir ağ, bir balta ve bir de alevli kılıç taşımalarına rağmen, düşmanlarını en çok korkutan bu ateş kırbacıdır. Bu korkutucu silah Ungoliant'ın valar tarafından bile yok edilemeyen büyük kötülüğünü Melkor'un ülkesinden sürülebilmiştir. Balrog ırkının en ünlü üyesi Balrogların Efendisi ve Angband'ın Yüksek Komutanı Gothmog'dur. Beleriand Savaşları'nda üç yüksek elf lordu, kırbacı ve kara baltası önünde yenik düşerek ölmüştür. Melkor'un güçlendiği her dönemde ve her savaşında en önde savaşan Balroglardır. Bu nedenle, Öfke Savaşının sonundaki soykırımla Melkor'un hükümdarlığı sonsuza dek bitirildiğinde, Balroglar da ırk olarak neredeyse tamamen yok edilmiştir. Balroglardan geriye kaldığı bilinen tek fert, Dumanlı Dağlar'ın derinliklerinde kapalı kalmıştı. Khazad-dûm Cüceleri, VI. Durin zamanında mithril madenini daha derinlerden çıkarma arzusuyla dağı oyarken, en sonunda kendileri tarafından yapılmamış çok eski bir dönemden kalma bir mahzene ulaştılar. Mahzende binyıllardır saklanan balrog uyandı ve VI. Durin'i öldürdü. O tarihten sonra Durin'in Felaketi olarak anılan balrog, Khazad-dûm krallığındaki bütün cüceleri ya katletti ya da kaçmak zorunda bıraktı. Balin komutasındaki bir cüce birliği yıllar sonra Khazad-dûm'a geri dönüp Balrog'la mücadele ettiler ancak Durin'in Felaketi ve mağara-şehirde yaşayan orklarla troller bu cüce birliğini de katletti. Üçüncü Çağ'ın sonunu getirecek olan Yüzük Savaşı döneminde Gandalf önderliğindeki Yüzük Kardeşliği kafilesi Moria'dan geçerken Gandalf, burada Balrog'la karşılaştı. Gandalf, Durin'in Felaketi'ni öldürdü ve Durin'in Felaketi de Gandalf'a yaptığı ölümcül darbelerle Gandalf'ı bîtab düşürdü, Gandalf da öldü. Gandalf'ın rûhu, Eru Ilúvatar tarafından -görevini tamamlaması amacıyla- bedenine geri döndürüldü. Gandalf, balrog öldürebilmiş üç kişiden biri olarak Orta Dünya tarihinde özel bir yer edindi.(diğerleri de elf beyleri Ecthellion ve Glorfindel'dir.) İpek Şenoğlu İpek Şenoğlu (d. 8 Haziran 1979, Eskişehir), Türk millî tenisçidir. 2002 yılında profesyonel tenis oynamaya başlayan İpek, 3 yıl içinde tek bayanlar dünya klasmanında ilk 300'e ve çiftlerde ilk 100'e girmiştir. Bu sıraya yükselen ilk Türk tenisçidir. 41 kez tüm yaş gruplarında tekler ve çiftler Türkiye Şampiyonu olmuş ve Türkiye'yi 104 kez millî takımda temsil etmiştir.Türkiye'nin WTA düzeyinde final oynayan ilk tenisçisidir. Mazı Mazı, Mazı (bitki) Mazı, servigiller (Cupressaceae) familyasının "Thuja" cinsinden ağaç türlerine verilen ad. Doğu Asya ve Kuzey Amerika'nın batı bölgerinde yetişen ve odunu için ya da süs ağacı olarak başka ülkelerde de yetiştirilen kozalaklı ağaçlardır. Türkiye'de doğal olarak bulunmazlar ancak süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir. Genellikle piramitsi bir görünüm sergileyen mazı ağaçlarının ince, pulsu bir dış kabuğu ve lifli bir iç kabuğu vardır. Dalları ya yatay bir konumdadır ya da yukarı doğru yönelmiştir. Sürgünlere karşılıklı olarak dizilen pulsu yapraklarının henüz olgunlaşmamış olanları iğnemsi biçimlidir. Ayrı dalların uçlarında oluşan yuvarlak biçimli erkek çiçek kümelerinin kırmızımsı ya da sarımsı rengine karşılık, oldukça küçük yapıdaki dili çiçek kümeleri leylağımsı yeşil renkleriyle ayırt edilir Ortalama 4-6 çift ince, esnek puldan oluşan yumurta biçimli kozalaklarının uzunlukları 8–16 mm arasında değişir. Mazı ağacı kerestecilik ve yakacak olarak kullanılmasının dışında boyacılıkta ve eczacılıkta da kullanılır. Mazı yaprakları kaynatılarak yeşil renkte boya elde edilir; pamuk ve yün boyanmasında kullanılır. Deri hastalıklarında mazı yaprağı tentürü, etbeni ve papilom gibi iyicil vejetasyonları gidermek amacıyla yerel olarak kullanılır. Homeopatide, mazı tentüründen idrar yolları hastalıklarının tedavisinde yararlanılır. Batı mazısı Batı mazısı ("Thuja occidentalis"), servigiller (Cupressaceae) familyasından Kuzey Amerika'nın doğu kesimlerinde yaygın olan 20 m yüksekliğinde bir mazı türü. Genellikle toprak yüzeyine yakın bir noktadan çatallanarak birkaç ana gövdeye ayrılır. Gövdeler kırmızımsı kahverengi bir kabukla örtülüdür. Kozalakları oluşturan 8-10 puldan yalnızca dört tanesi verimlidir. Park ve bahçecilikte değerli olan ince, uzun piramitsi çeşitleri vardır. Boylu mazı Boylu mazı ("Thuja plicata"), Kuzey Amerika'nın Pasifik Okyanusu kıyılarına özgü yaklaşık 60 m'ye değin büyüyebilen değerli bir orman ağacıdır. Bu ağacın piramitsi tacının çevre genişliği 6 m'ye ulaşır. Alt yüzeyinde beyazımsı lekeler bulunan pulsu yaprakları ve 5-6 çift ince puldan oluşan, yumurta biçimli kozalakları vardır. Neme ve çürümeye karşı oldukça dayanıklı odunu başta tekne yapımı olmak üzere çeşitli amaçlar için kullanılır. Servigiller Servigiller (Cupressaceae), Pinales takımından dünyada geniş yayılış gösteren kozalaklı ağaç türlerinden oluşan bitki familyası. Kırım bayrağı Kırım bayrağı, muhtemelen 1917 ortalarında, Kırım'ın ve bağımsız Kırım Halk Cumhuriyeti'nin bayrağı olmak üzere "Gökbayrak" bugün kullanılmakta olan şekliyle, yani gök mavisi bir zeminin sol üst köşesine Kırım hanlarının Tarak Tamga'sı yerleştirilmiş olarak düzenlendi. Hanlık döneminde kalan bazı maddî eser ve belgelerde halâ rastlanılabilen Tarak Tamga, tarihî köklere dayandırılan bir Kırım kimliğini vurguluyordu. Gök mavisi zemin ise geniş Türk kimliğinin bir sembolü olarak o zamanki İstanbul'un Türkçü çevrelerinden etkilenerek kabul edilmişti. 19. yüzyıl Fransız doğu bilimcisi Leon Cahun'un Introductîon â I'histoire de l'Asie, Turcs et Mongols des Origines â 1405 (Paris, 1896) başlıklı tarih eseri ve özellikle La banntere bleu (Paris, 1877) adlı tarihî romanı (İngilizce tercümesi: The Bine Banner Londra, 1878); önde gelen Türkçü âlimlerden Necip Asım [Yazıksız] tarafından yapılan Türkçe tercümesi: Gök Sancak [İstanbul, 1328/1912]) İstanbul'daki Türkçü çevreler arasında son derece popüler olmuş ve bu kitaplara dayanarak, gök mavi renk eski Türklerin "millî rengi" olarak kabul edilmeye başlanmıştı. Bu yaygın inancın tarihî gerçeklere ne ölçüde uygun olduğu bir tarafa bırakılırsa, gök mavisi rengin o dönemde özellikle İstanbul'daki Türkçü faaliyetlere aşina olan Kırım (ve diğer Türk ülkelerinden) aydınlara ortak ve geniş Türk kimliğine işaret etmek için gayet pratik bir sembol oluşturduğu da bir gerçektir. Vatan Cemiyeti üyeleri ve İstanbul'da tahsil gören diğer Kırımlı talebeler, 1917'den itibaren Kırım için çok önemli bir siyasî manâ taşıyacak olan "Kurultay" terimini de aynen gök mavisi rengi benimsedikleri gibi, İstanbul'daki romantik Türkçü kaynaklardan almışlardır. (Aslında "Kurultay" tabiri eski genel Türk tarihinin yanı sıra, Kırım tarihinde de özgün manâsıyla gerçekten mevcuttu, ancak çoktan unutulduğu gibi elbette demokratik bir parlamento demek değildi.) Mithat Bereket Mithat Bereket, 10 Ekim 1966’da Ankara’da doğdu. İlk öğrenim hayatını TED Ankara Koleji'nde sürdürmüş ve ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olmuştur. Amatör olarak üniversite yıllarında basketbol oynamış daha sonra profesyonel olarak basketbol oynamaya devam etmiş ve Milli Takım'da oynamıştır. Yüksek lisansını İngiltere'de, Lancaster Üniversitesi'nde yapmış ve "Kıbrıs Konusu" üzerine tez hazırlamıştır. Aynı üniversitede "Köktenci İslam-Fundamentalizm" konulu doktora çalışması üzerine şu an devam etmektedir ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya, Radyo-Televizyon ve Sinema, Halka İlişkiler ve Tanıtım Bölümlerinde öğretim görevlisidir. Ünlü bir savaş muhabiridir. Bosna, Halepçe, Kosova, Irak, Afganistan, Çeçenistan, Filistin de sıcak savaş içerisinde görev yapmıştır. Kendisi şu ana kadar birçok dünya lideriyle söyleşi gerçekleştirmiştir. Batı çınarı Batı çınarı ("Platanus occidentalis"), çınargiller (Platanaceae) familyasından anavatanı Kuzey Amerika olan bir çınar türü. 30–40 m boyunda uzun ve dolgun gövdeli, yuvarlak tepeli bir ağaçtır. Kabuk gri-beyaz renktedir, levhalar halinde kavlar dökülür. 10–20 cm genişliğindeki yaprak çoğunlukla 3 bazen 5 lopludur. Loplar derin değildir. Tabanı yüksekliğinden fazla olan bir üçgen şeklindeki bu lopların kenarları çok kaba dişli veya düzgündür. Yaprağın dip tarafı düz veya yürek biçimindedir. Alt yüzü taze iken tüylüdür. Olgun yapraklarda ise yalnız damar boyunca tüy vardır. Mürekkep meyve çoğunlıkla teker teker, ender olarak da ikisi bir arada görülür. Gökbayrak Gökbayrak, 20. yüzyılın başlarında İstanbul'daki Türkçü çevrelerin gök mavisi rengini millî renk olarak kabul etmeye başlamaları ile resmi olarak kabul edilmiştir. Bu sebeple birkaç Türk topluluğunun bayrağı gök mavisi renktedir. Sadece Göktürk bayrağı 20. yüzyıl öncesindedir. MS 552–744 tarihleri arasında varlığını gösteren Göktürk Kağanlığı'nın resmi bayrağı olarak kullanılmıştır. Ortasında bulunan kurt simgesi ise Yaratılış Destanı'nda da geçen, Türk'lere yol gösterici ve kurtarıcı olarak da benimsenen bir sembol olarak kullanılmıştır. Gökbayrak şeklinde adlandırılan bayraklar şunlardır: Londra çınarı Londra çınarı ("Platanus × acerifolia"),
çınargiller (platanaceae) familyasından bir melez bir çınar türü. Doğu çınarı ("Platanus orientalis") ile batı çınarının ("Platanus occidentalis") doğal melezidir ve her iki türün de çeşitli özelliklerini taşır. Boyu batı çınarından daha kısa, gövdesi ise daha kalındır; küremsi meyve toplulukları ikişer ikişer bulunur. Kaliforniya çınarı Kaliforniya çınarı ("Platanus racemosa"), çınargiller (platanaceae) familyasından bir ağaç türü. Yükseklği 25 m'dir, gövdesi çoğu kez çatallanma yapar. Yaprakları kalındır, küremsi meyve topluluklarının iki-yedi tanesi bir arada bulunur. Çay Çay ın farklı anlamları: Çamgiller Çamgiller (Pinaceae), iğne yapraklılar (Pinales) takımından bazen çalı formunda kozalaklı ağaç türlerini içeren bitki familyası. Familya üyeleri bir evcikli herdem yeşil ve yaprak döken türleri içerir. "Larix" ve "Pseudolarix" türleri kışın yapraklarını döker. Kabuk düz, pullu veya çatlaklıdır. Kısa ve uzun sürgünler bulunur. Yanal sürgünler iyi gelişme gösterir ve uzun sürgünlere benzer. Kısa sürgünler "Picea", "Psudotsuga" ve "Abies" türlerinde bulunmaz. İnce dallar primer yapraklarla dizilidir. İnternodlar arasında en uzun 1 cm'lik mesafe vardır. Yapraklar basit olup tek tek dökülür, ("Pinus"'da demetler halinde dökülür) Karşılıklı veya sarmal dizilmiştir fakat bazen 1-2 sıra halinde dizildiği görülür. Yapraklar bütün türlerde iğnemsi kısa saplı veya sapsızdır. Uzun sürgünlerde tek tek (sarmal) kısa sürgünlerde ise demetler halinde ("Cedrus", "Larix", "Pseodularix") yer alır. Juvenil yapraklar (ilk çıkan yaprak) uzun sürgünlerde bulunur. Yapraklarda reçine kanalları görülür. Kotiledon sayısı 2-15(-24) arasındadır. Dişi kozalaklar bir yılda olgunlaşır ("Pinus"'da 2-3 yılda) ve kısa bir süre içerisinde dağılır ("Cedrus" ve "Abies") veya uzun süre ağaç üzerinde kalır. Kozalak pulları üst üste dizilmiş sert ve yassıdır. Olgunlaşınca sert, kalın ve odunsu yapıya sahip olur ("Pinus"). Brahte içeride veya dışa doğru yönelmiştir ("Abies"'de dışa doğru). Erkek çiçekler bir yıl sonunda olgunlaşır, tek veya küme halinde sürgün koltuğunda bulunur, yumurtamsı, elips veya silindirik yapıdadır. Sporofiller üst üste binmiştir. Polenler küre biçiminde olup her iki yanında kanatlar bulunur veya bulunmaz.("Larix" ve "Pseudotsuga"'da bulunmaz) Tohumlar ikişer pulludur. Tohum kanadı tohumu kıskaç gibi tutar. Bazı çam türlerinde kanatlar körelmiştir ("Pinus pinea"). Oksijen Oksijen atom numarası 8 olan ve O harfi ile simgelenen kimyasal elementtir. "Oksijen" ismi Yunanca ὀξύς (oksis - "asit", tam anlamıyla "keskin", asitlerin acı tadı kastedilir) ve -γενής (-jenēs) ("üretici", tam anlamıyla "sebep olan şey") köklerinden gelmektedir, çünkü isimlendirildiği zamanlarda tüm asitlerin oksijen içerikli olduğu sanılırdı. Standart şartlar altında, elementin iki atomu bağlanarak çok soluk mavi renkte, kokusuz, tatsız, diatomik yapıdaki, formülüne sahip dioksijen gazını oluşturur. Oksijen periyodik tablodaki kalkojen grubunun üyesidir ve neredeyse diğer tüm elementlerle kolayca bileşik (başta oksitler olmak üzere) oluşturabilecek, büyük ölçüde reaktif olan bir ametaldir. Oksijen güçlü bir oksidanttır ve tüm elementler içinde ikinci en yüksek elektronegatifliğe sahiptir (sadece florun daha yüksek bir elektronegatifliği vardır) . Kütlesel olarak, hidrojen ve helyumdan sonra evrende en bol bulunan elementtir ve yerkabuğunda en bol bulunan elementtir, bu kısmın kütlesinin neredeyse yarısını oksijen oluşturur . Serbest oksijen, sudan oksijen elde etmek için Güneş ışığını kullanan bazı fotosentetik organizmalar olmadan Dünya üzerinde bulunamayacak derecede fazla reaktiftir. elementi bu organizmalar evrildiğinde, yaklaşık olarak 2.5 milyar yıl önce, atmosferde birikmeye başladı. Diatomik oksijen gazı hacimsel olarak havanın %20.8'ini oluşturur. Suyun kütlesinin %88'i oksijendir, bu yüzden canlı organizmaların kütlesinin büyük bir kısmını oksijen oluşturur. Organizmalardaki hem organik (proteinler, yağlar ve karbonhidratlar) hem de inorganik (dış iskelet, dişler ve kemikler) neredeyse tüm ana moleküllerin yapısında oksijen bulunur. Element halindeki oksijeni; siyanobakteriler, Algler, bitkiler üretir ve tüm kompleks yaşam biçimlerindeki canlılar hücresel solunumda kullanır. atmosferde birikmeye başlamadan önce, Dünya üzerinde evrimsel sürecin erken dönemlerinde dominant olan zorunlu anaerob organizmalar için oksijen toksik etki gösterir. Oksijenin başka bir formu (allotrop) Ozon (), biyosferin morötesi radyasyondan korunmasına yüksek irtifadaki ozon tabakası yardımcı olur, ancak yeryüzüne yakın yerlerde hava kirliliğinin yan ürünü olarak çevreyi kirletici özelliği de bulunmaktadır. Daha yüksekte alçak Dünya yörüngesi irtifasında kayda değer miktarda atomik oksijen bulunur ve uzay araçlarında erozyona neden olur. Oksijen, sıvılaştırılmış havanın ayrımsal damıtılmasıyla, zeolitlerin basınç salınım adsorpsiyonu ile kullanılarak oksijenin havadan ayrılarak yoğunlaştırılmasıyla, suyun elektroliziyle ve diğer yollarla endüstriyel olarak üretilir. Oksijenin kullanım alanları arasında çelik, plastik ve tekstil üretimi; roket yakıtı; oksijen terapisi; ve hava taşıtlarında, denizaltılarda, insanlı uzay uçuş programlarında ve dalgıçlıkta yaşam destek üniteleridir. Oksijen Carl Wilhelm Scheele tarafından 1773 yılında veya daha erken yıllarda Uppsala'da ve Joseph Priestley tarafından 1774 yılında Wiltshire'da keşfedilmiştir. Fakat öncelik genellikle Priestley'e verilir çünkü onun çalışması daha önce yayınlanmıştır. "Oksijen" ismi, bu elementle yaptığı deneylerle o zamanlar popüler olan korozyon ve yanma ile ilgili phlogiston teorisinin gözden düşmesine sebep olan Antoine Lavoisier tarafından 1777 yılında türetilmiştir. Standart sıcaklık ve basınçta oksijen çok soluk mavi renkte ve kokusuz bir gazdır. molekülünde iki oksijen atomu birbirlerine üçlü spin elektron dizilimiyle oluşmuş kimyasal bağlarla bağlıdır. Oksijenin doğada kütle numaraları toplamı (15.9999, yaklaşık=) 16'dır (%99,76), 17 (%4) ve 18 (%0,20) olan üç izotopu vardır. Oksijenin atom ağırlığı 16 olarak kabul edilir. Kütle numaraları 14, 15 ve 19 olan izotopları radyoaktiftir. Fakat bu radyoaktiflerin ömrü oldukça kısadır. Oksijenin çekirdeğinde 8 proton bulunmaktadır. Kimyasal tepkimelerin hemen hemen hepsinde iki elektron alarak eksi hale geçer. Oksijen normal sıcaklıkta pasiftir; yüksek sıcaklıkta aktiftir. Oksijenin sudaki çözünürlüğü 0 °C'de 14,6 mg/L'dir. Oksijenin kritik sıcaklığı –118,8 °C'dır. Oksijen, bu sıcaklığın üzerinde sıvılaşamaz. Yani sadece basınç ile sıvılaştırılmaz. Oksijenin kritik basıncı 49,7 atmosferdir. Bir atmosfer basınçtaki ergime noktası –218,8 °C ve kaynama noktası –183 °C dır. Belirli bir miktardaki oksijen, katı ve sıvı hallerinin her ikisinde de açık mavi ve şeffaftır. Sıvı oksijen, kuvvetli bir magnetiktir. Şayet sıvı oksijenin bir atmosfer basıncındaki bir hacmi, normal şartlar altında (760 mm Hg ve 20 °C) buharlaştırılırsa, buharın hacmi sıvı hacminin 860 misli olur. Katı oksijenin yoğunluğu –252,5 °C de 1,426 g/cm³'tür. Metallerin çok azı, sıvı halde iken oksijen absorblar (emerler). Absorblanan bu oksijen metal katılaşırken tekrar metali terk eder. Aílton Gonçalves da Silva Aílton Gonçalves da Silva (d. 19 Temmuz 1973, Brezilya) Brezilyalı eski futbolcudur. Asıl ününe 90'lı yıllarda Almanya'da kavuşan Ailton'un mevkisi Forvet'ti. Ailton, futbola Mogeiro EC takımında başladı. 1993'te 20 yaşındayken Ypiranga FC takımında keşfedilip profesyonel yapıldı. Brezilya'nın güneyinde yer alan Rio Grande do Sul eyaletinin ligi olan Campeonato Gaúcho'de forma giymeye başladı. 1994 yılında ise Mogi Mirim DC takımına kiralandı. Bu takımla ilk kez Brezilya birinci liginde forma şansı buldu. 28 maçta 8 gol kaydederek büyük takımların da dikkatini çekti. 1995'te kirası biten Ailton, Ypiranga'ya geri döndü. Campeonato Gaúcho'da attığı 16 golle ligin gol kralı oldu. 1997-98 sezonunun ortasında ilk kez ülkesinden çıkan Ailton, Meksika ekibi Tigres de la UANL'e transfer oldu. Burada 23 maçta 5 gol kaydetti. Ailton, 1998-99 sezonunda Avrupa sahnesine Alman ekip SV Werder Bremen'e katılarak çıktı. Bremen'in kötü bir sezonunda takıma dahil olan Ailton, takımda sadece 12 maç forma giyebildi ve 4. forvet tercihi oldu. Buna rağmen 17 Ekim 1998'de çıktığı ilk Bundesliga maçında SC Freiburg ağlarını havalandırdı. Özellikle Felix Magath'ın son dönemlerinde, ikinci yarılarda oyuna dahil oldu. Küme düşmekten zor kurtulan Werder Bremen, DFB-Pokal'ı ise Bayern Münih'i penaltılarla yenerek kazandı. Ailton sadece yarı finalde forma giymişti. 1999-2000 sezonu Ailton'un kendini kanıtladığı sezon oldu. Thomas Schaaf yönetimindeki takımda Ailton, Marco Bode'nin bir gol gerisinde takımın en golcü ikinci ismi oldu. Ailton sadece golleriyle değil, 10 asistle de takımının en çok asist yapan ismiydi. 19 Eylül 1999'da o sezon ilk kez ilk 11'de çıktığı maçta VfL Wolfsburg'a karşı bir gol iki asistle oynadı ve formayı kaptı. Takım ligi orta sıralarda bitirdi. Kupada ise yine finale çıktılar ancak Bayern Münih bu sefer kupayı aldı. Ailton kupada da 4 gol kaydetti. İlk kez Avrupa Kupaları'nda oynayan Ailton, UEFA Kupası'nda 9 maç oynadı ve 1 gol, 2 asist yaptı. Werder Bremen, çeyrek finalde kupa ikincisi Arsenal FC'ye elendi. 2000-01'de Ailton, Claudio Pizarro ile iyi bir forvet ikilisi oluşturdu ve Pizarro'nun ardından takımın en golcü ikinci ismi oldu. Ailton, 14 gol atsa da takım halen ligde başarı elde etmekten uzaktı. UEFA Kupası'nda 3. tura çıktılar. Ailton, Bremen kariyerindeki ilk resmi hat-trick'i Antalyaspor karşısında yaptı. İkinci turdaki RC Genk maçında ise kırmızı kart görüp takımını yalnız bıraktı. Kupada iki sezondur başarı kazanan Bremen'de bu sefer kupada da başarı gelmedi. 2001-02 sezonunda Pizarro'nun gitmesiyle takımın hücum yükü Ailton'a kaldı ve Ailton 16 golle takımın en golcüsü oldu. Sezona Intertoto Kupası'yla UEFA'ya katılma umuduyla giren Bremen, AA Gent'e ilk turda elenip hayal kırıklığı yarattı. Ailton ise 2 maçta 2 gol attı.
Almanya Kupası'nda ise 2. turda elendiler. Ailton burada da 2 maçta 2 gol kaydetti. Ligi 6. bitiren Bremen, UEFA Kupası vizesini aldı. 2004'te Almanya'nın en iyi oyuncusu seçilen Ailton, bu unvana ulaşan ilk yabancı futbolcu oldu. 2002-03 sezonunda da Ailton yine 16 golle takımın en golcü ismiydi. Ancak Bremen yine lig 6.sı oluyordu. Ailton, kariyerinin ilk lig hat-trick'ini de 1. FC Nürnberg'e yaptı. Almanya Kupası'nda yarı finalde elenirlerken, Ailton sadece bir gol kaydedebildi. Avrupa'da ise ikinci turdan elendiler. 2003-04 sezonuna Werder Bremen iyi başlamamıştı. Intertoto Kupası'nda ilk turda Fransız ikinci liginde O.G.C. Nizza'yı zor eleyen Bremen, Avusturya liginden SV Pasching'e ise elenmişti. Ailton, 4 maçta gol atamamıştı. Takım lige orta karar bir başlangıç yaparken, Ailton ligin ilk maçında Hertha Berlin ağlarını iki kez sarsıyordu. 9. hafta en kötü derecesi olan dördüncülükte olan takım daha sonra yükselişe girip, 16. hafta kazandığı liderliği sezon sonuna dek götürüp Bundesliga şampiyonu oldular. Ailton ise Roy Makaay'ın 5 gol önünde 28 golle ligin gol kralı oluyordu. 8 asistle oynayan Ailton, 10 asist yapan Ivan Klasnic ve Fabian Ernst'in ardından takımın en çok asist yapan ikinci ismiydi. Bremen, ayrıca Almanya Kupası'nın da sahibi oluyordu. Ailton ise 6 maçta 6 golle bu kupa zaferinin de baş mimarlarından oluyordu. Bremen şampiyonluğundan sonra Ailton, önceki sezonun 7.'si Schalke 04'e transfer oldu. Schalke 04 ile UEFA Intertoto Kupası'nı kazanıp, UEFA Kupası'na katılmayı hak kazandılar. Ailton, 6 maçta 4 gol attı. Ligde ise üçüncü hafta kırmızı kart gördü. Kendisinin 4. maçı olan ligin 9. haftasında golle tanışabildi. Ailton'suz çıktığı ilk maçta lig 17.'liğine düşen Schalke, daha sonra toparladı ve 11. hafta ikinciliğe çıktı ve iki hafta üçüncü, bir hafta da liderlik dışında sezon sonuna kadar bu dereceyi korudu. Ailton, geçen seneki kadar gol atamasa da 14 golle takımının en golcü ismiydi. Takımın gol yükünü orta saha oyuncusu Cassio Lincoln ile taşıyordu. Almanya Kupası'nda da finale çıkan Schalke, şampiyonluğu kaptırdığı Bayern Münih'e kupayı da kaptırdı. Avrupa'da ise UEFA gruplarına kalan takım, grup sonrası ilk turda FK Şahtar Donetsk'e elendi. Ailton sadece bir gol kaydedebildi. Schalke 04'te bir sezon kalan Ailton, 2005'te Türkiye'ye gelip Beşiktaş forması giymeye başladı. Schalke'nin Ailton'u bırakmasının en büyük nedenlerinden biri yaşadığı sakatlık olmuştu. 14 Ağustos 2005'te Denizlispor karşısında ilk maçına çıkan Ailton, 60 dakika forma giyip ilk golünü de kaydetmişti. 14 lig maçında 5 gol kaydetti. Sivasspor'la oynanan lig maçında 23. dakikada takımı 1-0 yenikken kırmızı kart görmesiyle çok eleştirildi. Maçtan sonra yönetimden ceza alan Ailton, disiplinsizlikle suçlandı. 6 Ocak'ta Werder Bremen ile hazırlık maçı yapan Beşiktaş'ta Ailton, eski takımına karşı hat-trick yaptı. 21 Ocak'ta Beşiktaş'la son lig maçına çıkan Ailton, Kayseri Erciyesspor'a da bir gol kaydetti. Bir maçta birkaç gün sonra Alman ekibi Hamburg'a kiralandı. UEFA Kupası'nda da forma giyen Ailton, iki gol atmıştır. Ailton Beşiktaş kariyerinde toplam 17 maçta 7 gol atma başarısı göstermiştir. Ocak 2006'da teknik direktör Thomas Doll'un isteğiyle Hamburg'ye transfer olarak, Bundesliga'ya geri döndü. Geldikten 2 ay sonra ilk golünü kaydetti. 4 hafta 3 gol atan Ailton, takımın şampiyonluk yarışında yardımcı oldu ancak bundan başka gol bulamadı. Hamburg ise lig üçüncüsü olabildi. Hamburg, sezon sonunda oyuncuyu bonservisiyle almayacağını belirtti. Bunun üzerinde 2006-07 sezonu öncesi Beşiktaş A2 ile çalışmalara katıldı. Bir ay altyapıyla çalışan Ailton, Beşiktaş tarafından Crvena Zvezda takımına transfer sezonunun son günü satıldı. Sezonun ilk yarısında 13 maçta forma şansı bulan Ailton, 4 gol kaydetti. Sezonun ikinci yarısında İsviçre takımı Grasshopper'a transfer oldu. 13 maçta 8 gol atmasına karşın takımının Avrupa kupaları şansı kazanmasını sağlayamadı. Sezon sonunda Ailton'un sözleşmeli takımı Kızılyıldız hem Sırbistan Lig şampiyonluğunu hem de kupa şampiyonluğunu kazandı. 2007-08 sezonunda yine Almanya'ya döndü ve Bundesliga ekiplerinden MSV Duisburg kadrosuna girdi. Sadece 8 maç forma giyebilen Ailton, tek golünü eski takımı Werder Bremen'e karşı attı. Devre arası tatilinden geç dönmesi nedeniyle kontratı feshedildi. Sezonu Ukrayna ekibi FC Metalurh Donetsk'te tamamladı. 12 Nisan 2008'de takım için ilk golünü attı. Ancak Ailton sadece 2 maçta forma giydi. Sonraki sezon Avusturya ekibi SC Rheindorf Altach'a kiralandı. 12 maçta 7 gol attı. Bu performansı ile 12 Mart 2009'da Brezilya'ya geri dönüp 2. lig ekiplerinden Campinense Clube ile sözleşme imzaladı. Ancak burada sadece 1 maça çıktı ve o maçta da gol attı. Kasım 2009'da bitmesi gereken sözleşmeyi Temmuz'da feshettiler. 21 Temmuz 2009'da Çin ekibi Chongqing Lifan FC ile sözleşme imzaladı. 5 maçta oynadığı bu takımda da başarılı olamadı ve gol atamadı. Ekim 2009'da takımdan ayrıldı. Takım Çin Ligi'ni sonuncu bitirdi. 2009-10 sezonu ortası, 2 Aralık 2009'da Almanya 6. ligi seviyesi olan Verbandsliga Niederrhein'da oynayan KFC Uerdingen 05'e transfer oldu. Sözleşmesi 2011'e kadardı. 24 Şubat 2010'da Wuppertaler SV Borussia'nın ikinci takımına karşı ilk maçına çıktı. İlk golünü ise VfB Homberg takımıa attı. 22 Temmuz 2010'da Alman 4. ligi Regionalliga Nord ekiplerinden FC Oberneuland 1948'e transfer oldu. Takımı, Werder Bremen zamanlarından takım arkadaşı olan Mike Barten yönetiyordu. İlk resmi maçına Almanya Kupası için SC Freiburg karşısında ilk 61 dakika oynayarak çıktı. 12 Mart 2009'da Campinense Clube ile imzalanan daha önce Ukrayna ve Avusturya döndü. 27 Ağustos 2010'da ligdeki ilk golünü Holstein Kiel takımına attı. Ailton, FC Oberneuland'u 22 Temmuz 2010 tarihinde bıraktı. Oberneuland ile sözleşme, 4 Şubat 2011'de karşılıklı anlaşma ile sonlandırıldı. Aílton, 2012-2013 sezonunda Güneybatı Futbol Federasyonuna bağlı bir Alman amatör futbol takımı olan BFV Hassia Bingen'e transfer oldu. 68. dakikada oyuna girdi ve iki gol attı ve kulübün lig tarihinde rekor kırarak 1.300 seyirci çekmesine yardımcı oldu. Aílton, Eylül 2014'te, Bremen Weser Stadı'nda, 40 binin üzerinde seyircinin izlediği "Werder&Friends" ile "Ailton Allstars" takımları arasında yapılan jübile maçında, 41 yaşında resmen futbolu bırakmıştır. Aílton, Meksikalı Rosseli Judith Rodriguez ile evlidir ve çiftin iki çocuğu var. Hazar kaplanı Hazar kaplanı veya Turan kaplanı ("Panthera tigris virgata"), kedigiller (Felidae) familyasından soyu 1970'li yıllarda tükenen kaplan alt türü. Bengal kaplanından daha küçüktür. Tüyleri sık, çizgileri soluktur. Gövde ve boyun altı beyaz ve daha sarkıktır. Kulaklar, kısa ve küçüktür. Rengi, Bengal kaplanına benzer. Bacakların dış kısımları, sarıdır, ve iç tarafı beyazdır. Bu alt türün kuyruğu, sarıdır ve sarımsı beyaz çizgiler vardır. Kışın saçı çok uzundur, iyi gelişmiş bir karın yelesi ve kısa bir ense yelesi vardır. Hazar kaplanları yalnız yaşayan hayvanlardır. Çiftleşme mevsiminde erkek ve dişi birlikte görülür. Erkek kaplan dişiden daha büyüktür. Genelde çiftleşme kış veya bahar döneminde gerçekleşir. Kaplanların çiftleşme dönemi yirmi-otuz gün kadar sürer. Yaklaşık olarak 100 günlük bir gebelik döneminden sonra dişi kaplanlar üç yavru doğurur. Bu yavrular doğduğunda kördür ve on gün sonunda gözleri açılır. Yavrular yaşamlarının ilk sekiz haftasında anne sütüyle beslenir. Bu esnada baba hiçbir sorumluğu üzerine almaz. On bir haftadan sonra yavrular avlanmaya başlar. En batıda Türkiye olmak üzere Hazar denizi, Kafkasya’da İran, Türkmenistan, Afganistan’ın kuzey kesimlerinde yaşardı. Ayrıca Moğolistan ve Irak'ta da izleri bulunmuştur. Türkiye'de Siirt, Şırnak, Uludere ve Çukurca (Hakkâri) taraflarında, Irak sınırındaki dağlarda ve vadilerde yakın zamanlara kadar bulunduğu anlaşılmaktadır. Son olarak Şubat 1970'de Şırnak'ın Uludere ilçesinde "Şehit Şen" isimli bir köylü tarafından 122 cm. gövde uzunluğunda bir erkek birey vurulmuştur. Bu kaplanın postu 3 yıl sonra 1973'te Güneydoğu Anadolu'da bitki araştırmaları yapan İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Turhan Baytop (1920-2002) tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Post, Ali Üstay Koleksiyonu'ndadır. Prof. Dr. Turhan Baytop bu bulgu ve derlemelerini 1974 yılında Münih'teki "Säugetierkundliche Mitteilungen" isimli akademik dergide yayımlamış ve makalesinde daha önceki yıllarda da Uludere ve Şırnak bölgelerinde 8 adet kaplanın vurulduğunu köylülerden duyduğunu yazmıştır. Bu tarihten sonra hiç görülmemiştir. Bununla birlikte bölgenin kırsalında yaşayanlar tarafından hala görüldüğü zamanlar ihbar edilmektedir. Kuzey İran’ın Türkiye sınırına yakın olan bir bölgesinde zoolog Paul Joslin tarafından 1974 yılında bulunan 17 cm genişliğindeki ayak izi göz önüne alınırsa bu ihbarların doğru olabileceği düşünülebilir. Çenesiz balıklar Çenesiz balıklar ya da çenesizler (), notokorda (sırt ipliği) çubuk biçiminde omurgaları kıkırdak yapısında olan çeneleri ve yüzgeçleri bulunmayan bir balık sınıfı. Yaşayan türlerinda gövde pulları ve gerçek anlamda çene bulunmaz. İskeletleri kıkırdaktan oluşmuştur ve oksijeni çift solungaçlarıyla alırlar. Solungaçlar cep içinde olup dış görünüşleri bir yılanı andırır. Çeneleri ve çift yüzgeçleri yoktur. Ortada tek bir burun deliği bulunur. Kas, sinir, duyum, dolaşım ve daha ilkel balıklarınkine benzeyen boşaltım sistemleri vardır. Fare (anlam ayrımı) Fare nin farklı anlamları: Yazıcı (bilgisayar) Yazıcı, elektronik ortamdaki grafik ya da metinleri bir kâğıt üzerine işleyen alettir. Çoğu yazıcı bilgisayara yazıcı kablosu, USB veya RJ45 ile bağlanır. Bazı yazıcılar direkt olarak hafıza kartından, fotoğraf makinesinden ve tarayıcıdan çıktı alabilirler. Modern yazıcıların çoğu faks çekme, tarama ve fotokopi çekme gibi özellikleri içeren çok fonksiyonlu makinelerdir. Daktilo makinesi benzeri olan bu tür ilk yazıcı türüdür. Karakterlerin daktilodaki gibi baskı şeridi üzerinden baskı ortamına aktarılması yöntemi ile çalışı
rlar. İlk örnekleri tamamen daktilo yapısında olan bu tür yazıcıların daha sonraları bir satırı bir defada basan, üzerinde tüm yazı karakterlerinin yer aldığı döner silindirlerin bulunduğu türleri de üretilmiştir. Karmaşık elektromekanik yapıları, düşük hızları ve sınırlı grafik baskı yetenekleri nedeniyle günümüzde kullanılmamaktadırlar. Matris şeklinde düzenlenmiş baskı iğnelerini bilgisayardan gelen veriler doğrultusunda elektromıknatıs yardımıyla kâğıt ile yazıcı kafası arasında gergin duran şeride nokta vurarak baskı yapan yazıcılardır. Sınırlı çözünürlük ve grafik yetenekleri, sesli çalışmaları, düşük hızları gibi olumsuz özellikleri olan bu tür yazıcılar, sadece harf ve rakamlardan oluşan baskı gereksinimi olan muhasebe kayıtlarının basılması gibi işlerde halen kullanılırlar. Bu tip yazıcıların çalışma ilkesi genel olarak nokta vuruşlu yazıcılar ile aynıdır. Vurma noktalarının yerini yüksek hızla baskı ortamına püskürtülen boyar madde alır. Yarı iletken teknolojisindeki gelişmeler bu tür yazıcıların baskı çözünürlüğünü yüksek düzeylere çıkarmıştır. Günümüzde en yüksek baskı çözünürlüğüne sahip yazıcılar bu tür yazıcılardır. Bu tür yazıcılar diğerlerine göre oldukça sessiz ve daha küçük yapıdadırlar. Bu tür yazıcılarda, matris biçiminde düzenlenmiş çok sayıda püskürtme memesine sahip olan yarı iletken baskı kafaları kullanılır. Kullanılan püskürtme yöntemine göre; piezoelektrik, ısıl ve sürekli türleri vardır. Yazıcı kafasında bulunan püskürtme odalarında yaklaşık 300 °C’ ye kadar ısıtılan mürekkep damlacığı buharlaşıp, oluşan küçük patlama ile yüksek bir hızla (100 km/saat) kağıda püskürür. Isıtma gerekliliği nedeniyle bu tür baskıda su bazlı mürekkepler kullanılır. Japon Canon firmasının inkjet, Bubblejet yazıcıları bu biçimde çalışırlar. Az sayıda baskı yapan işletmeler ve ev kullanıcıları tarafından yaygın olarak bu tür kullanılır. Bu tür yazıcılarda mürekkep püskürtme, piezoelektrik kristal püskürtme memeleri ile yapılır. Püskürtme işlemi uyarılan kristalin titreşerek mürekkebi püskürtmesi biçiminde yapılır. Bu türde, ısıtma gerekliliğinin olmaması, kullanılacak mürekkep türü konusunda herhangi bir sınırlamaya neden olmaz. Epson firması ürettiği püskürtmeli yazıcılarda bu yöntemi kullanır. Ticari ve endüstriyel uygulamalarda genellikle bu tür mürekkep püskürtmeli yazıcılar kullanılmaktadır. Bu yöntemle çalışan yazıcılar genellikle ürün kutuları vs. üzerine baskı yapmakta kullanılırlar. Görece uzak mesafelerden püskürtme yapılabilmesi; son kullanma tarihi, seri no gibi bilgilerin ürün kutuları üzerine kolaylıkla yazılabilmelerini sağlar. Bu tür yazıcılarda, basınçlandırılmış mürekkep durgun elektrik ile yönlendirilerek mikroskobik bir memeden baskı ortamına gönderilir.Günümüzde genellikle cola şişeleri,süt paketleri ve konserve kutuları üzerinde görülür.Sistemin kısaltılmış adı CIJ dir.Yaklaşık bir saniyede kuruyan hemen hemen her yüzeye tutunabilen özel mürekkebi vardır. electrojet yazıcılar bu şekilde çalışırlar. Son geliştirilen yazıcı türüdür. Sessiz, yüksek baskı kalitesine sahip ve diğer yazıcılara göre daha hızlıdır. Temel olarak fotokopi makinesine benzer bir baskı tekniği kullanırlar. Fotokopi makinesi ile lazer yazıcıyı birbirinden ayıran özellik; baskı kaynağının bilgisayardan gelen sayısal kodlarının olmasıdır. Bilgisayardan gelen sinyaller lazer yardımı ile ışığa duyarlı baskı silindiri (davul-drum) üzerine çizilir. Bu işlem baskı silindirinin çizilen bölgelerinin durgun elektrikle yüklenmesini sağlar. Silindir üzerindeki durgun elektrikel yüklü alanlara baskı tozu parçacıkları (toner) yapışır. Yapışan baskı tozu, dönmekte olan baskı silindiri tarafından baskı ortamına (genellikle kâğıt) aktarılır. Baskı tozunun baskı ortamına sabitlenmesi için baskı ortamı 100-150 °C civarında sıcaklığı olan sabitleme silindirleri arasından hızla geçirilir ve hava üflenerek soğutularak baskı işlemi tamamlanır. Son yıllarda renkli baskı yapabilen türleri de üretilen lazer yazıcılar, hızlı ve hesaplı olmaları nedeni ile ticari ve ticari olmayan kullanıcılar tarafından yaygın olarak kullanılırlar. Daha çok fotokopi gibi çoğaltma işlemlerinde kullanılır. Isıya duyarlı kâğıt üzerine baskı yapan yazıcılardır. Faks cihazlarında kullanılan yöntemle çalışırlar. Isıl yazıcılarda, bilgisayardan gelen sinyaller ile kontrol edilen çizgisel dizili ısıtıcı elemanları, üzerilerinden (altlarından) geçen ısıya duyarlı kağıda dokunarak ya da şerit üzerindeki mürekkebin ısı ile malzeme üzerine aktarılması tekniğine göre çalışır, ısıtarak baskı yaparlar. Hızlı ve sessizdirler, saklanması her zaman gerekli olmayan ve yüksek baskı kalitesi gerektirmeyen; ATM çıktıları, biletler vb. baskı işlerinde kullanılırlar. Xerox UV ışığa duyarlı kimyasalların birkaç mikrometre ile kaplı özel bir kâğıt kullanacak bir mürekkepsiz yazıcı üzerinde çalışıyor. Yazıcı, kağıda yazmaya ve silmeye mümkünlüğü sağlayacak özel bir UV ışık çubuğu kullanıyor. 2007 yılı başından itibaren bu teknoloji geliştiriliyor ve metinler, yazıldıktan itibaren sadece 16-24 saat geçene kadar silinebiliyor. Kağıt yüzeyinde özel bir kalem ile gezdirilerek çizilen şekli vektör grafikleriyle yazan cihazlardır. Bu tür yazıcılar, günümüzde nadiren kullanılıyor ve yerini yüksek baskı kalitesine sahip geleneksel geniş formatlı yazıcılara bırakıyor olmalarına rağmen, hala bilgisayar destekli dizayn alanlarında kullanılmaktadır. Geniş formatlı yazıcıların bu tarz grafik çizimleri için kullanımı teknik olarak yanlış olsa da, yine de günümüzde grafik çizimi için en sık başvurulan yazıcı tipidir. "Düz yatak" ve "davul" (orijinal isimleriyle "flat bed" ve "drum") şeklinde iki tip çizici vardır. Stephen King Stephen Edwin King (d. 21 Eylül 1947; Portland, Maine), ABD'li hikâye ve roman yazarı. Genellikle gerilim ve korku türünde eserler vermiştir. Kitaplarının çoğu Türkçeye de çevrilmiştir. İlk romanı "Göz" ("Carrie") 1974 yılında yayımlanmıştır. Özellikle 1982 yılında başlayıp 2005 yılında sona erdirmiş olduğu "Kara Kule" ("The Dark Tower") serisi ile ünlüdür. "Yeşil Yol" ("The Green Mile"), "Esaretin Bedeli" ("Rita Hayworth and Shawshank Redemption") gibi pek çok kitabı senaryolaştırılıp beyaz perdeye aktarılmıştır. İlk profesyonel kısa öykü satışını "The Glass Floor" adlı öyküsüyle Starling Mystery Stories'e yapmıştır (1967). Kendisini tekrar ettiği gerekçesiyle 2002 yılında yazarlığı bıraktığını açıklamıştır. Ancak bu açıklamadan sonra birçok yeni eser vermiştir. King’in en son romanı 2016'da yayımlanan "End of Watch"tur. Kitaplarının çoğu memleketi Maine'de geçer. Şu ana kadar Bram Stoker Awards, World Fantasy Awards ve British Fantasy Society Awards gibi prestijli ödülleri almıştır. Türk (satranç otomatı) Türk, bir masa ve bir insan modelinden oluşan sahte bir mekanik satranç oyuncusu (otomat). 1769 yılında 6 ay kadar bir sürede yapılıp 1770'de ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için sergilendiğinden beri bu konu tartışılmıştır. Otomat Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın hizmetinde çalışan mekanikçi Wolfgang von Kempelen tarafından yapılmıştır. İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan bu otomat, 120 cm uzunluğunda, 105 cm genişliğinde ve 60 cm yüksekliğindedir. Akçaağaçtan ve üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabinet önünde oturan bıyıklı, sarıklı ve pelerinli bir Türk figüründen oluşuyordu. Öndeki kapak açılıp dolabın ve Türk'ün içine bakıldığında irili ufaklı pek çok kaldıraç, makara ve başka karmaşık mekanik sistemler görülebilmekteydi. Kurularak çalışan Türk, karşısındaki gönüllüyle satranç oynamaya başladığında, gözleri satranç tahtasını tarıyor, başını arada bir sallayıp satranç taşlarını eliyle hareket ettiriyordu. Yaptığı işler bunlarla da kalmıyordu; pek çok oyunda rakibini yenmeyi de başarıyordu. Yaptığı hamlenin bittiğini başını üç kez sallayarak belirten otomat, maç sonrasında seyredenlerden gelen soruları satranç tahtasının yanında bulunan özel bir tepside harfleri birleştirerek yanıtlayabiliyordu. Türk’ü izleyenler onlarca yıl boyunca onun sırrını çözmeye çalışmışlardı. Bazıları çok ilginç teoriler üretmişler ve bu açıklamalara gazetelerde geniş yer verilmişti. Bir teoriye göre satranç taşlarının içine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde Türk taşları oynatıyordu. Bir başka teori ise kuklanın içine bir çocuğun girmiş olduğunu savunuyordu. Dr. Gamaliel Bradford ve ünlü yazar Edgar Allan Poe en akılcı çözümleri üretenler olmuştu. Edgar Allan Poe, otomat hakkında yazdığı "Maelzel's Chess" adlı tanıtım yazısında Mekanik Türk'ü şöyle tasvir ediyordu: Bu söylenenlerin hepsi sadece teori bazında kalıyordu, kimse Türk'ün nasıl işlediğini ispatlayamıyordu. Türk'ün sahibi olan kişiler ve yakın çevresi de sırrı saklama konusunda çok kararlı davranıyorlardı, bu sayede uzun yıllar boyunca Türk'ün gizemi insanları ona çekti. Tabi bu sayede sahiplerine de bir miktar para kazandırdı. Kempelen 1804'te Viyana'da öldükten sonra otomat birkaç kez el değiştirdi ve son olarak Beethoven'ın yakın arkadaşı Johann Maelzel adlı bir makine mühendisi şovmenin eline geçti. Daha sonraları ilk metronomu yapacak olan Maelzel, otomatı Kempelen'in oğlundan satın almıştı. En büyük ününü bu dönemde kazanan otomat, 1809'da Napolyon'la da oynadı. 1817-1837 tarihlerinde tüm Avrupa'yı ve Amerika'yı gezen otomat, çalışma mekanizması ve topluluklar üzerinde yarattığı etki nedeniyle birçok kitap ve makaleye konu oldu. Bunlardan en önemlisi Edgar Allan Poe'nun Kempelen hakkında yazdığı makaledir. Satranç oynayan Türk hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler içeren "The Turk", "Chess Automaton" (Gerald Levitt) adlı kitapta, otomatın oynadığı ve içinde Napolyon'un oyunun da olduğu 52 adet oyunun ayrıntısını bulmak mümkündür. Bu oyunların detayları, otomat 1820 yılında Maelzel'in Londra'daki gösterileri sırasında bir arkadaşı tarafından kaydedilmişti. Bu yılı kapsayan, 1787-1837 yılları arasında otomatın içindeki kişi Jacques-François Mouret'ti. Uzun süreler nasıl çalıştığı üzerinde fikirler yürütülen otomatın içinde satrançta oldukça tecrübeli bir
i vardı. Kempelen'in ustalığı da seyredenlerin düşündüğü gibi bir makineye satranç oynatmasında değil, kutunun içinde hiçbir şekilde görebilme olanağı olmayan birine satranç oynatabilmesidir. Makinenin içi seyirciye gösterildikten sonra satranç ustası kutunun içine giriyor ve mum ışığında iki büklüm bir şekilde hem karşısındaki oyuncunun yaptığı hamleleri takip edebiliyor hem de otomatı yönetip karşı hamleleri yaptırabiliyordu. Mekanik Türk'ün sırrı, mekanizmanın bulunduğu kabinin içindeki bölümlerin katlanabilir olmasına ve mekanizmanın önden görüldüğü gibi kabinin tamamını kaplamamasında yatıyordu. Kabin içinde, operatörün oyunu takip etmesine yardım eden ikinci bir satranç tahtası daha vardı. Otomatın oynadığı ana satranç tahtasının altında, her karenin altında zemberek şeklinde bir mekanızma ve her taşın altında da bir mıknatıs bulunuyordu. Bu sistem sayesinde kabin içindeki oyuncu hangi taşın hangi kareye oynadığını takip edebiliyor ve ikincil satranç tahtasında yaptığı hamleleri ana tahtaya bildiren özel düzeneği kullanarak Mekanik Türk'ü hareket ettirebiliyordu. Bir söylentiye göre Kempelen gösterileri sırasında kazandığı paranın büyük bölümünü çok zor olan bu işi üstlenen kişiye vermek zorunda kalmıştır. Kempelen, satranç oynayan Türk'ün içinde bir insan saklaması ve toplulukları kandırması nedeniyle birçok mekanikçi ve bilim adamı tarafından şarlatanlıkla suçlanmıştır. Kempelen'in 1804'teki ölümünün ardından Mekanik Türk elden ele dolaştı ve Johann Maelzel'e ulaştı. O zamana kadar bunun bir aldatmaca olduğundan şüphelenenler çıksa da işin sırrı yıllar boyunca tam olarak ortaya çıkmadı. 1809'da Napoleon Bonapart'ı yenen Mekanik Türk, satranç zaferlerine Fransa ve Birleşik Krallık'ta devam etti. 1820'de bilgisayarın babası sayılan Charles Babbage ile bir maç yaptı. Artan borçları yüzünden Maelzel Avrupa'yı terk ederek Amerika'ya doğru yola çıktı. ABD'de başarılı bir turne gerçekleştiren Maelzel, Güney Amerika'da bunu sürdürmeyi düşündü ve Mekanik Türk'ü Küba'ya götürmeye karar verdi. Küba'da, sekreteri ve sırdaşı (ve büyük ihtimalle Mekanik Türk'ün içindeki adam olan) satranç ustası William Schlumberger öldü. Güney Amerika'da iflas eden Maelzel ABD'ye dönüşte kabininde ölü olarak bulundu ve cesedi denize atıldı. Kendisine ün kazandıran iki önemli otomatı dışında Kempelen çok farklı konularda da çalışmıştır. Bratislava Kalesi'ne su taşıma sistemi, bugün halen kullanılmakta olan Tuna nehrinin üstündeki sarkaç şeklindeki köprü, görme yeteneğini kaybeden müzisyen ve yazar bir arkadaşının çalışmalarını yazabilmesi için geliştirdiği körler için yazma makinesi buluşlarından bazılarıdır. İmparatorluk güzel sanatlar akademisinin üyesi olan Kempelen'in el yazması gravürleri ve çizimleri de mucidin kayda değer bir sanatçı olduğunun göstergesidir. Mezata çıkarılan Mekanik Türk'ün yeni sahibi Doktor ve Cerrah John Mitchell oldu. Bir kulüp kuran Mitchell, burada kulüp üyelerine ücret karşılığı Mekanik Türk'ün sırlarını göstermeye başladı. Önceleri ufak bir şöhrete kavuşsa da Maelzel kadar başarılı bir şov adamı olmadığı için otomatı 1854 yılında Filedelfiya'daki bir müzeye bağışladı. Yapımından 85 yıl sonra Mekanik Türk "Büyük Filedelfiya yangını"nda yandı ve tarihe karıştı. Mitchel'in oğlu, Mekanik Türk'ün sırlarını açıkladığı bir kitap yayınladı. Tarih boyunca 15 satranç uzmanı ve ustası Mekanik Türk'le karşılaştı, hakkından birçok kitap ve makale yazıldı. Fakat hiçbiri Mekanik Türk'ün sırrını tam olarak ortaya koyamadı. "Mekanik Türk" isimli Tom Standage tarafından yazılmış kitap da 2004 yılında Saga Yayınları tarafından Gülenbilge Zanardi çevirisiyle yayınlanmıştır. Dönemin Türk kültürünün Avrupa'da ilgi çekmesi (Hacivat ve Karagöz oyunlarından etkilenmeleri) ve Avrupa'nın büyük bölümünün Türk akınlarından nasibini alıp, uzun süre Türk egemenliği altında yaşaması nedeniyle toplumsal bellekte yer edinen, güçlü Türk imajı buna neden gösterilebilir. Fare (bilgisayar) Fare (İngilizcesi mouse), genellikle avuç içinde tutulan, hareketleri bilgisayar ekranındaki imlecin hareketlerini kontrol eden, bilgi giriş aygıtı. Fare modeline göre üzerinde bir veya daha fazla sayıda tuş ve tekerlek bulunabilir. İlk bilgisayar faresi 1964 yılında Douglas Engelbart tarafından yapıldı. Fare el hareketlerini mekanik, LED'li optik, laserli optik yöntemle algılayabilir. Fare elde ettiği bilgileri bilgisayara kablo, kızılötesi, radyo dalgalar veya Bluetooth ile aktarabilir. Programın yapısına göre bazen menü seçmek veya ekran içerisinde çalışılacak noktaya gidebilmek klavyedeki gösterge tuşlarıyla uzun zaman alabilir. Bu işlemin hızlandırılmasında görev alır. Bu konuyla ilgili ilk yayın olan 1965 yılı Bill English'in yayımında, "fare"; bir işaretleme aracı olarak "bilgisayar destekli ekran kontrolü" olarak geçmiştir The Compact Oxford English Dictionary (3. basım) ve The American Heritage Dictionary of the English Language 'in 3. basımında, computer mice ve computer mouses ( bilgisayar fareleri) terimleri bilgisayar faresinin çoğul formları olarak onaylanmnıştır. Bazı teknik belge yazarları tarafından "fare araçları" ya da "genel işaretleme araçları" olarak kullanılmaktadır. Ayrıca günümüzde de fare (mouse) mimarlık , mühendislik gibi birçok alanda kullanılan programlar için çeşitli şekillerde ve fonksiyonlarda üretilmeye başlanmıştır. Sağ ve sol tuşa ek olarak mercek(zoom) görevi görebilen tekerlek ve birden fazla görevi olan ek tuşlar konulmuştur. 3D max, rhino gibi modelleme programlarında da zamandan tasarruf için bu fareler (mouses) tercih edilmektedir. Bilgisayarın ilk zamanında seri port ve AUTOEXEC.BAT dosyalarına özel eklenen sürücüler ile çalışan fareler, zamanla PS/2 adlı porta alınmış ve çoğu işletim sisteminde alt seviyelerde desteklenmeye başlamıştır. Günümüzde çoğu kablolu fare bilgisayara USB portundan bağlanır. Ayrıca çeşitli adaptörler vasıtasıyla USB girişler PS/2'ye ya da tam tersine dönüştürülebilir. Günümüzde en çok kullanılan fare çeşididir. Küçük bir çip yardımı ile kullanılır.Çip bilgisayara takılır ve kullanım başlar.Genelde boyutları küçük olur. Bu fareler, bilgisayar ile iletişiminde bir kızılötesi sistem kullanır. Sistem, bilgisayarın seri, PS/2 veya USB portuna takılır, fare ise sistemle kızılötesi ışınlar ile iletişim kurar. Eğer fare ile sistem arasına bir cisim girerse, fare hareketleri hissedilmeyecektir. Bu tür farelerden günümüzde satılmaktadır. Kızılötesi farelerden farklı olarak bu fareler iletişim için kızılötesi ışın yerine radyo sinyalleri kullanırlar. Kapsama alanları genelde onlarca metre civarındadır. Bu fareler, kimi bilgisayarlar ile entegre gelen Bluetooth kablosuz teknolojisini kullanarak iletişim kurarlar. İlk iki türe göre büyük bir avantajları vardır: Standart bir protokol kullandığı için her cihazla kullanılabilir (PC, Apple ve hatta Pocket PC) Bu herkes tarafından kabul edilmiştir. 1990'lı yılların sonlarında Kantek firması ilk 3D ring faresini tanıttı. Yüzük şeklinde parmağa takılan ve 3tuşa sahip olan bu aygıt üstündeki kızılötesi ışık ile parmak hareketini algılamaktaydı. Ancak yeterli ve verimli bir fare olmayı başaramadığı için popüler olamadı.Üstünde çalışmalar hala sürmektedir. Topu ve hareketli parçaları vardır. Optik fare: Mekanik bir fare olduğu gibi iç hareketli parçalar yerine hareketin altında yatan yüzeye göre tespit etmek, bir ışık yayan diyot ve fotodiyotlar kullanır. Bu tür fareler altlarında bulunan LED'in yaydığı ışığın yansıması ile hareketi algılarlar. En üst modelleri 1000-1600 dpi gibi yüksek hassaslığa varabilir. Bu tür fareler altlarında bulunan lazer ışık kaynağının yaydığı ışıklar vasıtasıyla hareketi algılarlar. İmleç hareketlerine çok yüksek hassasiyet isteyenler için uygun bir seçenektir. Hassasiyetleri 3000 dpi ve üzerine çıkabilir. Hareketi algılama şekline göre fareleri üçe ayırırsak en pahalı tür lazerli optik farelerdir. Logitech firması 2000 yılında titreşimi sağlayan küçük bir işletici içeren dokunsal fare (tactile mouse)'yi tanıttı. Bu fare, örneğin pencere sınır geçişlerinde dokunsal geri dönüşler ile kullanıcının duyusal arayüzünü arttıracaktı. Dokunarak sörf yapmak kullanıcının derinlik ve sertligi hissedebilmesini gerektirir. Bu özellik ilk elektroreolojik dokunsal fare ile sağlandı, fakat ürün piyasaya sunulmadı. Touchpad birimi genellikle dizüstü bilgisayarlarda görülür. Dizüstü bilgisayarlarının klavyelerinin hemen alt tarafında bulunur. Yaklaşık 5 x 5 kadar hassas alanı vardır. Kullanıcı parmağını bu hassas temas üzerinde temas ettirerek işaretçinin hareketi sağlanır. Tıklama işlemi hassas olan bölgede parmakla iki kez vurmasıyla sağlanır. Bir tür Touchpad çeşidi. Apple şirketinin ürettiği dizüstü bilgisyarlarda touchpad işlevini görür. Çoğunlukla Multi-Touch (Çoklu Dokunma) teknolojisiyle üretilmiştir. Halen satışı devam etmekte olan teknolojik fare dir. Yapılan ilk farelerde fare altlığına gerek yoktu; farelerin hemen hemen her yüzeyde yuvarlanabilen iki büyük tekerlekleri vardı. Ancak, küçük çelik toplu farenin geliştirilmesiyle başlayan dönemden sonraki mekanik farelerin yüksek performansta çalışması için fare altlığına ihtiyaç duyuldu. Fare altlığı, en sık kullanılan fare aksesuarıdır, mekanik farelerde topun hareketleri algılayabilmesi için çalışma masalarının oluşturduğundan daha fazla sürtünme gerektirir. Yeni sürtünmeyi arttıran fare altlıkları "sert fare altlıkları" olarak nitelendirdi. Optik fare ve lazeri farelerle sert veya yumuşak fare altlığı kullanmak kişisel bir tercih meselesidir. Tek istisna, masa üstü optik ya da lazer izlemeli farelerdir, saydam veya yansıtıcı yüzeyde bu farelerin yüksek bir performansta çalışması beklenemez. Karpal Tünel Sendromu (CTS) Çaprazgaga Çaprazgaga, ispinozgiller (Fringillidae) familyasından "Loxia" cinsinden ötücü kuş türlerine verilen ad. Hemen hemen tümüyle iğneyapraklı ağaçların tohumlarıyla beslenen çaprazgagalar, besin kıtlığında bazen büyük göçler yaparak, olağan üreme bölgelerinin oldukça uzaklarına kadar yayılabilir. Wartburg Wartburg
, Doğu Almanya'da üretilmiş olan bir araba markasıdır. Üç silindirli iki zamanlı bir motora sahiptir ve motorun sadece yedi hareketli parçası vardır. Yerçekimi gücüyle çalışan yakıt sistemi ve otomatik vites imkânıyla devrinin ileri teknoloji ürünü bir arabasıydı. Üretimin başlaması 1885 yılına kadar gider ve 1991 yılında Almanya'nın birleşmesiyle biter. 1988'de iki zamanlı motor, dört zamanlı Volkswagen motoruyla değiştirildi. Ancak aradan geçen zaman ve hızla gelişen teknoloji yüzünden bir daha zamanın gereksinimlerini karşılayamadı. Şirketin sonu, Alman Markının kullanılmaya başlaması ve maliyetin 20,000 DM olduğunun anlaşılmasıyla geldi. Fabrika, 1991 yılında Opel tarafından satın alındı. Wartburglar Avrupa'nın pek çok yerine ihrac edilmiştir ve günümüzde bile mutlu Wartburg kullanıcılarına rastlamak mümkündür. Bazı ülkelerde Wartburg kulüpleri kurulmuştur. 1990'larda Almanya'da polis arabası olarak kullanılan Wartburglar, günümüzde de özel yarış arabaları olarak kullanılmaktadır. Türkiye'de de, özellikle 1989 Göçüyle Bulgaristan'dan gelen Türklerin getirdikleri çok sayıda Wartburg bulunur. Bunların çoğu hala kullanılmaktadır. Fabrikanın üretimi durdurmasından dolayı eski arabalar parçalanarak yedek parça sağlanır. "Wartburg" ismi, arabaların üretildiği Eisenach şehrine tepeden bakan Wartburg Kalesi'nden gelmektedir. Markanın logosunda da bir kale sembolü vardır. Arabaların en yaygın rengi yavruağzı ve beyazdır. Harun Karadeniz Harun Karadeniz (1942, Armutlu, Alucra, Giresun - 15 Ağustos 1975, İstanbul) 1960'lı yılların devrimci gençlik hareketlerinin öncülerinden biridir. 1962'de İTÜ İnşaat Fakültesi'ne girdi. Öğrencilik yıllarında Öğrenci Derneği başkanlığı ve İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığı yaptı. Kısa süre içinde anti-faşist oluşumların militan kadrolarına girdi. Birçok anti-emperyalist eylemin en ön saflarında, boykotlarda, okul işgallerinde kitleleri yönlendiren isimlerden biriydi. Köylü ve işçi direnişlerinin içinde yer aldı. Dönemin en büyük öğrenci yürüyüşü olan "Özel okullar devletleştirmelidir" yürüyüşünde yer aldı ve kampanyasında etkin rol oynadı. Eğitim sistemindeki reformları gerçekleştirmek için yapılan üniversite işgallerinden biri olan İTÜ'nün işgalinde öncü oldu. Altıncı Filo'yu Protesto Olayları'nda etkin rol oynadı ve bu eylemde yakın arkadaşı Vedat Demircioğlu'nu kaybetti. Özellikle bu eylemle birlikte, dönemin diğer öğrenci liderleriyle ve yakın arkadaşlarıyla fikir ayrılığına düştü. Diğer öğrenci hareketi liderlerinden farklı olarak, gençlik hareketlerinin sınıf hareketinden bağımsız olamayacağını söylüyor ve öğrenci eylemlerini emekçilerle buluşturmak için yoğun çaba sarf ediyordu. 12 Mart Darbesi (1971) sonrası TKP ve Dev-Genç davalarından yargılandı. Dev-Genç davasından tutukluyken hapishanede kanser hastalığına yakalandı, tedavisine izin verilmedi. 15 Ağustos 1975'te hapishanede kanserden öldü. "Olaylı Yıllar ve Gençlik", "Eğitim Üretim İçindir", "Devrimcinin Sözlüğü", "Yaşamımdan Acı Dilimler" ve "Kapitalsiz Kapitalistler" gibi dönemi anlatan teorik kitapları kaleme almıştır. En fazla tanınan kitabı, "Olaylı Yıllar ve Gençlik" 'de 1968 gençliğini ve deneyimlerini anlatmıştır. Tanrı Tanrı ya da ilah, özellikle tek tanrılı inançlar tarafından evrenin tek yaradanı ve yöneteni olduğuna inanılan doğaüstü varlık. Çok tanrılı inançlarda genelde ilahların cinsiyeti bulunur ve erkek olanlarına tanrı, dişi olanlarına tanrıça denir. Monoteistik ve henoteistik inançlardaki Tanrı kavramını tanımlamak için ise sadece "tanrı" sözcüğü kullanılabilir. Teologlar ve filozoflar, tarih boyunca sayısız tanrı kavramını ve anlayışını incelemişlerdir. Tanrı'nın varlığı, felsefenin metafizik ve din felsefesi alanlarında incelenen önemli bir konudur. Tanrı kavramının, tek tanrılı (monoteist) ve çok tanrılı (politeist) dinlerdeki farkını ayırt etmek için “Dinbilimi” önceleri, monoteizm dinlerindeki tek tanrıyı ifade etmek için “Tanrı” ifadesini; farklı tanrıları olan politeizm dinlerindeki Tanrı kavramı için “Gottheit” (tanrısal varlık) ifadesini kullanmıştır. Anlamı kolaylaştırmak amacıyla Avrupa’da yaygınlaşan bu sözcüğün kullanımı, hala tartışma konusudur. Felsefede Tanrı kavramı; “ilk neden”, “ebedi ilke” ya da “insanlığın, yaşamın ve doğanın tamamının en yüce aşaması” olarak ifade edilir ve çoğunlukla ilah veya mutlak olan şeklinde tanımlanır. Tanrı sözcüğü Türkçedir ve kökeni "tengri"dir. Bu sözcüğün Arapçadaki karşılığı "ilah"tır. "Büyük yaratıcı, her şeye kadir olan yaratıcı, olağanüstü güç ve kudret sahibi" anlamındadır. Arapçadaki Allah (el-ilah) kelimesi bu sözcüğün "El" artikeli almasıyla ortaya çıkmıştır. Orhun Yazıtları'nda rastlanan Gök Tanrı ve benzeri ifadeler, Türk mitolojisinde görülebilen ilahlara karşılığı olan özel isimlerdir. Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanmış olan Güncel Türkçe Sözlük'e göre, "Tanrı" sözcüğü ""çok tanrıcılıkta var olduğuna inanılan insanüstü varlıklardan her biri, ilâh"," ve özel isim olarak da Tengricilik'te ""Tengri"," Bahai inancında ""Baha"," Sihizm'de ""Vaheguru"," Zerdüştlük'te ise ""Ahura Mazda"" anlamlarına gelmektedir. “Tanrı” (Gott) sözcüğünün kökeni, çok eskiye dayanmakta; fakat çok bilinmemekle birlikte sadece Cermen dilinde var olan bir sözcüktür. Bu sözcüğün kökeni; Ortaçağ Almancasında ve eski Almancada “got”, “gotisch”, “guth”, İngilizcede “god” ve İsveççe “gud” olarak tabir edilir. Demir çağından itibaren Cermenler’in en yüce tanrı olarak Teiwaz adlı ortak Cermen tanrıya taptıkları belgelerle kanıtlanmıştır. Bu ad Hint-Avrupa dillerindeki "“göklerin tanrısı” (deiwoz)" kavramından farklı olarak kullanılmaktadır. Türevsel olarak bu tanrı adının karşılığı, Yunanca “Zeus”, Roma mitolojisinde Jüpiter, Vedik zamanında ve eski Hint dillerinde Dyaus Pita ve eski Yunan kavimleri dilinde (Δει-πάτυρος) “Dei-pátyros” olarak geçer. Aslında bütün bu kavramlar, dyaus sözcük kökü ile bağlantılıdır ve bu kökün, “yansıma” veya “ışın” olarak çevrilmesi mümkündür. Bu sözcük kökü aynı zamanda Tanrı kavramının (“deva, deus”) kökünü oluşturur. Cermen dilindeki, tanrı “Gott” sözcüğünün kökeni, Hint-Avrupa dillerinde isimleştirmeyi sağlayan ikinci sıfat-fiilden türetilmiştir. Buna göre büyü sözleri ile çağrılan varlık olarak tanrı anlaşılmaktadır. Cermen dilinde “Guþ” (Gott) tanrı kavramı, Cermen dilindeki diğer tanrı kavramlarında olduğu gibi asıl olan, eşi ve benzeri olmayan, tarafsız olan, anlamlarını taşır. 3. ve 4. yüzyılda Doğu Roma’nın etkisinde kalan Ariyanizm Hıristiyanlığındaki tanrı “Gott” sözcüğü, Hıristiyanlıktaki Tanrı “Gott” olarak günümüze kadar gelmiştir. Fransa’da Merovenj ve Karolingern Hanedanlığı’nın etkisi altında kalan Anglo Saksonlar ve Roma Katolikleri’nde, Tanrı “Gott” eril olarak kullanılmıştır. Tanrı sözcüğü Gotik zamanında, batıl inançlarda ya da putperestlerde de kullanılmıştır; fakat Hıristiyanlıktaki gibi eril değil cinsiyetsiz olarak ifade edilmiştir. Batı Cermen dilinde cinssiz (“neutrum”) durumundan eril (“maskulinum”) duruma geçmesi, yaklaşık olarak 6. ve 8. yüzyılda olmuştur. İskandinav dili- Kuzey Cermen dilleri ise çok daha uzun bir süre Tanrı sözcüğünü cinsiyetsiz, “Neutrum” durumunda kullanmışlardır. Çünkü onlarda kişisel Tanrı için kullanılan “Ase” sözcüğü uzun süre kullanılmıştır. Tanrı sözcüğü, tanrısal varlıkların, başka şekilde ifade edilemediği durumlarda birçok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Örneğin; yüce güçleri olduğuna inanılan hareketsiz canlılar, melekler gibi tapılan; fakat asla hareket etmeyen, dünyadaki görüntüsünü koruyan güçler de bu sözcükle ifade edilmiştir. Ayrıca tanrı “Gott” anlamı taşıyan diğer sözcükler de cinsiyetsiz olarak belirtilir. Büyük olasılıkla bu tür sözcükler çoğul olarak kullanılırlar ve tanrıları bir bütün olarak ifade ederler. Burada belirtilen belli sayıda tanrının kişiselleştirilmesi değildir; belli tanrısal varlıkların veya güçlerin tamamını betimlemektir. Bunlar görünen belli bir tanrı değil, diğer tüm tanrıların varlığını ifade eder. Burada anlatılmak istenen Tanrı’nın tek olan aslının, özünün deiwos-Teiwas‘ın sadece cins isimleriyle belirtilmesidir; örneğin Odin lakaplı Tanrı Hanga-Tyr’nin Hängetyr olması gibi. Her bir tanrının kendi adıyla, kendi efsanesiyle ve kendi inananların kültürleriyle ifade edildiği gibi, görünemeyen, sadece efsanelerde, efsane şiirlerinde tasvir edilen tanrısal değerler de vardır. Cermenler daha önceleri yüce bir tanrı kavramı geliştirmemişlerdir. İlk olarak Snorri Sturluson Odin’i her şeyin Tanrısı, daha somut bir söylemle “tüm baba” olarak anmıştır. Bu konudaki eksiklik Hıristiyanlaşma süreci başladığından beri görülmüştür. Odin, Thor ve Balder, İsa’ya karşıt olarak, kuzey İzlandaca metinlerde her şeye gücü yeten ya da mükemmel tanrılar olarak geçerler. Buna karşıt bir kavram olarak Cermenler’de “Gott/Götter” (Tanrı/Tanrılar) kavramı “Menschen” (insanlar) ile karışım içine girerek *teiwoz - *gumanez kavramlarının etkisiyle *guda - *gumanez ile yer değiştirmiştir. Öyle ki bu bağlantı Aliterasyon edebi sanatında ve Eski Nors Dili’nde çeşitli şiirlerde etkisini göstermiştir. Önceleri tanrı “Gott” kavramı cinsiyetsiz bir terminoloji iken, sadece Cermen dilinde eril durumda kullanılmış ve böylece Tanrı İsa eril olarak simgelenmiştir. Bu şekilde, günümüze kadar gelen bir anlam değişimi meydana gelmiştir, sözcük farklı yorumlanmış ve eril olarak Yahudi-Hıristiyan Tanrısı olarak kullanılmıştır. O zamandan beri tanrı sözcüğü dilbilgisi bağlamında eril olarak ifade edilmiştir. İslam dininde Allah ismi, Tanrı'nın özel ismidir ve genel olarak bu ismin yerine kullanılır. Allah kelimesi, "el- ("El" Arapçada belirlilik ekidir)" ve "ilah" kelimelerinin zaman içerisinde kaynaşması veya İlah'ın elah ve Ellah veya Allah şeklinde söyleyiş değişimine uğrayarak geliştiği düşünülmektedir. İslam'da ayrıca bu ismin yerine kullanılabilecek, Allah'ın çeşitli fiil ve sıfatlarından türetilen güzel isimler anlamına gelen Esmaül Hüsna mevcuttur. Neo-spiritüalizme göre Tanrı, Mutlak’tır; yaratılanlar ise görece ve görelidir. Dolayısıyla, görece ve görel
i hiçbir varlık Mutlak'la kıyaslanamaz, oranlanamaz. Dolayısıyla, Mutlak, hiçbir şeyle, hiçbir tarzda, hiçbir yolda ilinti ve kıyas kabul etmez. O’na hiçbir değer takdir edilemez. O Mutlak olduğundan, görece ve göreli olan varlıkların sıfatlarıyla ifade edilemez. Dolayısıyla, kıyasa ve oranlamaya dayalı anlayış ve kabullerimize göre O'na yakıştırılacak bir sıfat ne kadar yüksek düzeyli kabul edilirse edilsin ve ne kadar ideal olursa olsun, O'nu ifade edemez. Mistizme göre, Tanrı'yı ne idealistler ne spiritüalistler ne de teologlar şablon ya da kavram olarak ortaya koyabilir. Yapılan her tanım dar, sınırlı ve bütünü gözden kaçırıcıdır. Tanrı, insanı o insanın bünyesinde öldürerek kendisinde diriltmesidir. Hayat anlayışı farklı insanlara farklı Tanrı anlayışları icadından başka bir şey olmayan felsefi veya dini bütün tanımlar ne insanın hayat sürecindeki konumlarının açıklamasını yapabilir ne de büsbütün Tanrı'nın doğasını ve iradesini gösterebilir. Hem kaosu hem de düzeni olurlayan hayat ritminde kayboluşun kimi zamanda yeniden doğuşun ruhunu, ne ""Evren, Tanrı üreten bir makinedir"" öngörüsüyle ne de ""inkarcılar öldürülmelidir"" anlayışındaki gibi hükümlerde bulabiliriz.İnsanlık tarihinin ezilen,horlanan ve her şeyi gasp edilmiş mazlumlarından alınacak tek ders kişisel bir tanrının mutlak butlan hükmünde olduğu hakikatidir. Bathory Bathory, Quorthon (Tomas Forsberg) tarafından 1983 yılında kurulan İsveçli bir black metal grubuduydu. Tartışmalı olmakla birlikte Black Metal'in yaratıcıları olarak kabul edilirler. Adını Macar kontesi Elizabeth Báthory'den alan grup black ve viking metalin de öncüleri olarak kabul edilmektedir. Quorthon 20 yıldan fazla bir süre grubun baş söz yazarı ve üyesi olmayı sürdürdü. Müzisyen 2004 yılında kalp krizi sonucu vefat edince grup da kalıcı olarak dağıldı. Grup Bathory ismini benimsemeden önce Nosferatu, Natas, Mephisto, Elizabeth Bathory, and Countess Bathory gibi isimleri kullanmayı düşünmüştür. 1984 yılında İsveçte Quorthon takma isimli Tomas Forsberg tarafından tarafından kurulmuştur. Bathory 1985'den sonra hiç konser vermemiştir. Bu tarihten önceki konserleriyse küçük gruplara verilmiştir. Bünyesinde birçok black / thrash grubunu barındıran Blackmark Productions'un patronu Quorthon'un babasıdır. Nitekim tüm Bathory albümleri Blackmark Productions etiketiyle piyasaya sürülmüştür. Bathory black metalin ortaya çıkmasında pay sahibi olduğu kadar aynı zamanda "Blood Fire Death" albümüyle viking metalin de öncü gruplarından olduğu bilinmektedir. Grubun solisti Quorthon'un 2000 yılında Lake Of Tears vokalisti ile birlikte "Silverwing" adlı gotik/doom grubunda bir demo çalışması olmuştur. Bathory arkasında 3 takdir albümü, 200 küsür cover (takdirler dahil) 2 film müziği ve 16 albüm bırakmıştır. Grubun frontmanı Quorthon 7 Haziran 2004 tarihinde İsveç'te geçirdiği kalp krizinden dolayı vefat etmiştir. Manfred Korfmann Manfred Osman Korfmann (26 Nisan 1942, Köln - 11 Ağustos 2005; Ofterdingen, Tübingen), Alman arkeolog. 26 Nisan 1942 tarihinde, Almanya'nın Köln şehrinde doğdu. Afrika ve Yakındoğuda sürdürdüğü arkeoloji çalışmalarına 1970'li yıllardan itibaren Türkiye'de devam etti. İlk önce Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Demircihöyük (Eskişehir) adlı Erken Tunç Çağı yerleşmesini kazmış ve yayınladı. Sonrasında ise Çanakkale'deki Beşiktepe kazılarını başlattı. 1986'da Truva kazılarını yönetmeye başladı. 1992-1995 yılları arasında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Kumtepe adlı Kalkolitik-Tunç Çağı yerleşiminde kurtarma kazıları yapmıştır. 2000 yılından itibaren ayrıca Gürcistan'daki Tunç Çağına tarihlenen Udabno yerleşmesinde kazılara başlamıştır. Korfmann, Truva'nın antik Anadolu uygarlığı olduğunu savunarak, dünyanın Truva'ya bakışını değiştirmişti. Antik kentin UNESCO'nun Dünya Mirası Listesine alınması için çaba göstermişti. Truva antik kentinde çalıştığı sürede Truva'nın millî park alanı ilan edilmesi ve çıkarılan eserlerin sergilenmesi için müze kurulması yönünde gayret gösteren Korfmann, başka şehirler ve ülkelerdeki Truva hazinelerinin Türkiye'ye iadesi için de kampanya başlatılmasını istedi. Yıllardır yürüttüğü kazılarda ona eşlik eden kazı işçilerinin taktığı lakapla "Osman Hoca", 2003 yılında Türk vatandaşı oldu. Çanakkale-Tübingen-Truva Vakfı'nın kurulmasında büyük payı olan Korfmann, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi'ne Anadolu ve Yakındoğu araştırmaları için çok önemli olan Tübingen Yakındoğu Atlası'nın 283 parçadan oluşan haritalarını getirdi. Türkiye Tarihsel, Kültürel Miras ve Sanat Ödülleri kapsamında Özel Başarı ödülü ve Doğu ve eski çağ Yunan medeniyetlerinin birlikte yaşamlarını belgeleyen kazıları nedeniyle Helga ve Edzart Reuter Vakfı Birlikte Yaşamı Teşvik ödülünü aldı. 2000-2001 yıllarında Troia - Düş ve Gerçek sergisini Almanya'nın Stuttgart, Braunschweig ve Bonn kentlerinde gerçekleştirmiş, bu sergiyi toplam 850.000 kişi ziyaret etmiştir. Benzer ama daha küçük çaplı bir sergi İstanbul Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde de yapılmıştır. Korfmann dönemi kazılarının Truva ve Tunç Çağı arkeolojisine en önemli katkısı Truva'da Tunç Çağı dönemine ait büyük bir aşağı kentin bulunmuş olmasıdır. Böylece tüm Tunç Çağı (MÖ 3000- 1300) boyunca Truva'nın savunma duvarları içinde kalan bölümünün yerleşmenin sadece küçük bir kısmını oluşturduğu anlaşılmış, aşağı kentiyle birlikte aslında Troia'nın Tunç Çağı boyunca sürekli büyüyen ve kentleşen bir yerleşme olduğu kanıtlanmıştır. Yine Korfmann dönemi kazıları sırasında bulunan tunç bir mühür üzerindeki Luwi dilinde hiyeroglif yazı Truva'da Tunç Çağı tabakalarında bulunan ilk yazılı belgedir. Korfmann ayrıca Geç Tunç Çağı'nda Troas Bölgesi ile Hitit Devleti arasındaki politik ilişkileri araştırmıştır. Hitit kaynaklarında Hitit krallarının bu bölgeye seferler yaptığı söylenmektedir. Kimi bilimadamlarına göre Troas bölgesindeki yerleşmeler ve politik merkezler Hitit Devleti'ne bağlı vasal merkezlerdi.Korfmann, filologlar ve diğer arkeologlarla bir araya gelerek bu konu üzerine hayatının son dönemine kadar araştırmalar yapmıştır. Manfred Korfmann'a 2002 yılında meslektaşları ve öğrencileri tarafından bir anı kitabı sunulmuştur. ("Mauerschau - Festschrift für Manfred Korfmann") Adına ithafen Sinan Meydan tarafından 2006 yılında "Son Truvalılar" kitabı yayınlandı. Manfred Osman Korfmann, tarihsel olarak Troya Savaşı'nı her zaman konuşacak olsakta artık tarihin geleceğe ışık tutarak bu topraklarda "Troya Barışı"ndan söz etmemiz gerektiğini söylemiş ve bu bölgenin ve Çanakkale'nin belki de her yıl tüm milletlerin temsilcilerinin burada toplantılar düzenleneceği, barışın konuşulduğu bir yer olmasını dilemiştir Elektronegatiflik Elektronegatiflik, kimyada bağ yapımında kullanılan elektronların bağı oluşturan atomlar tarafından çekilme gücüdür. Klor gibi dış enerji seviyeleri hemen hemen tamamen doldurulmuş atomlar güçlü elektronegatiftirler ve kolaylıkla elektron alırlar. Buna karşın sodyum gibi dış seviyeleri hemen hemen boş olan atomlar kolaylıkla elektronlarını verirler ve güçlü elektropozitiftirler. Örnek: 1s 2s 2p [3s] Yüksek atom numaralı elementler de düşük bir elektronegatifliğe sahiptir. Çünkü dış elektronlar pozitif çekirdeklerden oldukça uzaktadır, elektronlar atomlara kuvvetlice çekilmezler. Ayrıca elektronegatiflik periyodik tabloda soldan sağa doğru gidildikçe artar,yukarıdan aşağıya gidildikçe ise azalır. "Elektronegatiflik, bir bağı oluşturan atomların her birinin; Bağ elektronlarını çekebilme gücünü ifade eder. Tek başına atomun elektron alma eğilimi elektronegatiflik değil, elektron ilgisidir. Elektron ilgisi, nötr 1 mol atomun, 1 mol elektron aldığında açığa çıkan enerjidir ve ölçülebilir bir enerji formudur. (J, Cal) Elektronegatiflik ise, elektronları çekme gücü en fazla olan Flor atomu baz alınarak, atomların birbirlerine göre güçlerini ifade eder. Doğrudan ölçülebilir bir büyüklüktür, birimi Ec dir." Seramik Seramik bir veya birden fazla metalin, metal olmayan element ile birleşmesi ve sinterlenmesi sonucu oluşan inorganik bileşik. Genellikle kayaların dış etkiler altında parçalanması ile oluşan kil, kaolen ve benzeri maddelerin yüksek sıcaklıkta pişirilmesi ile meydana gelirler. Bu açıdan halk arasında "pişmiş toprak" esaslı malzeme olarak bilinir. Örneğin, cam, tuğla, kiremit, taş, beton, çimento, aşındırıcı tozlar porselen ve refrakter malzemeler bu gruba girer. Kil belirli bir üretim sürecini geçirdikten sonra, sert ve deforme olmayan, bazı özel etkenler dışında hiçbir dış etkiden kolayca etkilenmeyen bir malzeme haline gelir. Seramik malzeme üretiminde, kil çamuruna (masse) belirli maddeler katarak, değişik şekillendirme yöntemleriyle, kullanılan çamur (masse) bünyesine uygun bir pişirme ile, seramik malzemeye istenilen niteliği kazandırma imkânı vardır. Bileşiminde değişik türde silikatlar, alüminatlar ve bir miktar metal oksitler ile alkali ve toprak alkali bileşikler bulunan bir malzemedir. Seramik grubuna oksitler, nitritler, boridler, karbitler, silikatlar ve sülfidler girmektedir. Bazı seramiklerde iyonsal, kısmen kovalent bağ bulunabilir. Bazıları amorf, bazıları da kristal yapılıdırlar. Çok sert ve gevrektirler. Erime sıcaklıkları yüksek (silis 1750 °C'de alüminat 2050 °C'de erir), ısı ve elektriksel yönden yalıtkandırlar. Silise %6 alüminat katılırsa erime sıcaklığı 1550 °C'e düşer. Demir oksit ve alkali bileşikler erime sıcaklığını daha da azaltarak 900 °C’ye kadar düşürebilir. Kil Kil doğada bol miktarda bulunan bir malzemedir. Fakat saf kil bulmak oldukça zordur. Kilin içerisinde en çok kalker, silis, mika, demir oksit mineralleri bulunur. İllit, kaolinit, montmorillonit ve diğer killer diye 4 ana grup kil vardır. Genellikle 0,002 mm'den daha küçük taneli malzemeye kil adı verilmektedir. Kil sarımtırak, kırmızımtırak, esmer gibi renklerde bulunur. Bu özelliğini bileşiminde bulunan yanıcı maddeler verir. Kilin yapısı itibarıyla su çekme özelliği vardır. Bu nedenle kil daima nemlidir. Kili meydana getiren maddeler sulu alüminy
um silikatlerdir. m AlO , n SiO , p HO genel kimyasal bileşim formülü ile ifade edilen kil, çok saf olduğu zaman hidrate Alümin Silikat (kaolinit) adını alır. Kaolinit'in kimyasal formülü, AlO .2SiO. 2HO dur. Kil sarımtırak, kırmızımtırak, esmer gibi renklerde bulunur. Bu özelliğini bileşiminde bulunan yanıcı maddeler verir. Kilin yapısı itibarıyla su çekme özelliği vardır ve plastisite,kohezyon,renk,rötre özellikleri'dir. Ezilmiş kile uygun miktarda su karıştırıldığı zaman işlenebilme ve şekillendirme özelliği kolaylaşır. Böylece kil kolayca şekil alır. Örneğin, un su ile karıştırıldığı zaman işlenebilir ve şekillendirilebilir. Buna karşılık kum, su ile karıştırıldığı zaman herhangi bir plastik özellik kazanamaz. Kilin plastisite özelliği kazanabilmesi için muhakkak surette su ile karıştırılması gereklidir. Su dışında hiçbir madde kile plastisite özelliği kazandırmaz. Bu konuda yapılmış deneylerde birçok sıvı (alkol, gaz, terebentin, amonyak, aseton vb.) kullanılmışsa da hiç birisi ile bu özellik elde edilmemiştir. Bu özellik kil hamuruna kuruduğu zaman kendisine verilmiş olan şekli muhafaza etme kabiliyeti sağlar. Örneğin kum bu özelliğe sahip olmadığı için su ile ıslandıktan sonra kurumaya terk edildiği zaman küçük bir darbe ile kendi kendine dağılır. Kilin kohezyona sahip olabilmesi için mutlaka su ile yoğurulması gereklidir. Su dışında kalan diğer sıvılarla kil kohezyon kazanmaz. Killer metal oksitlerle karışık bir şekilde bulunduklarından doğal olarak renklenmiş durumdadırlar. Ayrıca organik maddeler de ihtiva eder. Kilin saf olması halinde rengi beyaz olur ve kaolen adını alır. Bunun ötesinde killerin renkleri sarı, pembe, kırmızımsı, mavimsi gri, yeşil ve siyahımsı olabilir. Kilin rengi içinde bulunan maddeler hakkında fikir vermektedir. Bununla beraber, kilin pişmeden evvelki rengi piştikten sonra da aynı renkte kalacağını göstermez. Çünkü oksitlerin yüksek ısı derecelerinde renkleri değişir. Kil su ile yoğrulup şekillendikten sonra kurumaya terk edilirse şekillendirme sırasında verilmiş olan ölçüleri küçülür. Diğer bir deyişle kil hamurunun kuruma sırasında hacmi küçülür. Bu olaya kilin "rötre yapması" denir. Rötre, kilin kuruması sırasında olduğu gibi pişmesi sırasında da devam eder. Kilin kurumasından meydana gelen rötre, kilin plastisite özelliğine bağlıdır. Her ne kadar akıcı kil, pişmiş toprak malzeme üretiminde kullanılmasa da, porselen, fayans ve vitrifiye seramik üretiminde döküm yolu ile şekillendirilerek kullanılır. Rötre, plastisiteden sonra en önemli özelliktir. Rutubetli bir kil hamuru kurumaya terk edildiği zaman hacmi küçülür. Belli bir zaman süresi sonucunda kil hamuru katılaşır ve mutlak kuruma haline kadar su kaybı ve hacim küçülmesi devam eder. Bu şekilde kurutulmuş kil hamuru gittikçe yükselen ısıda pişirildiği takdirde, kurutmada olduğu gibi yine hacmini küçültür. Kilin gerek kuruma ve gerekse pişme sırasında yapılmış olduğu rötre, toplam rötredir. Kil, düşük ısı derecesinde bir etüve konulursa sertleşir; önce serbest haldeki suyunu, daha sonra da emdiği suyun önemli bir kısmını kaybederek gittikçe artan bir rötre yapmaya başlar. Etüvün ısı derecesi 200 °C'yi geçmezse bu olay geriye dönüşebilir. Bu durumda kil soğuduğu zaman öğütülerek pudra haline getirilerek su ile yoğurulursa plastisite gösterebilir. Kille temizlenen saçlar, saç dökülmelerine karşı korunmuş olur. Kil, ölü derinin vücuttan uzaklaştırılmasını sağlar. Geri dönüşüm Geri dönüşüm terim olarak, kullanım dışı kalan "geri dönüştürülebilir" atık malzemelerin çeşitli geri dönüşüm yöntemleri ile ham madde olarak tekrar imalat süreçlerine kazandırılmasıdır. Tüketilen maddelerin yeniden geri dönüşüm halkası içine katılabilmesi ile öncelikle ham madde ihtiyacı azalır. Böylece insan nüfusunun artışı ile paralel olarak artan tüketimin doğal dengeyi bozması ve doğaya verilen zarar engellenmiş olur. Bununla birlikte yeniden dönüştürülebilen maddelerin tekrar ham madde olarak kullanılması büyük miktarda enerji tasarrufunu mümkün kılar. Örneğin, yeniden kazanılabilir alüminyumun kullanılması alüminyumun sıfırdan imal edilmesine oranla %35'e varan enerji tasarrufu sağlamaktadır. Atık malzemelerin ham madde olarak kullanılması çevre kirliliğinin engellenmesi açısından da önemlidir. Kullanılmış kâğıdın tekrar kâğıt imalatında kullanılması hava kirliliğini %74-94, su kirliliğini %35, su kullanımını %45 azaltabilmektedir. Örneğin bir ton atık kâğıdın kâğıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenebilmektedir. Geri dönüşüme olan ihtiyacın başlamasında savaşlar nedeniyle ortaya çıkan kaynak sıkıntıları etkili olmuştur. Büyük devletler, II. Dünya Savaşı sırasında ülke çapında geri dönüşümle ilgili kampanyalar başlatmışlardır. Vatandaşlar özellikle metal ve fiber maddeleri toplama konusunda teşvik edilmişlerdir. ABD'de geri dönüşüm işlemi yurtseverlik anlayışında çok önemli bir yer edinmiştir. Hatta, savaş sırasında oluşturulan kaynak koruma programları, doğal kaynakları kısıtlı bazı ülkelerde (Japonya gibi), savaş sonrası da devam ettirilmiştir. Bazı maddelere ait geri dönüşüm sembol ve kodları aşağıda verilmiştir. Bu semboller uluslararası olarak kullanılır. Geri dönüştürme metotları her malzeme için farklılık göstermektedir: Ev (anlam ayrımı) Refrakter malzemeler Refrakter malzemeler, ateşe dayanıklı malzemeler olarak tanımlanır. Refrakter malzemeler 538 °C (811 K; 1000 °F) üzerindeki sıcaklıklarda uzun süre kullanılabilir. Başta endüstrinin temel izolasyon malzemesi olan ateş tuğlaları olmak üzere, camlar, mutfak eşyaları gibi büyük bir malzeme grubunu oluşturur. Bunlar metalik malzemelerin pahalı olduğu veya kullanılmadığı yerlerde tercih edilir. Refrakterler: Endüstride ateş ve alevin bulunduğu tesislerde tavlama ve indüksiyon eritme fırınlarında, metalurji fırınlarında ve silikat endüstrisinde, metallerin ve camların eritilmesi için, pota malzemesi olarak, termo elemanların korunmasında ve elektrikli ısıtıcıların izolasyon malzemesi olarak kullanılır. Metalurjik işlemlerde kullanılan refrakter malzemeler asidik, bazik ve nötr olmak üzere 3 grup altında toplanır. Bünyesinde bulunan SiO'nin bazik bileşenlere oranı malzemenin asitlik derecesini belirler. Bazik karakterdeki cüruflar bazik refrakterlere, asidik cüruflarda asidik refrakterlere etki etmezler. Ancak bu kimyasal özellik yanında malzemenin gözenekliliği önemli rol oynar. Daha poröz olan refrakter malzemeler çabuk ısınır. Mineralojik yapıya bağlı olarak değişik sıcaklıklardaki farklı kristal bünyeleri oluşur. Bu nedenle refrakter malzeme yoğunluğunda değişmeler meydana gelir. Şamot ve magnezit tuğlalar üretimleri sırasında daralma, silika tipi tuğlalar genişleme gösterir. Fazla miktarda hacim değişimi çatlamalara neden olur. Sıcaklığın yükselmesi ile katı hacimde meydana gelen genişleme ile birlikte porozite azalır. Porozitenin azalması ile refrakter malzeme yumuşar. Bu özellik malzemenin karakterini tayin eder. Porozitenin azalmasıyla orantılı olarak yoğunlukta artış görülür. Refrakter malzemenin yoğunluğunun erime sırasında değişimi büyük önem taşır. Erime olayı ile birlikte hacim değişir ve malzemenin fiziksel özelliklerinde büyük sapmalar olur. Refrakter malzeme kullanma sırasında genellikle basınç, gerilme gibi çeşitli kuvvetlerin etkisi altında kalır. Yumuşama sunucu boyut değişikliği olması halinde sakıncalar ortaya çıkar. Bu nedenle normalde yüksek bir basınçta parçalanan malzeme fırın sıcaklığında bu değerden çok daha düşük sıcaklıkta parçalanabilir. Sıcaklığın etkime süresinde etkili olur. Refrakter malzemelerin ısıl özellikleri özgül ısı, ısıl iletkenlik ve ısıl genişlemedir. Malzemenin Özgül ısı ve ısıl iletkenliği kullanılma yerine göre farklı şekilde değerlendirilir. Bazı halde yüksek, bazen de düşük olması arzu edilir. Oysa ısıl genişleme özelliği malzemenin tamamen bünyesinden ileri gelen ısı karşısında genişlemeyi temsil ettiğinden fonksiyonel etkiye sahiptir. Bu nedenle fırın tasarımlarında kullanılan refrakter malzemenin ısıl genişlemesi, işletme sırasında bir zarara meydan vermemek için özenle seçilir. Sıcaklık değişimlerine dayanım ısıl şok dayanım olarak tanımlanır. İşletme esnasına ısıtma ve soğutma veya sıcaklık salınımları malzemenin yüzeyi ve merkezi arasında sıcaklık farkları ve bunun sonucu olarak da genleşme gerilmeleri meydana gelir. Bir cisim her tarafından soğutulduğunda yüzey boyunca çekme gerilmeleri ve merkezinde basma gerilmeleri meydana gelir. Böylece oluşan ısıl gerilmeler malzemenin dayanımını aşarsa çatlaklar meydana getirerek malzemenin parçalanmasına neden olur. Refrakter malzemelerin soğukta basınç dayanımına malzemenin yapısı ve özellikle gözenek miktarı etkir. Ateşe dayanıklı tuğlalar oda sıcaklığında pek az şekil değiştirme gösterirler. Yüksek sıcaklıkta farklı tane büyüklüğü ve gözenek dağılımı ile yapıdaki değişik fazların arasındaki gerilmeler nedeniyle çatlaklar oluşabilir. Mekanik dayanım ve aşınma direnci yaklaşık 1000 °C'ye kadar durumunu muhafaza eder. Daha yüksek sıcaklıklarda cam fazının artmasıyla birlikte aşınma dayanımı azalır. Kalsit Kalsit, kimyasal formülü CaCO olan kristalleşmiş kalsiyum karbonat. Saydam, beyaz, sarı, rustik yeşil ve mavimsi renkte olabilir. Sertliği 3, özgül ağırlığı 2.71'dir. Soğuk ve seyreltik hidroklorik asitte (tuz ruhu) şiddetli bir köpürme ile ayrışır. Çakı ile çizilir. CO'li sularda çözünerek Ca(HCO) yapar. Nadiren erüptif kayalardan özellikle pegmatitlerde ilksel olarak bulunur. Genellikle sekonder bir mineraldir. Doğada bolca bulunur.Genellikle karbonatlı sedimanter kayaların (ör:kireçtaşları) ve mermerlerin ana bileşenidir. Çeşitli şekillerde işlenerek boya, kâğıt, plastik sektöründe dolgu malzemesi olarak kullanılır. Plastik sektöründe kullanılan kalsitler ise; kaplı ve kapsız olmak üzere 2 çeşittir. Türkiye'de Niğde ilinde çıkarılan Kalsit madeni oldukça parlak olmasından dolayı ticari değeri yüksektir. Boya sanayiinde dolgu malzemesi olarak kullanım oranı yüksektir. Cam Cam ya da sırça, saydam veya yarısaydam, genellikle s
ert, kırılgan olan ve sıvıların muhafazasına imkân veren, inorganik amorf yapıda katı bir malzeme. Antik çağlardan beri gerek inşaat malzemesi, gerekse süs eşyası olarak camdan faydalanılmaktadır. Günümüzde halen basit araç gereçlerden iletişime ve uzay teknolojilerine kadar çok yaygın bir kullanım alanı vardır. Cam ani soğutulmuş alkali ve toprak alkali metal oksitleriyle, diğer kimi metal oksitlerin çözülmesinden oluşan "akışkan" bir malzeme olup ana maddesi (SiO) silisyumdur. Cam amorf yapısını koruyarak katılaşır. Üretim sırasında hızlı soğuma nedeniyle kristal yapı yerine amorf yapı oluşur. Bu yapı cama sağlamlık ve saydamlık özelliğini kazandırır. Katılarda görülen kristallenme özelliklerini göstermediği için kimileyin sıvı olarak adlandırılır. Bu adlandırma esasen amorf yapısından dolayıdır. Camın tarihi antik çağlara uzanır. İlk olarak ne zaman üretildiği net olarak bilinmese de, elde mevcut en eski cam eşyalar yaklaşık olarak MÖ 2500 yıllarına ait Antik Mısır boncuklarıdır. Daha geç dönem Mısır bulgularında ise tüye benzer renkli zikzak paternleri olan cam kaplara rastlanır. Camdan, modern anlamda mozaik yapımına ise Ptolemaic devirde İskenderiye'de ve Antik Roma medeniyetlerinde rastlanır. Cam bir amorf katıdır. Bu Haliyle de yer yer davranış olarak sıvı halde bir maddeye benzer. Sıvı maddelerin genel özelliklerinden olan viskozite, camda da bulunan bir niteliktir. Diğer bir deyişle cam akışkan bir maddedir ancak akış süresi o kadar uzundur ki bu akışı bir insan gözleyemez, yaşam süresi yetmez. Bu yüzden bizler camı sıvı bir madde olarak nitelendirebiliriz. Bundan başka camlar, katılar kadar belirgin erime sıcaklığı olmayan, sıvı davranışı gösteren katı bir faz olarak da nitelendirilebilir. Adi camın bileşimine giren üç grup madde vardır. Bunlar cam haline gelebilen oksitler, eriticiler ve stabilizatörler denilen maddelerdir. Camın bileşimine giren bu maddeler kum-soda-kireç olarak da adlandırılabilirler. Adi camın bileşimine giren maddelerin dışında cama önemli özellikler kazandıran ve üretimde kimi yararlar sağlayan yardımcı bileşenler vardır. Camlaşma niteliği olan bu maddeler genelde ağ oluşturan kimi oksitlerdir. Kuvars kumu bunların başında gelir. Ağ oluşturan oksitlerin en önemlileri ise SiO, BO ve PO (fosfor) dir. Ağ oluşturan ve cam haline gelebilen oksitlerin erimelerini kolaylaştırmak amacıyla cam bileşimine katılan maddelere eriticiler denir. Bu maddeler camlaşıcıların erime sıcaklığını düşürerek onların erimelerini kolaylaştırır. Özellikle 1713˚C'deki silisyumun erime derecesi 1550˚C'ye düşer. Eriticiler ağ içine girerek onu değiştirdiği için eriticilere "modifikatör" de denmektedir.Cam üretiminde kullanılan en önemli eritici madde , Sodyum Karbonat (Na2CO3)ya da yaygın kullanılan ismi ile Soda'dır.Soda , birim fiyat olarak ,cam üretiminde kullanılan en pahalı hammaddelerden birisidir. Stabilizatörler, camın kimyasal dayanımı, kırılma indisi, dielektrik nitelikleri üzerinde etki yaparlar. Formülüne stabilizatör ilave edilmemiş bir cam su karşısında stabil nitelik göstermez. Bu camlara su camı denilir. Stabilazatör olarak kullanılan maddelerin başlıcaları CaO, BaO, PbO, MgO ve ZnO dur. CaO kireç taşının (CaCO), MgO ise dolomitin (MgCO) cam formülüne katılması ile sağlanmış olur. Bu iki maddenin ısıtılması ile bünyelerindeki CO çıkar ve geriye oksitler kalır. CaCO = CaO+ CO gibi. Bu bileşenler genelde adi camın formülüne girmezler, ancak değişik cam türlerinde değişik etkiler sağlamak üzere kullanılan oksitlerdir. Mesela: Biçimlendirme Ana maddelerin hazırlanması ve eritme evrelerinden sonra sıra dinlendirilmiş cam hamurunun biçimlendirilmesine denir. Cam malzeme, sekiz yöntemle biçimlendirilir: Biçimlendirme sonrasında üretilen cam, kullanılacak niteliklere sahip olmayabilir. Aşağıda belirtilen yöntemler ve uygulanan işlemlerle camı kullanılacak alana uygun hale getirilmektedir. Üretim ardından istenilen boyutlara ulaşmayan camlar istenilen ebat veya şekil düzeltme amacıyla kesim işlemi yapılmaktadır. Elmas kesimi, CNC kesimi, pürmüz ısıl kesim kesim türlerinden bazılarıdır. Üfleme yöntemiyle üretilen bardakların uç kısımları düz ve keskin olduklarından dolayı pürmüz ısıl kesimle düz bir şekle getirilir ve kesici alet kullanılmadığından dudak kısımları kesici olmamaktadır. Temperleme işlemi; yatay hat üzerinde camın dış yüzeylerine daha fazla basınç gerilimi, cam ortasına ise dolaylı bir çekme gerilimi kazandırmak için, ölçüsüne göre kesilmiş ve kenarları düzeltilmiş camın, ergime noktasına kadar (625-645 °C) kontrollü ısıtılıp, hızla soğutularak camın yüzeylerine 6000 Pa basınç ön gerilimi kazandırma aşamalarını içerir. Temperleme işlemi uygulanmış cam; işlem görmemiş normal camlara göre kırılmaya ve ısıya karşı yaklaşık 4-5 kat daha fazla dayanıklı olduğundan ve kırıldığı zaman zar büyüklüğünde çok küçük, daha az keskin parçalara ayrılarak yaralanma riskini azalttığından dolayı güvenlik camı özelliğine sahiptir. Temperleme işlemi yapılmış camlara kumlama, koparma, boyama haricinde herhangi bir başka işlem; kesim, delik delme, havşa açma, kenar ve yüzey taşlama işlemleri yapıldığı durumlarda cam patlamaktadır. Bu nedenle temperleme işlemine girecek camın; ölçülendirme, rodajlama, delme vb. ihtiyaç olacan işlemlerin temperleme işleminden önce yapılması gereklidir. Temperleme işlemi uygulanacak camların kenarlarına mutlaka rodaj veya zımpara işlemi uygulanmalı, camın kenarında veya delik kenarında yer alan çapaklar havşa işlemi yapılarak temizlenmelidir, yoksa cam temperleme işlemi sırasında fırında patlar. Temperleme işlemi uygulanacak camda yer alan deliklerin çapı en az cam kalınlığı kadar olmalıdır. Delik çapının cam kalınlığından küçük olduğu durumda cam temperleme işlemi sırasında fırında patlar. Ayrıca cam üzerinde yer alan delikler cam kenarına çok yakın olmamalı ve belli bir bölgede birbirine yakın konumda yoğunlaşmamalıdır. Temperli camlar; diğer normal camlara oranla çok daha fazla güvenlik içerdiklerinden ve daha sağlam olduklarından özellikle motorlu araçlarda, binaların cephe camlarında, bahçelerin camla kapatılarak kış bahçesi oluşturmada, balkon kapatmada, işyerlerini camla bölmede, merdiven basamağı yapımında, asansör camlarında,duş kabinlerinde, bombeli endüstriyel buzdolaplarında, bazı beyaz eşyalarda, kafeterya, pastane gibi işletmelerde camlama ve balkon ihtiyaçları için kullanılırlar. Camın keskin uçlarına elmas taş ile profil kazandırma işlemidir. Kırılmaz cam olarak bilinse de aslında kırılan fakat dağılmayan camdır.Plaka haline getirilmiş iki plaka camın iki tarafında yapışkanlı bir folyo (p.v.b.) ile birleştirilmesi ile oluşur. Böylece camın mukavemeti arttığı gibi kırılsa dahi dağılmayıp bir arada kaldığı için hırsızlık gibi durumlara karşı camın güvenlikli olarak kullanıldığı yerlerde tercih sebebi. Otomobillerde kaza anında camın dağılmasını ve muhtemel yaralanmaları engellemek için de lamine cam tercih edilir. Kaza anında muhtemel darbede daha az sertlik için ön cam laminedir. Ayrıca bu camlar tempersiz normal bombeli camlardır,çatlama ve kırılma durumunda görüş durumunun bozulmamasını sağlar. Her türlü düz ve bombeli camın projeli olarak lamine edilmesi çok katlı ve istenilen kalınlığın elde edilmesi otoklav prosesi ve vakumlama ile sağlanabilir. Şeffaf camlar camın uygulama alanına göre dekoratif bir görüntü oluşturmayacağı için kullanım alanına göre renklendirilebilirler. Baskı ve püskürtmeli olarak boyanan camlar gerektiği durumlarda temperlenir ya da tansiyonsal ısıl işlem uygulanarak boya ile camın iyice tutunması sağlanır. tansiyonsal ısıl işlemde, giriş sıcaklığı 550 °C’lik fırına gönderilir ve 1.5 saatlik silindirli bant sistemiyle, diğer taraftan 55 °C olarak çıkar. Asit ve kumlama işlemi, cam yüzeyinde aşındırma meydana getirerek dekoratif görüntü verme işlemleridir.Bu görünümün oluşması için cam yüzeyi kâğıt ya da pvc folyo ile kaplanır. Bu folyolar elle ya da özel kesim makinelerinde kesimi yapılarak yapıştırılabilir.Bu folyoların üzerindeki deseni ortaya çıkaracak şekilde, kumlama yapılmak istenen bölgedekilerin cam yüzeyinden kaldırılması ile ve daha sonra da basınçlı boya tabancalarının nozulları değiştirilerek cam yüzeyine tazyikli hava püskürtmek suretiyle yapılan işleme kumlama denir. Asit işleminde ise cama etki eden tek asit olan HF (hidroflorik asit) kullanılır. Bunda da yukarıda anlatıldığı gibi açıkta kalan bölgeye asit dökerek cam yüzeyi ile reaksiyona girmesi ve o bölgede bir aşınma oluşturulması bir yöntemdir. Diğer bir yöntem ise asit kopartma adı verilen işlemdir. Bu işlemde, önce kumlama yapılarak tüm yüzeyi aşındırılan cam üzerine kaynatılarak zamk haline getirilmiş ve bu arada içine bir miktar HF(hidroflorik asit) ilave edilmiş boncuk tutkalının ince bir tabaka halinde sıvanması ve kurumaya bırakılması ile yapılır. Kurudukça yüzey gerilimi sebebiyle cam üstünde zar gibi kalkmalar başlar ve kopartma adı verilen işlem meydana gelmiş olur. Bu işlemde temperleme anında ısıl şok uygulanan cam soğutulmadan, belirli redius (yarıçap) oranında bükülür. Temper makinesindeki soğutma bükülme anında uygulanmaktadır. Bir kenarı 230mm'den küçük olan camlar silindirler arasında tutunamayacağından dolayı temperleme ve bombeleme yapılamaz. Volkanik kayalar Volkanik kayalar, mağmanın yerkabuğunun derinliklerinde, yüzeye yakın kesimlerinde ve yüzeyde soğuması ve katılaşması sonucunda oluşurlar. Bu kayalar özellikle içlerindeki hava boşlukları sebebiyle akvaryum dünyasında dekor olarak tercih edilir. Bu boşluklar akvaryumların yaşamı için gerekli yararlı bakterilerin üremesinde onlara sağlıklı yaşam koşulları sağlar. Ayrıca bu özelliğinden dolayı akvaryum filtrelerinde biyolojik filtre malzemesi olarak da kullanılır. Killi toprak Killi topraklar, kil bölümünün hakim olduğu topraklardır. İnce çaplı kil tanecikleri arasında kalan küçük gözeneklerde suyun ve havanın hareketi güçleşmiştir. Bu nedenle kil toprakları sıkı, ıslandıkları vakit havalanmaları çok güç, ısınmaları da o derece geç olan topraklardır. Genellikle s
üzek değillerdir. Kil topraklarının kireçli olanlarında iyi bir kırıntı bünyesi gelişmiştir. Kireçli kil toprakları daha iyi havalanabilen ve suyun da belirli bir ölçüde sızabildiği topraklardır. Kireçsiz kil topraklarında suyun sızması genellikle engellenmiş ve su durgunlaşmış olabilir. Kilin yüksek miktarda bulunuşu kil topraklarının bitki besin maddelerince zenginliğini ve gübrelemelerin etkisinin kalıcılığını sağlar. Buna karşılık kök gelişimi için fiziksel özellikler pek elverişili sayılmaz veya bazı şartlarda yetersiz dahi kalabilir. Kil topraklarının özelliklerinin iyileştirilmesi için kil mineralinin cinsini de bilmek veya tahmin etmek gerekir. Üç tabakalı kil minerallerinin bulunduğu kil topraklarını kireçlemek ve böylece kırıntı bünyesini geliştirmek mümkündür. Ayrıca organik madde ilavesi de toprağın fiziksel ve kimyasal özelliklerini iyileştirir. Buna karşılık iki tabakalı kil minerallerinin bulunduğu topraklara kireç ilavesi ile toprağın kırıntılanması pek sağlanamaz. Bu topraklara organik madde karıştırılarak toprağın özellikleri iyileştirilebilir. Deniz teknolojisi mühendisliği Deniz teknolojisi mühendisliği programının amacı, gemi ve deniz taşıtlarının projelendirmesinde, denizin içinde ve dibinde bulunan canlı ve cansız zenginliklerin (petrol, doğal gaz, ve deniz ürünlerinin) aranması ve üretilmesinde, deniz kirliliğinin önlenmesinde kullanılan her türlü yapı ve aracın (gemi, platform vb.) tasarımı ve üretilmesi alanında eğitim ve araştırma yapmaktır. Deniz teknolojisi mühendisliği programında eğitim süresi 4 yıldır. Programda matematik ve fizik gibi temel fen alanları ile ilgili dersler yanında, akışkanlar mekaniği, gemi geometrisi, gemi mukavemeti, imal usulleri, oşenografi (Okyanusbilim), dalga mekaniği, termodinamik, hidrodinamik, deniz kirliliği, kazı yapıları ve deniz hukuku gibi dersler okutulmaktadır. Deniz teknolojisi mühendisliği programına girmek isteyenlerin üstün bir akademik yeteneğe sahip, fen derslerine ilgili ve bu alanlarda başarılı, dikkatli bir gözlemci olmaları ve açık havada çalışmaktan hoşlanmaları gerekir. Deniz teknolojisi mühendisliği programını bitirenlere "Gemi İnşaatı ve Deniz Mühendisi" unvanı verilir.Ayrıca 2009 yılında alınan kararla bölümün adı 'Gemi ve Deniz Teknolojisi Mühendisliği' olarak değiştirilmiştir.Gemi inşaatı mühendisliği unvanı ile tersanelerde, gemi ve yat dizayn bürolarında, deniz taşımacılığı ile ilgili şirketlerde çalışılabilir. Deniz mühendisleri denizde bulunan hammaddelerin bulunması ve işletilmesinde kullanılacak araçları tasarlar ve en ekonomik yolla üretimi planlar. Ayrıca, denizde seyreden taşıtların yapım, onarım ve yönetimi konularında liman ve kıyı yapıları inşaatında ve deniz kirliliğini önleme teknolojisi alanında mühendislik hizmetleri verirler. Gemi inşaatı ve Deniz mühendisleri tersanelerde, gemi dizayn burolarında, DSİ'de, petrol şirketlerinde, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının çeşitli birimlerinde görev alabilirler. Sistem mühendisliği Sistem mühendisliği, karmaşık sistemlerin ya da bu sistemleri oluşturan alt sistemlerin tasarımını, üretimini ve bakımını, zaman ve maliyet kısıtlarını da göz önünde bulundurarak, gerçekleştirmek amacını taşır. Günümüz dünyasında, karmaşık sistemler genellikle teknik, biyolojik, sosyolojik, çevresel endüstriyel, politik, finansal ve ekonomik sistemlerden en az birkaçının bir bileşkesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Sistem mühendisliği programları, işlevsel olarak tek ve bütün bir birim olan bu karışık sistemlerin analizi için gerekli tüm temel kavram, araç ve metotları öğrenciye sunar. Farklı disiplinlerden çeşitli yöntemleri bir arada kullanabilen sistem mühendisliği programlarını en temel araçlarından bir tanesi de bilgisayarlardır. Sistem mühendisleri çok farklı alanlarda faaliyet gösteren kurumlar içinde oldukça farklı birim ve kademelerde (üretim, planlama, kontrol, yönetim gibi) görev alabilirler. Metalurji ve malzeme mühendisliği Metalurji ve malzeme mühendisliği günümüzde kimya, makine, inşaat, uzay-uçak, elektrik-elektronik, çevre ve tıp alanlarına yayılmış çok disiplinli bir bilim ve teknoloji dalı olarak gelişmesini sürdürmekte ve verimlilik, enerji ve hammadde üçlüsü ile uyum içinde olan üretim süreçlerinin sektöre kazandırılmasında önemli rol oynamaktadır. Son yıllarda metalurji ve malzeme mühendisliğindeki gelişmeler, genel olarak metalurjik proseslerin optimizasyonu, nümerik simülasyon ve modelleme üzerine yoğunlaşırken, çevresel metalurji uygulamalarında da, çevre kirliliğine yol açmayacak nitelikte atılabilir atık üretmek, de-metalize edilmiş (metal iyonlarından arındırılmış) çözeltiyi kullanılabilir su halinde sisteme geri döndürme şeklinde atık su de-metalizasyonu, ikincil kaynakların yeniden değerlendirilmesine yönelik reaktör ve proseslerin tasarımı (ve geliştirilmesi) gibi konular önde gelmektedir. Enerji yoğun işletmelerin başında yer alan elektro-metalürji uygulamalarında ise, sonlu elemanlar yöntemiyle hücre dizaynlarında yapılan iyileştirmeler, kullanılan elektrot malzemelerinin yeniden tasarımı ve geliştirilmesi gibi konular önem kazanmaktadır. Yüksek kaliteye ve üstün özelliklere sahip karmaşık şekilli parçaların, toz metalürjisi yöntemleriyle istenilen toleranslarda ve minimum kayıpla ekonomik olarak imalinde önemli rol oynayan, nano boyutta toz ve toz karışımlarının hidro- ve/veya elektro-metalurjik yöntemlerle üretiminin yanı sıra, soy metaller metalurjisi içinde yer alan ve insan sağlığına zarar vermeyen altın ve altın alaşımlarının geliştirilmesi ve üretimleri de günümüz metalürji bilimi gündeminin ilk sıralarında karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihini taş devrinden tunç devrine, oradan da demir devrine ulaştıran Metalurji "sanat"ı, bugün temel bilimlere dayalı ve çağdaş medeniyetin kuruluş ve gelişmesine büyük katkıları olan Metalurji ve malzeme mühendisliği mesleği adı altında bilimsel ve teknolojik bakımdan geniş bir alanı kapsar hale gelmiştir. Tarihi açıdan metal, önceleri doğal halinde kullanılmış ve bu da nabit metallerin şekillendirilmesiyle mümkün olmuştur. İlk kullanılan nabit metaller, bakır ve altındır. Metalurjinin tarihi ile Anadolu medeniyetlerinin tarihsel gelişimi neredeyse özdeştir. Arkeolojik bulgular, bakır üretiminin ilk kez Anadolu ve İran topraklarında başladığını göstermektedir. Bakırı işlemek suretiyle, mızraklar ve çeşitli silahlar yapan insanoğlu daha sonraki yıllarda bakır ve kalayı karıştırarak bakırdan daha sert bir alaşım elde etmiştir. Anadolu'da kalay bulunmadığı için Hititler, bakır ile arseniği alaşımlandırmak suretiyle yeni bir alaşım bulmuşlar ve bu gelişmeler de tunç çağının başlangıcına yol açmıştır. Aynı şekilde ilk demir üretimi de MÖ 1500 yıllarında yine Anadolu'da gerçekleşmiştir. Türkiye'de yaygın olarak kullanılan malzeme ve metalürji bölümlerinin ismi birçok ülkede MALZEME BİLİMİ ve MÜHENDİSLİĞİ olarak değiştirilmiştir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde bu isim altında bir bölüm yoktur. Önceleri metalurji mühendisliği adı altında kurulan bölümler zamanla metalurji ve malzeme (Türkiye'de halen kullanılan) daha sonra malzeme ve metalurji (Birleşik Krallık) ve son olarak da malzeme bilimi ve mühendisliği (Amerika Birleşik Devletleri) bölümleri olarak isim değişikliğine gitmişlerdir. Malzeme adı alt dallarından olan metalürjiyi kapsamasına rağmen ağırlıklı eğitimi göstermek adına metalurji ismi Türkiye'de halen kullanılmaktadır. Türkiye'de metalurji ve malzeme mühendisliği eğitimi metalurji mühendisliği adı altında İTÜ'de Maden Fakültesi'nde başlamıştır. Maden Fakültesi'nde 1957 yılında Üretim Metalurjisi ve Fiziksel Metalurji kürsüleri kurulmuş ve eğitimini ABD MIT'de tamamlamış olan Doç.Dr. Recep Safoğlu'nun fakülte bünyesine katılması ile Metalurji eğitimi başlatılmıştır. 1961-62 akademik yılında Maden Fakültesi bünyesindeki bu iki kürsü "Metalurji Bölümü" olarak organize edilmiş ve ilk Metalurji Mühendisliği eğitimi başlatılmıştır. O yıllarda 3. sınıfa geçmiş öğrencilerden bu bölüme ayrılanlar eğitimlerinin son iki yılını bu bölümde tamamlayarak 1963-64 yılında Metalurji Mühendisi olarak mezun olmuşlardır. 2012 yılı itibarı ile 25 Türk üniversitesinde bu bölüm adı altında yer alırken 5 üniversitemizde ise Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümü adı altında eğitim ve araştırma çalışmalarını sürdürmektedir.. Metalurji ve Malzeme Mühendislerinin yasal meslek örgütü Metalurji Mühendisleri Odası'dır. Metalurji ve malzeme mühendisliği programında eğitim süresi 4 yıldır. Programda mühendisliğin diğer bütün dallarında olduğu gibi, fizik, kimya ve matematikle yakından ilişkili dersler vardır. Öğretimin birinci yılında temel bilimlere ilişkin dersler okutulurken ilerleyen yıllarda demir-çelik ve demir dışı metallerin üretimi, toz metalurjisi, tahribatsız malzeme muayeneleri, ısıl işlemler, alaşımlar gibi alana özgü konular, kuramsal ve uygulamalı olarak verilir. Ayrıca yaz stajı da zorunludur. Metalurji ve malzeme mühendisliği programında eğitim görmek isteyenlerin özellikle analitik düşünme ve tasarım yeteneklerine sahip olması, kimya, fizik, matematik ve yerbilimlerine ilgili ve bu alanlarda iyi yetişmiş olmaları gerekir. Bu programı bitirenler "Metalurji ve Malzeme Mühendisi veya Malzeme Bilimi ve Mühendisi" unvanını alırlar. Metalurji ve malzeme mühendisleri (veya malzeme bilimi ve mühendisleri), herhangi bir malzemenin üretimi için gerekli planları yapar ve uygulanmasını denetlerler. Ayrıca, mühendislik tasarım gurubunun üyesi olarak, malzeme seçme, önerme ve kullanımının denetimi gibi görevlerinin yanı sıra özel amaçlara yönelik malzemeler tasarlarlar. Metalurji ve malzeme mühendisleri (veya malzeme bilimi ve mühendisleri), aşağıda belirtilen sanayi dallarında faaliyet gösteren kamu veya özel sektör kuruluşlarında çalışabilecekleri gibi kendi işlerini kurma imkânına da sahiptirler. Türkiye'de var olan çoğu metalurji (metal bilimi) mühendislikleri zamanla bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uydurarak, disiplinleri genişletip Malzeme Bilimi ile entegre hale getirmişlerdir. A
ynı zamanda bazı Seramik Mühendislikleri ise ya Metalurji Mühendisliği bölümleriyle birleştirme yoluyla ya da doğrudan Malzeme Bilimi ve Mühendisliğine çevrilmiştir. Metalurji Bilimi, Malzeme Bilimi'nin alt dalıdır. Yeni açılan bölümlerde Malzeme Bilimi ve Mühendisliği diye geçmektedir. Ancak üniversitelerin programları farklılık gösterebilir yani Malzeme Bilimi'nin farklı alanlarına ağırlık verebilir; örneğin, metalürji, seramik, nanoteknoloji, biyomühendislik gibi.. Jeofizik mühendisliği Jeofizik mühendisliği, Yerküre'deki maden, mineral, petrol, doğal gaz, su ya da inşaatlar için zeminlerin incelenmesi, konumunun saptanmasını ve dinamiğinin araştırmasını bilimsel yöntemlerle yapan bir mühendislik dalıdır. Havacılık ve uzay mühendisliği Havacılık ve uzay mühendisi, hava ile etkileşen her çeşit mühendislik ürünün tasarlanması ve inşaat projelerinin hazırlanması, üretilmesi, bakım ve onarım teknolojisi ve işletmesi konularında eğitim ve araştırma yapar. Yapımı düşünülen hava taşıtının dizaynını, ön projesini hazırlar. Uçak yapımı için gerekli üretim, yöntemleri arasından hangisinin niçin daha ekonomik olacağına karar verir. Bu konuda gerekli modelleri hazırlayarak deneylerini yapar, tasarladığı hava taşıtının performans özelliklerini saptar ve istemlere göre incelemesini yapar. Havacılık ve uzay mühendisliği programı havada seyreden her çeşit aracın tasarlanması ve inşa projelerinin hazırlanması, üretilmesi, bakım ve onarım teknolojisi ve işletmesi konularında eğitim ve araştırma yapar. Hidrojeoloji mühendisliği İçme, kullanma, sulama, hidroterapi, hidrolik ve jeotermal enerji üretimi amacıyla islenilen miktar ve kalitede yeraltı suyunun kirletici etkilerden korunması konularında teknik insangücünü yetiştirmek ve araştırma yapmaktır. Hidrojeoloji mühendisi evde, tarımda ve endüstride ihtiyaç duyulan miktar ve kalitede yeraltı suyunun aranması, bulunması, ekonomik bir biçimde kullanıma sunulması ve kirletici etkilerden korunması amacıyla araştırmalar yapar. Başlıca çalışma alanlarından birisi de baraj ve regülatör gibi su yapılarında ortaya çıkabilecek su kaçaklarının araştırılması ve engellenmesine yönelik mühendislik önlemlerinin belirlenmesidir. Hidrojeoloji mühendisleri, istenilen miktar ve kalitede yeraltı suyunun sağlanması, yeraltı su kaynaklarının korunması ve gerektiğinde yeraltı suyundan kaynaklanan drenaj problemlerinin çözümlenmesi amacıyla ilgili kamu kuruluşlarında (DSİ, MTA, Köy Hizmetleri, İller Bankası, Çevre ve Orman Bakanlığı, belediyeler vb..) bu konularda danışmanlık ve müteahhitlik hizmetleri veren ulusal ve uluslararası kuruluşlarda da görev alabilir. Hidrojeoloji mühendisliği programının amacı, içme, kullanma, sulama, hidroterapi, hidrolik ve jeotermal enerji üretimi amacıyla istenilen miktar ve kalitede yeraltı suyunun sağlanması, sağlanan suyun kirletici etkilerden korunması konularında çalışacak teknik insangücünü yetiştirmek ve araştırma yapmaktır. Hidrojeoloji mühendisliği programında eğitim süresi 4 yıldır. İlk yılda temel bilimlerle ilgili dersler verilir. Daha sonra gözenekli ortam hidroliği, fiziksel-kimyasal hidrojeoloji, akışkanlar mekaniği, kuyu hidroliği gibi mühendislik dersleri okutulur. Dersler kuramsal ve uygulamalı olarak yürütülür. Hidrojeoloji alanında eğitim görmek isteyen bir kimsenin başta jeoloji ve kimya olmak üzere fen derslerine karşı ilgi duyması ve bu konularda başarılı olması beklenir. Ayrıca, hidrojeoloji alanında çalışacak kişinin meraklı ve sabırlı bir araştırmacı olması meslekte başarısını artırıcı bir faktör olabilir. Hidrojeoloji mühendisliği programını bitirenler "Hidrojeoloji Mühendisi" unvanını almaya hak kazanırlar. Hidrojeoloji mühendisi evde, tarımda ve endüstride ihtiyaç duyulan miktar ve kalitede yeraltı suyunun aranması, bulunması, ekonomik bir biçimde kullanıma sunulması ve kirletici etkilerden korunması amacıyla araştırmalar yapar. Hidrojeoloji mühendisinin başlıca çalışma alanlarından biri de baraj ve regülatör gibi su yapılarında ortaya çıkabilecek su kaçaklarının araştırılması ve engellenmesine yönelik mühendislik önlemlerinin belirlenmesidir. Hidrojeoloji mühendisleri, istenilen miktar ve kalitede yeraltı suyunun sağlanması, yeraltı suyu kaynaklarının korunması ve gerektiğinde yeraltı suyundan kaynaklanan drenaj problemlerinin çözümlenmesi amacıyla ilgili kamu kuruluşlarında (DSİ, MTA, Köy Hizmetleri, İller Bankası, Çevre Genel Müdürlüğü, belediyeler vb.), bu konularda danışmanlık ve müteahhitlik hizmetleri veren ulusal ve uluslararası kuruluşlarda görev alabilirler. Gemi makineleri işletme mühendisliği Gemi makineleri işletme mühendisliği, gemilerde, elektrik üretim sistemleri, kazan sistemleri, itici güç sistemleri ve bu sistemlerin operasyonları, bakım, tutum ve onarımlarıyla sorumlu mühendislik dalıdır. Gemi makineleri işletme mühendisleri ayrıca, gemilerde bulunan atık su sistemleri, yakıt transfer sistemleri, aydınlatma sistemleri, havalandırma ve tatlı su sistemlerinin, düzenli olarak çalışmasından ve bakım-tutumundan da sorumludurlar. Dünya ticari ve askeri deniz filolarındaki gemiler, hiçbir şekilde, gemi makineleri işletme mühendisleri olmadan yürütülemez. Gemi Makineleri İşletme Mühendisliği Bölümü’nde 4 yıllık lisans eğitimini takiben mezunlar Gemi Makineleri İşletme Mühendisliği Lisans Diplomalarını alırlar. Mezunlar gemi makineleri, içten yanmalı makineler, türbinler, güç ve yük aktarma ve kumanda sistemleri, basınçlı kaplar, ısıtma havalandırma iklimlendirme, kazanlar, kompresörler, arıtma ve ayrıştırma sistemleri, akışkan depolama ve aktarma sistemleri ve kumanda kontrol sistemleri tasarım, projelendirme, projelerin uygulanması ve denetim işlerini yaparlar. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), Yakın Doğu Üniversitesi(YDÜ), Dokuz Eylül Üniversitesi(DEÜ), Piri Reis Üniversitesi (PRÜ), Yıldız Teknik Üniversitesi'nde (YTÜ), Girne Üniversitesi (GÜ) Gemi Makineleri İşletme Mühendisliği bölümleri bulunmaktadır. Mezunlar lisans diplomalarını aldıktan sonra gemi ve gemi benzeri tesislerde mühendislik hizmetleri sunmaktadırlar. Mezunlardan gemilerde çalışmak isteyenler, T.C. Gemi Adamları Sınav Merkezinde (GASM) “Uzakyol Vardiya Mühendisi”, 36 aylık çalışma sonrasında sınava girerek “Uzakyol 2. Mühendisi” yeterliği alabilirler. Uzakyol 2. Mühendisi unvanını alanlar 36 aylık çalışma sonrasında “Uzakyol Başmühendisi” sınavına girerler. Başarılı oldukları takdirde, “Uzakyol Başmühendisi” yeterliği alarak Uluslararası/ulusal filolarda Baş Mühendis olarak çalışmaya hak kazanırlar. Avrupa köstebeği Avrupa köstebeği ("Talpa europaea"), köstebekgiller (Talpidae) familyasından bir köstebek türüdür. Rengi tekdüze siyah, karın kısmı biraz daha açıktır. Göz açıklığı zorlukla görülebilir. Kulaklar kapanabilir. Burun ve kuyruklarındaki tüylerle avlarını ya da tehlikeleri algılayabilirler. Çayırlık yerler, geniş yapraklı ormanlar, nadiren iğne yapraklı ormanlardaki gevşek topraklarda yaşar, kumlu ve taşlık topraklardan kaçınırlar. Avrupa’dan Sibirya ve Batı Asya’ya kadar yaygındır. Akdeniz bölgesinde çok yakın alttürleri görülür. Türkiye’de daha çok Trakya ve Kuzey Anadolu’da yaygındır. Türkiye'deki alttürü Talpa europaea velessiensis'dir. Özgün ve ilginç yeraltı galerileri oluştururlar. Açtıkları oval kesitli galeriler 20–40 cm. (kışın 60 cm.) derinliklere; dışarıya yığdıkları toprak (köstebek tepeleri olarak adlandırılır) Nadir de olsa 1 m yüksekliğe ulaşabilir. Çıkardıkları toprağın toplam ağırlığı 750 kg'ı bulabilir. Futbol sahası büyüklüğünde bir alana yayılan bu galeri ağı, nesiller boyu kullanılabilir. Genişletilmiş küresel galeriler, otlarla döşenerek yuva, avlanma sahası ve yiyecek deposu görevini görür. Yalnız yaşarlar ve karşılaştıkları zaman kavga çıkarırlar. Kazanan diğerini öldürüp yiyebilir. Genellikle en fazla 3 yıl, bazıları 6 yıla kadar yaşayabilir. Daha çok solucanlar, böcek ve larvaları, bazen de sivrifare türlerini yerler. Yılda bir defa, her doğumda 3-6 çıplak yavru meydana getirirler. Köstebekler, açlığa dayanamadıkları için yuvalarında yiyecek biriktirirler. Günde kendi ağırlıklarının 1.5 misli besin alabilirler. Bazen bir köstebek yüzlerce toprak solucanını saklayabilir. Bu solucanların genelde sadece başlarını çiğneyip bırakırlar. Böylece, avlarının gitmesine engel oldukları gibi, taze kalmasını da sağlarlar. Ceres (cüce gezegen) Ceres, Güneş Sistemi'nde en büyük cüce gezegendir. Ana asteroit kuşağında yer alır, Mars ile Jüpiter arasındaki en büyük cisimdir. 1 Ocak 1801 tarihinde İtalyan astronom Giuseppe Piazzi tarafından Palermo'da bulunmuştur. Piazzi, gördüğü cismin önce bulutsuluk içermeyen, yıldıza benzeyen bir kuyruklu yıldız olduğunu düşünmüş, ancak kısa sürede yaklaşık dört yıllık bir peryodu olan bir "gezegen" olduğunu fark etmiş, bu cisme Sicilya'nın koruyucu tanrıçası Ceres'in adını vermiştir. Asteroitler arasında ilk keşfedilen olduğu için 1 numara ile adlandırılmıştır. Aynı zamanda 50 yıl boyunca da 8. gezegen olarak sınıflandırılmıştır. 950 km çapında olan Ceres, Asteroit Kuşağı'nın açık ara en büyük cismidir ve kuşağın toplam kütlesinin %32'sine sahiptir. Gözlemler sonucunda şeklinin düşük yerçekimine sahip diğer asteroidler gibi düzensiz değil de küresel olduğu ortaya konmuştur. Ceres asteroidinin yüzeyinin su buzu ve karbonat, kil gibi çeşitli hidratlı minerallerden oluştuğu tahmin edilmektedir. Ceres, taş - kaya bir çekirdek ve buzdan oluşan bir manto yüzeyi ile farklılaşmış olarak görünmektedir. Yüzeyinin altında sıvı sudan oluşan bir okyanus olma ihtimali bulunmaktadır. Yüzey sıcaklığı yaklaşık -38 °C(235 K)'dir. Köprübaşı, Manisa Köprübaşı, Türkiye'nin Ege Bölgesi'nde bulunan Manisa ilinin ilçelerinden biridir. İlçe civarında bulunan mağaralardaki insan yaşantısı belirtilerinden İlçe çevresinin bakır ve tunç devirlerini de yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bölgede bulunan “Sidas Harabeleri” Frig, Lidya ve Pers İmparatorluklarına ait medeniyetlerin varlığına işaret etmektedir. Bazı tarihçilere göre Köprübaşı çevresinde Etiler'in hüküm sürdüğü k
abul edilmektedir. Sonradan yöre Lidya, Pers, Bergama Krallığı ve Saruhanoğullarının egemenliğinde kalmıştır. M.Ö. 333 yılından itibaren Makedon Kralı Büyük İskender, M.Ö. 190 yılından sonra ise; Bizans (Doğu Roma) dönemlerini gören yöremiz, 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra 1074 yılından itibaren Türklerin egemenliğine girmiştir. 131O yılından sonra Anadolu Beylikleri’nin egemenliğine girmiştir. Saruhanoğlu Çuha Bey, onun ölümünden sonra oğlu Devlethan, onun ölümünden sonra da Yakup Çelebi yörenin hakimi olmuştur. Saruhanoğulları’nın hakimiyeti 1412 yılında son bulmasıyla 1920 yılına kadar Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Gediz Nehri üzerinde kurulan Demirköprü Barajının su tutmaya başlaması ve suyun hızla doğu istikametine ilerleyerek Borlu Nahiyesi topraklarını su altında bırakması sonucu, Borlu halkının bir kısmı 1958 den itibaren şu anki Köprübaşı İlçesinin kurulduğu yere yerleşmişlerdir. Esas yerleşim ise 1959 yılında olmuştur. O yıllarda şu anki demir köprünün yerinde iki gözlü beton bir köprü olduğu ve İlçenin adının buradan geldiği bilinmektedir. 1967 yılında Belediyelik olan Köprübaşı 20 Mayıs 1990 tarih ve 20523 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 3644 sayılı 130 ilçe kurulması hakkındaki kanun ile ilçe olarak 25 Ağustos 1991 tarihinden itibaren fiilen ilçe faaliyetlerine başlamıştır. Kaynak: Köprübaşı Tanıtım Kitabı - Armağan Ünlü Köprübaşı ilçesi Manisa ilinin kuzeydoğusunda, Salihli - Demirci karayolu üzerinde yer alır. Kuzey batısında Gördes, kuzeydoğusunda Demirci, batısında Gölmarmara, güneydoğusunda Demirköprü Baraj Gölü, güneybatısında Salihli, güneyinde Kula ve Alaşehir, doğusunda da Selendi ilçesi ile çevrilidir. İlçe topraklarını Dibek ve Çomak Dağlarının güney uzantıları, doğusunda Toprak tepe, batısını da Tülüce ve Kayran dağları engebelendirir. Kayran Dağlarının eteklerinde kurulan ilçenin büyük bir bölümü Demirköprü Barajı’nın içerisindedir. Gediz ve Demirci Çayı vadisi ilçenin belli başlı düzlükleridir. İl merkezine 120 km ,Salihli ilçesine 53 km., Demirci ilçesine 50 km. uzaklıktadır. İlçenin yüzölçümü 25.200 ha.olup, Köprübaşı İlçesinin merkezi 14 paftadan oluşan 225 hektarlık imar planı mevcuttur. İlçemiz Köprübaşının mücavir alanı 900 hektar olup, bunun 150 hektarı yerleşim alanıdır. İlçenin rakımı 250 Metredir. Köprübaşı İlçesi Gediz çöküntü havzası üzerinde yer alır. İlçenin güney batısında Dibek Dağları, kuzey doğusunda Çanak Dağları ve kuzeyinde Kayran Dağları yer alır. Baraj sahası içerisinde kalan ve halk tarafından ova olarak bilinen Gediz ve Demirci çayı vadisi en düz ve en verimli arazisidir. İlçede, Akdeniz iklimi hüküm sürmekte olup, Akdeniz iklimi ile kara ikliminin etkisi altındadır. Bu nedenle yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçer. Hava sıcaklığı –1 ile +35 derece arasında değişir. İlçe tipik Akdeniz iklimi özelliklerini taşır. En çok görülen ağaç türü palamut ağacı da denilen meşe cinsidir. İlçenin 7 mahallesi (Atatürk, Namık Kemal, Temrek, Çamyurdu, Avşar, Karabük, Mehmet Âkif Ersoy) ve 29 mahallesi bulunmaktadır. İlçenin merkez nüfusu 5100, köylerin nüfusu 7043'tür. Son yapılan 2014 belediye seçimlerini Adalet ve Kalkınma Partisi kazanmış olup belediye başkanı Zafer Mergen'dir. Ayrıca 2010 yılında yapılan halk oylaması sonucu Demirci ilçesinin Çavullar, Dikilitaş ve Rağıllar köyleri de mahalle statüsü ile ilçeye bağlanmıştır. İlçe halkının geçim kaynağı tarıma dayanmaktadır. Genel olarak susuz tarım yapılır. Yetiştirilen ürünler arasında çilek, buğday, arpa, zeytin,haşhaş, üzüm ve tütün yetiştiriciliğide yer almaktadır. Özellikle son 5 yılda ilçenin kaderi çilek sayesinde değişti. Ekonomi yüzde 80 canlandı, göç önlendi. Hatta göç edenlerin bir kısmı da döndü. 10 yıl önce 2 serada başlayan üretim, 2 bin dekar araziye yayıldı. Üretimin gelecek yıllarda daha da yaygınlaşacağı ümit ediliyor. Ayrıca son yıllarda tavukçuluk da yaygın olarak yapılmaktadır. İlçenin baraj gölü kıyısında bulunması sebebiyle tatlı su balıkçılığı da ilçe ekonomisine büyük katkı yapmaktadır. İlçede kurulan su ürünleri kooperatifi, baraj gölünden elde edilen bu balıkların üretim fazlasını ilçe dışına pazarlayarak ilçe ekonomisine katkı yapmaktadır. İlçede 4 İlköğretim Okulu (Atatürk, Yavuz Selim, Şehit Şenol Uçtu, V. Muzaffer Ecemiş), 1 Çok programlı Lise ,1 Anadolu Lisesi ve Celal Bayar Üniversitesi'ne bağlı 1 Meslek Yüksek Okulu bulunmaktadır. anadolu lisesi 2005 yılında açılmış durumdadır.Ayrıca 2010 Yılında Yapılan 1 Kapalı Spor Salonu mevcuttur. İlçede 1 adet Devlet Hastanesi Bulunmaktadır. Oort bulutu Oort bulutu veya Öpik-Oort bulutu, Güneş'in etrafında dönen kuyruklu yıldız kümesi. Bu kuyruklu yıldızların enberi ölçeği 5-50 AB (Astronomi birimi) ve enöte ölçeği ise 30.000-100.000 AB'dir (bu uzaklıkların hepsi güneş merkezlidir). Unutulmamalıdır ki enöte yörüngeleri Plüton'un yörüngesinin (ortalama 39 AB) çok ötesindedir. Güneşe en yakın yıldız olan Proxima Centauri 270.000 AB uzakta olduğundan, bu kuyruklu yıldızların yörüngeleri yakınından geçtikleri yıldızlar tarafından değiştirilebilir. Bunun sonucu, ya Güneş Sistemi'ne doğru ya da yörüngeyi değiştiren yıldıza doğru yönelirler. Doğal olarak bu tür kuyruklu yıldızların yörüngeleri 100.000'lerce yıl olabilir. Bu özelliklerinden dolayı Oort Bulutu, "donmuş kuyruklu yıldızların deposu" olarak da anılır. İlk olarak 1932'de Ernst Öpik, bir kuyruklu yıldız deposunun varlığından söz etmiştir. 1950'de Jan Hendrik Oort, çok uzak bir gezegenden gelen kuyruklu yıldızlardan söz etmiştir. Bulut'taki tahmini kuyruklu yıldızların sayısı 10 ile 10 (100 milyar ile 1000 milyar)'dır. Tahmini toplam kütlesi 10 gm'dır. 100.000 AB yarıçaplı bir bulut yörüngesinin yaşam süresi ise, 1,1 milyar yıl tahmin edilmektedir. Oort Bulutu'nun iki ayrı bölgeden oluştuğu düşünülmektedir. Küre şeklindeki dış Oort Bulutu ve disk şeklindeki iç Oort Blutu veya Hills Bulutu. 1932'de Estonyalı astronom Ernst Öpik, uzun dönemli kuyruklu yıldızların Güneş Sistemi'nin en dış kenarında yörüngede bir buluttan geldiğini ileri sürdü. Hollandalı astronom Jan Oort, 1950'de bu fikri bağımsız olarak bir çelişkiyi çözmek için uğraştı. Güneş Sisteminin varlığı boyunca, kuyruk yıldızlarının yörüngeleri kararsızdır ve sonunda dinamikler, bir kuyruklu yıldızın Güneşle veya bir gezegenle çarpışması veya başka şekilde Güneş Sistemi'nden gezegensel dalgalanmalar yoluyla atılması gerektiğini belirtir. Dahası, uçucu kompozisyonu, Güneş'e defalarca yaklaştıkça, kuyruklu yıldız bölünür veya daha fazla gaz çıkmasını önleyen bir izolasyon kabuğunu geliştirene kadar radyasyon yavaşça uçucu maddeleri kaynatır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (kısaca KKTC) veya Kuzey Kıbrıs, Akdeniz'de bulunan en büyük üçüncü ada ve Anadolu yarımadasının 65 km güneyindeki Kıbrıs adasının kuzey kısmında yer alan de facto bağımsız devlet. Bağımsızlığı Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmaz. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi kuruluşlar ve uluslararası toplum tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Türkiye işgali altındaki toprağı olarak nitelenir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne uluslararası toplum tarafından ekonomi, ulaşım, spor gibi alanlarda ambargolar uygulanır. Ambargolardan dolayı ekonomik olarak Türkiye'ye bağımlı hale gelmiştir. Varlık süresi boyunca Türkiye tarafından ekonomik, siyasi ve askerî olarak desteklenmiştir. 2010 yılı itibarıyla 2.66 milyar TL olan devlet bütçesinin %32.6'sını Türkiye'nin ekonomik yardımları oluşturur. Buna karşın 2001 yılından itibaren ekonomide hızlı bir büyüme yaşanmış; ancak ülke 2000'li yılların sonlarından itibaren ekonomik sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. Tarihi boyunca birçok ulusun egemenliği altına giren Kıbrıs MÖ 1500 yılı civarında Antik Mısırın, MÖ 1320 yılı civarında Hititin ve MÖ 1200'li yıllarında tekrar Mısırın, MÖ 1000 yılı civarından Fenikelilerin ve MÖ 709'da Asurluların egemenliği altına girdi. MÖ 669'da bağımsızlığını kazandıysa da tekrar Mısır firavunu Amasis tarafından alındı. MÖ 545'te Pers Ahameniş İmparatorluğu'na geçti ve MÖ 333'te İssus Muharebesinde Persleri yenen Büyük İskender'in egemenliği altında özerklik tanındı. Bu tarihten sonra adada Yunan kültürü önem kazandı. MÖ 58 yılında ada Roma İmparatorluğunun bir vilayeti haline geldi ve 350 sene boyunca Roma İmparatorluğu kontrolünde kaldı. 395’te, Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası olan adada halk Putperestlikten yavaş yavaş Ortodoksluk mezhebine geçti. 1191 yılında Aslan Yürekli Richard Üçüncü Haçlı Seferi sırasında adaya yerleşti ve daha sonra adayı Tapınak Şövalyeleri’ne sattı. 1192 yılında adayı satın alan Guy de Lusignan ve soyu 1489'da Venediklilerin adayı alışına kadar Kıbrıs'ı kontrol ettiler. Kıbrıs'ta Venedik Cumhuriyeti hakimiyeti, 26 Şubat 1489'da başladı. O dönemde adanın hakimi olan Lüzinyan kralı, Katerina Kornaro adlı bir Venedik soylusuyla evlendi. Kral ölünce, ada Venediklilere kaldı. Adayı yöneten Venedikli, Mağusa'da ikamet etmekteydi. Venedikliler döneminde askeriyeye önem verilmiş, Mağusa'nınki başta olmak üzere kaleler sağlamlaştırılmıştı. Lefkoşa Surları ise 8 milden 3 mile indirilerek yeniden yapılmıştır. Fetihden önce Kıbrıs, Doğu Akdeniz'deki Osmanlı Devleti'ne ait gemilerine akın yapan Hristiyan korsanlarının sığınağı haline gelmiştir. Bu korsanlar genellikle deniz ticaret gemilerine ve hacca giden yolculara saldırarak buradaki yol güvenliğini yok etmektedir. Bu gibi nedenlerden dolayı Kıbrıs'ın alınması gerekli görülmüştür. Kıbrıs, II. Selim'in hükümdarlığı esnasında, Lala Mustafa Paşa komutasındaki ordu ve Piyale Paşa komutasındaki donanma tarafından, 1 Temmuz 1570'te başlayıp, 1 Ağustos 1571'de Mağusa'nın fethedilmesiyle Osmanlı idaresine girdi. Kıbrıs'ın fethiyle Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz'e tamamen hâkim olmuştur. 15 Eylül 1570 tarihinde Lala Mustafa Paşa, tören ile Lefkoşa şehrine girmiştir. Kıbrıs fethedildiği tarihte adada çok az sayıda Ortodoks Rum vardı. Çünkü Venedikliler Katolik idi ve Ortodoks Kilisesi'ne yaşama hakkı tanımıyordu. Osmanlı Devleti Ortodokslara serbestçe kil
ise kurma ve gelişme imkânı sağladı. Böylece adada Ortodoks Kilisesi gelişti ve Katolik Kilisesi etkinliğini kaybetti. 1571 yılında Kıbrıs'ta yapılmış bulunan nüfus sayımında yerli halkın nüfusu 150.000'dir. Burada bulunan Türk askeri ise 30.000 kadardır. Fethin ardından Karaman'dan adaya göç ettirilen Türkler, adanın ilk Türk sakinleridir. Bugün adada yaşayan Kıbrıs Türkleri'nin (Kıbrıs Harekâtı'ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti'nden gelenler hariç) soyu bu Osmanlı idaresinde adaya gönderilen Türklerden gelmektedir. 93 Harbi'nde Rus İmparatorluğu karşısında yenilen Osmanlı, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, Birleşik Krallık'ın isteği üzerine ada 92.799 sterline kiralanmıştır. Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen Birleşik Krallık'a geçti. Birleşik Krallık adayı "Komiser" diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmiştir. 1914'te başlayan I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya'nın yanında savaşa girmesi üzerine Birleşik Krallık adayı ilhak edip adaya vali tayin etti. 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi gereğince, Birleşik Krallık'a ilhakı tanındı. 1925 yılında Kıbrıs kraliyet kolonisi olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı. Ekim 1931'de itibaren Rumlar Enosis isteğiyle ayaklandı, Rumlar'ın Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık'ın politikası sertleşti. Yunan ve Türk tarihinin okutuması, iki ülkenin bayraklarının kullanılması ve Yunan ya da Türk ulusal kahramanlarının resimlerinin sergilenmesi yasaklandı. Türk topluluğu Enosis’e karşı olduğunu açıkladı. 1943 yılında Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK) kuruldu. Fakat KATAK'ın faaliyetini yetersiz bulan Fazıl Küçük KATAK'tan ayrılmış ve 23 Nisan 1944'te Kıbrıs Millî Türk Halk Partisi (KMTHP)'ni kurmuştur. II. Dünya Savaşı’nın ardından kolonilerin tasfiyesi eğilimi yaygınlaşınca, 18 Ekim 1950'de Kıbrıs Rum Ortodoks liderliğine III. Makarios seçilmiştir. Yunanistan Hükûmeti 1954'te Birleşmiş Milletler’e ulusların kendi kaderlerini tayin haklarının (Self-determinasyon) Kıbrıs için de uygulanması yolunda başvuruda bulundu. Türkiye'nin karşı çıktığı bu istek Birleşmiş Milletler'ce reddedildi. EOKA 1 Nisan 1955’te adada faaliyete geçti. Rumlar arasında Enosisçi-Anti Enosisçi çatışması başladı. Türkiye ilk kez sorunda taraf olmayı kabul etti ve 29 Ağustos’ta Londra’da Birleşik Krallık ve Yunanistan’ın katıldığı toplantıda, Türkiye de temsil edildi. 15 Kasım 1957'de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. 1958 yılında gündeme gelen MacMillan Planı'na göre Kıbrıs’ın İngiliz Milletler Topluluğu içinde kalmasına ama Türkiye ve Yunanistan'la da bağlara sahip olmasına karar verildi. 1960'ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinde her iki toplum da nüfuslarına göre her kurumda yeterli temsil hakkına sahipti. Fakat Kıbrıs Cumhuriyeti cumhurbaşkanı III. Makarios 30 Kasım 1963’te 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sundu. Bunlar arasında anayasanın değişmez maddeleri, Kıbrıs Türk'ü olan Başkan Yardımcısının veto hakkının ortadan kaldırılması, Temsilciler Meclisinde ayrı çoğunluklar ilkesinin ortadan kaldırılarak kararların basit çoğunlukla alınması, ayrı belediyelerin ortadan kaldırılması gibi maddeler de bulunmaktaydı. ABD Başkanı Kennedy, Makarios’a bundan vazgeçmesini önerdi ve Türkiye değişiklikleri kabul etmeyeceğini bildirdi. Kıbrıs Türkleri'nin de reddi üzerine Kıbrıs Rumları, 21 Aralık 1963’te Kıbrıs Türklerine karşı ada çapında katliam başlattı. 21 Nisan 1966 tarihli "Patris" gazetesinde yayınlanan "Akritas Planı"na göre Türk halkı sindirilerek ada Yunanistan'a bağlanacaktı. 1967’de Rum saldırıları tekrar başladı. Yunanistan Ordusu'nun 15 bin askeri, gayri resmî olarak adaya yerleştirildi. Türklere karşı sürdürülen sindirme politikasının durdurulması için Türkiye ve Yunanistan başbakanları arasında düzenlenen toplantı bir sonuç vermeyince, Türkiye askerî müdahalede bulunacağını açıkladı. TBMM hükûmete müdahale yetkisi verdi. Türk uçakları Kıbrıs üzerinde uçmaya başladı. Donanma ve çıkarma birlikleri harekete geçti. ABD’nin arabuluculuğuyla Yunanistan birliklerinin geri çekilmesi sağlanınca, Türkiye harekâtı durdurdu. Yunanistan'ın askerleri üç Türk köyünden geri çekilirken arkalarında 24 ölü bıraktılar . 1964’ten beri Türkiye’de bulunan Rauf Denktaş gizlice adaya gitti. Denktaş, Yunanlarca tutuklandı ama Türkiye ve ABD’nin itirazı üzerine iade edildi. 1970'li yılların başlarında Yunanistan'ı kontrol eden askerî cunta yönetimi, II. Makarios'un tutumları ve enosisin yolunda ilerleme olmamasından dolayı memnun değildi. Cunta, 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Ulusal Muhafız Birliği'ne bu birliğin komutanının görevinden alınmasını ve adanın kontrolünü Yunan subayların bulunduğu bu birliğin almasını istedi. Birlik aynı gün Lefkoşa'daki Başkanlık Sarayı'nı bastı ve II. Makarios görevden alındı. Nikos Sampson yeni hükûmetin devlet başkanı olduğu dünyaya ilan edildi. Her ne kadar milliyetçi Rumlar tarafından darbe yapılsa da Yunanistan ile birleşmedi, Kıbrıs'ın bağımsızlığı devam etti ve bağımlı bir yönetim olmadı. Türkiye Cumhuriyeti, gerçekleştirilen darbe nedeniyle Zürih ve Londra Antlaşması'nın IV. maddesine istinaden gerçekleştirdiğini savunarak 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs'a karadan ve havadan harekât başlattı. Türk birlikleri, adaya indikten kısa bir süre sonra adanın büyük şehirlerinden bir olan Girne'ye girdi. Başkent Lefkoşa'ya doğru ilerlemeye başladı. 22 Temmuz'da taarruz sonucunda Türk birlikleri önce Girne’ye girdi, daha sonra da başkent Lefkoşa’ya yöneldi. Ateşkes başlamadan Girne-Lefkoşa hattı birleşti. Geçici ateşkes ilan edildiyse de Rum birliklerinin bu ateşkes kurallarına uymaması sonucu 13 Ağustos'ta Türk birlikleri tekrar ilerlemeye başladı. Türk birlikleri 14 Ağustos'ta başkent Lefkoşa'ya, 15 Ağustos'ta Lefke ve Mağusa'ya girdi. Uluslararası baskılar sonucunda ateşkes ilan edildi ve adanın %37'si Türkler'in kontrolüne geçti. 170.000 civarındaki Kıbrıslı Rum kuzeyde bulunan evlerinden göç ettirildi, 50.000 Kıbrıslı Türk ve daha sonra da Türkiye'nin teşviki ile Türkiye'den gelen göçmenler ise bu evlere yerleştirildi. Kıbrıs Harekâtı sonrasında 1976'da Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştur. 15 Kasım 1983'te Kıbrıs Türk Federe Devleti meclisi Self-determinasyon hakkını kullanarak oybirliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etmiştir. KKTC'nin kuruluş bildirgesini kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş okudu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan’ın ve pek çok devletlerin yanı sıra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin de tepkisini çekti. Güvenlik Konseyi, 18 Kasım’da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. 13 Mayıs 1984’te de Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı. Kıbrıs Sorunu, dünyanın gündemine girdiğinden beri başta Birleşmiş Milletler bünyesindeki çalışmalar olmak üzere adanın birleştirilmesi gayesi ile birçok faaliyet yürütülmüştür. Fakat bunlardan bir sonuç alınmamıştır. Bunlardan biri olan 2004 Annan Planı referandumu da Kıbrıslı Türklerin "kabulü" ve Rumların "hayırı" ile gerçekleşmemiştir. 1 Mayıs 2004’te Kıbrıs Cumhuriyeti tüm adayı temsilen Avrupa Birliği’ne girmişlerdir. Toprakları kuzeyde Dipkarpaz, batıda Güzelyurt, güneyde de Akıncılar'a doğru yayılır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları arasında Birleşmiş Milletler'in kontrolünde tampon bölge bulunmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin önemli yerleşim yerleri, başkent Lefkoşa, Girne, Gazimağusa, Güzelyurt ve İskele'dir. KKTC, etkisinde bulunduğu Akdeniz ikliminden dolayı fazla yağış almaz. Genellikle sıcak ve kuraktır. Kıbrıs'ın sahil kıyıları, aşağı yukarı yüz milyon senedir Chelonia mydas ve Caretta caretta kaplumbağaları tarafından ziyeret edilmektedir. Bu canlılar yumurtlamak için Mayıs ve Ağustos ayları arasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kumsallarına gelmektedirler. Adanın kuzeyinde doğal mağaralar da bulunmaktadır. Sarkıt ve dikitleri ile İncirli Mağarası, İnönü’deki Sütünlu Mağara, olmak üzere 85 adet civarındaki doğal mağara bulunmaktadır. KKTC'nin karasal ve denizaşırı komşuları yönlerine göre aşağıda gösterilmiştir: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti resmî adı ile Türkiye haricinde tanınmamaktadır. Bağımsızlık ilanından sonra Pakistan ve Bangladeş de KKTC'yi tanıdığını ilan etse de uluslararası baskılar sonucunda bundan vazgeçmişlerdir. 1992’de Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Meclisi'nin yetkisi olmadığı halde KKTC’nin tanınmasına ilişkin karar aldığına dair bilgi aktarılmaktadır. Azerbaycan-Kuzey Kıbrıs arasındaki ilişkiler aralarına Türkiye'yi de katarak "bir millet, üç devlet" anlayışının gelişmesine ve bu anlayışın söz konusu ilişkilere yön vermesine yol açmış olsa da Azerbaycan KKTC'yi resmen tanımamaktadır. Haziran 2004'te İslam Konferansı Örgütü dışişleri bakanları "Kıbrıs Türk Toplumu" sıfatıyla gözlemci olarak katılan KKTC'nin Annan Planı'nda kullanılan "Kıbrıs Türk Devleti" tanımıyla katılmasını kararlaştırmışlardır.. 29 Nisan 2004 tarihinde Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından kabul edilen 1376 sayılı kararda "Kıbrıs Türk toplumu seçilmiş temsilcilerinin" AKPA çalışmalarına katılabilmelerine imkân verilmesine karar verilmiştir. Bu karar doğrultusunda Kıbrıslı Türkler AKPA'da temsil edilmeye başlamış ve asamble toplantılarına 2 temsilci ile gözlemci statüsünde katılmaktadır. 2005'te Gambiya, Batı Afrika ülkesinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni diplomatik ilişkiler kurmaya hazır olduğunu açıklamıştır. 2008'de Katar'da "KKTC Ticaret ve Turizm Ofisi" adıyla temsilciliğini açmıştır. 2004 Nisan'ında yapılan Annan Planı referandumundan bugüne uluslararası camia KKTC ile var olan ilişkilerini iyileştirmeye başladı. Avrupa Birliği'nin genişlemesi'nden sorumlu üyesi Günter Verheugen raporunda bu şartlar göz önünde tutulursa AB ülkelerinin KKTC'de temsilcilikler açabileceklerini söyledi. AB KK
TC'ye 259 Milyon Euro yardım taahhüt etti. Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından engellenmeye çalışan bu yardımı KKTC direkt olarak almak istemektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat görevi sırasında dünya liderleri ile görüşmelerine devam etti. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Birleşik Krallık eski Dışişleri Bakanı Jack Straw ile görüşmelerde bulundu. Ayrıca 2006 Ağustos'unda eski Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref tarafından Cumhurbaşkanı sıfatı ile ağırlandı. 5 Mayıs 2010'da, Kuzey Kıbrıs'ı temsilen Kıbrıs Türk Ticaret Odası, Avrupa Küçük Ölçekli İşletmeler Birliği'ne (ESBA) tam üye oldu. Ekim 2011'de Libya, KKTC ile işbirliği protokolü imzaladı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yarı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Cumhurbaşkanı aynı zamanda devlet başkanı, başbakan ise hükümetin başkanıdır. Ülkede çok partili demokratik bir rejim vardır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından kullanılmaktadır. Yasama yetkisi ise KKTC Cumhuriyet Meclisi'ne aittir. KKTC Cumhurbaşkanı halk tarafından, 5 yıllık süre için seçilir. Bu görevi 30 Nisan 2015'ten beri Mustafa Akıncı yürütmektedir. 50 kişiden oluşan Cumhuriyet Meclisi halkın oylarıyla seçilmektedir. 2018 genel seçimlerinde Ulusal Birlik Partisi (UBP) birinci parti çıksa da, Cumhuriyetçi Türk Partisi, Halkın Partisi, Toplumcu Demokrasi Partisi ve Demokrat Parti Tufan Erhürman başbakanlığındaki bir koalisyon hükûmeti olan 22. hükûmetle ülkeyi yönetmektedir. ABD merkezli Freedom House kuruluşu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni "özgür" olarak nitelemektedir. Lefkoşa, Gazimağusa, Girne, Güzelyurt, İskele ve Lefke olmak üzere 6 ilçeye ayrılmaktadır. Her ilçeye Kaymakam atanmaktadır. KKTC'nin Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı (G.K.K.) adında tümen seviyesinde bir askeri birliği vardır. G.K.K.'nda 18 ile 40 yaşları arasında zorunlu askerliğe alınmış 4000 kadar personel bulunmaktadır. Bunun yanında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 11. Kolordu'su Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı (K.T.B.K.) yerleşmiş durumdadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti uluslararası camiada tanınmamasından dolayı ekonomik olarak Türkiye'den yardım almaktadır. Tedavüldeki para birimi Türk Lirası'dır. KKTC'nin neredeyse tüm ithalat ve ihracatı Türkiye üzerinden gerçekleştirilir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ekonomisi kamu sektörü dahilinde ticaret, turizm ve eğitimle beraber tarım ve imalat sanayinden oluşmaktadır. KKTC'deki kişi başına düşen millî gelir şöyledir: Uluslararası telefon kodu olan +90 392'dir. İnternet alan adı .ct.tr'dir. Dünya Posta Birliği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni müstakil bir devlet olarak tanımadığından postalarda "Mersin 10 Turkey" posta kodu ile gönderilir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne Türkiye hariç direkt uçak seferi düzenlenmemekte, Ercan Uluslararası Havalimanı ve Geçitkale Havaalanı sadece Türkiye ve Azerbaycan tarafından yasal havaalanı olarak tanınmaktadır. 1974 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin limanlarının, tüm dünya gemilerine kapatıldığını ilan etmiştir. Türkiye bu ilanı tanımamış ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti limanlarını serbest ulaşıma açmıştır. 1745-1814 döneminde, Müslüman Türk Kıbrıslılar, Kıbrıs adasında Hristiyan Rum Kıbrıslılara karşı çoğunluğu oluşturmaktaydı (bu dönemde, Türk Kıbrıslıların sayısı ada nüfusunun %75'ine kadar çıktı) (Drummond, 1745: 150.000'e 50.000; Kyprianos, 1777: 47.000'e 37.000; De Vezin, 1788-1792: 60.000'e 20.000; John M. Kinneir 1814: 35.000'e 35,000) Nüfusu 2013 genel nüfus sayımına göre 286.257 olup yerli Kıbrıs Türkleri ve Türkiye'den gelen göçmenler olmak üzere iki esas zümreden oluşur. Bu zümreler dışında Türkiye'den ve kısmen diğer ülkelerden işçi statüsünde çalışmak üzere gelenler yaşamaktadır. Az sayıda Rum ve Maruni (Kıbrıs ağzında Maronit) doğuda Dipkarpaz, köyünde, kuzeyde Koruçam (Kormacit) ve Karpaşa köylerinde yaşamaktadır. Adadaki Latin kökenli Müslümanlara ""Linobamvaki"" denir. Kıbrıs Türkleri'nin bir kısmı 1955 yılından itibaren siyasi ve ekonomik sebeplerle ülke dışına göç etmişlerdir. Özellikle Birleşik Krallık, Avustralya ve Türkiye Kıbrıs'tan büyük oranda göç almıştır. Ülkeye uygulanan ekonomik ambargolar nedeniyle üçüncü ülkelere yapılan ticarette büyük zorluklar çekilmesi ülke dışına yapılan göçlerin zaman içerisinde devamlılık kazanmasına yol açmıştır. Yaz döneminde Türkiye ve diğer ülkelerden gelen turistler günlük nüfusun artmasına yol açmaktadır. Resmî dili Türkçedir. Bununla beraber halkın konuştuğu dil Türkiye Türkçesinin Kıbrıs ağzıdır. Yazı dilinde 1940'lardan itibaren Latin harfleri kullanılmaktadır. Kıbrıs ağzında Türkiye Türkçesinde kullanılmayan veya farklı anlam taşıyan bazı kelimeler bulunmaktadır. Örneğin "ayakça" (pedal) ve "macun" (reçel). Günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti nüfusu 2011 yılı itibarıyla 286.257'dir. Çeşitli kaynaklarda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki Müslüman nüfus oranının %98,71 ile %99 oranında yer aldığı belirtilmektedir. %0,5 oranındaki halkın Ortodoks Hristiyan, %0,2 oranında halkın Maruni Hristiyan, geriye kalanların ise diğer dini inançlarının bulunduğu belirtilmiştir. Müslüman nüfus geleneğe bağlı olarak Sünni inancın Hanefi mezhebine bağlıdır. Din İşleri Dairesi Müslümanların dinî ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmaktadır. Din hizmeti veren personelin bir kısmı Türkiye'den sağlanmaktadır. Nüfusunun çok az kısmını oluşturan Ortodoks Rumlar ve Katolik Maruniler de bulunmaktadır. Frenk (1192-1489) ve Venedikler (1489-1571) Rum Ortodoks Kilisesinin dinsel özgürlüğünü ortadan kaldırıp yerine Latin kilisesinin kurallarını uyguladılar. Osmanlılar, adada varolan tüm dinlere karşı saygı ve hoşgörü göstermiştir. Birçok Rum Ortodoks Kilisesi Frenk ve Venedik döneminde yıkılmaya yüz tutmuştu. Osmanlı yetkilileri bunların kullanım için tamirine ve düzeltilmesine yardımcı oldu. Rum Ortodoks Kilisesine ayrıca dinî binalara ek olarak toprak ve bağımsızlığını sürdürebileceği tam bir özgürlük verildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eğitim sistemi genel olarak üç bölüm olarak değerlendirilir; bunlar temel eğitim, orta eğitim ve yüksek öğretimdir. Ülkede 5 yaşından 15 yaşına kadar süren zorunlu temel eğitim, ücretsizdir. Bu bölümde anaokulu, ilkokul ve ortaokul eğitimi bulunur. Kreş ise temel eğitime dahil olmasına rağmen zorunlu değildir. Zorunlu temel eğitim dönemi bittikten sonra orta eğitim dönemi başlar. Bu dönem zorunlu olmayıp süresi değişebilmektedir. Liseler ve meslek liselerinde eğitim üç yıldır. Kolejlerde, güzel sanatlar liselerinde ve çıraklık eğitiminde, eğitim dört yıllıktır. Orta eğitimden sonra yüksek öğrenim dönemi gelmektedir. Bu dönemde ise lisans, lisansüstü ve doktora eğitimi verilir. 18 veya 19 yaşında orta eğitimi bitiren öğrenciler, isteğe bağlı olarak yüksek öğrenime devam edebilirler. Ülkede 2009 yılı itibarı ile okul öncesi, ilkokul ve ortaokul düzeyinde eğitim alanların oranı %100, lise düzeyinde eğitim alanların oranı %78, üniversite düzeyinde eğitim alanların oranıysa %74'tür. Yüksek öğretim temel olarak üniversitelerde yürütülmektedir. Bu üniversitelerin tümü özel üniversite statüsündedir. Yurtdışından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üniversitelerine başvuran öğrenci sayısında sürekli olarak artış görülmektedir. Bazı Kıbrıs Türkleri öğrenimlerini yurtdışında özellikle Türkiye’de yürütmeyi tercih etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde yüksek öğrenim gören Kıbrıs Türkü öğrenci sayısı 9,414 iken yurtdışında öğrenim gören Kıbrıs Türkü öğrenci sayısı 1,631’dir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde öğrenim gören yabancı öğrencilerin 14,624 kişi gibi büyük çoğunluğu Türkiye’den olmakla beraber, Orta Doğu ülkelerinden 1,896 kişi gelmektedir. Üniversitelerin çoğu yüksek lisans ve doktora programları gibi yüksek lisans olanakları sağlamaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki Yakın Doğu Üniversitesi, Girne Amerikan Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kuzey Kıbrıs Kampüsü, Lefke Avrupa Üniversitesi, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi, Girne Üniversitesi, Kıbrıs Sağlık ve Toplum Bilimleri Üniversitesi'nde toplamda 47,000'den fazla öğrenci vardır. DAÜ, uluslararası tanınmış bir yükseköğretim kurumu olup, 35 ülkeden 1000 fakülte üyesine sahiptir; 68 ülkeden 15000 öğrencisi vardır. Bu 6 üniversite, Türkiye'deki YÖK tarafından denkliği onaylanmıştır. DAÜ ve YDÜ, Avrupa Üniversiteler Birliği'nin tam üyesidir. DAÜ, Akdeniz Üniversiteler Topluluğu'nun, İslam Dünyası Üniversiteleri Federasyonu'nun ve Uluslararası Üniversiteler Birliği'nin tam üyesidir. Türkiye'deki üç üniversite (İstanbul Teknik Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi, Gazi Üniversitesi) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde kampüs açacaklardır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilk üniversitesi olan Girne Amerikan Üniversitesi, Birleşik Krallık'ta Canterbury'de 2009 yılında kampüs açmıştır, bu kampüs İngiliz Akreditasyon Konseyi tarafından 2010 yılında denkliği kabul edilmiştir. Ayrıca Girne Amerikan Üniversitesi'nin, Amerika'da, Singapur'da, Türkiye ve HongKong'da kampüsleri bulunmaktadır. 13 Ağustos 2010'da, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Eğitim Bilimleri Derneği (KEB-DER) Avrupa Eğitim Araştırmaları Birliği'ne tam üye olmuştur. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde zamanla birçok müzik grubu ve sanatçı çıkmıştır. Bunlar genelde klasik müzik, opera, pop, Türk sanat müziği, Türk halk müziği, rap gibi müzik türlerini gerçekleştirirler. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye'de faaliyet gösteren birçok Kıbrıs Türkü sanatçı vardır. Bunlardan önde gelenleri şunlardır: Rüya Taner, Ziynet Sali, Işın Karaca, Babutsa, Koray Çapanoğlu, Kıbrıs Müzik Yolcuları, Grup SOS, Fikri Karayel, Buray Hoşsöz. Kıbrıs Türk mutfağı, Türk mutfağı ve Kıbrıs Rum mutfağı ile benzerlikler göstermektedir. Bu çerçevede şeftali kebabı ve pilavuna gibi yemekler, molehiya, keçi peyniri hellim kızartması, hellimli, tatlı olarak da reçel ya da meyve şekerlemesi diye nitelenebilecek "macun" anılabilir. Özellikle fotoğrafçılık, heykelcilik (heykeltıraşlık), resim v.b. görsel s
anatlar gelişmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, kendisine uygulanan ambargolar yüzünden spor alanında uluslararası organizasyonlara üye olamamaktadır. Ülkede kurulmuş olan Millî Olimpiyat Komitesi, Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından tanınmamaktadır. Başta futbol olmak üzere tüm dallarda KKTC takımlarının uluslararası arenada mücadele etmesi Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti tarafından engellenmektedir. Bazı Kıbrıs Türk sporcular bu nedenle Türkiye ve Rum takımlarında forma giymektedir. Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu, NF-Board'un kurucu üyelerindendir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde basın özgürlüğü, Anayasa’nın 26. maddesince garanti altına alınmıştır. Bu maddeye göre basın ve duyuru hakkı tüm vatandaşlar için serbesttir ve sansür uygulanamaz. Bayrak Radyo Televizyon Kurumu (BRT) kamu yayıncılığı yapmakta olup Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilk televizyon kanalıdır. BRT 1 ve BRT 2 adında iki televizyon kanalının yanında beş adet de radyo ile kamusal yayıncılık yapmaktadır. Türk Ajansı Kıbrıs (TAK) bir devlet kurumu olarak haber ajansı faaliyeti yürütmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde altısı yerli üçü yabancı toplam dokuz haber ajansı, on üç günlük gazete, dört haftalık dergi, dört aylık dergi, altı televizyon kanalı ve yirmi bir radyo kanalı faaliyetlerine devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde TRT de izlenebilmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin en büyük gelirlerinden biri olan turizmin ülkede büyük bir yeri vardır. Ülke iklimi tüm yıl boyunca tatil için olanaklar sağlar. Yağışlar Aralık ve Ocak aylarında yoğunlaşıp ortalama deniz sıcaklığı altı ayı aşkın bir süre 20 °C dir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bahar aylarında saran yabani çiçekleriyle ve havayı dolduran portakal, limon ve greyfurt çiçeği kokularıyla ünlüdür. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sahilleri yüzmek için Akdeniz'in elverişli ve güvenli, mekânlarındandır. Çoğu tatil tesislerinin modern yüzme havuzları yanında, doğu Akdeniz'in serin suları için güzel sahilleri bulunur. Adanın iç kesiminde, Beşparmak Dağları güneyinde, geniş Mesarya ovası, Ercan Havalimanı ve ülkenin başkenti Lefkoşa bulunmaktadır. Lefkoşa şehrinin tarihi merkezi etrafı 5.5 km uzunluğunda şehir duvarı ile çevrilidir ve bu duvar hâlâ sağlamdır. Girişteki kapı Osmanlılar tarafından yapılmıştır. Doğu sahili boyunca tarihî, gelişmiş Gazimağusa kenti ve onun yanında Salamis antik kenti yer alır. Adanın en büyük yarımadası olan Karpaz yarımadası yeşil kaplumbağaların yumurtlama mekânıdır. Burada özel alanlar vardır ve giriş çıkış yasaktır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde gezilecek yerler arasında Lefkoşa, Venedik Sütunu, Girne Kapısı, Selimiye Cami, Yeşil Hat, Girne Eski Liman, Girne Kalesi, Bellapais Manastırı, St. Hilarion Kalesi, Gazimağusa şehri ve tarihi Gazimağusa Limanı, St. Barnabas Manastırı, Kertikli Hamamı, Namık Kemal Müzesi, Salamis Harabeleri, Othello Kalesi, Lala Mustafa Paşa Camii, Karpaz yer alır. Egzotik Kıbrıs mutfağı, kendi tarihî ve deniz kültürünü yansıtması yanında, doğu ve batı kültürünün de ortak bir sentezidir. Ülkede 2009 yılı itibarı ile 119 turistik konaklama tesisi, 15 diğer konaklama tesisi, 144 turizm ve seyahat acentesi, 25 casino ve 250 turistik restoran bulunmaktadır. Ülkedeki rehber sayısı 1192'dir. Toplam 9224 kişi turizm sektöründe çalışmaktadır. "Resmî web siteleri" "KKTC tanıtım siteleri" "KKTC Dış Temsilcilikleri" George Orwell George Orwell, asıl adı ile Eric Arthur Blair (d. 25 Haziran 1903, Bihar; ö. 21 Ocak 1950, Londra), 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother ("Büyük Birader") kavramı ile tanınır. Eserlerinde yer alan netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe karşı farkındalık ve totalitarizme karşı duruşu onun imzası niteliğindedir. Orwell'in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunmuş; kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur. Gençlik döneminde Fransa'da bulunmuş, türlü mesleklerde çalışmış, para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk yapıtlarını kaleme aldığı yıllarda yakasını bırakmamıştır. Orwell'in ilk romanı, otobiyografik olup olmadığı halen tartışma konusu olan "Paris ve Londra'da Beş Parasız"'dır. 1933 yılında yayınlanmış olan bu eserde olaylar, ismi asla zikredilmeyen bir karakterin ağzından aktarılmaktadır. Eserin kahramanı Paris'te İngilizce kursu vermek üzere bulunan, öğrencilerinin dersleri türlü bahanelerle bırakmasından sonra ise işsiz ve meteliksiz kalan genç bir adamdır. Günler boyunca açlık çeken, sokakta sabahlayan, sonunda önce otel mutfağında, ardından da bir restoranın bulaşıkhanesinde iş bulan baş karakter, sonunda zihinsel engelli bir çocuğun eğitmenliğini üstlenerek Londra'ya gider. Ne var ki talihsizlik ve yokluk, burada da peşini bırakmaz. İşvereni olan ailenin tatile çıktığını öğrenir, onların dönüşünü yersiz yurtsuz bir serseri olarak, yollarda aç bilaç taban teperek, güçsüzlere ayrılmış yatakhanelerde sabahlayarak geçirmeye zorlanır. Avrupa'nın iki büyük başkentini toplumun en alt basamağındaki bir kişinin gözünden betimleyen eserden sonra "Burma Günleri" (1934) ve pek fazla beğenilmeyen "Papazın Kızı" (1935) gelir. Orwell'in edebi hayatındaki ikinci kilometre taşı, daha sonra kaleme alacağı "Daralma" ile pek çok ortak noktası bulunan "Keep the Aspidistra Flying" (Zambak Solmasın) adlı romandır. Orwell bu eserde kendisinin de bir parçası olduğu, dar gelirli ortadireğin yaşantısına ayna tutar; bu sınıfa mensup olanların hayatını adım adım kurutup manasızlaştıran, umutlarını ve hayallerini teker teker öldüren geçim derdine ve tekdüzeliğe isyan eder. 1937 yılında Orwell maden işçilerinin hayatına dair bir araştırma olan "Wigan Pier Yolu"'nu kaleme alır. Ne var ki yazıları, bu tarihten sonra bir süreliğine kesintiye uğrayacaktır; çünkü güneyde, İspanya'da savaş davulları çalınmaya başlanmıştır. Orwell, İspanya'da darbe girişiminde bulunan, Hitler ile Mussolini'nin de desteğini alan Franco'ya karşı çarpışacak gönüllülere katılarak İspanya'ya gider. Savaşa dair anılarını daha sonra "Katalonya'ya Selam" adlı eserinde aktaracaktır. Orwell’in ölümünün ardından evrakı arasında bulunan notlarda İspanya’ya ilk gidişini şu şekilde anlatır; Orwell gördükleri karşısında çok etkilenir: Darbecilerle çatışan devrimci örgütler, özellikle de sosyalistler ve anarko-sosyalistler İspanya'da yepyeni bir düzen kurmuş gibidir. Fuhuş ortadan kaldırılmış, dilenciler sokaklardan çekilmiştir. Piyasadaki pek çok mal ihtiyaç sahiplerine parasız dağıtılmaktadır. Yeni sistem sosyal hayatın her detayını etkilemektedir: Artık hiç kimse "senyör" gibi, karşıdaki kişinin üstün olduğunu ima eden sözcükleri telaffuz etmemektedir ve bahşiş bırakmak yasaktır. Orwell cepheye gider, bir keskin nişancının attığı mermiyle gırtlağından vurulur. Ölümden kıl payı kurtularak cephe gerisine gönderilir ve İspanya'ya ilk geldiğinde gördüğü düzenin tamamen ortadan kaldırılmış olduğuna tanık olur. Kanaatine göre bu durum sadece İspanyol burjuvazisinin değil, Avrupa'da zamansız bir sosyal devrim hareketinin başlamasını "faşizme karşı birleşik cephe" politikaları açısından sakıncalı bulan Stalin'in de eseridir. Kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği ile yakın bağları bulunan İspanyol Komünist Partisi bir siyasi temizlik hareketine girişir. POUM (Marxist İşçi Birlik Partisi) yasadışı ilan edilir, yabancı uyruklu birçok asker tutuklanır veya -Orwell gibi- ülkeyi terk etmek zorunda kalır. 1930'lar İngilteresinde 'sınıf atlama özlemini'ni bir kara mizah ile eleştirmektedir. Aspidistra, sınıf atlama özentisi içindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri, evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür. Bir reklam ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, kapitalizmin yutturmacası olarak gördüğü reklamcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu yaşamından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır; ama romanın beklenmedik sonunu yine sevgilisi yaratmaktadır. İspanya'daki "ihanete uğramış devrim" tablosu Orwell'i derinden sarmıştır. Ancak en meşhur yapıtları olan Hayvan Çiftliği'nin ve 1984'ün sırf Stalin'i yermek için kaleme alındığını iddia etmek mevzuyu haddinden fazla basitleştirmek olacaktır. Orwell yazarlığa başladığı günlerdeki çizgisinden sapmış değildir: Nasıl ki ilk eserleri kendi tecrübelerinden izler taşıyor, ancak her toplumu ve çağı ilgilendiren meseleleri de işliyorsa; savaş sonrası yapıtları da yalnızca Franco'nun, Hitler'in, Stalin'in dünyasını değil, bu 'despot'ları yaratan hırsları ve budalalığı da taşlamaktadır. Hayvan Çiftliği bir devrimin trajedisidir. Bu modern fabl, kesilmekten, kırkılmaktan, sağılmaktan, dövülmekten gına getirerek zalim sahiplerine karşı ayaklanan Manor Çiftliği hayvanlarının hikâyesidir. Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakâr at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir. Hayvanlar, çiftliği geri almayı deneyen insanlara karşı yiğitçe çarpışır, gövdelerini mermilere siper eder; el sahibi olmadıkları halde çiftliğin zor işlerinin üstesinden gelmeyi, hatta bir değirmen inşa etmeyi bile başarırlar. Ne yazık ki zaferleri, yöneticiliğe soyunup gitgide 'insanlaşan' domuzların hırsları ve entrikaları tarafından gölgelenmeye mahkûmdur. Romanın alt başlığı "BİR PERİ MASALI"dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir elbette; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır. Orwell'in ömrü, henüz kırk altı yaşındayken noktalanmıştır. "Hayvan Çiftliği"'nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddi sıkıntıları sona erse de yoksulluk günlerinde tutuldu
ğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açmıştır. II. Dünya Savaşı boyunca "Observer" gazetesinde çalışmıştır. 1945 yılında eşini başarısız bir ameliyat sonrasında kaybetmiş, ölümünden kısa bir süre önce yeniden evlenmiştir. 21 Ocak 1950 tarihinde Londra'da hayata veda etmiş, ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakmıştır. George Dickie George Dickie (1926, Florida - ABD) analitik sanat felsefesi geleneğinin en etkili filozoflarından olup Şikago'da University of Illinois'da emeritus profesörlük yapmaktadır. Kurucularından olduğu kurumsal sanat teorisi ile birçok destekleyicinin yanında pek çok tepki de almıştır. Önemli eserleri Türkçeye çevrilmemiş olup "Aesthetics: An Introduction" (Pegasus, 1971), "Art and the Aesthetic: An Institutional Analysis" (Cornell University Press, 1974), "The Art Circle" (Haven Publications, 1984), "Evaluating Art" (Temple University Press, 1988), "Art and Value" (Blackwell, 2001) şeklinde özetlenebilir. Kurumsal sanat kuramı Sanat eserini içinde bulunduğu kültüre bağlı olarak tanımlamaya yönelik bir kuramdır. Kurumsal sanat kuramının temelleri ilk olarak Arthur Danto'nun 1964'te yazdığı, Andy Warhol'un "Brillo Kutuları" eserinin, sanat eseri olarak kabul edilmeyen gerçek Brillo kutularından görünürde ayırt edilemez olmasından yola çıkan "The Artworld" ("Sanat Dünyası") makalesiyle atılmıştır. Bir şeyin sanat eseri olarak kabul edilmesi için gözle görünen,kendi içindeki özellikler dışında sanat teorisi, sanat tarihi bilinci gibi bağlamların da gerekli olduğunu sanat dünyası adını verdiği bir çevre ile bağıntılı bir şekilde öne sürmüştür. Danto'nun görüşleri daha sonra kurumsal teoriden semantik bir teoriye doğru kayarken, yazdığı makaleden etkilenip yola çıkan George Dickie bu teoriyi geliştirmiş ve 1974'te yazdığı "Art and the Aesthetics" ("Sanat ve Estetik") isimli kitabında sanatın tanımını: "Bazı taraflarının kendisine, sosyal bir kurumu (sanat dünyası) temsil eden bazı kişi/kişiler tarafından beğenilmeye aday olmaya hak kazandırdığı özgün bir yapıt" olarak yapmıştır. Bu tanımda sanat eseri değerlendirmeye alınmayıp tarafsız bir anlamda kullanılmış, sadece değerlendirmeye aday olduğu belirtilmiştir. 1997'de tekrar gözden geçirdiği tanımda şu değişiklikleri yapmıştır: "Yapıt (Eser):" İnsan tarafından kasıtlı olarak yapılan bir eylemin mevcut olduğunu belirtir. Örneğin doğadan seçilen bir nesne veya Marcel Duchamp'ın hazıryapımları da kasıtlı olarak seçildiklerinden bu kapsama girerler. "Beğeni kazanmaya aday:" 'Sanat eseri olarak kabul edilmeye aday' anlamına da gelir; hiç kimse tarafından beğenilmesine gerek yoktur, sadece sanat dünyası tarafından önerilmiştir. "Kurum:" Koleksiyonerler, küratörler, müze yöneticileri, galericiler, pazarlamacılar, eleştirmenler buna dahildir. "The Encyclopedia of Aesthetics", ed. Michael Kelly: Oxford University Press, 1998 Arnavutluk Arnavutluk (), resmî adı Arnavutluk Cumhuriyeti (, ), Güneydoğu Avrupa'da bir ülkedir. Komşuları kuzeyde Karadağ, kuzeydoğusunda Kosova, doğusunda Makedonya ve güneyinde Yunanistan'dır. Ayrıca ülkenin batıda Adriyatik Denizi ve güneybatıda İyonya Denizi'ne kıyısı vardır. İyon Denizi ile Adriyatik Denizi arasındaki Otranto Boğazı'nın karşısındaki İtalya'ya uzaklığı 72 km'den (45 mi) daha azdır. Arnavutluk, Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, İslam Konferansı Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Orta Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması, Frankofon ve kurucu üye olarak Akdeniz İçin Birlik'e üyedir. Arnavutluk, ayrıca Avrupa Birliği'nin resmî adayıdır. Arnavutluk'un günümüzdeki toprakları tarihin çeşitli noktalarında Dalmaçya (güney İlirya), Makedonya (özellikle Epirus Nova) ve Moesia Superior gibi Roma eyaletlerinin bir parçası oldu. Modern cumhuriyet ise Balkan Savaşları sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki çöküşünden sonra ortaya çıkmıştır. 1912 yılında bağımsız olan Arnavutluk, 1917-1920 arasında İtalyan himayesine girdi, II. Dünya Savaşı'nda 1939 yılında Faşist İtalya, 1943'te de Nazi Almanyası tarafından işgal edilene kadar Prenslik, Cumhuriyet ve Krallık oldu. 1944 yılında Arnavutluk'ta işgal sona erdi ve Enver Hoca ile Emek Partisi önderliğinde Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti kuruldu. 1991 yılında sosyalist yönetim sona erdi ve çok partili yönetime geçildi. Arnavutluk, parlamenter demokrasiye ve bir geçiş ekonomisine sahiptir. Arnavutluk'un başkenti olan Tiran, ülkedeki 2.831.741 kişinin yaklaşık 421.286'sını barındırmakta olup metropol alanında ise bu rakam 763,634'tür. Serbest piyasa reformları, özellikle enerji ve ulaşım altyapılarının gelişiminde, ülkeye doğrudan yabancı yatırımların kapısını açmıştır. Arnavutluk yüksek bir İGE'ye sahiptir ve evrensel bir sağlık sistemi ile ücretsiz ilk ve orta öğretim sunmaktadır. Arnavutluk bir üst-orta gelir ekonomisine sahiptir ve ülke ekonomisine hizmet sektörü hakim olup bunu sanayi ve tarım sektörü takip etmektedir. Türkçedeki Arnavut kelimesi bir güney Arnavut (Toska) boyu olan 'Arvanit'lerin Türkçeleştirilmiş şeklidir. Orta Çağ'da Arnavutlar antik İlliryalılar ve Pelasglar isimlerinin yerine Arber, Arberesh, Arbanon, Arbanoi isimleriyle anıldılar. Yeni Çağ'da ise Arnavutlar ülkelerine "kartallar ülkesi" anlamında "Shqipëria" (okunuşu Şipıria) şeklinde adlandırmaktadır. Diğer çoğu dünya dillerinde ise 'Albania' kelimesi kullanılır. Nitekim Latince “alba” = yüksekte duran, demektir. Arnavutluğa “Albania” ve Arnavutlara “Albanian” denir. Şemseddin Sami’ye göre ‘Arnavut’ kelimesinin anlamı ‘Çiftçi’ demektir. Arnavutluk (Shqipëria), Arnavutça (Shqip) ve Arnavut (Shqiptar) sözcükleri kök bakımından kartal (Shqiponja)’dan türetildiği de söylenmektedir. Ş. Sami'nin büyük eseri Kâmus-u Türkî’de Arnavutluk-Arnavutça-Arnavut sözcüklerini Türkçeye Şkipniya-Şkip-Şkipetar şeklinde çevirmiştir. Arnavutların kökeni olarak Pelasglar görülür. Pelasglar Avrupa'nın en eski kavimi olarak bilinir. Yunanlar da köklerini Pelasglara dayandırır. Pek çok tarihçi İlliryalılar ve Pelasg'ların Helen kavimlerinden Dorlar ile akraba olduğu ve Helen kültürünün kurucuları oldukları görüşündedir. Arnavutlar, tarihçilerce eski İlliryalıların devamıdır. Antik İllirya bugünkü Dalmaçya sahil bölgesidir (bugünkü Hırvatistan ve Karadağ) ve pek çok Roma İmparatoru bu bölgeden çıkmıştır. Roma İmparatorluğu'nun kurucu halklarından olan İlliryalılar V. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun Germen, Hun ve Slavlar tarafından saldırıya uğraması ve yıkılması sonucunda 7.-8. yüzyıllardan sonra giderek Slavların eline geçti ve bölge Orta Çağ'dan sonra Hırvatistan ve Karadağ olarak anılmaya başlandı. 20. yüzyıl'da da bu bölgede 'Güney Slavları' anlamında 'Yugoslav' devleti kuruldu. Arnavutlar, Avrupa'nın en eski halklarından oldukları ve ayrıca millî kimliğini (aidiyetini) dinsel farka dayandırmayan tek Balkan milleti oldukları konusunu özellikle vurgularlar. Arnavut dili (Arn. Shqip, Shqipja, gjuha shqipe, gjuha shqiptare) Hint-Avrupa dil ailesinin özgün bir koludur. Arnavutçada, uzun süre komşu olmaktan ve 1000 yıllık Bizans idaresinden dolayı Yunanca ve Sırpça, 437 yıllık Osmanlı idaresinden dolayı da Türkçe ve Arapça kelimeler mevcuttur. Latin ve Germen dilleriyle de, bilhassa İtalyanca, Fransızca ve Almanca ile benzer yanları çoktur. Yine de Arnavutça kelime haznesi olarak saf bir dildir. Eski Yunanca ve Etrüskçe'nin de İlirya dili ve Arnavutça ile dolaysız akraba olduğu yönünde linguistik hipotezler mevcuttur. Antik Çağ'da Hristiyanlığın Arnavutluk'a yayılması çok erken tarihlerde gerçekleşti. Dıraç kenti dünyadaki en eski piskoposluk merkezlerinden biridir. Aziz Pavlus daha 1. yüzyılda İllirya'ya Hristiyanlığı tanıtmıştı. 325 yılındaki İznik Konsili'nde tüm İllirya Roma idaresine bırakılmıştı. 731 yılında ise Bizans İmparatoru III. Leo Dıraç Metropollüğünü Bizans'a bağladı. 927 yılında Bizans Bulgar Patrikhanesini kabul etmeye mecbur kalınca, Arnavut Kilisesi de Bağımsız Ohri Piskoposluğu'na, dolayısıyla 1. Bulgar İmparatorluğu'na bağlandı. 1018 yılında Bizans bölgeyi geri aldı. 1054 yılındaki Roma ve Bizans Kiliseleri arasındaki büyük bölünme (Schisma), önceleri Arnavut Kilisesi için etki yapmadıysa da, 13. yüzyılda Arnavut Kiliseleri de iki rakip olan Katolik ve Ortodoks yani Roma ve Bizans Kiliseleri arasında ikiye bölündüler. Orta Çağ'da ortaya Arnavut Ortodoks Kilisesi ve Arnavutluk Katolik Kilisesi şeklinde bir bölünme çıktı. Roma İmparatorluğu'nun kurucu halklarından olan İllirya bölgesi 5. yüzyılda Roma'nın Germen, Hun ve Slavlar tarafından saldırıya uğraması ve yıkılması sonucunda 7.-8. yüzyıllardan sonra giderek Slavların eline geçmiş ve bölge Orta Çağ'dan sonra Sırp Kırallığı,Hırvatistan ve Karadağ olarak anılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda da bu bölgede 'Güney Slavları' anlamında 'Yugoslavya' devleti kurulmuştur. Ancak Arnavutlar bu bölgede her zaman hak iddia etmişlerdir. Ortaçağ'da bölgenin tam Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarının sınırında bulunması nedeniyle Arnavutlar VI. yüzyıldan sonra Slavlaşma tehlikesine karşı, batının en güçlü şehri olan Venedik'in himayesine girerek Katolikliği tercih etmişler ama daha doğuda kalan Kosova ve bugünkü Sırbistan bölgeleri hızla Slav asimilasyonuna ve Ortodokslaşmaya girmiştir. (Bkz.Arnavut Ortodoks Kilisesi). Doğu Roma'nın 13. yüzyıldan sonra yıkılma sürecine girmesi sonucu doğudan gelen Osmanlılar 15. yüzyılda bölgeyi ele geçirmişler, Arnavutların ulusal kahramanları Gjergj Kastrioti'nin (İskender Bey) önderliğinde 40 yıldan fazla süren direnişini kırıp bölgeyi 1478'de ele geçirmişlerdir. Bu gelişmeler yüzbinlerce Arnavut'un İtalya'ya ve özellikle Sicilya ve Kalabriya bölgelerine göç etmesine yol açmıştır. İtalya Arnavutları 'Arberesh' adıyla anılmaktadır. 1054'teki Doğu-Batı/Ortodoks-Katolik Kiliselerinin birbirlerinden tamamen ayrılmaları (Schisma) Arnavutluk'ta önceleri büyük etki yapmadı. İki kilise birbirlerine rekabet oluşturmadan yan yana bir arada var oldula
r. Ancak 12. yüzyıldan sonra Bar'da Benedikt Manastırının kurulmasıyla Roma'nın ve Katolik Kilsesinin etkisi Arnavutluğun kuzeyinde arttı. Dıraç'ta ise Ortodoks Kilisesi daha hakimdi. Arnavutluk'ta 13. yüzyılda Katolik - Ortodoks ayrışımı daha da belirginleşti. Ülkenin güneyi tartışmasız Ortodoksluğun hakimiyetindeydi. Arnavutluk kıyıları bu dönem Normanların saldırısına uğradı. Ortaçağ'da Arnavutlar genelde Arber adıyla anılıyorlardı. Bu aynı zamanda 12. yüzyıl sonunda Kroya Kalesi bölgesinde oluşmuş olan Arbanon Kırallığı'nda yaşayan halkın da adıydı. Bu Katolik Krallık, Ortodoks Kilisesine bağlı olan Kroya yönetiminden ayrılarak oluşmuştu. 1204 yılından sonra Arnavutluk önce Epir Despotluğu'na, 1230 yılında 2. Bulgar İmparatorluğu'nun eline geçti. Ancak Bulgarlar, Bizanslılar tarafından bölgeden 1246'da atıldı ve Bizans'ın vesayetinde Epir Despotluğu yeniden kuruldu. Bu dönemde Dıraç kenti, sık sık İki Sicilya Krallığı'nın işgaline uğradı. Sırplar 1280'in ilk yarısında İşkodra'yı ele geçirdiler. Arnavut Katolik Kilisesi, 1342-1355 arasındaki Sırp Çarı Stefan Dushan'ın hakimiyetini zarar görmeden atlattı. Sirp Çarı'nın ölmesi ve Sırp Kırallığı'nın dağılmasının ardından soylu Arnavut sülalesi ŞAR, Zeta bölgesi ve Arnavutluk'un kuzeyinde iktidarı ele geçirdi. Ballsha'lar 1368'de Ortodoksluk'tan Roma-Katolik Kilisesine geçtiler. Leş piskoposluğunun kurulması da bu dönemde gerçekleşti. Osmanlı Türkleri 14. yüzyıldan itibaren Anadolu ve Balkan Yarımadası'na akınlar yapmaya başladılar. 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Balkan Yarımadası'nın büyük bölümü ile birlikte bugünkü Arnavutluk topraklarını da ele geçirdi. Katolik olan Arnavutluk'un kuzeyini Gjergj Kastriot Skanderbeg'in(Gjergj Kastrioti) ölümünden sonra Osmanlılar'ın ele geçirmesi on yıl dahi sürmedi. 1479'da Venedik Devleti Osmanlılar'la barış anlaşması yaparak İşkodra'yı ve Leş'i Osmanlılara bıraktı. Piskoposluk merkezi olan Dıraç de 1501'de Osmanlı'nın eline geçti. Bundan sonra Katolik Arnavutlar'ın çoğunluğu fiilen İslam hakimiyeti altında yaşadılar. Osmanlilarin hakimiyeti önceleri sadece sahil bölgelerindeydi. Merdita, Dukagin ve Malesia e Madhe boylarının bölgelerine İslam hakimiyeti giremedi. Bu bölgelerde 1490 - 1550 arasında Osmanli hakimiyetine karşı pek çok isyan oldu. Gjergj Kastriot İskender Bey'in ölümünden sonra direnişi Leka Dukagin, Muzaka ve Thopia aileleri sürdürdü. Çok uzun süren ve tam olarak hiç bitmeyen Arnavut direnişinin Osmanlılarca kırılmasından sonra 15. ve 16. yüzyıllarda yarım milyon civarında islamlaşmak istemeyen Arnavut İtalya'ya kaçmak zorunda kaldı (Arberesh'ler). Arnavutluk'un Osmanlılarca fethinden sonra İslam dini, Arnavutlar'a üçüncü bir din olarak katıldı. 17. yüzyıldan sonra diğer Balkan milletleri gibi Arnavutlar da müslümanlaştılar. Ancak Arnavutlar müslümanlaşınca, Rumlar, Gürcüler, Çerkesler, Lazlar gibi Türkleşmeyip, Arnavut kültürünü ve soylarını inatla korudular ve İstanbul Saray Yönetiminde Sadrazamlık, Paşalık, Valide Sultanlık gibi pek çok mevkiyi 17. yüzyıldan sonra diğer sayısız etnik gruba rağmen ellerine geçirdiler. Bu sayede hem pozisyonlarını güçlendirdiler, hem de kendileri için asimilasyonu büyük beceri ile en alt düzeyde tuttular. Osmanlılar'ın Arnavutluk Katolik Kilisesine karşı politika sürdürmelerine karşın, Arnavut Ortodoks Kilisesi herhangi bir baskı görmedi, ayrıca 17. yüzyıldan sonra bir kalkınma ve gelişim yaşadı. Osmanlı'nın son döneminde ülkenin kuzeyi İşkodra, merkezi Manastır ve güneyi Yanya vilayetinin sınırları içierisindeydi. 1. Balkan Savaşı'nda ülke Karadağ, Sırbistan ve Yunanistan'ın işgaline uğradı ve yağmalandı. İtalya ve Avusturya Macaristan'ın araya girmesiyle Arnavutluk Krallığı kuruldu. 1. Dünya Savaşında Karadağ, Avusturya Macaristan, Yunanistan ve İtalya'nın savaş alanı oldu. Arnavutluk Cumhuriyeti, 1998 yılında yenilenen bir anayasa altında kurulan yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrılığına dayalı parlamenter bir cumhuriyet ile yönetilir. Anayasa, Arnavutluk Cumhuriyeti'nin en yüksek kanununu teşkil eder. Arnavutluk'ta cumhurbaşkanı devletin başıdır. Cumhurbaşkanı 5 yılda bir tüm milletvekillerinin %50+1 oy çoğunluğuyla gerektiren gizli oyla meclis tarafından 5 yıllık bir süre için seçilir. Mevcut cumhurbaşkanı Bujar Nishani olup Temmuz 2012 yılında seçilmiştir. Cumhurbaşkanının anayasayı ve tüm yasaları gözlemleme garantisi, silahlı kuvvetlerin baş komutanı olmak, meclis oturumunda değilken meclisin görevlerini yerine getirmek ve başbakanı atamak gibi yetkileri bulunmaktadır. Yürütme gücü ise Bakanlar Kurulu'na (kabine) aittir. Başbakan Bakanlar Kurulu'nun başkanıdır. Başbakan cumhurbaşkanı tarafından atanırken bakanlar ise başbakanın önerisi temelinde cumhurbaşkanı tarafından atanır. Meclis kurulunun yapısına nihai onayı vermek zorundadır. Kurul iç ve dış politikalarının yürütülmesinden sorumludur. Bu bakanlıklar diğer devlet organlarının faaliyetlerini yönlendirir ve kontrol eder. Mevcut başbakan Edi Rama olup 15 Eylül 2013 tarihinde göreve gelmiştir. Arnavutluk Cumhuriyeti Meclisi, Arnavutluk'un tek meclisli yasama organıdır. Meclis'te liste usulü nispi temsil sistemi ile seçilen 140 milletvekili bulunmaktadır. İki başkanvekiline sahip olan meclis başkanı meclise başkanlık eder. 15 adet daimi komisyon veya komite bulunmaktadır. Meclis seçimleri en az her dört yılda bir yapılır. Meclis anayasa değişikliği veya onaylama, başka bir devlete savaş ilan, uluslararası anlaşmaların onaylanması veya iptali, cumhurbaşkanı, yargıtay başkanını ve başsavcıyı veya onun yardımcılarını seçme ve devlet radyo ve televizyon, devlet haber ajansı ve diğer resmi bilgi medya çalışmasını denetlemek gibi iç ve dış politika yönünde karar verme yetkisine sahiptir. Arnavutluk Silahlı Kuvvetleri () 1912 yılında Arnavutluk'un bağımsızlığından sonra kurulmuştur. 1988 yılında 65.000 olan aktif asker sayısı 2009'da 14.500'e indirilmiştir ve orduda ağırlıklı olarak küçük bir filo uçak ile deniz gemileri bulunmaktadır. 1990'lı yıllarda büyük miktarda Çin yapımı tanklar ve karadan havaya füze sistemleri gibi eski askeri donanımlar hizmet dışına bırakılmıştır. Zorunlu askerlik hizmeti ise 2010 yılında kaldırılmıştır. Günümüzde Arnavutluk Silahlı Kuvvetleri; Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Deniz Savunma Kuvvetleri, Arnavutluk Lojistik Tugayı ve Eğitim ve Doktrin Komutanlığı'ndan oluşmaktadır. Askeri bütçenin artırılması NATO'ya entegrasyonu için en önemli koşullardan biriydi. Askeri harcamalar, 2008 yılında GSYİH'nin yaklaşık %2'si olarak gerçekleşmiştir. Şubat 2008'den bu yana Arnavutluk, Akdeniz'de NATO'nun Aktif Çaba Operasyonu'na resmen katılmaktadır. Arnavutluk 3 Nisan 2008 tarihinde bir NATO üyelik daveti aldı ve 1 Nisan 2009'dan bu yana NATO üyesidir. Arnavutluk, idari olarak ile (, çoğul "qarku"; yaygın "prefekturë" çoğul "prefektura"), illerde ilçeye (, çoğul "rrethe"), bu ilçelerde belediyeye () ayrılır. Bu belediyelerden 73'ü şehir () statüsündedir. Bu belediyeler ise şehir () veya köylere () ayrılır. Arnavutluk idari olarak 12 ile ayrılmıştır: Arnavutluk 28.748 kilometrekarelik yüzölçümüne sahiptir. Arnavutluk 39° ve 43° K enlemleri arasında ve çoğunlukla 19° ve 21° D meridyenleri arasında konumlanmıştır. Arnavutluk'un kıyı uzunluğu 611 km olup, Adriyatik ve İyon Denizi boyunca uzanır. Adriyatik Denizi'nin batı yüzünü ovalar. Ülkenin %70'i dağlık olup engebelidir ve dışarıdan genellikle erişilemez. En yüksek dağ 2764 m yüksekliğindeki Korab Dağı olup Debre ilçesi'nde yer almaktadır. Kıyıda iklim tipik bir hafif Akdeniz iklimi olup kışlar ılık ve yağışlı, yazlar ise güneşli ve oldukça kuru geçmektedir. Özelleştirmeler ve kanunlardaki yeni yapılanmaların ilerlemeye katkısı olmasına rağmen eski yapının etkileri nedeniyle sorunlar devam etmektedir: Ekonominin büyümesi uluslararası para kuruluşlarının yardımlarına, yabancı ülkelerde yaşayan Arnavutların gönderdikleri paralara ve inşaat işlerine dayanmaktadır. Nüfusun üçte biri hala, gayri safi millî hasılanın dörtte birini sağlayan, tarım işlerinde çalışmakta ve destekle geçinmektedir. Turizmde de şimdiye kadar bir ilerleme kaydedilmemiştir. Dünya Bankası'nın 2008 yılı raporunda, Arnavutluk nüfusunun %12,4 ü "yoksul" olarak nitelendirilmiştir.. Ortalama aylık gelir 2006 verilerinde 28.322 Lek olarak gözükmektedir. (Yaklaşık 225 Euro) Ülkenin önemli sorunlarından birisi altyapının zayıf olmasıdır. Ana yolların birçoğunda iyileştirme çalışmaları yapılmasına rağmen yolların çoğu çok kötü durumda. Su, gün içerisinde çok az bir zaman için kısıtlı bir şekilde verilmekte, elektrik kesintileri ise özellikle kış aylarında günlük olağan bir durum arz etmektedir. Bu durum yalnızca yabancı yatırımcıları etkilemekle kalmayıp, yerli işletmelerin de verimli ve az maliyetli iş yapmalarını engellemektedir. Kosloduj'daki Bulgaristan Nükleer santralın 2006 Aralık ayı sonlarında kapatılması, altyapıyı çok daha zor bir hale getirmiştir. Elektriğin neredeyse tümünü sadece Hidroelektrik santrallerden sağlayan Arnavutluk, komşularının çoğunun yaptığı gibi Bulgaristan'dan elektrik ithal etmek zorundaydı. Son yıllarda kış aylarının sert geçmesi, barajların dolmasına yol açtığından, elektrik üretimi giderek düzenli hale gelmektedir. Ayrıca birçok Hidroelektrik Santraller'in ve elektrik şebekelerinin yenilenmesi de bir yandan elektrik üretimini arttırırken, diğer yandan taşımadaki kayıpları aza indirmiştir. 2006 yılındaki gayrisafi millî hasıla 9,1 Milyar USD tutarındadır. Bu 2006 yılında %5'lik bir büyümeyi göstermektedir. (2005: %5,5) Ekonominin büyümesi İnşaat sektörünün gelişmesi ve küçük işletmelerle hizmet sektörünün verimliliği nedeni iledir. Tarım sektörü ve madencilik, enerji krizi nedeni ile yaşadığı kayıplardan dolayı bu büyümeye çok az bir katkıda bulunmuşlardır. Tarım sektörü %20,7 ile eskiden olduğu gibi gayrisafi millî hasıla içerisinde önemli bir yere sahiptir. En büyük pay %46,4 ile hizmet sektöründe olurken, %14,3 ile inşaat sektörü onu takip etmektedir. Sanayini payı %9,7, Taşımacılığın payı ise %8,9
olmuştur. Gayrisafi millî hasılanın büyümesi 2002 yılında %4,7, 2003 yılında %6. 2006 yılında işsizlik oranı %13,8 dir., 2007 yılında bu oran: % 13,8 %. Resmi açıklamalar gerçek işsizlik oranlarını göstermemektedir. Örneğin, küçük çiftlik işletmelerinde çalışan aile fertleri işşiz sayılmıyorlar. Halbuki buralarda yaklaşık 6 yetişkin kişinin birlikte yaşadığı bir aile en fazla iki, üç dönümlük bir tarlayı işlemektedirler. Merkez Bankası (Banka e Shqipërisë) para politikasından, emisyondan ve bankaların denetiminden sorumludur. Eski merkez bankası "Banka e Kursimeve" 2004 yılında Avusturya bankası Raiffeisen International tarafından satın alınmış ve Raiffeisen Bank Albania adı ile ülkenin önde gelen bir finans kuruluşu haline gelmiştir. Önümüzdeki yıllarda, yakın geçmişte keşfedilen petrol ve doğalgaz kaynaklarının ekonomiye yön veren faktörlerden birisi olması bekleniyor. 3,014 Mia. m doğalgaz ve 2,987 Mia. Varil petrol çıkarılması tahmin ediliyor.. Geleneksel bir tarım ülkesi olan Arnavutluk'da tarım, ülkenin çok önemli bir sektörlerinden birisidir. 28 748 km olan ülke yüzölçümünün yaklaşık dörtte biri tarım alanı olarak kullanılabilir durumdadır. Hava koşulları her türlü tarımı ve hayvancılığı yapmaya müsaittir. Toprak kalitesi bölgeden bölgeye değişim göstermektedir. Tarım, % 22 lik bir payla, gayrisafi millî hasıla içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. 2004 yılında çalışan nüfusun % 60 ı tarım sektöründe çalışıyordu. Tarım işletmeciliği çoğunlukla geleneksel yöntemlerle yapılmaktadır. Verimlilik düşüktür. Makine, tesis ve toprak verimliğinin arttırılması çalışması yatırımları için yeterli sermayenin olmaması, yetersiz sulama tesisleri, eski üretim metodları ve pazara girmekte yaşanan zorluklar ana sorunlardır. Tarım arazilerinin çok dağınık yerlerde olması ve kooperatifçiliğin psikolojik baskısı da diğer temel sorunlardır. Bu sorunlar, Arnavutluk tarımının gelişmesini uzun yıllar engelleyecektir. Kalite standartlarının uygulamaya konması, eğitimin iyileştirilmesi, ürün çeşitliliği ve yeni dağıtım kanallarının devreye sokulması kısa ve orta vadede kalite ve miktar açısından tarımsal ürünlerde iyileşmeye yol açacaktır ve ülkenin temel gıda (Meyve, sebze,süt, tahıl) ve yarı mamül ve mamül (Et ve süt ürünleri, meyve ve sebze konserveleri, bal ve baharat) ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Arnavutluk mali politikası hızlı bir iyileşme gösterdi.2006 yılında ülkenin borçları gayrisafi millî hasılanın % 55,9 u civarına kadar geriledi. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası verilerine göre bir iyileşme görülüyor. 2005 yılından 2008 yılına kadar yatırımlar % 5,6 dan % 9,3 e yükselmiştir. Yatırımların 2009 yılında 90,4 Milyar Lek, 2010 yılında 94 Milyar Lek ve 2012 yılında 108 Milyar Lek'e çıkması planlanıyor. Önemli ithalât ve ihracat ülkeleri sırasıyla İtalya, Yunanistan, Almanya ve Türkiye Arnavutluk'ta gelişme ve bilimsel araştırma için yapılan harcamalar, GSYİH'in %0,18'ini aşmaz, bu oran Avrupa'daki en düşük seviyedir. Ekonomik rekabet ve ihracat düşüktür, ekonomi hâlâ büyük oranda düşük teknolojiye meyillidir. 1990'dan beri, bilim ve teknolojideki insan kaynakları büyük ölçüde azalmıştır. Birçok araştırma, 1990-1999 yılları arasında ülkedeki üniversite ve bilim enstitülerindeki, profesörlerin ve araştırma görevlilerinin yaklaşık %40'ının göç ettiği göstermektedir. Beyin göçüne neden olarak kötüleşen ekonomik yaşam koşulları gösterilmektedir, araştırma için ciddi engel oluşturan parasal fonların ve sanat altyapısının eksikliği mevcuttur. Bununla beraber 2009-2015 yıllarını kapsayan "Arnavutluk'ta Bilim, Teknoloji ve İnnovasyonda Ulusal Strateji"yi, 2009'da hükûmet kabul etti. Belge, Eğitim ve Bilim Bakanlığı'nın iş birliği ve UNESCO'nun yardımı ile, Başbakanlık Kabinesi Donör Koordinasyonu ve Strateji Departmanı tarafından düzenlenmektedir. Bu belge, 2015 için beş stratejik hedef içerir: Bu strateji, diğer sektörel stratejiler ile sinerji içinde ve 2008'de kabul edilen Arnavutluk Yükseköğretim Stratejisi ve Ulusal Gelişme ve İntegrasyon Stratejisi (2007–2013) dikkate alınarak uygulanacaktır. Üstünde durulan diğer bir konu, tarım-gıda endüstrisi ve turizm gibi ekonomik sektörlerin modernize edilmesinin önemidir. Ayrıca, enerji, çevresel ve su kaynaklarının kullanımının stratejik önemi, üzerinde durulan diğer konulardır. Taraflar; tarım ve gıda, bilgi ve iletişim teknolojileri (BİT), halk sağlığı, Albanoloji ve beşeri bilimler, doğal kaynaklar, biyoteknoloji, savunma ve gücenlik gibi araştırma alanlarına öncelik verilmesini önermiştir. Avrupa Birliği (AB), dünyada en rekabetçi ekonomi olmak için Lizbon Stratejisinin parçası olarak innovasyon ve araştıma için net hedefler belirledi. Batı Balkan ülkelerinin diğerleri gibi AB'ye katılmayı hedefleyen Arnavutluk, son yıllarda ekonomik büyüme için temelleri atmaya odaklanan, gelişme sürecinde yol almakta. Başbakan Yardımcı Genc Pollo, "Arnavutluk'un NATO'ya üyelik sürecinde (şimdi üye) yüksek sosyo-ekonomik gelişme oranları lazım ve AB'ye katılım toplumumuzda innovasyon, teknoloji ve bilimin rolünün güçlendirilmesi gerekli" olduğunu belirtmekte. Ağustos 2009'da, hükûmet bu politikanın uygulanmasının iyileştirilmesi "(kolaylaştırılması, daha iyi uygulanması anlamında güzel bir Türkçe bulamadım)" için, Arnavut Araştırma Teknoloji ve İnnovasyon Kurumunun kurulmasını onayladı. 2006'da, Arnavut hükûmeti bilimsel araştırma sisteminde ciddi bir reformu ele aldı. Bilim Akademisi, diğer birçok Avrupa ülkesinin modeli doğrultusunda yeniden düzenlendi; yeni düzenlemeyle, seçilmiş bilimadamlarıyla idare edilecek ve bundan böyle araştırma enstitülerinin yönetimini yapmayacak, bunlar yükseköğretim sistemine entegre edilecek. İki yeni fakülte kurulmuştur: Tiran Tarım Üniversitesi'nde ("Agricultural University of Tirana") Biyoteknoloji ve Gıda Fakültesi, ve Tiran Politeknik Üniversitesi'nde ("Polytechnic University of Tirana") Bilgi Teknolojileri Fakültesi. Tiran Üniversitesi, ayrıca Uygulamalı ve Nükleer Fizik merkezi ve Biyoteknoloji Bölümü'ne de sahip oldu. On iki, teknoloji transferi merkezi ve devlet kurumu da kurulmuştur. Yakın zamana kadar, Arnavutluk'ta AR-GE ve innovasyon istatistikleri, OECD, Eurostat veya UNESCO stadartlarına ulaşmış değildi. Akademik ve kamu kurumlarının ilk çalışması bu yılın başlarında başladı ve işdünyasında AR-GE ve innovasyon incelemesi hâlen sürmektedir, UNESCO'nun desteği de vardır. Kısıtlayıcı vize düzenlemeleri de, bilimsel değişim ve yurtdışında geçici çalışan olmayı engellemektedir. Arnavutluk'ta toplamda 578 bilimsel çalışan vardır: Arnavutluk'ta AR-GE personeli sayı yaklaşık 1000 kişi başına 0,2'dir. Milliyetler: Arnavutlar: %79,9, Rumen: %9,5, Yunanlar: %3,2, Çingeneler: %2,7, Sırplar: %1,2, Makedonlar: %1,1, kalan: %2,4. Kaynak: "Operation World". Ülkede konuşulan dil Arnavutçadır. Arnavutça (Arnavut dili Hint-Avrupa dil ailesinin farklı bir dalını temsil etmektedir). Günümüz Arnavut diline uygun olarak yazılmış ilk belge 1462 yılına rastlamaktadır. İlk edebi eser ünlü dilbilimci Gjon Buzuku’ya ait “Meshari” olup 1555 yılında basılmıştır. Bu tarihten itibaren Arnavut dili iki ana şivede gelişme göstermiştir. Bunlar; “Gegerisht” (Arnavutluğun kuzeyinde konuşulan) ve “Toskerisht” (Arnavutluğun güneyinde konuşulan) şiveleridir. 1908 Manastır Ulusal Kongresi’nde Arnavut alfabesinin 36 harften oluşması ve Latin alfabesinin kullanılması kararlaştırılmıştır. Arnavutça (konuşma ve yazı dili) aynı zamanda Kosova’da,Karadağ’da, Sırbistan ve Makedonya’da yaşayan Arnavutlar tarafından kullanılmaktadır. Ülkenin %58.79'ini Müslümanlar, %17'sini Hristiyanlar ve %2'sini ateistler oluşturur. Ülkede, Ortodoks mezhebi Katolikliğe nazaran daha baskındır. Ortodoks mezhebinden olanlar 500 bini aşarken Katolik nüfusu tahmini olarak 300 bin civarındadır. Enver Hoca döneminde bütün kilise ve camiler kapatılmış ve Arnavutluk, 1967 yılında resmi olarak dünyadaki ilk ateist devlet olmuştur, fakat 1990'ların başlarında bu terim anayasadan kaldırılmıştır. Komünist yönetim iktidara gelmeden önce Arnavutluk'ta halkın %85'i okuma yazma bilmiyordu. I. ve II. Dünya Savaşı yılları arasında okul sayısı oldukça azdı. Komünist yönetim 1944 yılında iktidara geldiğinde öncelikli olarak cehaleti ortadan kaldırmaya çalıştı. Sıkı düzenlemeler getirildi ve 12 ile 40 yaş arasında okuma yazma bilmeyen herkes okuma yazma öğrenmek için derslere katılmakla görevlendirildi. 1955 yılına gelindiğinde, erişkin nüfustaki cehalet büyük çoğunlukla ortadan kaldırılmıştı. Günümüzde Arnavutluk'ta genel okuryazarlık oranı %98.7 olup, bu oran erkeklerde % 99.2 ve kadınlarda ise % 98.3'tür. Kentsel alanlara doğru 1990'larda büyük nüfus hareketleri ile eğitim hizmetleri dönüşüm geçirmiştir. Ekim 1957'de kurulan Tiran Üniversitesi, Arnavutluk'un en eski üniversitesidir. Sağlık sistemi ülkede komünizmin çöküşünden sonra keskin bir düşüş yaşamıştır, ancak 2000 yılından bu yana modernleşme süreci olmuştur. 2000'lerden itibarıyla ülkede bir askeri hastane ve uzman tesisleri dahil 51 hastane bulunmaktaydı. Arnavutluk başarıyla sıtma gibi hastalıkları önlemiştir. Yaşam beklentisi 77.59 yıl ile Macaristan ve Çek Cumhuriyeti gibi Avrupa Birliği ülkeleri ile aynı göstergelere sahip olup dünyada 51. sıradadır. En sık ölüm nedenleri ise dolaşım ve kanser hastalıklarıdır. Nüfus ve Sağlık Araştırması, 2009 Nisan ayında Arnavutluk'ta erkek sünneti, kürtaj ve daha fazlasını içeren çeşitli sağlık istatistikleri detaylandıran bir anket hazırlamıştır. Tiran Üniversitesi Tıp Fakültesi ülkede ana tıp okuludur. Diğer şehirlerde hemşirelik okulları da vardır. Newsweek'in 2010 yılı listesinde dünyadaki en iyi 100 ülke arasından Arnavutluk 57. sırada yer aldı. Arnavutluk mutfağı Akdeniz ve Balkan mutfaklarının bir sentezi niteliğindedir. Tarihsel arka plan ile sıkı bir bağ içerisinde gelişmiştir. Bu açıdan Yunan, İtalyan ve Osmanlı etkisini görebilmek mümkündür. Arnavut mutfağında ana öğün öğle yemeğidir. Salatalar, domates, salatalık, taze yeşil biber gibi taze sebzeler ile zeytin, zeytin yağı ve tuz
sıklıkla kullanılmaktadır. Dıraç, Avlonya ve Ayasaranda gibi kıyı kentlerinde ise deniz mahsulleri mutfağı gelişmiştir. Dağlık kesimlerde ise tütsülenmiş et tüketimi fazladır. Arnavutlukta spor özellikle Futbol üzerinde yoğunluk kazanmıştır. Yönetsel bakımdan futbol 1930 yılında kurulan Arnavutluk Futbol Federasyonu (, F.SH.F.) tarafından yönetilmektedir. Federasyon UEFA ve FIFA üyesidir. Arnavutluk'un uluslararası kodları : Acem Acem aşağıdaki anlamlara gelebilir: Acemaşiran Acemaşiran (Acem Aşîrân), Klasik Türk müziğinde kullanılan şet makamlarından biri. Ayrıca neyde, alttan 13. birimde, arkada bulunan deliğe verilen isim. Bakınız: Acem Acembûselik Acem Bûselik, Klâsik Türk müziğinde kullanılan birleşik bir makam. Bakınız: Acem, Bûselik Acemkürdî Acem Kürdî, Klâsik Türk müziğinde birleşik bir makam. Arazbar Arazbar (Arazbâr), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam. Arazbarbûselik Arazbarbuselik (Arazbâr Bûselik), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam. Arthur Danto Arthur Coleman Danto (1 Ocak 1924, Ann Arbor, Michigan - 25 Ekim 2013, Manhattan) ABD'li sanat eleştirmeni, profesör ve filozoftur. Günümüz estetik teorisinin önemli isimlerindendir. Arthur C. Danto, New York'ta Columbia Üniversitesi'nde felsefe dalında emeritus profesördür. İki kez Guggenheim ve ACLS ve Fulbright dahil olmak üzere pek çok ödül ve bursa layık görülmüş Amerikan Felsefe Birliği ve Amerikan Estetik Derneği gibi kuruluşların başkanlığını yapmıştır. "Karşılaşmalar ve Yansımalar: Tarihsel Günümüzde Sanat" ("Encounters and Reflections: Art in the Historical Present") eseri ile eleştiri alanında "National Book Critics Circle" ödülünü almıştır. Danto, özellikle 1984'te yazdığı, Hegel'in sanatın sonu tezinin çağdaş versiyonu olan "Sanatın Sonu" ("The End of Art") isimli makalesi ve sonradan geliştirdiği "Sanatın Sonunun Ardından" ("After the End of Art") ile tanınır. Danto'nun tezi, artık sanat yapılmadığı veya eskisi kadar iyi yapılmadığı değil, Batı sanatı tarihinde bir dönemin kapandığı ve apayrı başka bir dönemin başladığıdır. Bu görüşe göre daha önce sanat tarihinde ideoloji temsili takip etmiş, şimdi ise her şeyin meşru olduğu tarih sonrası bir döneme girilmiştir. Sanat üretiminde izlenilmesi gereken felsefi veya üsluba dair kısıtlamalar kalkmış, "sanat tarihi anlatısı" sona ermiştir. İlgi alanları: Düşünce, Duygu, Sanat felsefesi, Temsil teorisi, Felsefi Psikoloji, Hegel Estetiği, ve filozoflardan Maurice Merleau-Ponty and Arthur Schopenhauer. Bûselik Bûselik, Klasik Türk müziğinde on üç basit makamdan biri. Bûselikaşîran Bûselik Aşîrân, Klâsik Türk müziğinde bir birleşik makam. Bakınız: Bûselik Bayati Bayati ("Bayâtî" veya "Beyâtî"; Uygurca: بايات مۇقامى, "bayat muqami", "байат муқами"), Klasik Türk müziğinde uşşak dörtlüsüne buselik beşlisi katılmasıyla yapılmış eski bir makam veya bayatlı ya da bayata ait olan . Kur'an da bir kıraat makamı. Bayat ("günümüzdeki anlamı"), ""taze olmayan, güncelliğini, önemini, özelliğini yitirmiş, çok söylenmiş"" anlamındadır. Ancak bayat kelimesinin kadim Türkçedeki anlamı, ""varlıklı, devletli"" demektir. Bu anlamda Bayat boyu Oğuz Türklerinin 24 boyundan en varlıklı olanlarından biridir ki Türkiye'de bu boy ve makamdan adını alan ilçelerimiz vardır. Mesela Bayat, Afyonkarahisar; Afyonkarahisar ilinin bir ilçesi gibi veya Bayat, Tosya: Kastamonu Tosya ilçesinin bir köyü gibi veya Bayat, Çorum: Çorum ilinin bir ilçesi olması gibi. Bu beldelere veya kazalara bağlı olan veya kökeni o belde veya kazadan olan anlamında Bayâtî de denilmektedir. Doğu Türkistan'da, Mehemmet Zunun ve Abdukerim Rahman, Bayat Makamı'nın tanyeri ağarırken icra edildiğini kaydetmektedir. Uygur On İki Makam'larında, Bayat makamı on dokuz nağmeden oluşmuştur. Kur'an okunurken de bayati makamı devletli bir makam olarak okunur. Bu makam halen geçerli olan olup kuran eğitimlerinde talim edilir.. Bu eğitimde notayla talim esastır. Zaman zaman Mustafa İsmail gibi karilerin piyano ile ses ve makam ayarı yaptığı bilinmektedir. Ramazan ve Kurbân Bayramlarında ""sabah namazı"" ile ""bayram namazı"" arasında müezzin mahfelinden bestesi Hatip Zâkiri Hasan Efendi'ye ait olan Bayram salâsı Bayâtî makamında okunur. Bayatiaraban Bayatiaraban (Bayâtî/Beyâtî Arabân), Klasik Türk müziğinde araban ve bayati makamlarından oluşturulan bir birleşik makam. Araban (makam) Araban (Arabân), Klasik Türk müziği'nde bir makam. Arabankürdi Arabankürdi (Arabân Kürdî), Klasik Türk müziğinde az kullanılmış birleşik bir makam. Şedaraban Şedaraban (Şedd-i Arabân), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam. Zirgüleli hicaz makamı dizisinin yegâh [re] perdesi üzerine görülmüş şeklidir. Makam, inici olarak kullanılmıştır. Günümüzde iki yüz elliye kadar şedaraban yapıt bulunmaktadır. Bayatibûselik Bayatibuselik (Bayâtî/Beyâtî Bûselik), Klasik Türk müziğinde bayati makamının buselik beşlisi veya dörtlüsü ile sona ermesinden oluşan bir birleşik makam. Bakınız: bayati, buselik Marcel Duchamp Marcel Duchamp (* 28 Temmuz 1887 Blainville-Crevon ; † 2 Ekim 1968 Neuilly-sur-Seine) Fransız/Amerikalı sanatçı. Asıl adı "Henri-Robert-Marcel Duchamp'dır". Yirminci yüzyılda Avrupa ve Kuzey Amerika'nın en önemli sanatçılarından olmuş, II. Dünya Savaşı sonrası Amerika'da pop sanatı ve kavramsal sanat akımlarının temellerinin atılmasında etkili olmuştur. Duchamp'ın ilk eserleri post-izlenimci üslubunda olmuşsa da daha sonra en etkili Dada sanatçısı olmuştur. Académie Julian okulundan gelip etkisini günümüzün çağdaş sanatçılarına kadar sürdürmüştür. Siyasal görüş olarak bireyci anarşist olarak tanımlanabilir, I. Dünya Savaşı'na karşı çıkıp ABD'ye yerleşmiştir. Max Stirner'in görüşlerinden etkilenmiş, bu fikirleri kendi sanatsal ve bireysel gelişimi için birer dönüş noktası olarak kabul etmiştir. 1. Dünya Savaşı öncesinde birçok sanatçının eserini "retinal" yani sadece göze hitap eder bulmuş ve bunun yerine sanatı "yeniden zihnin hizmetine sunmak gerektiğini" söylemiştir. Doğal olarak Duchamp'ın tabu deviren tarzı, Dada hareketinin ilgisini çekmiştir. Geleneksel ve kabul gören sanat üretim yöntemlerini ironi ve yergi eşliğinde yıkmak Duchamp'ın kariyerinin ana fikirlerinden olmuştur. En çarpıcı ve ikonoklastik üretimi ise diğer sanatçılara en fazla ilham vermiş olan buluntu nesnelerdir. 1913'te ortaya koyduğu ilk hazır nesne olan Bisiklet tekerleği ile birlikte Duchamp sanatsal yeteneğin antitezi olan bir yaratıcı sürece girmiştir. Kendisini geleneksel resimden uzak tutmaya ve sanat eserinin kavramsal değerinin ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Nesne sanat eseri olur, çünkü sanatçı onu o şekilde tasarlamıştır. Duchamp'ın diğer belki de en ünlü hazır nesnesi başaşağı duran bir pisuar olan "Çeşme"'dir. Bu çalışma halkın beğenisinin ve sanatsal tekniklerin sınırlarını zorlamıştır. Duchamp'ın parodilerinden birisi, bir Mona Lisa reprodüksiyonu üzerine çizdiği sakal ve bıyıktır. Marcel Duchamp, şişe rafı ya da kar küreği gibi seri üretim ürünlerini heykel olarak sergileyerek "yüksek sanat", "kültür" ve pazardaki ürünler hakkındaki geleneksel düşünce ve kanıları hedef almıştır. Görsel parodilerini eserlerine verdiği isimlerle de güçlendirir: "Çeşme" isimli eserini "R. Mutt" (Bir yandan Amerikalı sanatçı tarafından yapılmış izlenimi verirken bir yandan da Almancadaki "Armut" - "fakirlik" kelimesinin anlamını da kullanarak) olarak imzalaması, üzerine sakal çizdiği Mona Lisa'yı (Fransızca "elle a chaud au cul" olarak okunup "kızın kalçaları yakıcı" olarak tercüme edilebilecek) "L.H.O.O.Q." olarak adlandırması gibi.. 1923'ten sonra zamanının çoğunu satranç oynamakla geçirmiş, ancak 1930 ortalarında Sürrealistlerle işbirliği yapıp sergilerine katılmıştır. 1942'de kalıcı olarak New York'a yerleşmiş, 1944'ten itibaren Max Ernst ve André Breton ile birlikte sürrealist dergi VVV'yi yayınlamıştır. 1920'lerde sansasyonel birşekilde sanat yapmayı hayatının sonuna kadar satranç oynamak için bıraktığını açıklasa da, sanatçı-provokatör rolünden tam olarak kopmamıştır. Duchamp Cubism'den Dada'ya ve Sürrealizme birçok sanat akımıyla bağlantılandırılmış, ve Pop sanat (Andy Warhol), Minimalizm (Robert Morris)ve Kavramsal Sanat (Sol LeWitt) gibi birçok akıma yol açmıştır. Bu üretken sanatçının, sanat tarihine en büyük katkısı, statükoyu kırmak için, varolan normları sorgulama, uyarma, eleştirme, ve oyuncu bir şekilde aşağılama yetisiydi. Kendisi çalışmalarıyla sanatçının bu rolünü tasdik ettirmiştir. Duchamp'ın "Çeşme " eseri 2004 Aralığında İngiliz sanat çevresinden 500 kişinin oylarıyla 20. yüzyılın en etkili eseri seçilmiştir. Bugün de günümüz sanatçıları üzerindeki etkisi devam etmektedir. 1887 Rouen yakınlarında Blainville'de doğdu. 1897-1907 Rouen'deki Corneille Lycee'de felsefe, tarih, belagat, aritmetik, fen, İngilizce, Almanca, Latince ve Yunanca içeren ağır ve akademik bir eğitimden geçti. Bu yıllarda izlenimcilik (empresyonizm), simya (alkemi), gizemli bilimler (okültizm) ile ilgilendi. 1904'te Paris'i ziyaret etti. 1908 Courrier Français gazetesinde çalıştı. 1910 Fovizm ile ilgilendi. Francis Picabia ile tanıştı. 1911 Futurizm, Orfizm ve biçim ayrışması uygulamaları ile ilgilendi. "Symbolic Overtones" çalışmaları yaptı. Simya ikonografisi "Bahar" adlı resmini etkiledi. Albert Poisson'un "Simyacıların Teorileri ve Sembolleri" adlı kitabı ile içiçeydi. Kübistlerin "Section d'Or" grubu ile çalışmaya başladı. 1912 İki aylığına Münih'i ziyaret etti. "Merdivenden inen çıplak" adlı tablosu, Section d'Or sergisinden reddedildi. Temmuz ayında "Büyük cam"ın ilk eskizlerine başladı. 1913 St. Genevieve kütüphanesinde çalıştı. "Zaman ve Mekanı Ölçülendirme Sistemi"ni geliştirdi. "Şansın Yasaları" nı konu alan müzikal kompozisyonlar yazdı. New York'a gitti. Dev "Armory Show" sergisine "Merdivenden inen çıplak" ile katıldı. Resim skandal yarattı. 1914 İlk "Ready-Made"ini yarattı. 1915 Yeniden New York'a gitti. Francis Picabia ile buluştu. Arensberg ve Stieglitz'in katkılarıyla çağd
aş sanat sergisini açtı. "Büyük Cam" üzerine çalışmaya devam etti. New York Dada hareketinin merkez katılımcısı oldu. Zürih Dada ile bağlantı kurdu. 1917 "Dada ve Anti-Sanat kuramları doğrultusunda, Anti-Sanat niteliği taşıyan çalışmalar yaptı. "Bottle Rock", "L.H.O.O.Q." gibi manifestolarından sonra, New York'taki bir sergiye "R. Mutt" takma adıyla "Çeşme" ismini verdiği porselen bir idrar kabıyla başvurdu ve reddedildi. 1918 New York Dada ile Zürih Dada'nın bir araya gelmesini sağladı. 1921 Saçını kuyruklu yıldız (komet) biçiminde kestirdi. Her türlü sanatsal rekabetten ve kendini kanıtlama çabasından çekildi. Satrançla uğraşmaya başladı. 1926 Man Ray ve Marc Allegret ile beraber "Anemik sinema"yı yaptı. 1934 "Kendi güveyleri tarafından çırılçıplak soyulan gelin" ya da "Büyük cam" adlı toplu çalışmayı yayımladı. New York ve Paris çağdaş sanat sergileri gibi bazı organizasyonlara yardım etmek dışında hiçbir sanatsal etkinlikte bulunmadı. 1920'lerden beri büründüğü içine kapanık tavrı daha da arttı. 1947 Paris'teki Sürrealizm sergisinin gerçekleşmesine büyük yardımı dokundu. 1967 Rouen müzesinde, kardeşleri yontucu Raymond Duchamp-Villon, ressam Gaston Duchamp ve ressam Suzanne Duchamp ile beraber retrospektif sergisi açtı. 1968 Neuilly'de öldü. Daha sonra hayatının son yıllarını ve daha önceki çalışmalarını özetleyen ikinci bir asamblaj açıklandı. Bu makalenin çoğu Wikipedia'nın aynı başlıklı İngilizce makalesinden (14 Ağustos 2005) alınmadır. İngilizce makalenin gösterdiği kaynaklar aşağıdadır. Diğer kaynaklar: Çargah Çargâh Türk müziğinde "do" perdesinin adı ve bu perdede karar kılan makam. Klasik Batı müziğinde tam karşılığı do-majördür. Karar perdesi çargah, güçlüsü gerdaniye, yedeni buselik, seyri çıkıcı. Çargah makamında Türk musikinde çok fazla sayıda eser bulunmamaktadır. Az sayıda olan eserlerde ise hicaz ve nikriz geçkiler kullanılmıştır. Ancak ilahiler ve mevlevi bestelerinin çoğu çargah makamındadır. Çargah makamının gelenekteki kullanımı farklıdır. Gelenekte, çargah makamı dizisi saba makamı dizisi ile büyük ölçüde aynıdır. (Çargah perdesi üzerinde hicaz yapar) ancak saba gibi dügah perdesinde değil çargah perdesinde karar verir. 18. yüzyılda uğursuz sayıldığı için kullanılmamaya başlanmıştır. Daha sonra Saadettin Arel tarafından batıdaki do majör karşılığı olarak Çargah (do) perdesinden başlayan ve gelenekte Nigar olarak bilinen dörtlü ve beşliler Çargah olarak adlandırılmış, Nigar Dörtlüsüne Nigar Beşlisi elde edilmesiyle ortaya çıkan diziye çargah makamı dizisi denilmiştir. Günümüzde çargah, yaygın olarak Arel sisteminde önerildiği biçimiyle kullanılmaktadır ancak birçok Türk müziği akademisyeni Çargah makamı dizisi yerine Nigar demeyi, çargahın ise gelenekte kullanıldığı gibi kullanılmasını önermektedir. Dügah Dügâh, Klasik Türk müziğinde bir birleşik makamdır. Şedaraban makamından Saba terkibine veya nev-eser'in yegah perdesindeki şeddinden birkaç sesin eklenmesinden oluşur. Durak perdesi, makama da adını verir: Dügah. Eviç Eviç (Evç, Evc), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makamdır. Evcara Evcara Evcara (Evc-ÂrÂ), Klasik Türk müziğinde bir makam. Bakınız: Eviç Gerdaniye Gerdaniye (Gerdâniye), Klasik Türk müziğinde ince sol (ses) notasını andıran perde ve bir makam. Bakınız: Gerdâniyebûselik Gerdaniyebuselik (Gerdâniye Bûselik), Klasik Türk müziğinde gerdaniye makamı ile buselik beşlisinden oluşan bir birleşik makam. Bakınız: gerdaniye, buselik Ferahnak Ferahnak (Ferâhnak), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam. ferahnakaşiran Ferahnakaşiran Ferahnakaşiran (Ferâhnak Aşîrân), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam. ferahnak Ferahfeza Ferahfeza (Ferahfezâ), Klasik Türk müziğinde yegah perdesinde karar kılan makamlardan biri. Bakınız: yegah Yegah Yegah (Yegâh), Klasik Türk müziğinde kalın "re" notası karşılığı sayılan makam. Bakınız: Sultaniyegah Sultaniyegah (Sultânî Yegâh), Klasik Türk müziğinde bir makam. Körsulu Körsulu, Kırksu'dan doğup, Sır Barajı'na dökülmektedir. Altınyayla (Sisne) ve Geben ovasından Menderes çizerek geçen çay, ilkbaharda çok fazla su taşır. Yazları ise suyunun tarım alanlarında kullanılmasından dolayı kuruma noktasına gelir. Çevresi genellikleaksöğüt ve kavak ağaçları ile kaplıdır. Kargaçayırı mevkiinde kurulan bir barajla bölgedeki eğimden de yararlanılarak bir hidro elektrik santrali yapımı devam etmektedir. Hicaz (müzik) Hicâz, Klasik Türk müziğinde dügah perdesinde karar kılan bir makam ve perde. Hicaz perdesi Türk müziğinde do diyez notasını andıran perdedir. Bu perde makamın yapısındaki en karakteristik perde olduğu için, makama da adını vermiştir. Hicaz makamı bilinen en eski musiki makamlarından birisidir. Hicâz makamı makamlar arasında, Yılmaz Öztuna'nın verdiği bilgiye göre 2052 eserle birinci sırayı almaktadır. Hicaz makamına çok yakın olan 3 makam daha vardır. Bunlar Hümayun, Uzzâl ve Zengûle (Zirgüle) makamlarıdır ve hepsi birlikte "Hicaz Grubu" diye adlandırılmaktadır. Birçok musikişinas bu makamları Hicaz makamından ayırt etmeye gerek görmemiştir. Bu şekilde değerlendirecek olursa, Hicaz makamındaki eserlerin sayısı 2481'i bulmaktadır. Hicaz grubundaki makamların değişik perdelerdeki şedleri de çok sevilen ve kullanılan makamlardır. Bu şed makamlar arasında Sûzidil, Şedd-i Arabân, Hicâzkâr ve Evcârâ ilk akla gelenlerdir. Hicâz makamı, dügâh (la) perdesinde karar eden makamlardandır. Hicaz dörtlüsü ile Rast beşlisinin birleşmesinden teşekkül etmiştir. Güçlüsü neva (re), yedeni rast (sol) perdesidir. Orta sekizlideki sesleri şöyledir: Dügah (la), dik kürdî (bakiyye bemollü si), nim hicaz (bakıyye diyezli do), neva (re), hüseyni (mi), evc (bakiyye diyezli fa), gerdaniye (ince sol) ve muhayyer (ince la). Çıkıcı-inici bir seyir gösterir. Hicaz makamı ulvî bir hüzün telkin etmektedir. Musikî ile tedavide en fazla kullanılan makamlardandır. Fârâbi,Hicaz makâmının insan rûhuna tevâzû verdiğini belitmektedir. Osmanlı devri hekimlerinden Şuûrî, Tâdil-i Emzîce adlı eserinde Hicaz makamının dervişler meclisinde daha tesirli olduğunu ve tesirinin öğle ile ikindi ezanları arasında daha fazla olduğunu belirtmektedir. Ayrıca makam, ses ve tını olarak Arap ezgilerine de sahiptir, bu konuda da ismi olan "Hicaz" kelimesine gayet uyum gösterir. Hicazbûselik Hicazbûselik, Klâsik Türk müziğinde hicaz ile bûselik makamından oluşan bir birleşik makam. Bakınız: hicaz, buselik Hisar Hisar (makam) Hisar (Hisâr), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam veya re diyez notası. Hisarbûselik Hisarbuselik (Hisâr Bûselik), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makamdır. Hüseynî Hüseyni (Hüseynî), Klasik Türk müziğinde dügah perdesinde karar kılan bir makam ya da "mi" notası. Anadolu'ya has bir makamdır. Ayrıca halk müziğinde pek çok türkü bu makamdadır. Çıkıcı bir seyre sahiptir. Kararı: Dügah perdesi Güçlüsü: Hüseyni perdesi Tiz Durağı: Gerdaniye perdesi Yedeni: Rast Perdesi Bu makamdaki bazı eserler: Hüzzam Hüzzam, Klasik Türk müziğinde segah perdesinde karar eden bir makamdır. 16. yüzyılın dahi bestekarlarından Gazi Giray Han, Hüzzam makamının ilk tarifini vermiştir. Hüzzam makamında elimizde bulunan ilk eser yine Gazi Giray Han'a ait bir peşrevdir. Neva'da Hicaz göstererek seyrine başlar. Gerdaniye'de asma kalışlar yapılır. Gerdaniye üzerine Buselik dizisi eklenerek genişletilirse Neva'da Hümayun gösterilmiş olur. Sonra Segah'ta Hüzzam dörtlüsü gösterilip karara Nim Hisar gösterilerek gidilir. Segâh Segâh (Segah), Klasik Türk müziğinde "si" perdesine yakın seste bir nota ve bu perdeyi karar sesi almış bir makamdır. Segâh perdesi, si natürel ve si bemol notaları arasında yer alan, natürel si'den 1 koma daha pes bir perdedir. Segâh makamı ise, kararını segâh perdesinden alan, çıkıcı seyir takip eden bir makamdır. Güçlü sesi olarak nevâ (batı müziğinde Re), yeden olarak kürdi veya rast perdesi kullanılabilen bir makamdır. Sultanihüzzam Sultanihüzzam (Sultânî Hüzzâm), Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam. Bakınız: hüzzam Video sanatı Video sanatı, televizyon veya sinemanın aksine, hareketli imgelere dayalı sanatsal işlerin bir alt türüdür. Görüntü veya ses verilerinden oluşup analog veya dijital ortamlarda saklanabilir. Film ile arasında birçok paralellik ve ilişki olmasına rağmen video sanatı film değildir. Video sanatı ile sinema arasındaki farklardan birisi; videonun, sinemanın dayandığı birçok temele dayanmaması; oyuncu, diyalog, konu, senaryo gibi öğelere sahip olmak zorunda olmaması ve eğlence amaçlı sinemada bulunan özelliklere bağımlı olmamasıdır. Bu ayrım videoyu sadece sinemadan değil, tanımların bulanıklaştığı bağımsız filmler, kısa filmler, avant-garde sinema gibi sinemanın alt kategorilerinden de ayırmak için önemlidir. Temel olarak, sinemanın ana amacı eğlendirmek iken; videonun ise mecranın sınırlarını keşfetmek veya izleyicinin alışılageldik sinema nedeniyle oluşmuş beklentilerine saldırıda bulunmak gibi çeşitli amaçlar güdebildiğini söyleyebiliriz. Video sanatının Nam June Paik'ın 1965'te satın alıp denemelerine başladığı Sony Portapak ile başladığı söylenir. İlk olarak Papa VI. Paul'un New York'taki geçişini kaydetmiş, daha sonra aynı gün bunu Greenwich Village Cafe'de oynatmıştır. Sony Portapak çıkmadan önce hareketli resim teknolojisi yüksek fiyatlar ve anında oynatılamama gibi nedenlerden dolayı tüketiciler arasında yaygın değildi. Bunun sonucunda birçok sanatçı videoya filmden daha çok ilgi duydu. Bu teknolojiler birbiri içine geçtiğinde de bu ilgi daha da arttı. Video sanatı en etkili zamanlarını 1960 ve 1970'lerde yaşadı. Hâlâ da uygulanmaya devam edilen video sanatı, günümüzde daha çok başka ortam ve araçlarla birleştirilmekte, örneğin büyük bir enstalasyonun veya performansın bir parçası olarak kullanılabilmektedir. Irak Irak ( '; ') ya da resmî adıyla Irak Cumhuriyeti ( '; '), Batı Asya'da bir ülkedir. Kuzeyde Türkiye, doğuda İran, güneydoğuda Kuveyt, güneyde Suudi Arabistan,
güneybatıda Ürdün, batıda ise Suriye ile sınır komşusudur. Başkenti ve en büyük şehri Bağdat'tır. Bugün Irak, Orta Doğu’da yer alan stratejik mevkisiyle, sahip olduğu petrol rezervleri ile Körfez'in önemli ülkelerinden biri durumundadır. Irak bir ara (savaştan önce), Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nden sonra dünyanın en büyük üçüncü petrol rezervine sahipti. Amerika'yla savaştan ve işgalden sonra üretimde önemli düşüşler olmuştur. Fakat doğal rezerv sıralamasındaki yerini korumaktadır. Irak uzun yıllar Birleşik Krallık'ın hâkim gücü altında idare edilmiştir. Birleşik Krallık'ın 1971'de Orta Doğu’dan tamamen çekilmesi ile bu bölge üzerinde ABD önder güç olmaya başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası Orta Doğu’da etkisini artıran ABD’nin Irak’a özel bir politik ilgisi vardır. Yakın dönem Irak tarihi ABD tarafından şekillendirilmiştir. Irak, Orta Doğu'daki bütün körfez ülkelerinde olduğu gibi hızla gelişmektedir. En eski şark medeniyetlerinin doğduğu Mezopotamya, 633-642 yılları arasında İslam toprakları arasına girdi. Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde, en parlak devresini yaşadı. O zamanlar Bağdat dünyanın en önemli kültür ve ticaret merkeziydi. Irak, 637 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra Ali bin Ebu Talib döneminde İslam'ın merkezi hâline getirilmiş ve başkent Kûfe'ye taşınmıştır. Ali ile Emeviler arasındaki Saffayin Savaşı da Irak sınırları içinde olmuştur. Bu savaşın ardında bu bölge günümüze kadar süren farklı mezhep ve etnik grupların mücadelelerine sahne olmuştur. Emeviler döneminden sonra Abbasiler bu bölgeye hâkim olmuş ardından 1055 yılından itibaren Selçukluların hâkimiyetine girmiştir. 1258 yılından itibaren Moğol istilasına uğramış ve iki yüzyıl onların kontrolünde kalmıştır. Tarihî kaynaklar, Bağdat Kütüphanesindeki eserlerin atıldığı Dicle Nehri'nin günlerce mürekkep renginde aktığı ve binlerce ciltlik kitabı Basra Körfezi’ne taşıdığını kaydederler. Ve telef edilen/yok edilen binlerce kitapla ilimde kaç asır geri gidildiği dikkate değer bir nokta olup aynı zamanda bize Bağdat'ın o günkü ilmî seviyesini gösteren önemli bir husustur. Daha sonraları Akkoyunluların hâkimiyetine (1444-1467) giren Irak, 1499-1508 yılları arasında Safevilerin kontrolüne geçti. Şiilik ve Sünnilik arasındaki fark Safeviler döneminde belirginleşmiştir. Irak, Osmanlı Devleti ile İranlı hanedanları arasındaki hâkimiyet mücadelesine sahne oldu. Bu mücadele 1639'da Osmanlıların lehine sonuçlanmış ve ülke 1917'ye kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Abbasi dönemi (750-1258) hariç, Irak başka bir yerde merkezi olan bir imparatorluğa tabi olmuştur (Umaydiler, Moğollar, İlhanlılar ve Osmanlılar) ya da Doğu Akdeniz ülkeleri ile İran arasındaki sınır bölgesini oluşturmuştur. I. Dünya Savaşı esnasında Osmanlının Orta Doğu'dan çekilmesine neden olan bazı yerel isyanlar olmuştur. Bu isyanlarda İngilizlerin kışkırtmalarıyla Mekke Emiri şerif Hüseyin bin Ali kullanıldı. Hüseyin bin Ali ve oğullarına Osmanlının yıkılmasından sonra kurulacak olan Büyük Arap Devleti'nin krallığı vadedildi. Fakat gerçekler söylendiği gibi değildi. Orta Doğu farklı bir paylaşıma sahne oluyordu. Britanya, Fransa ile yapılan Sykes-Picot Anlaşması uyarınca Musul’u, Fransızların Verimli Hilal’in (Mısır’da Nil nehrinin suladığı alanı, Levant’ı -bugün İsrail’in bulunduğu yer dâhil- ve Fırat’la Dicle nehirlerinin suladığı alanı kapsar) kuzeyindeki etki alanından uzaklaştırmıştır ve bilahare Milletler Cemiyeti’nin de Filistin ve Irak yönetimini Britanya’ya bir hak olarak tanımasıyla Britanya Nil’den İndus’e kadar kırılmaz bir stratejik üstünlük sağlamıştır. Sykes-Picot Anlaşması 1916 yılında Fransızlar ve İngilizler arasında bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma özellikle Orta Doğu'nun bugünkü hâline gelmesine sebep olması açısından önemlidir. İngiliz subay Mark Sykes ile Fransız subay François Georges-Picot Kahire'de bir araya gelerek masa başında Orta Doğu'yu iki ülke arasında paylaştırdılar. Bu anlaşmaya göre yeni yapay devletler kuruldu. Sykes-Picot hattı denilen bu sınırlar, o dönemin koşullarında dünyanın iki büyük emperyalist gücü olan Birleşik Krallık ve Fransa'nın Orta Doğu'ya bakış açılarını yansıtmaktadır. Fransız ve İngiliz subaylar bölgenin etnik ve dinsel yapısını göz önünde bulundurmadan sadece kendi çıkarları doğrultusunda harita üzerinde yeni ülkeler oluşturup bazı etnik grupları da parçaladılar. Bu anlaşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz bölgesi; Suriye, Lübnan Fransız bölgesi oldu. Modern Irak, 1920’de Osmanlıların I. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle birlikte İngilizlerin, Osmanlı eyaleti olan Musul, Bağdat ve Basra’yı yeni bir politik oluşum olarak değiştirmeleri sonucu, Fırat-Dicle havzasını kontrolü altına alan ve yakın bir bölge devleti tarafından yönetilmeyen yeni bir oluşumdur. İngilizler başta ülkeyi bizzat yönetmeyi düşünmüşlerse de halkın sert muhalefetiyle karşı karşıya kalmışlardır. Çıkan isyanlarda özellikle Şii halk rol almıştır. Şiilerin çoğunlukta olduğu Necef, bu dönemde isyanın merkezini oluşturmuştur. Sonuçta İngilizler tarafından Muhammed bin Abdullah'ın soyundan gelen Kral Faysal Irak'ın başına geçirilmiştir. Bu yöntemle İngilizler hem Irak'a tamamen hâkim olmak hem de Osmanlının ardından doğan halife boşluğunu bu şekilde doldurarak diğer İslam ülkelerine de etki etmeyi planlamıştır. Kral Faysal'ın başa geçmesiyle beraber yaşanan en önemli gelişme Arap ulusçuluğunun teorisyeni Sati el Hüsri'nin Irak'a getirilmesidir. Onun kurduğu Arap birliğine yönelik eğitim sistemi özellikle Şii grupların tepkisini toplamıştır. Kral Faysal güçlü ve bağımsız bir Irak kurabilmenin yolunun güçlü bir ordudan geçtiğini biliyordu. Bu nedenle bu tip bir ordunun oluşması için çalışsa da Iraklı Kürtler ve Şiilerin olumsuz tavrıyla karşılaşmış ve askere almalarda daima sorunlar çıkartmışlardır. Her iki topluluk da Sünni Araplara asker olarak hizmet etmeyi reddetmiştir. İlerleyen yıllarda Sünnilerle Şiiler arasında entegrasyon süreci yaşanmış, karşılıklı evlilikler ve ticaret ilişkileri olmuştur. 1928'e gelindiğinde 88 kişilik Irak parlamentosunda 26 Şii üye vardı. 1930 yılında Irak hükûmeti bağımsız bir devlet olma yolunda Birleşik Krallık ile 25 yıllık bir anlaşma imzalarken, 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne bağımsız bir devlet olarak katıldı. 1933'te Kral Faysal'ın ölümünün ardından ülkede dinsel ve etnik çatışmalar arttı. 1935'te İtalyanların Habeşistan'ı işgali Orta Doğu ülkeleri arasında özellikle güvenlik endişesinin oluşmasına sebep olmuştur. İtalyanların Kuzey Afrika'da kurduğu bu hâkimiyeti Yemen'le yaptığı anlaşmayla Kızıldeniz'in çıkışını kontrol eder hâle gelmesiyle Orta Doğu'ya taşımayı planlıyordu. Bu nedenle Orta Doğu ülkeleri arasında Sadabat Paktı kuruldu. 1936 yılında genç reformcuların desteğini kazanan Hikmet Süleyman adlı eski bir politikacı Kürt kökenli bir albay olan Bekir Sıdkı'nın liderlik ettiği bir askerî darbeyle hükûmeti ele geçirdi. Bir süre sonra ordu içindeki muhalif bir kanat, Bekir Sıdkı'yı öldürerek yönetime ağırlığını koydu. Böylece ordu içindeki hiziplerin çatışmasına dayanan hükûmetler dönemi başladı. Kral Gazi'nin II. Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre önce bir araba kazasında ölmesi üzerine yerine dört yaşındaki oğlu II. Faysal geçti. Yeni kralın amcası Emir Abdullah naip olarak yönetimi üstlendi. 1941'de ise Mayıs harekâtı olarak bilinen ikinci bir darbe oldu. II. Dünya Savaşı yıllarında hâkim güçler arasında yaşanan mücadele Irak üzerinde de olmuştur. Almanlar yaptıkları darbe ile kendilerine yakın bir yönetimi başa getirseler de, yapılan ikinci darbe ile İngilizler tekrar hâkimiyeti kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye sınırlarına kadar gelen Almanların amaçlarından birisi de Türkiye'yi geçerek Irak'taki yandaşlarına yardım edip, buradaki İngiliz hâkimiyetini kırmaktı. Fakat daha sonra Alman ordularının Rusya'ya dönmesi, Türkiye'nin işgali ve Irak'a ulaşma planlarından vazgeçmesine sebep oldu. İngilizler Irak'ı da Almanya'ya karşı savaşa girmeye teşvik etse de Irak yönetimi Türkiye'yi örnek alarak aynı politikaları izlemiş ve savaşa girmemiştir. 1945 yılında Arap ülkeleri bir araya gelerek bir Arap Birliği örgütü kurdular. Arap Birliği harekâtı Arap ülkeleri arasında milliyetçilik duygularının da artmasına sebep oldu. Bunun sonucu olarak da Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan'ın tek bir ülke olarak birleşmesi düşüncesi ortaya atıldı. Arapların birleşme düşüncesini özellikle Birleşik Krallık destekliyordu. Bu birleşme ile İngilizler, Suriye ve Lübnan'daki Fransız hâkimiyetini kaldırarak bu bölgeleri de kendi hâkimiyeti altına almayı amaçlıyordu. Diğer güçlü bir Arap ülkesi olan Mısır da bu birleşmeye karşı çıkıyordu. Onun endişesi ise Arap dünyasının en büyük ülkesi olma özelliğini yitirecek olması idi. Orta Doğu'da İngilizlerin etkisinin zayıflaması, İsrail devletinin kurulması, Mısır'ın muhalefeti gibi nedenlerle bu birlik fikri hayata geçirilemedi. 1960'lı yıllarda Mısır ve Suriye'nin birleşmesi dışında Arap ülkeleri arasında bir birleşme yaşanmadı. İsrail'in kurulması ile Arap Türkiye ilişkileri yeni bir döneme girdi. ABD'nin etkisi ile Türkiye'nin İsrail devletini tanıması Arap ülkelerinde tepki ile karşılandı. Türkiye bu tepkileri azaltmak ve yeni müttefikler bulabilmek için Irak'la yakınlaşmaya çalıştı ve ABD ve Birleşik Krallık'ın aktif katılımıyla Bağdat Paktı'nı imzaladı. II. Dünya Savaşı sonrası dünya üzerindeki güç dengelerinde büyük değişmeler yaşandı. Birleşik Krallık hâkimiyetini yitirirken ortaya çıkan boşluğu ABD ve Sovyetler doldurmaya başladı. Irak ise bu dönemde Sovyetler Birliği yanında yer aldı. 1958 yılında gerçekleşen kanlı darbe ile krallık devrilip cumhuriyet ilan edildi. General Abdülkerim Kasım cumhurbaşkanı oldu. Irak bu darbenin ardından Bağdat Paktı'ndan çekildiğini açıkladı. Irak'ta bu dönem özellikle komünizm ve etnik milliyetçiliğin hızla yayıldığı yıllardır. Irak'ta yaşanan bu değişiklik Orta Doğu'daki tüm dengeleri altüst etti. Irak'taki bu darbeden etkilenen Suriye'de benzer bir askerî darbe yaşandı. Or
ta Doğu'nun tamamen Sovyetler Birliği'nin hâkimiyetine girmemesi için ABD ve Birleşik Krallık harekete geçti. ABD, Lübnan'a askerî müdahale yaparken Birleşik Krallık, Ürdün'deki karışıklığı bahane ederek burayı işgal etti. Orta Doğu'nun önemli bir bölümünün Sovyet etkisi altına girmesi, ABD ve müttefiklerini endişelendirdi. Özellikle son dönemde açıklanan belgeler, Türkiye'nin Irak ve Suriye'de yaşanan darbelerin ardından ABD'nin baskısıyla bu ülkelere yönelik bir işgal planı hazırladığı ve daha sonra bazı nedenlerden dolayı bundan vazgeçtiğini ortaya koymaktadır. 8 Kasım 1963'te Baas Partisi mensupları ve ordudaki milliyetçileri darbe girişiminde bulundular. Fakat General Abdüsselam Arif yeni lider oldu ve ülke genelinde komünist avı başlatıldı. "Baas Hareketi": "Baas" Arap dilinde "yeniden diriliş" anlamına gelmektedir. 1940 yılında Suriye'de kurulan bu hareketin ilk teorisyenleri Ekrem Havrani ile Mişel Eflak'tır (Eflak, Suriyeli bir Hristiyan ve bu ideolojinin efsanevi lideridir). Baas ideolojisi, amaç olarak Orta Doğu'da tek bir Arap devleti kurulmasını benimsemiştir. Partinin sloganı "Birlik, özgürlük ve sosyalizm" idi. Parti ideolojisi parti birliğine ve dış baskılara karşı durmaya dayanıyordu. Baas hareketi Suriye'de ortaya çıkmışsa da, Irak'ta da taraftar bulmuştur. Baas Partisi Suriye ve Irak'ta yaptıkları devrimlerle iktidarı ele geçirmişlerdir. Saddam Hüseyin ve Hafız Esed Baas akımının son büyük temsilcileridir. 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda Arap ülkelerinin İsrail'e karşı ağır bir yenilgi almaları Irak'taki Baas hareketine olan desteği artırdı. 17 Temmuz 1968'de gerçekleşen kansız bir darbenin ardından iktidar tamamen Baasçılara geçti. Hükûmet programı konusunda başlayan anlaşmazlıklar üzerine Baas yanlısı Saddam Hüseyin'in başında bulunduğu bir grup subay temmuz sonlarında öteki darbeci hizipleri saf dışı bıraktı. Devlet başkanlığı ve başbakanlığa getirilen el-Bekir, aynı zamanda yeni oluşturulan Devrimci Komuta Konseyi ve Baas Partisi Bölgesel Komutanlığı başkanı olarak kesin bir denetim sağladı. Hükûmete ağırlığını koyan Baas Partisi, örgütlü yapısıyla hemen hemen bütün kurumları ele geçirmeyi başardı. Tabanını genişletmek isteyen parti, 1970'te Kürtlerle çatışmaya son vererek Irak Komünist Partisi (IKP), Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ve öteki bazı milliyetçi ve sol eğilimli siyasi güçlerle iş birliğine yöneldi. Ancak, 1974'te Kürtlerle, ardından komünistlerle ilişkilerin bozulması nedeniyle yeniden tek partili sıkı bir rejime dönüldü. 1976'da başbakanlığı ve bazı önemli yetkileri Hasan El Bekir'den devralan Saddam Hüseyin, Temmuz 1979'da, Irak devlet başkanı oldu. İran-Irak Savaşı: 1979 yılında İran'da yaşanan İslam Devrimi oldu. 1975'te Kürt sorununu çözmek için İran'a bazı ödünler veren Irak 1979'da bu ülkede yaşanan rejim değişikliğinden yararlanarak İran'a savaş açtı. Her iki ülkeye de insani ve ekonomik olarak büyük kayıplar verdiren İran-Irak Savaşı 1988'de imzalanan bir ateşkes antlaşmasıyla sona erdi. I. Körfez Savaşı: II. Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan Soğuk Savaş tüm dünyayı iki kampa ayırmıştı. 1980'li yıllar Sovyetler'in çözülme sürecine girmesine ve Soğuk Savaş'ın sonuçlanmasına sahne oldu. İki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu bir dünyaya doğru etkinlik haritasının tekrar çizilmeye başlanması, Orta Doğu'ya da yansıdı. Irak, Ağustos 1990'da petrol üretim kotalarını aşmak ve tartışmalı bölgelerden petrol çıkarmakla suçladığı komşusu Kuveyt'i işgal ederek 19. ili olarak topraklarına kattığını ilan etti. Saddam Hüseyin'in uzlaşmaz tutumu karşısında BM'ye üye çeşitli ülkeler ABD öncülüğünde Suudi Arabistan'a askerî yığınak yapmaya başladı. BM Güvenlik Konseyi Irak'a 15 Ocak 1991'e değin Kuveyt'ten çekilmesi için son bir uyarıda bulundu. 17 Ocak 1991'de başlayan ve Körfez Savaşı olarak bilinen "Çöl Fırtınası Harekâtı" sonunda 27 Şubat 1991'de Kuveyt kurtarıldı. 28 Şubat'taki ateşkesin ardından kuzeydeki Kürtler ve güneydeki Şiiler arasında başlayan ayaklanmalar Irak kuvvetlerince acımasızca bastırıldı. 2 milyonun üzerinde Iraklı Kürt Türkiye ve İran'a sığındı. Bunun üzerine BM, 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyindeki bölgeleri Irak uçuşlarına yasakladı. ABD yönetimindeki müttefik kuvvetler 1993, 1996, 1998 ve 2001 yıllarında Irak'a karşı hava saldırıları düzenledi. Körfez Savaşı'ndan sonra uygulamaya konan Birleşmiş Milletler ambargosu 1996 yılında başlayan Gıda Karşılığı Petrol Programıyla yumuşatıldı. ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki koalisyon kuvvetleri "Irak'ı kitle imha silahlarından arındırmak", "Saddam Hüseyin'in teröre verdiği desteği kesmek" ve "Irak halkını özgürleştirmek" gerekçeleriyle Irak'taki Baas Rejimi'ne karşı saldırıya geçti. 20 Mart 2003'te başlayan hava saldırısı ve onu takip eden kara harekâtı sonunda 9 Nisan 2003'te başkent Bağdat'a giren koalisyon güçleri Saddam Hüseyin iktidarını devirdi. 15 Nisan'da Irak tümüyle koalisyon güçlerinin denetimine geçti. Bundan sonra bir süre belli bir direniş gerçekleşmedi. Aralık 2003'te Saddam Hüseyin yakalandı. Sonraki dönemlerde işgalci ABD güçlerine karşı bir direniş başladı ve günümüzde de bazen çok şiddetli olarak (özelikle Felluce) devam etmektedir. Bunun yanında Şiiler ile Sünniler arasında derin bir ayrışma ortaya çıkmış ve adeta iç savaşı andıran, günümüzde de devam eden şiddetli çatışmalar yaşanmaktadır. Terör örgütleri tarafından da düzenlenen saldırılarda çok sayıda insan ölmüştür. 2008 başlarında işgalin başladığı Mart 2003'ten beri 4020 civarında ABD askeri ölürken 1 milyondan fazla Iraklının şiddet, çatışma ve direniş olayları sonucu öldüğü belirtilmiştir. Ayrıca ABD'nin Iraklı tutuklulara yaptığı işkenceler skandala yol açmıştır. Bunun yanında keyfî uygulamalar sonucu öldürülen Iraklı sivillere rastlanmıştır. Irak Silahlı Kuvvetleri, Irak'ın iç ve dış güvenliğini sağlamak; ülkeyi havadan, karadan ve denizden korumak amacıyla 1921 yılında kurulan ve günümüzde faaliyet gösteren silahlı kuvvet. Irak Silahlı Kuvvetleri, kendisine bağlı 4 birim bulundurur. Bunlar; Irak Kara Kuvvetleri, Irak Deniz Kuvvetleri, Irak Hava Kuvvetleri ve Irak Özel Operasyonel Kuvvetleri olarak sıralanır. Peşmerge, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne bağlı Irak'ın bölgesel silahlı kuvvetidir. Körfez ülkeleri arasında Irak, Suudi Arabistan ve İran’dan sonra 437.072 km² ile en büyük yüzölçümüne sahip ülkedir. Arap olmayan dünya ile komşu tek Arap körfez devleti Irak, kuzeyde Türkiye, batıda Suriye ve Ürdün, doğuda İran, güneyde Suudi Arabistan ve Kuveyt ile çevrilidir. Irak’ın Körfez ile ilgisi denize çok kısa olan cephesinden kaynaklanır: 924 km² su alanına (kara suları) sahiptir. Bu görünümü ile tipik bir kara devleti olarak Irak, sınırlı bir stratejik derinliğe sahip olan Kuzey Irak’taki dağlık arazi dışında her taraftan savunmasız sınırlarla çevrili ve denize ulaşımı ise yetersizdir. Körfez’in üç büyüklerinden Irak’ın komşuları İran (1.458 km), Suudi Arabistan (814 km), Suriye (605 km), Türkiye (331 km), Kuveyt (242 km) ve Ürdün (181 km) ile olan toplam sınır uzunluğu 3.631 km’dir. Sahip olduğu petrol rezervleri ve tarıma elverişli toprakları ile jeopolitik öneme sahip olan Irak; Saddam Hüseyin’in etkisi ve bölgede (özellikle Irak üzerinde) hâkim unsur olan ABD politikaları ile de Orta Doğu ve Körfez’in stratejik hassasiyete ve öneme sahip önemli bir ülkesi durumundadır. Ülkede başkent Bağdat'taki Bağdat Havalimanı başta olmak üzere altı adet uluslararası uçuşlara açık havalimanı bulunmaktadır. İklimini irdelediğimizde Irak'ta, soğuk ve kurak kışlar, sıcak, bulutsuz yazlar görülür. Çoğunlukla çöl olması bu sayılan iklimsel sonuçları doğurur. İran ve Türkiye sınırı boyunca uzanan kuzeydeki dağlık bölgeler, yoğun kar yağışı altındadır. Bazen Orta ve Güney Irak'ta sel görülür. Toz ve kum fırtınaları da diğer doğal afetler arasında yer alır. Çoğunlukla geniş düzlüklerden oluşan bir arazi yapısı vardır. İran sınırında büyük bataklıklar görülür. Irak'ın olağanüstü ekosistemi ve habitat çeşitliliği, ülkede önemli bir tür çeşitliliğinin oluşmasını sağlamıştır. Mezopotamya, üzerinde tarımın yapılmaya başladığı yıllardan itibaren birçok bitkinin anavatanı olmuştur ve günümüzde bu bitkiler Irak'ta yaşayan insanlar tarafından kullanılmaktadır. Irak'ın faunasının çeşitliliği, florasının çeşitliliğinden bile büyüktür. Meşe ormanları, Irak'ın kuzeyindeki Zagros Dağları'nın büyük bir bölümünü kaplar ve bir ekolojik bölge oluşturur. Irak'ın güneyinde ise kendine has çöl biyoçeşitlilikleri vardır. Bölge ayrıca Avrasya yaban hayatına da ev sahipliği yapar. Serçe, kınalı keklik, bıldırcın, ibibik, güvercin, yaban güvercini, ördek, yaban ördek, bayağı dağ bülbülü gibi kuşlar da burada yaşar. Bu yüzden Irak'ın biyoçeşitliliği bölgeden bölgeye değişebilmektedir. Irak'ın kuzeyinde karasal iklim hâkimdir, güneyinde ise çöl iklimi hâkimdir. Irak'ın iklim şartları, kuzeydeki topografik ve dağlık yapısı nedeniyle ülkede bitki örtüsü olarak bozkır ve orman bulunur. Ülkenin kuzeyindeki dağlık bölgede kavak, söğüt ve meşe ağaçları bulunur. Güneyinde ise genelde çöl ağaçları olan hurma ve palmiye ağaçları vardır. Irak'ın ekonomisini tarım, turizm,  alışveriş ve petrol ihracatı oluşturmaktadır. Irak'ın kültürü Mezopotamya kültürü, İslam dini ve geleneksel Arap ve Kürt kültürü etrafında biçimlenmiştir. Buna karşın, Irak çeşitlilikler içinde yüksek bir kozmopolit toplum ve canlı bir kültüre sahiptir. İslam etkisi Arap ve Kürt kültürünün mimari, müzik, giyim, mutfak ve yaşam tarzında görülebilmektedir. Arap ve Kürt mutfağı oldukça tutulmakta olup ülkenin her yerinde döner lokantalarından Irak otellerinin lüks lokantalarına kadar her yerde bulunabilmektedir. Hızlı yiyecekler, Arap, Kürt ve Batı mutfakları da oldukça popüler olup geniş miktarda bulunabilmektedir. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlar, pirinç ve bulgurdur. Mutfağın temel bileşenleri kebap, etli yemekler ve hamurlu tatlılardır. Irak'ta giyim bakımından bir zorlayıcılık yoktur. İnsanlar istedikleri kıyafeti giyebilmektedir örneğin: yöresel kıyafetler veya B
atı tarzı kıyafetler. Irak'ta insanların birçoğu yöresel Arap kıyafeti olan kandura ve Kürt kıyafeti giyerler. Bu giyim biçimleri, Irak'ın çok sıcak ve nemli veya çok soğuk olan iklimine göre değişmektedir. 2014 yılı nüfus tahminlerine göre Irak, 32.585.692 kişilik bir nüfusa sahiptir. Toplam nüfusun %75-80'i Araplar, %15-20'si Kürtler ve %5'i ise Türkmenler, Süryaniler, Keldaniler, Nesturiler, Asuriler ve diğer etnik gruplara mensuptur. %97’si Müslüman olan halkın %60-65'i Şii Müslümanlar, %32-37’si Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır. Şii Araplar Irak'ın güneyinde yaşarken, Bağdat civarında Sünni ve Şii Araplar, Irak'ın kuzeyinde ise Sünni Kürtler, Yezidiler ve Irak Türkmenleri yaşamaktadır. Irak oldukça genç bir nüfusa sahip olup nüfusun %55’i 15-64 yaş grubuna, %42’si 0-14 yaş grubuna, %3’ü 65 yaş ve üzeri gruba dâhildir. Ortalama ömrün yaklaşık 66,5 yıl olduğu Irak’ta bebek ölüm oranlarının yüksekliği (%6,2) önemli bir sorundur. Irak nüfusunun %58‘i okuma yazma bilmektedir. Bu oran erkeklerde %70,7’ye çıkarken, kadınlarda %45’e inmektedir. 2000 yılı nüfus artış hızı %2,86 olarak tahmin edilmiştir. Bu itibarla günümüzde Irak’ın nüfusunun verilen nüfus artış hızını dikkate alırsak 37 milyonun üzerinde seyrettiği muhtemeldir. Irak nüfusu (2014): 36.004.552 kişi. Dinsel olarak: %55-60 Şii Müslüman (Arap-Türkmen) nüfus: 17.050.000-18.600.000 %37-40 Sünni Müslüman (Arap-Kürt-Türkmen) nüfus: 11.470.000-12.400.000 %2-3 Hristiyan (Süryani, Keldani, Asuri-Şabak-diğer) nüfus: 620.000-930.000 Etnik olarak: %51-54 Şii Arap, nüfus: 15.810.000-16.740.000 %20-21 Sünni Arap, nüfus: 6.200.000-6.510.000 %16-20 Kürt, nüfus: 5.250.000-7.000.000 %8-9 Türkmen, nüfus: 2.500.000-3.000.000 %3 Hristiyan, (Süryani, Keldani, Nasturi, Asuri), nüfus: 620.000-930.000 Irak'ta yer alan üniversiteler: Irak 19 ilden (Arapça: محافظات "muḥāfaẓat", tekil hâlinde محافظة "muhafazah") oluşur: Irak (makam) Irak (Irâk), Klasik Türk müziğinde, aynı adla anılan ve kalın fa diyez notasını andıran perdedeki makamlardan biri. Isfahan İsfahan ya da Isfahan şu anlamlara gelebilir: Isfahan (makam) Isfahân, Klasik Türk müziğinde dügah perdesindeki makamlardan biridir. Kürdî Kürdî, Klasik Türk müziğinde si bemol notasını andıran perde ve dügah perdesindeki bir makam. I. Sultan Murad zamanında yazılmış olan Kitâb-ı Mûsikî ve Edvâr-ı Makâmât'da Kürdî adına rastlanmamaktadır. Makâmın, Kürdî adını daha sonra almış olması görünmektedir. Bununla birlikte bu iki kitapta ve Zeyn'ül-Elhân'da bu makâmı Ebî-Selîk veya Ebû-Selîk makâmı olarak görülmektedir. Lâdikli Mehmet Çelebi döneminde Ebu-Selîk adı Kürdî olarak değiştirilmiştir. III. Sultan Selim Han devrinden evvel yazılmış musiki kitaplarında Acem-Kürdî yoktur. Hatta, Abdülbâki Nâsır Dede'de de bulunmamaktadır. Bu makamın Dede tarafından bilinmesi ve bu makamdan beste yapılması, daha sonra İsmail Ağa'nın Acem Kürdî peşrevi ile Osep Ağa'nın berefşan bestesi, II. Sultan Mahmud Han devri ile daha sonraki devreye tesadüf etmektedir. Bu itibarla makamın tertip tarihinin (elimizde bulunan eserlere göre) eski olmadığı anlaşılmaktadır. III. Sultan Selim Han döneminde tertiplenen makamlardan biri olduğu anlaşılmaktadır. Acemkürdi makamı, acem makamını husule getiren acemaşiran ve uşşak dizilerinin nihayetine bir kürdi dörtlüsünün katılmasından ibarettir. Güçlü acem-fa durak dügâh-la sesleridir. Makam acem makamını yapar, sonra kürdi dörtlüsü ile karar eder. Bazan ibare arasında da kürdi dörtlüsü gösterilir. Acem-Kürdînin kürdi makamından farkı pek azdır. O da iptida da çargâh dörtlüsünün çokça icrasıdır. Acem kürdîyi donanımda acem makamında olduğu gibi, uşşak dizisinin işaretleri ile gösterilir. Acemaşiran dizisinin dördüncü sesi olan (sünbüle-küçük-mücennep bemollü si) kürdi dörtlüsünün ikinci sesi olan (kürdi-küçük mücennep bemollü si) nin değiştirme işaretleri ibare arasında o seslere ilâve edilir. A) Arel-Dr.Ezgi Sisteminde Kürdî dizisi .mülayimdir. Pestten tize doğru seslerinin isimleri, dügâh, kürdî, çârigâh, neva, hüseynî, acem, gerdaniye, muhayyerdir; nota isimleri ise, la, küçük mücennep bemollü si, do, re, mi, fa, sol, la, dır. Kürdî dizisi pest tarafta bir kürdî dörtlüsüne, tiz tarafta bir bûselik beşlisinin birleşmesinden teşekkül etmiştir. Kürdî makâmı sâittir. Lâkin ekseriya dizide karışık hareket eder. Güçlü nağme dördüncü derece olan (Neva-re) dir. Bunda yeden nağmesi bir taninî aralığındadır. Bununla beraber bazı bestekârlar bir küçük mücennep aralığı ile nadiren karar vermişlerdir. Makâm, kürdî dörtlüsünün ya durak ya güçlüsünden başlar, onda gezinip durak veya güçlüde muvakkat karar yapar. Sonra icap ederse bûselik beşlisinde dahi seyrederek gelir durakta kalır. Kürdî dizisi nağmelerinin birbirinden sonra buutleri : (1) bir bakıyye (2) bir taninî (3) bir taninî (4) bir taninî (5) bir bakıyye (6) bir taninî (7) bir taninîdir. Durak nağmesine göre aralıkları : (1) bakiyye (2) bir küçük üçlü (3) tam dörtlü (4) tam beşli (5) bir küçük altılı (6) küçük yedili (7) tam sekizlidir. Kürdî dizisini mevkiinde yazmak istediğimizde tabiî çârigâh dizisinin altıncı sesinden tize doğru yazılacaktır. Çârigâh dizisinin altıncı yedinci sesleri arası bir taninî, kürdinin birinci ve ikinci sesleri mesafesi bir bakıyye olduğundan çârigâhın yedinci sesine bir küçük mücennep bemolü vazetmek lâzımdır. Çârigâhın yedinci, sekizinci nağmeleri buudü bir bakiyedir, yedinci sese konulan küçük mücennep bemolü ile bu seslerin aralığı bir taninî olmuştur. Kürdinin üçüncü ve çârigâhın birinci seslerinden sonra aralıklar birbirinin aynıdır; donanımda çârigâh dizisinin yedinci sesine bir küçük mücennep bemolü koymakla kürdî dizisini mevkiinde yazmış oluruz. B) Töre- Ekrem Karadeniz Sisteminde GİRİŞ VE KARAR :Çoğunlukla Neva ve Hüseynî perdelerinden terennüme başlayıp Dügâh perdesinde karar verir. ISKALA :Bu makâm çıkış ve inişte aynı ıskalayı kullanır. Nota yazarken eserin baş tarafına Kürdî perdesine mahsus olan Bemol işaretini koymak uygun olur. Bakınız: Net.art net.art terimi genel olarak 1994-1999 arası internet sanatının öncülüğünü yapan grubun yaptığı işleri sınıflandırmak için kullanılır. Bunun yanında zaman zaman "internet sanatı" ile eşanlamlı olarak kullanıldığı da olur. İlk başlarda sadece internete özgü tüm online sanat eserleri için bu tabir kullanılırken, internet sanatının müzelere girmesiyle net.art daha çok Vuk Ćosić, Jodi.org, Alexei Shulgin, Olia Lialina, Heath Bunting and Valéry Grancher, Etoy gibi sanatçı ve sanatçı grupları için kullanılmaya başlamıştır. Net.art teriminin ilk defa 1995 Aralığında Slovenyalı Vuk Ćosić'in aldığı yazılım hatası nedeniyle karakterleri bozuk çıkan bir e-posta mesajı sonrası kullanılmaya başlandığı şeklinde yaygın bir söylenti vardır. Buna göre mesajda, birçok karakter okunamamaktayken bir yerine "net. art" şeklinde okunabilir bir ifade yer alıyordu. Daha sonra Ćosić bu anekdotu yalanlamış, terimin ilk defa 1995'te Pit Schultz tarafından ortaya atıldığını açıklamış, aslında Alexei Shulgin tarafından uydurulup İnternet üzerinden yayılan bu hikâyenin de bir çeşit net.art eseri haline geldiğini ifade etmiştir. Muhayyerkürdi Muhayyerkürdi (Muhayyerkürdî), Klasik Türk müziğinde rast perdesinde bir makam. Muhayyerbûselik Muhayyerbuselik (Muhayyer Bûselik), Klasik Türk müziğinde bir makam. Bakınız: muhayyer ve buselik makamları Muhayyer Muhayyer, Klasik Türk müziğinde dügâh perdesinde bir makam. Bakınız: muhayyer makamı ve Rast Rast (makam) Rast, Klasik Türk müziğinde bir makam. Çıkıcı bir makamdır. Durağı SOL sesi, güçlüsü beşinci derecesindeki RE sesidir. Dizisi şu şekildedir: SOL-LA-Sİ (koma bemol)-DO-RE-Mİ-FA (bakiye diyez)-SOL Perdelerin Türk Müziğindeki isimleri şöyledir: Râst, Dügâh, Segâh, Çârgâh, Nevâ, Hüseynî, Evic, Gerdâniye Rast makamına durak sesinden başlanır, ya durakta veya güçlüde asma karar yapılır sonra tizdeki dörtlüsünde de gezinildikten sonra durak sesi olan SOL ile karar verilir. Rast makamı, Klasik Türk müziğinin en temel makamı sayılır nitekim "rast" Farsça'da düz, doğru, sağ manasına gelir. Uzaktan andırsa da, batı müziğinde başka seslerin kullanılmasından dolayı majör gamlarıyla karşılaştırmak yanlıştır. Rast makamında bestelenmiş bazı popüler eserler şunlardır: Rast kelimesi Türk müziğinde aynı zamanda SOL sesi için de kullanılır ("Rast perdesi", "Rast üzerinden girmek"). Uşşak Uşşak, Klasik Türk müziğinde ana makamlardan biridir. Şevki Bey'in bu makamda pek çok eseri mevcuttur. Çıkıcı bir seyre sahiptir. Yerinde Uşşak dörtlüsüne Neva'da Buselik beşlisi eklenmesiyle meydana gelmiştir. Dörtlü ve beşlinin ek yerindeki Neva perdesi makamın güçlüsüdür. Segâh perdesinin özellikle inişlerde 2-3 koma pes basılması gerekir. Uşşak Makamı "Aşıklar Makamı" demektir. Uşşak Şarkılar Şehnaz Şehnaz (Şehnâz), Klasik Türk müziğinde bir makam. Bakınız: Şehnâzbûselik Şehnâz Bûselik, Klasik Türk müziğinde bir makam. Bakınız: şehnaz ve buselik makamları Tâhirbûselik Tahirbuselik (Tâhir Bûselik), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Bakınız: tahir ve buselik makamları. Tahir Tahir şu anlamlara gelebilir: Saba İnternet sanatı İnternet sanatı (WWW'in araç olarak kullanıldığı durumlarda web-art, web sanatı; genel anlamda ağları kullandığında ağ sanatı, net sanatı, net-art), İnternet'i temel gereç (mecra) olarak kullanan ve video sanatında olduğu gibi konusunu da kullandığı mecradan alan; dolayısıyla İnternet, İnternet kültürü, teknoloji-toplum ilişkileri gibi konuları irdeleyen kültürel üretim şekli, sanat çeşididir. Walker Art Center'ın eski küratörü Steve Dietz'in deyişiyle "İnternet sanatı projeleri, izlenmesi/ifade edilmesi/katılımının sağlanması için İnternet'in hem gerekli hem de yeterli koşul olduğu projelerdir." İnternet sanatı sanatsal web sitelerinde biçimlendiği gibi, email projeleri, online video, internet bazlı yazılımlar, internet bazlı enstalasyonlar, ses ve radyo işleri, tarayıcı sanatı, spam sanatı, kod şiiri gibi uygulama
ları da kapsar. İnternet'in getirdiği yeniliklerle sanatçıların önünde sınırsız imkânlar açılmış, bu internet sanatı terimini biraz belirsiz ve fazla genel kıldıysa da, genel anlamda çağdaş sanatın değişmesi ve genişlemesine katkıda bulunmuştur. İnternet sanatı, oturmuş bir terminolojiye sahip değildir. 'İnternet sanatı', 'web sanatı', 'ağ sanatı', 'net sanatı', 'net-art', 'net.art' gibi terimler bir arada kullanılabilmektedir. Bunlardan sadece net.art çoğunlukla erken dönem internet sanatı için kullanılır. İnternet sanatı değişik sanat akım ve geleneklerine dayanır. Bazı internet sanatı projeleri kavramsal sanat, Fluxus, pop sanatı, performans sanatı ile doğrudan ilintilidir. Kökleri Avrupa, Japonya ve ABD'deki geleneksel müze ve galeri çevresinin dışında kalan disiplerarası araştırmalar yapan kuruluşlara dayanır. Bunlar arasında Linz'deki Ars Electronica Festivali, ORF'deki ilk radyo deneyleri, Kunstradio, ve Paris'teki IRCAM sayılabilir. WWW'in icadından sonra bilgisayarların ve İnternet'in yaygınlaşmasıyla teknolojik imkânlar herkese açılmış, sanatçılara yeni ifade imkânları tanımıştır. Bugün internet sanatlarını teknolojik sanatlar olarak inceleme eğilimi olsa da birçok sanatçı ve eleştirmen bu sanat türünün de çağdaş sanatın ana akışı içinde incelenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Sabâ (makam) Saba (Sabâ, Arapçadan), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Saba makamı, la durak sesi üzerine kuruludur. Türk müziğinde re notasının (sesinin) yarım ses ve si notasının (sesinin) çeyrek ses pesleşmesi ile çalınır, icra edilir. Nota dizeğinde, eserin ölçüsü ile beraber re notasının olduğu sıraya bemol ve si notasının olduğu yere de koma bemol işareti konularak saba makamı olduğu belirtilir. Ayrıca eserin başka yerlerinde, ilgili notalara bu işaretler getirilebilir. Genellikle türk halk müziği eserlerindeki arıza ses sib2 dir. Saba makamında bu arıza ses bir çeyrek ses daha pesleşmiştir. Bir diğer ismi derbeder makamıdır. Mendilimin yeşili, aman doktor gibi eserler bu makamdan çalınır. Ayrıca sabah ezanı da bu makamdan okunur. Neva Neva (Nevâ), Klasik Türk müziğinde bir makam adı ve Yegâh'tan bir oktav tiz olan İtalyan nota sisteminde 3. çizgide gösterilen "re" perdesidir. Nevâ makâmı basit makamlardan olup, durağı Dügâh perdesidir. Seyri inici çıkıcı olan makâmın dizisi ise yerinde Uşşak dörtlüsüne, Nevâ perdesinde bir Rast beşlisinin eklenmesiyle meydana gelir. Güçlüsü aynı adı taşıyan perdenin adı Nevâ'dır. Rast perdesiyle yeden alır. Donanımına ise Si için bir komalık (koma)bemol ve Fa için dört koma (Bakiyye)diyezi yazılır. Makamın Özelliği: Nevâ makamı parlak bir makam değildir. Genişleme seslerinin fazlaca kullanılmadığı bu makamda, inici seyir yapılırken Fa Bakiyye diyez (Evc) perdesi, Bekar hale getirilerek Acem perdesi haline gelir. Neva üzerinde bu şekilde inici bir Bûselik Beşlisi meydana gelmiş olur. Bu makama ait önemli eserler Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi'nin Kâr'ı, Tanbûri Cemil Bey'in Peşrevidir. Günümüz bestekârlarınca fazla kullanılmayan bu makamda daha pek çok güzel eserler mevcuddur. Neva; ses, ahenk, nağme anlamları taşıdığı gibi kuvvet, zenginlik, kudret, nasip, kısmet anlamlarınıda ifade eder. Rızık, bolluk, bereket anlamına da gelir. Nevabûselik Nevabuselik (Nevâ Bûselik), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Bakınız: neva ve buselik makamları. Nevakürdi Nevakürdi (Nevâ Kürdî), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makamdır. Neveser Neveser (Nev'Eser), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Nikriz Nikriz (Nikrîz, Farsçadan), Klasik Türk müziğinde, dizisi bir sekizli içinde gösterilebilen basit görünüşlü bir birleşik makamdır. Nişaburek Nişaburek (Nişâbûrek), Klasik Türk müziğinde rast makamı ve uşşak makamının buselik "si" perdesiyle oluşmuş bir makamdır. Mâhur Mahur, Klasik Türk musikisinde bir makam. En sevilen makamlardan biridir. İran ve Hindistan'da Mahur isminde şehirler vardır. Mahur makamı ismini muhtemelen bu şehirlerden almıştır. Çeşitli kâr-ı nâtık güftelerinde de Mahur adının coğrafi isim olarak kullanılması bu görüşü doğrulamaktadır. Mahur makamı, elimizdeki en eski örneklere ve eski nazariyat kitaplarındaki bahislere bakılacak olursa en az 6-7 asırlık bir makamdır. Asırlardan bu yana aynı derecede rağbet görerek kullanılmıştır. Neşeli, şuh, gönlü ferahlatan, sert bir makamdır. Mehter müziği ve halk müziğinde de yaygın olarak kullanılmıştır. Mahur makamı, Arel-Ezgi-Uzdilek sistemindeki tarife göre Çargah makamının Rast perdesindeki şeddidir. Karar sesi Rast, güçlü sesi Neva, tiz durak sesi Gerdaniye, yeden sesi Geveşt'tir. Pesten tize doğru sesleri şöyledir: Rast, Dügah, Buselik, Çargah, Neva, Hüseyni, Mahur, Gerdaniye. Bütün şed makamlarda olduğu gibi Mahur makamında da asırlar içinde bazı seyir hususiyetleri ortaya çıkmış ve makamın karakterini Çargah ve Acemaşiran'dan farklı kılmıştır. Makam inici karakterdedir. Tiz durak olan Gerdaniye civarında seyre başlanır ve bu perdede asma karar yapılır. İniş esnasında mahur perdesi yerine acem perdesi kullanıldığı olur. Yine iniş esasında yerinde veya Çargah perdesinde Nikriz çeşnileri sık olarak kullanılır. Bilhassa eski eserlerde, karara doğru Buselik yerine Segah perdesinin kullanıldığı da olur. Mahur makamından günümüze kadar notası ulaşan eserlerin sayısı Yılmaz Öztuna'nın verdiği rakamlara göre 859 olup, en çok kullanılan makamlar arasında 9. sıradadır. Mahur makamındaki bazı kıymetli eserlere şunları örnek verebiliriz: Hasan Efendizade Ahi Efendi ve Ali Şirügani Dede Efendi'lerin durakları, Zekai Dede Efendi ve Nafiz Bey'in ilahileri; Gazi Giray Han, Osman Bey, Cemil Bey ve Rauf Yekta Bey'in peşrevleri; Gazi Giray Han, Nikolaki Efendi, Refik Talat Bey ve Refik Fersan'ın saz semaileri; Meragî'nin 2 kârı; Dilhayat Hanım Kalfa, Itri, Ebubekir Ağa, Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi, Eyyubi Mehmed Bey ve İsmail Baha Sürelsan'ın besteleri; Itri ve Ebubekir Ağa'nın ağır semaileri; İlya Efendi, Ebubekir Ağa ve Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi'nin yürük semaileri. Kendisi musiki ile uğraşmamakla birlikte engin bir musiki zevkine ve kültürüne sahip olan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mahur makamını çok sevdiğini roman ve makalelerinden anlıyoruz. Yazılarında, Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi ve Bekir Ağa'nın mahur bestelerinden sık olarak ve övgü ile bahseder. Mahur Beste adlı romanı, adını, muhayyel bir bestekarın mahur bestesinden almıştır. Mahurbûselik Mahurbuselik (Mâhûr Bûselik), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Hüseyniaşiran Hüseyniaşiran (Hüseynî Aşîrân), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Pençgah Pençgâh (Farsçadan), Klasik Türk müziğinde rast ve bayati dizilerinden oluşan birleşik bir makamdır. Suzidil Suzidil (Sûz-i Dil, Farsçadan), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Suzidilara Suzidilara (Sûz-i Dilârâ), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam. Sözcüğün kökeni Farsçadır. Osmanlı padişahlarından III.Selim'in ilahi aşkla oluşturduğu musiki makamına verilen addır. Şevkefza (makam) Şevkefza (Şevk'Efzâ, Arapça ve Farsçadan), Klasik Türk müziğinde III. Selim tarafından düzenlenmiş bir makamdır. Mehmet Ali Talat Mehmet Ali Talat (d. 6 Temmuz 1952, Girne), Kıbrıs Türkü siyasetçi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı. Ortaöğrenimini Kıbrıs'ta tamamlayan Talat, 1977 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümünden lisans programından mezun oldu. Doğu Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde yüksek lisansını ise 2004 yılında tamamladı. Aralık 1993'te yapılan genel seçimler sonrasında kurulan ilk Demokrat Parti (DP)- Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) koalisyon hükümetinde Eğitim ve Kültür Bakanı olarak görevlendirildi. İkinci DP-CTP koalisyon hükümetinde de aynı görevi üstlendi. Üçüncü DP-CTP koalisyon hükümetinde ise, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı oldu. 14 Ocak 1996 tarihinde yapılan 14. Kurultay'da Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı oldu. 1998'de ve 2003'te yapılan genel seçimlerde ve 20 Şubat 2005 tarihinde yapılan erken genel seçimde Lefkoşa'dan milletvekili seçildi. 13 Ocak 2004 tarihinde kurulan 1. CTP-DP koalisyon hükümetinin ardından, 8 Mart 2005 tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar görev yapacak 2. CTP-DP koalisyon hükümetini kurdu. 20 Nisan 2005'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini 1. turda %55 ile kazanan Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat 18 Nisan 2010 tarihinde yapılan seçimler sonucu oyların %43'ünü alarak Derviş Eroğlu'na yenildi. 14 Haziran 2015 tarihinde yapılan kurultayda ise yeniden Cumhuriyetçi Türk Partisi genel başkanlığına seçildi. Talat, evli ve biri erkek, biri de kız iki çocuk babasıdır. 13 Kasım 2016'da gerçekleşen CTP-BG kurultayında, cumhurbaşkanlığı dönemindeki müzakere heyetinde görevli olan ve KKTC Cumhuriyet Meclisi 9. Dönem Lefkoşa milletvekili olan Tufan Erhürman'a genel başkanlığı devretti Kadir Topbaş Kadir Topbaş (8 Ocak 1945, Artvin), Türk mimar, iş adamı ve siyasetçi. Topbaş, Nisan 2004'ten beri üstlendiği İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı görevinden 22 Eylül 2017'de istifa etmiştir. Annesinin savaş yılları boyunca bulunduğu Artvin ilinin Yusufeli ilçesinde bağlı Altıparmak köyünde 1945 yılında doğan Topbaş, henüz üç aylıkken İstanbul'a geldi. Topbaş orta öğrenimine Işık Lisesi'nde başlayıp İstanbul İmam Hatip Lisesi'nde tamamladı. 1972 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden, 1974 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nden mezun oldu. Doktora tezini İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji Bölümü'nde “Hidiv Kasrı ve Boğaziçi Sivil Mimarisindeki Yeri” başlığıyla tamamladı. Topbaş uzun yıllar serbest mimar olarak çalıştı. 1994–1998 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanlığını yaptı. Danışmanlığı süresince, Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı olan saray, kasır ve tarihi eserlerin restorasyon çalışmalarına katkıları oldu. Kültür Bakanlığı İstanbul 1 Numaralı Kültür Varlıkları Koruma ve Anıtlar Kurulu başkan ya
rdımcılığı görevini yürüttü. Bir süre aile şirketlerinin yönetiminde bulundu. 1996 yerel ara seçimlerinde Refah Partisi'nden Bakırköy Belediye Başkanlığı'na aday oldu ancak seçilemedi. 1999 yerel seçimleri'nde Fazilet Partisi'den Beyoğlu Belediye Başkanlığı'na seçildi. Bu görevi süresince İstanbul'a model olabilecek "Güzel Beyoğlu" projesini hayata geçirdi. Mimari projesini kendisinin çizdiği "Kentsel Dönüşüm ve Sosyal Rehabilitasyon" çalışmaları kapsamında Kasımpaşa’da Kapalı Spor Salonu Kompleksi, Eğitim ve Sosyal Tesislerini hizmete sundu. 28 Mart 2004 tarihinde yapılan yerel seçimlerde AK Parti'den aday oldu ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na seçildi. Topbaş halen bu görevi sürdürmektedir. Kadir Topbaş'ın Bilgi Üniversitesi ile beraber çıkardığı ‘Beyoğlu: Kültürleri Buluşturan Kent’, TAÇ Vakfı ile birlikte hazırladığı ‘Geçmişten Günümüze Beyoğlu I-II’ ve ‘Anılarda Beyoğlu’ isimli eserleri bulunmaktadır. Kadir Topbaş 2007'den bu yana dünya kentlerinin Birleşmiş Milletleri sayılan Dünya Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı'nın eş başkanıdır. Topbaş aynı zamanda İstanbul Kalkınma Ajansı başkan yardımcılığını, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Koordinasyon Kurulu ve İstanbul Modern Yönetim Kurulu üyeliğini, Tarih ve Çevre Vakfı (TAÇ Vakfı) mütevelli heyeti ve yönetim kurulu üyeliğini yürütmektedir. 2010 yılında üç yıllığına, Dünya Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı (UCLG) dönem başkanlığına seçilmiştir. Başkanlık için bir sonraki seçimler, UCLG'nin 2013 yılında Fas'ın Rabat kentinde yapılan ve 130'a yakın ülkeden üç binden fazla delegenin katıldığı olağan kongresinde yapıldı. Tek adayla gidilen seçimde, Topbaş 2016'ya kadar görev yapmak üzere yeniden başkan seçildi. Topbaş ayrıca 2011'de Birleşmiş Milletler Yerel Yönetimler Danışma Komitesi (UNACLA) Başkanlığına seçilmişti. Topbaş, Özleyiş Topbaş'la evli ve üç çocuk babasıdır. 2010 İstanbul Turizm Onur Ödülü'nü, Sütlüce Kongre Merkezi ve İstanbul Kongre Merkezi gibi İstanbul'un dünyada önemli bir kongre merkezi olması yolunda çok önemli olan projelere imza atması, kendi alanında Dünya Başkanı olması (UCLG Başkanı seçilmesi), İstanbul için yaptığı tüm çalışmalar ile İstanbul turizmine katkılarından dolayı almıştır. Sultanahmet İo (uydu) İo, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. 1610 yılında Galileo Galilei tarafından bulunan dört büyük uydudan (Galilei uyduları) yörüngesi en içte bulunanıdır. Adını Yunan mitolojisinde Zeus'un sevgililerinden biri olan (Roma mitolojisinde "Jüpiter" olarak da bilinen) "İo"'dan almıştır. Güneş Sistemi'nde üzerinde sürekli olarak gazlar ve lav püskürten yanardağlar bulunan tek uydudur. İo, 400 aktif yanardağı ve jeolojik yapısı ile Güneş Sistemin en aktif nesnesidir. İo, Jüpiter'in çekim gücü ile kendi çekim gücü arasındaki iç sürtünmeden dolayı sürekli gelgitlere maruz kalmaktadır.Io'nun volkanları yüzeyden 500 km yukarıya sülfür ve sülfür dioksit püskürtür. İo, Europa ve Ganymede ile 1:2:4 oranında bir Laplace resonansı içinde gezegeni etrafında dönmektedir. Bu uydunun 7 Ocak 1610 tarihinde Galileo tarafından keşfedildiği kabul edilir ancak, 1614'de yayımladığı "Mundus Jovialis""inde Simon Marius, İo ile birlikte Jüpiter'in diğer uydularını 1609'da Galileo'nun keşfinden bir hafta önce ilk olarak gözlemlediğini iddia etmiştir. Galileo bu iddiadan şüphe etmiş ve Marius'un çalışmasını "çalıntı" olarak nitelendirmiştir. 20. yüzyılın ortalarında İo'nun kutup bölgelerinin kırmızı renkte olduğunu ortaya koyan gözlemler yapılmıştır. Uzay sondası Pioneer 11 1970'lerdeki geçişi sırasında kutup bölgesinin, ekvator bölgesinin beyazımsı renginin aksine turuncu renkte olduğunu ortaya koymuştur. Ancak Pioneer'in bulguları bundan öteye gidememiştir. Uzay sondası Voyager 1, 1979'da İo'nun yakınlarından ilk resimlerini gönderdiğinde, bilimadamları İo'nun yüzeyinde neredeyse hiç karater bulunmadığını gördüler. Voyager seyir mühendisi Linda Morabito, resimler üzerinde çalışırken yüzeyden püsküren bir "sorguç" fark etti. Bilimadamları olası bütün kraterleri örten yoğun volkanik aktivitenin sebep olduğu oldukça genç bir yüzey buldular. Yüzeyde dokuz aktif volkan gözlemlemeyi başaran Voyager 1'in ardından Voyager 2, bunların sekizini gözlemledi. Galileo uzayaracı, 1995'te Jüpiter'e ulaştı ve 1999'un sonlarında İo'nun yanından geçti. Galileo, İo'ya diğer bütün sondalardan daha fazla yaklaştı, birçok fotoğraf çekti, püsküren volkanlar gözlemledi ve İo'nun Güneş Sistemi'ndeki kayaç iç gezegenler gibi büyük bir demir çekirdeği olduğunu keşfetti. Europa (uydu) Europa, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. 1610 yılında Galileo Galilei tarafından bulunan dört büyük uydudan (Galilei uyduları) gezegene yakınlık açısından ikinci sırada bulunanıdır, bu nedenle Jüpiter'in 'II' numaralı uydusu olarak adlandırılmıştır. 3000 kilometre çaplı uydunun yüzeyi buzla kaplıdır. Europa' nın kalın buz tabakasının altında bütün uyduyu kaplayan bir okyanus olduğu ve bu sebeple Europa' da yaşamın mümkün olabileceği düşünülmektedir. Son yapılan keşiflerde buz katmanlarının altında büyük göllerin izlerine rastlanmıştır. Europa, Ganymede ve İo ile 2:4:1 Laplace resonansı içinde gezegeni etrafında dönmektedir. Yunan Mitolojisinde bir karakterin adıdır. Ganymede (uydu) Ganymede, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Jüpiter'in ve aynı zamanda Güneş Sistemi'nin en büyük uydusudur. Merkür gezegeninden daha büyüktür. 1610 yılında Galileo Galilei tarafından bulunmuş, ve o dönemde tanımlanan 4 Galilei uydusu arasında gezegene yakınlık açısından üçüncü sırada bulunması nedeniyle Jüpiter'in 'III' numaralı uydusu olarak adlandırılmıştır. Ganymede, İo ve Europa ile 1:2:4 Laplace rezonansı içinde gezegeni etrafında dönmektedir. Callisto (uydu) Callisto, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Büyüklükte Jüpiter'in uyduları arasında ikinci, Güneş Sistemi'ndeki tüm uydular arasında üçüncü sırayı alır. 1610 yılında Galileo Galilei tarafından bulunmuş, ve o dönemde tanımlanan 4 Galilei uydusu içinde gezegene en uzaktaki olması nedeniyle Jüpiter'in 'IV' numaralı uydusu olarak adlandırılmıştır.Güneş Sistemi'nde, üzerinde en çok krater bulunan gök cismidir. Yüzeyi son 4 milyar yılda hiç değişmemiştir. Hezârfen Ahmed Çelebi Hezârfen Ahmed Çelebi (Osmanlı: هزارفنّ أحمد چلبی‎, 1609 - 1640), 17. yüzyılda Osmanlı'da yaşamış olduğu varsayılan Müslüman Türk bilgini. Kendi geliştirdiği takma kanatlarla berberi fizikçi Abbas Kasım İbn Firnas'tan sonra uçmayı başaran ilk insan olduğu söylense de, kendisi hakkında tek bilgi Seyahatname'de geçmektedir. 1623-1640 yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murad zamanında, uçma tasarısını gerçekleştirdiği ve geniş bilgisinden ötürü halk arasında, Hezarfen olarak anıldığı söylenmektedir. Hezar, Farsça kökenli bir sözcük olup 1000 anlamına gelir. Hezârfen ise "bin fenli" (bilimli) yani "çok şey bilen" anlamına gelir. İlk uçma denemelerinde, Leonardo Da Vinci'nin uçma konusundaki çalışmalarında kendinden çok önce bu konuda deneyler yapan 10. yüzyıl Müslüman Türk alimlerinden olan İsmail Cevheri'den ilham aldığı söylenir. Cevheri'nin bulgularını iyice inceleyen ve öğrenen Çelebi'nin, kuşların uçuşunu inceleyerek tarihi uçuşundan önce hazırladığı kanatlarının dayanıklılık derecesini ölçmek için, Okmeydanı'nda deneyler yaptığı varsayılır. 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı'nı geçip 3358 m. ötede Üsküdar'da Doğancılar'a indiği varsayılan Hezarfen Ahmed Çelebi, Türk havacılık tarihinin en kayda değer kişilerden birisi olarak görülür. Bu uçuş hakkındaki belgeler şimdiye kadar sadece Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sindeki ifadesinden ibarettir. Evliya Çelebi eserinde şunları yazar: ""İptida, Okmeydan'ın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu'nda Sinan Paşa Köşkü'nden temaşa ederken, Galata Kulesi'nin taa zirve-i belâsından lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar'da Doğancılar meydanına inmiştir.Bu olay Osmanlı Devleti'nde ve Avrupa'da büyük yankı buldu" "ve dönemin padişahı IV. Murad tarafından da beğenildi. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: "Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil, " diye Gâzir'e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu.”" Makam Makam şu anlamlara gelebilir: Orta Dünya Orta Dünya kıtası, J. R. R. Tolkien'in kurguladığı Orta Dünya evreninde, yazarın eserlerinin büyük bir kısmına mekân olan hayalî kıtadır. Bu eserlerin en meşhurları "Hobbit" romanı ve "Yüzüklerin Efendisi" roman üçlemesidir. Tolkien'in öykülerinde, meleksi varlıklar valar (tekili "vala"), elfler ve bunlarla ittifak halindeki insanlarla, şeytani Melkor ya da "Morgoth" (kötülüğe sapan bir vala) ve onun yolundan giden büyük çoğunluğu orklardan, ayrıca ejderhalar ve köleleştirilmiş insanlardan oluşan iki büyük gücün Arda'yı ele geçirmek için yaptıkları savaşlar anlatılır. Sonraki çağlarda, Morgoth'un yenilmesi ve Arda'dan sürülmesi sonucunda kötülüklerin efendisi rolünü, baş yardımcısı Sauron devam ettirir. Morgoth'un defedilmesinden sonra valar, Orta Dünya'nın işlerine doğrudan karışmaktan tamamen el çekerler ve Sauron'a karşı süren mücadelede valar safındaki halklara yardım etmesi için Orta Dünya'ya Istari (Tr. "Büyücüler", İng. "The Wizards") olarak bilinen maiaları (çoğulu "Maiar") yollarlar. Bunların en önemlileri Boz Gandalf ve Ak Saruman olmuştur. Gandalf, görevine sadık kalarak Sauron'un yok edilişinde kritik görevleri yerine getirir, Saruman ise mutlak egemenlik kurmak amacıyla Sauron'a rakip olarak ortaya çıkar. Kötülüğe karşı mücadeleye katılan diğer ırklar ise cüceler, entler ve hobbitlerdir. Orta Dünya üzerinde hakimiyet tesis etmek için karanlık güçler ile aydınlık güçler arasında yaşanan mücadelenin başlangıcı ve ilk devreleri Tolkien'in "Silmaril
lion" adlı eserinde hikâye edilir. İyilik ile kötülüğün son mücadelesi, sırasıyla "Hobbit" ve "Yüzüklerin Efendisi" romanlarında ele alınır. Kadim Germen mitolojisinde, insanların yaşadığı dünya şu adlarla anılır; Midgard (Tr. "Orta Dünya"), Middenheim, Manaheim, ve Middengeard. Midgard'ın evrenin merkezinde olduğu inancı hakimdir. Gökkuşağı köprüsü Bifröst, Orta Dünya'dan çıkıp tanrıların ülkesi Asgard'a geçiş yoludur. Orta Dünya'nın altında, ölülerin ülkesi Hel vardır. Evren, dokuz fiziksel dünyanın birleşmesinden oluşmuş olarak kabul edilir. Bu dokuz dünyanın ne mahiyette birliktelik içinde oldukları muğlak kalmıştır. Bir görüşe göre yedi dünya, "çevreleyen bir deniz"de baştan başa sıralanmaktadır; insanların ülkesi (Midgard), elflerin ülkesi (Alfheim), cücelerin ülkesi (Niðavellir), tanrıların ülkesi (Asgard ve Vanaheim) ve devlerin ülkesi (Jotunheim ve Muspelheim). Diğer İskandinav uzmanları bu yedi dünyayı gökte, dünya ağacı Yggdrasill'in dallarında yerleşmiş olarak düşünürler. Tolkien, Yggdrasil'i andırır biçimde Valinor'un İki Ağacı'nı kurguladı. Büyük Deniz'in doğusunda yer alır. Tolkien'in efsanelerinin çoğu bu kıtada yaşanır. Tolkien evreninde dünya (Arda) ilk başlarda yuvarlak değil, düz olarak yaratılmıştır. Yeryüzünün (Ambar veya Imbar) düz olduğu zamanlarda en batıda Aman yer alırdı ve doğuda da başka kıtalar vardı. Yeryüzünün ortasında ise Orta Dünya kıtası vardı, "orta" sıfatı buradan gelmektedir. Orta Dünya kıtasında ilk önce "Iluvatar'ın İlk Çocukları", "İlkdoğanlar" veya "Önce Gelenler " olarak adlandırılan ölümsüz elf ırkı yaratıldı. Yaratılan ilk elfler kendilerini Orta Dünya'nın uzak doğusundaki Cuivienen'de uyanmış buldular. Daha sonra yaratıcı Eru'nun emrindeki bir vala tarafından -Arda'nın uzak batısında ikamet eden- ölümsüz vaların ülkesi Valinor'a davet edildiler. Bu davete verdikleri karşılığa göre elfler öbeklere ayrıldı. Öneriyi derhal kabul edip sonuna dek Eru'nun kılavuzunu izleyen elf kabilesi Vanyar, en üstün elfler olarak tarihe geçti ve bu topluluk Orta Dünya'ya bir daha katiyen dönmedi. Öneriyi kesin olarak reddeden elfler ise en karanlık elf toplumu oldular, "Karanlığın Elfleri" manasında "Avari" (Tr. "İsteksizler", İng. "the Unwilling") olarak bilindiler. Bu iki topluluğun arasında orta dereceli elf toplulukları yer alır. Vaların en güçlüsü ve Eru'ya isyan eden tek vala Melkor, Cuivienen'de hayata uyanan elflerin karşısına valardan önce çıkmış ve bunlardan bir kısmını yoldan çıkararak ork ırkını türetmiştir. Orklar bilindiği kadarıyla hep karanlık tarafı seçtiler. Cüceler, Aulë tarafından elflerden önce yaratıldı ve Eru'dan izinsiz olarak yaratıldıkları için Eru onların öldürülmelerine karar verdi. Ancak daha sonra Eru, cücelerin canlarına merhamet ederek öldürülmesinden vazgeçti ve Elflerin Uyanışı'na dek uykuda beklemek üzere Orta Dünya'nın ücra bir yerinde taş sandıklara kapatılmalarına karar verildi. Elflerin Uyanışı'ndan sonra, cüce ırkı uyandı. Cücelerden binlerce yıl sonra, "Sondoğanlar" olarak bilinen insan ırkı yaratıldı. İnsan ırkının ilk ataları da elfler gibi Orta Dünya'nın uzak doğusunda hayata gözlerini açtı. Daha sonra bu ırk da Eru'nun hizmetkârları valara ya da Eru'nun yoldan çıkmış hizmetkârı Morgoth'a uymalarına göre Edain ve Doğulular olarak iki ana öbeğe ayrıldılar. Orta Dünya'da bu ırklar dışında ikincil akıllı ırklar da vardı (Örn; entler, kartallar, ejderhalar, vs.). Böylece, vaların buyruğundaki elfler, edain, cüceler, kartallar, entler, vd. ve Morgoth'un buyruğundaki orklar, Doğulular, ejderhalar, kurtlar, vd. arasında amansız savaşlar başladı. Bu savaşlarda her kesimden onbinlercesi katledildi ve görece kısa süren barış dönemleri dışında Orta Dünya'da küçük-büyük birçok savaş yaşandı. Bir zamanlar Orta Dünya kıtasıyla Aman'ı birbirine bağlayan tek kara parçası olan Helcaraxë buzulu ve bunun güneyindeki Beleriand, Birinci Çağ'ın sonunda valar tarafından Öfke Savaşı'nda denize batırıldı. İkinci Çağ'ın sonundaki büyük evrensel tufanda ise bütün bir Eä (kainat) değişikliğe uğradı. Bu değişiklikten olarak, Ambar yuvarlaklaştırıldı ve Ölümsüz Diyar Aman Arda'nın ötesine alındı. Boşluk ortadan kaldırıldı ya da dünyanın etrafındaki atmosfer, Boşluk'un dönüştürülmesi ile yaratıldı. İkinci Çağ'ın sonunda Eru Ilúvatar, Belegaer'in ortasında boydan boya bir yarık açmış ve Númenor kıtası bu yarıktan yerin altındaki zindanlara çökertilmiştir. valara saygı göstermedikleri için Eru'nun gazabına uğrayan Númenorlular, inanan bir azınlık dışında -günlerin sonuna dek orada kalmak üzere- bu zindanlara hapsedildiler. İnanan azınlık, Orta Dünya'ya gemilerle dönmeyi başardı. Orta Dünya'da geçen Yüzüklerin Efendisi öyküsü, Peter Jackson tarafından aynı adla üçleme olarak sinemaya uyarlanmıştır. Üçleme 2001-2003 yıllarında gösterime girmiştir. 2009 yılında "Chris Bouchard" yönetmenliğinde "The Hunt For Gollum" (Tr: "Gollum'u Takip") fan filmi çekilmiştir. Filmde, Gollum'un Dumanlı Dağlar'ı -yüzüğü bulmak gayesiyle- terkettikten sonra yaşadıklarından bir kesit sunuluyor.Yine başka bir fan filmi olan Born of Hope (Umudun Doğuşu) filmi İngiltere'de çekilmiştir. Film Aragorn'un doğuşunu anlatmaktadır. The Hobbit, Yüzüklerin Efendisi üçlemesi gibi yine Peter Jackson tarafından sinemaya üçleme olarak uyarlanmıştır. Üç filmi de vizyona girmiştir. Tolkien ve kurguladığı evren hakkında İngiliz dilinde bugüne dek birçok eser yazılmıştır. Bunlardan bazıları: Toplayıcı Toplayıcılar verileri toplayarak elde çıkışını sağlarlar. İki çeşit toplayıcı vardır, bunlar: Yarı toplayıcılar verilen iki değeri toplar ve bir elde dışarıya verir. Doğruluk Tablosu Burada A ve B, toplanacak iki değerdir. S bunların toplamı, C ise toplamdan çıkan eldedir. Tam toplayıcılar verilen iki değerin ve bir eldenin girişine. Toplam ve elde sonucu olarak çıkış verir. Yarı toplayıcıdan farkı elde girişidir. Doğruluk Tablosu Burada A ve B toplayacağımız iki değerdir. Toplayacağımız iki değerin giriş eldesi Ci'dir. Toplam S'dir ve toplamla beraber bir elde çıkışı olur, buna da Co denir. Bursa Uludağ Üniversitesi Bursa Uludağ Üniversitesi, Bursa’daki ilk üniversite olarak 1975 yılında ""Bursa Üniversitesi"" adıyla kurulan, 1982 yılında ise ""Uludağ Üniversitesi"" adını alan ve bünyesinde 11 fakülte, 3 yüksekokul, 15 meslek yüksekokulu, 1 konservatuvar, 4 enstitü, 19 araştırma ve uygulama merkezi ve Rektörlüğe bağlı 5 bölümü olan yükseköğretim kurumudur. Bursa'da 1970 yılında İstanbul Üniversitesine bağlı olarak kurulan "Bursa Tıp Fakültesi", üniversitenin temelini oluşturur. 1960 yılında Bursa Organize Sanayi Bölgesi'nin kurulması ile şehirde yaşanan sanayi ve nüfus patlaması sonucu Bursalı aydınlar ve iş adamları bir üniversite kurulması ihtiyacını hissederek 1969 yılında ""Bursa Üniversitesi Kurma Derneği""'ni kurdular. İlk olarak bir Tıp Fakültesi kurulmasına karar verildi. Bursa Tıp Fakültesi, 1970 yılında İstanbul Üniversitesi bünyesinde Çapa Tıp Fakültesi içinde 50 öğrenci ile eğitime başladı; fakültenin ilk dekanı, "Fikret Karaca" oldu. Fakülte kendi kullanımına verilen Bursa Göğüs Hastanesi'nin (bugünkü Yüksek İhtisas Hastanesi) onarımından sonra Mayıs 1974'ten itibaren eğitimi Bursa'da sürdürdü. O zamana kadar her yıl Bursa Tıp Fakültesi adına 50 öğrenci İstanbul Fakültesi'ne alınmış ve eğitim görmüştür. Aynı dönemde, Bursa'da Üniversite Kurma Derneği, İzmir yolu üzerinde 17.km'deki Görükle arazisini üniversite kurmak için uygun alan olarak belirledi ve istimlak işleri yürütüldü; bu arazi üzerinde Tıp Fakültesi Hastanesi'nin temeli 1976'da atıldı. Bir üniversitenin kurulması için filen en az iki fakültenin varlığı gerekiyordu. 1974 yılında Ziraat Okulu'nun ek binasında 100 öğrenci ile Nurhan Akçaylı yönetiminde ""Bursa İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi""'nin kurulması ile bu şart yerine getirildi. 1 Nisan 1975te çıkan yasa ile Uludağ Üniversitesi 2 fakülte, 20 öğretim üyesi, 250 öğrenci ile “"Bursa Üniversitesi"” adı altında eğitime başladı. Bir süredir Tıp Fakültesi'nin dekanlığını yürütmekte olan "Ömer Fethi Tezok", kurucu rektör olarak seçildi.. 1982 yılında yükseköğretim kurumları YÖK çatısında yeniden yapılandırıldığında adları değiştirilen birçok üniversite arasında Uludağ Üniversitesi de yer alır. Üniversitenin adı; 20 Temmuz 1982 tarihinde Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı hakkında 41 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile "Uludağ Üniversitesi" olarak değiştirildi. Bursa Üniversitesi’nin yerini alan Uludağ Üniversitesi’nin kurucu rektörü, Nihat Balkır oldu. Kurucu Rektör Ömer Fethi Tezok tarafından, ileride sekiz fakültenin olacağı varsayılarak, Yeşil Camii'nin hünkar mahfili korkuluklarındaki sekiz kollu yıldızlı geometrik desen üniversitenin amblemi olarak seçilmiştir. İznik çinilerinin özgün rengi olan turkuaz mavisi, amblemin rengi olarak belirlenmiştir. Üniversite bünyesinde sırasıyla şufakülteler açılmıştır: "Mühendislik-Mimarlık Fakültesi" (1976), "Veteriner Fakültesi" (1978), "Ziraat Fakültesi" (1981), "Eğitim Fakültesi" (1982 - Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Bursa Yüksek Öğretmen Okulu ile Yabancı Diller Yüksekokulu birleştirilerek), İlahiyat Fakültesi (1982), Fen-Edebiyat Fakültesi (1983), "Hukuk Fakültesi" (2007) ve "Güzel Sanatlar Fakültesi" (2007). 1995 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile kurulması öngörülen "Diş Hekimliği Fakültesi" henüz faaliyete başlamamıştır. "Sanayi ve hizmet sektörüne nitelikli ara insan gücü yetiştirmek amacıyla;" üniversite bünyesinde açılan meslek yüksekokulları şunlardır: Üniversitenin ana yerleşim birimi, ""Görükle Yerleşkesi""dir. Görükle Yerleşkesi, kent merkezine 18km. uzaklıkta, 16.000 dönüm arazi üzerine kuruludur. Tıp Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, Veteriner Fakültesi, Ziraat Fakültesi, Eğitim Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Devlet Konservatuvarı, Sağlık Yüksekokulu, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu ve Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu, Prof.Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi, Öğrenci Kültür Merkezi, Merkez Kütüphanesi, Enstitüler, Bölüm Başkanlıkları ve Re
ktörlük merkez örgütü Görükle Yerleşkesinde yer alır. İlahiyat Fakültesi Nilüfer, Fethiye'de “"Faik Çelik Yerleşkesi"”nde fakülteye ait uygulamalı camii ve Fethiye Kültür Merkezi ile birlikte yer alır. Yabancı Diller Yüksekokulu ve Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Bursa Şehirlerarası Otobüs Terminali yanındaki “"Ali Osman Sönmez Yerleşkesi"”nde faaliyetini sürdürmektedir. Hukuk Fakültesi, Necati Kurtuluş Denizcilik Yüksekokulu ve Asım Kocabıyık Meslek Yüksekokulu Gemlik ilçesindeki "Suniğpek Yerleşkesi"nde faaliyetini sürdürmektedir. Güzel Sanatlar Fakültesi Mudanya ilçesinde faaliyetini sürdümektedir. İşletme Fakültesi ve İnegöl Meslek Yüksekokulu İnegöl ilçesinde faaliyetini sürdürmektedir. Mustafakemalpaşa, Karacabey, İnegöl, İznik, Yenişehir ve Orhangazi Harmancık, Büyükorhan, Keles, Orhaneli, ilçelerinde bulunan meslek yüksekokulları faaliyetlerini isimlerini aldıkları ilçelerde sürdürürler. Üniversitede 2010 - 2011 akademik yılında, 230841 Lisans, 1242 Yükseklisans, 404 Tıpta Uzmanlık, 584 Doktora öğrencisi olmak üzere toplam 232.071 öğrenci öğrenim görür. Eylül 2003 tarihi itibarıyla Üniversitede toplam 332 Profesör, 136 Doçent, 259 Yardımcı Doçent, 269 Öğretim Görevlisi, 132 Okutman, 859 Araştırma Görevlisi, 84 Uzman olmak üzere toplam 2.071 öğretim elemanı bulunmaktadır. Ethernet Ethernet Yerel ağlar () için kullanılan Veri Çerçevesi () tabanlı bir bilgisayar ağı teknolojileri ailesidir. Kelimenin kökeni den gelmektedir. OSI ağ modelinin Fiziksel katmanı için Veri bağlantısı katmanı/ Ortam erişim kontrolü () üzerinden ağ erişimi yoluyla bir dizi kablolama ve sinyalleşme standardı ve ortak bir adresleme formatı tanımlar. Ethernet IEEE 802.3 olarak standartlaştırılmıştır. Uç sistemleri ağa bağlamakta kullanılan Bükülü tel çifti ve site iskeletlerinde kullanılan Fiberoptik kablolama yöntemlerinin birleşimi kullanılan en yaygın 'Kablolu Yerel ağ' () teknolojisidir. Token Ring, FDDI ve gibi diğer muadil ağ teknolojilerinin yerini büyük ölçüde alarak 1980'li yıllardan günümüze kadar kullanılagelmiştir. Ethernet ilk olarak 1973-1975 yılları arasında tarafından geliştirildi. 1975 yılında Xerox Robert Metcalfe, David Boggs, Chuck Thacker ve Butler Lampson adına bir patent başvurusunda bulundu (: Multipoint data communication system (with collision detection)). 1976'da, sistemin PARC'da kullanıma girmesinin ardından Metcalfe ve Boggs taslak bir metin yayımladılar." Bu metinde tanımlanan deneysel Ethernet 3 Mbit/s hızındaydı ve 8-bit kaynak ve hedef adresi alanlarını içermekteydi, yani ilk Ethernet adresleri bugün kullanılan MAC adresleri değildi. Yazılım konvansiyonuna göre kaynak ve hedef adresi alanlarından sonra gelen 16 bit paket tipi alanıydı, ancak, metinde söylendiği gibi "farklı protokoller ayrık paket tipi kümeleri kullanabilmekteydi", dolayısıyla bunlar Ethernet'in bugünkü halindeki, kullanılmakta olan protokolü tanımlayan paket tiplerinden ziyade belirlenen protokolün içerdiği paket tipleriydi. Metcalfe 1979 yılında Xerox'tan ayrılarak kişisel bilgisayarların ve Yerel ağların kullanımını yaygınlaştırmak amacıyla 'un kurucu ortağı oldu. , Intel ve Xerox 'u Ethernet'i "Digital/Intel/Xerox" 'tan gelen "DIX" standardı olarak teşvik etmek için birlikte çalışmaya ikna etti. Bu standartta 48-bit kaynak ve hedef adresi alanları ile evrensel bir 16-bit paket tipi alanı olan 10 Mbit/s hızında bir Ethernet tanımlanmıştır. Standartın ilk taslağı 30 Eylül 1980'de IEEE tarafından yayınlandı. Standart Token Ring ve adlı mevcut iki tescilli standarta rakip olmuştur. Ethernet CSMA/CD standardının finalizasyonunda IEEE içindeki zor karar süreci ve IBM tarafından desteklenen rakip Token Ring taslağından kaynaklanan gecikmelerin üstesinden gelmede CSMA/CD standardının ECMA, IEC ve ISO gibi diğer standarlaştırma kuruluşları içinde desteklenmesi önemli bir faktördü. Tescilli sistemler kısa süre içinde Ethernet ürünlerinin istilası ile büyük ölçüde pazar kaybettiler. 3COM bu süreci destekleyen başlıca firma olmuştur. 1981'de 3COM ilk 10 Mbit/s Ethernet adaptörünü üretti. Bunu kısa süre sonra Digital Equipment'in Unibus Ethernet adaptörü izledi. Bükülü Tel Çifti Ethernet sistemleri geliştirilmesine 1980'li yılların ortalarında adıyla başlanmış ancak sonrasında geniş ölçüde 10BASE-T olarak adlandırılmıştır. İlk Ethernet sistemleri zırhsız 'Bükülü Tel Çifti' ile birleştirilen dağıtım soketleri ile sunulduğu için 'nun yerini almış, daha sonrasında yapısı yerine daha yüksek performans sağlayan anahtarlamalı yapısı kullanılmıştır. Teknik kabiliyetlerine rağmen Ethernet'in başarısı hızlı standartlaştırılmasına bağlıydı. Bunun için Uluslararası Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (), Avrupa Bilgisayar Üreticileri Birliği(), Uluslararası Elektroteknik Komisyonu () ve Uluslararası Standartlaştırma Kurumu () içinde koordineli çalışmalar yürütülmesi gerekliydi. Şubat 1980'de IEEE Yerel Ağların (LAN) standartlaştırılması için IEEE 802 adında bir proje başlattı. DEC'ten Gary Robinson, Intel'den Phil Arst ve Xerox'tan Bob Printis "Blue Book" olarak bilinen LAN spesifikasyonu olmaya aday ilk CSMA/CD spesifikasyonunu yayınladı. IEEE üyeliği öğrenciler de dahil tüm profesyonellere açık olduğundan bu yeni teknoloji üzerine sayısız yorum geldi. CSMA/CD'nin yanı sıra IBM tarafından desteklenen Token Ring ve General Motors tarafından seçilmiş daha sonrasında desteklenmiş olan Token Bus'da LAN standardı olmaya aday teknolojilerdi. IEEE'nin tek bir standart ile yola devam etmek istemesi ve her üç tasarımın arkasında kuvvetli firmaların bulunması LAN standardı üzerinde gerekli uzlaşmanın sağlanmasını büyük ölçüde geciktirdi. Ethernet kampında, bu "Xerox Star" işlemcisi ve 3COM'un Ethernet LAN ürünlerinin pazara sürülmesinde risk oluşturmaktaydı. Kafalarında bu iş kaygıları ile David Liddle(GM Xerox Office Systems) ve Bob Metcalfe (3Com) "Siemens Private Networks" 'ten Fritz Röscheisen'in gelişen ofis iletişim pazarında işbirliği önerisini kuvvetle desteklediler, böylece Ethernet'in uluslararası standart haline gelmesi için Siemens 'in desteğini arkalarına aldılar (10 Nisan, 1981). IEEE 802'deki Siemens temsilcisi Ingrid Fromm Avrupa standardizasyon kuruluşu ECMA içinde ECMA TC24 (Yerel Ağlar) adında bir iş grubu kurarak Ethernet'e IEEE dışında geniş bir destek sağladı. Mart 1982 gibi kısa bir sürede ECMA TC24 üye şirketleri IEEE 802 taslağına dayanan bir CSMA/CD standardı üzerinde kendi aralarında uzlaşmaya vardılar. ECMA'nın hızlı hareket etmesi IEEE içindeki farklı görüşlerin birleşmesini ve 1982 yılı sonuna doğru IEEE 802.3 CSMA/CD 'nin onaylanmasını sağladı. Ethernet'in uluslararası standart olarak kabulü de Fromm'un IEC TC83 ve ISO TC97SC6 arasındaki diplomatik çalışmaları sayesinde gerçekleşti ve ISO/IEEE 802/3 Uluslararası Standartı 1984 yılında onaylandı. Ethernet ilk olarak ortak bir eşeksenli kablo üzerinden birbirine bağlanan bilgisayarların yayın iletimi yöntemiyle haberleşmesi fikrine dayalıydı. Kullanılan yöntemler kısmen radyo sistemlerine benzemekteydi, ancak, kablolu bir yayın iletimi sistemindeki çakışmaları saptamanın radyo yayınına kıyasla çok daha kolay olması gibi temel farklılıklar da mevcuttu. "Ethernet" adı iletişim kanalını oluşturan ortak kablonun 'e benzetilmesinden gelmekteydi. Ethernet bu öncel ve göreceli olarak basit kavramdan, günümüzdeki pek çok LAN altyapısını oluşturan karmaşık ağ teknolojisi yapısına evrimleşmiştir. Eşmerkezli kablolamanın yerini düşük kurulum masrafı, yüksek güvenilirlik, noktadan-noktaya ağ yönetimi ve arıza bulma kolaylıkları gibi avantajlar sebebiyle Ethernet hub 'lar ile birleştirilmiş noktadan-noktaya bağlantılar ve/veya ağ anahtarları almıştır. Ethernet istasyonları birbirlerine donanım katmanı üzerinden veri bloklarından oluşan ve ayrı ayrı gönderilip alınan veri paketleri göndererek haberleşir. Diğer IEEE 802 LAN'larda olduğu gibi her Ethernet istasyonunun paket gönderme ve alma adreslerini belirleyen 48-bitlik kendine özgü MAC adresleri vardır. Ağ bağdaştırıcı kartları () ya da çipleri normalde diğer Ethernet istasyonlarına gönderilen paketleri kabul etmezler. Bağdaştırıcılar genellikle kendine özgü tek bir global adrese sahip olarak gelir ancak kart değiştirildiğinde adres çakışması olmaması ya da yerel yönetim ağları içinde kullanıldıklarında bu adres değiştirilebilir. 10 Mbit/s hızındaki eşmerkezli kablodan 1 Gbit/s hızındaki noktadan-noktaya bağlantıya kadar tüm Ethernet türevleri aynı veri çerçevesi formatını (dolayısıyla üst katmanlarda aynı arayüzü) kullandıklarından kolaylıkla birbirlerine bağlanabilirler. Ethernetin çok yaygın olması, donanım maliyetinin giderek düşmesi ve bükülü tel çifti Ethernet arayüzünün fazla yer kaplamaması nedeniyle pek çok üretici PC anakartlarına Ethernet arayüzü koymakta, böylelikle ayrı bir ağ bağdaştırıcı kartına gerek kalmamaktadır. Ethernet başlarda paylaşım ortamı olarak eşeksenli kablo () kullanmıştır. Bağlı bilgisayarların iletişim kanalını kullanma kuralları "Çakışma Saptamalı Çoklu Taşıyıcı Erişimi"() olarak adlandırılan yöntemle belirlenmiştir. Bu yöntem rakip Token Ring ya da teknolojilerine göre daha basitti. Herhangi bir bilgisayar veri göndermek istediğinde aşağıdaki algoritmayı kullanmaktaydı: Bu yöntem bir yemek masasındaki tüm konukların müşterek bir ortamı kullanarak (hava) birbirleriyle konuşmasına benzetilebilir. Konuşmaya başlamadan önce her konuk kibarca o anda konuşmakta olan konuğun sözünün bitmesini bekler. Eğer iki kişi aynı anda konuşmaya başlarlarsa her ikisi de durur ve rastgele bir süre beklerler (Ethernet'te bu süre mikrosaniye mertebesindedir). Her ikisinin de rastgele bir süre beklemelerinden amaçlanan aynı anda tekrar konuşmaya başlamayıp tekrar çakışmamalarıdır.Birden fazla başarısız gönderme girişimi olması durumunda algoritması ile hesaplanan ve katlanarak artan geri çekilme süreleri kullanılır. "Bağlantı Ünitesi Arayüzü" () alıcı-vericisi bilgisayarların sırayla kabloya erişimini sağlamaktaydı (daha sonraları 'in çıkmasıyla alıcı-vericiler ağ bağdaştırıcını
n içine entegre edildi. Pasif kablolama küçük Ethernet ağları için yüksek seviyede güvenilir olmakla birlikte tek bir noktadaki kablo hasarı ya da arızalı bir konnektör bütün bir Ethernet alanını kullanılamaz hale getirebileceği için büyük ve genişletilmiş ağlarda pek de günenilir değildi. Çok noktalı ağlarda ise bazı nodların düzgün çalışmasına rağmen diğerlerinin elektriksel bir hata yüzünden düzgün çalışmamasından kaynaklanan çözülmesi oldukça zor arıza karakteristikleri olabilmekteydi. Bütün iletişim tek bir kablo üzerinden gerçekleştiği için bir bilgisayar tarafından gönderilen bilgi belirli bir noktaya hedeflenmiş olsa dahi ağa bağlı tüm bilgisayarlarca alınmaktadır. Ağ bağdaştırıcı kartı yalnızca kendisine gönderilen paketleri yakaladığında bağlı olduğu CPU 'ya kesme gönderir, gelen her pakette CPU 'ya kesme göndermek için özel bir moda geçirilmediği sürece kendisine gönderilmeyen paketleri dikkate almaz. "Biri konuşur, herkes dinler" şeklindeki bu özellik paylaşımlı ortam kullanan Ethernet için bir güvenlik zaafı oluşturur. Zira Ethernet ağındaki herhangi bir nod isterse tüm ağ trafiğine kulak misafiri olabilmektedir. Ayrıca tek bir ortak kablo kullanımı da bant genişliğinin paylaşıldığı anlamına geldiğinden, örneğin enerji kesilip geri gelmesi gibi durumlarda tüm Ethernet nodları yeniden başlayacağından ağ trafiğinin son derece yavaşlamasına neden olabilmektedir. İşaretin bozulması ve zamanlama sınırlamaları yüzünden eşmerkezli kablolama kullanan Ethernet alanları için, kullanılan ortama bağımlı olarak boyut sınırlamaları vardır. Örneğin, 10BASE5 eşmerkezli kabloların uzunluğu 500 metreyi (1,640 ft) geçemez. Ayrıca pek çok yüksek hızlı veriyolu'nda olduğu gibi Ethernet alanları da empedans uyumluluğu için her iki uçta birer direnç ile sonlandırılmalıdır. Eşmerkezli kablo kullanan Ethernet için kablonun her iki ucuna 50 Ohm(Ω) 'luk bir sonlandırma direnci konulur. Bu sonlandırma direnci tipik olarak ya da erkek bir konnektörün içine yerleştirilir ve veriyolu üzerindeki son cihaza, eğer kullanılıyorsa son cihazdan sonraki kablonun ucuna iliştirilir. Eğer sonlandırma yapılmazsa ya da kabloda bir kırık olursa veriyolu üzerindeki işareti ağın sonuna ulaştığında sönümlenmek yerine yansır. Bu yansıyan işaretin bir çakışmadan ayırt edilmesi imkânsız olduğundan veriyolu üzerinde hiçbir iletişim gerçekleştirilemez. Ethernet kullanarak daha uzun kablolama yapmak mümkündür. Tekrarlayıcılar bir Ethernet kablosundan aldığı zayıflamış işareti yükselterek diğer kabloya gönderirler. Eğer bir çakışma saptanırsa tekrarlayıcı çakışmanın diğer cihazlar tarafından da saptanmasını garantilemek için ağ üzerindeki tüm veri giriş/çıkış noktalarına bir karıştırma işareti yollar. İki sunucu arasında üçüne bağlı cihazlar olabilen en fazla beş adet Ethernet bölümü olabilecek şekilde tekrarlayıcılar kullanılarak bağlantı yapılabilir. Tekrarlayıcılar sürekli çakışmaları algılayarak doğru sonlandırılmamış bağlantıları ağın diğer bölümlerinden ayırabilirler. Dolayısıyla kablo kırıklarından kaynaklanan problemleri hafifletirler: Herhangi bir eşmerkezli Ethernet kablosu kırıldığında, bu bölümdeki cihazlar çalışmaya devam edemeyecek, ancak tekrarlayıcılar sayesinde diğer ağ bölümleri çalışmaya devam edebilecektir. Ancak arızalı bölümün ağ yapılandırmasındaki konumu yüzünden diğer ağ bölümleri önemli sunuculara erişemeyeceğinden bu kullanım çok da etkin olmayabilir. Kullanıcılar yıldız ağ topolojisinde kablolamanın, öncelikli olarak sadece yıldız bağlantı noktasındaki hataların kötü bir ağ bölümlemesi ortaya çıkarması gibi avantajlarını keşfettiler ve üreticiler de yıldız noktasında daha az tekrarlayıcı gereksinimi oluşturacak çok portlu tekrarlayıcılar üretmeye başladılar. Çok portlu Ethernet tekrarlayıcılar "Ethernet Hub" olarak adlandırılmaya başlandı. ve gibi ağ sistemleri üreticileri pek çok eşmerkezli alanı birbirine bağlayan hub'lar ürettiler. Ayrıca çok portlu alıcı-göndericiler ya da "fan-out" 'lar da bulunmaktaydı. Bunlar birbirlerine ve/veya eşmerkezli omurgaya bağlanabilmekteydi. DEC'in 'si bilinen erken dönem cihazlardan biridir. Bu cihazlar AUI bağlantılı birden fazla sunucunun aynı alıcı-göndericiyi paylaşmasına imkân veriyordu. Aynı zamanda eşmerkezli kablo kullanmaksızın küçük çaplı ayrık Ethernet bölümleri oluşturulmasına da olanak sağlamaktaydılar. Fiziksel yıdız topolojisine rağmen hub'lı Ethernet ağları halen minimal hub aktivitesi ve paket çakışmaları için çakışma güçlendirme sinyali ile yarı-duplex ve CSMA/CD kullanmaktadırlar. Her paket hub üzerindeki her bir port'a gönderilir, dolayısıyla bant genişliği ve güvenlik problemleri ile ilgilenilmez. Hub'ın toplam çıktısı tek bir bağlantınınki ile sınırlıdır ve tüm bağlantılar aynı hızda çalışmak zorundadır. Çakışmalar doğaları gereği çıktıyı düşürürler. Pek çok sunucunun çok sayıda kısa veri çerçevesi göndermeye çalıştığı en kötü koşulda çakışmalar çıktıyı dramatik olarak düşürebilir. Ancak 1980 yılında Xerox tarafından yayınlanan bir rapor 20 hızlı uç noktanın aynı Ethernet bölümünde farklı boyuttaki paketleri mümkün olduğunca hızlı göndermeye çalıştığı bir senaryonun sonuçlarını özetlemektedir.. Sonuçlar 64 Bayt'lık en küçük Ethernet çerçevelerinde dahi ağdaki çıktı standardının %90 olduğunu ortaya koymaktadır. Bu oran ağa eklenen her yeni ağ aygıtının andaç beklemelerinden dolayı ciddi çıktı azalmasından muzdarip olan token ring, token bus gibi andaç geçirmeli ağlar ile kıyaslanabilir. Modelleme nominal kapasitenin 40%'ı gibi yüklenmelerin çakışma tabanlı ağları kararsız hale getirebileceğini gösterdiğinden bu rapor tartışmalıdır. İlk dönemlerde pek çok araştırmacı CSMA/CD protokolünün inceliklerine hakim olmadıklarından gerçek Ethernet'ten farklı (kötü anlamda) ağ modellemeleri yapmışlardır. Tekrarlayıcılar kablo kırıkları gibi Ethernet alanlarıyla ilgili bazı sıkıntıları gidermekle beraber yine de tüm trafiği tüm ethernet aygıtlarına yönlendirmekteydiler. Bu durum bir Ethernet ağının en fazla kaç makine tarafından kullanılabileceğini pratik olarak kısıtlamaktaydı. Ayrıca tüm ağ bir çakışma ortamı idi, tüm sunucular ağ üzerinde herhangi bir noktadaki çakışmaları algılayabilmek zorunda idi ve en uzak iki nokta arasındaki tekrarlayıcı sayısı sınırlıydı. Son olarak da tekrarlayıcılarla birbirlerine bağlanan Ethernet alanları aynı hızda çalışmak zorundaydı, dolayısıyla aşamalı olarak geliştirme yapmak imkânsızdı. Bu sorunları gidermek için donanım katmanını soyutlayarak veri bağlantısı katmanında iletişime olanak veren eşikleme geliştirildi. Eşikleme sayesinde bir Ethernet alanından diğerine sadece doğru biçimlendirilmiş paketler yönlendirilmekte, çakışmalar ve hatalı paketler tecrit edilmektedir. Eşikler MAC adresleri 'ni izleyerek ağ aygıtlarının nerelerde olduklarını tespit etmekte ve hedef adresi doğru istikamette konumlandıramadıklarında alanlar arasında paket yönlendirmeye izin vermemektedirler. Farklı Ethernet alanlarına bağlı ağ aygıtlarından oluşan mimari oluşturulmadan önce eşikler (ve ağ dağıtıcıları) hemen hemen hub'lar ile aynı işlevi görmekte, yani tüm trafiği alanlar arasında yönlendirmekteydi. Sadece eşikler her port ile ilintili adresleri bildikleri için ağ trafiğini sadece gerekli olan alanlara yönlendirerek genel performansı yükseltmekteydiler. Yayın () trafiği halen tüm ağ alanlarına yönlendirilmektedir. Eşikler aynı zamanda ile birlikte önem kazanan iki sunucu arasındaki toplam alan sınırlamasını kaldırmış ve farklı hızlardaki alanların birbirlerine bağlanabilmesini sağlamıştır. İlk eşikler CPU üzerinde çalışan bir yazılım ile her paketi tek tek incelemekteydi ve bazıları trafik yönlendirmede özellikle de aynı anda pek çok porta servis verdiklerinde hublara oranla çok daha yavaştı. Bu durum kısmen, Ethernet paketlerinin bir arabelleğe alınması, hedef adresinin bilinen MAC adresleri tablosuyla karşılaştırılıp paketin başka bir alana yönlendirilip yönlendirilmemesi kararının verilmesi gerektiğinden kaynaklanmaktaydı. 1989 yılında "Kalpana" firması ilk Ethernet ağ dağıtıcılarını EtherSwitch adıyla piyasaya sürdü. Bu cihaz mevcut Ethernet ağ dağıtıcılarından farklı olarak çalışmakta ve gelen paketin başka bir alana yönlendirip yönlendirilmeyeceğine karar vermek için sadece başlık kısmına bakmaktaydı. Bu yöntem paket yönlendirmedeki gecikmeyi ve ağ aygıtındaki işlem gereksinimini en aza indirerek ağ performansında ciddi iyileşme sağlamaktaydı. Bu yöntemin önemli bir dezavantajı paket içindeki başlık kısmından sonra gelen bölümde bir hata olması durumunda paketin doğru paket gibi algılanıp yönlendirilmesidir, dolayısıyla doğru çalışmayan bir istasyon halen tüm ağı karıştırabilmektedir. Buna çözüm olarak "yükle-ve-yolla"() anahtarlama yöntemi geliştirildi. Bu yöntemde paketler bütün olarak arabelleğe alınıp sağlama toplamına bakılmakta ve yollanmaktadır. Bu yöntem orijinal eşikleme yaklaşımına bir çeşit geri dönüş olmakla birlikte uygulamaya yönelik ve daha güçlü işlemcilerin avantajlarından faydalanılmaktadır. Dolayısıyla artık, eşikleme, paketlerin tam kablo hızında yollanmasına olanak verecek şekilde donanımsal olarak yapılmaktadır. "Dağıtıcı" terimi 802.3 standardında geçmemekte olup ağ aygıtı üreticileri tarafından kullanılan bir adlandırmadır. Paketler genelde yalnızca hedeflenen port'a ulaştırıldığından anahtarlamalı Ethernet paket trafiği paylaşımlı ortam Ethernet'e oranla biraz daha az umuma açıktır. Buna rağmen "ARP spoofing" ya da "MAC flooding" gibi yöntemlerle kolaylıkla çökertilebileceğinden halen güvensiz bir ağ teknolojisi olarak değerlendirilmelidir. Bant genişliği avantajları, ağ aygıtlarının birbirinden biraz daha fazla soyutlanmış olması, farklı hızdaki ağ aygıtlarını kolaylıkla bir araya getirilebilmesi ve anahtarlamasız Ethernet'teki zincirleme sınırlamalarının elimine edilmiş olması gibi artıları anahtarlamalı Ethernet'i en yaygın ağ teknolojisi durumuna getirmiştir. Bükülü tel çifti ya da fiber bağlantılı bir alan her iki ucu da bir hub'a bağlanmadan kullanıldığında bu alanda tam çift yönlü() Ethernet kullanılabilir
. Tam çift yönlü modda her iki ağ aygıtı herhangi bir çakışma olmaksızın aynı anda birbirlerine veri gönderip alabilirler. Bu yöntem kullanılan veri bağlantısının bant genişliğini iki katına çıkarır ve zaman zaman "iki kat bağlantı hızı" (örnek: 200 Mbit/s) olarak da lanse edilmektedir. Ancak bu terminoloji yanlıştır, zira performan ancak her iki yönde giden paketleri birebir olduğunda tam olarak ikiye katlanabilecektir, ki bu da pratikte pek mümkün olmamaktadır. Çakışma alanının ortadan kaldırılması aynı zamanda—bazı fiber Ethernet türevlerinde çok belirgin olduğu üzere—bağlantının bant genişliğinin tamamen kullanılabilmesi ve alan mesafesinin çakışma önleme donanımları gereksinimi ile sınırlı olmaması anlamına gelmektedir. 'in ilk zamanlarında Ethernet Ağ Anahtarları göreceli olarak pahalı cihazlardı. Hub'ların sıkıntısı ağa herhangi bir 10BASE-T ağ aygıtı bağlanması durumunda tüm ağın 10 Mbit/s hızında çalışması zorunluluğuydu. Bu nedenle olarak bilinen, işlevsellik olarak ağ anahtarı ile hub için bir ortayol sayılabilecek cihazlar geliştirildi. Bu cihazlarda 10BASE-T (10 Mbit/s) ve (100 Mbit/s) Ethernet alanlarını birbirinden ayıran iki noktalı dahili bir anahtar mevcuttu. Cihaz tipik olarak ikiden fazla fiziksel ağ bağlantısına sahipti. Herhangi bir ağ bağlantısına bağlı olan bir istasyon aktif hale geçince cihaz bunu uygun olarak ya 10BASE-T alanına ya da alanına bağlamaktaydı. Bu cihazlar sayesinde 10BASE-T 'den 100BASE-T ağlarına geçiş süreci "ya hepsi ya da hiçbiri" yöntemiyle yapılmaktan kurtulmuş oldu. BU cihazlar hub olarak değerlendirilirler, çünkü aynı hızda bağlanan cihazlar arasındaki ağ trafiğini anahtarlamazlar. Anahtarlamalı basit Ethernet ağlarının hub tabanlı Ethernet ile bir miktar gelişme olmasına rağmen yine de bazı sıkıntıları vardır, bunlar özetle: Bazı ağ anahtarları bu sorunların üstesinden gelmek için çeşitli yöntemler sunmaktadır: 8P8C modüler konnektör yapısının (RJ45 ile karıştırılmamalıdır) kullanıldığı bükülü tel çifti Ethernet sistemleri için 10BASE-T , 10BASE-T , 100BASE-TX ... gibi çok farklı alternatif iletişim modları mevcuttur ve ağ aygıtlarının büyük çoğunluğu da farklı iletişim modlarıyla uyumludur. 1995 yılında birbirine bağlı iki ağ arayüzünün karşılıklı uzlaşma () ile en uygun iletişim modunu belirlemesine olanak veren IEEE 802.3u (100baseTX) standardı yayımlanmıştır. Bu sistem tüm cihazların edecek şekilde ayarlandığı ağ yapılarında başarıyla çalışmaktadır. Autonegotiation standardında hızı algılamak için bir mekanizma olmasına rağmen Ethernet çiftinin çift yönlü iletişim ayarlaması için autonegotiation kullanılmamaktadır. Normal koşullarda, autonegotiate eden bir ağ aygıtının karşıdaki eşi autonegotiation yapmayan ve sadece yarı çift yönlü iletişim modunu destekleyen bir hub olacağından ağ aygıtları karşıdaki eşin negotiate etmediği durumlarda varsayılan ayar olan yarı çift yönlü moda geçerler. Karşıdaki cihaz eğer yarı çift yönlü modda çalışıyorsa bu kombinasyon düzgün çalışır, ancak karşıdaki cihaz eğer tam çift yönlü modda çalışıyorsa bir çift yönlülük uygunsuzluğu durumu oluşur. Bu durum ağın çalışmasını engellemez ancak nominal hızından çok daha yavaş çalışıp çakışmaların artmasına sebep olur. Bu durumu engellenmek için ağın bir ucundaki cihazın tam çift yönlü modda çalışıp diğerinin autonegotiate yapmasına izin verilmez. Müşterek çalışabilme sorunları yüzünden bazı ağ yöneticileri ağ aygıtlarının çalışma modlarını elle sabit ayarlara getirmektedir. Oluşması muhtemel bir durum, bir ağ aygıtının autonegotiate yapamayıp herhangi bir varsayılan moda ayarlanmasıdır. Bu çoğunlukla çift yönlülük ayarlarında uygunsuzluğa neden olur. Özel olarak bir tanesi autonegotiation yapan, diğeri ise sabit olarak tam çift yönlü modda çalışan iki ağ aygıtı birbirine bağlandığında autonegotiation işlemi başarısız olup varsayılan mod olarak yarı çift yönlü mod kullanılacağından çift yönlülük uygunsuzluğu oluşur. Bu durumda tam çift yönlü modda çalışan ağ aygıtı aynı anda hem alma hem de gönderme yapacağından yarı çift yönlü modda çalışan ağ aygıtı göndermekte olduğu Ethernet çerçevesini iptal eder. Yarı çift yönlü modda çalışan ağ aygıtı bir Ethernet çerçevesi almaya hazır durumda olmadığından çakışma işareti gönderir, geri çekilme süresi boyunca gönderimler durdurulur. Paketler tekrar gönderilmeye başladığında aynı durum tekrarlanır ve geri çekilme süreleri gitgide uzar. En sonunda yeterli bekleme süresi tesadüfi olarak gerçekleşir ve paketler gönderilir ama bu durum da ağın aşırı yüklenmesine ve pek çok çakışma oluşmasına neden olur. Bekleme süreleri yüzünden çift yönlülük uygunsuzluğunun etkisi tamamen devre dışı değil ancak son derece yavaş bir ağ işlevselliği olmaktadır. Düşük trafikli bağlantılarda bu tolere edilebilir ancak bant genişiliği yüksek transferlerde çok ciddi olarak sorun yaratır, hatta iletişimin tamamen kesilmesine neden olabilir. 10/100 Mbit/s'de autonegotiation gerekli olmamakla birlikte IEEE 802.3u tarafından varsayılan uygulama olarak önerilmektedir. Ancak 1000baseT aygıtların zamanlayıcı kaynağını belirlemek için autonegotiation yapması gereklidir. Her ağ noktasında autonegotiation'ın etkinleştirilmesi 10/100Mbit/s'den 1000baseT anahtar ve LAN'a geçişi kolaylaştırır. Donanım katmanının tüm işlevselliği (hız, çift yönlülük, zamanlayıcı kaynağı ve akış denetimi) autonegotiation ile denetlendiğinden tüm aygıtlarda etkinleştirilmesinde bir sakınca yoktur. Örneğin tek hızlı bir bağlantı için negotiation'u etkinleştirip sadece tek hız için negotiate edilebilinir. Autonegotiation etkin olmayan eski metod anahtar ve LAN kartları tarafından artık kullanılmamaktadır. İlk Ethernet ağlarında () CSMA/CD paylaşım ortamı olarak vampir tapası ile birlikte kalın sarı kablolama kullanılmaktaydı. Sonrasında Ethernet'te CSMA/CD paylaşım ortamı olarak daha ince eşmerkezli kablolama ve BNC konnektörler kullanılmıştır. Daha yeni olan 1BASE5 ve Ethernet'te 8P8C modüler konnektör ile Ethernet hub 'lara bağlanılan eşmerkezli kablolama kullanılmıştır. Halihazırda, kullanılan fiziksel ortam ve hız yönünden farklılıklar gösteren pek çok Ethernet türü vardır. En yaygın olarak kullanılan türler 'dir. Her üçünde de 8P8C modüler konnektör kullanılır. Sırasıyla 10 Mbit/s, 100 Mbit/s, and 1 Gbit/s veri hızlarında çalışmaktadırlar. Ancak her birinin çalışabilmesi için farklı kablolama grektiğinden kurulumcular sunuculara yapılan kısa bağlantılar haricinde 1000BASE-T yi kullanmaktan uzak durmaktadırlar. Fiberoptik daha çok uygulamalarında kullanılmaktadır. Bu tip Ethernet kurumsal veri merkezi uygulamalarında çoklukla kullanılmakla birlikte maliyet ve kullanım kolaylığı yönünden son kullanıcı uygulamalarında tercih edilmemektedir. Performans, elektriksel yalıtım ve bazı versiyonlarında onlarca km'ye varan mesafe avantajları vardır. Sürekli daha hızlı yeni fiber Ethernet versiyonları çıkmaktadır. kurumsal uygulamalarda ve taşıyıcı ağlarda giderek daha yaygınlaşmaktadır, ayrıca 40 Gbit/s Ethernet ve geliştirilmeye başlanılmıştırHECTO - Project on development of components for 100 Gbit/s Ethernet. 2015 yılı itibarıyla ticari Ethernet uygulamalarının başlayacağına inandığını, terabit Ethernet standardına ulaşmak için mevcut Ethernet standartlarının iptal olabileceğini belirtmiştir. Kablo üzerindetaşınan bir veri paketine "çerçeve (frame)" denilmektedir. Gerçek fiziksel ortamda görüntülenen bir çerçeve diğer verilerin yanı sıra "Giriş (Preamble)" ve "Çerçeve Başlangıç Sınırlayıcı (Start Frame Delimiter)" alanlarını içermelidir. Bu alanlar tüm fiziki donanımlar için gereklidir. Bu alanlardaki bitler ağ aygıtı tarafından işlemciye aktarılmadan önce çıkartıldığından paket izleme programları tarafından görülmezler. bitleri ise genellikle aygıt sürücü yazılımı tarafından çerçeveden ayrılırlar. Aşağıdaki tablo 1500 baytlık maksimum iletim birimi için gönderildiği haliyle, bütün bir Ethernet çerçevesini göstermektedir. Daha yüksek hızlı bazı gigabit Ethernet uygulamaları "jumbo frame" denilen daha büyük çerçeve boyutlarını desteklemektedir. Dikkat edilmesi gereken nokta "Giriş" ve "Çerçeve Başlangıç Sınırlayıcı" alanlarındaki bit düzenlerinin bayt olarak değil karakter dizisi olarak yazılmış olmasıdır. Bu gösterim IEEE 802.3 standardında kullanılan ile uyuşmaktadır. Bir modern bilgisayarlarda "bayt" olarak adlandırılan sekiz bitlik veri anlamındadır. Bir Ethernet çerçevesi gönderildikten sonra göndericinin bir sonraki çerçeveden önce 12 oktetlik boş karakter süresince beklemesi gereklidir. Bu süre 10 Mbit/s için 9600 ns, 100Mbit/s için 960 ns ve 1000Mbit/s için 96 ns'dir. Aşağıdaki tablodan 10 Mbit/s Ethernet'in net bit oranının yaklaşık olarak 9.75 Mbit/s olduğu hesaplanabilir (1500'er baytlık maksimum boyutlu paketlerin art arda gönderildiği varsayılmıştır): formula_1 10/100Mbit alıcı/gönderici çipleri ( ) bir seferde 4 bit alıp gönderecek şekilde çalışmaktadır. Dolayısıyla "Giriş" Alanı 0101 + 0101 verisinin 7 kez tekrarlanması, "Çerçeve Başlangıç Sınırlayıcı" ise 0101 + 1101 verisi olacaktır. 8-bit veriler, önce aşağı 4-bit, sonra yukarı 4-bit olacak şekilde gönderilir. 1000Mbit alıcı/gönderici çipleri () bir seferde 8 bit alıp gönderecek şekilde, 10 Gbit/s () PHY'ler ise bir seferde 8 bit alıp gönderecek şekilde çalışırlar. Birkaç farklı Ethernet çerçevesi vardır, bunlar: İlave olarak her dört Ethernet çerçeve tipi seçmeli olarak hangi Sanal Ağ'a () ait olduklarını ve önceliklerini belirtmek için bir etiketi kullanabilirler. Bu enkapsülasyon 'de tanımlanmıştır ve maksimum çerçeve boyutunu 4 bayt artırarak 1522 bayt'a yükseltir. Farklı çerçeve tipleri farklı formatlara ve değerlerine sahiptir, ancak aynı paylaşımlı ortamda bir arada bulunabilirler. /Intel/Xerox (DIX) Ethernet şartnamesi'nin 1.0 ve 2.0 versiyonlarında adlı 16-bit alt-protokol etiketi alanı bulunmaktadır. Yeni IEEE 802.3 Ethernet şartnamesi'nde bunun yerini 16-bit uzunluğundaki ve MAC başlık kısmı'ndan sonra gelen Mantıksal Bağlantı kontrolü (LLC) alanı almıştır. Etiketsiz klasik Ethernet v2 ve IEEE802.3 çerçeve
leri için maksimum çerçeve uzunluğu 1518 bayt, 802.1p ya da etiketli 802.1q çerçevesi için ise 1522 bayttı. Nihai olarak bu iki format EtherType alanındaki 64 ile 1522 arası bir değer uzunluk bilgisi olan yeni 802.3 Ethernet formatını, desimal 1536 (hexadecimal 0600) ve daha büyük bir değer 'EtherType' alanı olan orijinal DIX ya da Ethernet II çerçeve formatını ifade edecek şekilde birleştirildi. Bu kural yazılımın aynı fiziksel ortamda birlikte bulunabilecek Ethernet paketleri içinden herhangi bir çerçevenin Ethernet II formatında mı yoksa IEEE 802.3 formatında mı olduğunu anlayabilmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca Bakınız: 802.2 LLC başlık kısmı incelenerek sonraki başlık kısmının (subnetwork access protocol) protokolünde olup olmadığı tespit edilebilir. Özellikle için tasarlanmış bazı protokoller, veri-bloğu ve bağlantı yönelimli ağ hizmetleri sunan 802.2 LLC üzerinde doğrudan çalışırlar. LLC başlık kısmı hizmet erişim noktası()ya da OSI terminolojisinde SAP denilen ilave iki adet 8-bitlik adres alanı içerir; hem kaynak hem de hedef SAP alanına 0xAA yazıldığında bu SNAP hizmeti isteği anlamına gelmektedir. SNAP başlık kısmı "EtherType" değerlerinin tüm protokolleriyle kullanımına izin vermesinin yanında özel protokol ID alanlarını da destekler. IEEE 802.3x-1997 ile Ethernet standardı MAC adresi alanlarından sonra gelen 16-bitlik alanın "uzunluk" ya da "tip" alanı olarak kullanılmasına izin verecek şekilde değiştirilmiştir. Novell'in "taslak" 802.3 çerçeve formatı erken dönem IEEE 802.3 çalışmasına dayanmaktadır. Novell bunu kendine ait olan Ethernet üzeri ağ protokolünü geliştirmede başlangıç noktası olarak almıştır. LLC başlık kısmı kullanılmamakta, bunun yerine uzunluk alanından hemen sonra IPX paketi gelmektedir. Bu uygulama IEEE 802.3 standardına uygun olmamakla birlikte diğer Ethernet uygulamalarıyla aynı fiziksel ortamı kullanabilmektedir. Novell NetWare 1990'ların ortalarına kadar bu çerçeve tipini varsayılan çerçeve olarak kullanmış, ve o dönemde Netware IP'den daha yaygın olduğundan dünya Ethernet trafiğinin büyük bölümü IPX taşıyıcı "taslak" 802.3 protokolünde taşınmıştır. Netware 4.10'dan beri Netware, IPX kullanımında varsayılan çerçeve tipi olarak LLC kullanılan IEEE 802.2'yi benimsemiştir(Netware Frame Type Ethernet_802.2).(Bakınız: Kaynakça "Ethernet Framing") Mac OS Ethernet ("EtherTalk") üzerindeki V2 protocol ailesinde 802.2/SNAP çerçevesi, TCP/IP içinse Ethernet II çerçevesi kullanır. 802.2 Ethernet türleri günümüzde henüz IP üzeri Netware'e güncellenmemiş büyük kurumsal Netware altyapıları dışında yaygın olarak kullanılmamaktadır. Geçmişte pek çok kurumsal ağ Ethernet ile IEEE 802.5 Token Ring ya da FDDI ağları arasında çevrim yapabilmek için 802.2 Ethernet'i desteklemiştir. Bugün kullanılmakta olan en yaygın çerçeve tipi -tabanlı ağlar tarafından en çok kullanılmakta olan ve IPv4 için alanında 0x0800, IPv6 için 0x86DD bulunan Ethernet Version 2'dir. IP versiyon 4 trafiğini çerçevesi içine LLC/SNAP başlık kısmı ile birlikte gömmek için bir 'da mevcuttur. Bu standart FDDI, token ring, IEEE 802.11 ve diğer IEEE 802 ağlarında kullanılmasına rağmen Ethernet üzerinde neredeyse hiç kullanılmamaktadır. IP trafiği IEEE 802.2 LLC çerçevesi içine SNAP olmadan gömülemez, çünkü IP için bir LLC protokol tipi olmasına rağmen ARP için bir LLC protokol tipi yoktur. IP Version 6 'da LLC/SNAP ile birlikte IEEE 802.2 kullanılarak Ethernet üzerinden gönderilebilir, ancak yine bu da neredeyse hiç kullanılmamaktadır. IEEE 802.3 'te belirtilen en kısa veri boyutu olan 64 baytın altındaki çerçevelere "Kısa çerçeve" denir. Olası nedenleri çakışma, altında çalışma, arızalı ağ bağdaştırıcısı ya da yazılımıdır. 10 gigabit Ethernet standartları ailesi tekli mod fiber (uzun erimli), çoklu mod fiber (300 m'ye kadar), bakır arkayüzey (1 m'ye kadar) ve bakır bükülü tel çifti (100 m'ye kadar) için ortam tiplerini ihtiva eder. İlk olarak IEEE Std 802.3ae-2002 olarak yayımlanmıştır, ancak halihazırda IEEE Std 802.3-2008 içinde bir bölümdür. 2009 yılı itibarıyla, 10 gigabit Ethernet taşıyıcı ağlarda baskın teknoloji olmuştur ve 10GBASE-LR ile 10GBASE-ER kaydadeğer pazar payına sahiptir. 2009 yılı itibarıyla, 40 Gigabit Ethernet ve 100 Gigabit Ethernet (100GbE) standartları halen taslak aşamasındadır. Ethernet trafiğinin trafik mühendisliği ile benzerlikler gösterdiği gözlemlenmiştir. Eşmerkezli kablo kullanan ethernet kartlarıdır. Eşmerkezli kablonun ucuna BNC konnektörü takılır. 10 Mbit/s veri iletimini sağlar. Bükülü kablo çifti kullanan ethernet kartlarıdır. Bükülü kablo çiftinin ucuna RJ-45 konnektörü takılır. 10, 100, 1000 Mbit/s hızlarında veri iletimini sağlarlar. Normal ağ kablosundaki renk dizilimi şöyledir; Turuncu beyaz turuncu , yeşil beyaz mavi , mavi beyaz yeşil , kahverengi beyaz kahverengi, Günümüzde RJ-45 konnektörlü ethernet kartları üretilmektedir. Bu kartlar 10 Mbit/s, 10/ 100 Mbit/s, 1000 Mbit/s veri aktarım hızlarına sahiptir. Dubniyum Keşif: 1970 - Birleşik Nükleer Araştırmalar Enstitüsü (Dubna, Rusya), sentetik, radyoaktif (yarı ömür 1,8 saniye). İsmini Moskova'nın kuzeyindeki Dubna kasabasından almıştır, çünkü element ilk olarak orada üretilebilmiştir. Doğada bulunamaz, yalnızca laboratuvar ortamında elde edilebilir. Kaya kartalı Kaya kartalı ("Aquila chrysaetos"), atmacagiller (Accipitridae) familyasından büyük ve kahverengi bir kartal türü. Gencinin gövdesi siyaha yakındır, uçuşta beyaz kanat içi ve kuyruk dibiyle rahatça ayrılır. Başını ve boynunu ileri uzatır, kanadı gövdesine doğru daralır, kuyruğu diğer kartallardan uzun ve deniz kartalları gibi kamalı değil, küttür. Tüm yaşamları boyunca bir tek eşleri olur ve genellikle her yıl aynı yuvayı tercih ederler, genellikle zor erişilen yerlerdedir. Ötüşü şahin gibi bir 'tuii-u'. Diğer bir ötüşü havlamaya benzer. Kayalık dağlarda ve dağlık ormanlarda yaşar. Uçuşta görkemli ve zariftir, gerektiğinde avına ilerlerken pike yaparak saatte 320 km hıza ulaşabilir, bu da onu gökdoğandan sonra en hızlı kuş yapar. Diğer kartallardan farklı olarak süzülürken ve dönerek yükselirken kanatlarını yukarı kaldırır. Kaya kartalı avcılar tarafından eğitilebilir. Kazakistan, Kırgızistan, Batı Moğolistan ve Çin'de, Kaya kartalları Kazak ve Kırgız göçerleri tarafından kurt avlamada hala kullanılır. Kaya kartalı Türk Halklarınca 'bürgüt' veya 'berkut' olarak bilinir. Tilkiler kartallar tarafından doğrudan doğruya öldürülür fakat kurtlar büyüklük ve güçleri nedeniyle genellikle öldürme işini avcı kendisi yapar. Kaya kartalı Roma Lejyon standartları için bir modeldi. Bu sembol Mısır, Romanya ve pek çok diğer ülkelerde arma olarak kullanıldı. Kartal bazı kültürlerde kutsal bir kuştur ve kartal tüyleri özellikle Orta Amerika halkaları içinde olduğu kadar, Kızılderili ve Kanada'daki ilk uluslar pek çok dinin ve ruhsal geleneklerin merkezidir. Bazı yerli Amerikan halkları kartalı kutsal olarak kabul eder. Kartalın tüyleri ve çıplak kafası baş giysisi olarak kullanılır. incil ve İsa sembolü ile karşılaştırılır. Kartal tüyleri çoğu zaman yerli seremonilerde olağanüstü liderlik ve kahramanlıklar gibi başarıları şereflendirmek için kullanılır. Tanrıça tapınımı Tanrıça tapınımı dişi Tanrıçaya veya tanrıçalara tapınmakta kullanılan genel bir tanımdır. Pek çok New Age Tanrıça izdeşleri, hiyerarşik bir inançtan uzak olmayan "kulluk" teriminden kaçınarak tanrıça ruhsallığı (goddess spirituality) terimini kullanmayı tercih etmektedir. Tanrıçaya ibadet, erkek hakimiyetini, devlet kontrolünü ve imparatorluk kurmayı desteklemekle konservatif de, bu geleneklere karşı durarak radikal de olabilir, kadının otoritesini de destekleyebilir. Batı toplumunda tanrıça tapınımı 19. yüzyılın ortalarındandan bu yana farklı bir kültüre doğru yönelmiştir. Tanrıça tapınımı batı toplumlarında en sık feminist versiyonu telaffuz edilse de feminist olmak zorunda değildir. Pagan ve Neopagan dinleri veya mezhepleri genellikle tanrıça tapınımını konsensüs alanlarından biri olarak kabul etmektedirler. Bununla beraber tüm tanrıça tapınımı Pagan değildir. Aralarında en öne çıkanlarından biri olan Marija Gimbutas gibi bazı yazarlar tanrıça tapınımının tarihöncesi zamanlarda başladığına inanmaktadırlar. Willendorf Venüsü gibi bazı sanat eserlerinin bereket tanrıçasını temsil edebildiğine inanılsa da Peter Ucko gibi bilginler de söz konusu figürlerin tanrıçalardan ziyade oyuncaklar, eğitim modelleri ve rahibe imajları olduğunu öne sürmüşlerdir. Kadıncılık Kadıncılık (Womanism), feminist yazar Alice Walker tarafından özellikle Afrikan Amerikan feminizmi () için tanımlanan ancak sonradan ırk ve sınıf ayırımlarını aşan feminizmin bir versiyonudur. Walker ilkin terimi ""In Search of Our Mothers' Gardens": Womanist Prose" adlı şiir külliyatında kullanmıştır. Bu terime duyulan ihtiyacın sebebi ev alanından çalışma alanına yönelmek gibi sosyal değişimleri savunan özellikle beyaz kadınlar tarafından yönlendirilen ilk feminist hareketlerden doğmuştur. Bu feminist gündem çoğu kadının ev hanımları olmadığı ve kendi ailelerini desteklemek için hayatları boyunca çalıştıkları gerçeğinin farkında değildi. Özellikle Afrika asıllı Amerikan kadınları çalışan kadınlardı fakat bu kendi seçimlerinden doğmamaktaydı. Sivil haklar hareketi, Afrikalı Amerikan erkeklerine verilecek eşitlik üzerine yoğunlaşmıştı fakat kadınlar arka planda kalmışlardı. Pîrî Reis Haritası Pîrî Reis Haritası günümüze kalan, Avustralya kıtasını gösteren en eski haritalardan biridir. Osmanlı Kaptan-ı Derya'sı (Amiral) Pîrî Reis tarafından 1513'te çizilmiş olup, Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarını ve Güney Amerika'nın doğu kıyılarını gösterir. Aralarında Kristof Kolomb'a ait bir haritanın da bulunduğu yirmi kaynağı bütünleştirerek hazırlanmış, 16. yüzyıl Avrupa ve Müslüman denizcilerinin coğrafya bilgilerini içeren değerli bir tarihi belgedir. Pîrî Reis 1528'de Amerika'yı gösteren ikinci bir harita yapmıştır. Pîrî Reis, kendisini yetiştirmiş olan amcası Kemal Reis'in 1511'deki ölümünün ardından Gelibolu'
ya çekilip orada bir dünya haritası, bir de Kitab-ı Bahriyesini hazırlamıştır. Dünya haritasını 1513'de tamamlayıp 1517 yılında, Mısır’ın fethinin hemen sonrasındaki günlerde Yavuz Sultan Selim’e takdim etmiştir. Pîrî Reis; bunun ardından Kaptan-ı Derya "(Deniz Kuvvetleri Komutanı)" rütbesine getirilir. Harita, 1929'da Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülme çalışmaları sırasında keşfedilir ve hâlâ oradadır. Afet İnan; 1954 yılında yayımlanan "En Eski Amerika Haritası" adlı kitabında, haritanın kenar notlarının, Osmanlı Türkçesinden yeni harflere çevirilerini yayımlamıştır. Amerika'yı gösteren, günümüze kalmış antik haritalar arasında Pîrî Reis'inkinden daha eski birkaç başka harita vardır. Bunlardan Cantino'nun 1502'de, Nicolo Caveri (Nicolo de Canerio)'nun 1504-1505'de basılmış, Amerika'yı Asya'nın bir uzantısı olarak gösteren haritaları sayılabilir. Öbürü, 1507'de basılmış Martin Waldseemüller'in haritasıdır. Bu harita; Cannerio'nun haritasından kaynaklanmıştır ama Amerika'yı Asya'dan ayrı bir kıta olarak gösterir ve onu ilk defa "Amerika" olarak adlandırır. Pîrî Reis, kendi haritası için kullandığı kaynaklar arasında Kristof Kolomb'un haritasının da olduğunu belirtir ki bu -muhtemelen- Kolomb'un 1498'de çizdiği haritadır. Ancak Kolomb'un 1498 tarihli haritasının ne aslı ne de kopyaları bulunabilmiştir. Harita, 9 Kasım 1929'da Topkapı Sarayı'nda sarayı müzeye dönüştürme sırasındaki envanter tespit çalışmaları sürerken tesadüfen bulundu. Alman bilim adamı Adolf Deismann (1866-1937); dönemin Millî Müzeler Müdürü Halil Ethem Eldem'in kendisine verdiği parçaları inceleyip düzenlerken eline geçen harita takımının içindeki folyoyu o sırada İstanbul'da bulunan ve Türk denizciliği hakkında uzman olan Alman bilim adamı Paul Kahle'ye göstermişti. Eserin Pîrî Reis'in ilk dünya haritası olduğunu teşhis eden; Paul Kahle oldu. Prof. Kahle; harita ile ilgili inceleme sonuçlarını 1931 yılında 18. Doğubilimleri Kongresi'nde sundu. Haritanın üzerindeki notları, Hasan Fehmi Bey; latin harflerine aktardı. Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Akçura; 1937 tarihli 'Pîrî Reis Haritası' adlı kitabında haritayı yayımladı. Cumhurbaşkanı Atatürk; haritayı Ankara'ya getirtip bizzat inceledi ve devlet matbaasında çoğaltılmasını sağladı. Haritanın kayıp parçalarını arama çabaları sırasında, Topkapı Sarayı Müdürü Tahsin Öz tarafından, dünya haritası olduğu sanılan bir başka Pîrî Reis haritası bulunmuştur. Harita; ceylan derisi üzerine çizilmiş olup 900x600 mm boyutlarındadır. Ortaçağ haritalarından -sıkça rastlanan- portolan tarzında yapılmıştır; yani enlem ve boylam çizgileri yerine anahtar noktalarda yönleri gösteren pusula gülleri ve bunlardan ışınsal olarak yayılan yön çizgileri vardır. Kenarlarında, açıklayıcı nitelikte çeşitli notlar vardır. Notların bır kısmı; tutsak edilmiş Portekiz ve İspanyol denizcilerin ifadelerine dayalıdır. Notlarda Yeni Dünya’nın yerlileri, hayvanları, bitkileri, mâdenî zenginlikleri ve diğer ilginç özelliklerine değinilir. Ayrıca, gösterilen yerlerde bulunduğu rivayet edilmiş hayvan veya hayâlî yaratıkların resimlerini de gösteren harita; toplam dokuz renkle çizilmiştir. Kenar notlarından birinde; bu haritanın batıda Kristof Kolomb'un keşfettiği yöreleri, doğuda da "Çin, Hint ve Sint" bölgelerini gösterdiğini yazar. Sağ kenardaki notlarının bazıların yarım cümlelerden oluşması, bu haritanın daha büyük bir dünya haritasının sol yarısı olduğunu gösterir; öbür yarısı kayıptır. Notlardan bir diğerinde, ""İşbu haritayı Kemal Reis'in birâderzâdesi unvânile müştehir Pîrî ibni Hacı Mehmet; 919 senesi Muharreminde" "Gelibolu'da tahrir eylemiştir"" yazar. "(Yani 9 Mart-7 Nisan 1513 arasında)". Kenar notlardaki bilgilerin bir kısmı; Pîrî Reis'in daha sonra yazdığı Kitab-ı Bahriyesinde de aynen yer alır. Çizimde Batı Avrupa, Batı Afrika ve Güney Amerika'nın doğusu kolayca tanınabilir. Atlas Okyanusunda Kanarya Adaları, Yeşil Burun Adaları Adaları ve Azor Adaları'nın konumları doğrudur ama biraz orantısızdırlar. Avrupada Fransa ve İber Yarımadası iyi çizilmiştir. İber Yarımadası'nda gösterilen dört nehirden üçü Tagus, Guadalkivir ve Ebro olarak tanınabilir, ancak bu nehirlerin yukarı kısımlarında hatalar vardır. Afrika kıtasında Senegal, Gambiya ve Gine, ve Fildişi Sahili'ndeki Sassandra nehirlerini tanımak mümkündür. Nijer Nehri'nin kaynağı olarak, Sahra Çölü'nde görünen göller vardır. Kuzey Amerikanın ayrıntıları, gerçek ayrıntılarına hiç uymamaktadır. Hispanyola olarak adlandırılan ada, kuzey-güney dogrultusunda çizilip, görünüm olarak Japonya'nın 15. yüzyılda bilinen şekline benzer. Güney Amerikada Brezilya'nın kuzey kıyıları gerçekle oldukça uyumludurlar. Orinoko ve Amazon nehirleri, Trinidad adası kolaylıkla tanınabilir. Amazon'un denize döküldüğü noktanın açıklarında çizilmiş olan büyük ada ise gerçekte yoktur. Güney Amerika'nın iç bölgelerinde dağlar görünür. Rio de la Plata nehri olması muhtemel bir nehrin güneyindeki kıyı ayrıntıları Brezilya kıyılarıyla çeşitli noktalarda uymaktadır ama kıyı çizgisinin doğrultusu güney yerine doğuya doğru uzanır. Varsayımlara göre bu haritanın, bir kısmı Akdeniz'de ele geçirilmiş İspanyol ve Portekiz gemilerinde bulunmuş olan, yaklaşık 20 haritanın bir birleşimi olduğu yönündedir. Bunların arasında sekiz 'Caferiye' haritası, dört Portekiz haritası, güney Asya'ya ait bir Arap haritası ve Kristof Kolomb'a ait bir Amerika haritası vardır. Caferiye haritaları, çok eskiye dayanan, Abbasî halifelerinden Me'mun zamanında kopyalanmış olan, Büyük İskender zamanına ait haritalardır[kaynak belirtilmeli]. Pîrî Reis, haritasının Orta Amerika kısmının kaynağının Kristof Kolomb olduguna bu satırlarda kendi yazısı olmayan bir yazıyla: ""Bu isimler ki mezbur cezairde ve kenarlarda kim vardır, Kolonbo koğuştur ki anınla malûm oluna. Ve hem Kolonbo ulu müneccim imiş. Mezbur hartide olan bu kenarlar ve cezireler kim vardır, Kolonbonun hartisinden yazılmıştır."" Pîrî Reis haritasının Kristof Kolomb haritasından kaynaklandığının önemli bir delili, Küba'nın yokluğudur. Kristof Kolomb seyahatnamelerinde Küba'nın bir ada değil, kıtanın uzantısı oldugunu yazmıştır ve Pîrî Reis haritasında da Küba bu şekilde gösterilir. Notlarda "Antilya" olarak değinilen Karayipler hakkında çeşitli bilgiler verilir. Bir kenar notunda adı geçen "İzle de Spanya", (günümüzde Dominik Cumhuriyeti ve Haiti'nin bulunduğu) Hispanyola adasına karşılık geldiği anlaşılabilse de, bu kenar notunun yanındaki adanın şekli Japonya'ya benzemektedir. Macellan'ın seyahatlerinden önceki dönemde Atlas Okyanusu'nun batı kıyısında Asya olduğu kanısı yaygındı. Çin'e varmak amacıyla yola çıkan Kristof Kolomb'un yanına Uzak Doğu Asya haritaları almış oldugu rivayeti Türkiye'de çok meşhurdur, bu Kolomb'un Doğu Asya kıyılarını gösteren haritalara kendi keşfettiği yerleri eklemiş olması muhtemeldir. Haritanın bu bölgesindeki pek çok kıyı şekli Asya'nın doğu kıyılarına karşılık gelmektedir. Karayipler'in çiziminde Pîrî Reisin iki haritadan yararlandığı anlaşılabilir. Sancuvano Batisdo adı iki farklı ada için (biri günümüz Porto Riko'sunda bulunan San Juan Bautista, öbürü Küçük Antiller'de yer alan Santa Maria de Guadalupe) kullanılmıştır, ayrıca Virgin Adaları iki kere çizilmiştir[kaynak belirtilmeli]. Güney Amerika'nın içerlerinde görülen dağlar Caneiro haritasında da görüldüğünden dolayı, Pîrî Reis’in kaynaklarından biri muhtemelen onun türevlerindendir. Brezilya kıyıları konusundaki kenar notunda bu kıyıları kazara keşfetmiş Portekiz kaşiflerin ayrıntılı anlatılarından yararlandığını belirtir. Söz konusu kaşif şüphesiz 1500’de Hindistan’a giderken Brezilya'yı keşfeden Pedro Alvares Cabral'dir. Haritada, bazı yörelerin kaşiflerinin Ceneviz Cumhuriyeti vatandaşı olduğuna dair övücü ifadeler bulunması ve ayrıca Kristof Kolomb'dan, onun İtalyanca'da kullanılan adı olan ""Kolombo"" olarak bahsetmesi; Pîrî Reis'in Cenevizli kaynaklardan da yararlandığına işaret eder. Pîrî Reis haritası 1960'lı yıllarda bazı bilim ötesi teorilere ilham kaynağı olmuştur. Charles Hapgood, Pîrî Reis'in haritasındaki Güney Amerika'nın güney ucundan doğuya doğru olan uzantıyı, 16. yüzyılda henüz varlığı bilinmeyen Antarktika kıtası olarak Avrupa'ya tanıtmıştır. Bu kara parçasının haritada buzlu görünmemesi, Sahra çölünde ise göllerin görünmesi yüzünden Hapgood; Pîrî Reis'in kullandığı kaynaklar arasındaki bir haritanın, dünyanın on bin yıl önceki, ikliminin günümüzden çok farklı olduğu bir dönemine ait olduğunu öne sürmüştür. İddiaya göre Pîrî Reis; tarih öncesi çağlarda yaşamış bir medeniyetten kalma bir haritadan ya da uzaylılardan yararlanmıştır. Erich von Daniken ise "Tanrıların Arabaları" adlı kitabında, Piri Reis haritasındaki bazı şekil bozukluklarını açıklamak için, uzaylı bir medeniyetin uzaydan çektiği dünya fotoğraflarından yararlanılmış olduğunu iddia etmiştir. Haritada Güney Amerika kıyılarının doğuya doğru dönmesinin bir açıklaması, Güney Amerika'nın doğru çizilmesi halinde haritanın üzerine çizildiği kıymetli ceylan derisinde ona yer kalmayacağıdır. Bu görüşe göre Pîrî Reis, haritaya bir ekleme yapıp onun güzelliğini bozmaktansa Güney Amerika kıyılarını haritasının alt kısmına kaydırmıştır. Böyle bir görüşteki anlamsızlık; sınırlı bir deriye çizilen haritanın, istenilse daha küçük yapılabileceği ve de Güney Amerika'nın da haritada gerçek görüntüsüne kavuşabilmesi gerçeğidir. Hâlbuki dünyayı gerçek halinde düşünecek olursak (küre) ve de resmini çekecek olursak Güney Amerika'nın kürenin kenarına gelmesi hâlinde, Pîrî Reis'in haritasındaki gibi bir görsellik kazandığını görürüz. Ayrıca haritanın orijinal nüshalarının kenarlarında, Pîrî Reis'in yazı biçimi olmadığı belli olan ve yeni yazılmış olduğu anlaşılan, ""Kristof Kolomb'dan yararlandığını belirtir"" yazıların yanı sıra harita üzerinde yemek lekelerinin dahi bulunması; Adile Ayda'nın dikkatini çekmiş ve bu konuda tereddütler ortaya konulmuştur. Kesin olarak bilinmektedir ki Kristof Kolomb; Amerika'yı keşfetmemiş, varmış olduğu Bahama Adaları'nı Asya Kıtası'nın bir parçası zannetmiştir
. Ayrıca unutulmaması gereken en önemli husus; Kristof Kolomb'un haritabilimci değil, tüccar olduğu gerçeğidir. Bunun yanı sıra Amerika Kıtası'nın haritalarını çizmediği bir tarafa, elindeki "-kendi ülkesine ait-" haritaların dahi yaşadığı zamana göre büyük hatalarla dolu olması ve Pîrî Reis'in haritalarındaki Antarktika Kıtası hakkında hiçbir bilgisinin bulunmaması; Pîrî Reis'in, Kristof Kolomb'un haritalarını eline geçirdiği yönündeki söylentilerin tutarsız olduğunu düşündürmektedir. Serinyol, Antakya Eski adı "Bedirge". Akdeniz Bölgesinde Hatay ilinde, Antakya'ya bağlı bir mahalledir. Nüfusu 25.000 civarındadır. İskenderun-Antakya arasındaki E-5 karayolunun güneye giderken sağında, Nur Dağları (Amanos Dağları)'nın eteklerinde yer alır. Tarih: 1536 tarihli ve Kanuni Sultan Süleyman döneminden 397 numaralı Haleb Livâsı mufassal tahrîr defteri nde (yayın no. 109 ve 110) Bakraz'a (Bakras, Belen) bağlı "Bedirgiyye" olarak geçiyor. "Bedirge" adının Arapça "el-Batrikeyn/البطرکین'den ("iki Patrik") geldiği olasıdır. 1870 (1287 h.) ve 1873 (1290 h.) Halep Vilayeti Salnamelerinde Karamurt Nahiyesi'ne bağlı "Bedirge"/بدرکه olarak geçiyor (s. 108). 1883'de bölgeyi gezen Alman doğubilimci Martin Hartmann, bu yerin "el-batraken" ("bitirken") olduğunu söyler (Hartmann, Das Liwa Haleb, s. 169 ve 510; ayrıca Arnold, s. 332) Hatay'ın Türkiye'ye katılmasına dair kararnamede ve bununla ilgili sonraki bir düzenlemede "T.C. Resmi Gazete"'nin 11 Temmuz 1939 ve 5 Şubat 1940 tarihli nüshalarında "Bedirge" ve "Batırga" olarak geçiyor. Bedirge 10 Temmuz 1964'te "Resmi Gazete"'de yayımlanan karara ve "Yabancı kökten gelen ve iltibasa [karışıklığa] yer veren Bucak adlarının Türkçeleştirilmesi ile ilgili olarak içişleri Bakanlığınca, 5442 sayılı 11 idaresi Kanununun 2 nci maddesine göre" "Serinyol" adını alır. 19. yüzyılda Kafkasya'dan Osmanlı topraklarına yoğun bir göç yaşanmıştı. Bu göç esnasında Çerkezistan'a yerleşmiş olan hanzâdelerin veya devam eden kuşaklarının da olabileceği yönünde bazı ipuçları mevcuttur. Hatay ili Reyhanlı ilçesine yerleşmiş Çerkes köylerinden biri olan "Bedirge" mahallesinde "Hanıko" ismine rastlanmaktadır. Serinyol'da, 19. yüzyıl sonlarında göçle gelen muhacirlerin iskan edildiği "Bedirge Çerkez" Mahallesinde yapılan cami de mescit tarzında basit bir yapıdan ibarettir. Kasaba, Cumhuriyetin ilk yıllarında muhtemelen küçük bir köy ya da mezra gibi bir yer olmuş olabilir. Ancak 1950'li yıllardan sonra Hatay'ın değişik bölgelerinden göç alarak nüfusu hızla arttı. I. Dünya Savaşı'nı izleyen bölgedeki Fransız işgali, birçok yer gibi Hatay çevresini de değiştirdi.Hatay'ın büyükşehir olması ile birlikte mahalle olarak Antakya Belediyesi'ne bağlandı. Bugün Serinyol nüfusunun büyük bir bölümü Arap Alevisi'dir. (bkz. Nusayri) Yerel halk Türkçe ve Arapça konuşmaktadır. Görünür bir örnek, Antakya'dan İskenderun'a uzanan eski asfalt yoldur. Hatay'ın anavatana katıldığı 1939 yılına kadar ("bkz." Hatay Devleti) burada kalan Fransızlar zamanında yapılan bu yol (açıkçası yıllar sonra birçok asfalt yolumuzdan daha dayanıklı çıkmıştır) bugünkü E-5 Karayoluna göre Nur Dağları tarafında yani batıda kalır. Yolun kenarına o zamanlar sağlı sollu ekilen çınar ağaçları tamamen kesilmemiş, yolun halen kullanıldığı yerlerde günümüzde varlığını sürdürmektedir. Eski asfalt yol Serinyol'dan sonra jandarma kışlasının yanından geçerek dağlara paralel devam eder ve Kırıkhan yol ayrımında Topboğazı'nda tırmanışa geçer. Günümüzde yolun Antakya-Serinyol arası olan kısmı halen ikinci yol olarak kullanılır. Kalan kısımları bazı köylerden geçen yamalı bir yoldur ya da kullanılmaz haldedir. Serinyol, ovadaki Paşaköy, Aşağıoba, Arpahan (Araphan), Maraşboğazı (Bağlama) ve dağda yerleşik Tahtaköprü, Uzunalıç gibi köylere merkez bir konumdadır. Kasabada 5-6 ilköğretim okulu ile bir lise mevcuttur. Belirgin kurumsal yapılar arasında, dağ eteğinde yer alan Huzurevi, Hatay'ın üniversitesi olan Mustafa Kemal Üniversitesi'ne ait inşaatı bitmeye yakın (2007) Tıp Fakültesi Hastanesi, onun hemen yanında Zülüflühan (Yeniköy) mevkiinde bu üniversitenin (MKÜ) kampüsü vardır. Bu binaların tümü eski Serinyol-Antakya yolu kenarındadır. Serinyol'un batısında Amanos Dağları, doğusunda Amik Ovası uzanır. Bedirge Çayı ile birlikte birkaç küçük dere Amanoslar'dan doğup ovaya inerek Asi Nehri'nin kolu Karasu ile birleşir. Tarım sulak ve zengindir (Pamuk, zeytin, tahıllar, turunçgiller, mevsimlik sebzeler). Hayvancılık da yapılır. Tarıma dayalı sanayi olarak, pamuk işleyen "Çırçır ve Prese" Fabrikası, Bulgur Fabrikası, ovanın kenarında "Hataş" Konserve-Salça Fabrikası, zeytinyağı fabrikası vardır. E-5 karayolu kenarında kasabanın girişinde Serinyol Orman Fidanlığı yer alır. Burası çok uzun zamandır bulunduğu il ve çevresi için değişik ağaç türü fidanlarının yetiştirildiği yerdir. Bedirge Çayının Amanoslardaki kaynağına doğru yukarı çıkan vadilerde mesire yeri olarak da sıkça gidilen ormanlık alanlar vardır. Dağlardan inen suların ovada açılan derin kuyulardan güçlü bir şekilde çıktığı "Artezyen" kuyular mevcut olup, Serinyol'un bu sularının bir kısmı yakın zamanda döşenen tesisatla Antakya'nın Çekmece Beldesi'ne de içme suyu olarak yönlendirilmiştir. Trajedi Trajedi (tragedya): bu sözcük Yunanca tragoidia’dan gelir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle "keçilerin türküsü" anlamına kullanılır. Dionysos şenliklerinde koro, tanrının ona bağlı kölelerini simgeliyordu. Tanrının çevresinde hep doğanın yabancı güçlerini temsil eden teke ayaklı satyrler(satirler) bulunduğu için ilk başlarda, koro da satyrlerin biçimine giriyordu; ilk dönemlerde, korodaki oyuncular teke derileri (tragoi) giyerek oyun alanına çıkıyorlardı. Tragedya türü de tragos'ların şarkılarından doğdu. Tragedyanın konu kaynağı efsanelerdi. Zaten efsaneler Yunan şiirinin de kaynağı olmuştu. Kendisinden sonra gelen yazarların bitmez tükenmez hazinesi olan Homeros efsaneleri güzel bir üslûp içinde tekrarlanmıştı. Ancak dram sanatı, bu efsanelerden yepyeni bir biçimde esinlendi. Efsaneler geleneksel bir süsleme sanatı gibi, tekrarlanmanın batağına tam düşecekken, dram sanatı bu efsanelere yeni bir soluk getirdi ve geniş bir ufuk açtı. Çünkü efsanelerde idealize edilerek ya da süslenerek anlatılan olaylar ve bu olayların içindeki kahramanla dram sanatı yoluyla Atina halkının özelliği ve tavrı oluverdi; efsaneler yoluyla önemli gerçekler üzerinde duruldu. Yunan tragedyasının özellik gösteren düşünce düzeyinden biri “gururlanma günahı” ve bu günahın kaçınılmaz cezasıydı. Grekler bu cezayı tanrıça Nemesis'e bağlarlardı. Nemesis, başarıları ve sürekli zenginlikleri yüzünden tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran bir yüce güçtü. Yunan seyircisi için hiçbir şey gurur kadar kahramanın kötü bir duruma düşmesindeki acıya, gölge düşüremezdi. Yunan tragedya yazarları, oyunlarında tekrar tekrar bu günah-ceza kavramları üzerinde dururlardı. Hele Aiskhilos bu dinsel kavramlara her zaman dikkat etmişti. Ancak antik tragedyadaki günah kavramı bugünkünden değişikti: bazen günah hafif olur, unutulurdu; bazen günahı işleyen farkına bile varmazdı; bazen de günahı işleyen cezaya çarptırılan değil, onun babası ya da atası olurdu. Tragedya kahramanları günahlarından dolayı vicdan azabı çekmezlerdi. Yunan tragedyasının yapısı konuşmalı ve şarkılı bölümlerle kuruludur. Konuşmalı bölümler üçe ayrılır: En ünlü tragedya yazarları; Aiskhylos, Sophokles, Euripides, Pierre Corneille, Jean Racine Yalancı portakal ağacı Yalancı portakal ağacı ("Maclura pomifera"), dutgiller (Moraceae) familyasından 20 m'ye kadar boylanabilen geniş tepeli bir ağaç türü. Genç sürgünlerin rengi yeşilimsi-gri veya açık kahverenginde olup, çıplaktır ve üzerinde çok sayıda lentiseller bulunur. Sürgünler üzerinde dikenler bulunur. Sürgünler koparıldığında veya kesildiğinde süt görünümünde bir sıvı salgılar. Tepe tomurcuğu pseudoterminaldır. Tomurcuklar küçük, yandan basık, küre biçimindedir ve az sayıda pullarla örtülmüştür. 5–12 cm uzunluğundaki yaprakları uzun damla uçlu yumurta biçimindedir, üst yüzü parlak yeşil, alt yüzü açık yeşildir ve tam kenarlıdır. Bir cinsli iki evciklidir. Birçok çekirdekli sulu meyvelerin bir araya gelmesinden oluşan agregat meyve (bileşik meyve) 10 cm çapında, portakal görünümünde, yeşil renklidir, ezildiğinde süt salgılar. Taban suyu yüksek olan rutubetli yerlerde görülürse de, değişik toprak tiplerine uyum gösterebilir. Türkiye'de çit ve süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir. Vatanı Kuzey Amerika'nın güney batısıdır. PTT Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü ya da kısa adıyla PTT, Türkiye'nin posta örgütüdür. 2013 yılı Mayıs ayında TBMM'de kabul edilen tasarı ile Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi haline gelmiştir. 6 Şubat 2017 yılında yayımlanan kararname ile devlete ait bütün hisselerinin Türkiye Varlık Fonuna devredilmesi kararlaştırılmıştır. İlk posta teşkilatı, Tanzimat Fermanı ile yaşanan gelişmelerin sonucu olarak Osmanlı Devleti'nin tüm halkının ve yabancıların posta ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla Nezaret olarak 23 Ekim 1840 tarihinde kurulmuştur. İlk postahane ise İstanbul'da Yeni Camii avlusunda Postahane-i Amire adı ile açılmıştır. İlk memurlar Süleyman Ağa, tahsildar Sofyalı Ağyazar Türkçe dışında yazılmış gönderilerin adreslerini tercüme etmek üzere mütercim olarak atanmışlardır. 1843 yılında telgrafın icadını müteakip 11 yıl sonra Türkiye'de de telgraf hizmeti başlamış, bu hizmeti disipline etmek üzere 1855 yılında ayrı bir Telgraf Müdürlüğü kurulmuştur. 1871 yılında ise Posta Nazırlığı ile Telgraf Müdürlüğü birleştirilerek Posta ve Telgraf Nezaretine dönüştürülmüştür. 1876 yılında milletlerarası posta nakli şebekesi kurulmuş, 1901 yılında ise koli ve havale işleminin kabulüne başlanmıştır. 23 Mayıs 1909 tarihinde ilk manuel telefon santralının İstanbul'da hizmete verilmesinden sonra Posta ve Telgraf Nezareti, 1909 yılında Posta, Telgraf ve Telefon Nezareti haline dönüştürülmüş, 1913 yılında da Posta, Telgraf ve Telefon
Umum Müdürlüğü adını almıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında İçişleri Bakanlığına bağlı olarak görev yapan PTT Genel Müdürlüğü 1933 yılında katma bütçeli bir idare olarak Bayındırlık Bakanlığına, 1939'da ise Ulaştırma Bakanlığına bağlanarak hizmet vermeye devam etmiştir. 1954 yılında Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olan PTT Genel Müdürlüğü, 1984 yılında Kamu İktisadi Devlet Teşebbüslerinin yeniden düzenlenmesi ile ilgili olarak çıkarılan 233 sayılı KHK ile Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) statüsüne geçirilmiştir. 18 Haziran 1994 tarih ve 4000 sayılı Kanun ile PTT İşletmesi Genel Müdürlüğünün, T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü ve Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketi şeklinde yeniden yapılanması öngörülmüş olup, 24 Nisan 1995 tarihinden itibaren T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü müstakilen çalışmaya başlamıştır. 29 Ocak 2000 tarih ve 23948 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4502 sayılı kanunun 24. maddesi ile "T.C. Posta İşletmesi Genel Müdürlüğü" olan Kuruluşumuzun adı "T.C. Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü" (PTT) olarak değiştirilmiştir. PTT, 17 Eylül 2012 tarihinden itibaren köprü ve otoyollarda KGS ve OGS yerine kullanılmaya başlanarak tüm Türkiye'ye yayılması planlanan Hızlı Geçiş Sistemini Hayata geçirdi. Tüm Türkiye'deki PTT Şubelerinden alınabilen HGS etiketleri ile KGS ve OGS 'deki bekleme süresi tamamen ortadan kaldırılarak Başta İstanbul'un köprüleri olmak üzere tüm Köprü ve otoyllarda zaman ve yakıt kaybının önüne geçilmiş oldu. Rüştü Reçber Rüştü Reçber, (d. 10 Mayıs 1973, Korkuteli, Antalya), kaleci mevkiinde görev yapmış eski Türk millî futbolcudur. Türk ve dünya futbol tarihinin en iyi kalecileri arasında yer alır, 2003 yılında dünyanın en iyi 3. kalecisi olarak seçilmiştir. Ayrıca; futbol efsanesi Pelé tarafından, yaşayan en iyi 100 futbolcudan biri olarak seçilerek FIFA 100 listesinde yer almıştır. Şu anda beIN Sports'ta yorumculuk yapmaktadır. Rüştü Reçber, Korkuteli ilçesinin Küçükköy köyünde dünyaya geldi. Babası manav açıp, Korkuteli'ne taşındı. Rüştü de burada futbol oynamaya başladı. İlk lisansı Korkuteli amatör takımında çıkarıldı. 1985'de amatör olarak Demrespor'da futbola devam etti. Önce forvet olarak futbola başlasa da uzun boyu nedeniyle 89'da kaleciliğe geçti. 1990'da Burdurgücü takımına geçerek profesyonel oldu. Bu takımda üçüncü kaleci iken Fatih Terim ve ekibi tarafından keşfedildi. Niğde'de katıldığı amatör futbol turnuvasında ve İzmir'de katıldığı Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımı elemelerinde başarılı bulunur. Daha sonra Galatasaray tarafından denendi ancak beğenilmedi. Teknik direktör Mustafa Denizli tarafından bir yıl Galatasaray PAF'da oynaması gerektiği söylendi. Ancak Rüştü, İstanbul'da bir yıl geçirmek yerine Antalya'ya gitmeye karar verdi. Ağustos 1991'de Antalyaspor ile anlaştı. İlk sezon hiç forma giyemedi ve Murat Ayhan Aydın'ın arkasında ikinci kaleci olarak bulundu. 92-93 sezonunda da ümit millî takıma çağrılması dışında aktif bir rol alamadı. 11 Nisan 1993'te Siirt Köy Hizmetlerispor ile oynanan Lig B maçında ilk kez Antalyaspor forması giydi ve o maç hiç gol yemedi. Sezon sonunda Beşiktaş Rüştü ile ilgilenmeye başladı. Ancak 13 Mayıs 1993'te Antalya'da takım arkadaşı Levent Tekne ile bir trafik kazası geçirdi. Rüştü'nün kullandığı araba köprü korkuluklarına çarptı. Levent Tekne hayatını kaybederken, Rüştü ise yaralanıp bir süre yoğun bakımda kaldı. Kazadan sonra Beşiktaş tarafından sağlık kontrollerinden geçirildi. Sonuç olarak yeniden sakatlanabileceği düşünülerek transferden vazgeçildi. Kazadan sonra moral ve fizik olarak çöken Rüştü ile teknik direktörü Adnan Dinçer özel olarak ilgilendi ve onu futbola yeniden kazandırdı. Rüştü, 1993-94 sezonunda Antalyaspor'un birinci kalecisi oldu. Sezonun başında başarılı performansı ile dikkat çeken Rüştü, bu sefer de Fenerbahçe'den teklif aldı. 26 Kasım 1993'te kendisini Fenerbahçeli yapan sözleşmeyi imzaladı. Sözleşme gereği eski takımı Antalyaspor'a yeniden kiralandı ve sezonu orada tamamladı. Rüştü o sezon 33 maçta forma giydi. Bu dönemde Türkiye millî futbol takımına da sık sık çağrılmaya başladı. Sezon sonunda Antalyaspor, Türkiye 1. Futbol Ligi'ne çıkmaya hak kazandı. Rüştü, Fenerbahçe ile ilk maçına 29 Ekim 1994'te Petrolofisispor karşısında çıktı. Devre arasında birinci kaleci Engin İpekoğlu'nun sakatlığı nedeniyle yerine oyuna girdi. 5 Kasım'da Altay ile oynanan maçta hem ilk kez ilk 11'de hem de ilk kez Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'na çıktı. Sezon sonu ligde başarı elde edilemedi. Sezon sonu oynanan Başbakanlık Kupası maçında Rüştü, Fenerbahçe kalesini korudu. Normal süresi 0-0 biten maçın uzatlamaları da 1-1 bitti. Ancak Fenerbahçe penaltılarla elenirken, Rüştü ilk kupasını kaldıramadı. Sonraki sezon Fenerbahçe'nin birinci kalecisi oldu. 29 lig maçında forma giydi. İlk kez Avrupa maçlarında forma giydi. Sezon sonunda Fenerbahçe şampiyon oldu. Bu da Rüştü'nün ilk şampiyonluğu oldu. Ayrıca Fenerbahçe 34 maçta sadece 19 gol yiyerek, en az gol yiyen takım oluyordu. Rüştü ise bu 16 golün sadece 10'unu yiyerek muhteşem bir performansa imza attı. Türkiye Kupası'nı da uzatmalarda kaybediyordu. 1996-97 sezonunda lig kazanılmasa da Fenerbahçe yine en az gol yiyen takım oluyordu. 34 maçta 25 gol yiyen takımda Rüştü 20 gol yiyordu. İlk kez UEFA Şampiyonlar Ligi'ne de katılan Rüştü, Fenerbahçe'nin İngiltere'de Manchester United'ı 1-0 yenip, 40 yıllık rekoru kırdığı maçta performansı ile beğenildi. 97-98 sezonunda da şampiyonluk kazanılmasa da 33 maçta 25 gol yiyen Rüştü, yine Fenerbahçe'yi ligin en az gol yiyen takımı yaptı. Sezon sonunda Başbakanlık Kupası'nı da kazandı. 98-99 sezonu ise başarısız bir sezon olarak geçti. Bu sefer en az gol yiyen takım unvanı da Beşiktaş'a kaptırılsa da, Rüştü 30 maçta 23 gol yiyerek yine de iyi bir performans gösterdi. 1999-2000 sezonu Rüştü için üzücü bir olaya sebep oldu. Fenerbahçe 14 Aralık 1999'da Pendikspor'a 2-1 yenilerek Türkiye Kupası'nda elendi. Maç sonrası tesislerinden otomobili ile ayrılan Rüştü, taraftarın saldırısına uğrayıp dayak yedi. Bu olayların o zaman Fenerbahçe yönetim kurulunda olan Mecnun Otyakmaz ve Tahir Kıran'ın dövdürdüğü iddia edildi. Rüştü ve Fenerbahçe arasında bir kırgınlık yaratan bu olaydan sonra Rüştü, Fenerbahçe formasını giymeye devam etse de kaptanlığı bıraktı. Fenerbahçe sezon sonu UEFA'da Macar takımı MTK'ya elenirken, ligde de 4. olup Avrupa'ya gidemedi. Rüştü ise 25 maçta 31 gol yiyerek ilk kez maç başına 1 gol yeme ortalamasının üstüne çıktı. 2000-01 sezonunda Fenerbahçe ile bir şampiyonluk daha gördü. Takımın en çok forma giyen futbolcusu oldu. 2001-02 sezonunda ise bir kez daha Şampiyonlar Ligi macerası yaşadı ancak Fenerbahçe 0 puan ile rekor kırarken, Rüştü de iyi bir performans gösteremedi. Ancak ligde 2. olan Fenerbahçe, Galatasaray ile en az gol yiyen takım oluyordu. 2002-03 sezonu Rüştü'nün Fenerbahçe'deki ilk döneminin son sezonu oldu. Ancak bu sezonda da hiçbir başarı kazanılamadı. Fenerbahçe'ye kiralık olarak döndüğü sezon Rüştü, bir Fenerbahçe şampiyonluğu daha gördü. 29 maçta 17 gol yiyerek başarılı bir performans sergiledi. Türkiye kupası Yarı Finali'nde uzatmalarda 1-0 yenik devam eden maçta Fabio Luciano'ya gol pası atarak maçın penaltılara gidip, finale kalmalarına yardım etti. Ancak finalde Galatasaray'a 5-1 yenildiler. 2005-06 sezonunda Fenerbahçe'ye transfer oldu. ancak genç file bekçisi Volkan Demirel'in yedeği konumuna düşüp, kupa maçlarında forma giydi. Ancak formayı sezonun ikinci yarısında kaptı. Sezonu lig ikincisi olarak bitirdiler. Fenerbahçe ile son sezonu 2006-07 sezonu oldu. Geçen sezon kaldığı yerden lig ve UEFA Kupası kalecisi olarak devam ederken, 15 Ekim 2006'da Ankaraspor ile 2-2 berabere kaldıkları maçtan sonra sağ diz çapraz bağı koptuğu için sahalardan 5-6 ay uzak kaldı. Fenerbahçe sezon sonunda şampiyon oldu. Rüştü, 2002 FIFA Dünya Kupası performansından sonra FC Barcelona, Manchester United ve Arsenal FC'nin transfer listesine girmişti. Rüştü, Barcelona başkanlığına aday olan Joan Laporta ile anlaştı ve seçimi kazanması halinde transfer olacağı sözü verildi. Aynı sene teknik direktörlüğe de Frank Rijkaard getirildi. İlk hazırlık maçına Juventus karşısında çıktı. Rüştü, ilk 45 dakika Barcelona kalesini korudu ve ilk yarıyı Barça, 2-0 kazandı. Katalunya Kupası maçında ise ikinci 45 dakika oynayan Rüştü'lü Barcelona Espanyol'u 1-0 yenerek bu kupayı kazandı. Ancak La Liga maçlarından önce Rijkaard, Rüştü'nün İspanyolca ya da İngilizce bilmemesi nedeniyle kaleyi Víctor Valdés'in koruyacağını, Rüştü'nün ise kupalarda forma giyeceğini açıkladı. 16 Ekim 2003'te UEFA Kupası'nda FK Púchov'u 8-0 yendikleri maçta ilk kez resmi bir maçta Barça kalesini korudu. İkinci tur maçlarında da Panionios karşısında iki maçta da forma giydi ve gol yemedi. 15 Aralık 2003'te ise ilk kez lig maçında Espanyol'a karşı forma giydi ve maçı Barcelona 2-1 kazandı. Ancak 22 Aralık'taki ikinci maçı olan Celta Vigo karşısında hatalı bir gol yedi ve maç 1-1 beraberlikle bitti. 4 Ocak'ta oynadığı Racing de Santander maçında da hatalı goller yiyerek Barcelona'nın maçı 3-0 kaybetmesinde sorumluydu. Rüştü bu maçlardan sonra tamamen yedeğe düşerek ligde, UEFA Kupası ya da ulusal kupada forma giymedi. Bu performans düşüklüğü ile AB-dışı statüsünde oynayan Rüştü, bu kontenjanın da sınırlı olması nedeniyle ilk 18'e alınmayarak üçüncü kaleciliğe düştü. 14 Nisan 2004'te Real Betis ile oynanan son lig maçında 33. dakikada kırmızı kart gören Valdes'in yerine oyuna girdi. Ancak oyuna girdikten sonra bir gol yedi. Maç 1-1 sonuçlandı. Sezon sonuna kadar forma giyemeyen Rüştü, gelecek sezon için eski takımı Fenerbahçe'ye kiralandı. 2007-08 sezonunun başında sürpriz bir şekilde takım arkadaşı Mehmet Yozgatlı ile birlikte Beşiktaş'a geçti. 19 Ağustos 2007'de Kasımpaşa'yı 2-1 yendikleri maçta resmi olarak ilk kez Beşiktaş kalesini korudu ancak daha sonra kaleyi Hakan Arıkan'a kaptırdı. 20 Ekim 2007'de ikinci resmi maçı olan Trabzonspor maçında 79. dakikada ceza sahası dışında elle oynadığı iç
in kırmızı kart ile oyun dışında kaldı. Maç sonrası topa elle müdahale olmadığı itirazında bulunan Beşiktaş'ın itirazı kabul edildi ve Rüştü'nün cezası kaldırıldı. Hakan'ın kalede olup Beşiktaş'ın Liverpool'a 8-0 yenildiği maçtan sonra Rüştü kaleyi devraldı. Sonraki sezon da birinci kaleciliği devretmedi. Kupa maçlarında ise sadece bir kez oynadı ve kaleyi Hakan korudu. Sezon sonunda Beşiktaş, hem ligi hem kupayı kazanıyordu. 2009-10 sezonunda da başlarda Hakan Arıkan olmasına rağmen daha sonra birinci kaleciliği yeniden kazandı. Beşiktaş sezonu kupasız kapamış olsa da Rüştü, yine bir Manchester United zaferine imza attı ve Beşiktaş'ın United'ı deplasmanda 1-0 yendiği maçta kaleyi başarılı bir şekilde korudu. BBC Sport tarafından maçın kahramanı olarak seçildi. Maçı canlı yayında veren Star TV'nin spikeri Ertem Şener'in Rüştü'nün bir kurtarışından sonra "Her yerinden öpüyorum Rüştü" sözü Türkiye'de çok popüler oldu. Yurtdışından tekliflere rağmen Rüştü Reçber, Beşiktaş'ta kalmak istedi; fakat Beşiktaş kendisiyle sözleşme imzalamayınca takımdan ayrıldı ve futbolu bıraktı. 132 kez millî takımlara çağrılan Rüştü Reçber, 12 kez Türkiye U-21, 120 kez de Türkiye A millî takımda forma giymiştir. 18 defa Türkiye A millî takım kaptanlığı yapmıştır. millî takımda görev yaptığı yüzüncü maçta kullandığı forma, krampon ve eldiveni Fenerbahçe Müzesi'nde sergilenmektedir. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasında Almanya ile oynanan yarı final maçı sonrası, A Milli Takımı bıraktığını açıklamış, ancak 2010 FIFA Dünya Kupası elemelerinde İspanya ile oynanan maçlarda tekrar millî takıma çağrılmış, Türkiye'nin grupta iddiasını kaybetmesinin ardından 14 Ekim 2009'da Bursa Atatürk Stadı'nda Ermenistan ile oynanan grubun son maçında 89. dakikada oyuna sokulup alkış alarak Fatih Terim'le birlikte millî takımı bıraktığını açıkladı. 26 Mayıs 2012 tarihinde ise Finlandiya ile oynanan özel maçta jübilesini yaparak 39 yaşında millî takım kariyerini noktaladı. 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri, Rüştü'nün A millî takım formasını giydiği ilk elemeler olmuştu. Türkiye'nin oynadığı 8 maçın 6'sına çağrıldı. Türkiye'nin 12 Ekim 1994'te Ali Sami Yen Stadyumu'nda İzlanda'yı 5-0 yendiği maçta Engin İpekoğlu'nun yerine geçerek ilk kez A Millî oldu. Bu maçtan sonra 4 maç daha forma giydi ve toplamda 5 maçta 4 gol yedi. Türkiye grup ikincisi olarak tarihinde ilk kez bir Avrupa Futbol Şampiyonası'na katıldı. 23 yaşındaki Rüştü, 22 numaralı forması ile EURO 1996'ya giden kadronun birinci kalecisi oldu. Türkiye'nin oynadığı 3 maçta da forma giydi. Türkiye turnuvayı gol atamayıp 0 puanla kapadı. Rüştü ise 3 maçta 5 gol yedi. Türkiye, 98 FIFA Dünya Kupası elemelerinde 8 maç yaptı. Bunların 7'sinde Rüştü kadroya çağrıldı ve hepsinde de forma giydi. Bu 7 maçın dördünde gol yemedi. Belçika'dan 2 maçta 5, Galler'den bir maçta 4 gol yedi. Türkiye, Hollanda ve Belçika'nın ardından grup üçüncüsü olduğu için FIFA Dünya Kupası'na katılamadı. Rüştü, 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde oynanan 8 maçta da kadroya çağrıldı ve hepsinde de forma giydi. Rüştü bu 8 maçın sadece 3'ünde gol yedi. Finlandiya maçlarında toplam 5, bir Moldova maçında da 1 gol yedi. Zorlu Almanya maçlarında ise geçit vermedi. Türkiye böylece grup ikincisi olup play-off'lara kaldı. İrlanda ile oynanan play-off maçlarında da ilk 11'de çıktı. İkinci play-off maçında ise 39. dakikada sakatlanıp yerini Engin İpekoğlu'na bıraktı. Türkiye bu play-off maçlarını 1-1 ve 0-0'lık skorlarla geçerek tarihinde ikinci kez bu turnuvaya katılıyordu. Mustafa Denizli yönetimindeki Türk takımının birinci kalecisi bu sefer 1 numarayı giyen Rüştü oldu. Türkiye grup maçlarında 1 galibiyet, 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet ile çeyrek finale çıktı. Rüştü ise 3 maçta da 90 dakika forma giydi ve sadece ilk maç İtalya'dan 2 gol yedi. Çeyrek finalde de ilk 11'de olan Rüştü, Portekiz'in 2-0'lık galibiyetine engel olamadı. 2002 FIFA Dünya Kupası elemelerinde oynanan 10 maçın kadrosuna da Rüştü davet edildi. 10 maçın 5'ini gol yemeden bitirdi ve Türkiye'nin ikinci olup play-off'lara kalmasına yardım etti. Avusturya ile oynanan play-offlarda da forma giyen Rüştü, iki maçta da gol yemedi ve Türkiye tarihinde 2 kez FIFA Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı. Bu sefer de Şenol Güneş ile turnuvaya katılan takımın birinci kalecisi yine 1 numaralı Rüştü'ydü. Birinci maç, kupayı en çok kazanan takım Brezilya ile oynandı. Türkiye 1-0 öne geçse de 50. dakikada Ronaldo ve 87. dakikada Rivaldo'nun penaltıdan golüne engel olamadı. Ancak kaleye gelen 12 şutun 10'unu Rüştü kurtarıyordu. 2. maç Kosta Rika maçında da oynayan Rüştü, 86. dakikada bir gol yerken, Türkiye maçı berabere bitirdi. Son maçta Çin'i 3-0 yenen Türkiye'de Rüştü'ye çok iş düşmedi. Son 16'ya kalan Türkiye, Japonya ile eşleşti. Türkiye Japonya'yı Ümit Davala'nın bulduğu golle geçerken Rüştü kalesini yine gole kapamıştı. Çeyrek final maçında rakip Senegal'di. Normal süresi 0-0 biten maçı, Türkiye İlhan Mansız'ın altın golü ile 1-0 kazanıyordu. Rüştü yine 90 dakika forma giyip, gol yemedi. Yarı final maçı ise yeniden Brezilya ile oynandı. Rüştü kaleyi çok iyi korusa da 49. dakikada Ronaldo'nun golüne engel olamadı. Ancak kaleyi bulan 10 şutu tutarak olası bir farkı engelledi. Türkiye, 3.lük-4.lük maçında Güney Kore'yi 3-2 yendi. Rüştü 9. ve 90+3. dakikalarda iki gol yemesine rağmen 8 tane kaleye gelen şutu da çıkarıyordu. Maç sonunda Rüştü, Oliver Kahn ile birlikte turnuvanın en iyi kalecisi seçilerek, Altın Karma'ya dahil oldu. Bu turnuva Rüştü'nün Avrupa'daki popüleritesini sağlayıp, Barcelona'ya gitmesinin yolunu açtı. Aynı yıl tüm otoriteler tarafından dünyanın en iyi kalecisi seçildi. Türkiye, turnuvaya katılmaktan vazgeçen Almanya yerine Avrupa temsilcisi olarak 2003 FIFA Konfederasyonlar Kupası'na katılmaya hak kazandı. 30 yaşındaki Rüştü, yine takımın 1 numaralı kalecisi oldu. ABD ile oynanan ilk grup maçında forma giymese de Kamerun ve Brezilya maçlarında 90 dakika forma giydi. Çeyrek finalde Fransa ile oynanan maçta Gökdeniz Karadeniz ile çarpışarak 36. dakikada oyundan çıktı. Sakatlığı nedeniyle 3.lük-4.lük maçında forma giyemedi. Türkiye turnuvayı üçüncü olarak bitirdi. Barcelona'da yedek kalan Rüştü, 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde sadece 3 kez çağrıldı. Bunların ikisi grup maçıydı, Rüştü iki maçta da gol yemedi. Özellikle İngiltere maçında kaleyi tutan 11 şutu da kurtardı. Maç içinde Kieron Dyer'a yaptığı sert hareket yüzünden sarı kart görürken, hareketi Türk ve yabancı video sitelerinde bolca yer buldu. Letonya ile oynanan play-off'ların ilkinde forma giydi ancak maç 1-0 kaybedildi. Türkiye, Rüştü'nün ilk 18'de olmadığı ikinci play-off maçında 2-2 berabere kalınca Avrupa Şampiyonası'na katılamadı. Rüştü, 2006 FIFA Dünya Kupası elemelerinin 9 maçına çağrılmış ve 8'inde 90 dakika forma giymiştir. Bunların 4'ünde de gol yemedi. Olaylı İsviçre play-off maçlarında da yedek kaleci oldu. Play-off'ları bir önceki turnuva gibi deplasman usulü ile kaybeden Türkiye, bir öncekinde 3. olduğunu FIFA Dünya Kupası'na bu sefer gidemedi. Rüştü, Türkiye'nin oynadığı 12 maçın 8'inde ilk 18'e girdi. Bu maçların ise 5'inde 90 dakika forma giydi. Bu maçların 4'ünde gol yemedi. 3-2 kaybedilen Bosna-Hersek maçında ise kaledeydi. Grup ikincisi olan Türkiye doğrudan 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'na gitme hakkı kazandı. 35 yaşındaki Rüştü, yine Fatih Terim tarafından kadroya çağrılıyordu. Ancak bu sefer, Fenerbahçe'de onun yerini alan Volkan Demirel, Terim'in birinci tercihiydi. Rüştü grup maçlarında forma giymedi. Son grup maçının 90+2. dakikasında Volkan Demirel'in kırmızı kart görmesi ile çeyrek finaldeki maçta Rüştü'ye sıra gelmişti. 20 Haziran 2008'de oynanan Rüştü'nün EURO 1996'da karşı karşıya oynadığı Slaven Bilić'in yönettiği Hırvatistan maçında 90 dakika forma giyen Rüştü maç içinde kritik kurtarışlar yaptı. Maçın normal süresi 0-0 bitti. Ancak 119. dakikada Rüştü'nün de hatasıyla Hırvatistan golü buldu. Maç böyle biter derken, Rüştü'nün kullandığı, ofsayttan doğan endirekt vuruş Semih Şentürk'ün önüne düştü ve Türkiye 120+2'de bulduğu golle penaltılara kaldı. Hırvatistan, 3 penaltı atışının 1'ini gol yapıp, ikisini dışarıya vurdu. Son penaltı atışını da Rüştü kurtarınca, Türkiye tarihinde ilk kez bir Avrupa şampiyonasında yarı finale kaldı. Amerikan kanalı ESPN, Rüştü'yü maçın kahramanı olarak seçti, diğer ülke basınlarından da övgüler aldı. 25 Haziran'da Almanya ile oynanan yarı finalde Türkiye ilk 18'ini bile tamamlayamayacak kadar eksikle maça çıktı. Türkiye maçı 3-2 kaybederken, Rüştü 2. golde yaptığı hata yüzünden eleştirildi. Rüştü Reçber, Işıl Reçber ile evlidir ve biri kız, biri erkek olmak üzere 2 çocuk babasıdır. Sanat dünyası Sanat kuramcısı Arthur Danto'nun 1964'te öne sürdüğü, daha sonraki yıllarda George Dickie tarafından geliştirilmiş; bir şeyin sanat eseri olarak kabul edilmesi için kendi içindeki özellikler dışında doğrudan bağlı olduğu düşünülen sosyal şebeke, ağ. Birçok diğer ortam gibi sanatın da üretimi ve algılanması sosyal, kültürel ve ekonomik bir ağ içerisinde gerçekleşir. Bu ağın anahtar düğümlerinde sanat üretimi, sanat sunumu, sanat değerlendirmesi ve sanat satışının yer aldığı söylenebilir. Çok farklı şekillerde ve farklı amaçlarla üretilebilen sanat bu ağ sayesinde aynı ekonomiyi paylaşır. Kurumsal sanat teorisine göre bu ağın dışında sanat varolamaz. Sanat dünyasının işlevi, "moda sistemine" benzer bir sistem içinde, sanat olan ve olmayan arasındaki ikililiği sürekli yenileyerek yeniden tanımlamak olarak görülebilir. John Deacon John Richard Deacon, (d. 19 Ağustos 1951, Oadby Leicester, İngiltere) rock grubu Queen'in basgitaristi. John Deacon ilk olarak Oadby Infants' School'a, ardından Gartree High School ve Beauchamp Grammar School'a ve sonra da elekronik mühendisliği okumak için Londra'daki Chelsea College'a gitmiştir. John Deacon'ın dersleriyle ilgilenmesine karşın müziğe karşı daha eğilimliydi. On dört yaşında ilk grubu olan Opposition'da yer almıştır. Şubat 1971'de Freddie Mercury, Brian
May ve Roger Taylor tarafından keşfedilerek kendisinden gruplarına katılması istenmiştir. John Deacon grubu katılmış ve Queen resmen kurulmuştur. John Deacon, Queen grubundaki en pasif eleman gibi gözükse de grubun en ciddi elemanıdır ve bu ciddiyetinden mümkün olduğunca ödün vermemiştir. Gruba verdiği ilk beste Sheer Heart Attack albümündeki Misfire adlı şarkıdır. İlk kırkbeşlik haline getirilen bestesi A Night At The Opera adlı albümdeki You're My Best Friend adlı şarkıdır. The Game albümünde yer alan Another One Bites The Dust adlı şarkı dünya çapında, özellikle ABD'de (burada bir numaraya yükselmiştir.)bir hit haline gelmiştir. Diğer Queen üyelerinin yaptığı solo albümlerden etkilenen John Deacon 1980'li yıllarda Queen'in albümleri dışında Immortals grubu gibi çeşitli solo projelerde yer almıştır. 1986 yılında Immortals grubu ile "The Biggles" filmi için bestelenen "No Turning Back" adlı parçada basgitar çalmıştır. Ek olarak çeşitli müzisyenlerin solo albümlerinde konuk müzisyen olarak basgitar çalmıştır. 1984 yılında Queen davulcusu Roger Taylor'un "Strange Frontier" albümündeki "It's An Illusion" ve "I Cry For You" adlı parçalarda basgitar çalmıştır. Ayrıca Elton John'un da bazı albümlerinde konuk müzisyen olarak bulunmuştur. Elton John'un 1985 tarihli "Ice On Fire" albümünde "Too Young" adlı şarkıda; 1986 tarihli "Leather Jackets" albümünde ise "Angeline" isimli şarkıda basgitar çalmıştır. 1987 yılında Anita Dobson'un "Talking Of Love" isimli albümündeki "I Dream Of Christmas" isimli şarkıda basgitar çalmıştır. 1988 yılında ise Freddie Mercury ve Montserrat Caballe'nin ortak yayınladığı "Barselona" albümünün "How Can I Go On" isimli şarkısında basgitar çalmıştır. John Deacon, ayrıca Brian May'in 1992 tarihli "Back To The Light" albümündeki "Nothing But Blue" şarkısında basgitar çalmıştır. John Deacon Freddie Mercury öldükten sonra son olarak 1995'te Queen'in son stüdyo albümü Made In Heaven ve 1997'de Queen Rocks albümünde yayınlanan No-one But You (Only The Good Die Young isimli şarkı için çalışmıştır. 1997 yılından sonra Queen adına yapılan hiçbir projeye katılmamıştır (ailevi sebepler ve Freddie'nin ölümü yüzünden). Şu anda müzik alanında bir faaliyette bulunmamaktadır. John Deacon Queen grubundaki müzik kariyerinde yaptığı "You're My Best Friend", "Spread Your Wings", "Another One Bites The Dust", "Back Chat", "I Want To Break Free", "Friends Will Be Friends" gibi hit olmuş parçalarla anılmaktadır. Queen ile yayınladığı albümler Queen albümlerinde bulunan şarkıları Amalthea (uydu) Amalthea, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Düzenli iç yörünge grubunun üyesidir. Galilei uydularından sonra ilk bulunan Jüpiter uydusudur. Bu nedenle 'Jüpiter V' adını almıştır. Uluslararası telefon kodları listesi Ülkelerin kod isimleri ile telefon kodları aşağıdaki listede bulunmaktadır. Uluslararası aramalarda, bulunulan ülkeye göre "00" veya "011" gibi ön numaralar aranmaktadır. Aşağıda ise bunların yerine "+" kullanılmıştır. Türkiye'den yurt dışı aramalarında "00" kullanılır. Bazı coğrafik ve siyasi görüşlere göre telefon kodları bazı bölgelere ayrılmıştır. Bu alan aşağıdaki ülkeleri içerir: Önceden Birleşik Krallık ve Fransa gibi büyük ülkeler için iki basamaklı kodlar verilirken (yerel numaralarla beraber karmaşayı azaltmak için) küçük ülkelere, İzlanda gibi, üç basamaklı kodlar verilmekteydi. Ancak 1980'lerden beri ülkelerin nüfuslarına bakmaksızın üç basamaklı kodlar verilmektedir. Antarktika'da arama istasyonun sahibi olan ülkeye bağlıdır: Arama kodu olmayan diğer bölgeler: Turkuaz Linux Turkuaz Linux, İTÜ mensubu H. Turgut Uyar ve F. Kağan Gürkaynak ile Yeditepe Üniversitesi mensubu Giray Devlet ve Nurhan Çetin'in bir araya gelmesiyle yola çıkmış bir Linux dağıtımı tasarısıdır. Türkiye'ye özgü Linux dağıtımları arasında ilktir. Çekirdek öbek 10'a, toplam katkıcı sayısı 100'e kadar ulaşmıştır. Ancak tasarı sürekli olamamıştır. Ardından gelen Gelecek Linux gibi tasarıların öncüsü olmuştur. Turkuaz Linux, Red Hat Linux 5.0 sürümüne dayanan bir Linux dağıtımıdır. 495 paket derlenip, Türkçeleştirilmiştir. İTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü laboratuvarlarında 1997-1998 yıllarında kullanılmış ve kişisel bilgisayar dergileri ile dağıtılmıştır. En son olarak 1998 yılının Nisan ayında Turkuaz Linux 1.0.2 sürümü çıkarılmıştır. Bu tarihten sonra toplu olarak paket oluşturma çabalarına son verilmiştir. İTÜ Bilgi İşlem Dairesi'nin sitesindeki yazıya göre, Turkuaz Linux'un başarısızlık nedenleri Türk yazılım pazarının durumu, eksik yasal düzenlemeler ve eksik BT vizyonu olarak belirtilmiştir. Turkuaz Linux'la benzer amaçlarla yola çıkan Redflag Linux dağıtımı ise hala yaşamakta. Redflag'in çıkış noktası da Çince bir işletim dizgesi oluşturmaktı. Redflag Linux ilk kez 1999'da Çin Bilimler Akademesi, Yazılım Enstitüsünde akademik bir çaba olarak ortaya çıktı. Redflag'in kaderi devlet destekli bir şirket tarafından desteklenmesi ile değişti ve hala kullanılır durumdadır. Yapısal bilimler Yapısal bilimler diğer bilim dallarından farklı olarak gerçel olguların araştırılmasıyla değil, bu amaca ulaşmakta kullanılan yöntemleri araştırmakla uğraşır. Yapısal bilimlere bu bilim kategorisinin savunucularınca aşağıdaki bilim alanları dahil edilir: "Yapısal bilim" kavramı 1971'de Carl Friedrich von Weizsäcker tarafından ortaya atılmıştır. Max-Planck Biyofiziksel Kimya Enstitüsü'nden Bernd-Olaf Küppers 2000 yılında yapısal bilimleri doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında köprü olarak tanımlamıştır. Himalia (uydu) Himalia, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. En büyük ve ilk keşfedilen üyesi olduğu için, düzensiz yörüngeli Himalia uydu grubuna adını vermiştir. Norveç Norveç resmi adıyla Norveç Krallığı (Norveççe: Kongeriket Norge, Kongeriket Noreg). Kuzey Avrupa'da bulunan İskandinav Yarımadası'nın batısında bir ülke. Finlandiya, İsveç ve Rusya ile komşu olan ülkenin batıda Atlas Okyanusu'nun bir kolu olan Norveç Denizi'ne kıyısı vardır. Kıyıları binlerce fiyordla çizilmektedir. Anayasal monarşi ile yönetilen ülkenin başkenti Oslo'dur. 385,180 km² alana yayılan Norveç'in, Finlandiya ile 729, İsveç ile 1.619, Rusya ile 167 kilometre sınırı vardır ve 21.925 kilometrelik çok uzun bir sahil şeridi vardır. Norveç Avrupa ortalamasının üstünde yaşam standardına ve ekonomik gelişmişliğe sahip olduğu için Avrupa Birliği'ne girmek istememektedir. Zira, ülke kıyılarındaki petrol rezervlerinin zenginliği ve dünya ve Avrupa balıkçılık sektörünü elinde bulundurması ile tanınmaktadır. Avrupa Birliği'ne olumsuz yaklaşmalarının bir nedeni de balıkçılık sektörünü olumsuz etkileyeceği yönündeki çekinceleridir. Öte yandan; Norveç, İsviçre, İzlanda ve Lihtenştayn ile birlikte EFTA (Avrupa Serbest Dolaşım Örgütü) üyesidir ve bu örgütü terk edip AB'ye geçmeyi istememektedir. Avrupa Birliği'nin ısrarları işe yaramamaktadır. Zira ülkede iki kere referandum yapılmış ikisinde de Avrupa Birliği'ne red çıkmıştır. Bugünlerde yapılan anketlerde AB'yi isteyenlerin oranı %50 civarındadır. Norveç ayrıca bir NATO ülkesidir. Kuzey kutbunda Rusya ile ABD arasında dengeleyici role sahiptir. Norveç'in en önemli sorunu azalan ve yaşlanan nüfus sorunudur. Ülkede yaşayan insanların sayısı beş milyon civarındadır ve işgücü eksikliği çekmektedir. Öte yandan Avrupa'nın en pahalı ülkesidir. Norveç'in resmi adı Bokmål yazı geleneğine göre "Kongeriket Norge", Nynorsk yazı geleneğine göre ise "Kongeriket Noreg"'dir (Norveç Krallığı). Ülkenin adının iki farklı yazılış şeklinin olması zaman zaman tartışmalara neden olmaktadır. Özellikle para, pul ve pasaport gibi resmi evraklarda 1980'lere kadar Norge adı yaygın olarak kullanılırken, 80'lerden sonra her iki yazılış şekli de bir arada kullanılmaya başlandı. Ülkenin adının Eski Nors dilindeki yazılışı Noregr'di. Ortaçağ Latincesinde ise adı Nor(th)vegia'ydı. Ülkenin adının ilk yazılış şekli 9. yüzyıl Hålogaland'lı Ohthere'nin yazılarında norðweg şeklindedir. Bazı ortaçağ yazmaları ülkenin adının Kral Nórr adında mitolojik bir kişiden geldiğini iddia etse de, yaygın kabul gören görüşe göre ülkenin adı "kuzeye doğru yol" anlamındaki "norðvegr"'den geldiğidir. Nors dilinde aynı şekilde Rusya için "austrvegr" (doğudaki topraklara giden yol), İngiliz Adaları için "vestvegr" (batıdaki topraklara giden yol) ve Akdeniz için "suðrvegr" (güneydeki topraklara giden yol) kullanılmaktadır. Yine de norð- kökeninin etimolojik kaynağı konusunda kuşkular vardır ve başka köklerden geliyor da olabilir. 8.-11. yüzyıl arasında Norveç'te Vikingler olarak bilinen bir kavim hüküm sürmüştür. Savaşçı bir ulus olarak tanınan Vikingler batıda Britanya, İzlanda, Grönland ve hatta Kuzey Amerika'ya kadar ulaşarak sömürgeler kurdular. 1000 yılı civarında Hristiyan misyonerler Norveç'te Hristiyanlığı yaymaya başladılar. Norveç kralı I. Haakon Hristiyanlığı kabul etti. 995 yılında I. Olaf Norveç'teki ilk Hristiyan kilisesini kurup Kiliseyi devletin eğitimli çalışanları olan ve yörelerde örgütlü bir kolu haline getirdi. 1030 yılında Danimarkalılar Norveç'i ellerine geçirdiler. Norveç Danimarka kralı Knud'un kurduğu Kuzey Denizi İmparatorluğu'nun bir parçası haline geldi. 1363 yılında Norveç kralı VI. Håkon Danimarka kralı IV. Valdemar'ın kızı I. Margrete'le evlenerek iki ülkeyi bir bayrak altında birleştirdi. Ayrıca Håkon İsveç kraliyet ailesiyle de akrabaydı. Çiftin evliliğinden doğan Olaf'ın 1387 yılında erken yaşta ölmesi üzerine I. Margrete tahta çıktı (1387-1412). Margrete'in yönetimi altında 1397 yılında İsveç, Norveç, Danimarka ve sömürgeleri (Faroe Adaları, İzlanda, Grönland ve Finlandiya) birleşerek Kalmar Birliği adı altında büyük bir İskandinav İmparatorluğu haline geldiler. 1521 yılında İsveç Kalmar Birliği'nden ayrıldı. Bu arada İskandinav ülkeleri Martin Luther tarafından Almanya'da başlatılan Protestan Reformu ile sarsıldı. Danimarka ve Norveç 1821 yılına kadar Danimarka-Norveç adı altında birlikte hareket etmeye devam ettiler. Kralları tekti ama yasaları, devlet kurumları ve o
rduları ayrı ayrı gelişmeye devam etti. 19. yüzyılın başlarında Norveç Napolyon Savaşları'yla temelinden sarsıldı. Fransa savaşı kaybedince Danimarka 1814 yılında imzaladığı Kiel Antlaşması uyarınca savaşı kazanan tarafın üyesi olan İsveç'e Norveç'i bırakmak zorunda kaldı. Norveçliler İsveç yönetimini istemediler. Bir temsilciler meclisi 1814 de Norveç anayasasını kabul etti ve İsveç'e direndi ama bir kral iki meclis prensibini kabul etmek zorunda kaldı. Norveç bayrağı adeta bu geçişi anlatır gibi Norveç'te kullanılagelen kırmızı beyaz Danimarka bayrağının ortasına İsveç'i temsil eden mavi renkte bir haç ekleyerek kabul edildi. Nihayet 1905'te İsveç, Norveç'in bağımsızlığını tanıdı. 12 Kasım 1905'te referandum sonucuna göre %79'la monarşi yanlıları galip çıktı ve Danimarka Kralı VIII. Frederik'in oğlu Karl, VII. Haakon adıyla Norveç kralı ilan edildi. Bu gün Birliğin Dağılması Günü adıyla kutlanmaktadır. Norveç I. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı. II. Dünya Savaşı'nda da tarafsız kalma niyetinde olmasına rağmen 9 Nisan 1940 tarihinde Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. 8 Mayıs 1945 tarihinde Almanya'nın teslim olmasına kadar Norveç işgal altında kaldı. 1949 yılında Norveç NATO'ya üye oldu. 1960'ların sonlarında Norveç sularında keşfedilen petrol ve doğal gaz Norveç'e büyük bir refah kazandırdı. 1972 ve 1994'de yapılan referandumlarda Norveç halkı Avrupa Birliği'ne üyeliği reddetti. Norveç Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini üyesi bulunduğu EFTA kurumu aracılığıyla sürdürmektedir. Günümüzde Norveç Birleşmiş Milletler raporlarına göre yaşam standartları bakımından dünyanın en ileri ülkelerinden biridir. Norveç, Kuzey Avrupa'nın en kuzey kısmını oluşturan İskandinav Yarımadası'nın en kuzey ülkesidir. Komşuları; doğu ve kuzeydoğuda İsveç, kuzeydoğuda Finlandiya ve Rusya olan ülkenin batıda Norveç Denizi dolayısı ile Atlas Okyanusu'na kıyısı vardır. Deniz seviyesinden en yüksek noktası 2.469 metrelik rakımıyla Galdhøpiggen'dir. Bölgede kıyı boyunca ılıman iklim görülür. Kuzey Atlas akımının etkisiyle sıcaklık değişiklikleri ortaya çıkar. Arazi buzulludur. Çoğunlukla yüksek platolar ve dik dağların arasında verimli vadiler yer alır. Ovalar küçük ve dağınıktır. Kıyıda derinliklerden başlayan fiyortlar yer alır. Kuzeyde arktik tundra bölgesi vardır. Doğal afetlerden en sık görülenler de heyelan ve çığdır. Norveç'in güney kutbu kıtası Antarktikada kendine bağlı bölgesi (Kraliçe Maud Toprakları‎), hem güney kutbuna hem de kuzey kutbuna yakın, açık denizde kıyıdan uzak büyük adaları (güneyde Bouvet Adası, I. Peter Adası, kuzeyde Jan Mayen, Svalbard), ve bunları çevreleyen kara suları, mücavir ve münhasır ekonomik bölgeleri vardır. Bunlardan Spitsbergen barındırdığı doğal soğutmalı Svalbard Küresel Tohum Deposu ile ünlüdür. Norveç halkının genel özelliği iklimden ve ekonomik rahatlıktan kaynaklanan rahatlıkları ve sakinlikleridir. Bireysel yaşam ön plandadır ve Norveç'te hemcins çiftler evlenme hakkına sahiptirler. Ülkede İngilizce anadil kadar etkilidir. Norveçlilerin çoğunluğunu oluşturanlar Cermen kökenli bir halktır. Yakın ülkelerdeki halklardan pek ayırt edilemezler. Genelde açık renk tenli, uzun boylu, kalın yapılı olurlar. Saç rengi sarı, kırmızı ve siyah olarak her üç çeşidi vardır. Bu renkliliğin yörenin bir özelliği olarak çok eskiden beri var olduğu 1200'lü yıllarda yazıya dökülmüş Rigstula şiirinden bilinmektedir; "işçiler siyah, çiftlik sahipleri kırmızı, asilzadeler sarı saçlı" der şiir. Norveç'e ilk yerleşenler taş devrinde gelen avcılar -ki bugünün Lapon halkının bu gruptan kalma olma ihtimali yüksektir-, daha sonra buzul çağı ertesi tarımı getiren Keltler, ve peşinden 4. yüzyılda gelmeye başlayan Gotlardır. Bunlar temeli oluştururlar. Orta Çağ ve Hansa Birliği zamanında Norveç'e göçler olmuştur. Ayrıca eski göçmen Romanlar ve fince konuşan kven ve skogfinn halkları vardır. İkinci dünya savaşı öncesindeki 100 yıl süresinde Norveç'in nüfusunun önemli bir kısmı denizaşırı ülkelere özellikle ABD'ye göç etmiştir. Öyle ki günümüzde Norveç dışında Norveçli olduğunu söyleyen çok yüksek sayıda insan yaşar. İkinci dünya savaşı sonrası Norveç bir refah toplumu haline gelmiş ve yeni yeni göçmen grupları gelmeye başlamıştır. Özellikle seksenli yıllar sonrası petrol gelirlerinin de etkisiyle Norveç iltica ve refah arayan göçmenler için çekici bir ülke haline gelmiştir. Son 50 yılda Norveç Orta Doğu,Avrupa,Asyadan göç almıştır. Bu insanlar hepsi farklı dil konuşan ve farklı dinlere inanan insanlardır. 2001 sonrası Norveç'in Schengen Bölgesine katılmasıyla, ve özellikle ekonomik kriz sebebiyle değişik Avrupa Birliği ülkelerinden Norveç'e göçler artmıştır. Son birkaç yıldır nüfus artışının yarısından fazlası göç sayesindedir. Göçmenler (hem annesi ham babası Norveç dışında doğmuş olanlar, ki kral V. Harald da bunlara dahil) 2011 de nüfusun %12 gibi (600.900 kişi) ve sürekli artan bir bölümünü oluşturmaktadırlar. 2012 yılında yapılan resmi çalışmalar, toplam nüfusun %86'sının Norveç'te doğmuş ve en az bir ailesi olduğu belirlemiştir. 710.000'den fazla göçmenin ve onların atalarının, 117.000'inin çocukları Norveç'te doğmuştur. Göçmenlerin geldikleri ülkelerin şu dağılımı gözlemlenmiştir Norveç hükümeti 2012 yılında yaptığı araştırmada nüfusun %14'ünün göçmen olduğu veya göçmen aileden doğduğunu belirlemiştir. Göçmenlerin %6'sı Kuzey Amerika ve Avustralya'dan, %8,1'i Asya, Afrika ve Latin Amerika'dandır. Büyük göçmen grupları (1. ve 2. nesil): Norveç ekonomisi tarihi boyunca doğal kaynaklara bağlı olmuştur; Balıkçılık, orman ürünleri, madencilik, ve bunları Avrupa pazarlarına ulaştıran gemicilik gibi. Endüstri devrimi, özellikle su gücünün ve elektriğin kullanımı Norveç'te erken başlamıştır. Hala Norveç ekonomisi ham madde ihracatı ağırlıklı olsa da belli konularda dünya gücü haline gelmiştir. Denizcilik ve onun bankacılığı, gemi yapımı, alüminyum ve gübre üretimi (bu son ikisi bir çeşit gizli elektrik ihracatı olarak görülebilir) önemli geleneksel uzmanlık alanlarıdır. Denizden petrol çıkartıp satma 1980'lerden sonra büyüyüp en önemli gelir kaynağı haline gelmiştir. Norveç devleti petrol gelirleri sayesinde dünyada sayılı büyük yatırımcılardan biri haline gelmiştir. 2015 itibarıyla petrol gelirleri düşüşe geçmiştir. Alternatif endüstri geliştirme çabaları vardır. Petrol, bakır, doğalgaz, nikel, demir, çinko, kurşun, balık, kereste, hidrolik enerji başlıca doğal kaynaklarıdır. Norveç'in işsizlik oranı ABD ve Lüksemburg gibi ülkelerden bile daha düşüktür.Dünyada kişi başına düşen millî gelir sıralamasında Lüksemburg'dan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Asgari ücretin dünyadaki en yüksek olduğu ülkeler arasında yine ikinci sıradadır. Tarım, hayvancılık ve denizcilik temelli kırsal kültür Norveç'te kültürün temelini oluşturur. Bundan esinlenerek 19. yüzyılda güçlü bir romantik milliyetçilik akımı oluşmuştur ve hala etkileri görülebilir. Petrol gelirleriyle zenginleşen devlet kültürel faaliyet ve yatırımları cömertçe desteklemektedir. Norveç'te insan hakları tartışmaları erken başlamıştır. İlk kadın hakları örgütü 1884 de kurulmuş ve kadınların eğitimi, kadınların seçimlerde oy verme, ve kadınların çalışma hakları konularında başarılı çalışmalar yapmıştır. Laponlar konusunda çok eleştirilmiş olan Norveç ILO'nun 169 no'lu yerli halklar kararını 1990 da ilk kabul eden ülke olmuştur. Lapon parlamentosu 9.10.1989 da Karaşok sehrinde faaliyetine başlamıştır. Eşcinsellerin medeni birliktelik ve evlilik haklarını veren kanunları ilk çıkaran ülkeler arasında olmuştur. Norveç'in Hristiyanlaşması 1000 gibi başladı. 500 yıl sonra Protestan Reformu ile Norveç Kilisesi Roma'dan bağımsız ulusal bir kilise olarak ortaya çıktı ve devletin bir kolu gibi çalışır oldu. 1845 yılına kadar başka dinler Norveç'te yasaktı. 2015'te devletten para desteği alan cemaatler listesi kabarıktır ve her dinden örnekler bulunur. Devlet ve din işlerinin ayrılması Norveç'te geç başlamış ve henüz tamamlanmamıştır. Bu konudaki kanun ve anayasa değişiklikleri 2012 tarihlidir. 1990'lardan sonra yılda yaklaşık 20 film üreten Norveç sinemasının uluslararası isim yapmış ögeleri şunlardır. Norveç aynı zamanda bazı tanınmış film ve serilerin çekildiği yer olmuştur: Vikings (dizi), Lilyhammer, , Telemark kahramanları (Anthony Mann,1965), Başka Gün Öl, Altın Pusula, vs. Ahşap mimari örneği Urnes ahşap kilisesi Unesco Dünya Mirası listesindedir. Nidaros Katedrali, dünyanın en kuzeydeki ortaçağ katedrali, uzun hikâyesi ve ülke din tarihi bakımından önemli bir binadır. 1814 Danimarka'dan bağımsızlık sonrası birçok devlet binası kıta avrupasında yaygın olan stilde inşa edilmişlerdir. Ålesund şehri büyük yangın ertesi zamanın akımı Art Nouveau stilinde tamamen yeniden inşa edilmiştir. Şaşırtıcı yenice bazı mimari örnekleri : Lapon parlamentosu, Oslo opera binası, Tromsø buz denizi kilisesi. Johan Christian Dahl (1788–1857), Kitty Kielland, Hans Gude, Harriet Backer (1845–1932), Frits Thaulow, Christian Krohg Norveç mutfak gelenekleri uzun balıkçılık, hayvancılık ve süt ürünleri tarihinin izlerini taşır. Somon balığı, alabalık, ringa balığı, morina balığı, süt, tereyağı, peynir ve kara ekmek en önde gelen yöresel malzemelerdir. Geleneksel yemekler: Lutefisk (yoğunlaştırılmış kül suyunda kurutulmuş morina), smalahove (pişmiş kelle), pinnekjøtt (kurutulmuş kuzu eti), raspeball (terbiyeli patates köftesi), fårikål (lahanalı kuzu eti) 1952 ve 1994 kış olimpiyatları Norveç'de yapıldı. Olimpiyatlara 1900 den bu yana katıldı (1904 ve 1980 hariç). Önemli sporcular: Ole Einar Bjørndalen, Marit Bjørgen, Bjørn Dæhlie. Norveç ulusal futbol takımı FIFA dünya şampiyonluklarına 1938, 1994 ve 1998 de, Avrupa da ise 2000 de katıldı. Rankinglerde 1993 ve 1995'te ikinci idi. Magnus Carlsen şu anda satranç dünya şampiyonu. Bosna-Hersek Bosna-Hersek (Boşnakça, Sırpça, Hırvatça: "Bosna i Hercegovina", Sırp Kiril: Босна и Херцеговина), Balkanlar'da 51.197 km²'lik yüz ölçümü ve 2013 sayımına göre 3,531,159 nüfusa sahip ülkedir. Boşnaklar ülkenin %50,11'ini Sı
rplar %30,78'ini, Hırvatlar ise %15,43'ünü oluşturur. Ülke bir bütünü oluşturan Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar olmak üzere üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır. İngilizcede ve daha birçok dilde etnik kimlik göz önünde tutulmadan tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı denir. Ancak Türkçede tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiğinde Boşnaklar yani Bosnalı Müslümanlar kastedilir. Ayrıca ülkede Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği vurgulamak için kullanılır. Ülke yönetim açısından iki enstiteye yani devletçiğe bölünmüş durumdadır. Bunlar, Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti'dir. Kuzey, batı ve güneyden Hırvatistan; doğudan Sırbistan; yine güneyden Karadağ ile çevrili olup Adriyatik Denizi'ne Neum şehrinin bulunduğu yerde yalnızca 20 km'lik (limanı olmayan) bir kıyısı bulunmaktadır. Ülkenin coğrafyası merkez ve güneyde dağlık, kuzeybatıda tepelik, kuzeydoğuda düzlük bir karakter sergiler. Devletin başkenti ve en büyük şehri Saraybosna, birçok yüksek dağla çevrelenmiştir. Bu coğrafi özelliğinden dolayı şehir kış turizmine elverişlidir ve 1984 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Ülkenin çoğunluğunu kaplayan Bosna bölgesinde karasal iklim görülür, bu bölgede yazları sıcak, kışları kar yağışlı ve soğuktur. Ülkenin güney kıyılarındaki daha küçük Hersek bölgesinde ise tipik Akdeniz iklimi görülür. Bosna-Hersek doğal kaynaklar açısından da zengin bir görünüm arz eder. Eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin altı federe cumhuriyetinden biri olan Bosna-Hersek, bağımsızlığını 1990'lı yıllardaki Yugoslavya'nın çözüldüğü yıllarda kazanmıştır. 1992 yılında Yugoslavya'dan ayrılan Slovenya ve Hırvatistan'ın bağımsızlığını tanıyan AB ve BM, Makedonya ve Bosna-Hersek'in bağımsızlığını referandum şartına bağlamıştı. Bu nedenle 1992 yılında Bosna-Hersek'te yapılan referandumda halk bağımsızlıktan yana oy kullanınca yeni devlet kuruldu. Ancak bu devleti, ülkedeki Sırplar tanımadı ve Boşnaklar ve Hırvatlara karşı savaş açtı. 1995 yılına kadar süren Bosna Savaşı'ndan sonra Dayton Antlaşması imzalandı. Buna göre ülkede barışı uygulayacak Barışı Uygulama Konseyi adı altında uluslararası bir konsey kuruldu. Bu konsey Bosna-Hersek Yüksek Temsilciliği'ni kurdu. Sonuçta ülkede bulunan bu yüksek temsilcilik şu anda cumhurbaşkanını görevden alma dahil birçok yetkiyle donatılmıştır. Ayrıca bu anlaşmaya göre Üçlü Cumhurbaşkanlığı Konseyi'yle de ülkedeki üç etnik grup temsil edilecektir. Günümüzde gelinen noktada Bosna-Hersek'in bölünmüşlüğü devam etmektedir. Az da olsa bazı bakanlıkların (Savunma, Gümrük vb.) birleştirilmesi çalışmaları sürmektedir. "Bosna" adından ilk kez 958 yılında Bizans İmparatoru VII. Konstantinos'un kaleme aldığı jeopolitik bir kitap olan "De Administrando Imperio"da bahsedilir. Bosna adını "Horion Bosona" dan alır. Eski dilde iyi insanların bölgesi anlamına gelir. Dayton Antlaşması sonrasında entitelerin yüz ölçümleri şöyledir: Bosna-Hersek'te karasal iklim hakimdir. Hava sıcaklıkları, en sıcak aylar olan Temmuz ve Ağustos’ta 30 dereceye kadar çıkarken, en soğuk günler ise, Aralık ve Ocak aylarında yaşanmakta ve sıcaklık -20 dereceye kadar düşmektedir. Genelde 4 mevsim bol yağış alan ülkede en yağışlı ay Haziran (110–115 mm), en kurak ay ise Aralık'tır (40–70 mm). Ülkenin güneybatı kesiminde ve Neretva Vadisinde Akdeniz iklimi görülür. Bu bölgelerde meyve-sebze bahçeleri, üzüm bağları bulunmaktadır. Hayvancılık ise, ülkenin tümünde yapılmaktadır. Başlıca nehirleri Una, Sana, Drina, Sava, Bosna, Vrbas ve Mostar Köprüsü'nün altından akan Neretva'dır. Başlıca doğal kaynakları kömür, demir, boksit, manganez, ormanlar, bakır, krom, çinko, kurşun, tuz, barit, asbest, kaolin ve alçıdır. Ülkedeki ekilebilir toprakların oranı %14, otlak ve meraların oranı %20, orman ve ağaçlık alanların oranı %39, diğer toprakların oranı da %27'dir. Sulanabilen arazi 20 km²'dir. İlkokul eğitimi 9 yıldır. Lise eğitimi ise 4 yıl. Boşnak, Hırvat ve Sırplar aynı okullarda eğitim almaktadır. Öğretmen yetiştirme pedagoji fakültelerinde gerçekleşmektedir ancak öğretmen lisansı olmadan da öğretmenlik yapılmaktadır. Bosna-Hersek'te eğitimi, kalitesi açısından iki kısma ayırmalıyız: Yüksek öğretim öncesi ve yüksek öğretim. İlk ve orta öğretimde sağlam Yugoslavya eğitim sisteminden vazgeçilmemesi; öğrencilerin yüksek öğretime tam anlamıyla hazırlanmasını sağlamaktadır. Bosna-Hersek'te üniversite giriş sınavı olamamakla birlikte öğrenciler istedikleri bölümde istedikleri kadar sene uzatarak okuyabilmektedirler. Bosna-Hersek'in köklü bir yüksek eğitim geçmişi vardır. Ülkede ilk yüksek eğitim kurumu 1531 yılında Gazi Husrev Bey tarafından kurulmuştur. Ülkenin ilk modern üniversitesi 1940 yılında kurulan Saraybosna Üniversitesi'dir. Bugün pek çok devlet okulunun yanı sıra özel üniversiteler de eğitim hizmeti vermektedir. Bosna-Hersek Bilim ve Sanatlar Akademisi bölgenin en önemli sanat okullarından biridir. Akdeniz kıyısındaki diğer şehirler gibi Bosna'da tarih sahnesindeki yerini Roma İmparatorluğu içerisinde almıştır. Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Bosna'nın yönetimi 1200'lü yıllarda bağımsızlığını elde edene kadar çeşitli kereler el değiştirmiştir. Bağımsızlığını 260 yılı aşkın bir süre koruyan Bosna Krallığı, bu süre boyunca Macarlar ve Sırplara karşı topraklarını savunmak zorunda kalmıştır. 1463 yılında Osmanlı idaresi altına geçen Boşnaklar aynı zamanda İslam'ı benimsedi. İslamı kabul etmeyen Boşnakların dini vecibelerini yerine getirmesine izin veren Osmanlı idaresi Bosna topraklarında inşa ettiği yapılar ve camilerle aynı zamanda Boşnakların gelenekleri ile kültürüne de etki etmiştir. 1878 yılına kadar devam edecek olan Osmanlı idaresi altındaki dönemde pek çok Boşnak Osmanlı idaresinde, devlet yönetiminde önemli görevlere getirilmiştir. Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamaya karar veren müttefiklerin malî sıkıntılar içerisindeki İstanbul'a baskısı sonucu Bosna'daki Osmanlı idaresi savaşılmadan, masa başında son bularak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kontrolüne geçmiştir. 1918-1941 yılları arasındaki dönem Yugoslavya Krallığı'nın iç karışıklıkları ve savaşla geçmiştir. 1941-1945 yılları arasındaki II. Dünya Savaşı sırasında Naziler Yugoslavya'yı işgal ederek Slovenya'yı Almanya'ya, Hırvatistan'ı İtalya'ya ve Makedonya'yı Bulgaristan'a bağlayarak özellikle Yahudi ve Çingenelere karşı bir etnik temizlik hareketine girişerek toplama kamplarında binlerce insanı öldürdüler. 1945-1990 yılları arasındaki soğuk savaş döneminin 35 yıllı Tito'nın liderliği altında geçti. Bu dönemde Bosna - Hersek'in sınırları 1918 öncesi döndü ve Boşnaklar kültürel kimliklerine yeniden kavuştular. Batı'nın desteği ile Yugoslavya'da savaşın izleri çabuk silindi. Batılı ülkeler Yugoslavya'yı sadece ekonomik değil aynı zamanda askeri ve siyasi alanda da destekledi. 1970'li yıllarda Sovyet müdahalesi riski ile karşılaşıldığında Amerika Birleşik Devletleri Yugoslavya'yı savunmak için nükleer güce başvurabileceğini açıkladı. Soğuk Savaş'ın son bulması ve sona eren komünist rejimle birlikte parçalanan Sovyetler Birliği'nden Yugoslavya da etkilendi. 1986-1992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşların sonrasında Yugoslavya parçalandı. Aşırı milliyetçi Slobodan Miloşeviç ve onun desteklediği militanlarca Büyük Sırbistan'ı kurma hayalleri ile sistematik bir katliam gerçekleştirildi. Bu dönemde 100.000'in üzerinde Boşnak yaşamını kaybetti. Sırpların başta Saraybosna olmak üzere kuşatma altında tuttuğu şehirleri bombalamasına, sniper ateşi ile masum sivilleri öldürmesine, başta aydınlar olmak üzere seçilmiş kişilerin toplama kamplarında öldürülmesi ile gerçekleştirilen etnik temizlik hareketine batılı ülkeler; uzun süre gereken tepkiyi göstermeyerek soykırıma seyirci kaldı. Şubat 1992'de bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek 7 Nisan 1992'de ABD ve diğer batılı ülkelerce tanındı ve 22 Mayıs 1992'de Birleşmiş Milletler'e yaptığı üyelik başvurusu kabul edildi. Bosna Savaşı 1992 yılının ilkbaharında başladı. Bosna'nın kuzeyini hedef alan saldırıların amacı bu bölgelerden Boşnak ve Hırvatları uzaklaştırarak Sırp devletini kurmaktı. Sırpların bu saldırıları bölgedeki diğer etnik gruplar için tam bir felakete dönüştü. Kuşatma altındaki şehirler ve mülteci kamplarında pek çoğu öldürüldü ve işkenceye uğradı. Savaşın ilk aylarında askeri olmayan doğudaki pek çok Boşnak şehri Sırpların saldırıları sonucu kolayca düştü. Ancak şehri çeviren tepelerinde yardımıyla Srebrenitsa saldırılara karşı kendisini başarıyla savundu. 1993'te Birleşmiş Milletler altı yerleşim birimini "güvenli bölge" ilan etti; Srebrenitsa da bunlardan birisiydi. Amaç sınırları korunabilir hale getirerek barış için görüşülebilir bir zemin oluşturmaktı. Mayıs 1995'te Sırplar Saraybosna'daki kuşatmayı şiddetlendirdi ve Nato Sırplara karşı hava saldırısı düzenlendi. Buna misilleme olarak Sırplar, altı güvenli bölgeyi bombalayarak 300 Birleşmiş Milletler askerini rehin aldı. Sırpların şehre yaklaşması üzerine, Srebrenitsa'daki Boşnaklar, Hollandalı askerlerin kendilerini savunmasını istemiştir. Buna rağmen red cevabı aldıklarında, güvenli bölge olduğu için şehre girilirken ellerinden alınan silahların teslimi ve şehrin bizzat Boşnaklar tarafından savunulması yönündeki taleplerini ilettikleri halde, Boşnaklar silahsız ve yalnız bırakılmışlardır. Temmuz 1995'te general Mladic komutasındaki Sırp güçleri Srebrenitsa'daki Hollandalı Birleşmiş Milletler güçleriyle anlaşarak şehri hedef aldı. Yaklaşık 25,000 Boşnak Sırp tehdidi üzerine şehri terk ederek bir başka güvenli bölge olan Potocari'ye ulaştı. Sırplar Srebsenitsa'ya geldiğinde Hollandalı Birleşmiş Milletler gücü komutanı, Sırpları engellemek yerine onlara katliam konusunda yardımcı oldu. Hollandalı birliklerin komutanı, Sırp general Mladic ile karşılıklı olarak kadeh bile kaldırmıştır. Hollandalı birlikler hiç müdahale bulunmamış, hatta soykırımın düzgün bir şekilde gerçekleştirilmesi için katliama yardımcı bile olmuşlardır. Kadın ve çocuklar ayrıldıktan sonra askerlik çağına gelmiş olan
erkekler otobüslere bindirilip kampın yakınında kurşuna dizilerek öldürülmüştür. II. Dünya Savaşı'ndan sonraki bu en büyük soykırımda 10-15 bin Boşnak'ın katledildiği iddia edilmektedir. Kızılhaç yetkilileri bu olaylar sırasında 7.500-8000 kişinin kaybolduğunu bildirmiştir. Olayın en ilginç tarafı ise, bu olaydan utanması gereken Hollandalı birlikler, memleketlerine döndüklerinde Hollanda hükümeti tarafından "madalya" ile ödüllendirilmişlerdir. Srebrenitsa Katliamı'nın ardından o güne kadar olaylara kayıtsız kalan batı kamuoyunda Sırplara karşı baskılar arttı ve 1995 yılı sonlarında savaş son buldu. 14 Aralık’ta Paris’te “Dayton Barış Antlaşması”nın imzalanması ve Bosna-Hersek Devletinin kurulması. BM Güvenlik Konseyi’nin barış gücü faaliyetlerini NATO’ya devretmesi. Dayton Barış Antlaşması’nın askeri yönlerini uygulamak amacıyla NATO liderliğinde 60.000 kişilik IFOR’un (Implementation Force) ülkeye yerleştirilmesi. Bosna-Hersek Cumhuriyeti, iki devletten oluşmaktadır: Bosna-Hersek Devletinin yapısı 1992-1995 yılları arasında cereyan eden iç savaşı sona erdiren Dayton Barış Antlaşmasıyla (DBA) belirlenmiş olup ülke Bosna-Hersek Federasyonu (Federasyon da kendi içinde 10 Kantona ayrılmıştır) ve Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska-RS) olarak iki birime (devletçiğe) ve bir küçük özerk bölgeye (Brcko) bölünmüştür. Her birimin siyasi ve ekonomik yapılanması birbirinden farklıdır. Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Yugoslavya'nın yanı sıra, AB, Fransa, Federal Almanya, Rusya, İngiltere ve ABD temsilcilerinin de gözlemci olarak imzaladıkları Dayton Barış Antlaşması bir ana metin ile 11 ekten oluşmakta ve sivil ve askeri alanlarda düzenlemeler içermektedir. Anlaşmanın askeri yönlerinin uygulanması ilk bir yıllık süre için IFOR (Implementation Force) adı altında NATO liderliğinde, bazı NATO dışı ülkelerin de katılımıyla oluşturulan yaklaşık 60.000 kişilik kuvvetin sorumluluğuna verilmiştir. Bir yıllık görev süresi 20 Aralık 1996’da biten bu kuvvetin yerini daha az personele sahip SFOR (Stabilization Force) almıştır. Türkiye her iki kuvvete de Zenica’da konuşlanmış bulunan bir Tugay ile katılmıştır. 2001 yılı sonu itibarıyla SFOR’daki asker sayısı 17.700’e, Türk Tugayı ise Tabur düzeyine indirilmiştir. 8-9 Aralık 1995 tarihlerinde Londra'da düzenlenen Barışı Uygulama Konferansı'nda Dayton Barış Antlaşması'nın imzalanmasıyla Uluslararası Eski Yugoslavya Konferansı'nın (ICFY) başlıca hedeflerine ulaşılmış olduğu ve barışın uygulanmasından sorumlu olacak yeni bir yapıya ihtiyaç duyulduğu tespit edilerek, ICFY'nin yerini almak üzere Londra Konferansı'na katılan tüm devletlerin, Uluslararası Örgütlerin ve Kuruluşların katılımıyla bir Barışı Uygulama Konseyi'nin (Peace Implementation Council-PIC) kuruluşuna karar verilmiş, Konseye siyasi yönlendirmede bulunmak üzere de bir Yönlendirme Kurulu (Steering Board-SB) kurulmuş ve üyeleri belirlenmiştir. Türkiye Yönlendirme Kurulu'nda İslam Konferansı Örgütü'nü temsilen yer almaktadır. Anlaşmanın sivil yönlerinin uygulanması “Yüksek Temsilcilik”in (Office of the High Representative) sorumluluğundadır. Yüksek Temsilcilik görevini halen İngiliz Liberal Demokrat Partinin eski lideri Paddy Ashdown, yardımcılıklarını ise Amerikalı Ralph Johnson ve Alman Matthias Sonn yürütmektedir. Saraybosna’daki Yüksek Temsilcilik Ofisi'nde Türkiye'den de Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü mensubu görev yapmaktadır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Uluslararası Polis Görev Gücü - United Nations International Police Task Force - UNIPTF- bünyesinde Türk Polis gücü başkanlığında Türkiye İçişleri Bakanlığı,Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nden personel görev yapmaktadır. Söz konusu görevde değişik tarihlerde Emniyet Müdürlerinden Ömer Gürülkan, Metin Meydan UNIPTF- Türk Grubu Başkanı olarak görev yapmışlardır. Sırbistan-Karadağ Sırbistan-Karadağ ("Sırpça:" Србија и Црна Гора "ya da Sırp Latin alfabesiyle" Srbija i Crna Gora) Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin bir arada kalan son parçaları olan Sırbistan ve Karadağ devletleri arasında kurulan devlet birliği. 1992 yılından Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adı altında kuruluşlarını ilan ettiler. Yeni devletin bu adı alması, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nin yasal mirasçısı olduğu sonucunu çıkarıyordu. Bu duruma Yugoslavya SFC'den kopan diğer devletlerin karşı çıkmaları üzerine Birleşmiş Milletler bu yeni devletin üyeliğini reddetti. 2003 yılında Sırbistan-Karadağ adı altında yeni bir devletin kuruluşu ilan edildi. Bu birlik içindeki iki ulusal oluşumu teşkil eden Sırbistan (başkenti Belgrad) ve Karadağ (başkenti Podgorica) pek çok alanda kendi politikalarını belirleme serbestliğine sahiptiler. Sırbistan-Karadağ'ın ayrıca iki otonom bölgesi bulunmaktadır. Bunlar Voyvodina (başkenti Novi Sad) ve Kosova ve Metohiya Özerk Bölgesi'dır (başkenti Priştine). Nüfusun çoğunluğunun Arnavut olduğu Kosova ve Metohiya'daki etnik çatışmalar nedeniyle bu bölgeye NATO birlikleri konuşlandırılmış bulunduğundan, Kosova ve Metohiya, Sırbistan-Karadağ yönetiminin fiilen dışındaydı. 21 Mayıs 2006'da Karadağ'da yapılan bağımsızlık referandumunda Karadağ halkının %55,5'lik kısmı bağımsızlık istedi. Sonuçta da Sırbistan-Karadağ, Sırbistan ve Karadağ olarak resmen ikiye bölündü. 3 Haziran 2006 günü Karadağ resmen Sırbistan-Karadağ'dan ayrılıp bağımsız bir devlet olmuştur. Sırbistan hükümeti ise, Sırbistan-Karadağ'ın hukukî ve siyasi halefi olduğunu ilan etmiştir. Örnek olarak Sırbistan-Karadağ'ın üyesi olduğu uluslararası teşkilatlardaki üyelik statüsünü Sırbistan devam ettirirken Karadağ yeni bir devlet olarak üye olmaya başlamıştır. Öte yandan bu çerçevede Sırbistan-Karadağ'ın tüm siyasî ve hukukî sorumluluklarını da Sırbistan devam ettirir olmuştur. Dil olarak Sırpça konuşulmaktaydı. Din olarak ise çoğunlukla Ortodoks Hristiyanlık, sonraysa Müslümanlık ve Katolik Hristiyanlık görülmekteydi. İzlanda İzlanda (İzlandaca: "Ísland"), Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde Grönland'ın güneydoğusu ile İskandinavya ve Britanya Adası'nın kuzeybatısında yer alan bir ada ve Avrupa ülkesi. Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde volkanik bir ada üzerinde kurulmuş ve çevresindeki birçok küçük adadan meydana gelmiş bir devlet. En yakın komşusu Grönland olup, 350 km uzaktadır. Diğer komşuları Norveç 1050 km, İskoçya 800 km uzaklıktadır. 861 yılında Norveçliler tarafından keşfedilen adaya ilk kez 9 ve 10. yüzyılda Norveç’ten gelen Vikingler yerleşmişlerdir. Bu toplulukların önderleri birleşerek 930 yılında parlamentonun ilk örneği sayılabilecek Athing’i meydana getirdiler. İç anlaşmazlıklar sonucu bağımsızlığını kaybeden ada 1262 yılında Norveç’in egemenliği altına girdi. 14. yüzyılda Norveç’in Danimarka’ya bağlanmasıyla, Danimarka’nın hâkimiyeti altına girdi. Danimarka önceleri adadan ticari bakımdan faydalanmaktaydı. Daha sonra İzlanda’yı tamamen idaresi altına aldı. 1551 yılında referandum ile Protestanlığı kabul eden İzlandalılar, 1662 yılında Danimarka kralına bağlılık yemini ettiler. 17. yüzyılda adada hastalık, kıtlık ve volkan püskürmeleri ortalığı kasıp kavurdu. 1838’de Reykjavik’te on üyeli bir meclis kuruldu. 1843’te de Althing yeniden teşkil edildi. 1904’te İzlanda’ya diplomasi dışında özerklik tanındı. 19. yüzyılda ortaya çıkan milliyetçilik akımları sonucu 1918 yılında İzlanda, Danimarka’ya bağlı bir devlet hâline geldi. II. Dünya Savaşı sırasında stratejik bir değer kazanan İzlanda’yı korumak gerekçesiyle İngiltere tarafından işgal edildi. Daha sonra 1941’de Amerikalılar burayı devraldı. 1941 yılında Althing, Danimarka ile bağlarını koparma kararı aldı. 1944 yılı Mayıs ayında halk oyuna sunulan yeni anayasa oylandıktan sonra 17 Haziranda cumhuriyet ilan edildi. İzlanda 1949 yılında NATO’ya üye oldu. Ordusu olmayıp da NATO üyesi olan tek ülkedir. 17 Haziran 1944'te, Amerika Birleşik Devletleri, İzlanda'yı ilk tanıyan ülke olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan ile Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov 11-12 Ekim 1986’da Reykjavik’te, nükleer silahların sınırlandırılması görüşmelerinin başlatıldığı bir zirve toplantısı yaptılar. 31 Aralık 1943 tarihinde, Danimarka-İzlanda Birlik Kanunu 25 yıl sonra sona erdi. 20 Mayıs 1944 tarihinden başlayarak, İzlandalılar, Danimarka ile kişisel birliği sona erdirerek, monarşiyi ortadan kaldırmak ve bir cumhuriyet kurma konusunda dört gün süren referandumda oy kullandılar. İzlanda resmen 17 Haziran 1944 tarihinde bir cumhuriyet oldu ve ilk devlet başkan olarak Sveinn Björnsson seçildi. 1946 yılında, Müttefik işgal gücü İzlanda'yı terketiler. İç tartışma ve ayaklanmalar arasında 30 Mart 1949 tarihinde NATO'ya üye oldu. 5 Mayıs 1951 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri ile bir savunma anlaşması imzalandı. Amerikan askerleri, İzlanda Savunma Kuvvetleri olarak İzlanda'ya döndüler ve Soğuk Savaş boyunca ülkede kaldılar. ABD 30 Eylül 2006 tarihinde son kalan birliklerini İzlanda'dan çekti. İzlanda, savaş sırasında refaha ulaştı. Hemen savaş sonrası dönemde, balıkçılık sektöründe sanayileşme ve ABD'nin Marshall Planı programı tarafından yönlendirilen önemli ekonomik büyümeler izledi. Ekonomisi büyük ölçüde çeşitlendirildi ve İzlanda, 1994 yılında Avrupa Ekonomik Alanına dahil oldu. İzlanda nükleer silahsızlanma yönünde önemli adımlar atmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan ve Sovyet Başbakanı Mihail Gorbaçov'un katılımıyla 1986 yılında Reykjavik'te bir zirveye ev sahipliği yaptı. Birkaç yıl sonra, İzlanda Sovyetler Birliği'nden ayrılan Estonya, Letonya ve Litvanya'nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke oldu. 1990'lar boyunca, ülkenin uluslararası rolü genişlemiş, insani ve barış nedenleri doğru yönlendirilmiş bir dış politika geliştirmiştir. Bu amaçla İzlanda, Bosna, Kosova ve Irak'taki çeşitli NATO önderliğindeki müdahalelere yardım ve uzmanlık sağladı. İzlanda, 2003-2007 yılları arası, Davíð Oddsson hükümeti altında, bankacılık sektörünün özelleştirilmesinden sonra, finansal hizmetler ve yatırım bankacılığına dayalı bir ekonomiye sahipti. Ülke, hızla dün
yanın en müreffeh ülkelerinden biri haline geldi ancak büyük bir mali kriz meydana geldi. Kriz, 1887 yılından bu yana İzlanda'dan en büyük göçe sebep oldu. 2009 yılında 5.000 kişi ülkeden göç etti. İzlanda'nın ekonomisi Johanna Sigurdardottir hükümeti altında stabilize olarak, 2012 yılında %1,6 oranında büyümüştür. Birçok İzlandalı, ekonomi ve hükümetin kemer sıkma politikaları ile mutsuz kalmıştır. Merkez sağ Bağımsızlık Partisi 2013 seçimlerinde İlerici Partisi ile koalisyon kurarak iktidara dönmüştür. Ülkenin toplam yüzölçümü 103.000 km²'dir. İzlanda’nın büyük bir bölümü volkanik olup adadaki yanardağlar hâlâ faaldir. Bunların sayısı 200’ü bulmaktadır. En önemlisi 1490 metre yüksekliğindeki Heklâ’dır. İzlanda’nın kıyıları güneyde düz, öteki yerlerde girintili çıkıntılıdır. Kıyılarının uzunluğu 6.000 km’den fazladır. Adanın bazı bölümleri geçmişteki yanardağ püskürmeleri sonucu ortaya çıkmıştır. Lav ovalarıyla kaplıdır. Bu ovalarda yer yer jökül adı verilen buz kubbelerine rastlanır. Bunların en büyüğü Vatnapöhull 8.500 km²'yi bulan yüzölçümüyle Avrupa’nın en geniş buzuludur. Adada bol çağlayanlı birçok ırmak bulunmaktadır. Bunlar kısa ve ulaşıma elverişsizdir. Irmaklarından en önemlisi Tjorsa (210 km)dır. İzlanda’da çok sayıda krater gölü vardır. En önemlisi olan Thingvallavat Gölü 120 km² olup, 116 metre derinliktedir. Adanın yanardağlarından sonra en önemli özelliği gayzerlerdir. Bu sıcak su kaynakları ısınma ve elektrik enerjisi elde etmede kullanılır. İzlanda, bugün etkin durumda olan 30 kadar volkana ve zengin termal kaynaklarına sahiptir. İzlanda’nın bulunduğu enlem dairesine karşı iklimi çok soğuk değildir. Ülkedeki rekor düşük sıcaklık -39 derece olarak ölçülmüşken 2009 yılında ise rekor yüksek sıcaklık 29 derece olarak ölçülmüştür. Gulf Stream akıntısının etkisinde kalan adada yazlar nemli ve serindir. Kışlar ise oldukça yumuşaktır. Isı ortalaması başkent Reykjavik çevresinde kışın -1 C°, yazın ise +11 C°'dir. Fakat kuzey bölgeleri daha soğuk olup, sıcaklık ortalaması kışın -8 °C civarındadır. Kuzey kesiminde Haziran ayında güneş 18 gün süre ile hiç batmadan ufuk hattı üzerinde durur. Yağış ortalaması ise başkent dolaylarında 865 mm, güneydoğuda ise 1.710 mm’dir. Bitki örtüsü ve hayvanlar: Bitki örtüsü adada çok azdır. Buzulların bulunmadığı kesimlerde otlaklar vardır. Bitki örtüsü genelde çalılar ve dikenlerden meydana gelmiştir. Büyük ve iri gövdeli kayın ağaçlarından meydana gelen ormanlar giderek azalmış, günümüzde yok denecek hale gelmiştir. Ormanların çok az oluşu ve iklim şartları adada yabani hayvanların bulunmamasına sebep olmaktadır. Yer altı kaynakları bakımından fakir olan İzlanda’da sadece alüminyum çıkartılır. Alüminyum başkentin doğusunda ve ülkenin kuzeyinde çıkartılmaktadır. İzlanda’nın nüfusu 320.000 kişidir. Nüfusun %80’i şehirlerde, diğer kısmı köylerde yaşar. Başkent Reykjavik'te nüfus 145.237 kişidir (2006 verileri). Şehirlerin çoğu kıyı kesimlerde ve güneydeki ovalarda kurulmuştur. İzlanda halkı için Theogir’in koyduğu kurallar bugün de geçerlidir. İzlanda’da bugün topluma açık yerlerde bira ve benzeri alkollü içkiler içmek yasaktır. İzlanda halkı kendilerine özgü dillerini, kültürlerini, efsanelerini ve geleneklerini korumak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Halkın büyük kısmı Hristiyanlığın Evangelist mezhebine (%95,6) bağlıdır. Geri kalan kısmının %3,7 Protestan, %0,7’si Katoliktir. Ülkede konuşulan diller İzlandaca (Resmi Dil), Danimarkaca, İngilizce, Nord lehçeleri ve Almancadır. İzlanda’da eğitim düzeyi yüksektir. 7-15 yaşları arasında eğitim mecburi olup okuma-yazma bilmeyen yoktur. İzlanda’da beş üniversite ve iki kolej bulunmaktadır.. İzlanda toplumu LGBT kişilere karşı toleranslıdır. 27 Haziran 2010'dan itibaren İzlanda'da eşcinsel evlilik yasal hale gelmiştir. Ülkenin başbakanı Jóhanna Sigurðardóttir da eşcinselliği ile açık olan dünyanın ilk seçilmiş devlet başkanıdır. İzlanda Cumhuriyeti 17 Haziran 1944’te Danimarka'dan koparak bağımsızlığını ilan etmiştir. Anayasa 16 Haziran 1944'te yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Ólafur Ragnar Grímsson'dur ve dört yılda bir seçilmektedir. Biri 40 üyeli, diğeri 20 üyeli iki meclisi vardır ve her ikisinin de görev süresi dört yıldır. Üyeler seçimle belirlenirler. Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından yetkilendirilir ve hükümeti kurar. Ülke 23 bölge ve 14 şehir ile yönetilmektedir. İzlanda ekonomisinin temelini bir ada devleti olduğu için balıkçılık ve balık mamulleri teşkil etmektedir. Para Birimi, İzlanda Kronudur. Nüfusun %3'ü turizm, %8'i tarım, %14'ü endüstri, %75'i hizmet sektörlerinde çalışmaktadır. GSMH oranı $11,4 milyardır. Enflasyon oranı %6,8'dir. Ülkenin %0,8'i işsizdir. Bu rakam Avrupa'nın en iyi oranıdır. NATO'da yer alıp, ordusu olmayan tek ülkedir. Bu yüzden orduya gider harcanmaz. Ayrıca ülkede kış turizmi ve termal kaynaklı turizm oldukça gelişmiştir. Ülkenin iç kesimlerinde ve termal kaynakların olduğu yerlerde lüks oteller bulunur. İzlanda topraklarının büyük bir kesimi tarıma elverişsizdir. Ancak %0,5’inde tarım yapılmaktadır. Nüfusun %8’i tarım sektöründe çalışmaktadır. Başlıca ürünleri hayvan yemi, patates ve şalgamdır. Adanın buzullarla örtülü olmayan kesimlerindeki otlaklarda hayvancılık yapılır. Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık ülkede yaygındır. Hayvancılık, ülkedeki önemli bir geçim kaynağıdır. İzlanda’nın en önemli gelir kaynağını meydana getiren balıkçılık, 106.487 gross tonluk 866 gemi ile yapılmaktadır. Yıllık tutulan balık yaklaşık olarak 1.500.000 tondur. Başlıca tutulan balık türleri, balina, morina ve ringadır. Tutulan balıkların büyük bir bölümü işlenerek ihraç edilmektedir. Balıkçılıkta kullanılan malzemelerin ve balıktan elde edilen ürünlerin üretimi başlıca sanayi faaliyetidir. Balık konservesi ve balık unu fabrikası vardır. Küçük gemilerin yapıldığı, büyük gemilerin tamir edildiği tersaneleri; dokuma ve kumaş, çimento, ayakkabı, et ve süt ürünleri fabrikaları bulunmaktadır. Ayrıca başkent Reykjavik’in doğusunda ve adanın kuzeyinde çıkarılan alüminyum, başkent Reykjavik'ta bulunan birkaç alüminyum dökümhanesinde işlenerek ihraç edilir, ayrıca başkentte amonyum sülfat fabrikası da bulunmaktadır. Nüfusun %14’ü sanayide çalışmaktadır. Ülkedeki elektrik üretimi 8.474 milyar kWh (2004), elektrik tüketimi 7.881 milyar kWh (2004)'dır. Ülke ihracatını %80’ini balık ürünleri, balık konservesi, tuzlanmış ve dondurulmuş balık, balık unu, balık yağı, alüminyum, diatomit ve gübre meydana getirir. Ayrıca hayvansal ürünlerde ihracatta önemli bir yer tutar. İhracat oranı, $3,587 milyar (2006), ihracat ortakları, Birleşik Krallık %17,9, Almanya %16,4, Hollanda %13, Norveç %11, ABD %8,1, İspanya %7,7, Danimarka %4,3 (2005)'dir. İthal ettiği ürünler, makineler, kimyevi maddeler, petrol ürünleri, ilaç ve çeşitli besin ürünleridir. İthalat oranı, $5,189 milyar (2006), ithalat ortakları Almanya %13,4, ABD %9,1, İsveç %8,6, Danimarka %7,3, Norveç %7,2, Birleşik Krallık %5,9, Çin %5,3, Hollanda %5, Japonya %4,7 (2005)'dir. Dış borç tutarı $3,073 milyar (2005)'dır. İzlanda’da demir yolu yoktur. Kara yollarının uzunluğu 13 bin kilometreyi bulmaktadır. Başkent Reykjavik’te uluslararası bir deniz limanı ve havaalanı vardır. Ülkede hava yolu ulaşımı oldukca gelişmiştir. Ülkede irili ufaklı 98 adet havaalanı bulunur. Kullanılan telefon hatları: 243.900 (2005) kişidir. Televizyon sayısı: 198.000 (2005), İnternet kullanıcıları: 258.000 (2005) kişidir. Moldova Moldova veya resmî adıyla Moldova Cumhuriyeti, Doğu Avrupa'da yer alan Ukrayna ile Romanya arasında kalan bir ülkedir. Başkenti Kişinev'dir. 1991 yılında SSCB'nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanmıştır. İçinden Prut ve Dinyester nehirleri geçmektedir. Dinyester nehrinin doğu kıyısını bir şerit halinde kapsayan bölgede tek taraflı bağımsızlığını ilan eden de-facto bir cumhuriyet olan Transdinyester bulunur. Moldova, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Bağımsız Devletler Topluluğu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve diğer uluslararası organizasyonlara üyedir. Moldova, tarihi boyunca sık sık işgallere maruz kalmıştır. Cumhuriyet'in esası Prut ve Dinyester nehirlerinin arasında tarihi adı Besarabya olan bölgedir. Hâlen Romanya ve Ukrayna ile iç içe geçmiş olan Moldova toprakları 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altına girmiştir. 1812 yılına kadar 300 yıl, Boğdan eyaleti olarak Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan ve 1812 yılında Osmanlı-Rus Barış Anlaşmasıyla Rusya'nın egemenliğine giren bölge, 1918 yılına kadar Rus İmparatorluğu'nun bir vilayeti olarak kalmıştır. Rusya'nın Kırım Savaşı'nda yenilmesinden sonra Moldova'nın bir kısmı (Güney Besarabya) Romanya'ya geçmiş, ancak Rusya 1878'deki Berlin Kongresi ile bu bölgeyi geri almıştır. I. Dünya Savaşı'ndan sonra, 1918'de bölge Romanya'nın eline geçmiş ve 1924 yılında (o dönemde etnik Ukraynalıların hakimiyetinde olan) Dinyester'in doğu yakasında Moldova Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (MÖSSC) kurulmuştur. 1939'daki Molotov-Ribbentrop Paktı'nın imzalanmasından sonra 1940 yılında Sovyetler Birliği Besarabya'yı yeniden ele geçirmiş ve bu bölgenin büyük bir kısmını MÖSSC ile birleştirmiştir. Almanya'nın SSCB'ne saldırması ile SSCB bir kez daha 1941 Temmuz'unda Moldova'yı Romanya'ya vermek zorunda kalmış, ancak Sovyet kontrolü 1944 Ağustos'unda yeniden sağlanmıştır. Moldova'nın şimdiki sınırları Prut ve Dinyester nehirlerinin arasındaki Besarabya denilen tarihi bölgenin SSCB tarafından Romanya'dan alınması ile 1947'de çizilmiştir. Romanya ile ilişkileri kesilmiş, Kiril alfabesi kullanma zorunluluğu getirilmiş, Rusların ve Ukraynalıların endüstriyel bölgelere büyük çaplı göçleri özellikle desteklenmiştir. 1950'lerde ise binlerce etnik Rumen, Orta Asya'ya göç etmek zorunda bırakılmıştır. 1986'da Sovyet Lideri Mihail Gorbaçov tarafından uygulanan Glasnost politikası ile birlikte ulusal ve kültürel bağımsızlık için uğraş veren birçok bağımsız politik grup ortaya çıkmıştır. 1990 Şubat'ında Cumhuriyet'in Yüksek Sovyet (Parlame
nto) seçimleri yapılmıştır. Moldova'nın bağımsızlık ve reformlara yönelik çalışmaları 1990 yılında artmıştır. Serbest piyasa ekonomisine geçiş yolunda çalışmalara bu yıl içerisinde başlanmıştır. Yine aynı yılın ilkbaharında yapılan seçimlerde Moldova Halk Cephesi Parlamento'da çoğunluğu sağlamış ve Anayasa'da bir dizi değişiklik yapılmıştır. Pek çok Sovyet Cumhuriyeti'nde tam bağımsızlık, Moskova'daki başarısız darbe girişimi sonucunda kazanılmıştır. Darbenin bastırılmasından sonra Moldova, 27 Ağustos 1991'de bağımsızlığını kazanmıştır. Bu hareketin ardından Ukrayna sınırında gümrük ofisleri açılmış ve Rus askerlerinin Cumhuriyet'ten ayrılması talep edilerek, Moldova Ulusal Ordusu kurulmuştur. 21 Aralık 1991 tarihinde Moldova yönetimi halkın büyük ölçüde karşı çıkmasına rağmen Almatı'da yapılan toplantıda eşit ve kurucu üye olarak Bağımsız Devletler Topluluğu'nun oluşmasına yönelik anlaşmayı imzalamıştır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra uluslararası sistemin gündemini meşgul eden etnik sorunlar Moldova'nın da gündemini şekillendirecek potansiyel bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak Türk asıllı Gagoğuzlara verilen özerklik, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra barışçı yolla çözümlenen ilk ve tek etnik sorun olma özelliğini korumaktadır. Moldova parlamenter sistemle yönetilen demokratik bir cumhuriyettir. Ülkede çok partili bir siyaset yapısı vardır. Yasama yetkisi meclise aittir. Yasama, yürütme ve yargı bağımsızdır. Ülke siyasetindeki en önemli konuları Transdinyester bölgesinin ayrılıkçı hareketleri, AB ilişkileri, Rusya ve Romanya ile entegrasyonu oluşturmaktadır. Moldova Parlamentosu'nun 4 yıl için seçilen 101 üyesi vardır. Cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilir ve 4 yıl görev yapar. Moldova'da 32 bölge, 3 belediye ve 2 özerk cumhuriyet yer almaktadır. Transdinyester'in nihai statüsü tartışmalıdır. 4.434.547 kişilik nüfusuyla, km² başına 108 kişi düşen bu ülkede, nüfus artış oranı -1.830 kişidir. Nüfusun %99'u okuma yazma bilir. Kişi başına düşen millî gelir 4.000 $ seviyesindedir. Başkenti Kişinev. Dili Moldovca (Rumence), Rusça, Gagauzca. Dini ağırlıklı olarak ortodoks. Etnik dağılım Moldovalı %65, Ukraynalı %14, Rus %13, Türk asıllı Gagauz %4'tür. Doğu Avrupa'da yer alan Moldova'nın denize kıyısı yoktur. Monako Monako Prensliği veya Monako (Fransızca: Principauté de Monaco veya Monaco; Monegasque: Munegu veya Principatu de Munegu), Avrupa'da Akdeniz kıyısında yer alan bir şehir devletidir. Vatikan'dan sonra Dünya'daki ikinci küçük bağımsız devlet. Kara sınırları Fransa ile çevrili olan ülke, eski Monako şehri ve sonradan inşa edilen alanlardan oluşur. Ülke Monte Carlo semtindeki gösterişli kumarhaneleri ile ünlüdür. Yüzölçümü bu kadar küçük olmasına rağmen ülkede bir stadyum bulunur. Havaalanı yerine heliportu ve tren istasyonu bulunmaktadır ve Fransa demiryolunun küçük bir parçası geçmektedir. Karayolu ve denizyolu gelişmiştir. Fontvieille semti ile Monaco Ville'in bulunduğu yarımadanın arasında küçük, Monte Carlo ile Monaco Ville'in arasında ise büyük bir yat limanı bulunmaktadır. Monako'nun uzunluğu 3.350 m'dir. Genişliği en geniş yerde 1.000 m'yi bulurken en dar yerde 245 m'dir. Fontvieille semtinin çoğu sonradan denize beton doldurularak oluşturulmuştur. Şu anda yine buna benzer bir proje vardır; fakat hayata geçirilmemiştir. Monako'nun başlıca yerleşim birimleri (semtleri) nüfusları ile şunlardır: Monako 1191 yılında Kutsal Roma İmparatoru VI. Heinrich'in izniyle 1228 yılında bir Ceneviz sömürgesi olarak kuruldu. 1297 yılında François Grimaldi ve askerleri Monako Kayası'nı ele geçirdiler. O zamandan beri Monako toprakları Grimaldi ailesi tarafından yönetilmektedir. 1793-1814 yılları arasında Monako Fransa'nın egemenliği altında yaşadı. Viyana Kongresi'nde Monako'nun Sardinya-Piemonte Krallığı'na bağlanması kararlaştırıldı. 1861 yılından sonra Monako bağımsız bir prenslik haline geldi. 1911 yılında kabul edilen yeni anayasaya kadar Monako Prensi Monako'nun mutlaki hükümdarı sayılıyordu. II. Dünya Savaşı'nda, 1943 yılında, İtalyan Ordusu Monako'yu işgale başladı ve faşist bir yönetim oluşturarak işgal etti. Kısa bir süre sonra, Mussolini'nin çökmesinin ardından, Nazi Wehrmacht orduları Monako'yu işgal etti. Çok sayıda Monakolu Yahudi toplama kamplarına gönderildi. Savaştan sonra Monako Prensi III. Rainier 1949 yılında dedesinin ölümü üzerine tahta çıktı. Prens Rainier kadınlara oy hakkını kabul etti ve idam cezasını kaldırdı. 1993 yılında Monako Birleşmiş Milletlere üye oldu. 31 Mart 2005 tarihinde prens Rainier hastalanarak görevi oğluna devretti. 6 Nisan 2005 tarihinde ölünce oğlu II. Albert Monako Prensi olarak tahta çıktı. Monako'nun nüfusu diğer nüfuslara göre oldukça sıra dışıdır. Çünkü bu ülkede Fransızların sayısı Monakolulardan daha fazladır. Fransızlar %28,4 ile ülkenin en büyük etnik grubudur. Monakolular %21,6 ile onları takip eder. Diğer etnik gruplar ise şöyledir: İtalyanlar (%18,7), İngilizler (%7,5), Belçikalılar (%2,8), Almanlar (%2,5), İsviçreliler (%2,5) ve Amerikalılar (%1,2). Monako dünyanın en yüksek yaşam süresine sahiptir. Bir Monakolu ortalama olarak 90 yıl yaşar. Monako'nun resmi dili Fransızcadır; fakat İtalyanca, İtalya'dan gelen kişilerce ana dil olarak konuşulmaktadır. İngilizce ise Monako'daki Amerikalılar, İngilizler, Kanadalılar ve İrlandalılar tarafından konuşulur. Ulusal dil Monako dilidir; fakat bu dil küçük bir topluluk tarafından konuşulmaktadır. Monaco Ville bölgesinde tabelalar Fransızca ve Monako dili olarak yazılmıştır. Bu mikro ülkede resmi din Hristiyanlığın Katoliklik mezhebidir. Fakat Monako'da inanç konusunda özgürlük vardır. Monako'da beş Katolik kilisesi ve bir de katedral bulunmaktadır. Koruyucu aziz Devota'dır. Hristiyan toplum Monako nüfusunun %83,2'sini oluşturmaktadır. Monako'da yalnızca bir Anglikan kilisesi bulunmaktadır. Bu kilise Monte Carlo'da yer almaktadır. 2007 itibarıyla bu kiliseye bağlılığı bulunan 135 Anglikan vardır. Bu kilisenin kütüphanesinde yaklaşık 3000 İngilizce kitap bulunmaktadır. 1948 yılında kurulan The Association Culturelle Israélite de Monaco sayesinde Monakolu Museviler bir sinagog, İbrani okulu ve koşer ürünler satan bir gıda mağazası kazanmıştır. Yaklaşık bin kişilik Musevi cemaatinin %40'ını Britanya'dan gelenler oluşturmaktadır. Geri kalan kısım ise kuzey Afrika'dan gelmiştir. Buradaki Musevi nüfusunun üçte ikisini kuzey Afrika'dan gelen Sefarad Musevileri oluşturur. Üçte biriyse Aşkenaz Musevisidir. Monaco (anlam ayrımı) Beyaz Rusya Beyaz Rusya, Belarus (Beyaz Rusça ve Rusça: "Беларусь") ya da resmî adıyla Belarus Cumhuriyeti (Beyaz Rusça: ""; Rusça: "Республика Беларусь"), Doğu Avrupa'da bulunan bir devlet. Eski bir Sovyetler Birliği ülkesidir. Bir Slav devleti olan Belarus'un başkenti Minsk'tir. Komşuları batıda Polonya, kuzeybatıda Litvanya, kuzeyde Letonya, doğuda Rusya ve güneyde Ukrayna'dır. Beyaz Rusya, diğer BDT ülkelerinin yanında Moskova hükümetine en yakın olanıdır. 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden Beyaz Rusya, gün geçtikçe dünyaya ayak uydurmaya başlamış ve en nihayetinde liberal dünyaya kendini kabul ettirmiştir. Beyaz Rusya, Avrupa'da idam cezası veren tek ülkedir. 6. ve 8. yüzyıllar arası Beyaz Rusların ataları olan kavimler, bu ülkeye yerleşti ve daha önce burada yaşayan Fin-Ugor kökenli bazı kavimleri zamanla özümlediler. 9. yüzyılın sonunda bölgede İsveç kökenli Varegler tarafından Polotsk ve Turov prenslikleri kurulduysa da 10. yüzyılın sonunda bu prenslikler Kiev Prensliği'ne bağlandılar. 10. yüzyılda bu bölge Bizans İmparatorluğu tarafından vaftiz edilen Kiev Prensi 1. Vladimir tarafından 988 yılından başlayarak Hristiyanlaştırıldı. 1237 yılında bu prenslikler daha sonra Polotsk prensliğinden ayrılan Minsk ve Vitebsk prenslikleriyle birlikte özerliklerini kazandılarsa da aynı yıl Altınordu İmparatorluğu'nun vasalı oldular. Ancak bölge 1239-1320 yılları arasında Litvanya Büyükdüklüğü tarafından fethedildi. Litvanyalılar, devletlerinin başkentlerini Kernavė'den önce Grodno (Beyaz Rusça: "Hrodna")'ya, sonra Novogrudok (Beyaz Rusça: "Navahrudak")'a taşıdılar ve devletin resmi dili Beyaz Rusça oldu. Ancak 14. yüzyılda devletin başkenti önce Trakai'ye, sonra Vilnius'a taşınınca ve Litvanyalılar paganlıktan önce Ortodoksluğa, sonra Polonyalıların etkisiyle 15. yüzyılda Katolikliğe geçince, bu durum Ortodoks inancını büyük ölçüde koruyan Beyaz Ruslar'ın tepkisini çekti. Bugünkü Beyaz Rusya'yı oluşturan bölge Litvanya'ya bağlı Brześć Litewski (Bugün Brest), Vitebsk (Beyaz Rusça: "Viciebsk"), Novogrudok, Minsk (Beyaz Rusça: "Mensk"), Polock (Polotsk), Mscislaw (Mstislavl) ve Wilno (Vilnius) illerine bölündü. 1386 yılında Litvanya Büyükdükü Jogalia, 2. Wladyslaw adıyla Polonya Kralı olunca, iki ülke arasında Jagiellon hanedanı aracılığıyla kişisel birlik kuruldu. Bu birliktelik 1569 yılında Lublin Birliği antlaşmasıyla kalıcı bir birlikteliğe dönüştü. Litvanya'nın kalıcı birliğe yanaşmada güçlük çıkarması 1567'de Podlasya, Volinya, Podolya ve Kijow (Kiev) illerinin Polonya Kralı 2. Zygmunt tarafından ele geçirilmesine yol açtı. Bu arada daha sonra Rus Çarlığı'na dönüşecek olan Moskova Büyük Düklüğü'nün tehdidi artmaya başladı. 1514 yılında Smolensk'i ele geçiren Ruslar, 1535 yılında Vilnius'a kadar geldiler. Ruslar, Livonya Savaşı'nda (1558-1582) 1563'de Polotsk'u işgal ederek Litvanya ordusunu Vilnius'a kadar sürdülerse de Polonyalılar 1572 yılından itibaren Beyaz Rusya'yı geri aldılar ve hatta 1581 yılında Rusya'nın Velike Luki ve Sokol kentlerini işgal edip, Pskov kentini kuşattılar. Hatta Polonyalılar, 1609 yılında kuşattıkları Smolensk'i iki yıl sonra ele geçirdiler ve Moskova'yı 1610-1612 yılları arasında işgal ettiler. Ruslar, 1612 ve 1617'de Smolensk'i geri almaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar. 1618 yılında yapılan Deulino Barışıyla Polonyalılar, Smolensk ve Czernihów (Chernigov) illerini Rusya'dan geri aldılar. Ruslar 1632'de yeniden saldırsalar da 1634'te imzalanan Polanów (Polyanovka)
anlaşmasıyla başarısızlıklarını kabul ettiler. Beyaz Rusya, genellikle 17. yüzyılın ilk yarısına kadar ekonomik olarak gelişme gösterdi. Ancak bu süreç 1648 yılında Rus Kazakları'nın önderi (atamanı) Bogdan Hmelnitski'nin Litvanya Ukraynası'nda başlattığı isyan yüzünden bitti. Kırım Hanlığı'yla ittifak kuran Hmelnitski, bir yıl içinde Litvanya'ya bağlı Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı ele geçirerek, Polonya'ya bağlı Lublin kentine girdi. Polonyalı'ları 1648'de Żółte Wody (Zhovti Vody), Korsun ve Piławce (Pilavtsi), ertesi yıl Zborów (Zboriv) savaşında yendi ve onları, kendisine Ukrayna'da geniş haklar tanıyan Zborów anlaşmasına zorladıysa da, Polonya meclisi (Sejm) bu anlaşmayı reddetti. Karşı saldırıya geçen Polonya-Litvanya Birliği kuvvetleri Hmelnitski ve müttefiklerini Beresteczko (Berestechko, Ukrayna) savaşında yenilgiye uğrattı ve onu Biała Cerkiew (Bela Tserkva) anlaşmasıyla, önceki anlaşmada aldıkları hakların çoğunu kaybetmeye razı olmaya zorladı (Örneğin sadece Kiev ili özerk olacak, Braclaw (Bratislav) ve Czernihów (Chernigov) illerinin özerkliği iptal edilecekti). Bunu içine sindiremeyen Hmelnitski, saldırıya geçse de Brześć Litewski (Brest) savaşında yenilgiye uğradı ve Beyaz Rusya'dan çekilmek zorunda kaldı ancak başta Kijow (bugün Kiev) olmak üzere Ukrayna'nın önemli bir bölümünü elinde tutuyordu. Hmelnitski, Boğdan (Moldova) voyvodası Basil Lupu ve Kırım Hanı ile ittifak kurarak Polonyalılar'ı Bitwa pod Batohem (Batoh) savaşında yenilgiye uğrattı. Ancak 1654'te Kijow (Kiev) savaşında yenilgiye uğradı ve Rus Çarı Aleksey'e sığındı. Rus Çarıyla Pereyeslav Anlaşmasını yaparak, kendisini Rusya'ya bağlı özerk Ukrayna atamanı ilan etti. Bu durum Rus-Polonya savaşı'nın başlamasına yol açtı. Aynı yıl Litvanya asıllı Polonya soylusu olan ve Litvanya'nın büyük Ataman'ı Janusz Radziwiłł (Litvanca Jonušas Radvila) kuzeni Boguslaw'la birlikte İsveç Kralı 10. Karl'la ilişki kurdu ve Litvanya'yı Polonya'dan koparmak ve İsveç'e bağlı bir hükümdar olarak yönetmek için İsveç Kralı'yla anlaştı. Bu anlaşma 1655'te İsveç'in Polonya'yı istilasına yol açtı. 1654 yılında başlayan Rus-Polonya savaşında Ruslar başlangıçta büyük başarılar kazandılar ve Polonya-Litvanya Birliği'nin sınır şehirlerinden Bely ve Dorogobuzh şehirlerini Eylül ayında ele geçirip, Smolensk'i kuşattılar. Büyük Litvanya Atamanı Janusz Radziwiłł, Orsha (bugün Beyaz Rusya'da)'da Ruslar'ı karşıladı ve onları 12 Ağustos'taki Szkłów (Shklov) Çarpışması'nda yenilgiye uğrattı. Ancak 12 gün sonraki Szepielewicze (Shepeleviche) Çarpışması'nda Aleksey Trubetskoy komutasındaki Rus ordusuna yenildi. Ruslar, geri almak istedikleri Smolensk'i 23 Aralik'ta ele geçirdiler. Ruslar ayrıca güneyden geliştirdikleri saldırıyla Bryansk, Roslavl, Homel (Gomel, bugün Homyel) şehirlerini ele geçirdiler. Pskov'dan gelişen saldırıyla da 1 Temmuz'da Nevel (bugün Rusya'da), 17 Temmuz'da Polotsk ve 17 Kasım'da Vitebsk düştü. Böylece Ruslar, yıl sonunda Polonya'dan Kuzey ve Doğu Beyaz Rusya'yı ve Ukrayna'nın doğusunu aldılar. Ayrıca Rus boyar Vasil Buturlin, ordusundaki bazı anlaşmazlıklara karşın Volinya'ya girdi ve Ostrog ve Rovno (Bugün Rivne) şehirlerini aldı. Ayrıca Rus ordusu, Polonya Livonyası'na girdi ve Ludza ve Rezekne kasabalarını aldı. 1655 yılının başında Janusz Radziwiłł, Orsha'yı Ruslardan geri aldı ve 3 ay süreyle Mohylew (Mogilev, bugün Mahilyov) şehrini kuşattıysa da alamadı. Ocak ayında Rus komutan Vasil Borisoviç Sheremetyev, kendisiyle birlik olan Polonya Kazakları atamanı Bogdan Hmelnitski'yle birlikte Kırım Tatarları'yla ortak hareket eden Polonya ordusunu Akhmatov'da izlemeye aldıysa da Polonya ordusu Zhashkov kasbasında aniden Rus ordusuna saldırıp onları beklenmedik bir yenilgiye uğrattı. Bu yenilgi üzerine Rus çarı Aleksey, Yakov Cherkassky komutasında büyük bir orduyu Litvanya'ya yolladı. Litvanya ordusu çok az direnme gösterdi ve 3 Temmuz'da Minsk Ruslar'ın eline geçti. Polonya-Litvanya Birliği'nin ikinci büyük şehri ve Litvanya Büyükdüklüğü'nün merkezi 31 Temmuz'da Ruslar'ın eline geçti. Bunu Ağustos ayında Kovno (Kaunas) ve Grodno (Hrodna)'nun Ağustos ayında düşüşü izledi. Ruslar ertesi yıl saldırılarını sürdürdü ve 3 Temmuz'da Minsk, 31 Temmuz'da Wilno (Vilnius) düştü. Bunu ertesi ay Kowno (Kovno) ve Grodno (Hrodna)'nun düşüşü izledi. Güneyden girişilen saldırılar sonucu Pinsk, Slonim, Kleck (Kletsk) Haziaran ayından önce düştü. 17 Haziran'da Velizh (Bugün Rusya'da) ve Eylül ayının başında Lublin düştü ve Lwów (bugün Lviv) kuşatıldı. Böylece Litvanya'ya bağlı bütün yerler Ruslar'ın eline düşmüş oldu. Prens Volkonsky komutasındaki Rus ordusu Kiev'den hareketle Dinyeper ve Pripyat ırmaklarını geçti ve Litvanya ordusunu yenerek Pinsk'e girdi. Trubetskoy komutasındaki ordu Slonim ve Kleck'e girdi ve Sheremetyev komutasındaki Rus ordusu da 17 Haziarn'da Velizh (Bugün Rusya'da)'i ele geçirdi. Bir Litvanya garnizonu Stary Bykhov'da Kazaklar'a karşı direniyordu. Sheremetyev ve Hmelnitski komutasındaki birleşik Rus-Kazak ordusu Galiçya'daki Gródek Jagielloński (Bugün Ukrayna'da Horodok) savaşında Stanisław Potocki komutasındaki Polonya-Litvanya ordusunu yenilgiye uğrattı. Ayrıca Jan Paweł Sapieha komutasındaki diğer bir Polonya ordusunun Brześć nad Bugiem (Bugün Brest) yakınlarında yenilmesiyle Lublin Eylül'de Rusların eline geçti ve Lwow şehir Ruslarca kuşatıldı. Lwow kısa bir süre sonra İsveçlilere teslim oldu. Ruslar'ın bu başarısı Polonya'nın İsveç Kralı 10. Karl tarafından istilasına (İngilizcesi The Deluge) yol açtı. Rus Dışişleri Bakanı Afanasy Ordin-Nashchokin, Polonyalıların ateşkes önerini kabul etti ve 2 Kasım 1655'te ateşkes ilan edildi. Bu arada 1617'de imzalanan ve İsveç yararına olan düzenlemelerin yer aldığı Stolbovo Anlaşması'nı kendi lehine düzenlemek isteyen Rusya'nın 1656 yazında İsveç İngria'sındaki Nöteborg (Bugün Rusya'da Shlisselburg) ve Nyenskans (Fincesi Nevanlinna, bugün Sankt Petersburg) kasabalarını ele geçirmesiyle Rus-İsveç Savaşı'na yol açtı. Ruslar Polonya-Litvanya'dan Dyneburg (Bugün Letonya'da Daugavpils) ve İsveç'ten Kokenhuza (Bugün Kokneze) kasabalarını alarak İsveç'in ikinci büyük kenti ve İsveç Livonyası'nın merkezi Riga'yı kuşatması ve Dorpat (Tartu)'nın Ekim ayında düşmesine karşın İsveçliler güçlerini toparladılar ve İngria'da kaybettikleri yerleri geri aldılar. Daha sonra karşı saldırıya geçerek Petseri (Bugün Pechory)'yi ele geçirdiler. Ruslar bunun üzerine 28 Aralık 1658'de imzalanan Vallisaari Anlaşması'yla Rusya; ele geçirdiği Koknese, Aluksne, Dorpat ve Syrensk (Bugün Vaksnarva) kasabalarını elinde tuttu. Ancak Polonya'nın karşı saldırıya geçmesi yüzünden İsveç'in yeniden saldırmasından endişelenen Rus Çarı Aleksey, 1661'de imzalanan Kardis Anlaşması'yla aldığı yerleri geri verdi. Polonya Kralı 2. Jan Kazimierz Vaza'nın politikalarından hoşnut olmayan Poznan valisi Krzysztof Opaliński ve Büyük Polonya valisi Bogusław Leszczyński Ujście (Almancası Usch)'de İsveç Kralı'na teslim oldu ve ülkenin batısının büyük bölümü İsveç'in eline geçti. Varşova 29 Ağustos'ta düştü. Başkent Krakov 18 günlük kuşatmanın ardından 13 Ekim'de İsveçlilerin eline geçti. Bunun üzerine 2. Jan, Avusturya'nın elindeki Silezya bölgesine kaçtı. Savaşın gidişini değiştiren olay, İsveçlilerin başarısız olduğu Częstochowa'daki Jasna Góra kuşatması oldu. Bunu üzerine İsveçlilere karşı Tyszowce Konfederasyonu kuruldu. Bir ara Lwow'a kadar ilerleyen 10. Karl, Rusya'nın saldırısı üzerine Galiçya bölgesinden çekildi. Polonyalılar, 30 Haziran 1656'daki savaşla Varşova'yı geri aldılarsa da 1526'dan beri Prusya Düklüğü'nün elinde tutan Brandendurg Krallığı'nın en büyük amacı, düklüğü Polonya'nın vesayetinden kurtarmaktı. Bu amaçla Brandenburg Kralı Friedrich Wilhelm, 10. Karl'la 23 Temmuz'da Marienburg (Bugün Malbork) Anlşaması'yla ittifak kurdu. Bu ittifak 23 Kasım'da imzalanan Labibau (Bugün Polessk) Anlaşması'yla kuvvetlendirildi. Bu anlaşmayla İsveç, Polonya'ya bağlı Krallık Prusyası ve Warmia'yla ilgili hak iddiasından Brandenburg lehine vazgeçti. Birleşik İsveç-Brandenburg ordusu, 3 gün süren savaş sonucu 20 Temmuz 1656'da Varşova'yı yeniden ele geçirdi. Bu arada 2. Jan geri döndü ve Lwow'da yeniden taç giydi. Bu arada Ruslar'ın Polonyalılar'la ateşkes imzalamasını kendisine ihanet olarak değerlendiren Bodgan Hmelnitski, İsveç'le ittifak kurmak için girişimlerde bulunduğu sırada 1657'de öldü. Yerine Ukrayna Atamanı seçilen Ivan Vyhovsky, Polonya-Litvanya'yla ittifak kurunca Rusya'yla ateşkes bozuldu. Bu arada Polonyalılar, bazı yenilgilere karşı İsveç-Brandenburg ordularını 1657'de ülkeden attılar. Bu arada Branderburg'u İsveç'ten koparmak isteyen 2. Jan, 19 Eylül 1657'de imzalanan Wehlau (Bugün Znamensk) Anlaşması'yla Düklük Prusya üzerindeki egemenlik hakkından vazgeçti. Bu anlaşma 6 Kasım 1657'de imzalanan Bydgoszcz (Almancası Bromberg) ve 1660'da imzalanan Oliva Anlaşmaları'yla gözden geçirilerek onaylandı. Bu arada Polonyalı komutan Jan Paweł Sapieha, Prens Yuri Dolgurokov'un elindeki Wilno'yu ablukayı 11 Ekim 1658'e kadar sürdürdü ancak kenti alamadı. Ataman Vyhovsky, Haziran 1659'da Kijow'u General Sheremetyev'in almaya çalıştıysa da başaramadı. Ancak Kırım Tatarları'yla ittifak kurarak 29 Haziaran 1659'da Prens Aleksey Trubetskoy'u yenerek Konotop'u aldı. Buna karşın Sheremetyev'e karşı Ağustos 1659'da yaptığı Chyhyryn (Türkçe Çehrin) savaşını kaybederek Polonya'ya kaçtı. Bu olay üzerine Yuri Hmelnitski yeni ataman seçildi. Stepan Czarniecki komutasındaki ordu Polonka Savaşı'yla Beyaz Rusya'nın batısını geri aldı. Hmelnitski, Jerzy Sebastian Lubomirski'yle birleşerek Rus ordusunu Słobodyszcze'de (Slobodyshche) yenerek onları Beyaz Rusya'dan attı. Potocki ve Lubomirski komutasındaki Polonya ordusu Rus ordusunu Cudnów (Bugün Chudniv)'da yenerek Rus komutan Sheremetyev'i esir aldılar. 1661'de Vilnius'tan başlayarak Litvanya şehirleri teker teker Ruslardan geri alındı. Doğu Ukrayna, Glukhov dışında savaşsız Polonya tarafından işgal edildi ve Rus ordusu 1664'te Wiciebsk'te (Vitebsk) yenildi. Ancak Lubomirski'nin isyanı Polonya-Litvanya'y
ı 1667'de imzalanan Andruszow (Andrusovo) Anlaşması'yla Smolensk ve Kijow dahil Doğu Ukrayna'yı Rusya'ya bırakmaya zorladı. 1700-1721 arasında yapılan Büyük Kuzey Savaşı'nda Beyaz Rusya, 1702'de Stanisław Leszczyński'yi Polonya tahtına geçirmek isteyen İsveç Kralı XII. Karl tarafından işgal edildi. Bu işgalden İsveç ordusunun Rus Çarı 1. Petro'ya yenildiği 1709'daki Poltava Savaşı'yla kurtulsa da bölge harabeye döndü ve Leszczyński, 5 sene hüküm sürdükten sonra aynı zamanda Saksonya Kralı olan 2. Augustus'a tahtını kaptırdı. Stanisław Leszczyński, Fransa'nın desteğiyle 2. Augustus'un ölümünden sonra yeniden tahta geçti. Ancak, 3. Augustus'u tahta geçirmek isteyen Rusya, Polonya-Litvanya'ya girerek Polonya Veraset Savaşı'nı başlattı. 5 yıl süren savaş sırasında ülke bölge yeniden harap oldu ve savaş Leszczyński'nin 1736'da Polonya tahtından vazgeçip Lorraine-Bar dükü olmasıyla sona erdi. Polonya'daki Rus nüfuzunu kırmak isteyen soyluların 1768'de başlattıkları reform çabaları Rusya tarafından 1772'de bastırıldı. Bundan sonra Polonya'nın Rusya, Prusya ve Avusturya arasındaki paylaşımlarla 1772'de Beyaz Rusya'nın doğusu, 1793'te ülkenin merkezi ve 1795'te batı kesimi Rusya'nın eline geçti. 1812'de kısa süreyle Napolyon komutasındaki Fransızların işgaline uğrayan ve harabeye dönen ülke şu illere ayrıldı: 1. Dünya Savaşı'nda Alman işgaline uğrayan ülkede, 25 Mart 1918'de Alman güdümündeki Beyaz Rusya Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Alman orduları 1. Dünya Savaşı'nda yenilip çekilmek zorunda kalınca, Brest Litovsk Anlaşması'nı geçersiz ilan edip Rusya'nın 1915-1918 arasında kaybettiği bölgeleri geri almak isteyen SSCB'nin saldırısıyla ülkenin doğusu 1919'un başında SSCB'nin güdümündeki Beyaz Rusya Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti'nin eline geçmiştir. Sovyet'lerin elindeki bölge yine Litvanya'nın Sovyet işgalinde bölümüyle 17 Şubat 1919'da birleşip başkenti Vilnius olan Litvanya Beyaz Rusya Sovyet Cumhuriyeti'ne (Kısaca Litbel) dönüştü. Polonya'nın bağımsızlığı 1918'de Lenin tarafından onaylandı. Ancak Çarlık döneminde Rusya ile sorunları olan Polonya Rusya'da çıkan iç savaşta fırsattan istifade edip toprak kazanabilmek için saldırıya geçti. Polonya 2 Şubat 1919'da Beyaz Rusya'ya saldırdı. Wołkowysk (Volkovysk)-Kobryn- Prużany (Pruzhany) hattına ulaşan Polonya ordusu Sovyet ordularıyla 14 Şubat 1919'da Maniewicze (Manevychi) ve Bereza Kartuska (Biaroza)'da karşı karşıya gelince Polonya Sovyet Savaşı başlamış oldu. Başlangıçta saldırıya geçen ve 2 Mart'ta Slonim, 5 Mart'ta Pinsk, 17 Nisan'da Lida, 18 Nisan'da Nowogródek and Baranowicze (Baranovichi), 21 Nisan'da Wilno (Vilnius), 28 Nisan'da Grodno (Ay başında Sovyetlerin eline geçmişti), 4 Temmuz'da Mołodeczno (Molodecho) ve 10 Temmuz'da Łuniniec (Luninets)'i zapteden Polonya ordusu Litbel'in Vilnius'un düşmesi nedeniyle başkent yaptığı Minsk'e 8 Ağustos'ta girdi. Bunun üzerine merkezini Smolensk'e taşıyan Litbel 25 Ağustos'ta feshedildi. İlerlemesini sürdüren Polonya 20 Ağustos'ta Borysów (Borisov)'u ele geçirerek Berezina Irmağı'na ulaştı ve 29 Ağustos'ta Bobrujsk (Bobruysk)'u ele geçirdi. Borisov ve Bobruysk Eylül ayında Sovyetlerce geri alınsa da 1 Ekim'de Bobruysk ve 11 Ekim'de Borisov'u Polonya geri aldı. Polonya, 1920 Ukrayna'da Sovyetlere karşı savaşan Symon Petlura'yla ittifak kurdu ve 5 Mart'ta Mozyr ve Polotsk kentlerini alarak Beyaz Rusya'nın işgalini tamamladı ve 5 Mayıs'ta Kiev'e girdi. 15 Mayıs'ta Tuhaçevski ve Yegorov'u komutanlığa atayan Sovyetlerin karşı taarruzu başladı. 29 Mayıs'a kadar Batı Dvina ve Berezina nehirleri arası bölgeyi ve 13 Haziran'da Kiev'i geri alan ve 24 Mayıs'ta Auta Irmağına kadar ilerleyen Kızıl Ordu, 4 Temmuz'da başlattığı saldırıyla Beyaz Rusya'yı geri alarak Polonya'ya girdi ve Varşova'yı 12 Ağustos'ta kuşattı. Buna karşın Semyon Budyonny'nin 19 Temmuz'da kuşattığı Lwów (Lviv)'u düşürememesi nedeniyle Tuahçevski ve Yegorov'a yardım edememesi, ayrıca Fransa ve İngiltere'den alınan askeri yardımlar sayesinde 18 Ağustos'ta karşı saldırıya geçen Polonya, 20 Ağustos'ta Bug ve 25 Ağustos'ta Neman nehirlerine ulaştı. 25 Ağustos'ta kuşatmayı kaldıran Polonya 22 Ağustos'ta Bialystok'u geri alarak yeniden Beyaz Rusya'ya girdi. 15 Eylül-25 Eylül arasında süren savaşta Kızıl Ordu'yu yenen Polonyalılar Beyaz Rusya'nın batısını yeniden ele geçirdiler ve 18 Ekim'de Minsk'e girerek Tarnopol (Bugün Ternopil)-Dubno-Minsk-Drisa hattına ulaştılar. Aynı tarihte İngiltere ve Fransa'nın arabuluculuğuyla ateşkeş imzalandı. Bu arada Lucjan Żeligowski, Kızıl Ordu'nun geri çekilirken 26 Ağustos'ta Litvanya'ya bıraktığı Wilno (Vilnius)'yu 12 Ekim'de ele geçirip 2 yıl sonra Polonya'ya katılacak olan Orta Litvanya Cumhuriyeti'ni ilan etti. Polonya ve SSCB uzun görüşmelerden sonra 18 Mart 1921'de imzalanan Riga Anlaşması'yla Beyaz Rusya'nın batısı Polonya'ya verildi. Ülkenin geri kalanıda SSCB'ye bağlı bir cumhuriyet oldu. Polonya'nın elindeki Batı Beyaz Rusya, merkezi Brześć Litewski (Bugün Brest) olan Polesiye, Bialystok, Nowogródek (Navahrudak) ve Wilno illerine bölündü. Bu dönemde Beyaz Rus azınlığa genel olarak karşı baskıcı politka uygulandı. 1939'daki Almanya'nın Polonya'yı istilasını takiben gizli Molotov-Ribbentrop Anlaşması uyarınca 17 Eylül'de savunmasız kalan Polonya'nın doğu sınırına giriş yapan Kızıl Ordu, bölgeyi Beyaz Rusya'ya kattı ve bu topraklarda Belostok (Bialystok), Grodno, Baranovichi (2 Kasım 1939-4 Aralık 1939 arası Novogrudok) ve Molodechno (2 Kasım 1939-26 Temmuz 1941 ve 3 Temmuz 1944-20 Eylül 1944 arası Vileyka) oblastlarını kurdu. Ama 1941 Haziran'ında Almanya'nın saldırısına uğrayan ve 1 ay içinde işgal edilen Beyaz Rusya, merkezi Königsberg (Kaliningrad) olan Bialystok (1941 Kasım'da başkenti Reichskommissariat Ostland'ndan alınan ve 1942-1944 arası Garten adını taşıyan Grodno buraya bağlıydı) ilçesi hariç, Reichskommissariat Ostland (Doğu Bölgesi Komiserliği)'a bağlandı. 3 yıllık işgalden 1944 Temmuz'un sonunda büyük yıkıntıyla kurtulan Beyaz Rusya, 1945'te Polonya'ya geri verilen Belostok civarı haricinde Batı Beyaz Rusya'yı topraklarına kattı. 1991'de Belarus bağımsızlığını ilan etmiştir. Belarus'un başkenti Minsk'te Bağımsız Devletler Topluluğu kurulmuştur. Türkiye; Belarus'u tanıyan ilk ülke olmuştur. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla Minsk Antlaşmasını imzalayan Stanislav Shushkevich liderliğinde önceleri lideral bir politika izleyen Belarus 1990'lı yılların ilk yarısında herhangi bir ekonomik gelişme kaydedemediği gibi halkın gelir seviyesi hızla düştü. 1994 yılında iktidara gelen Aleksandr Lukaşenko ilk olarak Mart 1994'te eski Sovyet anayasasının dönemin koşullarına uyarlanmış haliyle kabul edilmesini sağladı. Sovyet dönemindeki devlet arması ve bayrağı biraz değiştirilerek yeniden Belarus arması ve bayrağı olarak kabul edildi. Sovyet dönemindeki kazanımlar ve sosyal güvenceler yeniden yürürlüğe girdi. 2000'li yıllardaki toparlanma Belarus devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko'ya daha da güç kazandırdı. Bu gelişmeler ve ülkenin Rusya'ya daha yakın bir politika izlemesi batı tarafından tepki görmesine sebep oldu. Buna rağmen ülkede en etkili siyasi güçler Aleksandr Lukaşenko ve Komünist Parti olarak dikkat çekti. Nitekim 2016 Belarus parlamento seçimlerinde bağımsız aday Lukaşenko ve Komünist Parti galip geldi. Beyaz Rusya'nın denize kıyısı yoktur; toprakları gayet düz ve birçok geniş bataklık arazileri bulunmaktadır. 2005'te Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir tahmine göre, Beyaz Rusya'nın %40'ı ormandan ibarettir. Beyaz Rusya'da birçok dere ve 11.000 adet göl bulunmaktadır. Üç tane büyük nehir, ülkenin topraklarından geçmektedir: Neman, Pripyat ve Dinyeper. Neman, batıya doğru Baltık Denizi'ne, Pripyat doğuya doğru Dinyeper'e ve Dinyeper ise, güneye doğru Karadeniz'e akmaktadır. Beyaz Rusya'nın en yüksek noktası, 345 metre yükseklikteki Dzyarjınskaya Hara (Dzyarjınsk Tepesi), en alçak noktası ise Neman Nehri'nde bulunan 90 metre yükseklikte olan bir noktadır. Beyaz Rusya'nın ortalama rakımı, deniz seviyesi üstünde 160 metredir. Ocak ayındaki ortalama ısı derecesi -6°C olmasıyla birlikte ülkenin kışları sert; yazda ise ortalama derece 18 °C ve genellikle serin ve nemlidir. Beyaz Rusya'nın senevi -"yıllık"- ortalama yağış oranı 550 milimetreden 700 milimetreye dağılır. 6. ve 8. yüzyıllar arası şu anki Ukrayna ve Polonya taraflarından gelen Beyaz Ruslar'ın ataları olan İslav kavimler, bu topraklara yerleşti ve daha önce burada yaşayan Fin-Ugor ve Baltik kökenli bazı kavimleri zamanla slavlaştırdılar. 19. yüzyıla kadar Beyaz Rusya adında bir ülke ya da yönetim yoktu. Rusya, Batı ülkeleriyle kendi arasında tampon amaçlı Beyaz Rusya yönetimini kurdu. SSCB'nin dağılmasıyla da bağımsız oldu. Belarus, Rusya'nın en yakın müttefikidir. Beyaz Rusya'nın toplam nüfusun %81,2'si etnik Beyaz Ruslardan oluşur. Bundan sonraki en büyük etnik gruplar Ruslar (%11,4), Polonyalılar (%3,9) ve Ukraynalılar (%2,4). Beyaz Rusya'nın iki resmî dili Rusça ve Beyaz Rusça. Rusça, nüfusun %72'si tarafından konuşulup ülkenin en yaygın dili; Beyaz Rusça ise sadece nüfusun %19,2'si tarafından konuşulur. Lehçe, Ukraynaca ve Yidiş'in doğu lehçesi azınlıklarca konuşulur. Beyaz Rusya'nın nüfus yoğunluğu kilometre kare başına 50; toplam nüfusun %71,7'si kentsel alanlarda ikâmet eder. Beyaz Rusya'da yaşayan 9.724.700 kişinin 1.741.400'ü, ülkenin başkenti ve en büyük şehri olan Minsk'te yaşamaktadır. 481.000 kişilik nüfusuyla Gomel, ülkenin en büyük ikinci şehri ve Homel Voblastı'nın merkezidir. Ülkenin diğer büyük şehirleri Mogilev (365.100), Vitebsk (324.400), Grodno (314.800) ve Brest (298.300). Birçok diğer Avrupa ülkesi gibi Beyaz Rusya'nın eksi nüfus artışı ve doğal büyüme oranı vardır. 2007'de Beyaz Rusya'nın nüfusu %0,41'lik düşüşe uğramış ve doğurganlık oranı 1,22 olup yerleştirme oranından çok daha düşüktü. 2007 itibarıyla Beyaz Rusya nüfusun %69,7'si 14-64 yaş aralığındadır; %16'sı 14 yaşından daha genç ve %14,6 65'ten daha yaşlı. Nüfusu da yaşlanıyor: günümüzün medyan yaşı 37 olmasına rağmen, tahminlere göre 2050'de Beyaz Rusyalı
ların medyan yaş grubu 55 ve 65 arası olacaktır. Beyaz Rusya'da her kadına göre 0,88 erkek vardır. Ortalama beklenen yaşam süresi 68,7 yıl (erkekler için 63,0; kadınlar için 74,9). Beyaz Rusyalıların %99'undan daha fazlası okuma yazmayı biliyorlar. Tarihî olarak Beyaz Rusya çeşitli dinlere dayanmıştır, özellikle Ortodoks, Katoliklik ve Protestanlığın bir sürü mezhebi. Büyük azınlıklar da Yahudiliği ve diğer dinleri izlemektedir. American Field Service AFS (American Field Service), 1947 yılında faaliyete geçmiş olan uluslararası öğrenci değişim programıdır. Değişim genelde lise çağındaki öğrenciler içindir. Servisi ilk olarak, 1915 yılında Harvard Üniversitesi'ndeki bir ekonomi profesörü, gönüllü ambulans hizmetleri vermek için kurmuştur. 1946 yılında, 10 ülkeden öğrencinin Amerika'da bir süre eğitime çağırılmasıyla başlayan süreçte servis, bir uluslararası değişim programına dönüşmüştür. AFS programlarını Türkiye'de Türk Kültür Vakfı yürütmektedir. 1999 yılında AFS öğrencileri AFSGD'yi (AFS Gönüllüleri Derneği) kurmuşlardır. AFSGD AFS Gönüllüleri Derneği (AFSGD) 26 Şubat 1999'da Türkiye'de kurulmuş sivil toplum kuruluşudur. Derneğe üye olmak için AFS öğrencisi olmak gerekmemektedir. Dernek Misyonu “Biz AFS Gönüllüleri, daha eşit ve barış dolu bir dünya için kültürlerarası etkileşim olanakları yaratırız. Farklılıklara saygı ve birlikte yaşama bilincini güçlendirmeye gönül veren herkese, dayanışma içinde çalışabilecekleri bir çatı sağlarız.” Dernek misyonumuz, AFS misyonunu temel alan, onu günümüz toplum koşulları çerçevesinde geliştiren temel varoluş nedenimizdir. Derneğimizin yapacağı tüm çalışmalar dernek misyonuna uygun olmak zorundadır. 2020 Vizyonu “Kültürlerarası etkileşim alanında Türkiye’nin yaygın, kapsayıcı, öncü sivil toplum kuruluşu olmaktır.” olarak belirlenmiştir. Temel Değerleri AFS Gönüllüleri, tüm iç işleyişini ve yürüttüğü program ve projeleri, aşağıdaki 4 temel değer üzerine kurar: Barış: AFS Gönüllüleri, misyonları doğrultusunda dünyada, toplumda ve kurum içinde barış ve uzlaşma anlayışı ile ve dayanışma içinde çalışır. Eşitlik: AFS Gönüllüleri, gerek üyeleri, gerekse proje ve program katılımcılarının sosyal, kültürel ve ekonomik durumlarına, toplumsal ve kurumsal hiyerarşik konumlarına bakmaksızın eşit oldukları bilinci ile çalışır, dezavantajlı gruplara destek olur, içeride ve dışarıda fırsat eşitliği sağlar. Saygı: AFS Gönüllüleri, etnik köken, cinsiyet ve cinsel yönelim, siyasi görüş, inanç, engel durumu gözetmeksizin tüm bireylere karşı saygı anlayışı çerçevesinde çalışır. AFS Gönüllüleri farklılıkları tolere etmez, onları oldukları gibi kabul eder ve saygı duyar. Bilgi ve çalışma, saygıyı yaratan temel öğelerdir. Profesyonel Gönüllülük: AFS Gönüllüleri, misyonlarının verdiği ağır sorumluluk ile profesyonel bir anlayış içerisinde çalışır. Bireysel ve kurumsal eğitim ve gelişimin öneminin bilinci ile şeffaf, sorumluluk alan, hesap verebilen, mükemmeliyetçi bir gönüllülük anlayışına sahiptir. Gençlik kampları düzenlemek, eğitim seminerleri düzenlemek, gönüllülük bilincini ve dayanışmasını geliştirici forumlar, spor müsabakaları, geziler ve diğer sosyal aktiviteleri organize etmektir. AFS Gönüllüleri Derneği'nin Ankara Şubesi'nin ilk genel kurul toplantısı 28 Kasım 2004 günü Türk Amerikan Derneği, Reşat Aktan Salonu'nda yapılmıştır. Derneğin İstanbul şubesi 17 Kasım 2007 de faaliyete başlamıştır. 1 Nisan 2007 tarihinde ise ilk genel kurulu İstanbul Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsünde yapılmıştır. Amine Amine (Arapça آمنة بنت وهب , okunuşu Amine bint Vehb), İslam peygamberi Muhammed'in annesi. Kocası Abdullah bin Abdulmuttalib'i hamileliği sırasında kaybetti. Muhammed'in doğumundan altı yıl sonra, 577 yılında, kocasının mezarı ve yakınlarını ziyaret için gittiği Medine'den dönerken Ebva'da öldü ve oraya gömüldü. Muhammed'in annesi olduğu için İslam edebiyatında önemli bir yer taşır. Hadislerde pagan olduğu rivayet edilir. Ancak bu hadislerin doğruluğu tartışılır. Çünkü temel hadisler yüzyıllar içinde bozulabilir, tahrif edilebilir. Bazı kaynaklara göre ise Amine Haniftir. Abdullah Abdullah, Allahın kulu anlamına gelen Arapça kökenli bir isimdir. Abdullah sözcüğüyle aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Irak (anlam ayrımı) Bayındır, İzmir Bayındır, İzmir'in 78 km doğusunda bir ilçedir. Bu yerleşim yeri, Kral Yolu üzerinde bulunan Efes-Sard arasındaki önemli noktalardan birisidir. Şimdiki Ergenli köyünün kuzeyinde Bayındır Kalesi diye bilinen yıkık kale kalıntılarının çevresinin ilk yerleşim yerleri olduğu saptanmıştır. Araştırmalar; yörede sırasıyla MÖ 2000'de Hititlerin, 700'de Frigya ve Lidyalıların, 300'de Roma İmparatorluğu'nun, 395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması üzerine Doğu Romanın, 1084 yılından sonra Selçukluların, 1308-1425 yılında Aydınoğulları'nın ve 1425'ten itibaren de Osmanlıların egemenliğinde olduğunu ortaya koymaktadır. Nüfusu 2015 yılı itibarı ile 42000dir. Verimli toprak özelliğinden dolayı genellikle çiftçilikle uğraşılır. Zengin meyve çeşitleri ve zeytinlikleri vardır. Sanayileşmenin hiç gelişmediği Tire ve Ödemiş ilçeleri arasinda Çiçeğin Kenti olarak bilinen Bayındır ilçesinin en büyük sorunlari arasında genç nüfusunun azalmasindan dolayi ciceklik sektoru basta olmak uzere isci sıkıntısı çekmektedir Osmanlı İmparatorluğunun ilk Darphanesi Bayındır bölgesinde kurulmuştur. İlçe'de her yıl Nisan ayının son haftası, Mayıs ayının ilk haftası çiçek festivali düzenlenir. Bayındırın ekonomik yapısı temelde tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Verimli toprakları ile İzmir'in gıda deposu konumundadır. Süs bitkisi yetiştiriciliği önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Ege'nin büyük bir bölümünde olduğu gibi Bayındır'da da zeytincilik önemli geçim kaynakları arasındadır. Zengin meyve çeşitleri ve zeytinlikleri vardır. İlçe ekonomisinin tarımsal zenginliği sanayisinin gelişmesine temel oluşturamamış, küçük sanayi işletmelerinin dışında bu güne kadar birkaç fabrika kurulabilmiştir. İlçede bir tanesi anonim şirket olmak üzere 16 şirket faaliyet göstermektedir. İlçede zeytinyağı fabrikaları da mevcuttur. Ayrıca çiftçiler ilçede bulunan Tariş'e ürünlerini satabilmektedirler. İlçede tarım, gün geçtikçe hayvancılığa doğru kaymıştır. Köylerde yapılan tarımın önemli bir bölümünü silajlık mısır tarımı oluşturmaktadır. İlçede küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık da mevcuttur. İlçede turizm gelirleri fazla olmamakla birlikte, turizm keşfedilmeyi bekleyen bir potansiyeldir. İzmir(Basmane)-Torbalı-Bayındır-Tire-Ödemiş trenleri ile günde 11 defa karşılıklı düzenlenen 75 dk süren tren seferleri ile ulaşılabilmektedir. Ayrıca İzmir, Tire ve Ödemiş otogarlarından minibüs seferleri de mevcuttur. Zeytinin ve zeytin yağının cenneti. Beldenin 1 km yakınından akan Falaka Çayına baraj yapımı tamamlandığında belde için çok önemli ekonomik kalkınma sağlanacaktır. Kuraklıktan dolayı azalan yeraltı suları, tarım ile geçinen halk için sıkıntıların en başındadır. Zeytinova barajının planlandığı ancak bir türlü yapımına başlanamadığından dolayı da sıkıntılar devam etmektedir. Tarım ve hayvancılık yoğun olarak yapılmaktadır. Bayındırın diğer bölgelerinde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı önemlidir. Canlı beldesi 1995 seçimlerinden sonra belediye olmuştur. Ören (Kızılkeçili'nin kuzeyindeki bu köy 14 Nisan 1955 yılında Turgutlu'ya bağlanmıştır.) Bkz: Örenköy, Turgutlu Fatih Terim Fatih Terim (d. 4 Eylül 1953; Adana), Türk teknik direktör ve defans mevkiinde oynamış eski millî futbolcudur. Türkiye'de "İmparator", İtalya'da "Grande" olarak da adlandırılır. Süper Lig ekiplerinden, Galatasaray'ın teknik direktörüdür. Babası Kıbrıs Türkü olan Terim 4 Eylül 1953 yılında Gökseliye'de dünyaya geldi. Futbola Ceyhanspor'da başladı. Türkiye 2. Ligi'nde şampiyon olarak 1.Lige geçen Adana Demirspor'da sergilediği oyun ile ilgi çekti ve bir sonraki sezon Galatasaray'a transfer oldu. 1985'te futbola veda edene kadar Galatasaray'da futbol oynayan Terim Galatasaray'da takım kaptanlığını da üstlendi. Galatasaray formasıyla 327 maç oynadı. 7 Kez U-19, 10 kez Ümit Milli ve 51 kez de A Milli olmak üzere toplam 68 kez Türkiye millî futbol takımı forması giyen Fatih Terim, bu maçlarda 2 gole imzasını atmıştır. Ayrıca aralıksız 51 kez A millî takım forması giydi. Eylül 1987'de MKE Ankaragücü'nden ayrılan eski Galatasaray teknik direktörü Brian Birch'in yerine Fatih Terim getirildi ve Terim böylece teknik direktörlük kariyerine başlamış oldu. 27 Eylül 1987'de Zonguldakspor karşısında kariyerinin ilk antrenörlük maçına çıtı ve takım sahadan 1-0'lık galibiyetle ayrıldı. İlk sezonunda kümede kalma mücadelesi veren takım kümede kaldı ve ilk sezonunda ligi 13. sırada bitirdi. Öte yandan Türkiye Kupası'nda Ankaragücü dördüncü turda Galatasaray'ı iki maçta da yenerek önce çeyrek sonra da yarı finale çıktı ve o sene kupayı kazanan Samsunspor'a deplasman golü kuralı ile elendi. Bu performans sonrası Terim, 1988-89 sezonunda da Ankaragücü'nde kaldı. Başarılı bir sezon geçiren takımı ligi altıncı sırada bitirdi. Sene sonunda ise takımdan ayrıldı. 1989-90 sezonunda 2. Lig takımı Göztepe'yi kısa bir süre çalıştırdı. Göztepe ilk maçında İnegölspor karşısında 4-1'lik galibiyet aldı. Terim yönetimindeki takım ilk 9 maçında 8 galibiyet 1 beraberlik aldı. Şubat ayında Türkiye millî futbol takımının yeni antrenör kadrosuna dahil edilmesine rağmen Göztepe'deki görevine devam edeceğini açıkladı. Buna rağmen 4 Nisan 1990'da millî takımdaki görevine odaklanmak için Göztepe'den istifasını açıkladı. Göztepe, şampiyonluk yarışından kopmasa da grubunu ikinci bitirerek 1. Lig'e yükselemedi. Terim, Göztepe'de teknik adamlığını sürdürürken bir yandan da Şubat 1990'da Türkiye millî futbol takımında Sepp Piontek'in yardımcılığını yapmaya başladı. Bir yandan da Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımını çalıştırmaya başladı. 25 Nisan 1990'da Romanya ile 2-2 berabere kaldıkları maçla ilk kez ümit millî takımın başında sahaya çıktı. Bu maçta daha sonra yıllarca takımlarında oynatacağı Hakan Şükür'e i
lk kez U-21 forması giydirdi. 1994 U-21 Şampiyonası ön elemelerinde Ümit Milliler, İngiltere ve Hollanda'yı geride bırakmalarına rağmen Polonya'nın bir puan gerisinde kalıp turnuvaya katılamadılar. Fatih Terim, A millî takımın başına geçtiği için son iki maçta takımın başında yer alamadı. 1991'de Terim, Akdeniz Oyunları'nda Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımının başında yer aldı. Grubu averajla lider bitiren takım, yarı finalde de Fas'ı yenerek finale çıktı ancak finalde Yunanistan'a yenilerek gümüş madalyayı kazandı. Haziran 1993'te düzenlenen Akdeniz Oyunları'na katılan Olimpik millî takımın başında da Fatih Terim bulunmaktaydı. Daha sonra Galatasaray'da beraber çalışacağı ve kupalar kazanacağı Hakan Şükür, Arif Erdem, Tugay Kerimoğlu, Ergün Penbe'nin yanı sıra Sergen Yalçın, Emre Aşık, Alpay Özalan gibi o dönem daha yıldız olmamış genç isimleri kadroya dahil etti. Türkiye, Zinedine Zidane'lı Fransa'nın olduğu grubu birinci bitirdi ve yarı finalde bir kez daha eşleştiği Fransa'yı 1-0 yenerek finale çıktı. Finalde de Cezayir'i yenerek, altın madalyayı kazandı. Bu başarı Fatih Terim'in kariyerindeki ilk kupa başarısı oldu. Temmuz 1993'te Sepp Piontek'ten boşalan Türkiye millî futbol takımının başına Fatih Terim geçti. 1994 FIFA Dünya Kupası elemelerinde son iki haftaya 3 puanla giren takımla çıktığı ilk maçta Polonya'yı 2-1 mağlup ederek puanı önce 5'e yükseltti, sonra da Norveç'i yenerek başarısız geçen bir eleme dönemini güzel noktaladı. Bu maçlarda genel olarak Akdeniz Oyunları'nda altın madalya alan genç kadroyu kullandı. Terim asıl başarısını 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde gösterdi. 8 eleme maçında 15 puan alan takım, İsviçre'nin iki puan gerisinde kalmasına rağmen 2. olarak 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'na katılma hakkı kazandı. Türkiye, tarihinde ilk kez bu şampiyonaya katılırken, 1954'ten beri ilk kez millî takım uluslararası bir turnuvada temsil hakkı kazandı. Türkiye, D Grubu'nda Hırvatistan, Portekiz ve Danimarka'nın rakibi oldu. Türkiye ilk maçında başa baş mücadele ettiği Hırvatistan karşısında beraberliği son dakikalarda yediği golle koruyamadı ve sahadan 1-0 mağlup ayrıldı. Diğer maçlarda da Portekiz ve Hırvatistan karşısında etkisiz kalıp sırasıyla 0-1 ve 0-3'lük mağlubiyetler alarak turnuvaya gol atamadan ve puansız veda edince Fatih Terim aynı yıl Türkiye millî futbol takımından ayrıldı. Mayıs 1996'da Fatih Terim, Galatasaray'la yıllar sonra teknik direktör olarak anlaştı ve Avrupa Futbol Şampiyonası'nın bitmesi ile Galatasaray'ın başına resmi olarak geçti. Kadroya Rumen futbolcu Gheorghe Hagi'yi katan Galatasaray, sezona Almanya'da hazırlandı. Terim'in ilk resmî maçı 10 Ağustos 1996'da oynanan Vanspor maçı oldu. Maçı Galatasaray, Hagi'nin golleri ile 2-1 kazandı. Terim, ilk sezonunda Türkiye millî takımında beraber çalıştığı Rasim Kara'nın çalıştırdığı Beşiktaş ile şampiyonluk mücadelesi verdi. Çekişmeli geçen şampiyonluk mücadelesinde iki takım 30. hafta karşı karşıya geldi ve Hagi'nin 86. dakikadaki golüyle maç 1-1 berabere bitti. Böylece 5 puanlık fark kapanmadı ve Galatasaray geri kalan maçlarının hepsini kazanınca Terim kariyerinin ilk Türkiye ligi şampiyonluğunu kazandı. Sezon boyunca iki mağlubiyet alan Galatasaray'ın bu maçları Fenerbahçe derbileriydi. Ayrıca aynı sezon Mart ayında bir önceki seneden kalan Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını Fenerbahçe'yi 3-0 yenerek kazandı. Bu kupa Terim'in Galatasaray'daki ilk kupası olmuştu. İki ay sonra aynı kupayı, bu sefer Kocaelispor'u 2-1 yenerek takımıyla birlikte kaldırdı. 1997-98 sezonunda şampiyon kadroyu bozmayan Terim defansa deneyimli oyuncu Gheorghe Popescu ve genç yetenek Fatih Akyel'i monte etti. Ayrıca altyapıdan çıkan 17 yaşındaki Emre Belözoğlu'yu da ekibe dahil etti. Terim, lige iyi bir başlangıç yapamasa da Galatasaray'ı UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarına taşıdı. Galatasaray ilk yarıyı 6 puan geride 3. olarak bitirdi, 19. haftadan sonra ise yenilgi yaşamadı. 31. hafta Fenerbahçe'nin 2 puan önünde liderlik koltuğuna oturan takım, iki hafta sonra bir kez daha şampiyonluğunu ilan etti. Kadroda istikrar sağlayan ve başarıyı yakalayan Galatasaray'daki kaleci problemi de 1998-99 sezonu başında Claudio Taffarel'in takıma katılmasıyla çözüldü. Terim, ayrıca takıma Hasan Şaş'ı kazandırdı. Bir önceki sezon gibi Terim, yine takımını UEFA Şampiyonlar Ligi gruplarına taşıdı. Ligde ve kupada ise Beşiktaş ile mücadele ettiler. Galatasaray, 22. haftada liderlik koltuğuna oturdu ve sezon sonuna kadar bu unvanı korudu. Ayrıca rakibini Türkiye Kupası'nda da yenerek bu kupayı müzesine götürdü. 1999-2000 sezonu Terim'in Türkiye futbol tarihine geçtiği sezon oldu. Sezon her ne kadar Gaziantepspor yenilgisi ile başlamış olsa da Galatasaray bu maçtan sonra Mart ayına kadar ligde yenilmedi. Takım, devre arasına girildiğinde farkı 11 puana çıkarmıştı. Terim, Galatasaray'ı üst üste üçüncü kez Şampiyonlar Ligi gruplarına sokmayı başardı. Kötü bir başlangıça rağmen son iki maçını kazanan Galatasaray yoluna UEFA Kupası'nda devam etti. Bir yandan da Türkiye Kupası'nda adım adım hedefe ilerledi. Devre arasında Tugay Kerimoğlu'nu Rangers'a satan takımda Terim boşluğu Sergen Yalçın ile doldurdu. Çok başarılı geçen sezonda ligi önde götüren takım, UEFA Kupası'nda sırasıyla Bologna, Borussia Dortmund, Mallorca ve Leeds United'ı geçerek Avrupa kupalarında finale kalan ilk Türk takımı oldu. Galatasaray, önce 3 Mayıs'ta Antalyaspor'u uzatmalarda attığı gollerle 5-3 mağlup ederek Türkiye Kupası'nı bir kez daha kazandı. Ardından 7 Mayıs'ta Kocaelispor'u 5-0 yenerek şampiyonluğu büyük ölçüde garantileyip, 12 Mayıs'ya Altay'a 1-0 yenilmesine rağmen 2 gün sonra Beşiktaş'ın Fenerbahçe'ye 3-1 yenilmesi ile şampiyonluğunu ilan etti. Böylece Galatasaray, üst üste dört kez şampiyon olan ilk takım olarak futbol tarihine geçti. Terim de toplamda kazandığı dört şampiyonluk ile Türkiye'de en çok şampiyon olan teknik direktör unvanını Ahmet Suat Özyazıcı ile paylaştı. 17 Mayıs'ta ise Kopenhag'daki finalde, uzatmaları 10 kişi oynamasına rağmen, Arsenal'i penaltılarla yenen takım UEFA Kupası'nı kazanan ilk ve tek Türk takımı oldu. Bu başarının mimarı Terim de bu kupayı kazanan tek Türk teknik direktörü oldu. Bu başarının ardından Terim "İmparator" olarak anılmaya başlandı. Terim, bu başarıdan sonra birçok yabancı kulübün dikkatini çekti. 21 Mayıs 2000'de İstanbulspor ile oynanan ve 1-1 biten maç, Terim'in Galatasaray'daki ilk döneminin son maçı oldu. Gelen teklifleri değerlendiren Terim, üç kupa kazandığı ayın son gününde Galatasaray ile yollarını ayırdığını açıkladı. 2000 yılının Haziran ayında Terim, İtalya'nın AC Fiorentina takımı ile anlaştığını basına açıkladı ve 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası sonrası takımının başına geçti. Terim, sezon başında takımda ayrılan Fiorentina efsanesi Gabriel Batistuta'nın yerine Avrupa Futbol Şampiyonası'nın başarılı isimlerinden Nuno Gomes'i kadrosuna kattı. Fiorentina, yeni sezona Avusturya'da hazırlandı. Terim'in Fiorentina'daki ilk maçı Yunan şampiyonu Olympiakos ile oynandı ve rakiplerini 1-0 yendiler. Terim, Fiorentina ile ilk resmi maçına bir önceki sene kazandığı UEFA Kupası'nın ilk turunda çıktı. Ancak, rakipleri Tirol Innsbruck'a deplasmanda 3-1 yenilerek kötü bir başlangıç yaptılar. 3 gün sonra Coppa Italia maçında Salernitana Calcio 1919 yendiler. Bu maç Terim'in de Fiorentina'daki ilk resmi galibiyeti oldu. 28 Eylül 2000'de Tirol ile rövanş maçı berabere bitince Terim ligde sezonu açmadan Avrupa'dan elenerek hayal kırıklığı yaşattı. Sinirlerine hakim olamayan Terim, hakem Orhan Erdemir tarafından tribüne gönderildi. İlk lig maçında Fiorentina Parma'yla son dakikada yedikleri golle berabere kalınca, Terim ve yönetimin arasında bir kriz patlak verdi. İkinci hafta Reggina galibiyetiyle sular durulsa da daha sonra alınan puan kayıpları ile Terim ve kulüp başkanı Cecchi Gori arasındaki tartışmalar sık sık gazetelerde yer aldı. Terim'in Fiorentina'sı ligde iyi bir performans gösteremedi. 13 Ocak 2001'de AC Milan'ı 4-0 yendikten sonra Fiorentina, uzun bir süre galibiyet yüzü göremedi. Öte yandan takım Coppa Italia'da ise başarılı bir performans sergiledi. Yarı finalde Milan'ı 2-2 ve 2-0'lık skorlarla geçerek takımını finale taşıdı. Bu dönemde Terim'in özellikle Milan ve Internazionale gibi takımlara karşı aldığı başarılar dikkat çekti ve Terim'in adı başarısız bir sezon geçirmekte olan ve teknik direktör değişiklikleri yaşayan AC Milan ile anılmaya başlandı. 25 Şubat 2001'de Brescia karşısında alınan beraberlik sonrası soyunma odasında başkan Gori ile tartışan Terim, bir gün sonra yaptığı basın toplantısında görevinden istifa ettiğini açıkladı. Terim'in yerine daha önce teknik direktörlük yapmayan ve Lazio'nun yardımcı antrenörü olan Roberto Mancini getirildi. Mancini de Fiorentina'daki karışıklığa çözüm bulamadı ve ilk galibiyetini beşinci maçında kazanabildi. Öte yandan Fiorentina, finalde Parma'yı 1-0 ve 1-1 ile geçerek kupayı kazandı. Adları beraber anılan Milan ve Terim, Terim'in istifası sonrasında anlaşma sağlayınca, 18 Haziran 2001'de Fatih Terim, AC Milan ile 2 senelik bir sözleşme imzaladı. İlk olarak Filippo Inzaghi ve Fiorentina'dan öğrencisi Rui Costa'yı takıma kattı. 16 Temmuz'da Milan, yeni hocası ve yeni transflerini şehir merkezinde düzenlenen ve 3,000 kişinin katıldığı bir tören ile taraftarlarına tanıttı. 22 Temmuz'da Terim'li Milan ile ilk hazırlık maçını Varese ile yaptı ve maçı 2-1 kazandı. Daha sonra 2001 Amsterdam Turnuvası'nda Milan ilk kez İtalya dışından takımlarla mücadele etti. 4 Ağustos 2001'de Mehmet Özdilek'in jübilesi için Terim takımını Türkiye'ye getirdi. Maçı Beşiktaş, 2-1 kazandı. 9 Ağustos 2001'de ilk kez düzenlenen ve uzun süre Milan, Internazionale ve Juventus'un mücadele ettiği TIM Kupası'nın ilk sahibi Milan oldu ve Terim, Milan ile ilk gayrıresmi kupasını kazandı. Yoğun bir hazırlık döneminden sonra Milan, ilk resmi maçını ligde Brescia karşısında çıktı ve maç 2-2'lik beraberlikle sonuçlandı. Ligin ilk hafta mücadelesi olmasına rağmen, bu skor Milan'da Carlo Ancelotti dedikod
ularını başlattı. 5 Eylül'de Terim, kadrosunu daha da sağlamlaştırmak için eski oyuncusu Ümit Davala'yı transfer etti. 9 Eylül'de Milan ikinci maçında Terim'in eski takımı Fiorentina'yı 5-2 yenerek kara bulutları dağıttı ve ligde üst üste galibiyetler almaya başladı. Öte yandan UEFA Kupası'nda BATE Borisov'u iki maçta da geçerek tur atladı. Terim, lide ilk mağlubiyetini beşinci hafta Perugia karşısında aldı ve bu mağlubiyeti üst üste iki beraberlik takip etti. Öte yandan UEFA Kupası ikinci turunda CSKA Sofya'yı elediler ve ligde Milano derbisinde Inter'i 4-2 mağlup ettiler. Ancak bu maçında ardından gelen Bologna beraberliği ve 4 Kasım 2001'deki 1-0'lık Torino FC mağlubiyeti ardından Terim görevinden uzaklaştırıldı ve adı daha önce de Milan ile alınan Ancelotti takımın başına geçti. Milan, o sezon ligi dördüncü bitirip Şampiyonar Ligi vizesini alırken, İtalya Kupası ve UEFA Kupası'nda da yarı final gördü. Terim'in İtalya serüveni sırasında Galatasaray'ın başına geçen Mircea Lucescu başarılı Avrupa performansına ve 2000-01 sezonunda şampiyonluğu kovalamasına rağmen yönetimle arasındaki problemler yaşarken, Terim'in adı Galatasaray ile anılmaya başlandı. Sezon sonunda Lucescu, Galatasaray'a şampiyonluğu kazandırmasına rağmen sezon sonunda istifasını verdi ve Galatasaray'da ikinci Fatih Terim dönemi başladı. Terim, UEFA Kupası kazanan kadrodan Ümit Davala ve Hakan Ünsal'ı takıma geri getirirken, 10 numaraya Felipe'yi transfer etti. 11 Ağustos 2002'de ligin ilk haftasında Samsunspor karşısında alınan 4-1'lik galibiyetle de Terim'in ikinci Galatasaray mücadelesi başarılı başladı. İlk 10 hafta namağlup devam eden takım 6 Kasım 2002'de ezeli rakibi Fenerbahçe'ye 6-0 yenilerek tarihi bir mağlubiyet aldı. Aynı dönemde başarısız bir Şampiyonlar Ligi performansı sonucu grup aşamasında da elendi. Daha sonra Terim'li Galatasaray performansını yükseltip, ligde galibiyet serileri yakalasa da 25 Mayıs 2003'te şampiyonluk yarışı yaptığı Beşiktaş'a Sergen Yalçın'ın son dakikada attığı golle yenildi ve şampiyonluğu Lucescu'nun çalıştırdığı Beşiktaş'a verdi. 2003-04 sezonunda Terim, Hakan Şükür ile kadrosunu güçlendirirken yabancı tercihlerini Rumen oyunculardan kullandı. Galatasaray, ön elemeleri geçerken tekrar Şampiyonlar Ligi gruplarına kalma başarısı gösterdi. Ancak sene sonuna doğru takımda işler iyi gitmemeye başladı. Önce takım, Türkiye Kupası'nda Çaykur Rizespor'a 5-0 yenilerek elendi. Daha sonra Villarreal CF, Galatasaray'ı 3-0 yenerek UEFA Kupası 3. Tur'unda eledi. Ligde de üst üste puan kayıpları ile yarıştan kopan Galatasaray'da Fatih Terim, takımdan ayrılma kararı aldı. 20 Mart 2004'te Çaykur Rizespor maçı ile Galatasaray'dan ayrılacağını açıklayan Terim, bu döneminin son maçını da kaybetti ve Galatasaray'dan ayrıldı. Haziran 2005 yılında tekrar Türkiye millî futbol takımının başına geçti. Ersun Yanal yönetiminde 2006 FIFA Dünya Kupası elemelerine kötü başlayan Türkiye millî takımında Terim ilk değişikliği Yanal'dan veto yiyen Hakan Şükür'ü tekrar kadroya alarak yaptı. Terim'li Türkiye ilk grup eleme maçında Danimarka ile son dakikada yediği golle berabere kalsa da 4 gün sonra namağlup grup lideri Ukrayna'yı 1-0 yenerek tekrar potaya girdi. Son maçta Arnavutluk'u da aynı skorla yenen takım grubu ikinci bitirip play-off turuna yükseldi. Bu turda İsviçre'yle eşleşen Türkiye, deplasmanda oynadığı ilk maçı 2-0 kaybetti, 16 Kasım 2005'te oldukça çekişmeli geçen maçı 4-2 kazanmasına karşın, kendi sahasında yediği goller nedeniyle evde kalan taraf oldu. Maç sonrası çıkan iki takım arasında çıkan kavga maç skorunun önüne geçti. FIFA tarafından verilen cezalarda ise Terim'in adı yer almadı. 7 Şubat 2007'de Gürcistan maçıyla 55. kez takımın başında sahaya çıkarak, Coşkun Özarı'nın rekorunu kırdı. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası elemeleri süresince aldığı mağlubiyetler ve beraberliklerden sorumlu tutuldu. Fakat daha sonrasında elde ettiği Norveç ve Bosna-Hersek galibiyetleriyle Türkiye millî takımını Avusturya ve İsviçre'de yapılacak olan 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası finallerine götürdü. Galatasaray ve Fenerbahçe ağırlık bir kadro ile Avrupa Şampiyonası'na giden Türkiye, ilk maçında Portekiz'e mağlup olsa da İsviçre ve Çek Cumhuriyeti karşısında yaptığı geri dönüşlerle çeyrek finale çıkmayı başardı. Çeyrek finalde Hırvatistan'ı penaltılarla geçen Türkiye, tarihinde ilk kez bu turnuvada yarı finale yükseldi. Yarı finalde sakatlıklar nedeniyle tam kadro sahaya çıkamamasına rağmen Türkiye, Almanya'yı zorladı ve son dakikalarda yediği golle 3-2 yenilerek elendi ve o sonuçla da Türkiye 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda 3. oldu. Fatih Terim, bu turnuvanın en iyi teknik direktörü seçildi. 2010 FIFA Dünya Kupası elemelerinde de Terim, takımı yönetmeye devam etti. Ancak İspanya ve Bosna-Hersek'in ardından üçüncü olan Türkiye millî futbol takımını 2010 FIFA Dünya Kupası'na taşıyamadığı için 19 Ekim 2009 tarihinde basın toplantısı düzenleyerek görevinden ayrıldığını açıkladı. UEFA Kupası'nı kazandırdığı 17 Mayıs 2000 tarihinden tam 11 yıl sonra, 17 Mayıs 2011'de 3. kez Galatasaray teknik direktörlüğüne getirildi. 1 Temmuz 2011 tarihinde Türk Telekom Stadyumu'nda gerçekleştirilen törende, Galatasaray ile üç senelik resmi sözleşmeye imza attı. Bir önceki sezondaki büyük başarısızlık sonucu yeniden yapılanmaya giden ve Ünal Aysal'ın başkanlığa gelmesiyle iyi transferlerle gücünü arttıran Galatasaray, sezona Fernando Muslera, Emmanuel Eboué, Felipe Melo, Johan Elmander, Tomáš Ujfaluši ve Albert Riera gibi flaş transferler yaparak başladı. Terim, sezona Başakşehir mağlubiyetiyle başlasa da bu kadroyu başarıyla yönetmeyi başardı ve normal sezonu 9 puan önde tamamladı. Sadece bu sezon uygulanan Şampiyonluk Grubu'nda puan kayıpları yaşadı ve şampiyonluk 12 Mayıs 2012 tarihinde Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'nda oynanan Fenerbahçe - Galatasaray maçına kaldı. Maç 0-0 sona erince Galatasaray, 18. lig şampiyonluğunu rakibinin sahasında ilan etme başarısını gösterdi. Galatasaray'la sezonu zirvede tamamlayan Terim, kariyerinin 5. lig şampiyonluğunu elde ederken, lig tarihinin en fazla şampiyonluk kazanan teknik direktörü unvanını elde etti. Daha önce 2002 yılında düzenlenen UEFA Elit Teknik Direktörler Forumu'na davet edilen ilk Türk teknik direktör unvanını kazanan Fatih Terim, aynı organizasyona 2012 ve 2013 yıllarında tekrar davet edildi. 2012-13 sezonuna Burak Yılmaz, Umut Bulut ve Hamit Altıntop gibi yerli transferlerle hazırlanan takım sezona Süper Kupa'yla başladı ve ligde de liderliği daha üçüncü haftadan elde etti. UEFA Şampiyonlar Ligi'ne kötü bir başlangıç yapsa da son üç maçını kazanan Galatasaray, gruplardan çıkma başarısını gösterdi. Devre arasında kadrosunu dünyaca ünlü yıldızlar Didier Drogba ve Wesley Sneijder'ı ekleyen takım bunun meyvesini Schalke 04'ü eleyerek Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkarak topladı. Çeyrek finalde Real Madrid'e ilk maçta 3-0 yenilse de ikinci maçtaki performansıyla umutlarını son dakikalara kadar taşıdı ancak maçı 3-2 kazanmasına rağmen kupadan elendi. Ligde ise liderliği hiç bırakmayan takım şampiyonluğu bir kez daha kolay bir şekilde etti. Terim, Galatasaray ile 6. lig şampiyonluğunu kazandı ve Süper Lig'de en çok şampiyon olan teknik direktör unvanını geliştirdi. 2013-14 sezonuna kadroda büyük değişikliklere gitmeyen başlayan takım sezon öncesinde Emirates Kupası'nı kazanarak yurtdışındaki prestijini arttırdı ve sezona da yine Fenerbahçe'yi mağlup ederek bir kez daha Süper Kupa'yı kazanarak başladı. Ağustos ayında TFF'den gelen teklife olumlu yanıt vererek bu süreçte hem Galatasaray hem de Türkiye millî futbol takımını çalıştıracak biçimde sözleşme imzaladı. Bu durum Ünal Aysal ve Fatih Terim arasındaki ipleri gerdi. Terim, sezona Galatasaray'da lig galibiyeti ile başlasa da sonraki üç maç arka arkaya beraberlikler aldı. Ayrıca UEFA Şampiyonlar Ligi grupları ilk maçında Real Madrid'e evinde 1-6 mağlup oldu. 22 Eylül 2013'te saha içi çıkan olaylar sonucu Beşiktaş'ı 3-0 mağlup etse de yönetimle arasındaki sorunlar sona ermedi. Eylül ayı içinde Galatasaray yönetim kurulu Fatih Terim ile 2 yıllık sözleşme uzatma kararı aldı. Fatih Terim ise bu teklifi kabul etmedi ve 24 Eylül 2013 günü Galatasaray SK Başkanı Ünal Aysal bu durumu gözden geçireceklerini ifade etti. 24 Eylül 2013 akşamı ise Galatasaray Yönetim Kurulu'nun yaptığı toplantı sonucunda oy birliği ile görevine son verildi. Terim'in yerine, Fiorentina'da da onun yerine dolduran Roberto Mancini getirildi. Birçok kez millî takımı çalıştırmış ve millî takım ile birçok başarı almış Fatih Terim, Ağustos ayında Abdullah Avcı'nın görevinden ayrılmasından sonra TFF'den teklif aldı ve 2013-14 sezonunda millî takımın oynayacağı 4 FIFA Dünya Kupası eleme maçı için takımın başına getirildi. Fatih Terim, millî takımla ilk maçına ise Andorra karşısında çıktı. Bu maçta 5-0 galip gelen Türkiye, bir sonraki maçta da Romanya ile karşılaştı. Romanya maçında da Burak Yılmaz ve Mevlüt Erdinç'in attığı gollerle 2-0 galip gelen Türkiye, ardından Estonya ile Tallin'de Umut Bulut ve Burak Yılmaz'ın golleriyle 2-0 net sonuçla kazanarak gruptan çıkmak için şansını sürdürürken Fatih Terim, 3 maçta 3 galibiyet alarak büyük başarı elde etti. Ancak son maç Hollanda'ya 2-0 yenilerek FIFA Dünya Kupası vizesi alamadılar. Terim, Galatasaray'la yollarını ayırdıktan sonra millî takım ile yoluna devam etme kararı aldı ve katılan takım sayısının arttırıldığı 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde Türkiye'nin başında yer aldı. Grup maçlarına çok kötü başlayan Türkiye, 6 Eylül 2015'te Hollanda'yı evinde 3-0 yenerek tekrar gruptan çıkma şansı yakaladı. 10 Ekim'de deplasmanda Çek Cumhuriyeti'ni 2-0 ile geçen Türkiye, 3 gün sonra İzlanda ile oynanan maçta 89. dakikada Selçuk İnan'ın attığı frikik golü ile maçı 1-0 kazanıp grubu üçüncü bitirdi. Grubun diğer bir maçında Kazakistan, Letonya'yı 1-0 yenince de Türkiye en iyi üçüncü olarak Euro 2016'ya doğrudan gitme hakkı kazandı. Turnuvada Türkiye ilk iki maçta Hırvatistan'a 0-1, İspanya'ya ise 0-3 yenilerek kötü bir baş
langıç yaptı ve gösterilen performans tribünlerden tepki çekti. Türkiye son maçında Çek Cumhuriyeti'ni 2-0 yense de bu sefer en iyi üçüncüler arasına giremedi ve gruptan çıkamadı. Bu başarısız turnuvadan sonra TFF yola Terim ile devam etme kararı alırken Fatih Terim ise takımda ciddi değişikliklere gitti ve başta kaptan Arda Turan olmak üzere Selçuk İnan, Burak Yılmaz, Gökhan Gönül ve Caner Erkin gibi tecrübeli isimleri takımdan kesti. Özellikle Terim ve Turan arasındaki anlaşmazsızlık medyada büyük yer aldı. Terim, daha sonra bu oyuncuları millî takıma tekrar alma kararı aldı. 2018 FIFA Dünya Kupası elemelerine de iyi başlamayan takım daha sonra Kosovo ve Finlandiya galibiyetleri ile şansını sürdürdü. Bu dönemde Terim kaptan Arda Turan'ı bu sefer gazeteci Bilal Meşe'ye yaptığı fiziksel saldırı nedeniyle kadro dışı bıraktı. Terim-Turan tartışmasının manşetleri süslendiği bu dönemde Alaçatı'da bir mekan basma olayına adı karışan Fatih Terim, kendisine yönelen eleştirilerin artması nedeniyle 26 Temmuz 2017'de millî takım yöneticileri ile görüşerek görevden ayrıldı. Daha sonra Twitter üzerinden yaptığı açıklamada kovulduğunu iddia eden Terim, bir yıllık maaşı olan 3.5 milyon euro tazminat kazandı. 22 Aralık 2017'de; Florya Metin Oktay tesislerinde başkan Dursun Özbek ile bir araya gelerek, 1,5 yıllık imzayı atmıştır.. İtalya'da, Devlet Nişanı "(italyanca: Ordine della Stella della Solidarieta Italiana)" ile Commendatore unvanı alan ilk Türk teknik direktör. Arap Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Fonu AFESD (Arab Fund for Economic and Social Development), Kuveyt merkezli Arap Ülkeleri Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Fonudur. Arap Ligi'ne üye ülkelerin hepsi bu fona da üyedir. Arap Para Fonu Arap Para Fonu ya da AMF (İngilizce Arab Monetary Fund), Arap ülkeleri tarafından kendi aralarında kurulan para fonudur. Arap Para Fonu'nu (AMF) kuran anlaşma 27 Nisan 1976 tarihinde Arap Ülkeleri Ligi Ekonomik Konseyi tarafından onaylanmış, 13 Şubat 1977 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Başkanlar Konseyi ilk toplantısını 19 Nisan 1977 tarihinde gerçekleştirmiştir. AMF bölgesel ve hükümetlerarası, bağımsız hukuksal yapısı olan bir kuruluştur. Kuruluşun amaçları ticaret ve ödemeler kısıtlamalarının ortadan kaldırılması, kısa ve orta vadeli fonlar ile ödemeler dengesizliklerinin telafi edilmesi, üye ülkeler arasında para politikalarının koordine edilmesi, para ve mal hareketlerinin serbestleştirilmesi, ve üye ülkeler arasında sermaye hareketlerinin teşvik edilmesidir. Fon, 1978 yılında borç verme işlemine başlamıştır. Borçlanma faizleri sistem içinde belirlenmektedir, faiz oranları ve diğer maliyet unsurları homojen bir şekilde belirlenmektedir. AMF’nin 600 milyon Arap Hesap Dinarı (1,800 milyon SDR) kadar kullanılabilir sermayesi vardır. Başkanlar Kurulu kullanılabilir sermayeyi artırmak konusunda yetkiye sahiptir. Fon kullanılabilir sermayenin iki katına kadar kredi verebilmektedir. 20 üye ülke vardır. Yöneticiler Kurulu en yüksek karar organıdır. Her bir ülke bir yönetici tarafından temsil edilmektdir. Yönetim Kurulu sekiz direktörden oluşmaktadır. Üyeler Yömeticiler Kurulu tarafından üç yıllığına seçilmektedir. Genel Başkan Yönetim Kuruluna başkanlık eder. Yöneticiler Kurulu tarafından beş yıllığına seçilir. İkinci kez aynı göreve atanabilir. Fon işlemlerinin idaresinden ve personel atamalarından sorumludur. CAEU CAEU (İngilizce: Council for Arab Economic Unity; " Arap Ülkeleri Ekonomik Anlaşmalar Konseyi"), Kahire'de 3 Haziran 1957'de kurulan, amacı üye ülkeler arasında imzalanan anlaşmalar çerçevesinde ekonomik bütünleşme sağlamak olan bir birliktir. Bu konseyin 12 üyesi bulunmaktadır. Feridun Düzağaç Feridun Düzağaç (d. 10 Ekim 1968, Adana) Türk şarkıcı, besteci, söz yazarı ve aranjör. İlkokulu Adana Hayriye Kemal Kusun İlkokulu'nda okudu. Ortaokulu ise Adana'da Seyhan Ortaokulu'nda bitirdi. Adana Borsa Lisesi'nde okurken okul korosunda ilk müzik deneyimlerini kazandı. Mezun olduktan sonra Çukurova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünü'nü tamamladı. Üniversite yıllarında okuldaki arkadaşları ile amatörce başladığı müzik hayatında ilk kez Mersin'de Tını grubunun solisti olarak insanların karşısında şarkı söylemeye başladı. 1988'de Adana'da Çukurova Üniversitesi'nde okurken dört arkadaşıyla kendi müziklerini üretmek ve kendi şarkılarını yazmak için kurdukları TINI grubuyla şarkı yazmaya başladı. İlk bestesi Özdemir Asaf'ın Lavinya'sı, özel radyoların ilk günlerinde Ferdi Tayfur'un "Emmoğlu"sunun ardından bir ulusal radyoda en çok istek alan ikinci şarkı oldu. 1990 yılında yine aynı üniversitedeki 13 amatör şair arkadaşıyla "İlk Rüzgar" adını verdikleri antolojik formatlı şiir kitabında yazdıklarını yayımladı. 1992 yılında Çukurova Üniversitesi İktisat Fakültesi İngilizce İşletme bölümünden mezun oldu. 5 yıllık paylaşımının anısına kaydettikleri TINI demosu 1993 Kasım'ında "Öğrenci İndirimi" adıyla Ada Müzik tarafından yayımladı. 2009 yılı Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde "Beni Bırakma" şarkısının klibi "Yılın Klibi" ödülünü kazandı. 1994 Ocak ayında Sevgi Güryay'la hayatını birleştirdi. Aynı yılın Aralık ayında babası Salih Mete Düzağaç'ı trafik kazasında yitirdi. 2 Kasım 1999'da kızı Tuya Naz Düzağaç dünyaya geldi. Sanatçı ayrıca 3 Aralık 2005'te gösterime giren "" ve 2007 Nisan ayında vizyona giren "2 Süper Film Birden" isimli sinema filmlerinde rol aldı. 24 Ekim 2008'de gösterime giren Aşk Tutulması isimli sinema filminde konuk oyuncu olarak bir doktoru canlandırdı. Yine 2008 yılında başrolünü Şevval Sam ile paylaştığı Derman ve Ekim itibarı ile "Binbir Gece" adlı televizyon dizilerinde oynadı. Birçok parçasını Bozcaada'da yazmıştır. Tarihin ve doğanın iç içe geçtiği bu ada, Feridun Düzağaç'a ilham kaynağı olmuştur. René Descartes René Descartes (Fransızca: [ʁəne dekaʁt]; Latinceleştirilmiş: Renatus Cartesius; sıfat hali: Kartezyen, d. 31 Mart 1596 - ö. 11 Şubat 1650), Fransız filozof, matematikçi ve yazar. Hayatının çoğunu Hollanda’da geçirmiş olup, Modern Filozofinin Babası unvanını almıştır ve kendisini takip eden Batı felsefesi çoğunlukla onun günümüzde hala çalışılan yazılarına cevap niteliğindedir. Özellikle “İlk Felsefe Üzerine Düşünceler” hala çoğu üniversitenin felsefe bölümünde standart bir kaynak olarak kabul edilir. Descartes’ın matematiğe katkısı da aynı derecede belirgindir; uzaydaki bir noktayı bir numaralar seti olarak işaretleyebilmeyi ve cebirsel denklemleri iki boyutlu koordinat sisteminde geometrik şekiller olarak göstermeyi (ve tam tersini) sağlayan Kartezyen koordinat sistemi, ismini Descartes’tan alır. Cebir ve geometri arasında bir köprü olan, sonsuz küçükler hesabı ve analizi için elzem olan, analitik geometrinin de temellerini Descartes atmıştır. Bir deha örneği olarak tanımlanan Descartes aynı zamanda bilimsel devrimdeki anahtar kişilerden biridir. Kendisinden önceki filozofların otoritesini ve kendi algılarının kesinliğini kabul etmeyi reddetmiştir. Descartes kendi fikirlerini öncüllerininkinden ayrı tutar. “Ruhun Tutkuları”nın, bugün “duygu” diye adlandırdıklarımızın eski modern versiyonunun bilimsel incelemesinin, giriş kısmında bu konuda daha önce kimse yazmamış gibi yazacağını söyleyecek kadar ileri gider. Felsefesinin birçok ögesi geç Aristotelesçilik, 16. Yüzyılın yeniden dirilmiş stoacılığı, içerisinde emsallerini gösterir. Descartes felsefesinde, ekollerden iki temel noktada farklılık gösterir: korporel maddenin durum ve şekil olarak ayrıldığı ve doğal fenomenlerde doğal veya ilahi herhangi bir uç nokta olduğu kanılarına karşı çıkar. Teolojisinde, Tanrı’nın yaratma eylemindeki mutlak özgürlüğü üzerinde durur. Descartes, daha sonra Baruch Spinoza ve Gottfried Leibniz tarafından savunulan, ve empirik ekolü ( Hobbes, Locke, Berkeley, Rousseau, Hume) tarafından karşı çıkılan 17. Yüzyıl kıtasal rasyonalizminin temellerini atmıştır. Leibniz, Spinoza ve Descartes felsefenin yanında matematikle de ilgililerdi, ve Descartes ile Leibniz bilime de birçok katkıda bulundular. Descartes belki de en çok, Metot üzerine konuşmanın 4. ve Felsefenin İlkelerinin 1. bölümlerinde geçen “cogito ergo sum (düşünüyorum öyleyse varım)” şeklindeki felsefi cümlesiyle tanınır. Descartes, Indre-et-Loire,1596'da Fransa’da doğmuştur. Bir yaşındayken annesi Jeanne Brochard ölmüştür. Babası Joachim, Britanny Parlamentosu’nun üyesiydi. 1606 veya 1607’de, Descart Jesuit Colléege Royal Henry-Le-Grand’a gitmeye başladı. Burada Galileo’nun matematik ve fizik çalışmalarıyla tanıştı. Aralık 1616’da mezun olduktan sonra, Poitiers Universitesi’nde, babasının avukat olması konusundaki istekleri doğrultusunda hukuk bölümünde lisansını bitirdi. “Metot üzerine Konuşma” isimli kitabında, “Harfler üzerine çalışmayı tamamen bıraktım. Sadece kendi içimdeki ve dünyanın büyük kitabındaki bilgiyi, gençliğimin kalanında gezerek, mahkemeleri ve orduları ziyaret ederek, farklı mizaç ve rütbelerdeki insanların arasına karışarak, kaderin karşıma çıkardığı durumlarda kendimi test ederek ve her zaman karşıma çıkan şeyden bir çıkarsama elde etmeye çalışarak aradım.” Profesyonel bir askeri görevli olma tutkusuyla, Descartes, Hollanda’daki Nassau’lu Maurice komutasında olan Breda Ordusu’na katıldı. Burada Simon Stevin ile askeri mühendislik çalıştı ve ileri matematik bilgisini burada geliştirdi.Dordrecht kurucusu Isaac Beeckman ile tanıştı. Beeckman zor bir matematik sorusunun çözümünü Descartes’ın bulmasından çok etkilendi ve ikisi de fizik ve matematiği birbirine bağlayan bir metodun geliştirilmesi gerektiği konusunda hemfikir oldular. Descartes, Kasım 1620’de Beyaz Dağ Muharebesi’nde Prag yakınlarında Bavyeralı Dük Maximillian’ın komutasındaydı. 1619’da, 10 Kasım’ı 11 Kasım’a bağlayan gece, Almanya Neuburg’dayken, Descartes kendini soğuktan korunmak için bir fırına kapattı ve içerideyken kutsal ruhun kendisine yeni bir felsefe konusunda aydınlattığına dair üç imge gördü. Çıkana kadar analitik geometriyi formüle etmişti ve matematiksel metodu felsefeye uygulama fikrini b
ulmuştu. Gördüğü imgelerden bilim arayışı onun için gerçek bilgelik arayışıydı ve hayatındaki çalışmalarının merkezi bir kısmıydı. Descartes ayrıca gerçeklerin birbiriyle bağlantılı olduğunu açıkça gördü, yani temel bir doğru bulmak ve mantık ile ilerlemek tüm bilimlerin yolunu açacaktı. Bu temel gerçeği Descartes kısa süre sonra buldu "“düşünüyorum”." 1622’de Fransa’ya döndü ve sonraki birkaç yıl Paris’te ve Avrupa’nın başka yerlerinde vakit geçirdi. Metot üzerine ilk makalesi “"Aklın Yönetimi İçin Kurallar”ı" yazışı bu Paris ziyaretlerinden birinde gerçekleşti. 1623’te tüm mal varlığını satarak La Haye’ye gitti ve hayatının sonuna kadar bu gelirle geçindi. Descartes 1627’de La Rochelle kuşatmasında Cardinal Richelieu ile birlikteydi. Aynı sene sonbaharda, simyacı Mösyö Chandoux’un yeni felsefe üzerine prensiplerini dinlemeye gitti. Kardinal Bérulle onu kendi yeni felsefesini yazmak konusunda cesaretlendirdi. 1628’de Hollanda’ya döndü ve 1649’a kadar burada yaşadı. 1629 yılının nisan ayında Franeker Universitesi’ne başladı ve sonraki sene “Poitevin” ismiyle Leiden Universitesi’nde Jacob Golius ile matematik ve Martin Hortensius ile astronomi çalışmaya başladı. Ekim 1630’da Beeckman ile çalışmalarından fikir çaldığı iddiasıyla sürtüşmeye başladı. Amsterdam’da hizmetçi bir kız olan Helena Jans van der Strom ile ilişkisi oldu ve bu ilişkiden Francine isimli bir kız çocuğu dünyaya geldi. Francine doğumundan beş sene sonra, 1640’ta, Descartes Utrecht Universitesi’nde öğretim görevlisiyken, kızıl hastalığından öldü. Dönemin çoğu ahlakçısından farklı olarak Descartes duygu ve tutkulardan yoksun değildi, aksine onları savunuyordu ve Francine’in ölümü için gözyaşı döktü. Descartes Hollanda’dayken sık sık adres değiştirdi. Dordrecht, Franeker, Amsterdam, Leiden, Santpoort, Endegeest ve Egmond-Binnen’de yaşadı. Bu kadar yer değiştirmesine rağmen nerdeyse tüm yazılarını, matematik ve felsefede devrim yaptığı, Hollanda’da geçirdiği bu 20 küsur yıl içerisinde yazdı. 1633’te Galileo Roman Katolik Kilisesi tarafından suçlanmış, mahkûm edilmişti ve Descartes dört yıldır üzerinde çalıştığı “Treatise on the World”ün basım planlarını erteledi ve bu çalışmanın bir kısmını 1637’de üç makale halinde yayınladı: "Meteorlar", "Diyoptrikler ve Geometri" ve "Metot Uzerine Konuşma. "Metot Uzerine Konuşma’da Descartes bilginin sağlam bir temele oturması için gereken düşüncenin dört kuralını yazdı. Descartes hayatı boyunca matematik ve felsefe konusunda çalışmalar yayınlamaya devam etti. 1641’de metafizikle ilgili Latince bir çalışma yayınladı: "İlk Felsefe Uzerine Düşünceler". Bunu 1644’te yayınladığı, "İlk Felsefe Uzerine Düşünceler "ve" " "Metot Uzerine Konuşma"’ nın bir tür sentezi olan "Felsefenin İlkeleri "takip etti. 1643’te Utrecht Universitesi’nde felsefe yasaklanmıştı ve Descartes Bohemyalı Prenses Elisabeth ile uzun süren genelde ahlaki ve psikolojik konular üzerine olan yazışmasına başlamıştı. Bu yazışmayla alakalı olarak, 1649’da, Prenses’e ithaf ettiği "Ruhun Tutkuları "‘nı yayınladı. Fransa Kralı tarafından aslında hiç ödenmeyen bir maaş ile ödüllendirildi. 1648’de Frans Burman Egmond-Binnen’de Descartes ile röportaj yaptı. Felsefenin İlkeleri’nin Abbot Claude Picot tarafından hazırlanan Fransızca çevirisi 1647’de yayımlandı. Bu basımı da Descartes Bohemyalı Prenses Elisabeth’e ithaf etti. Önsözde Descartes doğru felsefenin bilgelik kazanmanın yolu olduğunu anlattı ve bilgeliğe ulaşmak için dört sıradan kaynaktan bahsetti ve sonunda bunların daha kesin bir beşincisi olduğunu söyledi, asıl sebepleri aramak. René Descartes 11 Şubat 1650’de Stokholm, İsveç’te, Fransız büyükelçisinin evini ziyaretinde öldü. İsveç’e Kraliçe Christina tarafından, kendisine öğretmenlik yapması için davet edilmişti. Ölümünün sebebinin zatürre olduğu söylenmişti. Christina’nın sabah erken çalışma alışkanlıkları ve yoğun çalışma saatleri yüzünden uykusuz kalıp, sağlığını hepten kaybetmiş olduğuna inanılıyordu. Öte yandan, öldürülmüş de olabilirdi. Descartes’ın ölümünden sonra Kraliçe Christina Roman Katolik olmak için tahttan çekilmişti, çünkü İsveç hukukuna göre hükümdarların Protestan olması gerekiyordu. Kraliçe Christina’nın yakından alakalı olduğu tek Roman Katolik ise Descartes’tı.. 1663’te Papa Descartes’ın çalışmalarını Yasaklı Kitaplar İçeriğine kattı. Protestan bir milletin içindeki bir Roman Katolik olarak, Stokholm’de, vaftiz edilmemiş çocukların gömüldüğü bir mezarlığa gömülmüştür. Daha sonra Paris’teki Saint-Germain-des-Prés manastırına taşınmıştır. 1792’deki Milli Kongrede Panthéon’a taşınması kararı alınmışsa da, iki yüz yıl sonra mezarı hala Saint-Germain-des-Prés manastırındaki bir şapeldeydi. Adına 18. yüzyılda dikilen bir anıt hala İsveç Kilisesi’nde durmaktadır. Rene Descartes’in dini inançları akademi çevrelerinde sıkı bir tartışma konusu olmuştur. Katolik olduğunu belirterek, "Meditasyonlar’ın "amaçlarından birinin Hıristiyan inancını savunmak olduğunu söylemiştir. Ancak, Descartes, kendi döneminde gizli "deist "veya "ateist" olmakla şuçlandı. Onun çağdaşı olan Blaise Pascal onun hakkında şöyle demiştir:“Descartes’i affedemem, bütün o felsefesinde, tanrıyı dağıtmak için elinden geleni yaptı. Fakat tanrının parmaklarını şıklatmasıyla dünyaya şekil vermesini kışkırtmaktan kaçınamadı, sonunda da hiçbir fayası kalmadı tanrı için”. Stephen Gaukroger'in kaleme aldığı Descartes’ın biyografisinde “onun derin bir Katolik inancı vardı, gerçeği keşfetmeye olan arzusunu öldüğü günün sonuna kadar korudu”. (The debate continues whether Descartes was a Catholic apologist, or an atheist concealed behind pious sentiments who placed the world on a mechanistic framework, within which only man could freely move due to the grace of will granted by God.) Tartışma Descartes’in Katolik savunucusu mu yoksa ancak tanrının ona bahşedilmiş lütfuyla özgürce hareket edebilen mekanik bir çerçeve içinde dini duyguların arasında saklanmış olan bir ateist mi olduğu ile devam eder. Descartes genellikle doğa bilimlerini geliştirmek için aklın kullanılması gerektiğini vurgulayan ilk düşünce insanı olarak tanınır. Onun için felsefe bilgiyi somutlaştıran bir düşünce sistemiydi ve bunu şu şekilde ifade etti : “ Tüm felsefe bir ağaç gibi olduğundan; metafizik kök, fizik gövde, ve diğer bilimler bu gövdeden dallanan dallardır, bu dallar üç ana başlığa indirgenebilir : Tıp, mekanik ve etik. Ahlakın bilimiyle, bilgeliğin son derecesi olan, diğer bilimlerin en yüksek ve en mükemmel bütün bilgisini anladım.” Onun "Metot Üzerine Konuşma’"sında, herhangi birinin şüphe olmadan, gerçek olarak bildiği temel prensiplere varmaya çalışır. Bunu başarmak için hiperbolik/metafizik şüpheyi, bazen metodolojik şüphecilik olarak adlandırılan metodu kullanır: şüphelenilebilecek herhangi bir düşünceyi reddeder ve onları gerçek bilgi için sağlam dayanak elde etmekle yeniden kurar. Başlangıçta, Descartes sadece tek bir prensibe varır: düşünce vardır. Düşünce ben'den ayrılamaz, dolayısıyla, ben varım.(Metot Üzerine Konuşmalar ve Felsefenin İlkeleri) Ünlü cümlesi "cogito ergo sum "(Türkçe: “Düşünüyorum, öyleyse varım”) bu ilke üzerinedir. Dolayısıyla, Descartes eğer şüphe duyarsa, herhangi bir şey ya da herhangi biri şüphelenebilir ve kendi varoluşundan şüphelenmiş olur. “Bu söz öbeğinin basit anlamı eğer biri varoluşundan şüpheliyse, bu edimin kendisi onun var olduğunun kanıtıdır.” Descartes düşündüğü için varoluşunun kesin olduğu kanısına varır. Fakat ne biçiminde ? Bedenini duyu kullanımı aracılığıyla algılar; fakat, duyular kimi zaman güvenilmezdir. Dolayısıyla Descartes kendisinin "düşünen bir şey" olduğunu kesin bir şekilde ifade eder. Düşünmek, ne yaptığıdır ve gücü özünden gelmelidir. Descartes düşünceyi ("cogitatio") “hemen bilincimde olduğum, içimde ne olduğudur ve bunun da farkındayımdır.” Dolayısıyla düşünme edimi insanın hemen bilinçli olduğu her aktivitedir. Descartes duyuların limitlerini göstermek için mum argümanını kullanır. Bir mumu ele alır, duyuları onu mumun kesin karakteristiği ile ilgili bilgilendirir; şekli, dokusu, boyutu, rengi ve kokusu gibi. Mumu ateşe doğru tuttuğunda, bu karakter özellikleri tamamı ile değişir. Fakat, görüldüğü üzere, hala aynı şeydir: duyuları onu farklı bir şekilde bilgilendirse de, o hala aynı mumdur. Dolayısıyla mumun doğasını uygun bir şekilde kavraması için, duyularını bir kenara bırakmalı ve aklını kullanmalıdır. Descartes şu sonuca varır: “Ve dolayısıyla, gözlerimle gördüğümü düşündüğüm aslında aklımdaki muhakeme yeteneği ile kavrandı.” Voltaire François Marie Arouet (21 Kasım 1694 - 30 Mayıs 1778), Fransız yazar ve filozof. Daha çok mahlası Voltaire olarak tanınmıştır. Fransız devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olmuştur. Din ve ifade özgürlüklerinin yanı sıra, insan hakları konusundaki düşünceleri ve felsefi yazıları ile ünlenmiştir. Eserlerinde Kilise dogmaları ve döneminin Fransız müesseselerini yoğun olarak hicvetmiştir. Zamanın en etkili isimlerinden biri olarak tanınır. Voltaire Paris'te, 1694'te doğmuştur. Sekiz yıl boyunca sanat eğitiminin başladığı Collège Louis-le-Grand'da okumuştur. Fakat orada ""Latince ve Aptallıklar"" dışında bir şey öğrenmediğini iddia etmiştir. Mezun olduktan sonra Voltaire edebiyatta kariyer yapmaya başladı. Babası ise oğlunun hukuk eğitimi almasını istiyordu. Bu nedenle Voltaire, Paris'te bir avukatın asistanı olarak çalışıyormuş gibi gözüküp, zamanının büyük bir kısmını hicivsel şiirler yazmaya adamıştır. Babası bunu öğrendiğinde Voltaire'i yine hukuk okumaya göndermiştir; yine de Voltaire yazmayı sürdürmüştür. Sivri dili ile aristokratik ailelerin beğenisini toplamıştır. Kral XV. Louis'nin naibi, Orléans Dükü, II. Philippe'yi konu alan bir yazısı nedeniyle Bastille'de hapsedilmiştir. Oradayken çıkış yaptığı piyesi "Oedipe"'yi kaleme almış ve "Voltaire" ismini almıştır. "Oedipe"'nin başarısı Voltaire'i etkili bir isim yapmakla beraber onu Fransız Aydınlanmasına dahil etmiştir. Voltaire'nin hazır cevaplılığı ve sivri dili başına bela olmayı sürdürdü. Genç bir asilzad
eyi gücendirmesi onun mahkeme dahi olmadan sürgün edilmesine yol açtı. Voltaire'nin İngiltere'ye sürgünü, İngiltere'deki düşünsel durum ve yaşadıkları düşüncelerini büyük oranda etkilemiştir. İngiliz monarşisinden ve ülkenin din ve ifade özgürlüğüne verdiği değerden etkilenen genç yazar, ülkenin yazar ve düşünürlerinden de etkilenmiştir, Shakespeare gibi. Gençlik yıllarından Shakespeare'i Fransız yazarlarına bir örnek olarak görse de, daha sonraları kendini ondan daha büyük bir yazar olarak görmüştür. 3 yıllık sürgünden sonra Paris'e dönmüş ve fikirlerini İngiliz hükümetini konu alan kurgusal bir metinde toplayarak bastırmıştır; "Lettres philosophiques sur les Anglais" ("İngiliz(ler) hakkında felsefi mektuplar"). İngiliz monarşisini daha gelişmiş ve insan haklarına daha saygılı görmesi nedeniyle yazınları Fransa'da büyük bir tartışmaya yol açmış ve sonunda öyle bir noktaya gelinmiştir ki evrağın kopyaları yakılmış Voltaire ise Paris'i terk etmeye zorlanmıştır. Bundan sonra sınırdaki Château de Cirey'e yerleşen Voltaire burada Marquise (Markiz) du Châtelet, Gabrielle Émilie le Tonnelier de Breteuil ile de bir ilişkiye başladı. Voltaire ile Markiz 21.000'den fazla kitap toplamışlardır. Kuşkusuz Voltaire'in 15 yıl süren bu ilişkisi entelektüel gelişimine yardımcı olmuştur. Yazmaya devam eden Voltaire "Mérope" gibi oyunları ve bazı kısa öyküleri yayımlamıştır. İngiltere'de geçirdiği zamanda onu en çok etkileyen şeylerden birisi Isaac Newton'un çalışmalarıdır. Eser ve düşüncelerinde bunun etkileri görülebilir. Markizin ölümünden sonra Voltaire Berlin'e, yakın arkadaşı ve hayranı olan Büyük Frederick'e gitmiştir. Kral zaten onu daha önce ısrarla saraya davet etmişti. Her ne kadar ilk zamanlarda buradaki yaşamı iyi gitse de, zamanla çeşitli zorluklarla karşılaşmaya başlamıştır. Sivri dili ile burada da haksız bulduğu durumları eleştirmiştir. Sonunda kızdırdığı Frederick, Voltaire'in tüm evrağının kopyalarını yakmış Voltaire'yi de tutuklatmıştır. Voltaire Paris'e doğru yola çıkmış fakat XV. Louis onun kente girmesini yasaklayınca, Cenevre'ye gitmiştir. Her ne kadar iyi karşılansa da tiyatral performansları yasaklayan Cenevre yasaları Voltaire'nin "Candide, ou l'Optimisme" ("Candide, veya İyimserlik") isimli eserini yazmasına ve kenti terk etmesine neden olmuştur. Bu eser Gottfried Leibniz'in felsefesinin hicvidir. Bugün Voltaire'nin en tanınmış eseri "Candide"'dir. Ferney'de malikâne almış ve 1778'deki ölümüne kadar burada yaşamıştır. Çok üretken bir yazar olan Voltaire neredeyse tüm edebi şekillerde eser vermiştir. Başlıca eserleri şunlardır: Voltaire, tamamlanamamışlar dahil, 50-60 arası oyun kaleme almıştır. Bunlardan bazıları: Voltaire'in ilk basılan çalışması şiirdir. İki uzun şiir kaleme almıştır: "Henriade" ve "Pucelle". Bunların yanında birçok kısa şiir de yazmış ve genellikle kısa şiirleri bu iki uzun şiirinden daha fazla beğeni toplamıştır. Voltaire'nin en tanınmış ve büyük felsefi eseri "Dictionnaire philosophique" yani "Felsefe Sözlüğü"dür. Dönemin Fransız siyasi müesseselerine yoğun eleştiri içeren yazınlar içeren sözlük, aynı zamanda o dönemlerde popülerleşmiş düşünceler ve Voltaire'nin rakip ve düşmanları hakkında da yazınlar içerir. Bunun dışında eserde din eleştirisi de bulunmaktadır. Voltaire bunların dışında tarihi ve düzyazı eserler kaleme almıştır. Düzyazı eserlerine şunlar örnek verilebilir: "L'Homme aux quarante ecus", "Zadig", dini ve felsefi optimizme saldıran ünlü "Candide". Ayrıca yaşamı boyunca yaklaşık 20.000'den fazla mektup yazmıştır ve bu mektuplar gerek kişiliği gerekse düşünce tarzı açısından büyük önem taşır. 1740 yılında basılan Anti-Machiavel isimli eseri Prusya kralı II. Friedrich için Niccolò Machiavelli'nin Prens adlı başyapıtına yanıt olarak kaleme almıştır. Her ne kadar ömrü boyunca yurttaşlık hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları savunmuş olsa ve var olan Fransız rejimini eleştirse de Voltaire demokrasiden yana değildi. Onun gözünde en iyi yönetim biçimi 'aydın' bir monarşi veya 'aydın mutlakiyet'ti. Nitekim hayatının sonuna kadar ""aydınlanmış bir monark'ın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak savundu."" Bunun dışında sınıfların varlığını da bir zorunluluk olarak görmüş ve ne teorik ne de pratik açıdan bunu eleştirmiştir. Din açısından ise Voltaire'nin tutumları biraz karışıktır. "Philosophes"'den olan Voltaire genelde, diğerleri gibi, bir deist olarak tanımlanmıştır. Fakat çeşitli söylemleri nedeniyle ateist olduğu da düşünülmüştür. Ünlü felsefi eseri "Felsefe Sözlüğü"'nde ("Dictionnaire philosophique") Voltaire ateizmi ve ateistleri eleştirir. Ortaya koyduğu dini fikir ve söylemler deist çerçevededir. Bazı araştırmacılara göre Voltaire'in deist çizgide kalmasının, kişisel nedenler bir yana, fikri nedeni onun yönetim biçimi konusundaki fikirleridir. Voltaire'e göre din halkın uygun biçimde yönetimi için neredeyse şarttır. Nitekim Voltaire'in tanınmış aforizmalarından birisi "Si Dieu n'existait pas, il faudrait l'inventer" yani "Eğer tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi" onun dini fikirlerini anlamak açısından önemlidir. Bunların dışında Voltaire, var olan dini inanç ve yapıyı eleştirmiştir. Her açıdan Voltaire'in dini dogmatizme karşı olduğu aşikardır. Özellikle dini bağnazlığa sert biçimde karşı çıkmış, Hristiyanlığı ve Musevileri yermiştir. Bu tutumları da yine "Felsefe Sözlüğü"nde görülebilir. Voltaire'nin düşünce tarihi açısından önemli biri sayılır. Zaten tarihsel planda çok büyük önem taşıyan Fransız Devrimi'nin de babası sayılmıştır. Voltaire, ölümünden kısa bir süre önce 4 Nisan 1778 tarihinde, Paris'te bulunan Dokuz Kız Kardeş Locası'nda (Les Neuf Sœurs Locası) Masonluğa alınmıştır. Yaşamı boyunca Masonlarla yakın temas içinde bulunan ve Fransız aydınlanma düşüncesini birlikte oluşturdukları Masonların geç davetine icabet etmiş, tekris töreni büyük bir ihtişam içinde gerçekleşmiştir. Benjamin Franklin gibi birçok isim, ABD'den sadece Voltaire'in tekrisinde bulunmak için Paris'e gelmiştir. Kendisine gösterilen bir saygı ve ihtimamın örneği olarak, Voltaire'e farklı bir tekris prosedürü uygulanmış, Mabed kapısına gerilen siyah bir örtünün arkasından gerçekleştirilmiştir. Gözleri bağlanmamış ve Masonların kabulü esnasında uygulanan testler yaptırılmamıştır. Her üç derece de aynı gün içerisinde kendisine tevcih edilmiş, Tekrisin ardından Loca başkanı tarafından yanına davet edilmiş ve orada oturmuştur. ISBN 9751031761 Nobel Barış Ödülü Nobel Barış Ödülü, Alfred Nobel'in vasiyeti uyarınca, her yıl "ulusların ve halkların kardeşliği, silah ve orduların azaltılması, ve barış kongreleri düzenlemek için en çok çaba sarfeden" kişi, kişiler veya kuruluşlara verilir. Nobel Barış Ödülü Oslo'daki Norveç Nobel Komitesi tarafından verilir. Bu komitenin üyeleri Norveç parlamentosu tarafından seçilir. Elara (uydu) Elara, Jüpiter'in doğal uydularından biridir. Yörüngesi açısından Himalia düzensiz grubunun üyelerindendir. Charles Dillon Perrine tarafından 1905 yılında keşfedilmiştir. Jüpiter'in 8. en büyük uydusudur. İsmi Zeus'un sevgililerinden Elera'dan gelmektedir. 1975'e dek Jüpiter VII olarak adlandırılmıştır. Şereflikoçhisar Şereflikoçhisar, eski ismi Koç Hisar, Ankara'nın bir ilçesidir. Ankara'nın güney sınırında yer alan, il merkezine en uzak ilçesi konumundadır. Ankara merkeze yaklaşık 147 km uzaklıkta olan Şereflikoçhisar, 1885 yılında belediye olmuş; 1891 yılında ilçe olan Şereflikoçhisar Konya iline bağlanmış, 1920'de il olan Aksaray'ın ilçesi olan Şereflikoçhisar, 1933 yılında Aksaray'ın ilçe yapılması sonucu Ankara'ya bağlanmıştır. Aksaray'a bağlı olduğu dönemde Şereflikoçhisar Cumhuriyet İlköğretim Okulu 1931'de Aksaray Valisi Ziya Günar tarafından yaptırılmıştır. 1989 yılında Sarıyahşi 7 köyü, Ağaçören 27 köyü ile ilçe olup, Aksaray iline bağlanmıştır. Ayrıca 9 köyü ile 9 Mayıs 1990 tarihinde ve 3644 sayılı 130 İlçe Kurulması Hakkındaki Kanunla ilçe haline getirilerek Ankara iline bağlanmıştır. Koçhisar olarak bilinen ilçenin adı cumhuriyet döneminde Şereflikoçhisar yapılmış, yöre halkının Çanakkale’de verdiği şehitlerden ve gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Mustafa Kemal Atatürk ve TBMM tarafından Şerefli unvanı ile ödüllendirilmiştir. Şereflikoçhisar'ın Hititler'den bu yana yerleşim birimi olduğu bilinmektedir. M.Ö. 334 yılında Pers orduları Makedonya İmparatoru Büyük İskender’e yenilince, İskender’e bağlı birlikler, Şereflikoçhisar üzerinden Kırşehir topraklarına girdiler. M.Ö. 275 yıllarında Keltler Ankara'ya kadar geldi ve Galatya'yı kurdu. Anadolu'ya yerleşen Keltlere Galatlar denildi. Anadolu'ya gelme amaçları tarlalarını sürüp hayvanlarını besleyecekleri, ekmek ve tuzlarını elde edebilecekleri ve etlerini tuzlayıp şaraplarını yapabilecekleri bir yurt edinmekti. Tuz Gölü ve çevresi bu amaca uygun olduğundan bölgeye yerleştiler. Tuzculuğu çok iyi bilen Tektosag boyundaki kabileler, Tuz gölü kıyılarında tuzlalar kurarak tuz üretimi ile uğraştılar. Halen ilçeye bağlı olan Karandere köyünün ilk kurulduğu yer olarak bilinen bölgeye Kelt denilmektedir. Son Galat kralı Amyntas'ın Tuz Gölü çevresinde 300'u askın sayıda koyun sürüleri olduğu bilinmektedir. Doğu Roma İmparatorluğu'nun Türklere yenildiği 1071 Malazgirt savaşının ardından, Doğu Roma (Bizans) ordusunun generallerinden Frank kökenli Roussel de Bailleul bölgede hala etkin olan Galat kültürüne dayanarak bir isyan başlatılma imkanını görmüş ve savaşın kaybedilmesiyle zayıflamış Doğu Roma-Bizans devletine karşı ayaklanarak Orta Anadolu'da bir devlet kurmuştur. Bizans bu devleti yıkmak için askeri birlikler gönderse de bunlar başarısız olmuştur. Bunun üzerine Türklere yardım için başvuran Doğu Roma-Bizans'ın bu çağrısına Selçuklu Devleti de ilerisi için bu Frank-Kelt karışımlı devletin Türklere de problem çıkarabileceğini hesaplayarak yardım etmiştir. Nihayetinde Roussel de Bailleul yakalandı ve idam edildi. Kurduğu devlet de ortadan kalktı böylece Şereflikoçhisar tarihine Türkler ilk adımını atmış oldu. Selçuklular ve Osmanlılardan beri yerleşim birimi ol
duğu muhakkaktır. Selçuklular zamanında ilçenin kuzeyinde Koçhisar Kalesi kurulmuştur. Kale, Fatih Sultan Mehmet tarafından yıktırılmıştır. 1891 yılında ilçe olan Şereflikoçhisar Konya iline bağlanmış, 1920'de il olan Aksaray'ın ilçesi olan Şereflikoçhisar, 1933 yılında Aksaray'ın ilçe yapılması sonucu Ankara'ya bağlanmıştır. Aksaray'a bağlı olduğu dönemde Şereflikoçhisar Cumhuriyet İlköğretim Okulu 1931'de Aksaray Valisi Ziya Günar tarafından yaptırılmıştır. 1989 yılında Sarıyahşi 7 köyü, Ağaçören 27 köyü ile ilçe olup, Aksaray iline bağlanmıştır. Ayrıca Evren 9 köyü ile 9 Mayıs 1990 tarihinde ve 3644 sayılı 130 İlçe Kurulması Hakkındaki Kanunla ilçe haline getirilerek Ankara iline bağlanmıştır. Şereflikoçhisar ilçesi Ankara’ya 150 km uzaklıkta ve güneyden en son ilçedir. Konya, Kırşehir, Aksaray illeriyle komşudur. Yüzölçümü 1591 km². Güneyden ova, kuzeyden dalgalı arazi yapısına sahip, denizden yüksekliği 975 m'dir. Çıplak ve kıraç arazisinde hakim iklim, karasal iklimdir. Tuz Gölü ve Hirfanlı Baraj Gölünün arasında yer alan önemli akarsu yoktur. Sadece Peçenek Çayı zikredilebilir. İlçede bir merkez, 4 kasaba belediyesi dışında 43 köy muhtarlığı mevcut olup, bu köylere bağlı 3 mahalle veya yayla vardır. Yakın zamana kadar ilçeye bağlı olan köylerin Aksaray iline bağlanması ile köy sayısı azalmıştır, Sarıyahşi ve Ağaçören ilçeden ayrılan ve daha sonra Aksaray'ın Evren ise Ankara'nın ilçesi haline gelen köylerindendir. Misafirperver ve yardımsever bir halkı olduğu söylenir. Düğün ve cenazelere katılım çok yüksek olur. İlçe merkezinde çömlek üretimi şu an çok azalsa da hala yapılmaktadır. Testide soğutulmuş su ve ayran ikramı adetlerindendir. Bugün köylerinin boşalması ile metrûk kalan köy odaları mevcuttur. Eskiden köylere gelen tanrı misafirleri özellikle yol üzeri köylerinde en iyi şekilde ağırlanır ve ihtiyaçları giderilirdi. Bu köy odaları kış aylarında köylülerin bir araya geldiği sosyal bir merkez ve eğitim yuvasıydı. Şu an için unutulan ama yakın zamanda oynanan yöreye has küçük baş hayvanın ayak kemiğinin bir parçasıyla oynan Aşık oyunu, çelik oyunu gibi oyunlar çocuklar tarafından oynanırdı. Tuz Gölünün kıyısında olması sebebiyle metal teller bükülerek göle bırakılır, birkaç gün bekletilerek tuz kristallerinin metale yapışmasıyla oluşan süs eşyaları yapılır. Koçhisar'da özel tahinli ramazan pideleri vardır. Her aile ramazan'da iftar davetleri verir. Zenginler fakir halka gıda yardımında bulunur. Kış aylarında arabaşı denilen bir toplu ziyafet vardır. Acılı, özel hindi, tavuk gibi kanatlı hayvan etinden çorba, bir de çok özel olarak yapılan hamuru vardır. Önce hamur kaşıkla alınır, çorba ile çiğnenmeden içilir. Saya gezileri, kış yarılandığında mahalle veya köyün yeni delikanlıları çeşitli kıyafet değişiklikleri ile ev ev gezer, taklitler yaparak eski dönemlerde ziyaret için gerekli gıdaları, şimdilerde ise gönlünden geçen paraları alırlar. Aziz Mahmud Hüdayi gibi Anadolu'yu aydınlatan ilim irfan sahibi büyükler yetiştirmiştir. Kuzukulağı Kuzukulağı ("Rumex acetosella"), 20-50 cm boyunda, kırmızı gövdeli kuzukulağıgiller familyasından çok yıllık bir bitki türü. Ok biçimli tüysüz yaprakları ve pembe renkli çiçekleri vardır. Bol miktarda oksalik asit içeren ekşi yaprakları sebze olarak yenir. Ayrıca halk arasında yapraklarından hazırlanan lâpalar çıban tedavisinde kullanılır. Feminist teoloji Feminist teoloji genellikle Batı dini gelenekleri (çoğunlukla Hristiyanlık ve Yahudilik'te) içinde bu dinlerin uygulamaları, gelenekleri, kutsal metinleri ve teolojilerini feminist bir perspektiften yeniden değerlendiren bir harekettir. Feminist teolojinin hedefleri arasında kadının din adamları ve dini otoriteler arasındaki rolünü genişletmek, Tanrı'nın erkeksi imajını yeniden yorumlamak ve inancın dili ve mitleri arasında dişi (female) tahayallü daha fazla gözönüne almaktır. Feminizm dinlerin pek çok vechesi üzerine büyük bir etki bırakmıştı. Protestan Hristiyanlığın liberal kollarında kadın halen din adamı olabilmektedir. Reform, Konservatif ve Rekonstrüksiyonist Yahudilikte de halen kadınlar rabbi ve kantor (hazan) olabilmektedirler. Söz konusu Hristiyan ve Yahudi gruplarında kadınlar iktidar statülerini elde etmekte giderek daha fazla erkekle eşit hale gelmektedir. Bu eğilimlere Yahudiliğin ortodoks akımlarında, Katolik Kilisesinde, Güney Baptistleri ve Missouri Sinod Luteryanları gibi konservatif Protestan gruplarında ve İslamiyette karşı çıkılmaktadır. Tüm bu dinler ve mezheplerde kadının din adamı ve erkeklerde olduğu biçimiyle din bilgini olarak kabulüne karşı çıkılmaktadır. Yeni Ahit'te Havari Paul kadınların kilisede sessizce oturması gerektiğini söylemişti. İncil'in Korintliler bölümündeki bu tavsiyenin kaynağı Havva'nın kocasını günaha teşvik edişiydi. Hem Eski hem de Yeni Ahit'te kadın, erkeğin mülkü olarak görülmekteydi. Amerikan Kilisesi içinde bazı kimseler kadına ilişkin bu olumsuz görüşlere karşı çıktılar ve feminizmin ilk öncüleri arasında olan Emma Willard 1821 yılında kadınları eğitmek amacıyla Troy Female Seminary'yi kurdu. Catherine Beecher 19.yüzyılda Hartford Female Seminary'yi kurdu. Bu öncüler ve onları takibeden başkaları kadının misyoner hareket içindeki pozisyonunu geliştirmeye katkıda bulundular. Yoğun itirazlara karşın Charlotte H. White 1815'te ilk kadın misyoner oldu. 1850 yılında ilk feministler arasında belki de en önemli bir yere sahip Antoinette Louise Brown teoloji eğitimi alan ve 1853 yılında papaz (ministry) olarak atanan ilk kadın oldu. Lahana kelebeği Lahana kelebeği ("Pieris brassicae"), en yaygın kelebek türlerinden olan bu kelebeğin kanatları çok açık sarı renkte ve kanat uçları siyah lekelidir. Tırtılları turpgillerden (Brassicaceae) bitki türleri ile beslenir; sebze bahçelerinde, bu familyadan bitkilerde zararlara yol açabilir. Mart ayından Ekim'in sonlarına kadar şehir merkezlerinden dağlık alanlara kadar hemen her türlü habitatta gözlemlenebilirler. Kanat açıklığı yaklaşık 6 cm civarında olmakla beraber, oldukça hızlı uçarlar ve göç edebilmektedirler. Kırgızistan ekonomisi 1998 Rusya Krizi'nin olumsuz yansımaları giderek azalmakla birlikte hâlen yaşanmaktadır. Halkın % 23’ünün uluslararası standartlara göre yoksulluk sınırları altında yaşadığı uluslararası kuruluş raporlarında belirtilmektedir. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler sosyal yaşamı da etkilemektedir. Ekonomideki sıkıntıların kısa vadede giderilmesi beklenmemektedir. Kırgızistan'ın tamamında günlük yaşamda her türlü alışverişte resmi para birimi olan “Som” kullanılmaktadır. Araba alımı, elektronik eşya satan bazı firmalar ile büyük oteller ve bazı restaurantlar dışında Amerikan doları ile alışveriş yapılmamaktadır. Bişkek’te hemen her yerde sıkça rastlanan döviz bürolarında döviz bozdurma imkânı bulunmaktadır. Döviz bürolarında ABD Doları, Euro, Rus Rublesi, Çin Yuanı, Özbek Sumu ve Kazakistan Tengesi bozdurabilmekte ve alınabilmektedir. Anestezi Anestezi (Yunanca ek an-, "-siz, -sız anlamında" ve aesthētos, "hissetmek"), genellikle cerrahi müdahalelerden önce uygulanan, bedenin tümünün ya da belli bir bölümünün ağrıya duyarsız hâle gelmesini sağlayan işleme verilen addır. Vücudun sadece belirli bir bölgesini uyuşturan anestezi türüne ise lokal anestezidir. Anestezi yaratan maddelere anestezikler, ilgilenen uzmanlık dalına ise anestezibilim (anesteziyoloji) denir. Anestezi, duyumsama yokluğudur. Genel anestezi, geçici bilinç kaybı ile birlikte duyu fonksiyonlarının ortadan kalkmasıdır. Bu tür anestezi Alman tıbbında ve Türkiye’de bazı insanlar arasında Genel anestezi deyimi yerine “Narkoz” da denilmektedir. Narkoz, anestezi ile eş anlamlı gibi görülüyor olsa da, tam bilinç kaybı olmadan, duyarlılığın ileri derecede ortadan kalkmasıyla oluşan belirgin uyuşma halidir. Zülfü Livaneli Ömer Zülfü Livanelioğlu (d. 20 Haziran 1946; Ilgın, Konya), bilinen adıyla Zülfü Livaneli, Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen. Ömer Zülfü Livanelioğlu, 20 Haziran 1946'da Konya'nın Ilgın ilçesinde dünyaya geldi. Livanelioğlu ailesinin büyük dedeleri Ömer Efendi 93 Harbi’nde Artvin’in Ermeni ve Rus işgaline uğraması üzerine Erzurum’a gelerek Ahmet Muhtar Paşa’nın ordusuna katılmıştır. Ömer Efendi Harput Redif Taburu’na mülazım rütbesiyle atanır. Daha sonra burada çıkan çatışmada şehit düşer. Ömer Efendi’nin tek oğlu olan Zülfü Efendi, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sorgu hakimi olarak görev yapar. Soyadı Kanunu çıktığında, babasının geldiği Artvin/Yusufeli/Livane Sancağı'na izafeten Livanelioğlu soyadını alır. Zülfü Efendi’nin oğullarından üçü de hakim olmuştur. En büyükleri ve Zülfü Livaneli'nin babası olan Mustafa Sabri Livanelioğlu, Yargıtay Başkanvekilliği’ne kadar yükselmiştir. ABD Fairfax Konservatuarı'nı bitirmiştir. Zülfü Livanelioğlu bağlama çalmayı teyzesi Nazmiye (Türeli) Yücel'in eşi olan eniştesi Turhan Yücel'den, Ilgın'da yaşadığı yıllarda ve yaz tatillerinde öğrendiğinde, eniştesi Turhan bey'in kendisine hayatını değiştirecek bir sermayeyi hediye ettiğinden haberi yoktu. Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300'e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı. Türkiye'den ansızın ayrılarak İsveç'e sürgün yıllarında bulaşıkçılık dahil muhtelif işlerde çalışan Livaneli'nin en büyük arzusu birgün Türkan Şoray ile tanışabilmek ve o zaman Türkiye'de suçlanan kişilerin uğrak yeri haline gelen İsveç'te bulunan ünlü yazar, gazeteci veya şairlerle karşılaşabilmekti. Bugüne kadar dört uzun metrajlı film yönetti: "Yer Demir Gök Bakır", "Sis", "Şahmaran" ve "Veda". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "Altın Antigone" ödülüne layık görüldü. "Sis", "En iyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya
, İsviçre ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı. Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk-Kul Forumu'nda yer aldı. Livaneli; Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikis Theodorakis gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu. 1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, 1978 yılında yaptığı "Nazım Türküsü" adlı albümde Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi. "Arafatta bir çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm öldü mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma" ve "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" ve "Mutluluk" ve Leyla'nın Evi, Sevdalim Hayat, Son Ada ve Sanat Uzun, Hayat Kisa, Serenad, Kardeşimin Hikayesi kitaplarının yazarı olan Livaneli, uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir. Ömer Zülfü Livaneli, Ülker Hanım'la evlidir ve bir kızı vardır. Kızı Aylin Livaneli eğitimi ve yaptığı pek çok işten sonra müzik ile ilgilenmiş ve beş albüm çıkarmıştır. Müziğe ara veren Aylin Livaneli şu an yurt dışında ekonomi üzerine eğitim almaktadır. Yayınlanmış 3 kitabı bulunmaktadır. Livaneli vejetaryendir. 19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme unvanını kazanmıştır. Livaneli, 1994 yerel seçimlerinde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday oldu. Anavatan Partisi'nin adayı İlhan Kesici, Refah Partisi'nin adayı Recep Tayyip Erdoğan ve Doğru Yol Partisi'nin adayının Bedrettin Dalan olduğu çekişmeli seçim sürecinde oyların %20,30'unu alan Livaneli üçüncü geldi. Erdoğan ise %25,19'luk bir oranla Belediye Başkanı seçildi. Livaneli, 2002 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'den İstanbul milletvekili seçildi. Partinin 13. Olağanüstü Kurultayı'nda yeter sayıda imza bulamadığı için genel başkan adayı olamadı ve parti yönetimini ağır şekilde suçlayarak istifa etti. Livaneli, istifasını açıklarken şunları söyledi: Füreya Koral Füreya Koral, (12 Haziran 1910, İstanbul-26 Ağustos 1997, İstanbul),Türk seramik sanatçısı. Türkiye'de çağdaş seramiğin öncülerindendir. 1947'de İsviçre'de öğrenmeye başladığı bu sanatı Paris'te iki yıl çeşitli atölyelerde geliştirdikten sonra sanatını Türkiye'de kişisel çabalarıyla hayata geçirdi ve ilk Türk profesyonel kadın seramik sanatçısı oldu. Türkiye'nin ilk özel seramik atölyelerinden birisini kurmuştur. Seramiği mimaride kullanmadaki öncü girişimi, sanatçılığındaki en önemli adımıdır. 1910 yılında Büyükada'da doğdu. Babası Emin Paşa (Emin Koral), annesi Şakir Paşa'nın kızı Hakiye Hanım idi. Bir çok sanatçı yetiştirmiş Şakir Paşa ailesinin bir üyesi olarak iyi bir öğrenim gördü; sanatla iç içe bir yaşamı oldu. Ressam Fahrelnisa Zeid ile Aliye Berger teyzeleri, yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı dayısıdır. Notre Dame de Sion Kız Lisesi'nde öğrenim gördükten sonra bir süre İstanbul Üniversitesi'nde Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne devam etti. Dönemin ünlü Macar keman virtüözü, sonradan Füreya'nın teyzesi Aliye Berger ile evlenecek olan, Charles Berger'den özel keman dersleri aldı. İlk evliliğini Bursalı bir çiftlik sahibi olan ile yaptı ve Bursa'ya taşındı. Bu evlilik, iki yıl sürdü. İkinci evliliğini o zaman milletvekili olan Kılıç Ali ile yaptı ve Ankara'ya yerleşti. Bu evliliği sırasında dönemin siyasetçilerini, sanat ve edebiyat dünyasından insanlarını tanıdı. 1938'e dek eşi ile birlikte Mustafa Kemal'in yakın çevresinde bulundu. Mustafa Kemal'in vefatının ardından 1939'da eşi ile İstanbul'a taşındı. 1940-1944 arasında müzik eleştirileri yazdı, çeviriler yaptı. 1945'te verem teşhisi konuldu. Tedavi için 1947'de İsviçre'de Leysen'de bir sanatoryuma gitti. Uzun süren tedavi döneminde, Londra'da bulunan teyzesi Fahrelnissa Zeid, sanatla uğraşıp vaktini verimli geçirmesi amacıyla ona bazı materyaller göndermişti. Bunlar arasında bulunan seramikçilik alet ve materyali dolayısıyla ilk defa seramikçiliğe ciddi bir uğraş olarak başladı. Çalışmalarını tanınmış Fransız seramikçi Georges Serré'nin desteği ile, Paris'te özel bir seramik atölyesinde sürdürdü. İlk seramik ve taş baskı sergisini 1951'de Paris'te M.A.I Sanat Galerisi'nde açtı. Aynı yıl yurda döndü, yapıtlarını Maya Sanat Galerisi'nde sergiledi. Seramiğe Türkiye'de devam etmek için Paris'te yaptırdığı seramik fırınını İstanbul'a getirtti. Çalışmalarına başlayamadan hastalığının nüksetmesi üzerine Paris'e giderek o dönem çok yeni bir tedavi yöntemi olan, riski yüksek bir operasyon geçirdi; bir kaç ay sonra hastalığı yenmiş olarak döndü.Eşinin ondan seramikle uğraşmayı bırakmasını istemesi üzerine Kılıç Ali ile olan on dokuz yıllık evliliği boşanma ile sonlandı. Yaşamını profesyonel bir kadın sanatçı olarak sürdüren Koral, başlangıçta seramiklerini Göksu'da halk geleneğini sürdüren fırınlarda ve Eczacıbaşı'nın fabrikasında pişirdi. 1954 yılında Şakir Paşa Apartmanı'nda özel bir atölye kurdu ve yirmi yıl bu atölyede çalıştı. Atölyesi Ayda Arel, Alev Ebuzziya, Leyla Sayar (Akkoyunlu), Bingül Başarır, Candeğer Furtun, Binay Kaya, Mehmet Tüzüm Kızılcan'ın aralarında bulunduğu genç seramik sanatçıları için önemli bir buluşma noktası oldu. 1957'de Rockefeller Bursu ile Amerika’ya davet edilen Füreya, daha sonra Meksika'ya giderek Aztek ve Maya kültürlerine dair araştırmalar yaptı. Meksika’da yaygın olan duvar resmi geleneğinden etkilendi. Çalışmaları 1955'de Cannes Milletlerarası Sergisi'nde Gümüş Madalya, 1962'de Prag Milletlerraası Sergisi'nde Altın Madalya, 1967'de İstanbul'da Gümüş Madalya, Washington Smithson Enstitüsü'nde ödül, Fransa'daki Vallarius bienalinde onur diploması, 1981'de Kültür Bakanlığı Özel Ödülü, 1986'da Sedat Simavi Vakfı Plastik Sanatlar Ödülü ile ödüllendirildi. Yapıtlarında tekrar girdiğini düşünen sanatçı, en çok bilinen çalışmalarından olan ""Evler"" serisi ile Sedat Simavi Vakfı ödülünü aldıktan sonra seramiği bıraktığını açıkladı ve kendi dünyasına kapandı. Çok ender de olsa dışarı çıktıkça gördüklerinden çok etkilendi. ""Boş gözlerle bakan; nereye niçin gittiğini bilmeyen insanlarla karşılaştığını"" ifade eden Koral böylece 1990 yılında ""Yürüyen İnsanlar"" adlı pişmiş toprak heykelciklerini üretti. ""Yürüyen İnsanlar"" adlı serisi, 1992'de 40 sanatçının panolarıyla beraber ""40. Sanat Yılında Füreya Koral'a Saygı"" sergisinde Maçka Sanat Galerisi'nde yer aldı. 26 Ağustos 1997'de 87 yaşında İstanbul'da öldü. Koral, ilk sergisini 1951 yılında Paris'te açtığında seramiğin sanat olarak sergilenmesi batıda da yeni bir olguydu. Koral'ın sanatının içeriği ve biçimsel özellikleri dönemin batı sanatı içerisinde hayli ilgi uyandırdı. Eserlerinin doğu kültürünün bazı simgelerini, kimliklerini, kolektif bellek öğelerini taşıması, seramiğe zanaatla sanatı birleştiren anlatımsal yaklaşımı, yenilik ve orijinallik olarak algılandı. Eserlerini aynı yıl İstanbul'da sergiledi ve İstanbul'da da ilgi gördü. Tabaklar başlıca formlarından birisi idi ancak her şeyden önce duvar panolarını önemsiyordu. 1955–1975 yılları arası büyük boyutlu seramik duvar panolarıyla çeşitli yapıların iç ve dış yüzeylerini bezedi. Bu çalışmalarıyla geleneksel çini sanatını yeniden mimariye kazandırdı. Duvar panolarının çoğunluğu dönemin sanat akımını yansıtan soyut karakterdedir. Osmanlı camilerinde görülen İznik çinilerinin durgun, ölümsüzlüğü çağrıştıran havasına karşılık, eserlerinde İstanbul’daki güncel yaşamının uzantısı olan bir hareketlilik yorumu getirmiştir. 1968’de yaptığı ""Divan Pastanesi Panosu"" bunun en yetkin örneklerindendir.. 1970'lerde iç ve dış mekan panolarının yanı sıra obje tasarlamaya ağırlık verdi. 1973 Tuzla’daki İstanbul Porselen Fabrikası için özel bir seri tasarladı Eserlerinde geleneksel form ve desenleri çağdaş yorumla işledi. Sanatçının başlıca eserleri arasında, 1963 yılında Ankara'da Ulus Çarşısı'na, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı'na, 1966 yılında İstanbul'da Ziraat Bankası'na, 1969 yılında İstanbul Divan Oteli'ne yaptığı panolar sayılabilir. 1973’te Arif Paşa Apartmanı’na taşınan sanatçı, burada dairesinin penceresinden gördüğü sıra evlerden aldığı ilhamla yeni bir seri meydana getirdi. 1980-1985 arasında ""Mahalle"" ismini verdiği birbiri içine girmiş küçük seramik ev kompozisyonlarında bu sefer ""yeniden anımsatma”, akılda kalanlarla ""yeniden kurabilme"" amacıyla eski İstanbul sokaklarını ele aldı. Değişen toplumun hız ve yapısına dair gözlemleri onu daha sonra "içi boş" insan figürlerinden oluşacak bir heykel serisine yöneltti. 1951’den itiabren yurt içinde ve dışında 32 sergi açtı. Eserleri Paris'teki Salon d'Octobre, Meksiko'daki Modern Sanat Müzesi, Prag'da Napstkovo Müzeum, Washington'da Smitshonian Institute ve Türkiye'nin çeşitli yerlerindeki galerilerde sergilendi. Yazar Ahmet Hamdi Tanpınar 1958 yılında onun için şunları yazmıştı: Daha ilk tecrübelerinden itibaren seramiği başka iklimlere taşımaya çalıştı. Bu sayede seramik eserlere ilk işaretimizde piştikleri ateşin karşısında hizmetimize koşan uysal cariyeler olmaktan kurtuldu. Bu ateş kızları şimdi büyük resmin ve heykelin gururuyla bize geliyorlar. Tabak gibi, fincan gibi hususi bir iş görenler bile bizimle bir sevgili nazıyla, edasıyla konuşuyorlar. Ayrıca yazar Ayşe Kulin de Füreya Koral’ın hayatını anlatan ""Füreya"" adlı bir biyografik roman yazmıştır. Bu romanda ünlü seramikçinin yaşadığı her şey fotoğraflarla anlatılmıştır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Bürosu, 14 Aralık 1950'de Birleşmiş Milletler Genel Meclisi tarafından kurulmuştur. BMMYK
, mültecileri korumak amacıyla yapılan uluslararası hareketleri düzenlemek, onlara liderlik etmek ve dünya çapındaki mülteci sorunlarını çözmekle yetkilendirilmiştir. Asıl amacı, mültecilerin haklarını ve refahını savunmaktır. Herkesin sığınma talebi ve diğer bir devlette gönüllü geri dönüş, yerel bütünleşme ve üçüncü ülkeye yerleştirilme seçenekleri ile güvenli bir şekilde barınma haklarını garantilemek için mücadele eder. BMMYK, yaklaşık elli yıllık bir sürede, 50 milyon kadar insanın hayatlarına yeniden başlamasına yardım etmiştir. BMMYK, insan haklarının korunmasında ve tartışmaların barışçıl bir şekilde çözülmesinde etken olan koşulların yaratılması için devletler ve diğer kurumları destekleyerek zorla yerinden edilme vakalarını azaltmayı amaçlamaktadır. Bu doğrultuda BMMYK, kendi ülkelerine dönmekte olan mültecilerin yeniden kaynaşmalarını güçlendirmek arayışında olup mülteci yaratan olayların tekrarlanmasını önlemektedir. BMMYK, ırk, din, politik düşünce ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın ve tarafsız bir şekilde mültecilere ve diğer insanlara ihtiyaçları doğrultusunda koruma ve yardım sağlamaktadır. BMMYK, bütün faaliyetleri arasında en çok çocukların ihtiyaçlarını karşılama ve kadın haklarını yükseltme çabası içindedir. Uluslararası plaka işaretleri Sınır ötesi seyir yapan taşıtların üzerinde kendi ülke idaresinin verdigi taşıt kayıt plakasına ek olarak o plakayı hangi ülke idaresinin verdiğini belirten bir ek plaka olur. Bu genellikle taşıt plakasının yanında koyu renkle yazılmış ve küçük oval bir plakadır. Avrupa ülkelerinde ülke bilgisi taşıt plakasının içinde en başta ayrı bir küçük bölümde oması şeklinde standartlaşmaktadır. A.B.D. plakalarında plakayı veren eyaletin logo veya sloganı da olabilir. Aşağıda kullanılan uluslararası plaka işaretleri bulunmaktadır. Not: (*) işaretliler bu kodun resmi olmadığını gösterir. Veri bağlantısı katmanı Veri bağlantısı katmanı veya 2. Katman: (İngilizce: "Data Link Layer") Veri bağlantısı katmanı donanım katmanına erişmek ve kullanmak ile ilgili kuralları belirler. Veri bağlantısı katmanının büyük bir bölümü ağ kartı içinde gerçekleşir. Veri bağlantısı katmanı ağ üzerindeki diğer bilgisayarları tanımlama, kablonun o anda kimin tarfından kullanıldığının tespiti ve fiziksel katmandan gelen verinin hatalara karşı kontrolü görevini yerine getirir. Veri bağlantısı katmanı,fiziksel katmandan alınan bitleri veya bir üstteki ağ katmanından aldığı veri paketlerini çerçeve adı verilen bir formata dönüştürür. Veri bağlantısı katmanı iki alt bölüme ayrılır: Ağ katmanı Ağ katmanı veya 3. katman (İngilizce: Network Layer), veri paketinin farklı bir ağa gönderilmesi gerektiğinde, veri paketine yönlendiricilerin kullanacağı bilginin eklendiği katmandır. Örneğin IP iletişim kuralı bu katmanda görev yapar. Ağ katmanı, sunucular arası yönlendirme dahil olmak üzere kaynaktan hedefe paketin iletilmesinden sorumludur, hâlbuki veri bağlantı katmanı aynı bağlantı üzerindeki çerçevenin iletilmesinden sorumludur. Ağ katmanında bulunan fonksiyonlar: TCP/IP modeli RFC 1122’de tanımlanmıştır. Bu model Internet katmanı olarak adlandırılır ve bağlantı katmanının üzerindedir. Birçok kitapta ve diğer kaynaklarda sıklıkla Internet katmanı, OSI’nin ağ katmanına eşlenmiştir. TCP/IP nin internet katmanı aslında sadece ağ katmanının alt fonksiyonlarından biridir. Sadece bir tür ağ mimarisini tanımlar, bu da internettir. TCP / IP bir temel tasarım kriteri değildir ve genel olarak "zararlı" (RFC 3439) kabul edildiğinden beri bu modelleri direkt olarak karşılaştırmaktan kaçınılmalıdır. Oturum katmanı Oturum katmanı veya 5. katman (İngilizce: "Session Layer"), bir bilgisayar birden fazla bilgisayarla aynı anda iletişim içinde olduğunda, gerektiğinde doğru bilgisayarla konuşabilmesini sağlar. Ağda iki uygulamanın haberleşmesini sağlar. Uygulamalar arasındaki bağlantıları kurar, yönetir ve sonlandırır.Örneğin bir int.explorer programı ile Web server uygulamasının oturum kurmalarını birbirleri ile ön konuşmalar yapmalarını sağlar.İki uygulama birbirini fark edecek ve aralarında bir diyalog başlatacaktır. Bu katman yardımı ile farklı bilgisayarlardaki kullanıcılar arasında oturumlar kurulması sağlanır. Bu işlem oturumların kurulmasını, yönetilmesini ve bitirilmesini içerir Örneğin A bilgisayarı B üzerideki yazıcıya yazdırırken, C bilgisayarı B üzerindeki diske erişiyorsa, B hem A ile olan, hem de C ile olan iletişimini aynı anda sürdürmek zorundadır. Bu katmanda çalışan NetBIOS ve Sockets gibi protokoller farklı bilgisayarlarla aynı anda olan bağlantıları yönetme imkânı sağlarlar. Sunum katmanı Sunum Katmanı veya 6. katmanın' (İngilizce: "Presentation Layer") en önemli görevi yollanan verinin karşı bilgisayar tarafından anlaşılabilir halde olmasını sağlamaktır. Böylece farklı programların birbilerinin verisini kullanabilmesi mümkün olur. DOS ve Windows 9x metin tipli veriyi 8 bit ASCII olarak kaydederken (örneğin A harfini 01000001 olarak), XP tabanlı işletim sistemleri 16 bit Unicode'u kullanır (A harfi için 00000000 01000001). Ancak kullanıcı tabii ki sadece A harfiyle ilgilenir. Sunum katmanı bu gibi farklılıkları ortadan kaldırır. Sunum katmanı günümüzde çoğunlukla ağ ile ilgili değil, programlarla ilgili hale gelmiştir. Örneğin eğer iki tarafta da GIF formatını açabilen bir resim gösterici kullanılıyorsa, bir makinanın diğeri üzerindeki bir GIF dosyayı açması esnasında sunum katmanına bir iş düşmez, daha doğrusu sunum katmanı olarak kastedilen şey, aynı dosyayı okuyabilen programları kullanmaktır. Uygulama tabakası Uygulama katmanı veya OSI 7. katman (İngilizce: "application layer"), programların ağı kullanabilmesi için araçlar sunar. Bilgisayar uygulaması ile ağ arasındaki arabirim görevini yerine getirmektedir. Katmanların sıralanışında kullanıcıya en yakın olanıdır. Sadece bu katman diğer katmanlara servis sağlamaz. Uygulama katmanında ise uygulamaların ağ üzerinde çalışması sağlanır. Uygulama katmanı ağ hizmetini kullanacak olan programdır. Bu katman kullanıcının gereksinimlerin karşılar. Örneğin; veri tabanı uygulaması ya da e-posta uygulaması. Microsoft API'leri uygulama katmanında çalışır. Bu API'leri kullanarak program yazan bir programcı, örneğin bir ağ sürücüsüne erişmek gerektiğinde API içindeki hazır aracı alıp kendi programında kullanır. Alt katmanlarda gerçekleşen onlarca farklı işlemin hiçbirisiyle uğraşmak zorunda kalmaz. Uygulama katmanı için bir diğer örnek HTTP'dir. HTTP çalıştırılan bir program değil bir protokoldür. Yani bir kurallar dizesidir. Bu dizeye göre çalışan bir tarayıcı ("browser"), aynı protokolü kullanan bir Web sunucuya erişir. Şarkışla Şarkışla, Sivas ilinin bir ilçesidir. Bizans dönemindeki adı "Tenos, Tonus" olan Şarkışla'nın ismi TC Şehir Vekaletine göre 18. yüzyılda 'Şehirkışka' idi. Bu sözcüğün yazılışındaki telaffuz zamanla dönüşerek Şarkışla halini almış ve bu şekilde tescil edilmiştir. Itinerarium Antonini'nin 3. yüzyıla ait Roma İmparatorluğu yol rehberindeki bilgiye göre de en eskilerde 'Malandara', 'Marandara' isimleri mevcuttur. Şarkışla İlçesinin milattan önce 3000 yıllarından itibaren bir yerleşim merkezi olduğu bilinmektedir. İlçe merkezine 5 km uzaklıktaki Döllük köyünün ilçe sınırlarına yakın bir yöresinde 1940 yılında bulunan MÖ 2000 yıllarına ait olduğu kabul edilen heykelin varlığı bu tarihi doğrulamaktadır. Heykel tunçtan yapılmış olup 12 cm. boyundadır. Halen Ankara Arkeoloji ve Etnografya Müzesinde muhafaza edilmektedir. Sırasıyla Hattiler’in, Hititlerin, Etilerin, Perslerin ve Roma krallığının yönetiminde Tenos olarak kalan Şarkışla 11. yüzyıl başlarında Danişmendler’in, 12. yüzyılın 2. yarısında Anadolu Selçukluları’nın eline geçmiştir. Anadolu Selçukluları devrinde 1294 yılında varlığı bilinmektedir. 14. yüzyılın ortalarında Eretna Beyliği'nin daha sonra Kadı Burhaneddin Devleti’nin denetimine girmiştir. Anadolu Beyliklerinin yıkılmasından sonra Osmanlı Devleti’nin denetimine giren Şarkışla, Timur’un Anadolu’yu istilası sırasında Yıldırım Beyazıt’in oğlu Ertuğrul Bey tarafından askerlerine talim ve konaklama yeri; ayrıca IV. Murat’ın Iran seferi sırasında da askeri kışla olarak kullanıldığı rivayet edilmektedir. İlçenin ismi Farsçada şehir anlamına gelen "şar" kelimesi ile "kışla" kelimesinin birlikte telaffuz edilmesiyle "Şehirkışla" sözcüğünün anlamı kaybolarak Şarkışla’ya dönüştürülmüştür. İlçe çevresinde yapılan Arkeolojik araştırmalarda Eti, Roma, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin izine rastlanmaktadır. İlçe merkezine 1660 yılında Üsküdarlı Mehmet Ağa tarafından yaptırılan Büyük Camii, 350 m²’lik alan üzerinde çok kubbeli olarak tarihi nitelik taşımaktadır. 1864 tarihinde Belediye Teşkilatına kavuşmuştur. 1879 yılında ilçe olmasıyla coğrafi durumu tespit edilmiş olmaktadır. İlçeye bağlı 4 belde, 93 köy ve 9 mezra mevcuttur. Şarkışla İlçesi 36°-37° doğu boylamları(36° 25’E) ile 39°-40° (39° 21’N) kuzey enlemleri arasında kalmakta olup, 1902 km² ilçe alanına ve 9472 hektar ilçe merkezi alanına sahiptir. İlçe alanı ile Sivas ili ilçeleri arasında alan bakımından 7. büyüklükte olan bir ilçedir. Şarkışla İlçesi, İç Anadolu Bölgesi’nin ortalama yükseltisi en fazla ve engebesi en kuvvetli bölümü olan Yukarı Kızılırmak Bölümü sınırları içerisinde, Sivas ilinin güneybatısında yer almaktadır. İdarî bakımdan Sivas’a bağlı olan Şarkışla’nın, il merkezine olan uzaklığı 81 km kadardır. Yüzölçümü 2250 km² olup, denizden yüksekliği 1180 metredir. Şarkışla doğusunda Sivas ve Altınyayla, batısında Gemerek, güneyinde Kayseri ve kuzeyinde de Yozgat ve Yıldızeli ilçesi ile sınırlandırılmıştır. Bir depresyon (çökmüş alan) içinde kurulmuş şehrin kuzeyinde, Tecer ve Şama dağları ile güneyinde Hınzır Dağı uzanmaktadır. Çöküntü ve jips erimeleri sonucu oluşmuş olan Şarkışla depresyonu, batısındaki Palas ve Gemerek, doğusundaki Hanlı ve Kayadibi ovaları arasında kalan bir havzadır. Şarkışla da, bu depresyon içerisinde yer alır. 65 km² alan kaplayan ova, doğu-batı istikametinde uzanmaktadı
r. Şarkışla Ovasını (Gedik Ovası) çevreleyen kısımlarda çok sayıda fay hattı tespit edilmiştir. Bunlardan birincisi; ovanın doğusunda kuzeydoğu-güneybatı yönünde, Maksutlu Köyü kuzeyinden başlayıp Döllük Köyü güneyine kadar uzanır. Hemen güneyinde, bu fayı kesen ve kuzey-güney doğrultusunda uzanan bir fay hattı daha mevcuttur. Üçüncü bir fay hattı ise, ilçe merkezinin güneyinden başlayıp, batıda Gürçayır’a doğru kuzeydoğu-güneybatı istikametinde ovayı kat eden ve Kanak Çayı Vadisini dikine kesen faydır. Çatalyol ve Elmalı köylerini güneydoğu-kuzeybatı istikametinde kat eden fay; ovanın oluşumunda büyük rol oynamıştır. Şarkışla Ovası’nın batıdan doğuya doğru daralması ve bu alanda eğim kırıklığı nedeniyle birikinti konilerinin oluşması, bu fayın sonucudur. Şarkışla İlçesi’nin içerisine yerleştiği ova; doğu, kuzey, güney, kuzeybatı ve kuzeydoğu yönlerinde fay hatları ile kuşatılmıştır. Sözü edilen bu faylar, neotektonik dönemde meydana gelen tektonik faaliyetlerin bir sonucudur. Bu faylar, Şarkışla da küçük ölçekli depremlerin olmasına neden olmuşsa da; yüksek dereceli ve hasar veren bir deprem günümüze kadar yaşanmamıştır. Ortalama 1200 m yükseklikte olan Şarkışla Ovası, doğu-batı istikametinde yaklaşık 20 km, kuzey-güney istikametinde ise 10 km genişliğindedir. Ovanın ortası düz iken, kenarlara doğru etek düzlükleri nedeniyle eğim artar. Eğim, ovada 1° ve daha az bir değere sahipken; ovanın kenar kesimlerinde eğim, yaklaşık 1–5° kadardır. Şarkışla Ovası’nın bir çöküntü alanı olduğu belirlenmiştir. Ovanın çevresindeki yüksek kısımlarında görülen bazı formasyonlar, Şarkışla Ovası çevresinde yaklaşık 150 m daha aşağı seviyelerde görülmektedir. Bu durum; Şarkışla Ovası’nın, büyük ölçüde tektonik faaliyetler ile meydana gelen çökme sonucunda oluştuğunu kanıtlamakla birlikte, ovanın kuzeybatısında Sağır-Dikili arasındaki düzlüğün oluşmasında jips erimeleri de etkili olmuştur. Bu nedenle ovanın oluşumunda çökme ve jips erimelerinin birlikte etkili olduğu söylenebilir. İlçe nüfusunun % 47,8’i köylerde % 52,2’si ilçe merkezi ve beldelerde yaşamaktadır. Geçim kaynağı önemli ölçüde tarım ve hayvancılık olup, bunun yanında en büyük geçim kaynağı yurt dışı isçiliği ve ticarettir. Şarkışla nüfusuna kayıtlı 137.963 kişiden 51.571'i ilçe merkezinde ikamet etmekte geri kalanı başta yurt dışında olmak üzere çeşitli illerde bulunmaktadır. Köyden şehre göç nedeniyle kenar mahallelerde gecekondulaşma mevcuttur. Konut probleminin çözümüne yönelik olarak Bel-kent Yapı Kooperatifi aracılığıyla 504 Konut inşa edilerek iskâna açılmıştır. Yapılan yeni ve eski Toki binalarıda muvcuttur, Kale Mahallesinde Sivas yolu üzerindedir. Belkentte çeşitli firmaların yapmış olduğu yeni binalar sayesinde yeni yaşam alanları oluşmuştur ilçede. Halkın yaşantısı genel olarak geleneksel Anadolu hayat tarzıdır. İlçe halkından 18.000 kişinin başta Danimarka, Almanya, Hollanda ve Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde çalışıyor olması büyük sermaye birikimine yol açmıştır. Bu birikimin 40-50 Milyon TL civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu tasarruf şimdiye kadar istenilen ölçüde yatırıma dönüştürülememiş durumdadır. Bunun sebepleri şu şekilde sıralanabilir: a) En güvenli yatırım olarak düşündüğü konut ve diğer gayri menkul gibi istihdam yaratmayan ve ekonomide katma değer oluşturma özelliği olmayan verimsiz alanlara yönelmiş b)Parasını kısmen spekülatif amaçla fakat büyük ölçüde bankalara mevduat olarak yatırmış, c) Veya başka şehirlerde yatırım yapmaya yönelmiştir. İlçede 16 camii bulunmakta, birkaç camii ise yapım aşamasındadır. Camiler: Hacıimmetli Camii, Fatih Camii, Arafat Camii, Çarşı Camii, Yıldırım Bayezid Camii, Murat Camii, Kale Camii, Ravza Camii , Ulu Camii (1664), Muhsin Yazıcıoğlu Camii ve Külliyesi (yapım aşamasında). İlçede değişik kültürlerden insanlar yaşadığından dolayı, yemek kültürü bir hayli zengindir. 93 Harbi sırasında Kars-Erzurum'dan buraya yerleştirilen insanların kendi kültürlerini de beraberinde getirdiklerinden, o kültürlere ait birçok yemek, bütün Şarkışla'da kabul görüp, herkes tarafından yapılmaktadır. Ayni zamanda yerli halkın da, Sivasin diğer bölgelerinden çok değişik olmasa da, kendine has yemekleri bulunmaktadır. Şarkışla'nin başlıca meşhur yemek ve tatlıları: - Çorbalar: - Yemekler: Mantı çeşitleri - Tatlılar: Nihat Erim İsmail Nihat Erim, (1912, Kandıra, Kocaeli - 19 Temmuz 1980, İstanbul) Türk siyasetçi. 1971-1972 yılları arasında görev yapmış Türkiye başbakanı. 1912 yılında Kocaeli'nin Kandıra ilçesinde doğdu. Galatasaray Lisesi'ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Paris Hukuk Fakültesi'nde doktora yaptı. 1939 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kamu hukuku doçentliğine atandı; 1941 yılında profesör oldu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki kamu hukuku derslerine ek olarak Siyasal Bilgiler Okulu'nda devletler hukuku dersleri verdi. 1959-1961 yılları arasında BM Uluslararası Hukuk Komisyonu üyesi olarak görev aldı. 1943-1950 yılları arasında CHP milletvekili olarak TBMM'de bulundu; 2. Saka Hükümeti'nde Bayındırlık Bakanlığı, Günaltay Hükümeti'nde başbakan yardımcılığı yaptı. CHP muhalefete geçtikten sonra partinin yayın organı Ulus'un başyazarlığını üstlendi. Bu gazetenin 1953 yılında kapanması üzerine 1955 yılına kadar Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerini çıkardı. Başbakan Adnan Menderes'in isteği üzerine Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının hazırlanmasında görev aldı. 1961 yılında CHP milletvekili olarak yeniden TBMM'ye döndü. CHP içinde Bülent Ecevit'in başlattığı "Ortanın Solu" hareketine katıldı, daha sonra CHP'den ayrılarak Cumhuriyetçi Güven Partisi'ni kuran Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu'yla birlikte muhalefet etti. 12 Mart 1971 Muhtırası'nın ardından CHP'den ayrılması koşuluyla hükümeti kurmakla görevlendirildi. 26 Mart 1971 tarihinde kurduğu askeri cunta hükümeti 3 Aralık 1971 tarihinde istifa etti. Yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi; kurduğu 34. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti 22 Mayıs 1972 tarihine kadar işbaşında kaldı. 1977 yılına kadar Cumhuriyet Senatosu'nda kontenjan senatörü olarak görev yaptı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edilmesine kadar varacak "Balyoz Harekâtı" olarak bilinen uygulamaları başlatması nedeniyle "Balyoz" lakabıyla anılır. "Gerekirse demokrasilerin üstüne şal örtmeli" sözü nedeniyle de Aziz Nesin tarafından kendisine Şalcı Nihat denmiştir. Kıbrıs'la ilgili anı ve gözlemlerini "Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs" adıyla 1975 yılında kitaplaştırdı. 19 Temmuz 1980 tarihinde İstanbul Dragos'taki evinin yakınında Mahir Çayan ve arkadaşlarının intikamının alınması adına Dev-Sol militanları tarafından düzenlenen suikast sonucu hayatını kaybetti. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır. Empedokles Empedokles (Yunanca: Έμπεδοκλής, MÖ 490-430), Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesidir. Sicilya'da bir Yunan kolonisi olan Agrigentum kentinin yurttaşıdır. Doğa düşünürlerinden biri olan Empedokles, kendinden önceki doğa düşünürlerinin temel öğe ("arkhe") olarak belirlediği, "su", "ateş" ve "hava"ya, "toprak" öğesini de ekleyerek, hepsini bir arada kullanan ilk düşünür olmuştur. Empedokles'e göre bu dört temel öğe, "sevgi" ve "nefret" (iticilik) gücü ile birleşip ayrılırlar. Bir başka deyişle "sevgi" ve "nefret" de, maddeyi meydana getiren temel ögelerdendir ve değişimleri açıklamak için kullanılmışlardır. MÖ 490 yılında Sicilya'nın Agrigentum kentinde, seçkin bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Siyasi bakımdan anayurdu olan Agrigentum'un hayatında oldukça aktif ve yararlı bir rol oynamıştır. Babasının MÖ 470 yılında kentin tiranının devrilmesinde önemli bir rol oynamış olduğu söylenmektedir. Bu tiranın tahtı Empedokles'e sunulmuş olsa da, o demokratik eğilimleri nedeniyle bunu reddetmiştir. Empedokles, bilgisinin doğal güçleri denetlemek için anahtar olduğunu, bilgisiyle insanların rüzgarları durdurabileceğini, yağmur yağdırabileceğini ve hatta ölüleri Hades ülkesinden geri getirebileceğini ileri sürmüştür. Bu düşünceleri nedeniyle kendisinin büyücü olduğu söylentisi ortaya çıkmıştır. Sadece kuramlarla değil aynı zamanda pratikle de ilgilidir. Bir kenti kasıp kavuran veba salgınını, o kenti çevreleyen bataklıkları kurutarak önlemiştir. Doğduğu kent olan Agrigentum'un havasını sağlıklı kılmak amacıyla, kuzey rüzgarına yol açabilmek için şehri kuzeyden çevreleyen kayaları parçalatmıştır. Empedokles Parmenides'ten sonra düşüncelerini şiir şeklinde ifade eden ikinci önemli düşünürdür. Kendisinden sonra aynı şekli yine kendisinin bir hayranı olan Romalı Lucretius (MÖ 1. yüzyıl) devam ettirecektir. Ölüm yeri ve şekliyle ilgili olarak ise farklı rivayetler vardır. Bir söylenene göre Etna Yanardağı'na atlayarak hayatına son vermiştir. Başka bir söylenene göre ise 60 yaşlarında iken Yunanistan'da Peloponnesos'ta normal bir şekilde ölmüştür. Empedokles'in bugün elimizde bulunan iki şiirinin yanında bazı başka şiirleri olduğu da söylenmektedir. Ancak bu diğer şiirlerinden herhangi bir parça mevcut değildir. "Doğa Üzerine" ve "Arınmalar" adlı bu iki şiirin asılları toplamının yaklaşık 5000 mısradan oluştukları tahmin edilmektedir. "Doğa Üzerine" adlı şiirin yaklaşık 2000 dizeden meydana geldiği tahmin edilir. Bu dizelerden yaklaşık 350 mısra ve parçacık günümüze kalmıştır. "Doğa Üzerine" adlı yapıtında Empedokles'in özgünlüğünü gösteren iki önemli düşüncesi vardır: Bunların ilki, temel öğenin birden fazla olduğunu kabul etmesidir. Kendisinden önceki düşünürlerin öne sürdüğü temel öğeler "su", "hava" ve "ateş"ti. Empedokles ise bunlara bir de "toprak" öğesini eklemiştir. Bu dört öğe baştan beri vardır. Bunlar ne değişir ne de yok olur, yani başlangıcı ve sonu yoktur. Evrende bunların miktarları hep aynı kalır. Her şey bu dört öğenin belirli birleşmelerinden oluşur. "Nasıl ki ressamlar tapınaklara adak olarak adanacak resimleri yaparken ellerine çeşitli boyaları alır ve onları uygun oranlarda birbirlerine karıştırırlarsa, bunun için de bazı boyalardan daha fazla, bazılarındansa daha az miktarlar al
ırlarsa ve böylece bu boyalardan dünyada rastlanan sayısız şeylerin, örneğin ağaçların, erkeklerin, kadınların, kuşların, balıkların, hatta uzun ömürlü tanrıların resimlerini yaparlarsa, aynı şekilde doğa da dört öğeyi alarak onların her birinden farklı miktarları farklı oranlarda karıştırıp var olan şeyi meydana getirir." (B23) İkinci özgün düşüncesi ise bu temel öğelerin birleşip ayrılması için bir "hareket ettirici güç" olması gerektiğidir. Empedokles bu gücü "sevgi" ve " nefret" olarak açıklamıştır. "Sevgi", öğeleri birleştirir, "nefret" ise bunları birbirinden ayırır. Bunun yanında Empedokles, var olan bir şeyin yok olmasının veya yokluktan bir şeyin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu söyler: "Ölümlü olan bir şeyin ne var olması ne de her şeyi alıp götüren ölümle son bulması sözkonusudur. Var olan sadece öğelerin bir araya gelmesi ve birbirlerine karıştıktan sonra ayrılmasıdır. "Ölüm", işte şeylerin bu ritminin bir anına insanlar tarafından verilen bir addan ibarettir. Bu öğeler bir insan, bir vahşi hayvan, bir bitki veya bir kuş biçiminde birbirlerine karıştıklarında insanlar bir doğuş olduğunu söylerler. Öğeler birbirlerinden ayrıldıklarındaysa insanlar bunu acıklı "ölüm" kelimesiyle açıklarlar. Ancak bu doğru bir adlandırma değildir." (B8,9) Evrenin de bu şekilde oluştuğunu söyler. Başlangıçta "sevgi"nin etkisiyle bütün öğeler birbirine karışmış durumdadır. "Nefret"in küre şeklindeki evrene yaklaşmasıyla bir girdap, çevrinti hareketi oluşur ve bu öğeler birbirlerinden ayrılırlar. Güneş ve ay tutulması konusunda doğru bir gözlem yapmış, ayın ışıgını güneşten aldığını anlamıştır. Deriden yapılan solunumu açıklamıştır. Hayvanların nasıl ortaya çıktıklarıyla ilgili kuramı vardır. Algının nasıl meydana geldiğini, gözü ve görmenin nasıl olduğunu da açıklamıştır. Ruh göçüne inanır: "Bir zamanlar ben de erkek ve kız çocuğu, çalı, kuş ve denizde sıçrayan dilsiz balık olmuştum." (B117) Kanın, insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşünmenin merkezi olduğunu söyler. Empedokles'e göre; temel öğeler kanda, en olgun biçimde bir araya gelmişlerdir. İnsanın tüm yetenekleri ise bu karışımın olgunluğuna bağlıdır. Felsefeyi uzun bir süre meşgul etmiş ikilemdir. Herakleitos; Parmenides; Bu ikilemden felsefeyi kurtaran, Empedokles olmuştur. Empedokles'e göre Parmenides, Herakleitos zıtlığı, "özde tek bir madde" olduğu inancından kaynaklanmaktadır; Düşünüre göre, her iki görüş de, kısmen doğru, kısmen yanlıştır. Empedokles'in kendisinden sonra gelen düşünürler arasında özellikle Aristoteles üzerinde etkisi olmuştur. Roma dünyasında Lucretius, Epikuros'un dışında sadece Empedokles'ten büyük övgü ve hayranlıkla söz eder. Nietzsche'nin eskiçağ düşünürleri arasında büyük bir övgüyle andığı iki isimden biri Herakleitos ise diğeri Empedokles'tir. Alman şair Hölderlin de bir tragedyasında Empedokles'i romantik bir kılık altında yeniden canlandırmıştır. Demokritos Leukippos'un öğrencisi Demokritos ya da bazı kaynaklarda Demokritus, MÖ 460-370'lü yıllarda yaşamış ve Sokrates'den sonra ölmüş olmasına rağmen, "Sokrates öncesi doğa filozofları"ndan sayılır. Hocasının ortaya koyduğu teoriyi büyük ölçüde geliştirerek ünlenmiştir. Parmenides'in temsil ettiği tekçilik (monism) ile Empedokles'in çokçuluğu (pluralism) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, "Atom veya bölünmeyen öz" teorisi ile ünlenmiştir. (Bazı kaynaklar Empedokles ve Anaksagoras'ı da "atomcular" sınıflandırmasının içine sokmaktadır. ) Varoluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koymuştur. Evren'deki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenleri bir rastlantı ile izâha çalışmak saçmalıktır. "Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir." şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, materyalist doğa biliminin ilk temellerini atmıştır. Atomcular, sadece bir hacim, bir şekil ve belki de bir ağırlık içeren bölünmez en küçük birim olarak târif ettikleri atomun ve atomların hareket ettiği boşluğun (eter - ether - esir) ezelî, ebedî mevcudiyetini ortaya atmışlardır. Bütün bu materyalist görüşlere rağmen, "tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir" prensibini, ruhun açıklanması aşamasında da tutarlı bir şekilde kullanmışlardır. Bilinçli bir materyalist yaklaşımla, algılama ve düşünmeyi, vücuttaki en ince, en hafif ve en düzgün ateş atomlarının hareketi olarak izâh eden Demokritos, kendisinden önceki düşünürlerin üzerinde durmadığı oranda, ahlâk (etik) ile de ilgilenmiştir. OECD Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü bazen de İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı "(İngilizce: "Organisation for Economic Co-operation and Development" -OECD, Fransızca: Organisation de coopération et de développement économiques)", uluslararası bir ekonomi örgütüdür. OECD, 14 Aralık 1960 tarihinde imzalanan Paris Sözleşmesi'ne dayanılarak, 1961'de kurulmuştur ve savaş yıkıntıları içindeki Avrupa'nın Marshall Planı çerçevesinde yeniden yapılandırılması amacıyla 1948 yılında kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün (OEEC) doğrudan mirasçısıdır. Üyelerinin büyük bir bölümü AB ve İUT üyeleridir, çoğunluğu da gözlemci üyelerdir. OECD ülkeleri sanayileşip zengin olmuş ülkelerdir. Örgütün tüzüğe bağlanmış amaçları şunlardır: Bu ilkeler, aynı zamanda, yukarıda belirtilen amaçların gerçekleştirilmesine de hizmet ederler. OECD, bir taraftan bu ilkelerin üye ülkelerde güçlendirilmesine katkı sağlarken, diğer taraftan da örgüte üye olmayan ülkelerde ilkelerinin tanıtımını yapmaktadır. Halen 34 tam üye (2010'da Estonya'nın katılımı ile) olan ülke vardır, bu ülkeler arasında 30 tanesi (* ile gösterilmiştir) Dünya Bankası tarafından 2005'te yüksek gelirli ülkeler arasında gösterilmiştir. Avrupa Komisyonu da OECD'ye katılım gösterir. Yugoslavya, örgüt faaliyetlerine özel bir statüde iştirak etmekteydi. Ockhamlı William Ockhamlı William, (Occam, Hockham ve birkaç değişik şekilde bilinir.) yaklaşık 1300 ve 1349 yılları arasıda yaşamış İngiliz Fransiskan papazı ve skolastik filozof. Politik anlaşmazlıkların ve entelektüelliğin merkezi olan on dördüncü yüz yılda; Thomas Aquinas, Duns Scotus ve İslam filozoflarından İbn-i Rüşd ile birlikte, önemli figürlerden biri olduğu düşünülüyor. Genel olarak ismini verdiği Occam'ın Usturası isimli metodolojik prensiple anılmasına rağmen, mantık, fizik ve teoloji alanında önemli çalışmalar üretmiştir. İngiltere Kilisesi'nde 10 Nisan günü Ochkam'ı anma günüdür. İngiltere'nin Surrey Kontluğu'nda Ockham isimli küçük bir köyde doğan William, küçük yaşta Fransisken mezhebine katıldı. Oxford Üniversitesinde 1309'dan 1321'e kadar teoloji eğitimi almıştır. Fakat mezuniyet için gerekli olan master derecesine ulaşamadığı düşünülmektedir. Bu nedenle William'a sonradan ‘"Saygıdeğer inisiyatör"’ veya ‘"Saygıdeğer acemi"’ (Yenilmez, fethedilmez doktor olarak bilinmesine rağmen) lakapları takılmıştır. Zaman içinde hem Fransiskenlerden hem de filozof Roscelinus'dan etkilenen Ockhamlı William, kısa süre sonra Papalık ile tartışma yaşamaya başladı. Zira Fransiskenler, İsa ve havarilerinin hiçbir şekilde mülk edinmediğini ve yoksul yaşayıp öldüklerini söylüyor, buradan hareketle Katolik Kilisesi'nin mülk edinmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Öte yandan William, Katolik Kilisesi'ndeki realizm anlayışına zıt olarak Roscelinus'un adcılık fikri üzerine çalışmalar yapıyordu. Öyle ki William, bu doğrultuda "Ockham'ın Usturası" fikrini üretmiştir. Bu temelle şekillenen fikirleri ile William, dünyevî bilgi ile imanî bilgi arasına sert bir çizgi çekmiş, teoloji ile felsefeyi birbirinden ayırmıştır. Bu görüşlerinden ötürü dinden çıkma şüphesiyle hakkında soruşturma açılan Ockham'lı William, 1324 yılında Avignon'da Papa'nın başkanlığında bir mahkemeye çıkartıldı. Yargılama sonunda mahkûm edilmemesine karşın William'ın kentten çıkışı yasaklandı. Bunun üzerine William, kentteki bir Fransisken manastırına yerleşti. Birçok filozof Ockham'ın sapkınlık düşüncesiyle çağrıldığına inanmaktaydı. Bu düşünceye karşı olarak son zamanlarda George Knysh tarafından başlangıçta Fransiskan Kilisesine felsefe profesörü olarak atandığı fakat disiplin sorunları nedeniyle 1327'ye kadar görevine başlayamadığı iddia edilmektedir. Bir papazlar komisyonu, William'ın "Commentary on the Sentences" adlı yazısının tekrar incelenmesini istediğinde Ockham kendisini başka bir tartışmanın içinde buldu. Üç yıl sonra Fransiskenlerin başkanı Michele de Cesena ile tanışan William, Papa XXII. Ioannes'e karşı Michele'in safını tuttu. Aynı dönemde XXII. Ioannes ile tartışma yaşayan Kutsal Roma İmparatoru Kutsal Roma Cermen İmparatoru IV. Ludwig, Fransiskenleri desteklemişti. Bu durumu fırsat bilen William, 1328'de Michele ile birlikte Avignon'dan kaçıp İtalya'da bulunan IV. Ludwig'e sığındı. İmparatora “Sen beni kılıçla koru, ben de seni kalemimle koruyayım” dediği söylenen Ockhamlı William, Papa XXII. Ioannes'i dinden çıkmakla suçlayan yazılar yazdı. Bu yazıları nedeniyle Papa tarafından aforoz edilen William, 1330 yılında IV. Ludwig'in ülkesine dönmesiyle birlikte Münih'e gitti. Ockhamlı William, 1348 yılında tüm Avrupa'yı saran Büyük Veba Salgını sırasında vebaya yakalanarak kentteki bir manastırda öldü. William, günümüzdeki Batı siyasal sistemlerinin temelini oluşturan ilkelerden biri olan ‘sınırlı iktidar’ anlayışını Hristiyanlık doktrini üzerinden geliştirmiştir. Ona göre monarşi iyi bir rejimdir ancak bunun bir şartı vardırː Kral, kendi çıkarı için değil, yönettiği halkın ortak iyiliği için çabalamalıdır. Bu nedenle siyasal iktidar mutlak değildir, sınırlıdır. Öte yandan kralların otoritesi Tanrı'dan kaynaklanır ancak bu otorite de sınırsız değildir. Eğer kral yozlaşırsa, Tanrı'dan kaynaklanan otorite sona ermiş olur ve kralın meşruiyeti kalmaz. William, bir yanda halk ve devlet yöneticisi arasında, diğer yanda ise devlet yöneticisi ile daha üst yöneticiler arasında karmaşık bir meşruiyet ilişkisi kurmuştur. Buna göre devleti yöneten monark, halkının çıkarları için uğraştığı sürece mutlak surette meşrudur
ve kendisine itaat edilmesi gerekir. Ancak bu monark, ortak çıkarlar yerine kendi çıkarını sağlamaya başlarsa yönettiği halkın bu yozlaşmış yöneticiyi devirme hakkı doğacaktır. Örneğin yerel bir derebeyi yozlaşırsa, halkın onu devirme hakkı ortaya çıkar. Ancak halk bu hakkını kullanamıyorsa, kral derebeyini öldürmelidir. Aynı şekilde bir kral yozlaştıysa, daha da üst bir makamın (Papalık veya Halifelik benzeri dinî bir otorite, uluslararası güç vb.) o kralı devirme hakkı doğar. Ockhamlı William, sadece siyasal iktidarı sınırlandırmamış, Papalık'ın otoritesinin de ciddi biçimde daraltılması gerektiğini savunmuştur. William'a göre Papalık'ın başkalarının –özellikle de kralların– hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırma veya kısıtlama hakkı olamaz. Zira bu hak ve özgürlükler dünyevî hayata ait olgulardır. Papa ise yalnızca ruhanî dünya ile ilgili konularda yetki sahibidir. Bu sebeple Papalık'ın krallar üzerinde din dışı konularda hiçbir yetkisi olamaz. William, Papalık'ın dünyevi-siyasî yetkisini ortadan kaldırmakla yetinmez, onun ruhanî otoritesini de kısıtlar. Ona göre Papalar ruhanî alanda da mutlak değildir, yanılgıya düşebilir, yozlaşabilir. Bu sebebple Willian, Papaları denetim altına sokmak için bir tür meclis kurulmasını önermişti. Buna göre dünyanın her yöresinden gelen çeşitli din adamlarının oluşturacağı bir meclis, Kitab-ı Mukaddes'e dayanarak akıl yürütecek ve Papaları denetleyecekti. Böylece Papalık mutlak bir makam olmayacak, tüm Hristiyanların temsil edildiği bir meclisçe denetim altında olacaktı. William, yozlaşan bir krala papaların da müdahale edebileceğini, aynı zamanda dinden çıkan (heretic) veya sapkınlığa kayan bir papaya karşı da kralların müdahale edebileceğini söyler. Mantık alanında, daha sonra De Morgan yasaları olarak adlandırılan formülleri kelimelerle ifade etti. Üç doğruluk değeri içeren "üçlü mantık sistemini" geliştirdi. Üçlü mantık kavramı 19. ve 20. yüzyıllarda matematiksel mantık alanında tekrar önem kazanmıştır. Anlam bilimine yaptığı katkılar hala mantıkçılar tarafından kullanılmaktadır. Ockham'ın Aristocu kıyasın boş terimlerini etkili bir şekilde kullanan ilk mantıkçı olması muhtemeldir. Ockham'a göre bir argümanın geçerli olması ancak ve ancak "öncül analizi" geçerliyse mümkündür. Onun felsefi ve teolojik çalışmalarının standart baskısı 1867-88 yılları arasındaki Ockham'lı William'dır.("Opera philosophica et theologica". Gedeon Gál, et al., eds. 17 vols. St. Bonaventure, N. Y.: The Franciscan Institute) Politik çalışmaları ise 1940-97 yılları arasında yayımlanmıştır( H. S. Offler, et al., eds. 4 vols. Manchester: Manchester University Press [vols. 1-3]; Oxford: Oxford University Press [vol. 4].) Baruch Spinoza Baruch Spinoza (d. 24 Kasım 1632, Amsterdam – ö. 21 Şubat 1677, Lahey), "Benedictus de Spinoza" veya "Bento d'Espiñoza" olarak da bilinmektedir. René Descartes ve Gottfried Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve doğru anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük "din düşmanlarından" biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının "Tanrı sevgisi" olduğu söylenmiştir. Bunlarla birlikte Spinoza'nın tam "bir bilge" yaşamı yaşadığı belirtilebilir. En büyük eseri "Ethica" adlı kitaptır. Spinoza, Hollanda'da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Ailesi Yahudi'ydi ve Portekiz'den engizisyonun baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes'a sonra da Amsterdam'a (1622 yılı olarak tahmin ediliyor) gelmişlerdi. Bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefi gelişmelerin yoğun olduğu bir sırada Hollanda'da yaşadı. Spinoza'nın babası ticaretin yanı sıra sosyal alanda da gelişme kaydetmiş ve Amsterdam'daki Sinagog'un ve Yahudi okulunun müdürü olmuştu. Ailesi Spinoza'nın haham olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu nedenle erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve Sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme olanağı bulmuştur. Spinoza'nın laik ve sorgulayıci düşünceyle güçlü bağlantısının başlangıcında eğitim sürecinin başlarında yer alan öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel'in (Amsterdam Yeshiva'sına 1638'de atandı) etkisi olduğu söylenebilir. 1650'de Franciscus van den Enden'ın okulunda Latince, doğa bilimleri (fizik, kimya, mekanik, gök bilimi ve fizyoloji) ve felsefe okumaya başladı. 1651'de Spinoza'nın Descartes'in eserlerini okumaya başladığı tahmin ediliyor. 1652'de babasının tüm karşı çıkışına karşın Spinoza mercek yontma işine başlar. 1653'te Jan de Witt Hollanda bölgesi konsey yönetimine atanır. 1654'te Spinoza'nın babası Michael'ın ölümü. 1655'te Spinoza, Cemaat Mahkemesi tarafından din dışılıkla (materyalistlik ve Tevrat'ı küçük görmek ile) suçlanır. Bu sorgulamada Tanrı'nın bir bedene sahip olduğunu savunan Spinoza, sonunda hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olmaya zorlanır. Bu yıl içinde Spinoza "Tractatus de Deo et homine etjusque felicitate" ("Korte verhandeling van God, de mensch en des zelfs welstand", "Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme") adlı çalışmasını da bitirir. Bu kitap çok güçlü olmamakla birlikte Spinoza'nın felsefesini tüm temel tezlerini barındıran bir yapıt olarak değerlendirilir. 1656'da 24 yaşındaki genç Spinoza Amsterdam Sinagog'u tarafından, her ikisi de Dekartçılığın bir formuna dayanan, "Tanrı'nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve İncil'in Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu" iddialarını savunduğu için Yahudi cemaatinden kovulur (cherem veya herem; Yahudilikte, Katoliklikteki aforoz benzeri bir ceza) (bknz. René Descartes) Kovulmasını takiben, adını Benedictus’a (ilk adı olan Baruch’un Latince karşılığı) çevirdi. Cherem'in koşulları çok kesindi, ceza asla geri alınmazdı (bknz. Kasher ve Biderman). 1660'ta Amsterdam Sinagog'u yerel yetkililere Spinoza için "her türlü din ve ahlak için bir tehdit" diyerek şikayette bulunur. 1661'de Spinoza Amsterdam'ı terk eder, yakınlardaki Rijnsburg'a yerleşir, "Etika" 'sını yazmaya başlar ve yaşamının sonuna kadar mektuplaşacağı "Henry Oldenburg" ile tanışır. 1662'de "Tractatus de intellectus emendatione" adlı eserini bitirdiği tahmin edilmektedir. 1663'te Lahey yakınlarındaki Voorburg'a ressam Daniel Tydemann ile birlikte yerleşir. 1664 yılında Lahey'de "Descartes Felsefesi'nin İlkeleri" adlı kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde "Metafizik Düşünceler" adlı çalışması yer almaktadır. Aralık 1664'ten Haziran 1665'e kadar amatör bir Kalvinist tanrı bilimci olan ve Spinoza’ya şeytan konusunda sorular soran Blyenbergh ile mektuplaşır. 1665'in son aylarında Oldenburg'a, 1670'te basılacak olan yeni kitabı "Tanrı Bilimsel Politik İnceleme" 'ye çalışmaya başladığını yazar. Bazı arkadaşlıkları (Jan de Witt gibi) nedeniyle politik kamplaşmalarda taraf olmak durumunda kalmış, yazdığı ve adsız olarak yayınladığı "Tanrı Bilimsel-Politik İncelemeler" kitabı bu kamplaşmalar dolayısıyla tepkiyle karşılanmıştır. Spinoza bu kitabından sonra yazmamaya karar verir. 1670'te "Tanrı Bilimsel-Politik İncelemeler" Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist)tarafından "Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından Cehennem'de uydurulmuş ve Sayın Jan de Witt'in bilgisi dahilinde yayınlanmıştır" ifadesiyle eleştirildi. Spinoza Lahey'de Stille Veerkade'de yaşamaya başlar. 1671'de Leibniz ona "Notita opticae promoteae" isimli eserini oda Leibniz'e "Tanrı Bilimsel-Politik İncelemeler" eserini yollar. 1673'te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi'ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü "din adamlarını rahatsız etmeme koşulu" vardır bu önerinin. "Etika"'adlı eserini 1675'te tamamlar. Bu eser belirli bir çevrede dolaşır, tartışılıp değerlendirilir, ancak Spinoza yaşadığı sırada izin vermediğinden basılmaz. Ölümünden bir yıl önce 1676'da Leibniz ile görüşür. Aynı yıl Lahey Sinodu "Tanrı Bilimsel-Politik İncelemeler" in yazarı hakkında takip kararı alır. 21 Şubat 1677'de ölen Spinoza'nın eserleri, Amsterdam'da, arkadaşları tarafından "Opera Posthuma" ("Ethica", "Tractatus politicus", "Tractatus de intellectus emendatione", "Epistolae", "Compendium Grammatices Linguae Hebrae") adıyla yayınlanır. 1678'de Spinoza'nın eserleri Felemenkçe (kendi dilinde) yayınlanır. Spinoza'nın düşünce kaynaklarında farklı etkilerin olduğu söylenebilir. Onun zor anlaşılan ya da tamamen zıt yönlerde anlaşılan felsefesinin oluşumunda bir yanda Yahudi mistiklerini, İslam düşünürlerini, skolastikleri, 17. yüzyılda çok önemli gelişmeler kaydeden doğabilimlerini, Giordano Bruno ve özellikle onun panteizmini ve bütün bunların ötesinde Descartes'ı ve Kartezyen felsefeyi buluruz. Bir anlamda bunlara bağlı olarak onun felsefi sorununun "töz sorunu" olduğunu, bu eksende varlık problemine yöneldiğini söyleyebiliriz. Beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine paralelliklerini savunan Spinoza ereksel bir nedenselliğe de karşı çıkmıştır. Bununla birlikte aşkın bir tanrı anlayışı yerine içkin bir doğa anlayışı getirmiştir. Böylece ruhun bedeni yönettiği insanbiçimli tanrı fikri yerine bütün çeşitlilikleri barındıran ereksel olmayan tek bir doğadan bahsetmekle beraber insandaki temel üç yanılsamayı tasvir etmiştir. Ereklilik çerçevesinde; Bilinç, özgürlük ve tanrıbilimsel yanılsama. Spinoza'nın felsefi çalışmalarının anlaşılmak ve değerlendirilmek bakımından özel zorlukları olduğu bilinen bir gerçektir. Kullandığı kavramlar, bunlara getirdiği tanım ve açıklamalar birçok farklı yollardan yeniden sorgulanabilir ya da değerlendirilebilir görünmektedir. Bu yalnızca Spinoza'nın bir yanda 'Tanrı-sarhoşu", öte yanda din ve tanrı düşmanı olarak değerlendirilmesi meselesinde ortaya çıkmaz, bir bütün felsefi sisteminin anlaşılmasında özel bir sorun yaratır. Felsefenin bildik terimlerini kullanmakla bi
rlikte, Spinoza'nın kendi metafiziğini kurarken bu terimlere sağladığı anlam katmanları ve terimleri birbiriyle ilintilendirme tarzı onun sisteminin anlaşılmasını güçleştirmiş ve bunun yanı sıra pek çok farklı şekillerde yorumlanmasına yol açmıştır. Temel yapıtı "Etika" ilginç özelliklere sahiptir. İlkin burada Spinoza'nın felsefi çalışmasına bilimsel bir konum kazandırmaya çalıştığı söylenebilir. Rasyonalist filozofların matematikten etkilenmeleri ya da onu model almaları Spinoza içinde geçerlidir, ancak Spinoza matematikten çok geometriyi benimser ve yapıtlarında geometrik yöntemi kullanır. Etika'nın altbaşlığı bu bakımdan örnektir: "Geometrik yönteme göre kanıtlanmış olan ahlak". Yorumcuları, çalışmanın ağır yapısının buradan kaynaklandığında hemfikirdirler. Etika'nın hem biçimsel yapısını hem de içeriğini geometrik yöntem şekillendirir. Etika'nın temel kavramları olan töz, nitelik, görünüm, nedensellik bunlara örnek olarak verilebilir. Spinozacı metafiziğin nasıl bir ontolojiye sahip olduğu, Tanrı ya da Doğa dediğinde ne demek istediği, insanın doğadaki yerinin nasıl ele alındığı, özgürlük ve zorunluluk ilişkisinin nasıl değerlendirildiği önemli boyutlar ve sorunlar içerir; Spinoza bu bakımdan etkisi geç anlaşılmış ve anlaşıldığı andan itibaren sürekli yeniden değerlendirilen bir filozof olmuştur. “Spinoza’nın yazılarında tanrı kelimesinin geçtiği her yere tabiat kelimesi konulabilir. Bu konuda kendisi bile sarih olarak yol gösteriyor. Tanrı mefhumundan şahsi, irade ve hatta şuurla ilgili her şeyi çıkarmak suretiyle, Spinoza, bu iki mefhumu birbirine yaklaştırır.” Spinoza'nın "panteist" bir düşünce yönünde uçlara vardığı ve monist bir tanrı-doğa düşüncesine ulaştığı ilk olarak belirtilmesi gereken noktadır. Bununla birlikte Spinoza'nın felsefi sisteminde "Tanrı kavramının" merkezi bir yeri olduğunu söylemek gerekir. Tanrı, bu felsefi sistemin hem başlangıç noktası hem de son noktasıdır: ""Var olan her şey Tanrı "içinde" vardır ve Tanrı olmaksızın hiçbir şey ne varolabilir ne de kavranabilir"." Ancak yine de açık olmayan Spinoza'nın Tanrı'sının felsefesi açısından nasıl bir şey olduğudur. Kendinde bir neden, nedeni kendinde olmak ("causa sui") anlamında Tanrı ve özellikle bu alıntıda kullanılan "içinde" terimi Spinoza üzerine yapılan sonu gelmez yorum denemelerinde sürekli bir tartışma konusudur. Bilimsel bir düşünceye de dinsel bir düşünceye de bağlantılandırılan Spinozacı felsefenin tanrı kavramı, hem ontolojik kanıtlamanın hem de bilgi bilimsel yapının anahtarı olarak görünmektedir. Çünkü tanrının varlığı için öne sürülen "ontolojik veri", bir "gerçekliğin varlığını o gerçekliğin kavranışından hareketle" kanıtlamaya yönelen yaklaşımdan hareket eder görünmektedir. Aynı zamanda Spinoza'nın monist bir dizgeye yöneldiği söylenebilir; onun hem bir ateist hem de bir panteist olarak görünmesini sağlayan ise bu monist tutumun özgüllüğüdür. Ünlü sav sözünde Spinoza, :"Tanrı ya da Doğa" (Deus sive Natura) demektedir. İlk alıntı ile bu sav söz karşılaştırıldığında Spinoza'nın güç anlaşılır tezleri belirginleşmektedir. Bu formülasyonla Spinoza, bir yanda fiziksel dünyanın özünde tanrı bilimsel olmasını ve öte yandan tanrı biliminin kişisel olmaması sağlamaya çalışır. Burada Spinoza, örtük ve açık bir takım varsayımlara dayanır, hatta bir tür "gizli varsayım" sistemin temelidir diyebiliriz. Bu gizli varsayım sonradan üzerinde çok konuşulacak olan, gerçeklik ile kavrayışın örtüşmesi, daha düşünce dünyasındaki bağıntıların birebir gerçeklikteki bağıntılara tekabül etmesidir.() Bu yaklaşımları geliştirmekte nedensellik kavramı da ayrı bir öneme sahiptir. Spinoza'nın gizli varsayımının kuramsal dayanağı bir anlamda bu nedensellik fikridir, ancak Spinoza'nın nedensellik fikri ampirizm felsefesi için kabul edilemez bir nedensellik yaklaşımıdır. Spinoza burada rasyonalist yönelime uygun bir yol izler ve nedenselliği bir bakıma dünyadan kopartarak zihnimize, yani dünyayı kendi kavrayışımıza bağlar. Çünkü ona göre, eğer aklı mümkün kılan çıkış noktaları ya da öncüller gerçeklik için bir güvence sağlayamıyorsa başka hiçbir şey sağlayamaz. Böylece apaçık gerçeklik, düşünceden gerçekliğe geçişin sağladığı bir gerçeklik olarak belirir. Buna göre, fiziksel dünyanın, düşüncenin onu temsil ettiği gibi olduğunu, bizzat bu düşüncenin kendisinden anlarız ki Spinoza bu yolla argümanlarında "kavrayış" nosyonunu özel bir ilgiyle kullanmakta ve bunun aracılığıyla dünyaya bir tanım getirmektedir. Bu noktada Spinozacı "töz", "nitelik" ve "görünüm" kavramlarına bakmak gerekir. "Töz" (substantia), kısacası, nedeni kendi içinde olan, kendisi kendi aracılığıyla kavranandır. "Görünüm" (modus) ise kendi aracılığıyla ve kendinde kavranan değil, aksine tözün görünümü olarak tanımlanır. Bizim ya da başka bireysel şeylerin varoluşlarının açıklanması kendimiz dışındaki başka bir şeye dayanır; hepimiz kutsal ve mutlak bir tözün görünümleriyizdir.Bu anlamda Tanrı bir töz'dür, yani kendinde bir nedenle ve zorunlu olarak Tanrı (causa sui) vardır. Ancak böyle ise, töz aynı zamanda herhangi bir şeydirde, yani varolduğu ontolojik bir veri tarafından kanıtlanan herhangi bir şey töz olabilir. Ancak Spinozacı sistem böyle bir çıkarsamaya olanak vermez. Spinoza, birci anlayışıyla ve düşündüğü metafizik sisteme varabilmek için bunu kabul edemez ve rasyonalizmin örtük varsayımlarından yararlanarak Tanrı dışında bir tözün olabilirliğini yadsır. "Nitelik" (attributum kavramıysa, Tanrı'yı özünde ne ise o olarak gösteren şeydir. "Düşünce" ve "uzam" Spinoza'ya göre, Tanrı'nın iki temel niteliğidir. Böylece o, Kartezyen felsefedeki soruna kendince bir çözüm getirir; düşüncelerin ve fizik nesnelerin tek bir tözün değişimleri olduğunu öne sürer, ve Tanrı'yı "her biri ebedi ve sonsuz özü ifade eden sonsuz nitelilerden oluşan bir töz" olarak tanımlar.() Bütün bunlar Spinoza felsefesinin metafizik gücünü ve anlaşılmaktaki zorluklarını göstermektedir. Spinoza felsefesinin gücü de güçsüzlüğü de başlangıç öncüllerinde ve kavramlara kattığı özel iceriklerdedir. Spinoza felsefesinde çıkan sonuç ise daha da çarpıcıdır, tanrı ile doğa ayrık değil özdeştir. Bu sonuç, mantıksal neden ile gerçek nedenin özdeş sayılmasına paraleldir. Dolayısıyla da "Tanrı bilgisi" ya da "Tanrı'yı bilmek", "entelektüel Tanrı sevgisi" (amor intelictualis Dei) Spinozacı metafiziğin çıkış noktası ve varış noktasıdır. Spinoza'daki "insan" anlayışının felsefi sistemiyle, kurduğu geometrik metafizik bütünlükle doğrudan bağlantılı zorunlu bağlamları vardır. Töz anlayışı, "evreni bir zorunlu bağlantılar sistemi" olarak tekci anlayışla açıklamak üzere kurulur ve bütün varlıklar Tanrı'dan başka bir şey olmayan bu tözün zorunlu görünümleri olarak açıklanır. Tanrı, "sonsuzluk boyutunda" (sub specia aeternitatis) her şeyin özüdür; insan ise "zaman ya da süre boyutunda" (sub specia durationis) Kendinin kendinde nedeni ve bu temelde her şeyin varoluşunun nedeni olan Tanrı, Spinoza'nın "beden-ruh ikilemini" çözmesine de yardım eder. Bu çözümü şu şekilde ifade etmek mümkündür: Beden (corpus) ve ruh, "Tanrı'nın sonsuz özünden" gelen görünümlerdirler ve dolayısıyla gerçek dünyanın düzeniyle ruhun düzeni birlik oluşturur. Böylece geleneksel anlamda bilinen birey-özne ve dolayısıyla insan Spinozacı sistemde ortadan kaldırılmıştır. Bu sistemde bireysel anlamda akıl ve irade sahibi, kendi kararlarını veren ve verdiği kararlarda özgür olan bir insan anlayışına yer kalmaz; aksine ruh ve madde, zihin ve gerçeklik "tek ve sonsuz bir özün" görünümleri olarak aynı derecede zorunlulukla belirlenen "varlıklar" olarak belirirler.İnsan iradesini irade olarak tanımayan Spinozacı metafizik, ilginç bir etik anlayışına yol açar; ilginçlik etik bilinen anlamda irade ve insan kararları üzerine kurulu olmasından kaynaklanır.Varlığı ve varoluşu bütünlükle nedensellikler içinde açıklayan bir felsefe sistemi, aynıksal sistemin içine zorunlu olarak etiği oturtmak durumundadır.Spinoza, buna bağlı olarak, insan ruhuna yönelik "doğalcı ve mekanist" kabul edilen bir düşünce şekillendirir. Spinoza için soyut etik yasaların ve değer yargıları belirlemenin hiçbir anlamı yoktur, önemli olan "gerçeği tanımaktır", ki bunun nasıl bir şey olduğunu sisteminde açıklar. Güç ve erdem insanı açıklamakta önemlidir, ancak her ikisi de "Tanrı bilgisinde" temellenir. Spinoza'nın felsefi sistemi Tanrı düşüncesiyle başlayıp Tanrı düşüncesiyle sonlandığı için insanın doğru konumlanışı bu sistemin belirlediği gereklere göre bilgiye yönelmesi ve kendi zorunluluklarını kavramasıdır. Spinoza insan-toplum-devlet düşüncelerini bu felsefi düşünüş doğrultusunda temellendirmekte, insan tanımlamasını "Tanrı Bilimsel-politik" düşüncesinde oluşturmaktadır.ona göre geometri onemlidir. Spinoza, her tür tasarım ve iradeye dayalı kararın zorunlulukla kendisinden önce gelen bir olaya dayandığı fikrinden hareket eder. Bu şekilde yaklaşılınca istenç ve irade özgürlüğü olarak adlandırılan özgürlüğün reddedilmesi ortaya çıkar. Felsefe tarihi içinde Spinoza kadar katı bir kuramsal yargıyla bu anlamdaki özgürlüğün reddedilmesi söz konusu değildir. Daha sonra yapısalcılığın belirli bir yorumunda, örneğin Althusser'in özneyi yapının bir türevi olarak ortaya koyan çalışmalarında bu tür bir yaklaşım görülür. Spinoza özgürlüğü bir yanılsama dahası bir fantezi sayar. Buna sebep olanın, eylemlerimizin ve etkinliklerimizin nedenlerini bilmememiz olduğunu söyler. Spinoza'ya göre, eğer aşağı doğru akan bir su düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü. Karar verme durumumuzu başka bir açıdanda özgürlük olarak kabul edemeyiz, çünkü kararlarımız çoğunluk hafıza denilen yapının etkileriyle oluşur, ve Spinoza'ya göre hafızaya hakim olabildiğimiz söylenemez. Sonuç olarak Spinoza'nın elbette bir özgürlük anlayışı söz konusudur ve bu anlayış şaşırtıcı olmayacak kadar kesin bir nitelikle onun mantıksal sistemine derinden bağlıdır. Spinoza için "özgürlük", "insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumudur". Özgürlük
, zorunluluğun tanınmasıdır. Bu argüman, zorunlu olarak her tür özneyi ve öznelliği dışta bırakan Spinozacı sistemden ileri gelmektedir. İnsan teki, Tanrı'nın görünümlerinden biri olduğu için, her şeyi yöneten yasalar bu insan tekini de yönetir ve onun kararı bu durumda olsa olsa bu yasalara uymak durumudur ki, burada bir özgürlükten sözedilemez. Spinoza'nın tüm sistemini kurarken "saf ve tarafsız bir mantıkçının" konumuna çekilmeye çalıştığını söyleyebiliriz ve tutumu özellikle özgürlük konusunda belirgindir. Eylemleri yalnızca kendisi tarafından belirlenen şey özgürdür ve bu insan olamaz, olsa olsa Tanrı olabilir. İnsan eylemliliği ise zorunlu olarak belirlenmiştir. Buna bağlı olarak özgür insan, Spinoza'ya göre, içinde bulunduğu ve kendisini belirleyen zorunlulukların farkında olan, bunların bilgisine sahip olan insandır. Bu anlamıyla felsefi sisteminde Spinoza, daha yüksek bir algı düzeyine çıkmış, duygularını denetim altına alabilen, kendisinin ve dünyanın kavrayışına sahip olmayı "özgür insan" olarak tanımlar. Spinoza'nın güçlü mantıksal metafizik sistemi, gerek Leibniz'in eleştirileri gerekse diğer ampirik felsefenin gelişmesiyle kısmen unutulur. Kant'a gelindiğinde ise önemli bir kuramsal müdahale ile karşılaşır. Kant bu sistemin örtük ve açık varsayımlarını sorunsallaştıran bir yol izler, "ontolojik alan" ile "epistemolojik alanı" kategorik bir ayrıma tabi tutarak, gerçekliğin bizim düşüncelerimize tekabül ettiği ya da edebileceği varsayımını geçersizleştirmeye çalışır. Saf akıl'ın perspektifine ulaşılamaz, sonsuzluk boyutuna dair bir bakışa ya da bilgiye erişilemez. Ateist ya da tanrı sevdalısı filozof şeklindeki kısır ya da tek yönlü değerlendirmelerin dışında Spinoza 18. yüzyıldan itibaren birçok filozofu müttefik ya da rakip olarak etkilemiştir. Novalis, Sckleiermacher, Jacobi, Mandelssohn, Goethe, Schelling, Hegel bu etki alanının içindeki önemli isimler olarak belirtilebilir. Hegel'in Spinozacı felsefi sistemi dönüştürerek kullandığı söylenebilir, Spinoza'daki töz Hegel'de Mutlak idea olarak alınır bir anlamda. Ayrıca Marx'ın Hegel'i ayakları üzerine oturtma girişiminde de Spinoza etkisi olduğu öne sürülmektedir. Çünkü, marksist felsefe, insanın etkinliklerini onun maddi koşullarından bağımsız görmemekte, özgürlüğün zorunlulukların bilinci olduğu tezini olumlamakta, bunlara bağlı olarak doğa yasalarının belirleyiciliğini öne sürmektedir ki Spinozacı sistemle bunlar arasında paralellikler kurmak kaçınılmazdır. Nietzsche ise tam bir Spinoza karşıtı olarak konuşur, çünkü Spinoza'nın temel savlarını kabul edilemez bulur. Örneğin, gerçek'in ona yönelik yaklaşımlardan koparılabileceği yönündeki düşünce kabul edilemez bir yanlıştır. Nietsche, Spinoza'nın matematiksel hokus pokuslarla felsefi sistemini kurduğunu söyler ve onu "hasta münzevi" olarak tanımlar. Nietzscheci düşünceyle önemli ilgileri olan postmodern felsefenin önemli isimlerinden Gilles Deleuze ise Spinoza'ya çok önem veren düşürlerden birdir. Spinoza üzerine dersler ve konferanslar vermiş olan Deleuze, daha sonra bu notlarını Spinoza/Pratik felsefe başlığında yayımlamıştır. Bu kitap Etika üzerine bir tür sözlük ve açımlama metnidir. Özgürlüğün zorunlulukların bilgisine ulaşma olarak tanımlayan Etika'yı, bir özgürleşme etiği olarak değerlendirir Deleuze.Deleuze'dan önce Louis Althusser'in ismini de anmak gerekir. Yapısalcılık'ın ve kuramsal Marksizmin önemli ismi Althusser, öznenin yokluğu ve yapının/kuramın belirleyiciliği konularında Spinozacı sistemden referanslar bulmuş ve onun üzerinde önemle durmuş bir düşünürdür. Spinoza hayattayken yayımlanan çalışmaları Descartes'in Principia Philosophiae ("Felsefenin İlkeleri") çalışmasını yorumladığı çalışması ve "Tanrı Bilimsel-Politik İncelemeler" adlı kitabıdır."Etika" hazır fakat yayınlanmamış bir kitaptı, ölümünden uzun bir zaman sonra yayımlandı. Diğer kitapları izleyicileri tarafından notları ve tamamlanmamış yazılarından bir araya getirilirek hazırlandı. Cebelitarık Cebelitarık (İngilizce: "Gibraltar"), Akdeniz'in girişinde, İber Yarımadası'nın güney ucunda yer alan Britanya Denizaşırı toprağıdır. Antik çağdaki adı Calpe'dir. Endülüs fâtihi Tarık bin Ziyad'ın 711 yılında ordusuyla birlikte ilk ayak bastığı ve askeri karargâh olarak kullandığı yer olması sebebiyle İslam kaynaklarında “Cebelü Târık” (Tarık'ın Dağı) diye adlandırılmıştır. Bu isim İtalyancaya Gibilterra, öteki Avrupa dillerine de Gibraltar şeklinde geçmiştir. Cebelitarık’a İslam kaynaklarında "Cebelü’l-feth" de denilmektedir. Muvahhidler'in Endülüs'e geçişine kadar Cebelitarık ve eteğindeki koy daha ziyade muhtelif cins gemiler için bir sığınak yeriydi. Endülüs 1145 yılında Muvahhidler’in hakimiyetine geçince Muvahhid Hükümdarı Abdülmü’min (1130-1163) Afrika seferinden dönüşünde İşbiliye'de bulunan veliahdı Yusuf b. Abdülmü’min’e haber göndererek Hıristiyanlara karşı düzenleyeceği seferlerde karargâh ve kışla olarak kullanmak üzere Cebelitarık’ın eteğinde bir şehir kurmasını emretti. Bunun üzerine Yusuf, Gırnata’da bulunan kardeşi Osman’ın da yardımıyla çok sayıda usta ve işçi toplayarak 1159-1160 tarihlerinde, içinde büyük bir cami, saray, resmi binalar, kışla, güzel bahçeler ve su dağıtım şebekesinin bulunması planlanan şehrin inşasını başlattı. Muvahhidlerlerin yıkılmasından sonra Endülüs Beni Ahmer Devleti'nin yönetimine geçti. 1309 yılında Alonso Pérez de Guzmán el-Bueno, Kastilya Kralı IV. Ferdinand adına Cebelitarık’ı ele geçirdi. Gırnata Emiri, Meriniler’i yardıma çağırmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Endülüs’e geçen bir Merini ordusu 1333'te Cebelitarık’ı geri aldı. 1340 yılında Kastilya Kralı XI. Alfonso Cebelitarık’ı kuşattı; ancak başarılı olamadı. 1355'te Merini Valisi Süleyman b. Dâvûd’un idaresinde olan Cebelitarık 1410-1462 yılları arasında Nasriler’in elinde kaldı. Daha sonra Medina-Sidonia dükü tarafından ele geçirildi. I. Isabel 1502’de Cebelitarık’ı İspanya Krallığı’na kattı. 1704'te İngiltere-Hollanda deniz kuvvetleri tarafından ele geçirilmiştir. 1713 tarihindeki Utrecht Antlaşmasıyla İspanya kaleyi İngiltere'ye iade etmeyi kabul etmiştir. Cebelitarık'ın statüsü iki ülke, İspanya ile İngiltere arasında hala tartışılmaktadır. Kendi isteğiyle İngiliz sömürgesi olarak kalmak isteyen 6 km² yüzölçümü, 35.000 nüfusuyla ülke olarak bayrağı ve marşı olan Cebelitarık, dünya üzerinde küçük bir alan zapt etmesine rağmen iki ülke arasında zaman zaman sorunlara neden olmaktadır. 1967 ve 2006 yıllarında yapılan referandumlarda Cebelitarıklılar, Birleşik Krallık yönetiminde kalma yönünde karar aldılar. Birleşik Krallık'ın Avrupa kıtasındaki tek sömürgesi olan bu yarımada etnik olarak çoğulcu bir yapıya sahiptir. 1753 yılında yapılan nüfus sayımına göre Cebelitarık bölgesinde; 434 Britanyalı, 597 Cenevizli, 575 Yahudi, 185 İspanyol ve 25 Portekizli yaşamaktaydı. Napolyon Savaşları süresince Cebelitarık’ın İngiliz mallarının Avrupa’daki diğer ülkelere geçişi için açık tek liman olmasından dolayı 1814 yılında nüfus 10.184 kişiye çıkmıştır. 1829 yılı polis sayımında nüfus 16.394 olarak belirlenmiştir. 1995 yılında seçmen kütüklerindeki orijinal isimlerine bakıldığında yarımadada yaşayan halkın %27 Britanyalı, %24 İspanyol, %19 İtalyan, %11 Portekizli, %8 Maltalı' dır. Geri kalan kısmı küçük etnik gruplardan oluşmaktadır. (*) Faslılar ve diğer milletler toplamı 2012 yılı verilerine göre Cebalitarık' ın nüfusu 30.001 kişiden oluşmaktadır. Günümüzde Cebelitarık, Avrupa’daki durgun ekonomiyle tezat teşkil edecek şekilde yüksek büyüme hızı (2012 yılında %7,8) ve düşük işsizlik oranıyla (2012 yılında %2,5) dikkat çekmektedir. Cebelitarık ekonomisi; genel ticaret, bankacılık, mali hizmetler sağlanması, iletişim, e-kumar, turizm ve denizcilik faaliyetlerine dayanmaktadır. Birleşik Krallık Cebelitarık’ı kendisinin denizaşırı toprağı olarak tanımlamaktadır. İspanya, Cebelitarık’ın Birleşik Krallık'a Veraset Savaşları sonucunda 1713 Utrecht Antlaşması ile bırakılmak zorunda kalındığını, ancak antlaşmada boğaz ve karasularıyla ilgili bir hüküm olmadığını savunmaktadır. Buna karşılık Birleşik Krallık ise İspanya’nın Cebelitarık’ı şehri, kalesi, limanı dahil olmak üzere bir bütün olarak İngiliz yönetimine bıraktığını belirtmektedir. Birleşik Krallık, Cebelitarık üzerindeki egemenlik hakkında ısrar ederek sorunun çözülmesi maksadıyla 1966 yılında Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmayı teklif etmiş, ancak İspanya buna karşı çıkmıştır. BM kararları uyarınca Birleşik Krallık Cebelitarık halkının iradesini hangi yönde kullanmak istediğini öğrenmek amacıyla bölgede 1967 yılında referanduma gitmiştir. Referandum sonucunda Cebelitarık halkının İspanya ile yakınlaşmak yerine Birleşik Krallık ile mevcut bağlarının devam etmesini istediği ortaya çıkmış, ancak bu referandum BM tarafından 2353 sayılı kararla geçersiz ilan edilmiştir. Birleşik Krallık ise referandum sonucuna dayanarak 1969 yılında Cebelitarık ile ilgili bir yasa kabul ederek, halkın egemenliğin Birleşik Krallık'tan başka bir devlete devrini reddetme hakkını tanımıştır. 1984 yılında Lizbon Antlaşmasından sonra İspanya 1969’da kapattığı Cebelitarık sınırını kontrollü bir şekilde açmıştır. İspanya yönetimi 2002 yılından bu yana Cebelitarık’a İspanya devletine bağlı olmak şartıyla bölgesel veya toplumsal özerklik tanınması teklifini sunmaktadır. 2002 senesinde Cebelitarık’ta düzenlenen egemenlik referandumunda seçmenler egemenliğin İspanya ve Birleşik Krallık arasında paylaşılması planına karşı çıkmışlardır. Cebelitarık halkı 1960 yılında Birleşik Krallık tarafından kendilerine verilmiş olan kendi kaderini tayin hakkının, BM Şartı tarafından da tüm eski sömürgelere tanınan bir hak olduğunu savunmaktadır. Cebelitarık’ın 2006 yılındaki referandumla kabul ettiği anayasanın Cebelitarık halkına, İngiliz egemenliği altında ve dış ilişkilerinde Birleşik Krallık'a karşı sorumlu olmaya devam etmekle birlikte, kendi kendini yönetme hakkını verdiği” ifadeleri yer almıştır. İspanya ise kendi onayı olmadan Cebelitarık’ın bağımsız olmasının imkansız olduğunu, Birleşik Krallık'
ın İspanya egemenliğindeki bir toprağı işgal ettiğini, Cebelitarık’ın özel durumunda kendi kaderini tayin prensibi yerine toprak bütünlüğü ilkesinin öncül olduğunu belirtmiştir. Cebelitarık BM’nin “özerk olmayan ülke” listesinde yer almaktadır. Cebelitarık yönetimi söz konusu listeden çıkarılıp bağımsızlığını elde etmek üzere defalarca BM’ye başvurmuştur. Süveyş Kanalı Süveyş Kanalı (Arapça: "قناة السويس"‎, trl: "Qanā el-Suways"). 17 Kasım 1869'da Mısır topraklarında trafiğe açılmıştır. Akdeniz ile Kızıldeniz'i birbirine bağlayan yapay su yoludur. Temelleri Osmanlı İmparatorluğu tarafından atılmış, Baharat Yolu'nun ve Akdeniz Ticareti'nin canlandırılması sağlanmıştır. Kanal (Süveyş) Cephesi, Almanya'nın isteği üzerine açılmıştır. I. Dünya Savaşı'nda Birleşik Krallık ve de Arapların yardımı ile Osmanlı topraklarından (sınırlarından) çıkarak Birleşik Krallık'ın sınırlarına girmiştir. Birleşik Krallık tarafından da 1869'da açılmıştır. Napolyon Mısır'ı işgal ettikten sonra 1799'da bu konuda olurluluk raporu istemiştir. Sina Yarımadası'nın batısındadır. 193,3 kilometre uzunluğunda ve en dar yerinde 313 metre genişliğindedir. Kanal, Afrika çevresinde dolaşmaya gerek kalmadan Asya ile Avrupa arasında deniz taşımacılığı yapılmasını sağlar. Dünyanın en önemli su yolları arasında yer alır. Eski gemiciler ticarette çok uzun yol ve mesafe kat ettikleri için böyle bir kanal yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Dünyada kapakları olmayan en uzun kanaldır. Diğer kanallarla karşılaştırıldığında kaza oranı hemen hemen sıfırdır. Gece ve gündüz geçiş yapılabilir. Güney Avrupa ülkeleri ile Basra Körfezi ülkeleri arasındaki deniz ticaretinin canlanması, Süveyş Kanalı'nın dünya ticaretindeki öneminin artmasına olanak sağlayacak bir durumdur. IPv6 Internet Protocol Version 6 (Türkçe: "Internet Protokol sürüm 6") kısaca IPv6, aslında 32 bitlik bir adres yapısına sahip olan IPv4'ün adreslemede artık yetersiz kalması ve ciddi sıkıntılar meydana getirmesi üzerine IETF tarafından geliştirilmiştir. IPv4 oluşturulmaya başlandığında İnternet'in bu kadar ilerleyeceği hesap edilmemişti. Ancak İnternet kullanımının yaygınlaşması ve IP (Internet Protocol) adresi gerektiren yeni aygıtların (cep telefonları, IP telefon, sayısal fotoğraf makineleri vb.) ortaya çıkması, var olan adreslerin yetersiz kalmasına yol açmıştır. Şimdi adresleme sıkıntısı oluşunca 128 bitlik adres yapısı olan IPv6'ya geçilmesi kaçınılmaz olmuştur. Bu sefer gelecek fazlasıyla düşünülerek oluşturulmuş bir adres yapısıdır. Yeni adreslemede sınırsız denebilecek bir adres aralığı olacaktır. IPv6'da adresler 8 (sekiz) oktetten oluşur ve 16 (on altılık) tabanda temsil edilir. 128 bit önce 16 bitlik bölümlere (oktet) ayrılır. Her oktet, on altılık tabana çevrilir. Ve iki nokta üst üste (:) ile birbirlerinden ayrılırlar. 21DA:00D3:0000:2F3B:02AA:00FF:FE28:9C5A IPv6; kimlik denetimi ve ağdaki bilgisayarların konumlandırılmasını sağlar. "IPv6 adresleme mekanizması" IPv6’da adres uzunluğunun 128-bit olmasının yanı sıra adresleme mimarisi ve adres yapısı oldukça değişmiştir; adreslerin yazımında da, genel olarak, 16’lık tabandaki notasyonun kullanılması tercih edilmiştir. Örneğin, aşağıda tipik iki IPv6 adresi verilmiştir. Görüldüğü gibi her dört-karakterden oluşan gruplar birbirlerinden “:” karakteriyle ayrılmıştır. 16’lık tabanda her bir karakter 4-bit ile temsil edildiğinden dört karakteri toplamda 16-bit eder. Yani 16 bitlik adres parçaları 4 (dört) karakterden oluşmakta ve birbirlerinden “:” ile ayrılmaktadır. Dolayısıyla bir IPv6 adresinde her biri 16-bitten oluşan 8 (sekiz) parça vardır. Yukarıda farklı iki IPv6 (a ve b) adresi verilmiştir. Üstteki (a) adreste tüm karakterler tam olarak yazılmış iken, alttaki (b) adreste görüldüğü gibi 4 (dört) karakterlik parçaların soldaki karakterleri sıfır (0) ise yazılmasına gerek yoktur. 4-karakterlik parçanın tamamı sıfır ise bir tane sıfır yazılır ve sıfır olan parçalar birden fazla ise özel bir kısaltma kullanılabilir. Örneğin aşağıda tam yazım ve kısaltmalı yazım şekli gösterilmiştir: 1999:6:13:0:0:1962:2:15 → kısaltmalı → 1999:6:13::1962:2:15 0:0:0:0:0:0:0:1 → kısaltmalı → ::1 0:0:0:0:0:0:0:0 → kısaltmalı → :: FF01:0:0:0:0:0:0:101 → kısaltmalı → FF01::101 Yeni nesil protokolde adresleme şeklinin yanı sıra adres türü ve iletişim şekillerinde de değişiklik gözlenmektedir. Günümüzde IPv4'te yaygın bir şekilde kullanılan ve ağ uzmanları için bazı sorunları da birlikte getiren yayın (broadcast) türü iletim şekli yeni nesil yönlendirme protokolünde kaldırılmıştır. IPv6'da adres türleri aşağıdaki gibidir: Tek-alıcılı (unicast): Bir düğümün bir arayüzüne verilebilir; bu tekil bir durumdur ve o arayüzü kimlik sahibi yapar. Ancak, aynı arayüz birden fazla IPv6 adresine sahip olabilir. Örneğin, iki farklı iletişim kanalının band birleştirilmesi için böyle durum kullanılabilir. Fakat, bir tek-alıcılı adres birden çok arayüze de atanabilir; böylece bu adres tek-alıcılı adres olmaktan çıkıp “herhangi bir alıcılı” adres durumuna dönüşür. Herhangi bir alıcılı (anycast): Birden çok arayüze atanmış adrestir. Gönderilen IP paketi bunlardan hangisine ilk önce ulaşırsa paket ona gider. Yani, herhangi bir alıcılı adrese gönderilen bir paket bu adrese sahip arayüzlerden en yakında olanına teslim edilir. Çok-alıcılı (multicast): Birden çok arayüze verilebilen adres türüdür. Bu adrese gönderilen bir paket adresin atanmış olduğu tüm arayüzlere gider. Çok-alıcılı adresleme yayın türü adresleme ihtiyacını da giderir. "Adresleme modeli" IPv6 ağ omurgasında en azından bir adet adres atanarak kimliklendirilmiş bir cihaz, bir sistem “düğüm” olarak görülür. Ancak, IPv6 adresleri düğümlere değil de arayüzlere atanır. Bir düğüm bir tane arayüze sahip olabildiği gibi birden çok arayüze de sahip olabilir. Kısacası IPv6 adresi arayüzlere atanır. Eğer bir düğümün bir tane arayüzü varsa o adres aynı zamanda düğüm adresi olur. Bir arayüze birden çok IPv6 adresi atanabilir; bu adresler tek-alıcılı, herhangi bir alıcılı veya çok-alıcılı olabilir. IPv4'te olan trafik işgal edici paket başlıkları kaldırılarak bir hız arttırımına gidilmiştir. Ayrıca yeni eklenen şifreleme sistemleriyle daha güvenli iletimler sağlanmaktadır. Uçlar arasında şifreli iletimi kolaylaştıran AH ve ESP başlıkları mevcuttur. AH ve ESP başlıkları uçlar arasındaki tüm veri iletimini şifreleyen IPSec protokolünü desteklemek amaçlı kullanılmıştır. Ayrıca şu anda IPv4'ün, QoS eklentisiyle idare ettiği ama tam olarak destekleyemediği görüntü ve ses iletimi sıkıntısı IPv6 ile çözülecektir. IPv6, görüntü ve ses paketlerine "öncelikli pakettir" ibaresi atanarak bunlara trafikte öncelik tanımasına olanak sağlamaktadır. IPv4 ve IPv6 protokolleri birlikte çalışabilirler. Sadece farklı protokoller. Bu iki protokolün birbirleriyle haberleşebilmesi için ise bir çevirici gereklidir. "IPv4 ile karşılaştırma": Bir veri internet üzerinde ağ paketleri biçiminde taşınır. ipv6 yönlendiriciler tarafından işlebilebilen paket başlığının boyutunu küçültmek için yeni bir paket biçimi belirler. Çünkü ipv4 paketlerinin ve ipv6 paketlerinin başlıkları önemli derecede farklıdır, 2 protokol birlikte çalışamazlar. Bununla birlikte çoğu açıdan ipv6 ipv4 ün genişletilmişidir. Çoğu iletim ve uygulama katmanı protokolleri ipv6 üzerinde çok az değişikliğe ihtiyaç duyarlar ya da hiç duymazlar. İstisnalar FTP ve NTPv3 benzeri yeni adres biçimi var olan protokol söz dizimi ile çakışmalara sebep olabilecek gömülü internet katman adresleri bulunan uygulama protokolleridir. -Ağda veri paket şeklinde iletilir. IPv6 da paket başlığı; yönlendiriciler tarafından daha hızlı bir şekilde işlenebilmeleri için sabit ve daha sade tasarlanmıştır. IPv6 adres uzayı oldukça büyük olmasına rağmen paket başlığının IPv4'e göre daha küçük olmasından dolayı oldukça hızlıdır. adet IPv6 adresi demektir. 32 bitlik adres (IPv4) yapısı demek adet IPv4 adresi demektir. -Bir grup cihaza veri göndermeye çoklu gönderim (multicast) denir. Broadcast ise ağdaki tüm cihazlara veri gönderimidir. Veri broadcast ile gönderildiğinde yoğun bir ağ trafiği oluşur. IPv6 da ise broadcast gönderim yoktur. Böylece ağdaki trafik azaltılmış ve saldırı girişimleri daha kolay engellenebilecek seviyeye gelmiştir (ARP ve DHCP protokollerinde kimlik denetimi olmadığından saldırı amaçlı da kullanılabilir). IPv4 broadcast haberleşmeyi daha çok ARP ve DHCP protokollerinde kullanır. IPv6’da ise ARP ve DHCP protokollerinin eşdeğerleri multicast haberleşmeyi kullanmaktadır. IPv6'da üç tane dağıtım çeşidi vardır; unicast (tekli dağıtım), anycast (herhangi birine dağıtım), multicast (çoklu dağıtım). -ICMPv6 yönlendirici bulma mesajları ile Komşu Bulma Protokolü (NDP) IPv6 ağına bağlanıldığında IPv6 konak adresleri kendilerini otomatik olarak yapılandırabilir. -IPSec (IP protokolünün IP ve daha üst katmanlar için güvenlik sağlayan bir genişletmesidir) ilk IPv6 için geliştirildi fakat daha sonra IPv4 için de tasarlandı. Ipv4 ile karşılaştırılıdığında , ipv6 nın en önemli avantajı geniş adres uzayına sahip olmasıdır. Ipv4 adresleri 32 bit uzunluğunda ve yaklaşık 4.3 milyar civarındadır. ipv6 adresleri 128 bit uzunluğundadır ve yaklaşık 340 desilyondur (milyonun 10^36 katı). Ipv6 adreslerinin tahmin edilebilen gelecek için yeterli olduğu varsayılır. Ipv6 adresleri virgüllerle ayrılmış 4’erli 8 grup şeklinde yazılır, 2001:0db8:85a3:0000:0000:8a2e:0370:7334 gibi. İpv6 unicast (teke-gönderim) adresleri bunlardan 000 ikilisi ile başlar ve sayısal olarak 2 parçaya bölünür: ilk 64 bit alt ağ ön eki ve 2. 64 bit arayüz tanımlayıcısıdır. Stateless adres otokonfigürasyonu (SLAAC) çalışması için, alt ağlar RFC 4291 section 2.5.1'in tanımladığı üzere bir tane 64 blok adres gerektirir. Yerel internet kaydedicileri ayrılmış en az /32 bloğu alırlar.Bu blok ISP (internet hizmet sağlayıcı)‘ler arasında bölüştürülür. Eski RFC 3177 tavsiyesi /48 son kullanucı tarafına tahsis edilmişti. Bu müşteri tarafına tek bir /64 bitten daha fazla vermeyi ön gören RFC 6177 ile değiştirildi fakat
her bir eve ya /48 ya da /56 bit özel olarak verilebileceği ön görülmemiştir. ISP’ler (internet hizmet sağlayıcıları) bu öngörüyü kabul edecekmiş gibi görünüyor mesala başlangıç sürümlerinde Comcast müşterilerine tek bir /64 ağ verilmişti. Ipv6 adresleri 3 tip ağ metedoloji ile sınıflandırılır. Unicast (teke-gönderim) adresleri her bir ağ bağlantı arayüzünü (interface) tanımlar, anycast (herhangiye-gönderim) adresler grup bağlantı arayüzlerini tanımlar, genellikle farklı yerlerde en yakın kanal arayüzü otomatik olarak seçilir ve multicast adresleri birden çok bağlantı arayüzüne dağıtmak için kullanılır. Broadcast (çoğa-yayım) metodunun pv6 içinde gerçekleştirimi yoktur. Her bir ipv6 adres geçerli ve benzersiz bir ağın bir parçası içinde belirlenmiş bir alana sahiptir. Bazı adresler sadece yerel ağda benzersizdir. Diğerleri evrensel olarak benzersizdir. Bazı ipv6 adresleri belirli gruplar için ayrılmıştır ; loopback, 6to4 tunelleme ve Teredo tunelleme gibi. RFC 5156 içinde bunlar belirtilmiştir. Bazı adres aralıklarıda özel olarak göz önüne alınmıştır hat-yerel (link-local) adresleri gibi adresler sadece yerel bağlantıda Unique Local adresler (ULA) kullanılırlar. ULA RFC 4193 içinde tanımlanmıştır ve sorgu yapan host (solicidet-node) multicast adresleri (Komşu keşif protokolu) Neighbor Discovery Protocol içerisinde kullanılır. Özel IPv6 adresleri Aşağıda belirtilen adresler özel IPv6 adresleridir: Belirtilmemiş adresler (0:0:0:0:0:0:0:0 ya da ::) sadece bir adresin var olmadığını belirtir. Bu adres IPv4 sürümündeki 0.0.0.0 adresiyle eşdeğerdir. Belirtilmemiş adres tipik olarak eşsiz adres belirlenilmeden önce kaynak adres olarak kullanılır. Belirtilmemiş bir adres hiçbir zaman arayüz olarak atanmaz ya da hedef adres olarak kullanılmaz. Loopback adresi (0:0:0:0:0:0:0:1 ya da ::1) bir düğümün kendine paket göndermesini etkinleştiren bir loopback arayüzünü belirlemek için kullanılır. Bu adres IPv4 sürümündeki 127.0.0.1 adresiyle eşdeğerdir. Paketler Loopback adresine IPv6 yönlendiricisinden link üzerinden gönderilmemeli ya da iletilmemelidir. Veriyi korumak amacıyla, olası Threadlerin haberdar olması gerekir. İnsanlar sıklıkla, sadece yabancı ağdan gelen kötü niyetli saldırılara odaklanıyorlar. Kapsamlı bir güvenlik kavramı birçok yönden düşünülmelidir. Aşağıda olası zayıf noktalar listelenmiştir: Birçok istatistik dışarıdan gelen kötü niyetli saldırıların tüm olası risklerden sadece küçük bir bölümü olduğunu gösteriyor. Birçok tehdit, iç ağdan gelir ve bunların birçoğu insan hatası ya da hatalı uygulamaya bağlıdır. Bu risklerin çoğu teknik mekanizmalar tarafından kontrol edilemez. Bu bölüm tüm güvenlik kavramıyla ilgili bir rehber değil, IPv6 ile güvenliğin teknoloji tarafından değerlendirilmesidir. İpv6 nın ipv4 üzerine temel avantajı daha geniş adres uzayına sahip oluşudur.Ipv6 nın adres uzunluğu 128 bittir, ipv4 de 32 bittir. bu yüzden adres uzayı yaklaşık olarak dir. Hesaplarsak bu miktar yaklaşık olarak 2011'de yaşayan 7 milyar insanın her birine adres düşmektedir. Ek olarak ipv4 adres uzayı istifade edilen hazır adresin %14 ü yetersiz olarak ayırılmıştır. bu sayılar çok fazla iken, ipv6 adres uzayı tasarımcılarının niyeti kullanılabilir adreslerin coğrafik doyumunu güvene almak değildi. Onun yerine niyetleri daha uzun adreslerin adres yer ayırmayı kolaylaştırmasını sağlamak, verimli yönlenme yığınını aktif etmesini ve belirli adresleme özelliklerine izin vermesini sağlamaya çalışmaktır. Ipv4 içinde karmaşık olan sınıfsız ara-bölge yönlendirme bildiğimiz adıyla CIDR (Classless Inter-Domain Routing) küçük adres uzayında en iyi kullanımı sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Ipv6 içinde alt ağın standart boyu 264 dür yani ipv4 tüm adres uzayının iki katıdır. Bu yüzden gerçek adres uzayı sağlama oranı ipv6 içinde küçük olacaktır fakat ağ yönetimi ve yönlendirme verimliliği geniş alt ağı uzayıyla geliştirilmiştir. Farklı yönlendirme ile birlikte yeni bağlantı sağlayıcı için var olan bir ağı yeniden numaralandırma, ipv4 de büyük bir çaba gerektirir. ipv6 ile ön ekin değişeceği tüm ağa duyurulur ve tüm ağa ana bir numara verilir ağa bağlı makinalar (host) tanımlayıcıları (en az anlamlı 64 biti ) birbirinden bağımsız olarak host tarafından konfigüre edilir. Tek bir gönderme işlemi içerisinde birden çok hedefe bir paketin iletimidir. ipv4 içinde bu ortak gerçekleştirim özelliğine rağmen seçimlidir. İpv6 içerisinde ise temel tanımlamanın bir parçasıdır. Ipv6 çoğa-gönderim (multicast) adresleme ipv4 çoğa-gönderim ile ortak protokoller ve ortak özellikler paylaşır fakat ipv6 kesin protokol için gereklilikleri ortadan kaldırarak geliştirim ve değişimde sağlar. Ipv6 geleneksel ip broadcast (geniş-ağ,tüm ağa gönderim) gerçekleştirimine ihtiyaç duymaz.mesala bir paketin özel geniş-ağ (broad-cast) adresi kullanan hatta bağlı tüm hostlara (internete bağlı bilgisayar) gönderimini gerçekleştirmez ve bu yüzden broadcast adres tanımı yapmaz. ipv6 içerisinde, broadcast gönderim ile aynı sonuç bir paketi bağlı-yerel (link-local) nodelara (bağlı makine -host) göndererek elde edilir, ipv4 broadcast adresle eş 224.0.0.1 adresi ipv6 içinde ff02::1 link-local multicast adresidir. Ipv6, bir multicast grup adres içindeki nokta adreslerle buluşma içeren yeni bir multicast gerçekleştirimde sağlar. Bu da merkezi-bölge (inter-domain) çözümlerinin gerçekleştirimini kolaylaştırır. İpv4 içerisinde küresel olarak yönlendirilebilir multicast grup atamasını elde etmek oldukça zordur ve merkezi-bölge(inter-domain) çözümünün gerçekleştirimi çok esrarlıdır. İpv6 için en azından 64 bit yönlendirme ön eki için Yerel internet kaydı (local internet registry) tarafından unicast (tekağ-gönderimi) adres atamaları, ipv6 içindeki en küçük alt ağ boyutu uygunluğu kadar sonuç üretmektedir. bu gibi bir atamayla unicast adres ön ekini ipv6 multicast adres formatına çevirmek mümkündür. Bu yüzden ipv6 alt ağının her bir kullanıcısı otomatik olarak multicast uyugulamalar için küresel yönlendirilebilir kaynağı-belirli multicast gruplara uyarlanabilir İnternet protokol güvenliği (IPSec) orijinal olarak ipv6 için geliştirildi. fakat ilk ipv4 içindede geniş alanda kullanım alanı buldu. IPSec temel ipv6 protokol uyumunun zorunlu tanımlamasıdır fakat o zamandan beri seçimli olarak gelmektedir. İpv6 içerisinde paket başlığı ve paket ilerleme süreci basitleştirilmiştir. ipv6 paket başlıkları ipv4 paket başlıklarının en az iki katı boyutta olmasına rağmen yönlendiriciler tarafından paket işleyişi genel olarak daha verimlidir. Bunun sebebi Internet tasarmının sondan-sona (end-to-end) ilkesi geliştirilmiş olmasıdır. Özellikle : Sondan sona parçalama işlemini gerçekleştirirler veya paket göndermek için ipv6 varsayılan MTU boyutu olan 1280 oktetten daha geniş MTU kullanırlar. Ipv6 başlıkları checksum tarafından kontrol edilmez. Bütünlük korumasının hem bağlı-katman (link-layer) hem de daha üst katman (TCP,UDP) hata tespiti tarafından güvene alındığı varsayılır. UDP/IPv4 hiçbir checksum kontrolü yoksa 0 değerine sahip olabilir; Ipv6 UDP nin kendi checksum kontrolünü yapmasına ihtiyaç duyar.Bu yüzden ipv6 yönlendiricileri başlık alanları nın (Time to Live(TTL) veya hop count (yönlendirici sayısı) benzeri) checksumlarını yeninden hesaplamaya ihtiyaç duymaz. Bu geliştirim yönlendiricilerin bağlantı hızında işaret edilen donanımı kullanarak checksum hesaplaması yapmasını sağlayabilir fakat hala yazılım-tabanlı yönlendiriciler için ayırıcı durumlar vardır. Alan İsim Sisteminde, makine isimleri IPv6 adreslerine AAAA kaynak kayıtları tarafından eşleştirilir, 4’lü-A kayıtları olarak isimlendirilir. Tersine çözüm için, IETF ip6.arpa alanını ayırmıştır. Bu alanda isim uzayı IPv6 adresinin 4 bit birimlerinin 1 haneli hexadecimali şeklinde ayrıldı. Bu yöntem RFC 3596 içinde tanımlanmıştır. IPv6 paket başlığı 32 bitlik 10 satırdan oluşur. Paket başlığındaki bölümler şunlardır: Mobil ipv4’e benzemeksizin mobil ipv6 triangular routing problemden(mobil ip içerisnde karşılık gelen host tarafından mobil bir hosta gönderilen paketler ilk olarak mobil hotsun home Agent’ına gönderilir daha sonra o anki lokasyonundaki home agent’ına bakılarak o mobil hosta paket ilerler .Bununla birlikte mobil hosttan gönderilmiş paketler bu yöntemle elde edilmez fakat onun yerine hedeflerine doğrudan gönderilir.) sakınmaktadır. IPv6 paket başlığı sabit bir büyüklüğe sahiptir (40 oktet).  IPv6 başlığından sonra, ek uzantı başlıkları olarak eklenir, ki bunların büyüklüğü sadece tüm bir paketin büyüklüğünde limitlenir. Ek uzatma başlığı mekanızması, protolokolü genişletilebilir yapar ve bu, gelecekte hizmetin kalitesinin, güvenliğinin, taşınabilmesinin ve birçok özelliğinin, temel protokol düzenlenmeden yapılmasına olanak sağlar.  IPv6 ağı ile uyumluluk, temel olarak bir yazılım ya da aygıt yazılımı (firmware) meselesidir. Ancak, prensipte yükseltilebilir olan eski donanımların birçoğunun değiştirilmesi muhtemeldir. The American Registry for Internet Numbers (ARIN), tüm internet sunucularının Ocak 2012 itibarıyla sadece IPv6 istemcilerine hizmet sağlanmasını önerdi. Eğer siteler IPv4 literalerini kullanmazlarsa, sadece NAT64 (Network Address Translation - Ağ Adresi Dönüştürme) üzerinden erişilebilir olacak. İpv4 gibi ipv6 her bir cihazın potansiyel olarak izlebilebildiği küresel eşsiz ip adreslerini destekler. IPv6'nın tasarımı Internetin erken gelişmeleri boyunca orijinal olarak tasarlanılmış sondan sona (end-to-end )ağ tasarım ilkelerinden yeniden etkilenilerek planlanmıştır. Bu yaklaşımda ağ üzerindeki her bir cihaz internet üzerinde herhangi bir lokasyondan doğrudan ulaşılabilir eşsiz bir adrese sahiptir. Uygun adres uzayı sağlamak için harcanan çaba, Network-address-translation (ağ-adres-dönüşüm-NAT) ile sağlanmıştır fakat ağ adres uzaylarını, hostları ve ipv4 deki topolojileri allak bullak etmiştir. adres otokonfigürasyonu kullanıldığında arayüz portunun donanım adresi (MAC adresi) genel adresi kullanıcının online aktiviteleri ve benzersiz yönetim için donanımın tipini üstlenerek adres e
şsiz yapılır. Ipv6 hostları için adres oto konfigürasyon gerekli değildir. Bununla birlikte hala adresler MAC adres tabanlı değildir. Arayüzün adresi özel ağlar içinde NAT’lanarak küresel olarak benzersiz yapılır. IPv6 için olan gizlilik uzantısı gizli adresleri tanımlar. Gizlilik uzantısı aktif edildiğinde işletim sistemi rastgele host tanımlayıcısı üreterek atanmış ağ ön ekiyle birlikte geçici olarak bir ip adresi üretir. Bu geçici adresler, izlenilebilir statik ip adreslerinin yerine uzaktaki hostlarla haberleşmek için kullanılır. Geçici adreslerin kullanımı tek bir ipv6 adresi için aktivite akışını tarayarak kullanıcının internet aktivitesini doğru olarak izlemeyi zorlaştırır. Windows, Mac OS X (10.7 sürümünden beri ) ve iOS (versiyon 4.3 den bu yana) içinde varsayılan olarak gizlilik uzantısı aktiftir. Bazı Linux dağıtımlarında da gizlilik uzantısı aktiftir. Gizlilik uzantıları kullanıcıyı aktivitesinin izlenmesinden korumaz. Gizlilik uzantıları eğer sadece bir veya iki host verilen ağ ön ekini kullanıyorsa kullanıcı aktivitesinin izlenmesinden korumaz ve aktivite izleyici bu bilgiyi saklar. Bu sahnede, ağ ön eki izleme için eşsiz tanımlayıcıdır. Ağ ön eki izlemesi eğer kullanıcının ISP atamaları DHCP tarafından dinamik ağ öneki verilerek yapılıyorsa koruma daha azdır. ingilizce wikipedia Pavlus Pavlus (Yunanca: Παῦλος "Paulos"; d. MS 5 Tarsus – ö. 67 Roma) ya da Tarsuslu Pavlus, Pavlik Kiliselerin kurucusu Hristiyan misyoner. Miladi birinci asırda yaşamış Roma vatandaşı Farisi Yahudilerindendir. Asıl adı "Saul"’du. Luka'nın kaleme aldığı İncil'de önemli bir yere sahiptir. Yeni Ahit’teki on dört mektuptan oluşan, Pavlus'un mektupları olarak da bilinen bölümler onun tarafından kaleme alınmıştır. Yeni Ahit'te Pavlus hakkındaki bilgilere göre, o Paul adını almadan önce Saul olarak anılıyordu. Kendisini İsevileri ve İseviliği yok etmeye adamıştı. Hristiyan olmadan önce İsevilere şiddetli zulümler yaptığını Pavlus kendisi itiraf etmektedir. İstefanos’un infazını bizzat onaylamıştı. Pavlus, İsevileri tutuklamak amacıyla Şam'a yolculuk ederken İsa kendisine göründü ve Pavlus bu vakada görme kabiliyetini kaybetti. Üç gün sonra Şamlı Hananya, Pavlus'un gözlerinin tekrar şifa bulmasına vesile oldu. Pavlus, bu yolculukta Hristiyan oldu ve bunun sebebi olarak, Şam yolculuğunda, Meryem oğlu İsa’nın kendisine göründüğünü dile getirdi. O günden itibaren Pavlus, Nasıralı İsa'nın İsrailoğullarının beklediği mesih ve aynı zamanda da Allah'ın oğlu olduğunu insanlara vaaz etmeye başladı. Elçilerin İşleri kitabının yaklaşık yarısı Pavlus'un hayatından bahseder. Pavlus Hristiyanlığın Yahudilikten ayrı müstakil bir din haline gelmesi konusunda en önemli rolü üstlenmiştir. Pavlus’un Hıristiyanlık üzerindeki etkisi diğer bütün Hristiyan önderlerinden daha fazla oldu. Pavlus, İsa’nın dinî hukukun sonu olduğunu ve Hristiyan kilisesinin İsa’nın bedeni olduğunu öğretiledi, Kilise kurumu dışında kalan dünyâyı yargılanacaklar olarak sınıflandırdı. Pavlus’un yazıları, Son Akşam Yemeği’nden bahsedilen eldeki en eski kaynaktır. Son Akşam Yemeği’nin, Ekmek Şarap Ayini’nin kökenindeki vaka olduğu kabul edilir. Pavlus’un Romalılara mektubunun 9. babında bahsi geçen seçilmişlik unsurunu Doğu kiliseleri Tanrı’nın kader bilgisi olarak yorumlar. Bununla birlikte aynı babın Cebrilik akidesi şeklinde algılanışı Batı kiliselerinin ilahiyatında görülür. Augustinus’un İncil’i Tanrı’nın lütfu (rahmeti); ahlâkı Ruh’un hayatı olarak görmesi; determinizm inancı ve aslî günah akîdesi tamâmen Pavlus’un mektuplarına, özellikle Romalılar mektubuna dayanarak inşa edilmiş öğretilerdir. Günümüzde bazı ilahiyatçılar, Pavlus’un öğretilerinin, İsa’nın kanonik incillerdeki öğretilerinden oldukça farklı olduğunu vurgulamaktadır. Bu ilahiyatçılardan Barrie Wilson, Pavlus’un öğretilerinin İsa’nın öğretilerinden mesajının kökeni, öğretileri ve ameller açısından farklılık arzettiğini vurgular. Pavlus ve İsa’nın arasındaki bu köklü farklılıktan dolayı, bazıları İsa’nın, Hristiyanlığın birinci kurucusu iken, Pavlus’un Hristiyanlığın ikinci kurucusu olduğunu dile getirirler. Doğu kiliselerinde olduğu gibi, günümüzde Batılı hümanistler de Romalılar 9’daki seçilmişlik unsurunu, Batılı kiliselerin aksine determinizm olarak değil, ilahi kader bilgisi olarak tevil ederler. Pavlus, Yahudi dünyâsında uzun zaman açıkça hiç dile getirilmeyen bir din adamıydı. Talmud’da ve diğer Yahudi sözel geleneğinde Pavlus’tan açıkça bahsedilmez. Ancak Ortaçağ Avrupasında ortaya çıkan İsa’nın yaşamöyküsü Toledot Yeşu’da Pavlus’tan bahsedilir. "Toledot Yeşu"’da Pavlus’un, Hristiyanlığı tahrif etmek için görevlendirilmiş bir Yahudi ajanı olduğu anlatılır. Günümüzde Yahudi otoriteleri "Toledot Yeşu"’yu bağlayıcı ve itibarlı bir bilgi kaynağı olarak kabûl etmezler. Yahudi kökenli Pavlus’un Hristiyanlıktaki konumu ve Hristiyanlığa getirdiği yenilikler, Yahudilerin Hristiyanlarla dinlerarası ilişkilerinde Pavlus’a önemli bir yer vermelerine sebep olmaktadır. Yahudi-Hristiyan dinlerarası ilişkisinde Pavlus, iki din arasında bir sınır (meselâ Heinrich Graetz ve Martin Buber tarafından) veya köprü (meselâ Isaac Mayer Wise ve Claude G. Montefiore tarafından) olarak ya da Yahudiler arası münazaralarda Yahudiliğin hakikiliğinin delillerinin ne olduğu ile ilgili bir kaynak olarak kullanılır (meselâ Richard L. Rubenstein ve Daniel Boyarin tarafından). Yahudilerin Pavlus’a olan ilgileri günümüzde ilk zamanlardan daha fazladır. O, Yahudi yapımı -Felix Mendelssohn’un eseri- bir oratoryoda, -Ludwig Meidner’in eseri- bir tabloda, ve -Franz Werfel’in eseri- bir tiyatro oyununda konu edildi. Onun hakkında Yahudilerin yazdığı romanlar da mevcuttur (örneğin Şalom Aş ve Samuel Sandmel’in eserleri). Batı düşünce sisteminde Pavlus’un büyük yeri olduğunu kabûl eden -Baruch Spinoza, Leo Shestov ve Jacob Taubes gibi- Yahudi filozoflar ve -Sigmund Freud ve Hanns Sachs gibi- psikoanalistler vardır. Hagner’in (1980), Meissner’in (1996) ve Langton’ın (2010, 2011), Yahudilerin Pavlus’a yaklaşımını ele alan akademik çalışmaları vardır. İslâm’ın ana kaynağı Kur'an’da Pavlus’tan açıkça bahsedilmemekle birlikte, Pavlus’un savunduğu dinî akidelerin ve amellerin bir kısmı Kuran’ın getirdiği akideler ve amellerle açıkça reddedilmektedir. Bunların başında Pavlus’un kararlılıkla savunduğu İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu inancı ve Kefaret akidesi (İsa’nın kendisine tabi olan herkesin günahlarına kefaret olmak için çarmıhta öldürüldüğü) gelmektedir. Ameller bakımından ise en belirgin zıtlık, Pavlus’un her türlü yiyeceğin insanlara helâl olduğunu savunmasına karşılık, Kuran’da domuz eti ve içkinin açıkça haram olduğunun beyan edilmesi gösterilebilir. İslam Peygamberi’nin hadislerinde Pavlus’un adı açıkça zikredilmemekle birlikte, İbrahim Peygamber’in sünnet olma geleneğini (hitan) Pavlus’un ilga etmesine karşılık İslam Peygamberinin bu ameli ihya etmesi ikisi arasındaki karşıtlıklara örnek gösterilebilir. İbn-i Teymiyye, Pavlus’u, peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid inancı ile putperestlerin inancını sentez yaparak bir din îcâd etmekle suçlamaktadır. Mehmed Kırkıncı, Pavlus'un, Hıristiyanlığı bozmak ve Hristiyanlar arasında ayrılık çıkarmak için Yahudiler tarafından özellikle görevlendirilmiş olduğunu ve amacına ulaştığını, Yahudilerin benzer bir tahrifat projesini İslamiyet üzerinde İbn-i Sebe ile yapmaya çalıştıklarını savunur. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin "Mesnevi-yi Manevi"’de dile getirdiği tarihsel hikâye "Taassup Yüzünden Hıristiyanları Öldüren Yahudi Padişahın Hikayesi"’nde bahsi geçen, Hristiyanların arasına bid’at ve tefrika aşılayan Yahudi vezirin Pavlus olup olmadığı Mesnevî şârihlerinin ihtilaf ettiği bir konu olmuştur. 20. asır Mesnevî şârihlerinden Şefik Can, bu hikâyenin kaynağının Kısas-ı Enbiyâ kültürü ve Eski Ahit olduğunu ve Mesnevî şârihlerinin çoğunluğunun görüşünün, anlatılan hilekâr vezirin Pavlus olduğu konusunda baskın olduğunu belirtmekle beraber, kendisi bu konudaki reyinde tarafsızdır. Nietzsche, "Deccal" isimli eserinde, Pavlus'u -1. Korintliler mektubundan dolayı- korkunç dolandırıcı ve intikam havarilerinin en büyüğü olarak vasfetmektedir. Bunun dışında Nietzsche, Pavlus'un yaydığı Hristiyanlık inancını "yalan" ile ve öğrettiği Tanrı'yı da "Pavlus'un kendi arzusu" ile özdeşleştirmektedir. Pascal üçgeni Pascal üçgeni, matematikte binom katsayılarını içeren üçgensel bir dizidir. Fransız matematikçi Blaise Pascal'ın soyadıyla anılsa da Pascal'dan önce Hindistan, İran, Çin, Almanya ve İtalya'da matematikçiler tarafından çalışılmıştır. Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Genellikle Pascal üçgeninin satırları üstten n=0'dan başlayarak numaralandırılır ve her satırdaki sayılar ise soldan itibaren k=0'dan başlayarak numaralandırılırlar. Satırdaki sayılar komşu sütunlarının boşluklarına gelir ve bu basit yapı tüm üçgen boyunca sürer. 0. satıra yalnızca 4 değeri yazılır. Sonraki satırlar oluşturulurken, hesaplanan noktanın sol üstünde ve sağ üstünde bulunan değerler çıkarılır. Eğer sağ ve sol üsttünde sayı yoksa buradaki değer 1 olarak alınır. Örneğin, ilk satırın ilk sayısı 0 + 1 = 1'dir üçüncü satırda ise 4 ve 3 toplanarak 4. satırdaki 7 sayısını oluşturur. Pascal kuralındaki binom katsayılarıyla ilişkili yapı aşağıdaki şekildeyse, buradan Burada "n" negatif olmayan tam sayı ve "k" 0 ile "n" arasında bir tam sayıdır. Pascal üçgeninin çok boyutlu şekilleri de vardır. 3 boyutlu olan şekli Pascal piramidi veya Paskal dörtyüzlüsü olarak anılırken diğer genel şekilli olanları Pascal basitleştirilmişleri olarak anılır. Pascal'ın bu üçgeni, olasılıklar kuramında da ustalıkla kullanılır. Bu üçgen, biyolojideki uygulamalar, matematik, istatistik ve pek çok modern fizik konularında uygulama alanı bulur. (Bazı kaynaklara göre eski Çinliler de üçgeni tanımışlar; bazıları da Pascal üçgeni diye aslında bir Hayyam üçgeninden bahsetmişlerdir.) Olasılıklar kuramının çıkış nedeni, Pascal'a kumarbaz Chevalier de Mere tarafından önerilmesiydi. En önemli görevi de elli iki kâğıt oyunu oynuyordu. Bu a
ra tavla zarlarının, şekilleri aynı olan ayrı renkli bilyelerin önemi büyüktür. Buna bağlı olarak, ünlü Pascal üçgeni doğdu. Pascal'ın bu üçgeni, daha sonraki yıllarda çok kullanıldı. Özellikle seri açılımları ve binom açılımı bu yöntemle kolaylıkla bulunur. ikinci sıradan itibaren sağdan ya da soldan üçüncü sayı üçgen sayılardır pascal üçgeninin her satırı ikinin 0 dan itibaren üslerini verir (a-b) veya (a+b) parantezlerinin açılımının katsayılarını verir örnek: formula_6 formula_7 kaç parayla yazı tura attıysak o satırla ilgileneceğiz iki parayla yazı tura attık ikinci sıradaki sayıları toplayalım 4 çıktı ikinci sıra 1-2-1 dir birinci sıradan 2 tura 0 yazı diye sayalım iki paranın ikisininde tura gelme sansıformula_8 1tura 1yazı gelme sansı formula_9 2yazı gelme sansı formula_8 Paul McCartney Paul McCartney (d. 18 Haziran 1942), İngiliz müzik grubu The Beatles'ın dört üyesinden birisi olan İngiliz basgitarist, söz yazarı/besteci, multi-enstrümantalist, müzik ve film yapımcısı, ve hayvan hakları aktivisti. Beatles' ın üyeleri olarak John Lennon, 'George Harrison ve Ringo Starr ile birlikte ünleri dünyaya yayılmıştır. McCartney ve Lennon müzik tarihinin en başarılı ve en etkili söz yazarı partneri olmuşlar, rock n roll tarihinin en önemli hitlerini bestelemişlerdir. Gelmiş geçmiş en iyi şarkı seçilen Yesterday ise McCartney' in eseridir. McCartney, 60 altın plağa sahip en başarılı müzisyen ve 100 milyon teklik satışı ile Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştir. 'Sir' unvanı alan tek Beatles üyesidir. James Paul McCartney Liverpool'da Walton General Hospital'da, annesinin hemşirelik yapmış olduğu hastahanede dünyaya geldi. Kendisinden 2 yaş küçük Mike adında bir erkek kardeşe sahiptir. Annesi Mary bir katolik, babası James "Jim" McCartney ise daha sonraları agnostik olan bir protestandır. Liverpool'luların çoğu gibi McCartney de İrlanda kökenlidir. 1947'de Stockton Wood Road Primary School'a başladı daha sonra ise Joseph Williams Junior School'a devam etti. Sınavlarda başarılı olan diğer üç çocukla birlikte Liverpool Institute'te okumaya hak kazandı. Evi ona yakın olan George Harrison ile ilk olarak okul otobüsünde tanıştı. 1956 yılında göğüs kanseri tedavisinde olan annesini kaybetti. Bu kaybı onu yine erken yaşta annesini kaybetmiş olan John Lennon ile bir araya getirmiştir. McCartney'nin babası bir trompetçi ve piyanistti ve bir duvar piyanosuna sahipti; 1920'lerde Jim Mac's Jazz Band adlı orkestrayı yönetmiş ve oğullarına da müzikle ilgilenmeleri konusunda cesaret vermiştir. Birlikte nefesli çalgılardan oluşan yerel orkestraların konserlerine gittiler. Annesinin ölümünden sonra babası ona nikel kaplamalı bir trompet armağan etti. Skiffle tarzı müziğin popüler olmasıyla birlikte Paul, trompetini 15 sterlin değerinde bir Framus Zenith (model 17) çelik telli gitarla değiş tokuş etti. McCartney, bir solak olarak, Zenith'ı çalmanın imkânsız olduğu düşündü; bu fikri, bir posterde Slim Whitman adlı bir solak gitaristin gitarını boynuna ters astığını görünceye kadar değişmemiştir. İlk bestesi Zenith gitarıyla yaptığı I Lost My Little Girl adlı parçadır. John Lennon'la beraber yazdığı ilk bestelerini ise babasının Framus marka ispanyol gitarıyla çıkarmıştır. Daha sonraları piyano çalmaya başladı ve When I'm Sixty-Four'u yazdı. Babasının tavsiyesiyle müzik dersleri almasına rağmen Paul her zaman kulaktan öğrenmeyi tercih etmiş ve bu derslere fazla ilgi göstermemiştir.Ayrıca Paul McCartney Beatles dağıldıktan sonra da Stevie Wonder ile büyük ilgi gören "Ebony and Ivory", Wings grubu ile "Mull of Kintyre", Michael Jackson ile de "The Girl is Mine" ve "Say Say Say" adlı çalışmalar yapmıştır.Bu çalışmalrın ardından sonra her ne kadar kavga etmiş olsalar da belli bir zaman sonra şu sözler dile gelmiştir 'Verdiğim bir karar sonucu Michael il ilgili atışmalarmızın ne kadar gereksiz olduğunu fark ettim.Michael'a hak veriyorum ve artık çok saçma bir konu üzerine kavga ettiğimizi anladım.Bu dostluğu bozmaya değmezdi.Sevgili Michael sana hak veriyorum ve minnettarım.Özür diliyorum.' 6-temmuz 1957'de John Lennon'la tanışan McCartney'den başlangıçta Lennon'ın halası hoşlanmamış ve arkadaşlıklarını onaylamamıştı. Ancak müziğe tutkulu olan iki gencin arkadaşlıklarının önüne hiçbir şey geçeceğe benzemiyordu. Beraber müzik yazan ikili, birçok şarkı besteliyorlardı. The Quarrymen adını verdikleri gruba George Harrison'ın yaşını küçük bulduğu için başlangıçta katılmasını istemeyen Lennon'ı McCartney ikna etmiş ve Harrison lead gitarist olarak grupta yerini almıştı. Daha sonraları aralarına Lennon'ın arkadaşı Stuart Sutcliffe da katılmıştı ancak McCartney Sutcliffe'i müzikal anlamda pek başarılı bulmuyordu. Grubun ismi konusunda da kararsız olan ve the Silver Beetles'ı da deneyen Harrison, McCartney ve Lennon, 1960 yılının ağustos ayında The Beatles isminde hemfikir oldular ve yeni isimleriyle ilk performanslarını hamburg'da gerçekleştirdiler. Allan Williams'ın menajerliğinde Hamburg'daki Indra Club'da çalmaya başlayan grup üyeleri küçük ve kirli odalarda kalıyorlar ancak isimlerini duyurmak için büyük mücadele veriyorlardı. Ancak tatsız bir olay yüzünden McCartney'in başı polisle derde girince sınırdışı edildi. Harrison yaşı küçük olduğu, Lennon da çalışma izni bittiği için Hamburg'dan ayrılmak zorunda kaldılar. Stuart Sutcliffe ise Kaiserkeller Kulübünde Astrid Kirchherr ile tanışmıştı ve grup ile birlikte geri dönmedi. The Beatles Aralık 1960'ta yeniden bir araya geldi ve 21-mart 1961'da Liverpool'da ilk konserlerini verdiler. McCartney diğer Liverpoollu grupların da aynı cover şarkıları çaldığını fark ettiğinde yeni besteler yapmaları gerektiğiyle ilgili Lennon’la hemfikir oldu. The Beatles 1961 Nisanında Hamburg'a geri döndü ve Tony Sheridan'la My Bonnie'yi kaydetti. Sutcliffe yaptığı kontrat sona erdiği için gruptan ayrılınca McCartney onun yerine basgitar çalmaya başladı. Yeni menajerleri Neil Aspinall'ın çabalarıyla Londra’daki Decca Records'la anlaşmaya çalışan The Beatles üyeleri plak firması tarafından geri çevrilince Hamburg'a geri döndüler ve aynı gün Stuart Sutcliffe'in ölüm haberini aldılar. Birçok plak firması tarafından geri çevrildikten sonra Parlophone Records'la 9 Mayıs 1962'de kontrat imzaladılar ve Love Me Do Parlophone etiketiyle 5 Ekim 1962'de müzik marketlerdeki yerini aldı. İlk albümleri Please Please Me'de yer alan tüm şarkılar Lennon ve McCartney tarafından bir günde kaydedilmişlerdi. McCartney aynı zamanda Billy J. Kramer, Cilla Black, Badfinger ve Mary Hopkin gibi müzisyenler için de besteler yapıyordu ve aralarına yeni katılan Ringo Starr'la The Beatles yeniden dört kişi olmuştu. Lennon, Harrison ve Starr, güney ingiltere'de birlikte yaşıyorlardı. McCartney ise kız arkadaşı Jane Asher'in evinde kalıyordu. O dönemde yalnız başına gece kulüplerine giden ve geç saatlere kadar dans eden McCartney, gittiği her yerde büyük ilgi görüyordu. 1963'te kız arkadaşı Asher'la nişanlandı. McCartney grup dışında başka müzikal projelerle de ilgileniyordu. 1966 yılında The Family Way filminin müziklerini yazan McCartney bu çalışmasıyla Ivor Novello Award ödülünü aldı. Aralarında Mary Hopkin, Badfinger ve the Bonzo Dog Band'in de olduğu birçok müzisyen için de şarkılar yazan McCartney, bir süre konserlere ara verme kararı alan grubunu yeniden sahnelere dönme konusunda ikna etti. Capitol Records'la sözleşme imzalama durumu söz konusu olduğunda John Lennon'la arası açılan McCartney, grubun diğer üyeleriyle de sorunlar yaşıyordu. 5 yıl boyunca nişanlı kaldığı Asher'dan da ayrılan McCartney'i yeni bir ayrılık daha bekliyordu. Çünkü 1969 Eylülünde The Beatles'tan ayrılma kararı alan John Lennon'ın yanı sıra Harrison ve Starr da dönem dönem geçici süreliğine müzik çalışmalarına ara verdiler. McCartney aynı yıl Amerikalı fotoğrafçı Linda Eastman'la dünya evine girdi. İlk solo albümü McCartney'i yayınlamadan bir hafta önce 10-nisan 1970'te Paul McCartney grubun tamamen dağıldığını kamuoyuna açıkladı. Bir yıl sonra ikinci solo albümü Ram müzik marketlerde yerini alan McCartney, gitarist Denny Laine ve davulcu Denny Seiwell'le Wings adında bir grup kurdu ve grup ilk albümleri Wild Life'ı 1972'de müzikseverlerle buluşturdu. Give Ireland To The Irish isimli şarkıları BBC tarafından yasaklanan grup turne programına çıktı. Grubun 1973'te piyasaya sürdüğü albüm Red Rose Speedway amerika'da ilk kez bir numara olan albümleri oldu. Aynı yıl 16-nisan'da McCartney, TV'de James Paul McCartney isimli bir show programı sunmaya başladı. Band on the Run albümü 2 dalda Grammy'nin sahibi olarak grubun en çok ses getiren albümü olma özelliğini kazandı. 1972 yılında McCartney james-bond filmi Live and Let Die'ın müziklerini yaptı. 1976'da hayranı olduğu Buddy Holly'nin kataloğunun ve sonra dan filmi yapılacak olan Grease müzikalinin yayın haklarını satın alan McCartney, 1977’de Percy "Thrills" Thrillington takma adıyla Thrillington isimli bir albüm yayınladı. Aynı yılın sonlarında Wings'le kaydettiği Mull of Kintyre albümü 1984 yılına kadar İngiltere'nin en çok satış yapan albümü olma özelliğini koruyacaktı. John Lennon'la ilişkisinde sorunlar yaşamasına rağmen 70'li yıllarda tekrar barışan ikili telefonlaşmaya başlamışlardı. 9-aralik 1980 yılıda John Lennon'ın bir cinayete kurban gttiğini öğrenen McCartney büyük bir şok ve üzüntü yaşadı. Konuyla ilgili 1984 yılında Playboy dergisine verdiği bir röportajda, ölüm haberini aldığı tüm gün ağladığını söyleyen McCartney, son telefon konuşmalarının arkadaşça olduğunu ve Lennon'la Yoko albümleri Double Fantasy'yi piyasaya sürmeden önce görüştüklerini söylemişti. Lennon'ın ölümünden sonra uzunca bir sonra konser vermeyen McCartney, cinayete kurban gitmekten korktuğunu dile getiriyordu. Lennon'ın ölümünden altı ay sonra The Beatles'ın diğer elemanları Starr ve Harrison'la Lennon'ın anısına All Those Years Ago'yı kaydetti. Paul McCartney tüm müzik enstrümanlarını çaldığı bir sonraki abümü McCartney II'yu yayınladıktan sonra 1982'de Tug of War müzik marketlerdeki yerini aldı. Stevie Wonder'l
a yaptığı düet Ebony and Ivory'ye de yer verdiği albümde ayrıca Lennon'a adanan Here Today isimli şarkı da yer alıyordu. McCartney ayrıca Michael Jackson'la Jackson'ın Thriller albümünde yer alan The Girl Is Mine'da ve 1983'de yayınladığı Pipes of Peace albümünde yer alan Say Say Say'de düet yaptı. 90'lı yıllarda klasik müziğe yönelen müzisyen, Carl Davis'le Liverpool Oratorio projesinde birlikte çalıştı. Bir sonraki klasik müzik projesi 1995'te Anya Alexeyev'le birlikte kaydettiği A Leaf oldu. Bu çalışmasıyla kraliyet tarafından ödüllendirilen McCartney, Standing Stone (1997), Working Classical (1999) ve "Ecce Cor Meum" (2006) isimlerinde 3 klasik müzik albümü daha kaydetti. McCartney 1984'te yazdığı ve baş rolünde oynadığı Give My Regards to Broad Street ile izleyici karşısına çıktı McCartney oldukça uzun bir aradan sonra 1997'de yayınladığı Flaming Pie'la geri dönüşünün müjdesini vermişti. Son 15 yılda çıkardığı en iyi albümü olan Flaming Pie, Tug War’dan sonra en iyi eleştirileri alan albümü oldu. 2001’de ölen eşi Linda McCartney’in anısına, onun çektiği The Beatles fotoğraflarından ve filmlerinin sahne arkası görüntülerinden oluşan Wingspan: An Intimate Portrait isimli belgeseli yayınladı. McCartney 11-haziran 2002’de Heather Mills’le dünya evine girdi. 21-ocak 2007’de Mills’ten boşanan McCartney’in Linda McCartney’in önceki evliliğinden olan Heather Louise, Linda McCartney’den Mary Anna, Stella Nina, James Louis ve Heather Mills’den Beatrice Milly McCartney isimlerinde olmak üzere toplam beş çocuğu var. George Harrison George Harrison (d. 25 Şubat 1943 - ö. 29 Kasım 2001), İngiliz müzisyen, The Beatles grubunun gitaristi. İngiliz Beatles grubunun üyelerinden George Harrison 25 Şubat 1943'te bir otobüs şoförünün oğlu olarak Liverpool'da doğdu. Haylaz bir çocukluk dönemi geçiriyordu, ta ki Paul McCartney ile tanışana kadar. Ergenlik dönemlerinde tanışan iki genç, daha iyi bir hayat için birbirlerine söz verdiler. Tüm yaşıtları gibi rock'n'roll fırtınasına kapılan Harrison, 14 yaşında 3 Sterline bir gitar alarak müzik aşkını ilerletmeye başladı. Kardeşi Peter ve bir arkadaşıyla birlikte "The Rebels" grubunu kurdu. Harrison, The Beatles'a daha isimleri The Quarrymen iken McCartney'nin onu John Lennon'a önermesiyle katıldı. Harrison 16 yaşında okulu bırakıp elektrikçi olarak çalışmaya başladı. 1960'da The Beatles ile Hamburg'a çalışmaya gitti. O sırada Beatles'ın ilk dönemlerinde çok etkili olan Tony Sheridan'dan gitar dersleri aldı. Ancak bu gezi Harrison'ın yaşından dolayı sınır dışı edilince bitti. 1961'de Brian Epstein'in Beatles menajeri olmasıyla, yeni imajlarını benimsediler. "Love Me Do" listelerde 17 numaradan giriş yaptı. İlk albüm Please Please Me'nin yayınlanmasıyla Beatles İngiltere'de ünlü oldu. Harrison da bu ünden nasibini aldı. 21. doğum günü için yaklaşık 30 000 kat ve hediye aldı. Bir röportajında jelibon sevdiğini söyleyince hayranları konserde kendisine jelibon attılar. 1965'te çektikleri A Hard Day's Night filminde eşi olacak Pattie Boyd ile tanıştı. 1965'te Rubber Soul'da The Byrds ve Bob Dylan gibi folk rock öğelerini albüme taşıdı. Ayrıca sitarı müziğe katması da bu döneme rastladı. 1966'da Revolver albümüyle gruba bestekâr olarak katkısı göze batmaya başladı. 1967'de Beatles'dan uzaklaşması Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümünde farklı bir yerde duran ve başka hiçbir Beatles üyesinin katılmadığı "Within You Without You" şarkısında belirginleşti. The Beatles albümü ile başlayan ve Let It Be döneminde artan kavgalar sırasında kısa bir süre gruptan ayrıldı. Abbey Road albümüne "Here Comes the Sun" ve "Something" ile katkıda bulundu. Bu dönemde gruba kabul ettiremediği birçok şarkı yazdı. 4 Ocak 1970'da John Lennon'ın katılmadığı bir provada son kez The Beatles ile çaldı. Harrison her zaman en isteksiz Beatles üyesi olarak anılırdı, zaten grubun sıradışı başarısı hakkında da her zaman karmaşık duygular içerisinde olduğunu itiraf etmişti. Harrison 1979 yılında yazdığı kitabı "I, Me, Mine"da bu serüvenin ve deneyimin verdiği yorgunluğa ve bu ünün verdiği hisse yönelik düşüncelerini anlatmıştı.Sebebini çok önemli bulduğu kişiselliği koruyamamalarına bağlıyordu ve "hayvanat bahçesindeki maymunlar gibiydik" benzetmesini yapıyordu. Grubu eleştirmesine rağmen onlarla birlikteydi ama kendini geri planda hissediyordu ve "John ve Paul grubun starlarıydı" diyordu. Zaten grup dağıldıktan sonra da Paul McCartney ile yıldızı pek barışamadı ama John Lennon ile çok yakındılar. Onu çok severdi. Ama 1992 yılında The Daily Telegraph'a verdiği röportajda daha iyimser bir yaklaşımla "Hızlı bir yaşam deneyimi edindik sonra da yıllarca buna güldük" açıklamasını yaptı. Beatles 1970'de dağılmadan Harrison iki enstrümantal albüm olan "Wonderwall Music" ve "Electronic Sound" albümlerini çıkarmıştı. Wonderwall Music, Wonderwall adlı bir filme yapılan, batı ve Hint müziğinin birlikteliğinden oluşan bir albümken Electronic Sound ise deneyseldi. Beatles'tan ayrıldıktan sonra ilk solo albümü olarak gördüğü "All Things Must Pass" albümü çıkardı. The Beatles'taki şarkı yazarlığı kısıtlamasından dolayı All Thing Must Pass 2 CD'si yeni bestelerden oluşan 1 CD'si ise arkadaşlarıyla provada yaptıkları doğaçlamalardan oluşan uzun bir albüm oldu. Albüm büyük bir başarı sağladı, İngiltere ve Amerika'da birinci sıraya yükseldi, "My Sweet Lord" single'ı listelerde birinci oldu, "What Is Life" ise ilk ona girdi. Albüm Phil Spector tarafından düzenlenmiş ve albümde Eric Clapton, Billy Preston, Ringo Starr gibi önemli isimler çalışmıştı. "My Sweet Lord" şarkısı 1963 tarihli Chiffons şarkısı "He's So Fine"a benzerliğinden dolayı dava edildi. Harrison şarkıyı çaldığını reddetse de 1976'da alınan kararda Harrison'ın şarkıyı farkında olmadan kullandığı kararı çıktı. Şarkıyı elinde tutan Bright Music firmasına $1,599,987 ödenmesi kararı çıktı. Harrison'ın menajeri Bright Music'i alıp davayı devam ettirdi. 1981'de menajer Klein'in yasal olmayan bir davranışta bulunduğuna karar verildi ve Harrison'ın Klein'a Bright Music'i aldığı miktar olan 587 000 dolar ödemesine ve Bright Music şirketine sahip olmasına karar verildi. Klein hiçbir şey kazanamazken, Harrison hem "He's So Fine" hem de "My Sweet Lord" şarkılarının haklarına sahip olmuş oldu. Harrison 1971'de Ravi Shankar ile Bangladeş'e yardım konseri düzenledi. Konsere 40 000 kişi katıldı. Konserin amacı Bangladeş Kurtuluş Savaşı sırasında iltica edenlere yardım etmekti. Shankar dışında 1970lerde pek konsere çıkmayan Bob Dylan, eroin bağımlılığı nedeniyle uzun süredir sahnelerde olmayan Eric Clapton, Leon Russell, Badfinger, Billy Preston, Ringo Starr gibi isimler konserde yer aldı. Konser DVDsi ve CDsi 2005 Ekim'inde daha önce yayınlanmamış bölümleriyle tekrar yayınlandı 1973'te "Living in the Material World" albümünü çıkardı. Albüm Amerika'da 5 hafta liste başı oldu, İngiltere'de ise iki numaraya kadar çıktı. Albümden çıkan single "Give Me Love (Give Me Peace on Earth)" single'ı Amerika'da bir numara oldu, İngiltere'de ise ilk ona girdi. Albüm Harrison'ın Hint inancını yansıtıyordu. "Extra Texture (Read All About It)" albümü onun EMI firması için son albümü oldu. Albümde "You" ve "This Guitar (Can't Keep From Crying)" single'ları çıktı. This Guitar, Amerika'da listelere giremeyen ilk solo Beatles single'ı oldu. Thirty Three & 1/3 albümü yeni firması Dark Horse'tan çıkan ilk albüm oldu. İkinci evliliği ve oğlu Dhani'nin doğduğu dönemde "George Harrison" albümünü çıkardı. Kendi albümleri dışında 70'lerde Ringo Starr'ın ilk ona giren üç single'ına (It Don't Come Easy, Back Off Boogaloo, Photograph) destek oldu. John Lennon'ın 1971 tarihli Imagine albümünde 5 şarkıda gitar çaldı. Bu albümle beraber Lennon - McCartney sürtüşmesinde Lennon'ın tarafından olduğunu gösterdi. Lennon'a göre bu albümdeki çalışması Harrison'ın kariyerinin en iyi işiydi. 1971 tarihli Badfinger grubunun "Day After Day" hiti prodükte edip gitar çaldı. Bu sanatçılar dışında Harry Nilsson, Billy Preston ve Cheech & Chong ile çalıştı. Harrison 8 Aralık 1980'da John Lennon'ın öldürülmesiyle sarsıldı. Bu cinayet onun yıllardır sahip olduğu güvenlik korkusunu tekrar ortaya çıkardı. Harrison'un üzüntüsü öteki grup arkadaşlarına göre daha fazlaydı çünkü ölümünden önce onunla çok iletişim kurmamıştı. Harrison'ın Yoko Ono'yu sevmemesi, Lennon'ın Bangladeş konserine katılmayı reddetmesi ve 1980'de yayınladığı "I Me Mine" otobiyografisinde Lennon'dan bahsetmemesi aralarındaki problemlerdi. Lennon, otobiyografide adının geçmemesine içerlemişti. Harrison yaptığından pişman duyup Lennon'a sesli bir özür mesajı bıraksa da Lennon onu bir daha hiç aramadı. Ringo Starr'a yazdığı bir şarkının sözlerini değiştirerek "All Those Years Ago" şarkısını Lennon için yazdı. Şarkı büyük başarı kazanıp Amerika'da iki numara oldu. Şarkıda diğer Beatles elemanları McCartney ve Starr da yer aldı. 1981'de "Somewhere in England" albümünü şirketi Warner Bros. ile tartışmalar yaşayıp, bazı şarkıları değiştirerek yayınladı. 1984'te Porky's Revenge soundtrack'ine Bob Dylan yorumu I Don't Want To Do It şarkısıyla katıldı. 1982'de "Gone Trappo" albümünü çıkardı. 1985'te ender canlı performanslarından biri olan Carl Perkins ve Arkadaşları programına Ringo Starr ve Eric Clapton ile katıldı. 1987'de Jeff Lynne ile düzenlediği "Cloud Nine" albümünü çıkardı. James Ray'in "Got My Mind Set on You" yorumu Amerika'da bir numara, İngiltere'de iki numara oldu. Bu şarkı ile Beatles günlerini anlattığı diğer single'ı "When We Was Fab" MTV'de sıkça yer aldı ve yeni nesille tanıştırdı. Albüm Amerika'da 8, İngiltere'de 10 numaraya çıktı. 1989'da arkadaşı Tom Petty'nin "I Won't Back Down" klibinde oynadı. 1994-96 arasında Jeff Lynne ile birlikte 1997'de yine Ravi Shankar ile bir başka ortaklığı olan "Chants of India" konseri onun son televizyon performansı oldu. 1998'de Carl Perkins'in cenazesinde bir şarkı çaldı. Aynı yıl Ringo Starr'ın Vertical Man albümünde yer aldı. Harrison'nu son albümü "Brainwashed" 18 Kasım 2002'de Dhani Harrison v
e Jeff Lyne tarafından tamamlandı. Amerika'da iyi eleştirilen albüm listelerde 18. oldu. Albümün enstrümantal şarkısı "Marwa Blues" 2004 Grammy ödüllerinde En İyi Pop Enstrümental Performansı ödülünü kazandı. 1988'de Roy Orbison, Jeff Lynne, Bob Dylan ve Tom Petty ile birlikte The Traveling Wilburys grubunu kurdu. Harrison'ın bir single'ı için B yüzü için bir şarkı yapan grup, "Handle with Care" şarkısının B yüzü olmak için çok iyi olduğunu düşünerek yeni bir albüm kaydetmeye karar verdi. 2 haftada hazırlanan albüm "Traveling Wilburys Vol. 1" adıyla yayınlandı. Harrison bu albümde (diğer arkadaşları gibi) farklı bir isim kullandı (ilk albüm için Nelson Wilbury, ikinci albüm için Spike Wilbury) 1988'de Roy Orbison'un ölümüyle birlikte grup 4 kişiye indi. İkinci albümün adı George Harrison'ın dinleyicilerin kafasını karıştırmak için "Traveling Wilburys Vol. 3" oldu. 1978'de ortağı Denis O'Brien ile İngiliz film yapım ve dağıtım şirketi olan HandMade Films'i kurdu. Bu şirketi komedi grubu Monty Python filmi olan "Life of Brian" için para toplamak amacıyla başlattı. EMI filmi eleştirsel bulup yayınlanmasına izin vermedi. "The Long Good Friday" filminin haklarını alarak filmi orijinal haliyle yayınladılar. Şirketin ilk filmi 1981'de "Time Bandits" oldu. HandMade şirketi ile Harrison 23 filme prodüktörlük yaptı. Bu filmlerde küçük yan rollerde de yer aldı. İngiliz yetenekleri ve İngiliz kültürünü yansıtan bir film şirketi olarak dünyaca başarılı oldu. Harrison genel olarak filmlerin yapım aşamasına fikir olarak katılmayıp aktörlere özgürlük bıraktı. Daha sonra ortağıyla iş anlaşmazlıkları yaşayan Harrison haklarını 1994'de satıp, film endüstrisinden uzaklaştı. Beatles'ın 1965 Ağustos'undaki turnesinde The Byrds grubundan Harrison'ın arkadaşı David Crosby, Hint müzisyen ve sitar meastrosu Ravi Shankar ile Harrison'ı tanıştırdı. Enstrümandan çok etkilenen Harrison kendini Hint müziğine verdi. Londra'da bir dükkândan ilk sitar'ını aldı ve Rubber Soul albümünden "Norwegian Wood (This Bird Has Flown)" şarkısında çaldı. Bu şarkıyla beraber Batı dünyasında sitar etkisi başladı ve 1967'da Shankar, Monterey Pop Festival'ine çağırıldı. Harrison, sitar derslerine de başladı. Help! filminin çekimi sırasında, Bahamalar'da bir Hindu her Beatles üyesine reankarnasyon ile ilgili bir kitap dağıttı. Harrison'ın Hint kültürüne etkisi Hinduizm'e yöneldi. Karısıyla yaptığı Hindistan, Bombay gezisinde sitar derslerinin yanında guru'larla tanıştı ve kutsal yerlere gitti. 1968'da Maharishi Mahesh Yogi ile meditasyon çalışmak için grubu ile birlikte yine Hindistan'a gitti. Harrison'un Hinduism inancı ölümüne dek devam etti. Harrison 21 Ocak 1966'da Paul McCartney ve menajerleri Brian Epstein'ın şahitliğinde Pattie Boyd ile evlendi. 1974'te ayrıldıklarından sonra Boyd, Eric Clapton ile yaşamaya başladı ve kısa süre sonra evlendiler. 2 Eylül 1978'de ikinci evliliğini Dark Horse Plak Şirketi sekreteri Olivia Trinidad Arias ile evlendi. Çiftin tek çocuğu Dhani Harrison'dır. Harrison'ın en önemli arkadaşlarından biri 1960'ların sonlarında tanıştığı Eric Clapton oldu. 1969'da Cream'in "Badge" şarkısını beraber yazdılar. Harrison "Here Comes the Sun" şarkısını Clapton'ın bahçesinde bestelemişti. Clapton da Harrison bestesi "While My Guitar Gently Weeps"te gitar çaldı. Pattie Boyd'un Harrison'dan ayrılıp Clapton ile evlenmesinden sonra da yakın arkadaş kalmaya devam ettiler. Sanatçı bahçıvanlıkla da ilgileniyordu. İngiltere'de Friar Park'ın evini ve bahçesini düzenledi. Kendini müzisyenden daha çok bahçıvan olarak görmeye başladığını açıkladı ve otobiyografisini "tüm bahçıvanlara" ithaf etti. O otobiyografi "I Me Mine" bir Beatles üyesinin tek otobiyografisidir. Kitap, Beatles'a çok değinmeden genel olarak Harrison'ın bahçıvanlık ve Formula 1 hobilerine değinip, şarkı sözlerini barındırıyordu. McLaren F1 arabalarından satın alan 100 kişiden biri olan Harrison, spor arabaları ve motor yarışları ile ilgileniyordu. Çocukluğundan beri yarışçılar ve arabalarının fotoğraflarını biriktiriyordu. 12 yaşındayken ilk kez bir yarış izledi. "Faster" şarkısını Formula 1 yarışçıları Jackie Stewart ve Ronnie Peterson'a yazmıştı. 1999 sonunda evine giren biri tarafından bıçaklı saldırıya uğradı. 20 Aralık 1999 saat gece 3:30'da Michael Abram Harrison'un evine girdi ve bağırarak onu çağırdı. Harrison odadan çıkıp onu ararken karısı Olivia da polisi aradı. Abram, Harrison'a mutfak bıçağıyla saldırdı ve yedi yerinden bıçakladı, akciğeri ve kafasını yaraladı. Karısı Olivia Harrison saldırgana saldırarak onu durdurdu. 35 yaşındaki Abram, akli sağlığı yerinde olmadığı için bir hastanede gözetim altında bulundu. 2002'de cezası sona erdi. George Harrison ise bu asldırı sonrası, halk arasına çok ender çıktı. 1997'de boynunda çıkan bir şişlik sonrası doktora giden Harrison'un gırtlak kanseri olduğu ortaya çıktı. Harrison, bunun nedenini 1960'lardaki sigara tiryakiliğine bağladı. 2001'de akciğerinde büyüyen kanser yüzünden ameliyat oldu. O yılın haziranında beyin tümörü yüzünden İsviçre'de radyoterapi gördü. Kasım ayında New York'ta tedavisine devam etti. Bu sırada Dr. Gilbert Lederman Harrison'un bazı gizli sağlık bilgilerini halka açıklayıp, Harrison'a bir gitar imzalaması için zorlama yapınca kendisine dava açıldı. Tedavilere rağmen Harrison 29 Kasım 2001'de hayatını kaybetti. Ölümün nedeni akciğer kanseri olarak açıklandı. Hollywood'da yakılan Harrison'ın külleri ailesi tarafından yapılan gizli bir törende Hindu geleneği olarak Ganj Nehri'ne döküldü. 2002'de Eric Clapton tarafından düzenlenen Concert for George konserinden gelen para Harrison'un derneği "Material World Charitable Foundation"a bağışlandı. Harrison'ın ilk resmi ödülü 1965'te Kraliçe II. Elizabeth tarafından tüm Beatles üyelerine verilen İngiliz Şövalyelik Nişanı oldu. 1970'te yine The Beatles ile 1970 yılında En İyi Film Müziği ödülünü Let It Be ile kazandı. Aralık 1992'de Billboard Century Award ödülünü solo kariyeriyle kazandı. 1984'te keşfedilen 4149 gezegeni Harrison adını verildi. 2003'te Rolling Stone'un "Tüm Zamanların En İyi 100 Gitaristi" listesinde 21. oldu. 2004'te "Rock and Roll Hall of Fame"e solo kariyeri ile girdi. 2006'da ise "Madison Square Garden Walk of Fame"e Bangladeş konseriyle girdi. 1967'de Beatles ile 2001'de ölümünden sonra tek başına Time dergisine kapak oldu. 2007'de "The Mirage Hotel"e Harrison ve John Lennon portreleri kalıcı olarak yerleştirildi. Nisan 2009'da ünlü "Hollywood Walk of Fame" kaldırımında Harrison'a bir yıldız verildi. The Beatles'ın da yıldızının olduğu bu kaldırımda John Lennon'dan sonra solo yıldızı bulunan ikinci grup üyesi oldu. Törene Tom Petty, Jeff Lynne ve Paul McCartney katıldı. Seremoni sonrası EMI George Harrison'ın en iyi şarkılarını topladığı bir albüm çıkaracağını açıkladı. 5 Ekim 2011'de, Martin Scorsese "“George Harrison: Living in the Material World”" belgeselini yayınladı. Hinduizm Hinduizm (सनातन धर्म; aynı zamanda "Sanātana Dharma" - सनातन धर्म, ve "Vaidika-Dharma" - वैदिक धर्म diye de bilinir) çok kapsamlı ve geniş bir dindir. Özellikle Hindistan, Nepal ve Bangladeş'te yaygındır, günümüzde yaklaşık 900 milyon inananıyla Hıristiyanlık ve İslam'dan sonra en büyük üçüncü dindir. Kökeni, ismini de aldığı gibi, Hindistan’a dayanır. Bu dine mensup kişilere "Hindu" denir. Bu inançlı Hindular dinlerini bir yaşam tarzı olarak benimserler. Hinduizmin en eski ve kutsal kitapları (yazıları) "Kutsal Vedalar"dır. Hinduizm sonradan gelişen bir kavramdır. İlk zamanlarında Hindistan'ın farklı bölgelerinden, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist veya Jain olmayan kişilerin bir araya gelmesiyle oluşan bir grup olarak başladı; ancak zaman içinde hızla gelişti. 19. yüzyılın ilk yarısında İngilizce konuşulan ülkelerde bu kavram bir kimlik kazandı ve Hindutva’nın (Hindu köktenci hareketi) gelişimiyle bir ideoloji olarak anılmaya başlandı. Bunlardan farklı olarak Hint Anayasasında Hinduizm; Jainizm, Budizm ve Sihizm’i içeren bir tanım olarak belirtilir. Hinduizm mistik bir dindir. Bu dinde olan kişiyi iç varlığındaki Gerçeği kişisel olarak tecrübe etmeye, sonunda insan ile Tanrı'nın bir olduğu şuurun zirvesine ulaşmaya teşvik eder. Başlangıcı belli değildir ve kayıtlı tarihten öncesine kadar uzanır. (Hinduizm, MÖ 1500'lerde Veda'ların yazıya geçirilmesinden çok daha önce de mevcuttu MÖ 3000 yıllarında Pre-Harappa ve Harappa dönemlerinde İndus uygarlığının dini idi bu yıllardan kalma çeşitli Şiva kalıntıları bulunmuştur). Belli bir kurucusu yoktur. Herkes, yaşam ve ölümün sürekli birbirini takip ettiğine, yani reenkarnasyona inanır. Din öğretmenleri “Guru”lar, onların inançlarında büyük önem taşırlar. Teolojileri ve felsefeleri tamamen farklılık gösterse de Hindular birlikte dua eder ve birlikte kutlama yaparlar. “Çeşitlilik içinde birlik” Modern Hinduizm’de sıklıkla kullanılan bir kavramdır. Hinduizmde en önemli ilke dharmadır. Dharma, insanların sosyal ve dini konumlarının gereği davranış biçimlerinden dini uygulama tarzlarına kadar uzanan prensipler bütününe işaret eden bir kavramdır. En üstte bulunan Realite'ye tapar ve bütün insanların gerçeği fark edeceğini belirtir. Hinduizmin çoğu mezhebine ve inanışına göre ebedi bir cehennem ve lanetlenme diye bir şey yoktur. Yalnız, M.S. 1300 yıllarında Madhva'nın kurmuş olduğu Vaishnavism'in Dvaita inanışına göre ebedi lanetlenme olgusu vardır. Madhva ruhları 3'e bölmüştür: Hinduizm, tüm görünümleri biricik kaynağın açılımları kabul eden Monist perspektiften, ikililiğe düalizm, ortadoğu dinlerindeki gibi yüce bir Tanrı'ya dayalı deizmden, çok tanrıcılığa bütün ruhsal yolları kabul eder ve geçerli sayar. Her varlık kendi yolunu seçmekte özgürdür; bunu ister duayla, ister inzivayla, ister meditasyonla yapar, isterse fedakârca davranışlarla. Tapınaklarda tapınmaya, kutsal metinlere ve guru disiplini geleneğine önem verir. Dinsel bayramlar, haç, kutsal ilahiler ve evlerde tapınak uygulanan geleneklerdir. Hindu yolunu sevgi, şiddetten kaçınma, iyi davranışlar ve doğruluk yasası tanımlar. Bütü
n karmalar temizlenene, Tanrı fark edilene kadar her varlık yeniden bedenlenir. Muhteşem kutsal tapınakların, Hindu evindeki huzur dolu dindarlığın, metafizik ve yoga bilimin önemi büyüktür. Hinduizmde, ilk defa MÖ 800'lü yıllarda Brihadaranyaka Upanişad'ta detaylı bir şekilde açıklanan karma ve reenkarnasyon inançları bulunmaktadır. Kişinin hayatında yaptığı, düşündüğü, hissettiği bütün olgular ve mental nitelikler, kişinin gelecekteki hayatını ve bütün kişilik özelliklerini, kaderini biçimlendirir, başka bir deyişle Hinduizme göre kişi, farkında olarak veya olmayarak kendi kaderini yaratmaktadır, Tanrı bu kadere "kötü" bir etki bırakacak bir şekilde müdahele etmez yani kişinin hayatında başına gelen kötü olayların hiçbirinin arkasında "Tanrı" yoktur, ancak eğer kişi Tanrı'ya derin ve içten dua ederse Tanrı, kişinin karmasına iyi etki edebilir. Yüksek çakralarda bulunan akaşik hafıza, kişinin dünya hayatlarında, astral boyutlarda ve diğer var oluş biçimlerinde yaptıklarını, düşündüklerini, mental özelliklerini, ruh etkilemeleri biçiminde bir nevi "kayıt" etmektedir. Hinduizmin kabul ettiği inançlar genel olarak şunlardır: Hinduizme göre insanın yaşamlarında başlarına gelen kötülükler ve felaketlerin Tanrı ile ilgisi yoktur, Tanrı asla hiçbir şekilde kötülüğe ve felakete neden olmaz. Tanrı, fizik yasalarını ve doğa kanunlarını yaratması gibi, karma yasasını da var etmiştir, böylece kişi, kaderini kendisi yazmaktadır ancak "Sevgi" olan Tanrı, eğer derin bir şekilde istenirse insanların karmalarına iyi etkiye neden olacak bir biçimde müdahele edebilir. Hinduizmde Karma, 3 çeşittir: Prarabdha Karma, karmanın değiştirilemez kısmıdır, dolayısıyla bir "sonuç"tur ve yaşanmak, katlanılmak zorundadır, ok atan bir kişinin attığı oka benzer, ok yaydan çıkmıştır ve okçunun, artık elden çıkan ve "kaderini yaşayacak" olan ok üzerinde yapabileceği bir şey yoktur tek yapacağı "kriyamana Karma" yı yani mevcut durumunu karmasını en iyi şekilde yaratıp yeni okunu en iyi şekilde kullanmaktır. Kişi bütün karmaları temizleninceye ve ruh evrimini tamamlayıncaya kadar doğum ölüm döngüsünde(samsara) kalır, artık öğrenilecek, geliştirilecek bir şey kalmayınca Mokşa adı verilen kurtuluşa ulaşılır ve artık yeniden doğum, samsara son bulur. Hinduizm, günümüzde Hindistan, Nepal, Bangladeş, Sri Lanka, Bali ve hatta Mauritus, Güney Afrika, Fiji, Singapur, Malezya, Surinam, Trinidad ve Tobago’da ve ayrıca, özellikle İngiltere olmak üzere Avrupa'da yayılmaktadır. Bu yayılma, 19. ve 20. yüzyıllarda Hint tüccar ve işçilerin büyük bölümünün göç etmesiyle gerçekleşti. Sonraki yayılma ise, son on yıllık sürede Hint yabancı işçilerin Basra Körfezi’ne göç etmesiyle gerçekleşti. Max Müller tarafından ortaya atılan bir teoriye göre, MÖ 2000 yılında, İndus Vadisi Uygarlığının sona ermesinden sonra Kuzey Hindistan’dan gelen Aryan Kabilesi o dönemden sonraki kültürleri önemli ölçüde etkiledi. Bazı Hint tarihçilerine göre Aryan’lar yerleşik kabile olsalardı günümüze kadar egemenliklerini sürdürürlerdi. Bulunan en eski Hint yazıları Rigveda, Sama, Yajurveda ve bazı astronomik metinleri de içeren Atharvaveda’dır. Bu en eski Hint yazılarının hangi tarihte yazıldığına ilişkin kesin bilgiler yoktur. Bu yazılar, hayvan ve bitkilerin kurban edildiği eski dini yaşam biçimi, abdest şekilleri, ilahiler ve tanrılar hakkında belirli bilgiler verir. O zamanlarda henüz ana tanrılardan sayılmayan Vişnu, Brahma ve Saraswati Tanrılarına günümüz Hinduizm’inde tapılmaktadır. Eski Vedik dininde tapınak ya da tanrının resmedilmesi geleneği yoktu. Tanrılara, kurbanların yakılmasıyla tapılırdı. Kutsal soma suyu, Ghi (tereyağı), süt, ekmek ve bazen de hayvan eti kurban edilirdi. Hinduizm; eski Hint dinlerinin ve muhtemelen kuzeyden göç eden Aryan’ların dininin farklı sistemlerinin bir araya gelmesidir. Tarihi karanlıkta kalmış, Hindistan’a ilk yerleşen insanların büyük bir kısmı, zaman içinde güneye doğru yerleşmiştir. Lingam kültü, kutsal hayvanlar ve tanrıçalara tapma gibi unsurlar bu kültüre aittir. Tarihi kesin olmamakla birlikte MÖ yaklaşık 1200 yıllarında Rigveda‘da Aryan’ların aksine Tanrıların kendilerine özgü doğa güçlerinin olduğu belirtilmiş ve yazılarda altın, savaş ve tanrının özüne dair konulardan bahsedilmiştir. „Hakikat olana, bilgeler birçok isim takar, ona Agni, Yama Matarishvan derler” (Rigveda 1.164.46) MÖ 800'lü yıllarda Brahman kast sistemi, Hinduizm’in bir sonraki gelişim aşamasını önemli ölçüde etkilemiştir. MÖ 700–500 arasında olduğu düşünülen bu yeni düzen Upanişad dönemiyle başlamıştır. Kast sistemi, Brahman’lar ve Aranyakas’larda da söz konusu olmuş ve Upanişad felsefesiyle tamamen hayata geçmiştir. Bu 3 sınıf da (Brahman-Aranyakas ve Upanişad) Hint geleneklerini devam ettirmişlerdir; fakat buna rağmen bu sınıflar arasında geçişken sınırlar vardır. Brahman’lar; karmaşık kurban teolojisi geliştirirken, Aranyakas’lar; yerleşim yerlerinin uzağındaki gizli öğretileri inceleyen Orman Kitabı’nı ele almışlardır. Upanişadlar ise mistik (gizemli) olayları incelemiştir. Reenkarnasyon, Yoga ve Karma konularıyla ilgili yüzyıldan uzun süren 250 yazıyı bir araya getirip özellikle 13 Vedikli Upanişadlar sonraki Hinduizm’in temelini oluşturmuşlardır. Upanişad döneminin sona ermesi bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Hindoloji’de Brahmanizm, sonraki zamanlarda Hinduizm olarak adlandırılmıştır. Muhtemelen M.Ö. 500 yılından itibaren Hinduizm geleneği bugünkü asıl şeklini almıştır. Hinduizm geleneğinin dili, Hint-Avrupa dil ailesinden Sanskritçedir. Ana Tanrıları Brahma, Vişnu ve Şiva’dır. Onların adına tapınaklar, heykeller yapmış, törenler, ayinler düzenlemişlerdir. MÖ 200- M.S 400 yıllarındaki destanlarda, Hindu inancına göre Vişnu tanrısının, Krişna ve Rama olarak insan bedenine girdiği yazılmaktadır. Marayana ve Mahabharata o döneme ait, hala yaygın olarak okunan şiirlerdir. Mahabharata’nın en önemli kısmı didaktik şiir olan Bhagavadgita’dır. Bu dönemde ayrıca çeşitli dinlerin şekilleri oluşmuş, Şaktizm, Shaivism ve Vaishnavism gibi tek tanrılara tapılmıştır. Brahman öğretisi ise Dharma Sutra ve Dharma Shastra içinde derlenmiştir. 400 ve 1000'li yılları takiben birçok tarihçi ve Puranalar mitolojik ve öğretici yazıları sınıflandırmışlardır. Bu dönem ayrıca Tantrik geleneklerinin başladığı zamandır. İlk Hindu kuralları 8. yüzyılda filozof Shankara tarafından düzenlenmiştir. 711 yılından itibaren Sindh’in Müslüman orduları tarafından fethedilmesiyle Hindistan’da İslam varlığının etkisi görülmüştür. Gazneliler Hanedanlığından önce duraklama dönemi yaşayan bu ülke, 11. yüzyılın sonunda Gazneliler tarafından Panjab’a kadar genişletilmiş, Muhammed Ghuri ve eski Delhi sultanlarının da etkisiyle Kuzey Hindistan’ın büyük bir bölümü ele geçirilmiştir. Bu bağlamda Hindistan’ın işgal edildiğini söylemek çok doğru değildir; çünkü Müslümanlarla olan bu ilişkinin temelinde, 19. yüzyıl İngiliz sömürgeciliğine karşı olmaları ve sömürgecilik zamanından önce de bu ülkenin çıkarlarını korumaları yatmaktadır. Aslında Hindistan ve Ganj bölgeleriyle, Budizm’in eski merkezlerinden Afganistan ile Orta Asya arasında yüzyıllardır kurulmuş bir ilişki vardır. Fakat buna rağmen, Müslüman ve Hinduların o zamanki ön yargıyla yazılmış, (tek taraflı) tarih kitaplarına baktığımızda, farklı hükümdarların kendi menfaatlerinin peşinde olduğu, Müslüman ve Hindular arasında derin ve amansız bir düşmanlığın olduğu belgelenmiştir. Son olarak Kuzey Hindistan’daki mevcut siyasi çekişmelere rağmen, önemli olan oradaki yerel kültürlerin birçok alanda zenginleşmesidir. Örneğin; mimari, edebiyat ve görsel sanatlar, siyaset bilimi ve yönetimi, aynı zamanda dini alanlardaki etkileşimler bu kültürel zenginliğin örnekleridir. Ayrıca, Panjab’da, kuzey ve batı Hindistan’da Sufizm etkisi sadece Müslümanlarda değil, diğerlerinin de yerel dini kimliklerinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Farklı dinsel uygulamaların ortaya çıkması, özellikle Aziz Sufilerin mezarları bu etkileşime örnektir. 1911'li yıllarda İngiliz sömürgeciliğiyle yönetilen Gujarat bölgesindeki, nüfusu yaklaşık 20.000’i bulan Müslüman Hindular sayesinde bölgede yaşayan halkın dini yaşam şekilleri, kültürleri bütünleşmiştir. 16. ve 17. yüzyılları arasında Moğollar, farklı hükümdarların ve soylu Müslümanların, Ortodokslara verdiği tavsiyelere ve Hint tapınaklarına yapılan yıkımlara rağmen, Kuzey Hindistan’ı İslam etkisine almıştır. Günümüzde de hala var olan çok sayıda Hindu İdaresi yetkilileri ve Moğol saraylarından ordu komutanları bir araya getirilmiş, özellikle Gujarat bölgesindeki deniz aşırı ticaretle uğraşan insanlar üzerinde yoğun bir hâkimiyet kurulmuştur. Bu kıtada Müslümanların hüküm sürdüğü bu dönemde Hindistan’da yaşayan Müslüman ve Hindular arasında geniş ölçüde barışçıl bir ortak yaşam alanı sağlanmıştır. Ayrıca; Sihizm 16.yüzyılın başlarında Panjab’da doğmuştur. Moğol İmparatorluğu’nun duraklaması, Hinduizm’i, Hıristiyanlığı ve batı düşünce felsefesini karşı karşıya getiren East India Company (İngiliz sömürgeciliğini Hindistan’da uygulayan ve Hindistan’ın “geleneksel yapısı”nı çökerten şirkettir), yani “Doğu Hindistan Şirketi”nin Hindistan’da etkinlik bakımından genişlemesiyle başlamıştır. 19. yüzyılda Hindistan ve Avrupa’nın karşı karşıya gelmesiyle, Hindistan’da çeşitli dini ve sosyal reform hareketleri ortaya çıkmıştır. Hinduizm’deki Kast sistemi ve dulların yakılarak öldürülmesi geleneği sorgulanmaya başlanmıştır. Bu gelişmeyle birlikte Hindular daha önce hiç üzerinde düşünmedikleri birlik, bütünlük kavramlarını hayatlarına sokmuşlardır. Neo Hinduizm başlangıcından beri bağımsızlık mücadelesi içindedir. Hindistan’daki Hıristiyan misyonerler, Hıristiyanların kendi dinleriyle ihtilafa düşmelerine neden olmuşlardır. Avrupalı Hindologların Sanskritçeden İngilizceye çevirilerinin basılması, geleneksel kayıtların Hindistan’da çok daha geniş bir kitleye ulaşıp, daha anlaşılır olmasını sağlamıştır. Çeşitli kuruluşların temeli bu dönemde atılmıştır. 1828 yılında Ram Mohan Roy tarafından Kalkutta’da kurulan “B
rahmo Samaj” tek tanrılı bir yaklaşım geliştirmiş, şekille gösterilemez, mutlak ve tek bir Tanrı olduğunu belirtmiştir. 1875 yılında Dayananda tarafından Mumbai’de kurulan Arya Saman, Hinduizm’i sonraki olumsuz etkilerden, örneğin Purana’lardaki bozulmalardan, kurtarmayı istemiş, çok Tanrılılığı ve Kast sistemini reddetmiş ve vahiy kaynağı olarak sadece Veda’yı kabul etmiştir. Her iki kuruluş da resimlere tapınmaktan kaçınmış, sosyal reformlar için çaba sarf etmiştir. Hıristiyan misyonerliğini takiben Swami Vivekananda 1897 yılında Ramakrishna-Misyonu’nu kurdu. Bu misyon ile, Vedanta öğretisinin bir din olarak sayılması ve tüm dünyaya yayılmasını amaçlamıştır. Ramakrishna Misyonu’na göre dünyadaki tüm dinler aynı gerçeği müjdeler. Dinlerdeki çeşitlilik, dinlerin farklılığı sadece görünüştedir (Maya). Vivekananda’nın 1983 yılında, Chicago’da “Dünya Dinler Parlamentosu”nda yaptığı konuşmada Hinduizm’i ilk defa evrensel bir din olarak belirtmiş ve Hinduizm ilk defa Hindistan dışında bir yerde din olarak takdim edilme şansı bulmuştur. Mamatha Gandi önderliğindeki barışçıl direnişle Hindistan’daki bağımsızlık hareketleri Hint geleneklerine önemli katkılar sağlamıştır Hinduizm dini Budizm'den farklı bir vahiy dinidir dolayısıyla çeşitli kutsal metinlerin doğaüstü varlıklarla veya Tanrı ile ilgisi olduğuna, Tanrı'dan kaynaklandığına inanılır. Hinduizm dininde "peygamberlik" (Rişi) kavramı vardır, ancak bu kavram, ortadoğu dinlerinde algılanan "peygamberlik"ten oldukça farklıdır, ortadoğu dinlerinde peygamber, Tanrı tarafından özel olarak seçilmektedir. Hinduizm'de ise peygamberlik, "kazanılan" bir olgudur, pek çok doğum-ölüm döngüsünden geçen, oldukça "yaşlı" ve deneyimli, çok daha üst seviye olan az sayıda ruh, Tanrı ve Deva'lar ile çeşitli şekillerde iletişime geçebilir, vahyi, gizli bilgileri, Tanrısal hakikatleri alır. Hindu kutsal metinleri öncelikle Şruti ve Smriti olarak iki kategoriye ayrılır. Şruti Sanskritçede "işitilen şey" anlamına gelmektedir. Şruti'nin belli bir yazarı bulunmamakta, kutsal kişilere (Rişiler) iletilen ilahi kayıtlar olduğuna inanılmaktadır. Vedalar, Upanişadlar ve Mahabarata destanının bir bölümü olan Bhagavad Gita Şruti kategorisi içerisindedir. Saivism mezhebinde, Şiva Agamaları da Şruti kategorisinde değerlendirilir, Şivacılara göre Agamalar, aynı Vedalar gibi, doğrudan Tanrı'dan kaynaklanmaktadır, vahiydir ve en az Vedalar kadar eskidir, binlerce yıl boyunca sözlü gelenek ile nesilden nesile aktarılmıştır. Diğer 3 mezhepte Agamalar Smriti olarak kabul edilir. Smriti ise Sanskritçede "hatırlanan/korunmaya değer şey" anlamına gelmektedir. Dindeki otoriteleri Şruti'den sonra gelir. Smriti'nin alt kategorileri şunlardır: On sekiz Ana Smriti'nin İsimleri: Samhitas ve ayrıca Brahman‘lar, Aranyakas‘lar, Upanişad’lara ait diğer üç (yorum) bölümlerinden oluşan, “Dört Veda“ Hinduizmin en kutsal yazılarını oluşturur. Bunlar, (sözcük kökü her şeyin sahibi olan Tanrı) “Rishis”,”sahip olan” anlamına gelen Shruti olarak adlandırılırlar. İnsanların düşünceleriyle yazdıkları varsayılan diğer tüm yazılara Smritri denir. Ramayana, Mahanharata, Bhagavad Gita ve Purana’lar bu Smritri’lerden bazılarıdır. Veda’ların, önceleri gizemli ve anlaşılması zor yazılar olduğu düşünülmüştür. Smitri’ler ise daha kolay anlaşılır, daha tanınmış ve Hindular tarafından daha çok okunmuştur. Hint dinlerindeki gelişmeler sonucu Hinduizm adını alan din, Brahmanların hakimiyet sağladıkları dönemde ise Brahmanizm terimi ile ifade edilmiştir. Günümüzde Hinduizm ve Brahmanizm terimlerinin birbiri yerine kullanıldığı bilinmektedir. Yaygın bir anlayışa göre Hinduizm ve Brahmanizm terimleriyle, en eski Vedalar döneminden günümüze ulaşmış bulunan Hintlerin inanç, düşünüş, his ve hayat tarzları kastedilmektedir. Hint yarımadasındaki halkın çoğunun dini inanç ve geleneklerini ifade ettiği için Hinduizm terimini kullanmaktadır. Hindular ise dinlerini "Sanatana Dharma" yani ezeli ve ebedi din veya baki din diye adlandırırlar. Bu dine mensup kişilere de "sanatani" yani baki denir. Tarihi kayıtlardan elde edilen bilgilere göre takriben M.Ö. 1500 yılları civarında Doğu Avrupa'dan gelen Aryanlar, Hindistan'ı ele geçirirler. İki farklı halkın birbiriyle karışması sonucu dini inanç ve geleneklerde birbirine karışmıştır. Kökü yüzyıllar öncesine kadar uzanan bu karışım sonucu bugünkü Hinduizm ortaya çıkmıştır.Aryan istilası görüşüne katılmayan pek çok batılı araştırmacı ve bilim adamı da bulunmaktadır.Bu iki ırkın karışımından meydana gelen bu gelişme beş devreye ayrılır. Hinduizm, yaklaşık dünya nüfusunun %12'sini oluşturur. Hinduizmin tespit edilebilmiş belli bir kurucusu bilinmediği gibi kendine özgü bir inanç sistemi ve kitabı da yoktur. Hinduizmin temelinde Brahma (Mutlak Varlık) inancı yatmaktadır. Bu husustaki geniş bilgiyi Hinduizmin Kutsal Metinleri olan Veda'larla Brahmana'larda bulmak mümkündür. Hinduizm sınırsız bir vatan sevgisi ve bağlılık duygusu kavramları üzerine kurulmuş toplumsal ve siyasi olguların bir özel görüntüsüdür. Hinduizmin bir ilk lideri temel tebliği bildiren bir ilk kurucusu olmadığı için bir anlamda kurucularının kalabalık olduğunu söyleyebiliriz. Hinduizm, batıda bazı çevreler tarafından anlaşıldığı aksine "yöresel, etnik" bir din olmayıp, bütün canlıların ve evrenin dini olduğunu iddia eden evrensel bir dindir. Hinduizm’de ortak bir kurucu yoktur. Her mezhebin bağlayıcı olan kutsal bir kitabı vardır. Örneğin; Vishnuite’lerin, Bhagavatapurana; Shaktian’ların Devi Mahatmya’sı tanrılara ibadet etmek için kullandıkları temel eserlerdir. Buna rağmen Upanişad’lar ve Mahabharata’nın bir parçası olan Bhagavad Gita’lar ile Veda’lar bütün Hindular için asıl kutsal kitaplardır. İlk görünüşe göre Hinduizm çok Tanrılı bir din değildir. Batıdaki Din bilimciler ve Hindologlar, Hinduizm’i “Henoteizm” olarak betimler. Henoteizm bir tanrıya inanmakla birlikte diğer tanrıların da var olduğunu kabul etmektir. Yani; tek bir tanrı vardır (monoteizm). Ancak tek bir tanrı, diğer bütün tanrıların başında yer almaktadır (politeizm). Hindu Öğretileri, evreni bir düzen bütünü olarak ele alır; evren, gerçek ve ahlaki kuralları içeren dünya yasası olan Dharma tarafından yönetilir. Hinduların asıl ibadet yerleri kendi evlerinin yanındaki tapınaklarıdır. En büyük tapınakları ve hac merkezlerinden biri Güney Hindistan’da bulunan Tirumala Tirupati’dir. Kuzey Hindistan’daki Ganj üzerindeki kutsal Varanasi şehri, her zaman Hindu hacılarının akınına uğramaktadır. Karma ve Samsara, MÖ 6. yüzyıldan beri bulunan yazılarda geçen ve Hinduizm’in temelini oluşturan kavramlardır. Bunlar, sonsuz Yeniden Doğuş Döngüsü (Reenkarnasyon) ve Samsara kavramlarının üstesinden gelme anlamı taşır. Upanişad’lar zamanında, bireylerin ruhunun, yani varlığın özünün, Atman’ın, evrensel ruh Brahman’la özdeşleşmesi, maneviyat bilicinin gelişmesiyle başarılmıştır. Her insan, hem evrensel hem de sosyal yasa olan; erdem, ahlak, dürüstlük, bilgelik öğretisi Dharma’yı uygulamak zorundadır; çünkü bu yükümlülükler, iyi ya da kötü eylemlerin sonucu olan Karma’yı etkiler. Hinduizm’de ayrıca genel geçer kural olan sadharanadharma vardır. Sadharanadharma, şiddetten uzak kalma “Ahimsa”, doğruluk-dürüstlük “Satya”, sabır “Ksanti”, kendine hâkim olma “Dama”, iyilikseverlik “Danam”, misafirperverlik “Ahithi” gibi görevlerin her birey tarafından uygulanmasıdır. Bu erdemler, bu özellikler tüm insanlar için aynı ölçüde geçerlidir ve bundan başka ortak bir yasa yoktur. Svahdharma ise farklı toplumsal tabakaların içindeki belli grupları bağlayıcı görevlerin var olduğunu belirtir. Buna göre, Kshatriya kastına mensup bir savaşçının savaş nedeniyle birini öldürmesi gerekebilir. Bu savaşçının bir düşmanı öldürmesi, onun Dharma yasası görevi olduğundan, Karma’sını kötü eylem olarak etkilemeyebilir. Ancak; birinin bencilce, kendi egoları için başka birini öldürmesi çok kötü Karma sonuçları doğurabilir. Karma ve Dharma inancı çok güçlü bir ahlaki ve manevi ilişkiyi birleştirir. Görünen tüm haksız acıları ve sosyal eşitsizlik konularının gizemini, Karma öğretisi açıklar. İnsanların eylemleri ve bu eylemlerin kişileri nasıl etkilediği bağlamında, Mahabharata’da birçok ifade vardır. Bu konuda en yaygın kanı, amellerin (yapıp-edilen her şeyin) sonucunun kendi kendine ortaya çıktığıdır. Ayrıca, bu konuyla ilgili farklı ifadeler de vardır: Dünyevi duygulara bağlı kalmanın iki sebebi, cehalet (avidya) ve arzulara (lobha) yenik düşmektir. Bu sebepler, duyu organlarında huzursuzluğa ve kişinin kararlarında karışıklığına yol açar. Bu durum idrak etmeye, kavramaya engel olur. Ameller, düşünme organlarına (manas) bağlantılıdır. Kavrama yetisi ve vücudun doğası bozulur. Yapılan eylemlerin sonuçları konusunda birçok yorum vardır. Ruh ölümden sonra bedenden ayrılır ve Karma’ları ölçüsünde yeniden doğar. Ve bu yeni bedende Karma’larının karşılığını bulur. İyi Karma’sı olan geçici mutlulukla sınırlandırılmış “Cennet’i” elde eder, buna karşı kötü Karma’sı olan “Cehennem”de kalır, fakat hep aynı durumda değil; Karma’larına göre, bazen de bir hayvana dönüşerek yeniden doğarlar. Tüm iyi ameller, dini kazançlar sağlar ve böylece Karma’lar azalır. İnananlar, dini ayinlerle, oruç tutma, kutsal gördükleri şehir Benares‘e hacca gitme, Brahman’lara hediye verme, herkese karşı yardımsever olma ve tapınak inşa etmeyle dini kazanç elde etmeyi umarlar. İnsan özgürdür ve kendi Karma’sından kendisi sorumludur. Karma; neden-sonuç yasası anlamına gelse de, bazı Bhakti (koşulsuz affeden, merhametli Tanrı) inananları, Tanrı Bhakti’nin onların Karma’larını yok edeceğine ve insanları kurtaracağına güvenirler. Fakat asıl önemli olan; kötü eylem yapıldığında bile, temiz niyetli olmak ve bencil, çıkarcı olmamaktır. Bu ifadeler, düzenli çalışmanın temelini oluşturur. İnsanlar iyi sonuçlar almak ve kazanmak için bir şeyler yaparlar. Bu durumun tersi ise “hiçbir şey yapmayanlar” (nivritti) eğilimi düşüncesidir. Bu dünyadan elini ayağını çeken insanların yoludur. Onlara göre acı dolu yaşamın sebebi, yaşama arzusu içi
nde olmaktır; yeniden doğuş ise sadece, insanın eski varlığının yeniden canlanış biçimidir. İnsan çalışarak dünyaya bağlanır, çalışmadan ve bilgelikle de kazanabilirler. İnsanın tüm bu dünyevi kazançlardan vazgeçmesi, insana sakinlik, sükunet hissi verir. Her iki düşünce de, dünya için çalışanlar “pravritti” ve çalışmayanlar “nivritti” Mahabbarata destanında Bhagavadgita içinde yer alır. Ayrıca Gita’da yer alan Krişna’nın da Yoga’yı tercih ettiği yazılır. Göklerin Tanrısı Indra ve Kraliçe Kunti’nin oğlu Arjuna’nın bu konudaki sorusuna Krişna şu şekilde cevap verir: "İcap eden hangi eserse onu tamamla, zira eylemek, bir şey yapmamaktan iyidir; bedenin işlemleri dahi bir eylemde toplamalısın. Feragatten doğmayan her bir eylem, yeryüzü varlığına bağlanmak demektir; bu nedenle, bir eser oluştur, ama ona bağlanma!" (bkz. Budizm) Vişnuizm ve Şivaizm, Hinduizm’in en önemli mezhepleridir. Vişnu inancına göre, yüce Tanrı Vişnu dünyada çok farklı bedenlerde kendini göstermiştir. Vişnu, evrensel düzenin (Dharma) bozulup, onun kurtarışına ihtiyaç duyulduğu zaman dünyada bedenlenmiştir (Avatar). Bilinen diğer 10 enkarnasyon (bedenleniş, bedenlenme) Rama ve Krişna altında gerçekleşir. Enkarnasyon öğretisine göre, en yüce Tanrı Vişnu, diğer tüm Tanrıların ve dünyadaki tüm nesnelerin yaratıcısıdır. Bazı Vişnuizm okulları, tek Tanrı görüşünün aksine, Monistik düşünceyi savunur. Vişnuizm’de, en çok, kişiselleştirilmiş Tanrı (Bhakti) önemlidir. Şivaizm’de Şiva’nın en yüce olduğu, diğer Tanrı’lar üzerinde büyük bir gücü olduğu ve onları yarattığı varsayılır. Şiva’nın, kendilerini yeniden yaratmak için Himalayalar’da meditasyon yapan ve dünyadan periyodik zamanlarda yok olan Askete’lerin Tanrısı olduğu kabul edilir. Şiva’ya, Nataraja görüntüsü hariç, genelde antromorfem biçiminde değil, Lingam sembolüyle tapılır. Şivaizm’e inananlar Şiva Siddhanta gibi Dualist, Sinne Şankara gibi Monist ya da Şivaizm’deki Kaschmir’ler gibi Tantrik de olabilirler. Şivaizm’deki bazı mezheplerde Yoga büyük önem taşır. Şivaizm ve Vişnuizm gibi Şaktizm’in yapısı da önemli bir rol oynar. Tanrılar, insanlar ve hayvanlar, Hindu inancına göre dünyanın Yuga zamanından beri birbirini takip eden bir döngü içinde (Samsara) yaşarlar. Ayrıca insanların yaptıkları iyi veya kötü şeyler de birikir. Bu Hindu inançlarında “yapılan her şeyin neden ve sonucundan insan kendi sorumludur” yasasına göre “Karma”, insanların eylemleri doğrultusunda onların Yeniden Doğuş’unu, Reenkarnasyonu etkiler ve Tanrı’nın bir parçası olan “Atman”la, insanın kurtuluşu başlar. Fakat Ruh herkeste farklıdır ve Tanrının bedenlenişi, evrenseldir, evrensel bilinç ise aynıdır. Ruhun gelişimiyle kişisel kurtuluş, ancak üç yöntemin uygulanıp gerçekleşmesiyle oluşur. Bunlar; Bhakti Yoga, ibadet edilen Tanrı’nın sevilmesi; Karma-Yoga, eylemlerin yolu ve ayrıca Jnana Yoga, bilinçlenme yolu. Bazen dördüncü yol olarak Raja Yoga, kralın yolu da çoğu zaman bu yöntemlerden biri olarak anılır. Budizm’deki vejetaryenliğe ve hayvanların şiddet uygulanarak öldürülüp avlanmalarına tepki olarak Ahimsa (şiddete karşı olma) mantığıyla, Hindular et ile beslenmeyi kesin olarak yasaklamıştır. Tabii ki bu durum Vedik zamanında farklıydı; çünkü o zamanki yaşam koşulları farklıydı. Bazı Hindu yazılarında sığır etinin, kurban eti olduğu zaman yenilebileceği yazar. Hindular vejetaryenliği ahlaklı bir yaşam biçimi olarak görürler; onlara göre et bir katliam ürünü ve pistir. Brahman‘ların beklentisine uygun olarak, halkın her kesiminde vejetaryenlik vardır. Hinduların hemen hemen tümü sığır etini yemeyi reddeder. 2004 nüfus sayımına göre, Hint halkının %25’i vejetaryendir. Bu durum eyaletlerde değişiklik gösterebilir, örneğin Gujarat halkının %69’u vejetaryen iken Tamil Nadu halkının sadece %21’i vejetaryendir. Hint mitolojisinde, inek, çok farklı şekillerde konu edilmiştir. Tanrının bedenlendiğine inanılan Krişna bir taraftan Govinda, yani “inek çobanı”, diğer taraftan Gopala, kısacası “ineklerin koruyucusu” olarak betimlenir. Onun eşi Radha ise Gopi, yani “çoban kız” ve ayrıca Tanrı Şiva’nın binek hayvanı boğa Nandi’dir. Eski Hint kültürü de bizlere dört bin yıldan uzun bir süredir, ineklerin özel değerleri olduğunu göstermektedir. Buna rağmen Neolitik zamanlarda öküzler kurban edilip yenilmekteydi. Bu durumun ne zaman ve nasıl değiştiği hala netlik kazanmamıştır. Kültür antropoloğu Marvin Harris, bu değişimi ve değişen ekonomik koşulların nedenlerini araştırmış ve devlet gelirleriyle nüfus yoğunluğunun yeterince öküz almaya yeterli olmadığını ve et ile beslenmek için gerekli besin kaynaklarının ulaşım hayvanı olarak kullanıldığını ortaya koymuştur. Bu koşullar, ineklerin kurban hayvanı olarak öldürülmemeleri konusunda kesin bir tabu oluşturmuştur ve inek eti günümüzde de hala yenmemektedir. İlginç olan ise, Brahman’ların eski zamanlarda ayinlerinde sığırları kesip kurban etmeleri ve sonradan sığırların korunması için en katı kuralları yine onların koymalarıdır. Sınıf farklılıkları gözetme, ayrımcılık sebebiyle anayasada yasak olmasına rağmen, Hindistan’da yaşayan Hindular arasında belli sosyal tabakalara ayrılma (Kast Sistemi), toplumda hala görülmektedir. Kast sisteminin temel ilkesi; doğumdan itibaren tüm insanlar arasında görevlerin, hakların, sorumlulukların ve gücün kesin çizgilerle ayrılmış olmasıdır, yani sosyal sınıflar arasında bir uçurum yaratmaktadır. Ayrı bir sınıf olan Varna’lar için, yaşamlarının her alanında uyguladıkları çok farklı dini kurallar ve ibadet kuralları vardır. Tüm kastların, kendi özel yaşamlarında, yapmakla yükümlü oldukları sorumlulukları, yerine getirmeleri mutlak (zorunlu) yükümlülükleri (Dharma) vardır. Bu sorumlulukların ihmal edilip, uygulanmaması ahlaka uygunsuz ve kötü olarak (Adharma) görülür. Kişilerden beklenen; ait olduğu kastın gerektirdiği görevleri yerine getirmesi, hayatından memnun olması ve kast içindeki herkesle iyi geçinmesidir. Toplum 4 sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıfların nitelikleri ve görevleri şunlardır: Bu dört ana kast dışındakiler ise Dalit (“Dokunulmazlar”) olarak adlandırılır ve tuvalet temizliği, sokak temizliği gibi işlerden de sorumludurlar. Dalit’lerin durumunu daha da düzeltmek için, yönetim, kamusal alanda birçok sektörde iş alanı yaratmış ve onların haklarını koruma altına almıştır. (Lonely Planet, 11th Edition, S. 58) Kastlar, “jati” denilen, binlerce aile grupları veya sosyal topluluklardan oluşur. Bir birey olarak bir kasta bağlı şekilde doğarlar ama bazen de mesleki faaliyetlerine, yeteneklerine göre sınıflandırılırlar. Çeşitli Hindu gelenekleri ve felsefeleri Tanrıları farklı şekillerde resmeder. Başlıca mezhepler Shivaismus (“Şaivizm“), Vishnuismus (“Vişnaizm”) ve Shaktismus’da (“Şaktizm”) tapılan Tanrılar, kadın biçimindedir. Brahma, Şiva ve Vişnu’lar Trimurti üçlüsü olarak tanımlanır. Şiva ve Vişnu’nun çok farklı biçimleri ve sayısız isimleri vardır ve bunlara ibadet etmek çok yaygındır. Brahma ise şu anda sadece mitolojide geçer, ona ibadet edilmez, onun yerini alan Şakti ve Tanrıça Saraswati’ye ibadet edilir. Bunların dışında, Şiva ve Parvati’nin oğulları sayılan fil başı görünümlü Ganesha ve ayrıca Vişnu tanrısının yeryüzündeki bedenleşmiş hali, “Avatar” olarak Ramas’ın kölesi olan Hanuman gibi çok farklı sayıda görüntüleri vardır. Aynı zamanda “Büyük Tanrıça” olarak anılan, bağımsız olan Mahadevi ve Durga gibi ya da erkek tanrı olarak anılan Saraswati ve Lakshmi gibi, tanrıların kadın eşleri, tarafları olarak anılan çok sayıda Tanrıça vardır. İnananların çoğu herhangi bir tanrıya ibadet etmekle tüm tanrılara ibadet edildiğini, çünkü tüm görüntülerin tek olduğunu varsayarlar. Krişna’nın inanları gibi en yüksek onurlu tek tanrıya ibadet edenler ise, diğer Tanrıları onun yardımcısı olan Deva olarak kabul ederler. Hinduizm’de Tanrılara resimlerle ve heykellerle ibadet etmek çok yaygındır; fakat buna rağmen Hindu’ların çoğu bu biçimlere tapıldığını reddeder. Hindolog Axel Michaels, Hindu dinlerini üçe ayırmıştır. “Brahman Sanskrit Hinduizm”, “Hindu Halk veya Kabile Dinleri” ve “Tarikat-Cemaatlerin Dinleri” olarak ayrılan bu türlerin her biri genel kabul görmemektedir. Bir kısmı çok Tanrılı, bir kısmı tek Tanrılı olan, yoğun ibadet merasimleri yapan Brahman Rahiplerinin dinidir. Veda’lar, otorite olarak kabul edilmektedir. Bu din, Hinduizm ile ilgili yapılan tüm araştırmalarda ön plandadır ve halk arasında en çok saygı gören dindir. Yerel ve genel sınıflandırmayı aşan bayramları ve çeşitleri ibadet türleri olan, ayrıca sözlü gelenekleri, halk diliyle yazılmış eserleri bulunan, çok Tanrılı ve kısmen Animistik (tüm varlıkların, doğal nesnelerin canlı bir ruhu olduğuna inanılan düşünce) dinlerdir. Bu dinlerin kendi rahipleri ve taptıkları yerel Tanrıları, insanları etkisi altına aldığına inandıkları ve tanrılaştırdıkları ruhları ve kahramanları vardır. İbadet türleri Brahman Sanskrit Hinduizm’inden karışıktır. Bazı Hindu akımları en yüce Tanrı anlamına gelen Işvara’ya inanırlar. Bazıları da onu Deva olarak adlandırır. Onlar ayrıca bu kavramı Işvara ve insan arasında bulunan Tanrı, yarı Tanrı, Melek, göksel varlıklar veya Ruh olarak da kullanırlar. En üstün evrensel ruh anlamına gelen Brahman Hinduizm’deki en önemli kavramlardan biridir. Brahman, tasvir edilemeyen, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, bedensiz, cisimsiz, her yerde olan, ilk, sonsuz ve asıl olan, mutlak tükenmez güçtür. Başlangıcı ve sonu olmayan, tüm evrende var olduğu bilinen tüm kaynakları ve maddeleri; akla mantığa sığmayan ya da mantıklı olan her şeyi, sebepleriyle kapsayan güçtür. Upanişad’lar onu; evrenin bölünemez sonsuz özü, her şeyin içinde ve herkeste var olan güç olarak tanımlarlar. Bu insani tasviri olmayan Tanrı, Bhagavad Gita örneğinde olduğu gibi kişisel bir tanrı şeklinde tasvir edilerek tamamlanır ve görüntüyle kişiselleştirilerek bu Tanrı’yı temsil eder. Burada kişiselleştirilen tanrı Işvara ya da yüce Pruşa, görünen dünyanın üstündeki hareketsiz duran Brahman’ı betimler. Advaita Vedanta’ya göre insanın varoluş özü Brahman’la aynıdır. Bu öze
ise Atman denir. Bu özdeşliği esasında her insan fark edebilir. Advaita Vedanta M.S 788-820 yıllarında Şankara öğretisiyle bu doktrini bütünleştirmeyi amaçlar ve dünyanın görüntüsünü, (bir hayal, bir aldanmadan ibaret olduğunu dile getiren kavram) Maya olarak tanımlar. Var olan her şey Tanrının bir parçasıdır düşüncesinin tersine, Ramanuja’nın Vishishtadvaita öğretisine göre, kişisel ruh ve Tanrı arasında niteliksel bir fark vardır. Bir diğer tarafta ise, Madhva’nın (Düalizm) dualistik Vedanta felsefesindeki ruh ve Tanrı arsındaki keskin farklılıklar vardır. Kaynak Normalde, geleneksel aile yapsında, aile reisi babadır. Para işleri, evlilik gibi tüm önemli konularda baba karar verir. Geleneksel hint aile yapısında, anne – erkek çocuk bağı çok sıkıdır. Çoğu zaman, erkek çocuk evlendiğinde, -evde kalacak yer olduğu takdirde- eşi ile ebeveynlerinin evinde yaşar. Kız çocuklarında ise durum farklıdır ve onlar evlendikleri erkekle yaşamak üzere evden ayrılır. Bu durum genç eş için kolay değildir; çünkü evlenip gittiği ailede çocuğu olana kadar, çok az hakka sahiptir. Özellikle de erkek çocuğu olduğu zaman, ailedeki konumu düzelir. Büyük kadınlar adıyla anılan kaynanaların çok ciddi konumları ve belli otoriteleri vardır. Evlenmemiş kadınların Hindu geleneklerinde sosyal yeri yoktur. Bekâr kadınlar, Hindistan’da genelde tek başlarına kalmazlar, ebeveynlerinin evinde yaşarlar. Eşler arasındaki ilişki ilk olarak yararcı, faydacı, bir yaklaşımdır. Görücü usulü evliliklerde, aile, eğitim ve konum gibi özelliklerin uygunluğu doğrultusunda eş aranmaktadır. Hindistan’da “Aşk sonra gelir” denir. Bu şu benzetmeyle de somutlaştırılır: bir tencere su gibi, tencereyi önce ocağa koyarsın, daha sonra pişer. Aşk evlilikleri de günümüzde gittikçe artmaktadır. Dört adımda yaşam modeli ise ideal olandır; buna göre okul yaşamından sonra bir aile kurmak, ilk çocuğun doğumunun öncesinde kendi hayatlarını yaşamak, içinden gelen dini vecibeleri yerine getirmek ve son olarak kendini kurtuluşa, huzura adamak en ideal yaşam biçimidir. Hinduizm’de kadının rolü, yüzyıllardır, hatta binlerce yıldır sürekli bir gelişme göstermektedir. Farklı Hindu kültürleri ve değişen yaşam koşullarıyla birlikte, kadının önemi de artmaktadır. Bazı kanun koyucular tarafından, kadınların kutsal Veda’ları okuması yasaklanmasına karşın; Rigveda’da yer alan bazı ilahiler kadınlar tarafından yazılmıştır. “Brhadaranyaka Upanishad”da Vachaknu Gargi ve Yajnavalkya tarafından eğitilen kızlarla ilgili bir diyalog da mevcuttur. Svayamvara geleneği, kelime anlamı “kendi kendine seçme”, bu zamanlarda başlamıştır. Yani, kraliyet sarayındaki kadınlar, sıradan biriyle değil, damat adaylığı söz konusu olan birini kendileri seçerek evlenmişlerdir. Ana törenlerinden biri olan Upanayana, (ergenliğe adım atan gence yapılan dini tören) önceleri sadece erkek tarafında ya da üst sınıf kastlarda yapılırdı. Dvijati’ler tarafından yapılan dini tören, “ikinci kez doğum”u simgeler. Doğal doğumdan sonraki, Upanayana töreni kültürel geleneğe göre, yeniden doğumu temsil eder. Hint mitolojisinde büyük önem taşıyan bir destan Ramayana’da, Vişnu’nun avatar’larından biri olan Rama’nın eşi Sita, Hindu’lar için çok önemli bir kadın örneğidir. Fedakâr eş Sita, günümüzde de hala ideal eş değerini taşır. Modern hint edebiyatında ve hint feminizminde Sita önemli bir kadın modelidir. Bir taraftan bugünün modern kadını bakış açısıyla değerlendildiğinde, Hindu geleneklerinin, kadınlarına tüm hakları verdiği pek söylenemezken; diğer taraftan Profesör H. H. Wilson’a göre kadınlar daha önce hiçbir zaman, eski çağdan kalan uluslar gibi örneğin Hindu’ların kadınlara verdiği değer gibi, bir kıymet görmemiştir. Hinduizm’de kadının en önemli görevi anneliktir. Hamilelikten doğuma kadar, her aşamada çocuğun ve annenin bedensel ve ruhsal sağlığının korunması için kutsama seremonileri yapılır. Önceleri kadınlar daha çok erkek çocuk istemiştir; çünkü erkek çocuk tüm ailenin devamlılığının güvencesi, garantisidir. Hindu’lar genelde kız çocuğu sahibi olmak istemezler, günümüzde de bazı ailelerde kız çocuğu bir yük, yükümlülük gibi görülmektedir. Çünkü kızların evlenmelerinde çeyiz hazırlığı yapmak zorundadırlar ve birden çok kızı olan aileler için çeyiz masraflarının aileyi fakirleştirdiğini düşünürler. Bu sorunla birlikte, kız çocuk cenininin kürtajla alınması artmıştır. Buna rağmen, özellikle şehirde yaşayan birçok modern Hindu’lar arasında, kız çocuklarının, ebeveynleri yaşlandığı zaman onlara bakacağı düşüncesi, gittikçe artmaktadır. Seyyid Hüseyin Nasr Seyyid Hüseyin Nasr (d. 7 Nisan 1933, Tahran, İran), George Washington Üniversitesi'nde İslâmî ilimler uzmanı İranlı profesör, müslüman mütefekkir. Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve tasavvuf ile ilgili Farsça, Arapça, İngilizce ve Fransızca 50'den fazla kitabın ve 500'den fazla makalenin yazarıdır. İslâmî gelenek, İslâmî telakkî ve İslâm kültürü alanındaki çalışmalarıyla, bu alanda günümüzün en önemli şahsiyetleri arasında kabul edilmektedir. Nasr, 1980/81 eğitim mevsiminde ""Knowledge and the Sacred"" başlıklı makalesi ile Edinburgh Üniversitesi'nin düzenlediği ve bilim câmiasında saygın bir yere sahip Gifford Seminerleri'ne dâvet edilen ilk müslüman bilim adamı oldu. Northwestern Üniversitesi, 2000 yılında ""Library of Living Philosophers"" adlı çağdaş filozoflar dizisinde Seyyid Hüseyin Nasr'a da yer verdi. Prof. Seyyid Hüseyin Nasr pereniyal felsefe anlayışıyla din, felsefe, İslâm, tasavvuf, sanat, müzik, mimârî, hikmet ve edebiyat hakkında çalışmaktadır. Çok iyi seviyede Farsça, Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca ve İspanyolca bilen Nasr, bu lisanlara hâkim olduğu gibi İtalyanca, eski Yunanca ve Latince de bilmektedir. Seyyid Hüseyin Nasr, 7 Nisan 1933'te Tahran'da doğdu. Ailesi, şah ailesi ile yakınlığı bulunan saygın bir aileydi. Fizikçi olan babası, İran'da modern eğitim sisteminin kuruluşunda rol oynayan șahsiyetlerden biriydi. Annesi 1909'da ilân edilen meşrutiyet aleyhtârı olduğu gerekçesiyle idâm edilen Fazlullah Nuri'nin torunudur. Tahran'da başladığı üniversite eğitimini 1954'te Massachusetts Institute of Technology’de fizik ve Harvard Üniversitesi'nde tarih dallarında aldığı lisans diplomasi ile bitirdi. 1956'da Harvard Üniversitesi'nde jeofizik alanında yüksek lisans, 1958 yılında bilim tarihi alanında doktora yaptı. 1958'te İran'a geri döndü. Tahran Üniversitesi edebiyat fakültesinde asistan olarak göreve başladı. 1968 yılında aynı fakültenin dekanlığına atandı. 1972'de yine Tahran'da Şerif Teknoloji Üniversitesi'nin rektörlüğüne getirildi. 1973'te Șahbanu Farah Pevlevî'nin himayesinde kurulan İmparatorluk Felsefe Akademisi'nin başkanlı görevi kendisine verildi. 1979 İran Devrimi sırasında ve ardından kurulan İran İslâm Cumhuriyeti'nde görevlerine devam eden Seyyid Hüseyin Nasr, 1984'te ABD'ye gitti ve George Washington Üniversitesi'nde İslâmî ilimler profesörü olarak göreve başladı. İran İslam Devrimi'nden sonra ülkesinden temelli ayrılıp ABD'ye yerleşti. Edinburgh ve Temple üniversitelerinde öğretim üyeliği de yapmış olan Nasr, 1984 yılından beri George Washington Üniversitesi'nde İslam Araştırmaları profesörüdür. Seyyid Hüseyin Nasr, gelenekselci felsefî akımın yaşayan önemli temsilcilerinden biridir. Oğlu Vali Nasr günümüzün önde gelen ortadoğu uzmanları arasında sayılır. Perennial felsefe Perennial Felsefe ya da perennializm (daimicilik), evrensel hakikat ilkelerinin tüm insanlar ve kültürlerde ortak olarak mevcut olduğuna dair felsefi düşünüş. 16. yüzyıl teologu Augustine Steuch tarafından "De perenni philosophia libri X" (1540) kitabında ""theosophia perennis"" şeklinde kullanılmış ve "düşüş"ten sonra unutulmuş ve tarihte parçalı olarak ortaya çıkan vahyedilmiş mutlak hakikate işaret etmekte kullanılmışsa da Latince ""philosophia perennis"" terimine popüler kullanımını 17. yüzyıl filozofu Leibniz kazandırmıştır. Yirminci yüzyılda ise terimin literatürdeki kullanımı 1945 yılında "The Perennial Philosophy" adındaki kitabıyla Aldous Huxley'a borçludur. Perennial felsefenin ilkelerine göre farklı kültürlerde ve bölgelerde yaşayan insanlar gerçeklik, benlik, dünya ve mevcudiyetin anlamı ve amacı hakkında benzer kavrayışlara ve tecrübelere sahip olmuşlardır. Bu benzerlikler tüm dinlerin zeminini teşkil eden evrensel ilkelere işaret etmektedir. Kavrayışlar arasındaki farklılıklar beşeri kültürlerdeki farklılıktan kaynaklanır ve kültürel kayıtların ışığında açıklanabilir. Aşağıda Perennial Felsefenin ilkelerinden bazıları bulunmaktadır: Diğer din mensuplarının da aynı hakikate eriştiğine dair anlayış tarihte apaçık biçimde görünmese de hemen her dinde özellikle mistiklerin bu anlama gelebilecek veya en azından sonraki yazarlarca bu anlamda yorumlanacak sözleri, ifadeleri vardır. Hristiyanlıkta Origenes, İskenderiyeli Klement gibi azizler, İslamiyette İbn Arabi ve Mevlana Celaleddin-i Rumi, Abdurrahman el-Çişti gibi bazı sufiler, Hinduizm'de Sri Ramakrishna, Sri Chandrasekharendra Saraswathi gibi swamilerin Perennialistlerce bu manada yorumlanan sözleri bulunmaktadır. Bunlar arasından 19. yüzyılda yaşamış Hint aziz Sri Ramakrishna tüm dinlerin temel ilkelerinin benzerliğine atıf yapmakla kalmamış o dinleri tecrübe ederek hepsinin aynı hedefe ulaştırdığını net bir şekilde ifade etmiştir. Modern dönemde doğuştan müslüman olan Seyyid Hüseyin Nasrın yanı sıra kendilerine din olarak İslamiyeti seçen Rene Guenon, Frithjof Schuon gibi sufi/yazarlar da çeşitli dinlerin aynı anda nihai hakikate götüren otantik yollar olduklarını kitaplarında belirtmişlerdir. Ancak bu yaklaşım geleneksel dini çevreler tarafından geleneğe aykırı olduğu düşüncesiyle ve dinlerin tarihinde buna benzer görüşlerin dile getirilmediği dolayısıyla son derece yeni ve modern bir icat (İslamiyet literatüründe bid'at) görülerek şiddetle eleştirilmiştir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki perennial bakış açısı onu savunanların bakış açısından bile değişkenlik arzeder, kimi yazarlar aynı mutlak gerçekten neşet eden dinlerin hepsinin büyük ölçüde de olsa ilkeleri
aynı saflıkta koruyamadığı veya bu ilkelerin bilgisini tam olarak aktaramadığını savunurken kimileri ise bu konuda çok daha iyimser görüşler sergileyebilmektedirler. Bu yönüyle Aldous Huxley, Rene Guenon ve Frithjof Schuon gibi perennial bakış açısı olan yazarlar arasında farklı yaklaşımlarla karşılaşılabilmektedir. Augustin Louis Cauchy Augustin Louis Cauchy (21 Ağustos 1789, Paris - 23 Mayıs 1857, Sceaux), Fransız matematikçi. Alişar Alişar, şu anlamlara gelebilir: Bozcaada Bozcaada, (Yunanca: Τένεδος, "Тenedos"), Türkiye'nin üçüncü büyük, Ege Denizinde ise Gökçeadadan sonra ikinci en büyük adasıdır. Ayrıca Çanakkale iline bağlı bir ilçedir. Türkiye'nin il merkezleri hâriç köyü olmayan tek ilçesidir. Yüzölçümü 40 km², anakaraya uzaklığı 6 km'dir. 2015 yılı verilerine göre ilçe nüfusu 2.643' tür. İlçede kışları nüfus düşmekte, yazları ise tatilcilerle artmaktadır. Bağçılık, deniz turizmi ve rüzgar santralleriyle ön plana çıkar. Adanın tarihine Çanakkale Boğazı'nın girişindeki önemli stratejik konumu damgasını vurdu. Yunanlar Troya Savaşı sırasında o zamanki Bozcaada'daki bir liman olan Aulis'i üs olarak kullanmışlardır. Tenedos adı Herodot'un yazılarında sık sık geçmektedir. Antik çağ'da Midilli adasında oturan Aiolya halkının bir kısmının buraya yerleştiği tahmin edilmektedir. Ada, İyonya ayaklanmasından sonra önce Perslerin sonra Romalıların egemenliğine girdi. Roma İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra Bizans İmparatorluğu sınırları içinde kaldı. Türklerin adayla ilk bağlantısı, Aydınoğlu Umur Bey'in İzmir'i fethettikten sonra 1328'de 8 gemilik bir filosuyla Bizans yönetimindeki Bozcaada'ya gelerek yağmalaması olmuştur. Bu dönemde Venedik ve Cenevizliler, ticari faaliyetlerine yararlı olacağı düşüncesiyle adayı ele geçirmek için bir rekabet içine girdiler. 1377'de Bizans İmparatoru, askeri yardım karşılığında adayı Venedik'e verdi. Ceneviz'in buna tepki göstermesi üzerine Venedik ile aralarında çatışma başladı. İki devlet 1381'de Torino'da bir antlaşma yaparak adayı boşaltmaya ve tarafsız bölge olmasına karar verdiler. Venedikliler bu antlaşma uyarınca ada halkını tümüyle boşalttılar ve Girit'teki Kandiye kentine taşıdılar. Ada uzun süre boş kaldı. İspanyol seyyah Clavijo, 1403'te Bozcaada'ya geldiğinde üzüm bağları, meyve ağaçları, tavşanlar ve büyük bir kalenin yıkıntılarıyla karşılaştı, ancak yerleşik kimse bulamadı. Fatih Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında Gökçeada ile birlikte fethedilen ada, Osmanlı donanmasının ikmal üssü olarak kullanıldı. Bunun üzerine Venedikliler adaya tekrar asker çıkardılar. 1464'te Mahmut Paşa, adayı tekrar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kattı. 16. yüzyılda Bozcaada, Piri Reis haritalarında şimdiki ismiyle belirdi. Sonraki dönemlerde de, 20. yüzyıla kadar ada hep bugünkü adıyla “Bozcaada” olarak kaydedilmiştir. Girit meselesi dolayısıyla patlak veren 1645-69 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda Venedikliler Osmanlı Donanması'nın Girit'i tamamen fethetmeye çalışan kara kuvvetlerine takviye yapmasını engellemek için Çanakkale Boğazı'nın Ege Denizi ağzını kapamayı denediler ve bu bağlamda 1656 yılında Bozcaada'yı almaya muvaffak oldular. Ancak hemen ertesi yıl toparlanan Türk donanması adayı tekrar Osmanlı topraklarına kattı. 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması'nı takip eden savaşlar silsilesinde Türk ve Venedik donanmaları Ege Denizi'nde birçok kereler karşı karşıya geldi. Bunların en önemlilerinden biri Bozcaada açıklarında gerçekleşti. Bozcaada Deniz Savaşı olarak bilinen muharebede Osmanlı donanmasını yöneten Mezomorto Hüseyin Paşa, Molino yönetimindeki Venedik donanmasına karşı önemli bir zafer kazandı. 1806-12 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ada 1807 yılında Rusya tarafından işgal edildi, yakıldı ve kalesi tümüyle yıkıldı. 1842'de II. Mahmut kaleyi yeniden yaptırdı. 1866'da Osmanlıların Cezayir-i Bahr-i Sefid vilayetine bağlı Limni sancağına bağlandı. 1822'de Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında Konstantinos Kanaris Osmanlı Donanması'na karşı Bozcaada açıklarında bir saldırıyı yönetti ve bir Osmanlı gemisini batırmayı başardı. Bozcaada Çanakkale Savaşı'nda ada Birleşik Krallık ve Fransa kuvvetleri tarafından işgal edildi ve lojistik destek için kullanıldı. Bu dönemde müttefik kuvvetler Ayazma Tepesi'nde, Habbele Ovası'nda ve Habbele Tepesi'nde savaş uçakları için üç pist yaptı. Savaş sırasında müttefik askerleri, Bozcaada'da tedavi oldu ve dinlendi. Bozcaada 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakıldı. Türkler, adayı aynı yılın 20 Eylül günü teslim aldılar. Bozcaada Belediyesi de adanın Türkiye'ye geçmesinin hemen ardından yine 1923'te kuruldu. Ada, Çanakkale sınırları içerisinde yer almaktadır. Çanakkale'nin Geyikli beldesinden arabalı vapur yardımıyla adaya ulaşım mümkündür. Ayrıca adaya Çanakkale merkezden deniz otobüsü seferleri de vardır. Tarife saatleri mevsim ve hava şartlarına bağlı olarak değişebilmektedir. Şarap üretimi, balıkçılık ve özellikle 1990'lardan itibaren turizm başlıca iktisadi etkinliklerdir. Bozcaada, şaraplık üzümleri ve şaraplarıyla ünlüdür. Adanın büyük kısmı bağlarla kaplıdır. Az miktarda tahıl, baklagiller ve meyve yetiştirilir. Haziran 2000'de Batı Burnu civarında 10.2 MW gücünde 17 üreticiden oluşan bir rüzgâr enerjisi santrali kurulmuştur. Kurulduğu tarih itibarıyla adanın enerji ihtiyacının yaklaşık 30 kat fazlasını karşıladığından, karaya elektrik iletmektedir. Turizme zarar vermemek amacıyla santralin ürettiği elektrik yeraltı kablolarıyla aktarılmaktadır. Adada yetişen gelincik çiçeklerinden az miktarda üretilen şerbet ve reçeller daha çok turistlere satılır. Ayazma plajı özellikle ince taneli, altın sarısı kumu, etrafındaki restoran ve kafeler nedeniyle kesinlikle adanın 1 numaralı plajıdır. Ayazma plajının dışında hemen yanında yer alan Sulubahçe ve devamındaki Habbele Plajı ve Akvaryum ayrıca tercih edilebilir. Adada seyahat dolmuş vasıtasıyla sağlanmaktadır. Dolmuşun yanı sıra bisiklet ve motor kiralanabilmektedir. Yaz aylarında her 15 dakikada bir hareket eden dolmuşlarla her noktaya ulaşım mümkündür. Habbele plaji tesis olmaması sebebiyle daha sakin olan ve yerli turistler tarafından tercih edilen, adanın en güzel koyunda yer alan plajdır. Sahili irili ufaklı taşlardan oluşsa da, denizi ince kumdan oluşmaktadır. Her zaman pırıl pırıl ve durgun olan denizde,balıklarla birlikte yüzebilirsiniz. Eylül ayı içerisinde "Bağbozumu" şenlikleri yapılmaktadır. Ayrıca adanın oldukça görkemli kalesi görülmelidir. Bozcaada Türkiye'nin Rüzgâr Enerjisi üretimi yapılan sayılı yerlerinden biridir. Rüzgâr güllerinin bulunduğu mevkii, özellikle gün batımında olağanüstü bir manzara sergilemektedir. Akşam saatlerinde çarşı içinden kalkan dolmuşlar, ada turu fırsatı sunmakta yol boyunca sunulan enfes görüntüleri, Rüzgâr gülleri mevkiinde gün batımı ile doruğa çıkarmaktadır. Adada çok hareketli olmasa da gece hayatı var denilebilir. Şehir merkezinde 1 tane bar müzikli eğlence sunmaktadır. Ancak adaya gitmeyi planlayan misafirlerin gece hayatı ve hareketlilikten çok dinginlik ve istirahat beklentisi ile gelmeleri tavsiye olunur. Ada kıyıları balıklar için doğal bir sığınak ve üreme bölgesidir. Bu yüzden ada etrafında trolle avlanma yapılamaz. Amatör balıkçılar tarafından büyük rağbet görmektedir. Adada konaklamak için en ucuz ve yaygın imkân pansiyonlardır. Gerek Türk gerekse Rum mahallelerindeki tarihi evler adalı aileler tarafından turistlere kiralanır. Özellikle son zamanlarda otel sayısında artış yaşanmıştır. Ayrıca günlük fiyat prensibiyle kiralan evler de mevcuttur. Adada "Her şey dâhil konsepti" bulunmadığından, birden fazla kişi ile yapılan seyahatlerde oteller yerine kiralık ev yoluna gidilmesi mantıklı olacaktır. Son yıllarda artan kaliteli butik konaklama merkezleri sayesinde Bozcaada otelleri, son dönemin en önemli tatil ve cazibe merkezlerinden biri haline gelmiştir. İlerleyen yıllarda adada bulunan eski Rum evlerinin restorasyonuna devam edilmesi sonucunda adada daha pek çok butik otel yapılması beklenmektedir. Bozcaada'da yerleşim 14.yy'ın son yıllarında adanın tümüyle boşaltılmasıyla kesintiye uğramıştır. 15.yüzyılın ortalarında ada Osmanlı yönetimine girdiğinde boş olduğu yönünde belgeler vardır. 20. yüzyıl başında nüfusun yarısından biraz fazlasını Rumlar oluştururken, bugün adada sadece 30 kadar Rum kalmıştır. Bu nüfus azalmasının nedeni olarak Rum azınlığın bir "yıldırma" siyasetiyle kaçırıldığını öne sürenler vardır, diğer yandan; Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi kapsamında Türkiye'de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada'da oturan Rumlar, Yunanistan'da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Azınlığı yıldıran unsurlar arasında 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs Sorunu, toprakların düşük bedelle kamulaştırılması, Yunanistan’daki Türk azınlığın mülkiyet hakları neden gösterilerek karşılıklılık ilkesi kapsamında Türkiye vatandaşı Rumların gayrimenkul edinmesine izin verilmesi zorlaştırılmıştır. Özellikle, Lozan Antlaşması'nın 14. maddesi uyarınca, adadaki güvenlik güçlerinin yerel halktan müteşekkil olması kuralına Türkiye'nin uymadığı iddia edilmektedir. Adadan ayrılan Rumların önemli bir kısmı, Avustralya'da Sidney'e ve Atina'ya göç etmiştir. 1923'teki büyük göçten sonra 1970'lere kadar duraklayan Rum nüfusundaki azalma, Kıbrıs Harekâtı sonrasında hızlanmıştır. Adada faal durumda iki cami ve bir rum ortodoks kilisesi bulunmaktadır. Bozcaada, Türkiye'nin büyükşehir ilçeleri hariç köyü olmayan tek ilçesidir. Jakob Bernoulli Jacob Bernoulli (James ya da Jacques olarak da bilinir; d. 6 Ocak 1655 – ö. 16 Ağustos 1705), Bernoulli ailesindeki ünlü matematikçilerden biridir. Leibniz kalkülüsünün ilk savunucularındandır ve Leibniz- Newton kalkülüs tartışmasında Leibniz'in yanında yer almıştır. Kardeşi Johann ile birlikte kalkülüse yaptığı birçok katkıyla da ünlüdür. Ancak, matematiğe en önemli katkısı büyük sayılar yasası ile olasılık alanında olmuştur. Jacob Bernoulli İsviçre’nin Basel kentinde dünyaya gelmiştir. Babasının
isteği üzerine teoloji (dinbilim, ilahiyat) okuyup papazlık eğitimi almıştır. Ancak ailesinin isteğinin aksine matematik ve astronomi eğitimleri de almıştır. 1676 ve 1682 yılları arasında Avrupa boyunca dolaşarak aralarında Hudde, Robert Boyle ve Robert Hooke'un da bulunduğu o zamanın ileri gelen isimlerinden matematik ve bilim alanındaki en son gelişmeleri öğrendi. Bu süre boyunca kuyruklu yıldızlar için hatalı bir kuram üretmiştir. Daha sonra tekrar İsviçre’ye dönerek 1683’ten itibaren Basel Üniversitesi'nde mekanik dersleri vermeye başladı. 1684'te Judith Stupanus ile evlendi ve iki çocukları oldu. Bu süreçte çok verimli bir araştırma kariyerine başladı. Yaptığı seyahatler ona döneminin ünlü matematikçileri ve bilim inanları ile hayatı boyunca sürdüreceği bir iletişim olanağı sundu. Bu süreçte matematikteki yeni gelişmeleri yakından takip etti. Christian Huygen’in “De ratiociniis in aleae ludo” ve Descartes’in “Geometrie” adlı yapıtları üzerinde çalıştı. 1684 ve 1689 yılları arasında Ars Conjectandi’yi oluşturacak sonuçların birçoğuna ulaştı. 1687'de Basel Üniversitesi'nde profesörlük görevine başladı. O zamana kadar kardeşi Johann Bernulli’yi matematik alanında çalıştırmaya başlamıştı. İki kardeş Leibniz’in 1684’te yayımlanan Nova Methodus pro Maximis, itemque Tangentibus adlı diferansiyel kalkülüs ile ilgili olan yayını üzerinde çalışmaya başladılar. Bunun haricinde von Tschinhaus’un yayınlarını da incelediler. Leibniz’in çalışmaları o zamanki matematikçiler için epey karmaşıktı. Bernoulliler bu kuramları anlamayı ve uygulamayı deneyen ilk kişilerdi. Jacob kardeşi ile el ele vererek kalkülüsün çeşitli uygulamaları üzerinde çalıştılar. Bu işbirliği Johann’ın matematiksel dehasının olgunlaşmaya başlamasıyla rekabete dönüştü. Birbirleriyle oldukça zor matematiksel problemler üzerinden mücadele ederek karşılıklı olarak yeteneklerini test etmeye başladılar. 1697’ye kadar aralarındaki ilişki tamamen yok oldu. Jacob Bernoulli 1705’te hayatını kaybetti. Mezar taşı için bir logaritmik spiral figürü ve “Eadem mutata resurgo” (Değişmeme rağmen aynı şekilde yeniden yükseleceğim) sloganını seçmiştir. Mezarı “Basel Munster or Cathedral” inde bulunmaktadır. Aydaki bir kratere kardeşi Johann ve onun anısına Bernoulli adı verilmiştir. Jacob Bernoulli’nin ilk önemli katkıları, 1685’te yayımlanan mantık ve cebrin paralelliği üzerine bir kitapçık, 1685’te yayımlanan olasılık ve 1687’de yayımlanan geometri üzerine çalışmalardır. Geometri üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda herhangi bir üçgeni iki paralel doğru ile dört eşit parçaya bölünebileceğini göstermiştir. 1689’a kadar sonsuz seriler üzerine olan önemli çalışmalarını ve olasılıkta büyük sayılar yasası kuramını yayımlamıştır. Jacob Bernoulli 1682 ve 1704 yılları arasında sonsuz seriler üzerine beş adet bilimsel inceleme yazmıştır. Bunlardan ikisi Bernoulli’nin yeni bir keşif olarak düşündüğü ancak Mengoli tarafından 40 yıl önce kanıtlanan formula_1 ifadesinin ıraksadığı gibi sonuçları içeriyordu. Bernoulli formula_2 ifadesi için kapalı bir form bulamadı fakat bu ifadenin 2’den az sonlu bir limite yakınsadığını gösterdi. Bunların yanı sıra bileşke faiz incelemeleri sırasında üstel seriler üzerine de çalışmalar yaptı. 1690’da yayımlanan Acta Eruditorium’da Jacob Bernoulli, eşoylum eğrisini belirleme probleminin çözümünün, birinci dereceden doğrusal olmayan diferansiyel denklem çözümü ile aynı olduğunu gösterdi. Eşoylum eğrisi ya da sabit azalım eğrisi, başlangıç noktasına bakılmaksızın herhangi bir noktadan yere tam olarak aynı sürede düşen bir parçacığın eğrisidir. Diferansiyel denklemi bulduktan sonra Bernoulli, bugün değişkenlerine ayırma dediğimiz yöntem ile çözmüştür. Jacob Bernoulli’nin 1690’da yayımlanan çalışması kalkülüs tarihi için oldukça önemlidir çünkü integral(tümlev) terimi ilk kez integrasyon (tümlevleme) anlamı ile kullanılmıştır. 1696’da, günümüzde Bernoulli Diferansiyel Denklemi denilen aşağıdaki denklemi çözmüştür. Bernoulli’nin kelebek eğrisi Bernoulli tarafından 1694’te tasarlanmıştır. 1695’te kablo boyunca kayan ağırlığın köprüyü sürekli dengede tutması için bir eğri gerektiren asma köprü problemini incelemiştir. Jacob Bernoulli’nin en özgün eseri Ars Conjectandi 1713 yılında Basel’de ölümünden 8 yıl sonra yayımlanmıştır. Öldüğünde bu yapıt henüz tamamlanmamış dahi olsa hâlâ olasılık kuramı için büyük bir öneme sahiptir. Kitapta Bernoulli, van Schooten, Leibniz ve Pretstet’in olasılık üzerine yaptığı çalışmaları incelemiştir. Bernoulli sayıları üstel işlev üzerine olan tartışmalarda görülür. Kitapta bir kişinin oynadığı çeşitli şans oyunlarında ne kadar kazanmasının beklendiğine dair birçok örnek yer almaktadır. Bernoulli denemeleri terimi buradan gelmektedir. Kitapta ayrıca olasılığın ne olduğuna dair ilginç görüşler bulunmaktadır: “ …ölçülebilir kesinlik değeri olarak olasılık; gereklilik ve ihtimal; ahlak matematiksel beklentiye karşı; öncül ve soncul olasılık; oyuncular maharetlerine göre ayrıldığında kazanma olasılığı; bütün mevcut savların göz önüne alınması, bunların değerlendirilmesi ve hesaplanabilir değerlendirmesi; büyük sayılar kuralı…” Bernoulli, matematiksel bir sabit olan e sayısını bileşke faiz ile ilgili olan ve ona aşağıdaki ifadenin değerini (: sayısı ) bulmasını gerektiren bir soru üzerinde çalışırken keşfetti. Bu durum şu şekilde örneklendirilebilir: $1.00’lık bir banka hesabı yıllık yüzde 100 faiz ile açılıyor. Eğer faiz, yılsonunda, bir kere uygulanırsa para $2.00 olmaktadır. Ancak eğer faiz hesaplanıp yılda iki kez uygulanırsa (yüzde 50 olarak iki kez), $1.00 1.5 ile iki kez çarpılır, elde edilecek para $1.00×1.5² = $2.25 olur. Yılda dört kere hesaplanıp uygulanırsa (yüzde 25 olarak dört kez) elde edilecek para $1.00×1.25 = $2.4414... olmaktadır. Eğer bu faiz hesaplanıp aylık uygulanırsa elde edilecek para $1.00×(1.0833...) = $2.613035... olmaktadır. Bernoulli bu dizinin daha çok ve daha küçük bileşke aralıkları için bir limite yaklaştığını fark etti. Faizi haftalık hesaplayınca elde edilen para $ 2.692597…, günlük hesaplayınca ise $2.714567…, yani sadece 2 sent fazla olmaktadır. Bileşke aralığı olarak kullanıldığında ve her aralık için 100%/ faizle, büyük sayıları için elde edilen sayı olarak bilinen sabittir. Yani, eğer sürekli bileşik faiz uygulanmaya devam edilirse hesap $2.7182818... değerine ulaşacaktır. Daha genel olarak $1 ile açılan ve basit faiz ile (1+) dolar değerine, ulaşan bir hesap sürekli bileşik faiz ile değerine ulaşacaktır. “IACOBUS BERNOULLI MATHEMATICUS INCOMPARABILIS ACAD. BASIL. VLTRA XVIII ANNOS PROF. ACADEM. ITEM REGIAE PARIS. ET BEROLIN. SOCIUS EDITIS LUCUBRAT. INLUSTRIS. MORBO CHRONICO MENTE AD EXTREMUM INTEGRA ANNO SALUT. MDCCV. D. XVI. AUGUSTI AETATIS L. M. VII EXTINCTUS RESURRECT. PIOR. HIC PRAESTOLATUR IUDITHA STUPANA XX ANNOR. UXOR CUM DUOBUS LIBERIS MARITO ET PARENTI EHEU DESIDERATISS. H.M.P.” “James Bernoulli, kıyaslanamaz matematikçi. Basel Üniversitesi'nde 18 yıldan fazla süredir Profesör; Berlin ve Paris Kraliyet Akademileri üyesi; yazıları ile ünlü. Kronik bir hastalık yüzünden, sonuna kadar akıl sağlığı yerinde; 1705 yılının 16 Ağustos’unda 50 yaşının 7. Ayında öldü, yeniden dirilmeyi bekliyor. Judith Stuphanus, 20 yıllık karısı, Ve onun iki çocuğu çok özledikleri baba ve koca için bir anıt diktiler.” Cin baykuşu Cin baykuşu ("Micrathene whitneyi"), baykuşgiller (Strigidae) familyasından Meksika'da ve ABD'nin güneybatısında yaşayan baykuş türü. Kaktüslü çöllerde en bol bulunan kuşlardandır, ayrıca ormanlık alanlarda, bozkırlarda ve nemli savanlarda da görülür. Kaktüs ve ağaç gövdelerinin içine yuva yapar; geceleri böcek avlayarak beslenir. Baykuşların en küçüğü olan cin baykuşunun oval başı gövdesine oranla iri, gözleri büyük ve sarıdır. Cüce baykuş Cüce baykuş, baykuşgiller (Strigidae) familyasından "Otus" cinsini oluşturan 'baykuş türlerine verilen ad. Yenidünya'da çok geniş bir dağılım gösteren yaklaşık 30 cm uzunluğundaki cüce baykuşların peçeleri ve kulak tüyleri, kahverengi ve boz tonlarında, ağaç kabuklarını andıran nakışları vardır. Gebze Gebze, (antik adları: "Dakibyza" ve "Libyssa"), Kocaeli'nin bir ilçesi. Marmara Bölgesi'nin en büyük sanayi kentlerinden biridir. Gebze'nin de içinde bulunduğu, Bitinya bölgesinin bilinen en eski tarihi, MÖ XII. yüzyıla kadar dayanır. Asya ile Avrupa kıtaları arasındaki en önemli geçit yeri olan Kocaeli Yarımadası ya birçok ulusun yurdu ya da gelip geçtikleri, uygarlıklarından izler bıraktığı bir yer olmuştur. Bilinen ilk ulus göçünü de MÖ 12. yüzyılın başlarında Frigler yapmıştır. Boğaz yoluyla Yarımada'ya gelen Frigler, buradan Anadolu'ya dağılmışlardır. Bugün Gebze'nin olduğu yerde, MÖ 281-MÖ yıllarında Kral I. Nicomedes'in egemenliğindeki Bitinya Krallığı dönemindeki "Dakibyza" ve "Libyssa" adında yerleşmeler vardı. Bu yerleşim alanlarının araştırmalara konu olmasının en önemli nedeni ise, ünlü Kartacalı komutan Hannibal'ın krallık döneminde burada yerleşmiş olmasıdır. Hannibal, Zama Savaşı'ndaki yenilgisinden sonra ülkesinde itibar görmemiş ve Bitinya Krallığı´na iltica etmek zorunda kalmıştır.Hannibal'ın mezarı Gebze TÜBİTAK Yerleşkesi içerisinde bulunmaktadır. Evliya Çelebi 1640 yılında Gebze'ye yaptığı seyahatta 1000 kadar bağlı ve bahçeli eski tarz evin bulunduğunu söyler. 1997 nüfus sayımı sonuçlarına göre Kocaeli ilinin toplam nüfusu 1.175.190, Gebze'nin nüfusu 402.916 kişidir. 1997 sayımlarına göre ilçe Kocaeli ili toplam nüfusunun %34.28'ini oluşturmaktadır. 1965 yılında Türkiye nüfusunun binde 33'ü ilçede yaşarken, 1997'de bu rakam binde 40.2 olmuştur. Türkiye'de genel nüfus artış oranı 1965-1997 yılları arasında %100.8 iken, Gebze'de bu artış %111.8 olmuştur. 2008 yılından yerel seçimlerden önceki nüfusu 500.000 bin kişinin üzerindeyken seçimlerden önce Gebzenin semtleri Darıca, Çayırova ve Dilovası ilçe olup Gebze'den ayrıldılar. TÜİK tarafından yapılan ADNK 'a göre 2013 yılı sonunda Gebze ilçe nüfusu 329.195 bin olmuştur.Gebze bölge nüfusu ise 642.726 olmuştur. Geb
ze Kocaeli’nin bir ilçesi olsa da gerek iş hayatı gerekse özel yaşam bakımından İstanbul’a diğer İstanbul ilçeleri kadar bağımlı bir görüntü sergilemektedir. İstanbul’a çok yakın olması Gebze’nin hızlı gelişmesine adeta İstanbul’un sanayi şehri olmasını beraberinde getirmiştir. Gebze ve Darıca ile İstanbul ilçeleri tam anlamıyla birleşmişlerdir. Türkiye, ekonomik gelişmişlik bakımından altı gruba ayrılmıştır. I. derece gelişmiş iller İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli ve Yalova'dır. Bu bağlamda Gebze, Türkiye'nin ekonomik açıdan en gelişmiş altı ilinden birinde bulunmaktadır. Gebze ayrıca Kocaeli ili GSYİH'sının %33.7'sini oluşturur. Gebze ayrıca Türkiye GSHİY'sının %1.69'unu üretmiştir. Satın alma gücü paritesi Satın alma gücü paritesi (SAGP), ülkeler arasındaki fiyat düzeyi farklılaşmasını ortadan kaldıran para birimi dönüştürme oranıdır. Eldeki toplu bir para parite oranı ile farklı bir para birimine dönüştürüldüğünde, tüm ülkelerde aynı sepetteki mal ve hizmetler satın alınabilir. Mutlak satın alma paritesi; iki ayrı ülkede, bir ürün grubunun (özellikle TÜFE’nin) belirlenen kurda fiyatlarının eşitlenmesi demektir. Nispi satın alma paritesi ise iki farklı ülkede aynı ürün grubunun yıllar içinde fiyatlarındaki değişim hızının belirlenen kurda birbirine eşit olduğudur. Ukrayna bayrağı Ukrayna bayrağı, buğday tarlalarının (refah) üzerindeki mavi gök (barış) olarak ifade edilebilen bayraktır. Ukrayna'nın ulusal bayrağı olarak 1918 yılında kabul edildi. Bayrağın renkleri olan mavi ve sarı, İsveçli olan Rusun bayrağı ile aynı renkleri paylaşmaktadır. Sovyetler Birliği devrinde milliyetçilik simgesi olan bu bayrak yasaklanmış idi. Ukrayna SSC'nin ayrı bir bayrağı mevcut idi. Bugünkü bayrak ise 1991 yılında yeniden kabul edildi. Tipoloji Tipoloji, aynı katman içinde birbiriyle ilişkili olduğu tespit edilen buluntuların şeklî özelliklerine göre sınıflandırılmasıdır. Gustav Oscar Mantelius tarafından geliştirilmiş olup arkeoloji, antropoloji, dil bilimleri, görsel tasarım, mimarî, psikoloji ve sosyoloji gibi alanlarda farklı kullanımları vardır. Tasarımda tipoloji uzun süreden beri kullanılagelmiş belirli bir fonksiyonu yerine getirebilen şekiller ağı olarak kullanılır. Örneğin cami tasarımında yaygın olarak minare, kubbe gibi unsurların meydana getirdiği tip kullanılır ya da alışveriş merkezlerinde sıra dükkânlar ve koridorlar, kütüphane tasarımında raflar ve okuma alanları, ev tasarımında iki oda bir salon, ofis tasarımında kübik ayrımlar tipi oluşturur. Turkix Linux Turkix, Türkiye Türkçesi ve Azerbaycan Türkçesi dillerinde yapılandırılmış, son kullanıcılara Linux'u tanıma olanağını kolayca sağlamak üzere tasarlanmış Mandrake tabanlı bir Linux dağıtımıdır. Turkix tasarısı şu an için son bulmuştur. Turkix, canlı CD desteğiyle geldiğinden sabit sürücüye yükleme gerektirmez. Son Türkçe Turkix sürümü 10.0a'dır. Bu sürüm 2008 yılının Aralık ayında çıkmıştır. Turkix Linux tasarısı şu an için askıya alınmıştır. En son çıkan Turkix sürümü budur. Bilinmeyen bir tarihe kadar yeni sürüm çıkmayacaktır. Yeni Şafak Yeni Şafak, sosyal muhafazakâr ve İslamcı bir günlük gazete. Yayın hayatının ilk dönemlerinde İslamcı ve liberal yazarların bir arada bulunmasıyla öne çıkan gazetedir. Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan bir rapora göre, "Yeni Şafak" nefret söylemine en fazla rastlanan ulusal gazeteler arasında yer almaktadır. "Yeni Şafak" gazetesi, ünlü entelektüel Noam Chomsky ile gerçekleştirdikleri röportajın bazı kısımlarının sahte olduğunun anlaşılmasıyla birlikte dünya gündeminde yer almıştır. "Yeni Şafak" gazetesi 19 Eylül 1994 yılında "Hekimler Birliği Vakfı" Başkanı "Dr. Yakup Yönten" ve "Tufan Mengi"nin öncülüğünde kurulmuştur. Vakıf, gazeteyi 1,5 ay çıkardıktan sonra ekonomik zorluklar nedeniyle yayına ara verilmiş, daha sonra gazete dönemin "Ensar Vakfı" Başkanı Ahmet Şişman tarafından satın alınmış ve 23 Ocak 1995 tarihinde farklı bir kimlikle yayına başlanmıştır. Gazetenin kuruluş yıl dönümü olarak satın alınma tarihi esas alınmaktadır. Gazeteye daha sonra Mahmut Kış ortak olmuş, ilerleyen zamanlarda Kış ailesi gazetenin tek başına sahibi olmuştur. Gazetenin şu anki sahibi Albayrak Grubu adına Ahmet Albayrak'tır. İcra Kurulu Başkanı olarak da aynı aileden kardeşi "Mustafa Albayrak" bulunmaktadır. Gazetenin, genel yayın yönetmenliğini, geçmiş yıllarda Mehmet Ocaktan, Nabi Avcı, Akif Emre, Yusuf Kaplan, Selahattin Sadıkoğlu Mustafa Karaalioğlu ve Yusuf Ziya Cömert üstlenmiştir. Halen gazetenin yayın yönetmenliğini İbrahim Karagül yapmaktadır. İbrahim Karagül'ün yönetime gelmesinden sonra, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan'a eleştiriler yönelten Kürşat Bumin gibi isimler gazeteden uzaklaştırılmış ve daha fazla İslamcı yazar kadroya katılmıştır. 26 Ağustos’ta "Yeni Şafak" gazetesinde Burcu Bulut imzası ile yayımlanan Prof. Dr. Noam Chomsky söyleşisine ilişkin olarak Chomsky’nin Facebook sayfasından bir açıklama yayımlanmış ve Chomsky, 13 Ağustos tarihinde e-posta yolu ile kendisi ile iletişime geçildiğini belirterek, sorulara verdiği yanıtlara sadık kalınmadan çeviri yapıldığını, söylemediği şeylerin röportajda yer aldığını ifade etmiştir. "Yeni Şafak" tarafından yayımlanan ‘Zorunlu açıklama!’ başlıklı metinde, “söyleşiyi yapan Burcu Bulut sadece üç cümleyi konunun akışına bağlı olarak kendisi eklemiştir. Ancak ekleme yapmanın doğru olmadığı da bir gerçektir” denilirken, açıklamada Chomsky’nin söylediği ‘iddia edilen’ cümlelere de yer verilmiştir. Ancak ünlü bir dil bilimci olan Chomsky’nin ‘İngilizce dil bilgisi hataları’ sosyal medyada gündem olmuştur. Ardından, "Yeni Şafak" gazetesi bir özür metni yayınlayarak söyleşiyi sitelerinden kaldırmıştır. 6 Nisan 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün İsmet İnönü tarafından zehirlendiği iddia edilmiştir. Bu iddiaya dayanak olarak ise, hangi arşivden elde edildiği bilgisi yer almayan üç adet mektup gösterilmiştir. Ancak, 1962 tarihli olduğu belirtilen bir mektupta yazım karakteri olarak 2009'da piyasaya sürülen Windows 7 "Tahoma italic" yazı tipi kullanılması, belgelerin gerçekliği hakkında kuşku uyandırmıştır. Belgelerdeki yazım dilinin 1930′ların dilinden daha çok günümüzde kullanılan Türkçe’ye benziyor olması, belgelerin gerçekliğini sorgulatan diğer bir etken olmuştur. İsmet İnönü ve Kasım Gülek'in aileleri "Yeni Şafak" gazetesi hakkında "suç duyurusunda bulunacaklarını" açıklamışlardır. Ayrıca, ünlü tarihçi İlber Ortaylı söz konusu haberi "deli saçması" olarak nitelemiştir. 30 Mart 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde, Fethullah Gülen'in Mason olduğu iddia edilmiştir ve çeşitli belgeler yayınlanmıştır. Ancak çeşitli mecralarca belgelerin sahte olduğu ve eski gözükmeleri için bir işleme tabi tutuldukları iddia edilmiştir. Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan bir rapora göre, "Yeni Şafak" Türkiye'de nefret söylemine en fazla rastlanan ulusal gazeteler arasında yer almaktadır. Hrant Dink Vakfı tarafından hazırlanan "Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil" raporuna göre, "Yeni Şafak" gazetesi 110 içerikle Gezi protestocularından 'düşman yaratma'da birinci olmuştur. Söz konusu raporda, "En yüksek sayıda düşman oluşturan ve hedef gösteren içeriklere sahip Yeni Şafak gazetesinde yabancı düşmanlığına; yabancı devletleri, istihbarat servislerini, uluslararası yatırımcıları ve basını hedef olarak ön plana çıkaran ve Gezi Olayları'nın uluslararası kaynaklarına vurgu yapan içeriklerde rastlanmıştır. Bunun yanı sıra; ülke içi siyasetin geçmiş ve şimdiki dinamiklerinden yararlanan ve toplumsal farklılıkları ayırıcı nitelikler olarak vurgulayan kutuplaştırıcı söyleme, gruplar arasında karşılaştırmalar yaparak ve makbul olanı belirterek hiyerarşi kuran ayrımcı dile ve son olarak Gezi Olayları'nın Türkiye ekonomisine verdiği zararı vurgulayan, yani ekonomik kaygılardan beslenen ayrımcı dile rastlanmıştır. Sonuç olarak düşman oluşturan ayrımcı söylem; hem yurt içinde Gezi Olayları sırasında öne çıkan toplumsal grupları iç düşman olarak hedeflemekte hem de Gezi Olayları'nın kimi zaman kaynağı kimi zaman ise kışkırtıcısı olarak gördüğü yabancı kişi ve kuruluşları Türkiye'nin bütünlüğünü tehdit ettikleri iddiasıyla dış düşman olarak göstermektedir." denilmektedir. "Zehra Develioğlu" isimli başörtülü bir kadın, 1 Haziran 2013 tarihinde Kabataş'ta Gezi eylemcileri tarafından fiziksel saldırıya uğradığını iddia etmiştir ve bu olaya diğer hükumet yanlısı gazetelerde olduğu gibi "Yeni Şafak" gazetesinde de yer verilmiştir. Subat 2014 tarihinde yayınlanan görüntülerde ise, saldırı veya taciz olmadığı ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, "Yeni Şafak" gazetesi "Zehra Develioğlu"nun ifadelerine dayandırdığı 'Önce tekmelediler sonra taciz ettiler' başlıklı bir haber yayımlayarak olayın doğruluğu konusunda ısrar etmiştir. Haberde, “Bugün akşam saatlerinde basın tarafından servis edilen görüntüler olay sırasında sanki hiçbir şey olmamış görüntüsü verilmeye çalışıldı. Fakat mağdurun verdiği polisteki ifadeler insanlık dışı olayların yaşandığını bir kez daha gün yüzüne çıkarttı” denilmiştir. 4 Haziran 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi protestocuların sığındıkları Dolmabahçe Camii'nde içki içtiklerini iddia etmiştir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da sık sık gündeme getirdiği bu iddia, caminin müezzini "Fuat Yıldırım" tarafından yalanlanmıştır. Daha sonra, caminin müezzini ve imamı başka yerlere atamışlardır. Recep Tayyip Erdoğan'ın yayımlanacağı konusunda söz verdiği görüntüler ise hiçbir zaman yayımlanmamıştır. Aynı tarihte, "Yeni Şafak" gazetesi "Miraç gecesinde sokakları karıştırma planı" başlıklı bir haber yayınlamıştır. Ancak iddia ettikleri türden eylemler yapılmamıştır. Yine aynı tarihli bir başka haberde, "Yeni Şafak" gazetesi bazı sosyal medya ve reklam ajanslarını 'eyleme sponsor olmakla' suçlamış ve açık bilgilerini yayınlayarak hedef göstermiştir. 6 Haziran 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi "Houston'dan ölüm emri" başlıklı bir haber yayınlamış, göstericilerin kullandıkları Zello isimli aplikasyonun Houston'daki bir k
aynak tarafından gösterilerden hemen önce Türkiye'deki gruplara açıldığını ve bu kaynaktan emir aldıklarını iddia etmiştir. 10 Haziran 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi İstanbul'da sahnelenen "Mi Minör" oyununun İngiltere merkezli bir ajansın desteği ile sahnelendiğini ve bu oyunda aylarca eylemlerin provası yapıldığını iddia etmiştir. 16 Temmuz 2013 tarihinde, "Yeni Şafak" gazetesi "Gezicilerin Korkunç İstanbul Planı" başlıklı bir haber yayımlamış ve gezi eylemcilerinin musluklarını açık bırakarak İstanbul'u susuz bırakmayı hedeflediklerini iddia etmiştir. İddia sosyal medyada büyük bir alay konusu olunca, söz konusu haber gazetenin internet sitesinden kaldırılmıştır. 11 Haziran 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı "İbrahim Sancak" Fethullah Gülen eleştirisi adı altında Yahudileri düşman konumuna yerleştirmiş ve hedef göstermiştir. 11 Temmuz 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı "Yusuf Kaplan" tüm Yahudilere hakaret etmiş, düşman konumuna yerleştirmiş ve hedef göstermiştir. 23 ve 30 Temmuz 2014 tarihlerinde, "Yeni Şafak" yazarı "İbrahim Tenekeci" tüm Yahudileri düşman konumuna yerleştirmiş ve hedef göstermiştir. 6 Haziran 2012 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı "A. Fuat Erdoğan" eşcinselliği “fıtrata aykırı bir sapma”, “derhal tedavi edilmesi gereken korkunç bir hastalık” ve “sapkınlık” şeklinde tanımlamış ve yazısı boyunca eşcinsellere yönelik aşağılama, hakaret ve ötekileştirme içeren ifadeler kullanmıştır. 11 Kasım 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Yusuf Kaplan heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimleri sapma olarak değerlendirdiği bir yazı kaleme almış ve LGBT bireyleri 'insan türünün sonunu getirecek bir felaket' olarak göstermiştir. 15 Mart 2015 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Hayrettin Karaman eşcinselliği "sapıklık ve ahlaksızlık" olarak nitelendirmiş ve de toplumun "eşcinsellere kötü bakmasının" bir hak olduğunu ifade etmiştir. 21 Haziran 2015 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Hayrettin Karaman "LGBT Onur Haftası"nı hedef almış ve de "eşcinseller kendilerini açıklayarak namuslu ve onurlu insanların aralarına katılamazlar, yaptıkları kabahat yüz kızartıcı bir fiil olarak tiksinti ile karşılanır" diyerek eşcinsellere karşı nefret söylemine başvurmuştur. 11 Kasım 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı Yusuf Kaplan, Erasmus programı karşıtı 'Erasmus değil, "Orgasmus" projesi!' başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Daha sonra, Yusuf Kaplan’un kızının Erasmus programıyla Paris’e gittiği ortaya çıkmıştır. 12 Ekim 2014 tarihinde, "Yeni Şafak" yazarı "Cem Küçük", Ahmet Hakan ve Fatih Altaylı'nın 'İhanetleri için büyük bir bedel ödeyecekleri' tehdidinde bulunmuştur. 11 Kasım 2014 tarihinde ise, "Yeni Şafak" yazarı "Cem Küçük", Aydın Doğan yazar Ahmet Hakan'ı "Hürriyet"ten kovmadığı takdirde bazı planlanmış inşaat projelerini gerçekleştiremeyeceğini iddia etmiş ve 'Aydın Doğan'ın kaderinin kendi ellerinde olduğunu' söylemiştir. Şubat 2014 tarihinde, "Milliyet" gazetesi yazarı Kadri Gürsel, "Yeni Şafak" yazarı "Cem Küçük" hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyette bulunmuştur ve de TCK’nın 125’inci maddesine göre yayın yoluyla hakaret fiilinden dolayı soruşturma açılmasını talep etmiştir. Gürsel, sebep olarak "Cem Küçük"ün kendisi hakkında yazdığı "eleştiri sınırlarını aşan, tahkir edici, hakaret içeren, sövgü dolu ve kamuoyu nezdinde düşmanlık yaratmaya dönük, hedef gösteren" yazıları göstermiştir. 4 Haziran 2015 tatihli "Yeni Şafak" gazetesinde, gönüllülerden oluşan ve de seçimlerin adil ve şeffaf olmasını hedefleyen "Oy ve Ötesi" oluşumu hedef gösterilmiştir. "Şaibe Çetesi" olarak nitelenen oluşum Avrupa ve ABD fonlarından maddi destek aldığı için suçlanmış, oluşuma destek veren Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Barosu, Antalya Barosu, Muğla Barosu, İstanbul Hepimizin, Babıhayal ve Denge ve Denetleme Ağı, Gazeteci ve Yazarlar Vakfı (GYV), P24 - Bağımsız Gazetecilik Platformu, Asuri Süryani Derneği, Cem Vakfı Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Vakfı Yenibosna Merkez Şubesi, Hebun LGBT Derneği / Varoluş (Hebun) Toplumsal Cinsiyet Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği, Hrant Dink Vakfı, İHD / İnsan Hakları Derneği, KAGİDER / Türkiye Kadın Girişimciler Derneği, Yeni Anayasa Girişimi, Türkiye Gazeteciler Sendikası gibi dernekler ise "dikkat çekici" olarak nitelendirilmiştir. Haberde hiçbir kanıta dayanılmadan "Oy ve Ötesi" oluşumunun "gelişmeleri manipüle ederek sosyal medya ağları ile paylaşacakları", "her türlü itiraz ve tartışmaların işbirliği içerisindeki medyaya servis edecekleri", "tüm stratejilerini HDP'nin barajı geçmesi üzerine kurdukları, sandıklar açılır açılmaz bu yönde propaganda yapacakları", "seçim sabahı sandık kurullarına kendi elemanlarını müşahit olarak sokmaya çalışacakları" iddia edilmiştir. 4 Haziran 2015 tarihli "Yeni Şafak" gazetesinde manşetten yayınlanan "PYD'nin Kobani katliamı" başlıklı haberde, PYD’nin Kobani’deki Mıştenur Hastanesi’ni IŞİD’ten geri alırken büyük bir katliam yaptığı ve hastanede bulunan 19 doktor, 28 hemşire ve 100'ü aşkın hasta hayatını kaybettiği iddia edilmiştir. Bölgede görev yapan Sınır Tanımayan Doktorlar ekibi tarafından yapılan açıklamada ise bu iddia yalanlanmıştır ve de "25 Haziran’daki saldırıda, Kobani'de bulunan Miştenur hastanesi henüz yapım aşamasındaydı. Saldırı sırasında, tesis tam olarak faaliyette değildi. Sabahın ilk saatlerinde tesis, IŞİD güçleri tarafından işgal edildiğinde içeride tıbbi ekip veya hasta bulunmuyordu. Bu saldırı boyunca MSF ekibinden hiç kimse yaralanmamış veya öldürülmemiştir” denilmiştir. Kaynak: E-dergi E-dergi yalnızca elektronik ortamda, genelde de genel ağda yayınlanan dergilere verilen genel ad. Türkiye'de e-dergicilik son dönemlerde oldukça hareketlenmiştir. Birçok site açılmıştır. Elektronik dergiler doğrudan pdf formatında yayınlayanlar olduğu gibi flash formatında da yayınlanabilmektedir. Özellikle son dönemde oyun sektöründe e-dergi formatlı yayınlar sıklıkla denenmiştir. Bunların başını 2007'nin son aylarında yayın hayatına başlayan E-Oyun Dergisi çekmiştir. E-Oyun dergisi o dönemde e-dergi formatına ön ayaklık etmiş ve akabinde birçok aynı formatlı yayın ortaya çıkmıştır. E-dergiciliğin en önemli avantajı okurların 7/24 zaman ve mekan sınırlaması olmaksızın istedikleri an dergiye ulaşabilme kolaylığı oluşudur. Bunun yanı sıra düşük maliyetli, uluslararası,ölçümlenebilir olması sebebi ile hemen her yıl internet reklamcılığı reklam verenlerin daha da fazla ilgisini çekmekte, yine hemen her yıl reklam pastası içerisinde yerini en çok büyülten mecra halini almaktadır. Bağımsız Devletler Topluluğu Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT; ), 8 Aralık 1991 tarihinde Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya arasında imzalanan anlaşma ile kurulmuş devletler topluluğudur. Anlaşma ile Sovyetler Birliği resmen yıkılmış oldu. 21 Aralık 1991 tarihinde de Estonya, Letonya, Litvanya, Ukrayna ve Gürcistan hariç tüm eski Sovyet Cumhuriyetleri bu anlaşmayı imzaladı. 1993 yılında Gürcistan da bu anlaşmayı imzaladı. Üye ülkeler sırasıyla; Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Özbekistan, Rusya ve Tacikistan'dır. İki kutuplu bir siyasi akım etkisinde olan Avrupa’da 1990 yılında Doğu Almanya ve Batı Almanya birleşince, Doğu Almanya NATO’ya alternatif olarak kurulmuş olan Varşova Paktı'ndan dolaylı olarak çekilmiş oldu. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasını ve üye devletlerde sosyalist rejimden çok partili parlamenter rejimlere geçilmesini takip eden 1 Temmuz 1991 tarihinde Varşova Paktı dağıtıldı. Rusya'nın bölge ve dünya siyasetindeki konumunu koruyabilmek için ihtiyacı olan yeni oluşum olan Bağımsız Devletler Topluluğu, Sovyetler Birliği’nde yer almış olan 15 devletin 11’inin katılımı ile aynı yılın aralık ayında kurulmuştur. 1993 yılında Gürcistan’ın da katılımı ile üye sayısı 12 olmuştur. 2005 yılında Türkmenistan’ın tam üyelikten çıkması, Ukrayna parlamentosunun anlaşmayı onaylamaması ve 2009 yılında Gürcistan ile 2014 yılında Ukrayna'nın topluluktan ayrılması sonucunda şu an 9 üye ülkesi bulunmaktadır. 2008 Güney Osetya Savaşı ile başlayan ve Rusya ile aralarında çıkan savaş sonrası Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili, Bağımsız Devletler Topluluğundan (BDT) çıkmaya karar verdiklerini açıkladı. 15 Ağustos 2008 tarihinde Gürcistan meclisi, Bağımsız Devletler Topluluğu'ndan ayrılma kararını onayladı. Gürcistan'ın Bağımsız Devletler Topluluğu üyeliği resmen 17 Ağustos 2009 tarihinde sona erdi. Ukrayna, 2014 yılının Mart ayında Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesinden sonra topluluktan ayrıldı. BDT’ye üye ülkelerin, çok yönlü iş birliğine yaklaşım farklılıkları ve gündemlerindeki sorunlara bölgesel çözüm arayışları gibi nedenlerden dolayı, katılımcıların sayısı ve daha etkin iş birliğinin sağlanması için bazı farklı devletler arası oluşumlara gidilmiştir. Söz konusu oluşumlar: Christiaan Huygens Christiaan Huygens (d. 14 Nisan 1629, ö. 8 Temmuz 1695), tanınmış Hollandalı bir matematikçi ve bilim adamıdır. Huygens özellikle bir astronom, fizikçi olasılıkçı ya da saat bilimi ile uğraşan kimliği ile bilinir. Huygens zamanının öncü bilim adamlarındandır. Huygens Satürn halkaları üzerinde teleskopik çalışmalar yaparak Satürn’ün "Titan" uydusunu keşfetmiştir ve ayrıca sarkaçlı saati keşfetmiştir. Huygens mekanik ve optik alanında önemli çalışmalar yayınladı ve şans oyunları üzerine öncü çalışmalar yaptı. Christiaan Huygens 14 Nisan 1629 yılında zengin ve nüfuzlu Hollandalı bir ailenin İkinci erkek çocuğu olarak Lahey’de dünyaya geldi. Huygens dedesinin ismini almıştır. Babası Constantijn Huygens, annesi Suzanna van Baerle idi. Annesi Christiaan Huygens’in kız kardeşinin doğumundan kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Huygens çiftinin, Constantijn (1628), Christiaan (1629), Lodewijk (1631), Philips (1632) ve Suzanna (1637) adlarında beş çocuğu vardı. Babası, Constantijn Huygens diplomat, Orange House’un danışmanı ve aynı zamanda şair ve müzisyendi. Galileo Galilei, Marin Mersenne ve Renē Descartes, Constantijn Huygens’in arkadaşlarıydı. Christiaan Huygens 16 ya
şına kadar evde eğitim gördü. Huygens minyatür değirmenler ve diğer makinelerle oynamayı çok severdi. Babası ona özgürlükçü bir eğitim verdi. Huygens dil ve müzik, tarih ve coğrafya, matematik, mantık ve söylem ve aynı zamanda dans, eskrim ve binicilik eğitimleri aldı. Babası Huygens’i Leiden Üniversitesi hukuk ve matematik bölümlerine gönderdi. Huygens burada Mayıs 1645’den Mart 1647 yılına kadar eğitim gördü. Frans van Schooter Leiden Üniversitesi’nde 1646 yılında bir akademisyendi ve aynı zamanda Huygens ve abisinin özel matematik öğretmeniydi. Descartes’in tavsiyesi üzerine bu görevi üstlenmiştir. Birkaç yıl sonra, Huygens yeni kurulan ve babasının müdürü olduğu Orange Koleji’nde çalışmalarına devam etti fakat kardeşi Lodewijk ve başka bir öğrenci arasında geçen düellodan sonra bir değişiklik oluştu. Constantijn Huygens bu kolejde 1669 yılına kadar sürecek olan başka bir göreve getirildi. Christiaan Huygens, hukukçu olan Johann Henryk Dauber’in evinde yaşamaya başladı ve İngiliz öğretim görevlisi John Pell ile matematik dersleri verdi. Huygens çalışmalarını Ağustos 1649 yılında tamamladı ve hemen diplomat olarak Nassau dükü ile çalışmaya başladı. Bu görev onu Bentheim’e ve daha sonra Flensburg’a gönderdi. Daha sonra Danimarka’ya gitti Kopenhag ve Helsingør’u ziyaret etti ve Stockholm’deki Descartes’i ziyaret etmek için Qresund’u geçmeyi umdu fakat bu gerçekleşmedi. Babası Huygens’in bir diplomat olmasını istedi, fakat bu da gerçekleşmedi. Siyasî anlamda 1650 yılında Birinci Stadtholdersles Dönemi başladı yani Orange House artık iktidar değildi ve bu durum Constantijn Huygens’i de etkilemiştir. Daha sonra babası, Christiaan’ın böyle bir kariyerle hiç ilgili olmadığını anladı. Huygens genellikle Fransızca ve Latince yazardı. Huygens Leiden ’de bir kolej öğrencisiyken 1648 yılında vefat eden Mersenne isimli bir muhabirle yazışmaya başladı. Huygens matematiğe karşı ilgili ve yetenekli biriydi. 1646 yılında katenar (zincir eğrisi) şeklinde bir asma köprü vardı. Huygens, Mersenne’nin sikloid hakkındaki endişelerini, salınımın merkezi ve yerçekimi sabiti gibi konular hakkındaki teorilerini ancak 1650’lerin sonlarına doğru ciddiye aldı. Ayrıca Mersenne müzik teorisi üzerine de yazılar yazmıştır. Huygens, ortalama ses tamperemanını (meantone temperament) tercih etmiştir. 31 eşit tamperemanda yenilik yapmıştır fakat yaptığı bu yenilikler daha önce Francisco de Salinas tarafınca düşünülmüştür ayrıca bu düşünceyi logaritma kullanarak keşfetmiş olup ortalama ses sistemi ile logaritma arasında yakın bir ilişki olduğunu ortaya çıkarmıştır. Huygens 1654 yılında Lahey’de bulunan babasının evine geri döndü ve kendini tamamen araştırmalara adamayı başardı. Ailesinin, Hofwijk’ten çok uzakta olmayan başka bir evi vardı ve Huygens yaz tatillerini burada geçirirdi. Onun bilimsel yaşamı depresyon nöbetleri geçirmesine engel olamadı. 1655 yılında Paris ziyaretinde kendini Ismael Boulliau’ya tanıtmak için onu ziyarete gitti. Daha sonra Boulliau, Huygens’i Cloudy Mylon’u görmeye götürdü. 1650’lerde Mersenne çevresinde toplanan Parisli alîm grubu ve sekreterlik rolünü üstlenen Mylon, Huygens ile bazı sorunlar yaşamıştır. Huygens 1656 yılında putperest olmasına rağmen büyük bir hayranı olduğu Pierre de Fermat ile karşı karşıya geldi. Fermat’ın araştırmanın ana düşüncesinin dışında kalması ve bazı olaylar hakkındaki iddialarının güvenilir olmaması şaşırtıcı ve buruk bir deneyim oldu. Fermat’ın endişeleri devam ederken Huygens matematik uygulamaları arıyordu. Huygens’in araştırma sonuçları ve keşifleri uzun sürede yayınlanırdı. Huygens’in ilk işi 1651 yılında kareleme alanında "Theoremata Karelemesini basmak "oldu." "Bu baskı yıllar önce Huygens’in Gregoire de Saint-Vincent ile tartıştığı ‘‘dairenin hatalı kare alma metodunu ‘’da içermektedir. Huygens’in tercih ettiği metotlar Archiemedes ve Fermat’tı. 1650lerde kareleme yöntemi önemli bir sorundu. Huygens 1652-1653 yılları arasında teorik açıdan küresel mercekler üzerine çalışmalar yaptı. Elde edilen sonuçlar 1669 Isaac Barrow’a kadar yayınlanmadı. Huygens’in asıl amacı teleskopları anlamaktı. Huygens 1655 yılında kendi merceklerini kardeşi Contantijn ile işbirliği yaparak bilemeye başladı. 1662 yılında iki mercekli oküler teleskop olarak şimdiki adıyla "Huygenian Merceği’ni "tasarladı. Mercekler, Huygens’in Baruch Spinoza ile tanışmasına sebep olan ortak bir ilgi alanıydı. Huygens ve Spinoza bilim hakkında oldukça farklı bakış açılarına sahiptiler. Spinoza daha kararlı bir Dekartçıydı (Decartes veya felsefesi ile ilgili) ve onun bazı tartışma yazışmaları günümüze ulaşmıştır. Huygens şans oyunları üzerine ilk tezini 1657 yılında yazmıştır. 1662 yılında Sör Robert Moray Huygens’e, John Graunt’un yaşam tablosunu gönderdi ve zamanla Huygens ve kardeşi Lodewijk yaşam beklentisi üzerine çalıştı. 3 Mayıs 1661 tarihinde, Huygens astronom Thomas Streete ve Reeve ile Richard Reeve tarafından Londra’da yapılmış teleskobu kullanarak Merkür’ün Güneş üzerinden geçişini gözlemlemiştir. Huygens, 1639 yılında Jeremiah Horrocks’un Venüs’ün geçişi üzerine yazdığı el yazısı ile Hevelius’u geçti ve böylece ilk basım 1662 yılında yapılmış oldu. Bu yıllarda, Huygens eski tip piyano çalıyor ve aynı zamanda müziğe ve Simon Steven’in teorilerine ilgi duyuyordu. Huygens 1663 yılında Kraliyet Derneği’ne üye oldu. 1663 yılı boyunca Huygens’in Paris’e yaptığı üçüncü ziyaretinde Montmor Akademisi kapatıldı ve Huygens Baconian (Sör Francis Bacon’u destekleyen) tarzı bir bilim programını savunmak için bir şans yakaladı. 1666 yılında Fransa’ya taşındı ve Louis XIV. tarafından yeni açılan Fransız Bilim Akademisi’nde bir pozisyona getirildi. Huygens, Paris’te önemli bir patrona sahipti ve Jean-Baptiste Colbert ile yazışma içerisindeydi. Huygens’in akademi ile ilişkisi her zaman kolay olmadı. 1670 yılında Huygens ağır hastalandığında, öldüğü zaman çalışma kâğıtlarının Kraliyet Derneği’ne bağışlanmasını sağlaması için Francis Vernon’u seçti. Daha sonra Fransa-Hollanda savaşında İngiltere’nin de bir parçasının savaşta yer almasının Huygens ile Kraliyet Derneği’nin arasındaki ilişkiye zarar verdiği sanılmaktadır. Denis Papin, Huygens’in asistanıdır. Huygens ve asistanı Papin’in projelerinden biri olan barut motoru beklenen başarıyı sağlayamadı. Papin 1678 yılında İngiltere’ye taşındı ve bu alandaki çalışmalarına devam etti. Huygens Paris Gözlemevi’ni kullanarak daha fazla astronomik gözlemler yapmıştır. Huygens, Leibniz’e 1673 yılında matematik ve analitik geometri dersleri verdi. Huygens ciddi derecede depresyona girdikten sonra 1681 yılında Lahey’e geri döndü. 1684 yılında tüpsüz hava teleskobu üzerine "Astroscopia Compendiaria’"yı yayınladı. Huygens 1685 yılında Fransa’ya tekrar dönmek istedi fakat Nantes Fermanı bunu engellemiştir. Babası 1687 yılında vefat etti ve Huygens’e Hofwijk’deki evi miras bıraktı. 12 Haziran 1689 yılında İngiltere’ye yaptığı üçüncü ziyaretinde Isaac Newton ile tanıştı. İzlanda Kristali hakkında konuştular ve daha sonra hareket direnci hakkında yazıştılar. Huygens 1693 yılında akustik olguyu şimdiki adıyla ses efektini gözlemledi. Huygens, 8 Temmuz 1695 yılında Lahey’de öldü ve Grote Kerk’e gömüldü. Huygens, Descartes ve Newton’un arasında Avrupa’nın öncü doğa felsefecisi olarak anılmıştır. Huygens Kendi zamanının mekanik felsefî ilkelerine bağlı kalmıştır. Özellikle de yerçekimi kuvvetini açıklamaya çalışmıştır. Huygens, Nisan 1661 yılında İngiltere’ye yaptığı ilk ziyaretinde Gresham Koleji’nin grup toplantısına katıldı ve Boyle’nin hava pompası deneylerini öğrendi. Huygens, 1662 yılının ilk aylarına kadar zamanını çalışmalarını çoğaltmaya harcadı. Bu uzun süreç deneysel ve teorik olarak bazı sorunlara neden olmuştur. Huygens 1650’lerde elastik çarpışma üzerine çalışmalar yaptı ama bu çalışmaları yayınlaması 10 yıl gecikti. Huygens, Descaters’in elastik çarpışma hakkındaki kanunlarının yanlış olduğunu söyleyerek doğru kanunları formüle etti. Huygens, Newton’un İkinci Kanunu’nun günümüzdeki halini kuadratik formda ifade etti. 1659 yılında merkezcil kuvvetin günümüzdeki standart formülünü dairesel hareketten yararlanarak elde etti. 1673 yılında yayınlanan bu genel formül astronomi yörünge çalışmaları için önemli bir adım oldu ve gezegensel hareketler üzerine Kepler’in üçüncü yasasından yerçekiminin ters kare yasasına geçişi sağladı. Huygens sarkaç üzerine yaptığı çalışmalarla basit harmonik hareket teorisine çok yaklaşmıştı fakat bu konu Newton tarafından onun ikinci kitabı olan Matematik Prensipleri’nde yer almıştır. Huygens, özellikle 1678 yılında Paris Bilim Akademisi’nce bildirilen ışığın dalga kuramıyla hatırlanmaktadır. Bu teori, 1690 yılında kendisinin ışık tezinin içinde yayınlanmıştır. Huygens bu yayında, dalga teorisinin el yazmasında ona yardımcı olan Ignace- Gaston Pardies’den de bahsetmiştir. Huygens’in temel ilkelerinden birisi de ışık hızının sonlu olduğudur. Bu teori kinematiktir ve teori büyük oranda geometrik optik ile sınırlıdır. Huygens 1669 yılında Rasmus Bartholin tarafından keşfedilen "İzlanda Kalsitinin "üzerinde çift kırılma olayını tecrübe etmiştir. Huygens ilk başlarda bulduğu şeyin ne olduğunu açıklayamadı. Daha sonra kendisinin dalga teorisi konsepti ile açıklamıştır. Huygens ışınların kırılmasına ve eğilmesine sebep olan eğri yüzey üzerine olan iddiaları geliştirmiştir. Newton 1704 yılında bu teorinin yerine ışığın parçacık teorisini önerdi. Huygens’in teorisi kabul edilmedi çünkü boyuna dalgalar çift kırınım olayını göstermemekteydi. Huygens projektörlerdeki mercek kullanımını incelemiştir. 1659 yazışmalarına göre Huygens, büyülü fenerin mucidi olarak yansıtılmıştır. Huygens mevcut saatlerden farklı olarak zamanı daha doğru ölçen saatler tasarlamıştır. Huygens’in sarkaçlı saat buluşu, zaman ölçmede çığır açan bir buluştur ve Huygens 1656 yılının sonlarına doğru sarkaçlı saatin bir prototipini yapmıştır. Bu yeni saatler navigasyon için uygundu. Aslında Huygens Bu icadı denizcilik sistemine yardımcı olması için bulmuştur fakat Huygens yerçekimini
n sarkaç üzerindeki etkisini göz ardı ettiği için uygun bir çalışma olmadı. Saat dünyanın merkezinden uzaklaştıkça yerçekimi etkisini kaybediyor ve sarkacın salınımında değişiklikler oluyordu. Bu nedenle Fransız Akademisi’nin Cayenne’ye yaptığı sefer olumsuz sonuçlanmıştır. Huygens, 1673 yılında "Horologium Oscillatorium sive de motu pendulorum (Zamanı Ölçme Biliminde Salınım veya Sarkaç Hareketleri) "adlı kitabı yayınlandı. Bu kitap Huygens’in yaptığı en önemli çalışmadır. Mersenne ve diğerleri tarafından sarkaçlar çok hassas olmayan sabit zaman aralıklarıyla gözlemlenmiştir. Sarkaçların periyotları salınım genişliğine bağlıdır. Huygens bir cismin üzerine etkiyen yerçekimi kuvvetiyle cismin aşağı doğru kaymasını gözlemleyerek aşağı doğru olan eğriyi bulmuştur. Böylelikle sözde Tautochrone sorununu çözmüştür. Ayrıca Huygens, Mersenne tarafından oluşturulan, salınım hareketi yapan herhangi bir şekildeki katı cismin periyodunu bulma sorununu çözmüştür. Bu, salınımın merkezi ve dönme noktasıyla olan karşılıklı ilişkinin keşfini kapsamaktadır. Huygens dairesel hareket yapan bir kordonun üzerinde ağırlık oluşturarak ve merkezkaç kavramını kullanarak konik sarkacı incelemiştir. Huygens, ideal matematiksel sarkacın periyod formülünü ağırlıksız bir ip kullanarak elde etmiştir. Huygens birleştirilmiş sarkaçların salınım periyodları üzerinde çalışmalar yaparak ‘’eylemsizlik momentini’’ geliştirmiştir. Huygens iki saat sarkacını aynı destek üzerinde birbirine monte ederek senkronize olmasını sağlamıştır ve böylelikle birleştirilmiş salınımları gözlemlemiştir. Huygens ve Robert Hooke spiral yay saatini aynı dönemde olmalarına rağmen birbirlerinden bağımsız olarak geliştirmişlerdir. Bu konu üzerine tartışmalar yüzyıllarca devam etti. Spiral yaylar bağımsız maşa kollarıyla birlikte modern saatlerin temelidir çünkü bunlar eşzamanlı olarak ayarlanabiliyordu. Ayrıca Huygens 1675 yılında ‘’cep saatinin’’ patentini almıştır. 1655 yılında Huygens, Satürn’ün çevresinde ince, düz ve ekliptik eğimli katı bir halka olduğunu ileri sürdü. Huygens kendisi tarafından tasarlanan 50 kat mercekle güçlendirilmiş teleskop kullanarak Satürn’ün uydusu olan ‘’Titan’ı"’’ "keşfetmiştir. Aynı yıl içerisinde Orion Nebula’sını (takımyıldızı) gözlemledi ve çizdi. Onun bu çizimi Orion Takımyıldızının bilinen ilk çizimidir ve 1659 yılında ‘’Satürn Sistemi’nde ‘’yayınlanmıştır. Huygens modern teleskoplar kullanarak takımyıldızını farklı yıldızlar halinde parsellemeyi başardı ve bu takımyıldızı içerisindeki koyu parlaklığa onun onuruna Huygenian Bölgesi adı verilmiştir. Ayrıca, Huygens birçok yıldızlararası nebulaları ve bazı çift yıldızları keşfetti. Huygens, Güneş sistemi, gezegenler ve evren ile ilgili olan görüş ve düşüncelerini" "yazdığı "Cosmotheoros" kitabında toplamıştır. Satürn’ün Titan Uydusuna indirilmiştir.) Huzur (roman) Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından yazılmış roman. 22 Şubat 1948 - 2 Haziran 1948 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi tarafından tefrika edilmiş, 1949 yılında da kitap olarak tek cilt halinde basılmıştır. 1949 yılından 2004 yılına kadar on üç kez basımı yapılan Huzur, en son Dergah yayınları tarafından yayınlanmıştır. Türk modernisminin öncülerindendir. Tanpınar, Dr. Tarık Temel'e ithaf ettiği 391 sayfalık romanını, 1939'da İstanbul'da Mümtaz karakteri çerçevesinde kurar. Romanda sevgilisi Nuran'a kavuşma - kavuşamama gelgitleri yaşayan, İkinci Dünya Savaşı'nın her an patlayacak olması korkusuyla tetikte bekleyen, Cumhuriyet sonrası kültürü red ya da kabul ikilemleri yaşayan, sorunlu bir kuşağın temsilcisi olan Mümtaz; ana hatlarıyla varoluş sorununa çare arayan bir İstanbulludur. Bir çocuklu dul Nuran, Mümtaz'ı seven ama toplum baskısı ve dedikodulardan bunalmış, yeni cumhuriyetin hayatına pek de olumlu katkısı olmadığı aşikar, sonuçta topluma karşı yenilen ve sevgisini yokedip, Mümtaz'la evlenmekten vazgeçen, kitabın ana kadın kahramanı. http://www.edebi.net/index.php/edebi-eserler/romanlar/936-ahmet-hamdi-tanp-nar-huzur-roman-oezeti Pedro Almodóvar Pedro Almodóvar (d. 24 Eylül 1949), İspanyol film yönetmeni. Uluslararası alanda tanınmış film yönetmenlerinden olan Almadóvar, filmlerinde melodram öğeleri sıklıkla kullanmaktadır. Filmleri, kompleks anlatımlar, popüler kültür, popüler şarkılar, güçlü renkler ve kuvvetli bir dekor anlayışıyla göze çarpmaktadır. David Hilbert David Hilbert, (23 Ocak 1862, Königsberg - 14 Şubat 1943, Göttingen) ünlü Alman matematikçi. Geometriyi bir dizi aksiyoma indirgeyen ve matematiğin biçimsel temellerinin oluşturulmasına önemli katkıda bulunan Alman matematikçi David Hilbert integralli denklemlere ilişkin çalışmalarıyla fonksiyonel analizin 20. yüzyıldaki gelişmesine öncülük etmiştir. 1895 ile 1929 yılları arasında Göttingen Üniversitesi'nde profesörlük yaptı. Yirminci yüzyılın başlarında, Alman matematik okulunun önderi sayılır. 1897 yılında cisim kavramını ve cebirsel sayılar cisminin kuramını kurdu. 1890 yıllarındaki ilk çalışmaları sırasında, cebirsel geometri ve modern cebirde önemli bir rol oynayan çokterimli idealleri kuramının temellerini atarak, invaryantlar kuramının temel kanunlarını ortaya koymayı başardı. 1899 yılında, geometrinin temelleri üstüne araştırmalarının bit sentezi olan "Geometrinin Temelleri" adlı eserini yayınladı. Bu, matematiğin çeşitli bölümlerinde aksiyomlaştırma amacına yönelen birçok verimli çalışmaya yol açtı. Somut görüntülere başvurmaktan kaçınan Hilbert, noktalar, doğrular ve düzlemler diye adlandırdığı "Üç nesne sistemini" matematiğe soktu. Ne oldukları kesin olarak gösterilmeyen bu nesneler, 5 grupta toplanmış 21 aksiyomla açıklanan bazı ilişkiler ortaya koyar. Ait olma, sıra, eşitlik veya denklik, paralellik ve süreklilik aksiyomu bunlardandır. Bundan sonra, aksiyomlardan birinin veya öbürünün doğrulanmadığı geometriler kurdu. Temel terimleri kendilerine aksiyomlarla yüklenen özelliklerden başka özelikleri bulunmayan mantıksal varlıklar olarak ele aldı. Klasik matematiği savunmak ve ondaki apaçıklığı göstermek için Brouwer ile giriştiği tartışmalar, matematikte geniş biçimli incelemelere yol açtı. 1930'da Göttingen Üniversitesi'nden emekli olan Hilbert, aynı yıl Königsberg'in fahri hemşeriliğine seçildi. Hilbert'in bu seçim nedeniyle yaptığı "Naturerkennen und Logik" (Doğanın Anlaşılması ve Mantık) başlıklı konuşmasının son tümcesi şöyledir: "Wir müssen wissen, wir werden wissen. (Bilmeliyiz, bileceğiz.)" Burun Burun, anatomik olarak, yüz üzerinde alınla üst dudak arasında bulunan, dışa çıkıntılı, iki delikli koklama ve solunum organı. Koku alma organıdır. Burun boşluğu iki delikle dışarı açılır. Diğer taraftan da yutağa bağlanır. Burnun içerisinde mukus tabakası, kılcal damarlar ve kıllar bulunmaktadır. Burnun iç kısmının tüylü ve nemli oluşu sayesinde dışarıdan alınan hava nemlendirilir ve temizlenir. Kılcal damarlar sayesinde hava ısıtılır. Koku almaçları ve duyu sinirleri burun boşluğunun üst kısmında bulunur. Bu bölgeye sarı bölge denir. Bir kokunun burun tarafından algılanabilmesi için mukus içerisinde çözünmüş olması gerekir. Çözünen madde koku alma hücrelerini uyarır. Uyartı koklama ile beyne iletilir.En çok yorulan duyu organımız burundur. Böylece koku alınmış olur.Memelilerde burundan giren hava filtre edilir, ısıtılır ve nemlendirilir. Alınan havanın filtre edilmesi yani süzülmesi, burun kılları ve mukus yüzey sayesinde gerçekleşir. Solunum havası kılcal damarlarlar yardımıyla ısıtılır. Havanın nemlendirilmesi ise mukus bezlerinin salgıları sayesinde olur. Burun, insan organizmasında belli başlı beş görev üstlenmiştir: Bilindiği gibi koku duyusunu beyne taşıyan sinir “Koku siniri”dir (nervus olfaktorius, 1. kafa siniri). Bu sinirin ince uzantıları burun boşluklarının “Burun üst konkası” üzerinde kalan bölümünü örten mukoza tabakasına dağılır. Böylece solunan havayla dış çevreden buruna giren koku uyarıları, koku sinirini uyarır. Burnun önemli görevlerinden biri de solunum yollarının başlangıcını oluşturmasıdır. Burun ön deliklerinden burun boşluklarına giren hava, burun arka deliklerinden (koanalar) nazofarinkse (yutağın ön üstbölümü) geçer. Hava dahasonra farinksten (yutak) aşağı doğru inip gırtlağa (larinks), oradan da nefes borusu yoluyla akciğerlere ulaşır. Burnun kemik ve kıkırdaktan yapılmış iskeleti solunum yollarının başlangıç bölümünün oldukça sert ve dayanıklı bir hava geçidi olmasını sağlar. Burnun bir diğer önemli işleviyse solunan havanın bronşlar ve akciğerler için uygun bir nemlilik ve sıcaklık düzeyine ulaşmasını sağlamaktır. Anımsanacağı gibi burun boşlukları “Konka” denilen bölmelerle üç ana bölüme ayrılmıştır. Burun deliklerinin içini örten mukoza damar ve salgı açısından zengindir. Solunum havası burun boşluğuna girdiğinde burun bölmeleri arasında yol alırken mukozadaki kan damarlarında dolaşan kandan ısı çekerek ısınırken yüzeyi salgıyla örtülü olan mukozadan da nem çekerek nemlenir. Örneğin 20 °C sıcaklığa sahip bir odada burundan nefes alan bir kimsede solunum havası gırtlağa geldiğinde 32 °C ısınmış ve % 98 oranında nemlenmiş olur. Aynı kişi aynı yerde ağzından soluk alacak olursa, solunum havası gırtlağa geldiğinde 30 °C ısınmış ve % 80 nemlenmiş olur. Sıcak ya da soğuk ve kuru hava gırtlak, nefes borusu, bronşlar ve akciğerler için tahriş edicidir. Burun yukarıda belirttiğimiz işleviyle solunan havanın sıcaklık ve/veya nemlilik yönünden taşıyabileceği olumsuz özelliklerini gidererek, rahat solunacak bir hava yaratmaktadır. Burnun çok önemli bir diğer göreviyse solunum havasındaki tozları yakalamaktır. Bilindiği gibi burun boşluklarının yüzeyini örten mukozanın (”burun üst konkası” altında kalan bütün solunum bölgesinde) en üst tabakası silialı epitel hücrelerine sahiptir. Silia denilen ve eldiven parmağına benzetebileceğimiz bu uzantılar, solunum havasından mukoza üzerine düşen tozlan burnun salgısıyla birlikte burnun dışına doğru adeta süpürürler. Böylece solunum havası bir ölçüde temizlenmiş olur. Burun “Mukus” (sümük) denilen bir salgı salgılar. Bu salgı hafif
asit özellikte olduğu gibi, içinde “îmmün globulin A” (IgA) denilen bir bağışıklık globulini (antikor) taşır. Sümüğün gerek hafif asit oluşu ve gerekse içerdiği IgA, solunan havadaki çeşitli mikropların öldürülmesini sağlayarak solunum yollarını belli bazı canlı hastalık etkenlerine karşı korur. Bazı mikroplar ve özellikle grip, nezle etkeni olan virüsler, kirli hava, SO2, CO, kuru hava siliaların süpürme işlevlerini bozar, durdurur. Bu gibi durumlarda burnun temizleme işlevi bozulacağından, havadaki canlı hastalık etkenleri kolayca burun ve üst solunum yollarını tutup buraları iltihaplandırırlar Kenzaburo Oe Kenzaburō Ōe "(Japonca:" 大江健三郎, "d. 31 Ocak 1935)", Japon yazar. 1935 yılında Şikoku'nun bir köyünde doğdu. Japonya'nın en prestijli üniversitesi olan Tokyo Üniversitesi'nde Fransız Edebiyatı eğitimi gördü. Türkiye'de özellikle "Kişisel Bir Sorun" eseri ile tanınan yazar, Japonya'nın gelmiş geçmiş en güçlü sosyal ve politik eleştirel yaklaşımını roman dünyasına taşıyarak Japon edebiyatında kendine özgü bir yer edindi. Onun bu özelliğini yansıtan entelektüel niteliği yüksek romanları ona 1994 yılında Nobel Edebiyat ödülünü getirdi. Savaşçı sınıf kökenli olup geleneklerine bağlı bir taşra ailesinde yetiştirilmiştir. Yaşıtı Japon çocuklarının çoğu gibi Oe de, Japonya’nın müttefik güçlere yenildiğini ve teslim olduğunu, II. Dünya Savaşı’nın bittiğini radyoda imparator Hirohito’nun kendi ağzından duyuşuna kadar İmparator’un yaşayan bir Tanrı olduğuna inanmıştır. Ancak İmparator’un kendisi gibi bir insan olduğunu öğrenen Oe, dünya algısını sonsuza dek değiştiren kayboluş ve yıkım duygusunu yaşamıştır. Babasının erken ölümü, II. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın yenilmesi ve son olarak da oğlu Hikari’nin beyin fıtığı nedeniyle engelli olarak doğması Oe’nin hem kişisel hem de edebiyat hayatındaki en etkili olaylardır. Eserlerinde Sartre, Mailer, Faulkner, Melville, William Blake, William Butler Yeats, Charles Dickens, Fyodor Dostoyevsky, Miguel de Cervantes, Dante ve Chi-ha gibi çeşitli yazarları birleştirmiştir. Kuvars Kuvars, oldukça saf "silisyum dioksit" ("SiO") kristallerine verilen addır. Özgül ağırlığı 2,65 g/cm³, sertliği 7 olan kuvarsa doğada çok rastlanır. Heksagonal sistemde kristalleşen kuvars, doğada kristal ya da amorf (biçimsiz) halde bulunabilir. İçindeki yabancı maddelerin cins ve miktarına göre, saydam, renkli ya da yarı saydam durumdadır. "Renkleri" : Kuvarsın rengi beyaz (süt kuvars), mor (ametist), pembe kuvars, duman renkli füme gibi çeşitli renklerde olabilir. "Beraber bulunduğu mineraller" : Alkali feldspatlar ve plajioklaslar. Kumlarda bolca bulunan kuvarsın saf olmayanları içinde demir vardır. Beyaz kum olarak bilinen oldukça saf kuvarslar cam endüstrisinde kullanılır. Kuvars kristali mor-ötesi ve kızılaltı ışınımları saydamdır; bu bakımdan morötesi lambaların ve P. Curie tarafından ortaya kondu. Bu özelliğinden dolayı elektronik sanayiinde osilatör olarak kullanılır. Eritilen kuvarstan, ısınınca genleşme oranı çok düşük olan bir cam elde edilir. Ani sıcaklık değişikliklerinden etkilenmesi istenmeyen malzemelerin yapımında kuvarstan yararlanılır ve çakmaklarda kıvılcım çıkartarak çıkan gazın yanması sağlanır ve çakmağınız yanar. Benzer bir başka uygulama ise, yeni bir tür dizel motorlarda, dizel çevrimini gerçekleştirmek için gereken yakıt-oksijen karışımının, motor üst kapağında bulunan bölmede duran kuvars minerali tarafından piston çarpması sonucu çıkan kıvılcım tarafından yanması ve çevrimin gerçekleşmesidir. Kuvars piezoelektrik bir taştır. Üzerine uygulanan belli bir mekanik basınç etkisiyle (sıkışma,esneme,burma) kristal yüzeyleri arasında bir elektriksel gerilim üretir. Bu özelliği sayesinde aynı zamanda kuartz saatlerde de kullanılır. George Washington Pierce kuvars salıngacını dizayn edip patentini aldı (1923). 1927'de Warren Marrison ilk kuvars salıngaçlı saati icat etti. Bilindiği gibi katı maddeler yüklü parçacıklardan oluşur ve bir katı madde içindeki negatif ve pozitif yüklü parçacıklar dengededir (yani kati madde elektriksel olarak yüksüzdür). Ancak mekanik bir yolla malzeme üzerine bir kuvvet uygulamak, yüzey yüklerinin oluşmasına neden olabilir. Bir kristalde piezoelektrik özelliğin gözlenmesi, bu yüzey yüklerinin oluşmasına bağlıdır. Fakat simetri özellikleri bu yüklerin oluşması için gerekli koşulları kısıtlamaktadır. Bu nedenle simetri merkezi olmayan kristaller bu iş için en uygun malzeme grubunu oluşturmaktadır. Elektriksel olarak yüksüz ve yapısal simetri merkezi bulunmayan bir kristale uygulanan basınç, artı yüklerin merkezi ile eksi yüklerin merkezinin birbirlerinden hafifçe ayrılmasına ve kristalin karşılıklı yüzeylerinde zıt yüklerin ortaya çıkmasına neden olur. Yüklerin bu şekilde ayrılması bir elektrik alanı yaratır ve kristalin karşılıklı yüzeyleri arasında ölçülebilir bir potansiyel farkı oluşur. Piezoelekrik etkiyi ifade eden bu surecin tersi de geçerlidir. Ters piezoelektrik etkide de, karşılıklı yüzeyleri arasına bir elektrik gerilimi uygulanan bir kristalde boyutsal bir sekil değişimi oluşmaktadır. Piezoelektrik malzemeler, baslıca iki malzeme grubundan oluşur; kuvars ve turmalin gibi doğal olarak piezoelektrik etki gösteren kristaller ile kutuplanma sonrasında piezoelektrik etki gösteren ferroelektrik malzemeler. Reşat Oyal Kültür Parkı Reşat Oyal Kültür Parkı, 1955’te Bursa'da Belediye Başkanı Reşat Oyal tarafından Kültürpark adıyla hizmete açılan park. 393.000 metrekarelik alana kurulmuştur. Konumu, büyüklüğü ve yeşil dokusuyla kent merkezi için büyük öneme sahiptir. İçinde sandalla gezilen bir göl alanı, çevresinde çay bahçeleri, lokantalar, Bursa Arkeoloji Müzesi, Konservatuvar Binası, Açık Hava Tiyatrosu bulunur. 1958'de yılında gerçekleşen ulusal bir yarışma ve 1985'te parkın fuar alanına dönüştürülmesi için açılan ikinci bir yarışma sonucunda elde edilen projelere göre düzenlenmesi gerçekleşmiştir. 143.000 metrekarelik yeşil alana sahiptir ve 61 türde yaklaşık 5000 adet ağaç bulunmaktadır. 1 "sıla ağacı", 3 "gingko ağacı" gibi endemik bitki türleri ile tarihi anıt nitelikte tescilli ağaç türleri bulunmaktadır. Bunlar 2 adet "manolya ağacı", 1 adet "uludağ göknarı", Tarihi Yağcılar Çınarı olarak anılan 1 adet çınar ağacıdır. 1963’teki ilk festivalden itibaren Uluslararası Bursa Festivali'ne ev sahipliği yapmaktadır. 1999’da Reşat Oyal’ın ismi Kültürpark’a verilmiştir. Bursa Botanik Parkı Bursa Botanik Parkı, İzmir-İstanbul yolu üzerinde Bursa Hayvanat Bahçesi'nin bitişiğinde kurulmuş 400 dönümlük parktır. 1998'den beri 1. derecede doğal sit alanıdır. Bitkisel araştırma ve bilimsel çalışmalara açık bir parktır. Parkın yapımı 1995’de başlamış ve 1998 yılında kullanıma açılmıştır. Park içinde Spor için koşu yolları, yürüyüş yolları, bisiklet yolları, kültür fizik aletleri, masa tenisi alanları ve bir otomobil pisti bulunur. Parkta bisiklet kiralamak mümkündür. 150 tür ağaç, 27 çeşit gül, 76 tür çalı, 20 tür örtücü bitki bulunur. Botanik Park'ta Japon Bahçesi, Fransız Bahçesi, İngiliz Bahçesi, gül bahçesi, kaya bahçesi, kokulu bitkiler bahçesi, şekilli bitkiler bahçesi gibi adlarla değişik bahçe alanları oluşturulmuştur. Her yıl uluslararası Lale Festivali nedeniyle 200-250.000 lale ekilir. Parkın projesini İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Ahmet C. Yıldızcı hazırlamıştır. Bursa Evleri projesini ise Y. Mimar Hüsrev Tayla gerçekleştirmiştir. Burfaş (Bursa Park-Bahçe Sosyal ve Kültürel hizmetler Tic. A.Ş.) tarafından işletilir.Ve girişler ücretsiz şekilde ziyaret edilir. Soğanlı Hayvanat Bahçesi Soğanlı Hayvanat Bahçesi (Bursa Hayvanat Bahçesi), Bursa'da 1998 yılında hizmete açılan Avrupa standartlarındaki hayvanat bahçesidir. Bursa Hayvanat Bahçesi’nde hayvan barınakları doğal yaşama uygun olarak düzenlenmiştir. İzmir - İstanbul yolu üzerinde gecekondu önleme bölgesinde kuruludur. Avrupa Hayvanat Bahçeleri Birliği üyesi olan hayvanat bahçesinde daha çok Türkiye’ye özgü 67 farklı türde 600 hayvan barınmaktadır. Ayı, kurt, aslan, leopar, yırtıcı kuşlar, su kuşları, lama, yaban eşeği, deve, maymun bölümleri ile deve kuşları ve zebraları barındıran Afrika Savanı bölümü bulunmaktadır. Bunların haricinde içerisinde 9 gölet, yürüyüş yolu, 3000 ağaç (çoğu meşe) bulunmaktadır. Su kuşları için ayrılan bölümde dev bir kafes ve gölet bulunur, gezinti yollarına giren ziyaretçiler kuşları aralarında hiçbir engel olmadan izleyebilir. Bahçenin tam ortasında Cumalıkızık köyünün bir sokağındaki yapılar kopya edilmiştir. "Çocuk Köyü" adlı bu bölümde çocuklar, çiftlik hayvanlarına temas edebilir yem verebilir. Soğanlı Hayvanat Bahçesi, her yıl 100-150 bin kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilir. Bursa Anadolu Erkek Lisesi Bursa Erkek Lisesi "(Mekteb-i İ'dâdî-i Mülkî, Bursa Mekteb-i Sultanisi, Bursa Lisesi, 'Bursa Anadolu Erkek Lisesi)" Bursa'da 19. yüzyıl sonunda kurulan ve halen Anadolu lisesi statüsünde faaliyete devam eden eğitim kuruluşu. "Mekteb-i İ'dâdî-i Mülkî" adında iki sınıflık bir okul olarak açılan okul, 2005 yılından beri "Bursa Anadolu Erkek Lisesi" olarak eğitim verir. Adında “erkek lisesi” ifadesi kalsa da karma eğitim yapılmaktadır. 19. asır sonlarında başlatılan eğitim seferberliği sırasında 1883 veya 1855'te şehir merkezindeki Veli Şemsettin Mahallesindeki Necip Bey konağında "Mekteb-i İ'dâdî-i Mülkî " adında iki sınıflık bir okul olarak açılmış; iki sene sonra da sınıf sayısı dörde çıkarılmıştır. Okulun kuruluş amacı öğrencilerine iş ahlâkı kazandırmak ve devletin ihtiyaç duyduğu ara eleman sıkıntısını gidermekti. Rüşdiyye ve sultani arasında bir hazırlık okulu özelliği taşıyordu. İlk olarak 1889 Temmuz'unda 5 öğrenciyi mezun etti. 1892-1893 ders yılında okul, rüştiye sınıflarını da içine alarak yedi sınıflı hale getirildi. Öğrenci sayısının hızla artması üzerine 1888 yılında konak arsası üzerine yeni bir binanın inşaatı başladı. İnşaatın başlamasında bir yıl sonra yanındaki arsa da satın alınarak okul arazisine katıldı. Okulun bitirilmesi için
büyük gayret sarf eden Vali Mahmut Celalettin Paşa, inşaat henüz bitmediği halde 1890 yılında bir kitabe hazırlatmıştır. Kitabedeki manzumenin son iki beyiti şöyledir: “"Celal itmamına vali iken nazmeyledi tarih Bu ali mektebi Abdülhamit Han eyledi nev–bünyad"” (Bu yüce mektebi Abdülhamit Han yaptırdı. Tamamlandığında Vali Celal, şiiriyle tarih düştü.). Yapı istenene üsrede tamamlanamadığı ve vali Mahmut Celalettin Paşa valilikten ayrıldığı için kitabe yerine konulamadı. Yeni bina 1891’de tamamlanarak hizmete girdi. 1890'lı yılların başında okul yatılı hale getirildi. 1893'te okulun etrafındaki on ev satın alınıp okul arazisine dâhil edildi. Binaya 1903-1906 yılları arasında kütüphane, yatakhane, yemekhane, kapalı bir teneffüshane 1911’de de hamam ilave edildi. 1903 yılının sonlarına doğru okulda ziraat, ticaret ve sanat şubeleri açıldı. Ayrıca 1904'te okul bahçesine ayrı bir teşkilat olarak "Müze-i Hümayun" adıyla Bursa Müzesi açılmıştır. Osmanlı, Selçuklu, Roma ve Bizans dönemlerine ait eserler 1926'da Yeşil Medrese'ye taşınana kadar burada sergilendi. Yunan işgalinde binanın bir kısmı hastane olarak kullanıldı 1910-1911 ders yılı başında adı Bursa Sultanî Mektebi olarak değiştirilmiş olan okul, 1923-1924 ders yılında Bursa Lisesi adını aldı. Atatürk okulu 23 Ağustos 1924 ve 3 Mart 1925 tarihlerinde olmak üzere iki defa ziyaret etmiş ve şeref defterine, ""Bursa Sultanîsi'nde geçirdiğimiz saatlerin çok kıymetli hatırası ile daima memnun olacağım"" notunu düşmüştür. Mustafa Kemal, ziyareti sırasınd aHarbiye Okulu’nda iken kendisinin de Fransızca öğretmeni olan Nevres Bey'in de ders verdiği sınıfı ziyaret etmiş; bu sınıf 1998’de bir plaketle daha kalıcı hale getirilmiştir. 1960'da yıkılan eski binanın yerine yatakhane, 1973 yılında betonarme ek bina yapılmıştır. Okulda, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Şaik Gökyay, Kazım Baykal, Ziya Samar, Süleyman Nazif gibi ünlü isimler öğretmenlik yapmış, yetiştirdikleri öğrenciler ise bilim, sanat, politika ve sosyal hayatta önemli görevler üstlenmişlerdir. Okul bahçesinde 1960’ta dikilen Atatürk’ün büstünün yanı sıra okulda öğretmenlik yapmış önemli kişilerin büstleri mevcuttur. İlk hikâyesi olan “"İpekli Mendil"”'i Bursa Erkek Lisesi'nde öğrenciyken edebiyat dersi ödevi olarak yazan Sait Faik Abasıyanık da okul tarihinin önemli kişilerindedir. Okul 2005 yılından itibaren Anadolu Lisesi olarak öğretime devam etmektedir. Mayıs 2011 yılında okulun tarihini anlatan Bursa Mekteb-i Sultanisi kitabı yayınlanmıştır. Mayıs 2016'da okulun adından "Anadolu" ibaresi kaldırılmıştır ancak Anadolu lisesi olarak eğitim vermektedir. Okulun Geleneksel "Pilav Günleri" her yıl Mayıs ayının son Pazar gününde saat 10:00'da yapılmaktadır. Tophane Teknik Okulları Tophane Teknik Okulları, Bursa'nın Tophane semtinde 5 adet teknik lise ve meslek lisesini bir arada bulunduğu bir eğitim kurumudur. Bursa’lı önemli sanayi ve iş adamlarından bir kısmı buradaki teknik okullarda yetişmiştir. İlk defa 1868 yılında Bursa valisi tarafından ıslahhane olarak kurulmuştur. 1899’da okula Hamidiye Sanayi Mektebi adı verilmiştir. 1914’de Vasıf Çınar(Moskova Büyükelçisi)’ın okulda görev yaptığı dönemde, yedi yıllık lise haline gelmiştir. 1952’de Bursa Erkek Sanat okulu ( 3 yıllık) adını almıştır. Sanatokulları 1968 yılında tüm yurtta kapatılmış, Teknik Lise haline dönüştürülmüştür. 1974’de okul Bursa Teknik Lise ve Endüstri Meslek Lisesi olmuştur. Okul 2006 yılında M.E.B. tarafından en kaliteli okul seçilmiştir. Okulun bünyesinde; Bilgisayar, Elektronik, Elektrik, Makina, Kalıp, Tesviye, Model, Makina Ressamlığı, Mobilya Dekorasyon, Döküm,Plastik İşleri bölümleri bulunmaktadır.2009'da anadolu teknik kısmına itfaiye bölümüde eklenmiştir. Tophane Teknik okulları şu okullardan oluşur: Tophane Teknik Lisesi, Tophane Anadolu T. L., Tophane Endüstri Meslek Lisesi, Tophane Anadolu M.L., Tophane Akşam Pratik Sanat okulu. Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu, Bursa’da,Jandarma Genel Komutanlığı'na astsubay yetiştirmek için meslek yüksek okulu düzeyinde eğitim ve öğretim yapan, iki yıl süreli bir askeri okuldur. 18.12.2017 tarihinde alınan karar ile daha önce Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde Türk Kara Kuvvetleri ve Türk Hava Kuvvetleri Harp Okullarına öğrenci yetiştiren okul, İçişleri Bakanlığı'na bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Komutanlığına devredilerek "Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulu" adını almıştır. Okul eğitime 5 Ocak 2018 tarihinde diğer okuldan yapılan nakille bin 700 öğrencisi ile başlamıştır. Eylül 2018'den itibaren Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu, her yıl bin 500 yeni öğrenci alarak eğitimine devam edecektir. Işıklar Askerî Lisesi 1844 yılında, Sultan Abdülmecid devrinde askerî idadilerin açılmalarına karar verilmesi üzerine "Mekteb-i Fünun-u İdadi" adı altında kuruldu. Bir kumaş fabrikasının kamulaştırılarak okul haline getirilmesiyle 15 Şubat 1845 tarihinde açıldı. Işıklar Askerî Lisesi'nin ilk komutanı Yüzbaşı Ali Efendi idi. 5 sınıflı olarak açılan okulun ilk yılında yalnız 5. sınıfa 32 öğrenci alındı, diğer sınıflar sonraki yıllarda açıldı. Öğrencilerin bir kısmı yatılı; diğerleri gündüzlü idi. Okul, ilk mezunlarını 1853 yılında verdi. 1855 yılındaki Büyük Bursa depreminde hasar gören okul; bu dönemde civardaki birkaç evin de kamulaştırılması ile genişletildi. Bugünkü okul binalarının yapımı 21 Mayıs 1890 tarihinde 14.000 metrekarelik bir alan üzerinde başladı. 29 Mayıs 1892 tarihinde Bursa Valisi Münir Paşa tarafından büyük bir törenle hizmete açıldı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Bursa'nın Yunan işgaline uğraması ile öğrenime ara veren okul; Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra 28 Kasım 1922 tarihinde "Askerî İdadi" adıyla açıldı. 1926 yılında "Bursa 2. Lisesi" adı altında Millî Eğitim Bakanlığı idaresine bırakıldıysa da aynı sene yeniden Millî Savunma Bakanlığı'nın yönetimine girdi ve "Bursa Askerî Lisesi" adını aldı. 1928 yılından itibaren okulun ilk beş sınıfı ve sonraki senelerde de her sene birer sınıf olmak üzere ilk ve orta kısımları kaldırıldı; yalnız lise kısmı kaldı. Bursa Askerî Lisesi, 31 Temmuz 1961 yılında tekrar lağvedildi; bina ve tesisler önce 1. Ordu istihbarat birliğine, bir yıl sonra da Personel Okuluna teslim edildi. Eylül 1973 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı ülkede yeniden ikinci bir askerî lisenin açılmasına karar verilmesi üzerine; tarihi Bursa Askerî Lisesi, açılışından 129 yıl sonra ikinci kez, "Işıklar Askerî Lisesi" adı ile 28 Haziran 1974 tarihinde hizmete girdi. Okul ertesi yıl, "yabancı dile ağırlık veren" sistemle öğretime başladı; ve 4 sınıflı oldu. Işıklar Askerî Lisesi, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı arasında 2008’de yapılan protokol ile Hava Kuvvetleri Komutanlığına devredildi ve "Işıklar Askerî Hava Lisesi Komutanlığı" adını aldı. 2016 Türkiye askerî darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamındaki Kanun Hükmündeki Kararname gereğince 31 Temmuz 2016 tarihinde diğer askeri liselerle birlikte kapatıldı. 7 Ağustos 2016’da tarihi Işıklar Askerî Hava Lisesi’nin geleceğini İl Jandarma Alay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Hacıoğlu açıkladı. Ahmet Hacıoğlu'nun açıklamalarına göre Işıklar Askerî Hava Lisesi, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisine devredilecekti. Nitekim 18 Aralık 2017'de Işıklar Askerî Hava Lisesi'nin ismi "Işıklar Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulu" olarak değişti. Bursa İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Ahmet Hacıoğlu'nun açıklamasına göre okul eğitime Eylül 2018'de başlayacak. Jandarma Genel Komutanlığı'nın resmî Facebook sayfasından yapılan açıklamaya göre okul 05.01.2018 tarihinde diğer okullardan yapılan nakille bin 700 öğrencisine eğitim vermek üzere açıldı. Okul Eylül 2018'den itibaren her yıl bin 500 öğrenciye eğitim vermek üzere kendi öğrencilerini alacak. Uludağ Uludağ, Bursa ili sınırları içinde, 2.543 m yüksekliği ile Türkiye'nin en büyük kış ve doğa sporları merkezi olan dağ. Uludağ; Marmara Bölgesinin en yüksek dağıdır. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ'ın uzunluğu 40 km'yi bulur. Genişliği ise 15–20 km'dir. Toplu ve heybetli bir görünüşe sahip olan bu dağın Bursa'ya bakan yamaçları kademeli, güneye Orhaneli'ne bakan tarafları ise düz ve daha diktir. En yüksek noktası göller bölgesinde yer alan Uludağ tepe'dir (2.543 m). Uzaktan Bursa'ya yaklaşılırken ve oteller bölgesinde görülen yüksek tepe genelde zirve olarak algılanır. Hâlbuki Zirve gibi görünen o tepenin ismi Keşiş Tepedir ve yüksekliği 2.486 m'dir. Uludağ tepe (2.543 m) Keşiş Tepenin 5 km güneydoğusunda yer alır. Dağın kuzey tarafında Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra yaylaları vardır. Antik çağın ilk tarihçilerinden Herodot (MÖ 490-420) yazdığı Herodot Tarihi isimli kitabında Uludağ, "Olympos" olarak geçer ve Olympos'ta Lydia kralı Kroisos'un oğlu Atys'in yaşadığı trajediyi anlatır. Herodot'tan 400 yıl sonra Amasya doğumlu coğrafyacı Strabon (MÖ 64-MS 21) yazdığı 17 kitaptan oluşan Coğrafya isimli kitabında Uludağ, Olympos ve Mysia Olympos'u olarak geçer. Strabon; "Mysia" isminin aslının Lydia'lılarda gürgen ağacı anlamına gelmekte olduğunu belirtir. Roma İmparatorluğu'nda resmi din hıristiyanlık olduktan sonra Uludağ'da 3. yüzyıldan sonra keşişlerin yaşadığı ilk manastırlar kurulmaya başlanmış ve manastırlar 8. yüzyılda sayıca en üst seviyeye çıkmıştır. Uludağ'da Nilüfer çayı ile Deliçay arasındaki vadi ve tepelerde 28 manastır kurulmuştur. Orhan Gazi Bursa'yı uzun bir kuşatmadan sonra teslim almış ve dağdaki keşişlerin yaşadığı manastırların bir kısmı terk edilirken, bazılarının yerlerine Doğlu Baba, Geyikli Baba, Abdal Murat gibi müslüman dervişlerin inziva yerleri olmuştur. Bursa'nın fethinden sonra Türkler dağa "Keşiş Dağı" ismini vermişlerdir. 16. yüzyılda Bursa'ya gelen Alman seyyah Reinhold Lubenau Uludağ'ın Türklerin eline geçtikten sonra keşişlerin sadece gündüzleri ibadet için dağa çıktıkları ve manastırların harç kullanılmadan taş duvarlarla yapıldığını belirtir. "Olympos Mysios" veya "Keşiş dağı", 1925 yılınd
a Bursa Vilayeti Coğrafya Cemiyeti'nin girişimleri ve Osman Şevki Bey’in önerisi ile "Uludağ" adını almıştır. 1933'te Uludağ’a bir otel, bir de muntazam şose yol yapılmış, böylece bu tarihten itibaren Uludağ kış kayak sporları için bir merkez haline gelmiştir. Düzenli otobüs seferlerinin başlaması da buraya ilgiyi daha da artırmıştır. Sonradan asfaltla kaplanan bu yol Uludağ'ın Kadıyayla hariç bütün yerleşim birimlerini doğrudan Bursa'ya bağlar. Uludağ modern dağ tesisleri, 1963'te hizmete açılan Türkiye'nin ilk teleferiği, dördüncü büyük kent olan Bursa'nın hemen yanında olması ile dağ ve kış turizminin merkezi olmuştur. Uludağ Türkiye'nin en büyük kayak merkezidir. Yol durumunun uygunluğu,uzun kış mevsiminde (Ekim-Nisan arası) kar bulunması, eşsiz manzaraları buraya turist çekmektedir. Dağın doruk noktasından açık havada İstanbul, Marmara denizi ve civar yakın yerlerin görünmesi buraya ayrı bir özellik vermektedir. Doğu, kuzey eteklerinin Bursa Ovasına yakın yerlerinde sıcak su kaynaklarının bulunmasından burada kaplıcalar meydana gelmiştir. Bursa'nın Çekirge semtindeki bu kaplıcalar pek çok hastalığa şifa olmaktadır. Ayrıca teleferiğin son istasyonu olan Sarıalan'da ve Sarıalan'dan telesiyejle ulaşılan Çobankaya'da Kızılay Derneği'nin her yaz düzenlediği yaz kampları bulunmaktadır. "Kirazlıyayla"'da kurulu bulunan eski senatoryum binası şu anda otel olarak kullanılmaktadır. Uludağ'da 15 adet özel ve kamuya ait 12 resmi konaklama tesisi vardır. Bunlara ait pek çok telesiyej ve teleski hattı mevcuttur. Uludağ'ın yüksek yerlerinde eski buzullara ait izlere raslanmaktadır. Karatepe'nin kuzeyindeki Aynalıgöl, Karagöl ve Kilimligöl buzul gölleri bu izlerin en önemlileridir. Bu göllerin beyaz kar yığınları buraların güzelliğine güzellik katmaktadır. Uludağ'ın Zirvesi olan Uludağ Tepe (2543 m) altındaki kuzey çanağında kalıcı kar tabakaları bulunur. Türkiye'nin en alçakta kalıcı kar bulunan dağıdır. Etrafındaki çöküntü sahalarının cevresinde yükselen Uludağ'da tabakalar arasında yer yer maden ve maden damar yataklarına rastlanmaktadır. Türkiye'nin önemli volfram yatakları buradadır. İklimi, yüksek dağ özelliğindedir. Yükseklere çıkıldıkça kar yağışı ve miktarı fazlalaşır. Yüksekliğe bağlı olarak da ısı azalır. 1700 m'nin üzerinde kışın Şubat sonunda 150 cm-400 cm arasında kar kalınlığı oluşmaktadır. Uludağ'dan kaynaklanan derin vadiler içindeki pek çok dere, Nilüfer Çayı ile Göksu'ya ulaşırlar. Uludağ, bitkisel zenginlik bakımından ender yerlerden biridir. Mart ayında alt kademelerde başlayan uyanma, yaz boyunca zirvede devam etmektedir. Özellikle orman kuşağının üzerinde yer alan ve pek çok kişi tarafından kıraç olarak bilinen dağda, çok zengin ve bu bölgeye özgü nadir bitki türleri yayılış göstermektedir. Karaçam ormanları arasında sarıçam, 2100 m'den sonra bodur ardıçlar, 2300 m kadar otsu türler ile temsil edilen Alpin bitkiler hakimdir. Dağın etek bölümlerinde meşe, kestane, çınar, ceviz ağaçlarına, 300–400 m kadar olan kısımda Akdeniz bitkilerine daha yukarlarda nemli orman bitkilerine rastlanır. Dağın iklimi alt kademelerden zirveye doğru kademeli değişimler göstermektedir. Alt kademelerdeki Akdeniz iklimi ile Karadeniz İkliminin geçiş tipi gözlenir. Yazın akdenizdeki kadar kurak bir iklime sahip değildir. Zirveye doğru nemli mikro termik iklim tipine dönüşürken, kışları yüksek rakımlarda oldukça sert hava şartları görülür. Doğu Akdeniz iklim grubunun birinci familyasında yer almaktadır. Yıllık ortalama Sıcaklık Zirveye doğru azalmakta yağış ise artmaktadır. Bursa'da (100 m) yıllık 14,6 °C olan ortalam sıcaklık ve 696,3 mm olan yıllık toplam yağış, Uludağ'ın kuzey yamacında bulunan Sarıalan meteoroloji istasyonunda (1620 m) 5,5 °C ve 1252,1 mm, Uludağ Zirve (oteller) meteoroloji istasyonunda (1877 m) 4,6 °C ve 1483,6 mm'ye ulaşır. Özellikle Kuzeye bakan tarafında karadeniz iklimine benzer iklim gözlemlenir. Sarıalan, Bakacak, Çobankaya mevkilerinde yazın orografik yağış (yamaç yağışı) gözlemlenmektedir. Sarıalan'da yıllık yağışın % 14,3'ü yazın düşerken bu oran Uludağ otellerde % 10,9'a, Bursa'da %10,4'e düşer. Kar yağışlı gün sayısı da zirveye doğru artar. Bursa'da kar yağışlı gün sayısı 7,5 gün ve karla kaplı gün sayısı 9,4 gün iken Sarıalanda (1620 m) kar yağışlı gün sayısı 48,9 gün ve karla kaplı gün sayısı 109,9 güne çıkar, Uludağ otellerde (1877 m) kar yağışlı gün sayısı 67,5 gün karla kaplı gün sayısı 179,3 güne ulaşır. Uludağ'da gözlemlenmiş en yüksek kar kalınlığı 430 cm'dir. En yüksek kar kalınlıklarına genelde mart ayında ulaşılır. Oteller bölgesinde Eylül ayı ile Haziran ayı arasında kar yağışı gözlemlenebilir. Ama ağırlıkla kar yağışları Ekim ayında başlar ve Mayıs ayına kadar aralıklarla sürer. Kayak yapmaya elverişli kalınlığa genelde 25 Kasım- 15 Aralık arasındaki tarihlerde ulaşılır ve yağış durumuna göre 15 Nisan 1 Mayıs tarihlerine kadar sürer. Kayak sporu için ortalama istatistiki veri olarak bakıldığında Ortalama donlu gün sayısı 144,7 gün, gündüz en yüksek sıcaklığın 0'ın altında olduğu gün sayısı ise 54,9 gündür. Kayak için en uygun sıcaklıklar Aralık ile Mart sonu arasında gözlemlenir. Uludağ, Küçükasya' da buzul oluşumlarının ilk olarak bulunduğu bir yüksekliktir. Gerçekten ülkemizdeki buzul devri izleri ilk olarak Uludağ'da ve 1904 yılında bulunmuştur. Uludağ üzerinde rastlanan pleistosen'e ait glasyal izler, zirveler sathı ile yüksek yaylalar düzlüğü arasında kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanan 200 – 300 m. nisbi yükseklikteki sarp duvarda oyulmuş sirkelerden ibarettir. Sirkler Uludağ'ın zirve nahiyesinin kuzey kısmında morfolojinin en göze çarpan unsurunu kuzeybatıdan güneydoğuya doğru sıralanmıştır. Bunları mevkilerine göre üç takımda inceliyoruz : a) Batı grubu, b) Ortadaki grup, c) Doğu grubu. Bu gruba dahil olan iki sirk gölü vardır. Koğukdere Gölü ve Çaylıdere Gölü yer alır. Bu iki göle aynı zamanda "İkiz Sirk Gölü" de denmektedir. Bu sirkler 2500 metrelik Sığınaktepe'nin hemen kuzeyinde bulunurlar. Her iki sirkin ebatları hemen hemen aynı olup, yaklaşık 300 – 400 m. kadardır ve taban yükseltileri de 2200 metredir. Bu gruba Heybeli Göl ve Buzlu Göl dahildir. Uludağ'ın zirve nahiyesinin sarp kuzey duvarının orta kesiminde yer almıştır. Bu gruba dahil olan sirkler arasında az yüksek ve basık sırtlar tamamıyla mermerlerden oluşurken bir yandan küçük karstik çukurlar bir yandan da hörgüçkayaya benzer şekiller dikkati çekmektedir. Uludağ'ın en muhteşem ve en güzel sirklerini teşkil eden bu grubu üç sirk meydana getirir. Kütlenin en yüksek noktası Karatepe'nin (2550 m.) kuzey yamaçlarında kemirilmiş olan bu sirkler batıdan doğuya doğru Aynalı, Karagöl ve Kilimli adını alan birer göl tarafından teşekkül eder. Bunlardan en batıda bulunan Aynalıgöl sirki kuzeydoğuya bakan büyük bir at nalı şeklindedir. Sirkin çapı 500 metre kadardır; yani orta ve batı gruplarına dahil sirklerin hepsinden daha büyüktür. Sirkin üç yanı çok yüksek duvarlar halinde yükselir. Bu duvarların güney yarısı mermerlerden, kuzey yarısı ise granit, gnays ve hornblendli şistlerden meydana gelir. Böylece Aynalı Sirki de, bütün Uludağ sirkleri gibi granit - mermer kontağında yer almış bulunmaktadır. Doğu grubundaki sirklerin ikincisini Karagöl Sirki teşkil eder. Hemen hemen daire şeklindedir. Karagöl Sirki'nin hemen güneyinde Uludağ'ın en yüksek noktası olan Uludağ Tepe (2543 m) yükselmektedir. Böylece gölü çeviren sarp sirk duvarlarının yüksekliği 300 metreye yaklaşmaktadır. Karagöl Sirki komşu sirkler gibi kuzey doğuya bakmakta olup önünde yaklaşık 10 metre yüksekliğinde bir moren seddi mevcuttur. Doğu grubundaki sirklerin üçüncüsünü ve aynı zamanda Uludağ sirklerinin sonuncusunu, Karagöl'ün doğu komşusu olan Kilimli Göl Sirki teşkil etmektedir. Ortasından granit- mermer kontak hattının geçtiği bu sirkin tabanı, nispeten daha küçük ve daha az derin olan Kilimligöl tarafından işgal olmuştur. Bu gölün seviyesi 2330 metredir. Gölün fazla suları, sirki kapatan 20 metre yüksekliğinde bir moren seddinin altından sızmakta ve biraz aşağıda tekrar meydana çıkmaktadır. Bu üç gölün ayakları ilerde birleşerek Bursa Ovası'nın doğu ucuna inen Aksuyu oluşturmaktadır. Göllerde yapılan zooplankton örneklemeleri sonucunda, Rotiferlerden (Tekerlek hayvanlar) 11 familya içerdiğine 7 takson, Kopepodlardan (Kürek ayaklılar) 3 familya içeriğinde 5 takson olmak üzere 36 takson saptanmıştır. Rotiferlerin istasyonunlara göre dağılımlarına bakıldığında, 13 takson ile Kilimligöl'ün en zengin istasyon olduğu görülmektedir. Bunu 9 ve 8 takson ile Aynalıgöl, Karagöl ve Buzlu Göl izlemektedir. Rotiferler açısından en fakir istasyon ise 4 takson ile Heybeligöl olmuştur. İstasyonların tümünde değişen sayılarda Oligoket (halkalı solucanlar) türleri tespit edilmiştir. Naididae (çamur solucan) familyası tür çeşitliliği bakımından dominant olmasına rağmen, Kilimligöl, Karagöl ve Aynagöl'de herhangi bir Naidid türüne rastlanmamıştır. Sonuç olarak, Uludağ'da bulunan buzul göllerin zooplanktonunda 36, zoobentosunda 38 ve omurgalı faunasında ise 8 takson olmak üzere toplam 82 takson tespit edilmiştir. Uludağ Millî Parkı içinde ayı, kurt, tilki, sincap, tavşan, gelincik, yılan, yaban domuzu, kertenkele, akbaba, dağ kartalı, ağaçkakan, baykuş, kumru, dağ bülbülü, serçe gibi değişik hayvanlar yaşamlarını sürdürmektedir. Kırmızı orman karıncası da Uludağ ormanlarına büyük fayda sağlamaktadır. Ayrıca Yeşil Tarla'da bir geyik üretme çiftliği bulunmaktadır. Sakallı Akbaba (Grpaetus barbatus) ise Uludağ’da yaşayan endemik türdür. 46 tür kelebek yaşamakta olup Apollo kelebeğinin Uludağ'a özgü endemik türü bulunmaktadır. Türkiye’deki en büyük kelebek olma özelliğine sahip olan bu kelebek, zaman zaman 6.000 m yükseklikte bile yaşama imkânı bulur. Vücutları kürke benzeyen siyah tüylerle kaplıdır. Gövdenin koyu rengi güneşten ısı emmesine yardımcı olur. Bu kanatlar kelebeğin olağanüstü yükselmesini sağlar. Anarko-sendikalizm Anarko-sendikalizm 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış bir düşünce ve ilkeler akımıdır. Bazı Latin Avrupa ülkeleriyle
birlikte Amerika'daki 'Dünya sanayi İşçileri' (industrial workers of the world) örgütüne bağlı işçilere özgü bir akım olan anarko-sendikalizm, Anglosakson trade-union hareketine karşıydı. Anarko sendikalistler için grevler, bir halk arayışı olmaktan çok işçi sınıfını mücadeleye yönelten hareketlerdi. Amaç genel greve giderek eski düzeni yıkmak ve sendikaları toplumun temel taşı haline getirmekti. Bu yaklaşım şiddete başvurmayı meşru sayıyor ve işleri idare etmek için ihtiyaç duyulan sendikaların eğitimine özel bir önem verilmesini istiyordu. Devleti yıkmak kararı, siyasi partilerle her türlü ilişkinin yasaklanması ve merkezileşmeye kuşkuyla bakılması sonucunu doğuruyor, militanların sayısından çok değerini önemseyen seyrek bir örgüt yapısı benimseniyordu. Bu anlayış Fransa'da Eylül 1895'te 175 sendikalının bir araya geldiği Limogez Kongresi'yle Genel İş Konfederasyonu'nun (CGT) 1906 da kabul etti. 1905 Amiens Şartnamesiyle iyice yerleşti. Bununla birlikte kısa süre sonra, sosyal yasalara duyulan hoşnutsuzluk azalacak ve örgüt güç kazanmak için çoğalma çabasına girecekti. Anarko-sendikalist dusuncenin ve eylemin en yuksek oldugu yer ispanya olmus ve ic savas boyunca ulkenin birçok yerinde komunler ve kooperatifler kurarak Franco fasizmine karsi savasmisladir.1936 sonrasi birçok anarko-sendikalist ispanyol militan Fransa'ya gecerek CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu'nu) kurar. Bugun ispanya'da CGT ve CNT Fransa'da CNT ve CNT-Ait Almanya'da FAU (Özgür İşçiler Sendikası) isvec'te SAC irlanda'da ORGANISE amerika'da IWW anarko-sendikalist mucadele vermektedirler. Şu temel özelliklere sahiptir: Anarko-sendikalizmin bir diğer adı da devrimci sendikacılıktır. Anarko-sendikalizm, toplum tarafından üretilen refaha el koyan ve ayrıcalıklarını şiddet aracılığı ile koruyan bir azınlığın komutasına veren; boyun eğmiş çoğunluğa ise sadece yaşayabileceği (fiziksel olarak sürdürmesine yetecek) kadarını veren ve azınlığın şiddetine maruz kalmasına yol açan, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliğin nedenlerinin güce, otorite (tahakküm) ilkesine dayandığını inancına sahiptir. Bunun sonucunda, anarko-sendikalizm adaletsizliği engellemek için, otorite ilkesine, elitlerin karar-almasına ve gücün nihai temsiliyetine, yani Devlet'e karşı çıkar. Hiyerarşik Organizasyonun ve Devlet-Kapital otoritenin, ve de onun baskıcı araçlarının aksine, anarko-sendikalizm onun Anti-Organizasyonuna sahiptir. Bu ise, kararların tabanda alındığı, insanların katıldığı, liderliğin olmadığı (ya da çok kısıtlı olarak varolduğu), baskının olmadığı ve fikirlerin, görüşlerin, ve teşebbüslerin özgür ve eşitçe tartışılabildiği bir süreci içermektedir. Anarko-sendikalist organizasyon Devlet-Kapital'in haiz olduğu görüngülerden mümkün olduğunca en azını barındırır. Bu nedenle, bugün varolan otoriter modelle karşılaştırıldığında, bir anti-organizasyondur. Anarkosendikalizmin temel fikri, katılımcılarının kendileri tarafından yönetilen kitlesel örgütlenmeler—özellikle de üretim noktasındaki mücadelede kökü bulunan örgütlenmeler—geliştirerek, işçi sınıfının kendisini sömürücü sınıfın boyunduruğundan kurtarabilmesini sağlayacak kendinden eylemliliğini, kendine güvenini, birliğini ve özörgütlenmesini geliştireceğidir. Hareketin kendinden yönetimi, hareketin devrimci amacı olan üretimin işgücü tarafından yönetiminden önce gelir ve onu canlandırır. Genel Emek Konfederasyonu (Fransa) Genel Emek Konfederasyonu, 1895 yılında Fransa’da kurulan örgüt. Sınıf ve kitle sendikası kavramını, ilk olarak CGT’nin lideri olan Hennri Krasucki kullanmıştır. Krasucki yayınlanan bir röportajında CGT'yi şöyle tanımlar: Krasucki’nin bu görüşü yıllar öncesinden eleştirilmişti. III. Enternasyonal'in kararlarında şöyle denilmekteydi : Sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışında, proletaryanın nihai kurtuluşunun sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumla mümkün olacağı amaç olarak ifade edilir ve propaganda niteliğinde olduğu vurgulanır. Belirlenen amacın tercihe bırakılması, sendikaların “kitle örgütü” olduğu belirlemelerine uygun düşmektedir. Sınıf ve kitle sendikacılığı, çalışma yaşamını ilgilendiren sorunların kapitalist sistemden kaynaklandığını açıklamaları açısından anti-kapitalisttir. Üyelerinin arasında herhangi bir ayrımın yapılmayacağı, örgüt içi demokrasi uygulanacağı, burjuvazi-sermaye ve devletten bağımsızlık, her türlü baskıya (ulusal, cinsel vs.) ilkesel karşıtlıkları bu anlayışın öne çıkarılan savunularıdır. bağımsız olmalıdırlar. Sınıf ve kitle sendikacılığı kavramı Türkiye sendikal hareketine 1975 yılında DİSK tarafından taşınmıştır. Bu tarihten itibaren, sendikal alanda bulunan birçok kişi ve siyasal çevre bu kavramı sahiplenmişlerdir. Genetik mühendisliği Genetik mühendisliği, canlıların kalıtsal özelliklerini değiştirerek, onlara yeni işlevler kazandırılmasına yönelik araştırmalar yapan bilim alanıdır. Bu uygulamalarla uğraşan bilim insanlarına "genetik mühendisi" denir. Genetik mühendisleri, genlerin yalıtılması, çoğaltılması, farklı canlıların genlerinin birleştirilmesi ya da genlerin bir canlıdan başka bir canlıya aktarılması gibi çalışmalarla uğraşırlar. Genetik mühendisliği için, rekombinant DNA teknolojisi, gen klonlaması, "DNA klonlaması, genetik maniplasyon/modifikasyon veya gen ekleme (splays)" birçok bilim insanınca eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir. Genetik mühendisliği etki alanı son derece geniş bir meslek, bilim ve mühendislik dalı olup, genlerle yapılabilen uygulamalar, çalışmalar anlamına gelmektedir. Birçok bilim dalına ait bilgilerin ve çeşitli özel tekniklerin, canlılarla ilgili temele ve uygulamaya ait sorunların çözülmesi için genellenecek olursa, moleküler biyoloji hakkındaki bilgimizin artmasına yardım eden çok etkili bir araştırma aracıdır da. Gregor Mendel genetiğin ve bu bilimle ilgili yapılan çalışmaların kurucusu olarak kabul edilip, "Genetiğin Babası" olarak anılmaktadır. Genler , bir organizmanın özelliklerini belirleyen kimyasal bilgiyi taşır. Genler değiştirilerek bir organizmaya istenilen özellikler kazandırılabilir. Genetik mühendisliği, genetik analiz yapmak ya da istenilen özellikte canlıları geliştirmek amacıyla, bir tür içinde veya farklı türlere ait organizmaların genleri üzerinde planlı olarak yapılan ve canlılardan sağlanan tıp bilimi işlemlerini kapsamaktadır. Bu teknoloji, en genel biçimiyle, insanlar tarafından belli bir amaca yönelik olarak genetik materyal üzerinde yapılan çalışmalar olarak tanımlanabilir. Böyle geniş bir tanım, bitki mikroorganizma ıslahı ve hayvan ıslahını ve bu bağlamda genetiği ve moleküler biyolojiyi kapsamaktadır. Genetik uygulamalar temelde insanlar açısından ekonomik bakımdan önemli canlıları ve onların ürünlerinin iyileştirilmesini kapsar. Buna ait ilk bilinen örnekler, yabani bitki ve hayvanların insanların ve diğer türlerin tugayt kullanılmaktaydı. Hatta insanlar göçebe yaşam tarzından kurtulduktan sonra, hiçbir bilimsel bilgi olmadan sadece gözlemleriyle doğada meydana gelen mutasyonlar ve çeşitlilikler sonucu ortaya çıkan değişik özellikteki bitki mikroorganizma ve hayvanlar içinde amaçları için en uygun, özellikteki olanlarını bulmuş ve ıslahını yapmışlardır. Islah ile ilgili ilk uygulamaların yaklaşık 17.000 yıl kadar önce Nil vadisinde başladığı sanılmaktadır. Çağlar boyu süregelen, önceleri tamamen gelenek ve görgüye dayanan, sonraları da özellikle genetiğin ilerlemesiyle, bu bilim dalından elde edilen bilgiye dayanarak yapılan uygulamalar sadece doğal çeşitlenme işleyişlerini temel almış ve kontrollü döllenmeyi ardışık seçilime bağlamıştır. Bu yüzden canlılarda istenilen özelliklerin eldesi sadece tür içinde kısıtlı kalmış ve büyük ölçüde rastlantıya dayanmıştır. Bu kısıtlanmayı kırmak isteyen araştırmacılar, özellikle bitki ıslahçıları çeşitli teknikler geliştirerek doğal olarak eşleşmeyen türler arasında gen aktarımları yapmayı ve bunların sonucunda çeşitliliği oluşturmayı başarmışlardır. Bu nedenle klasik ıslahçıların dışında bu şekilde çalışan araştırmacıların ilk gen mühendisleri oldukları kabul edilebilir. 1960'lı yıllarda somatik hücrelerin birbirleriyle kaynaşabildiklerinin bulunmasıyla, belli bir amaca yönelik çeşitlilik çalışmalarına yön ve hız kazandırmıştır. Genetiğin bir alt dalı olarak gelişen somatik hücre genetiğine dayanarak gen aktarımı çalışmaları somatik hücre düzeyinde, eşeyli üremenin dışındaki yollarla da yapılmaya başlanmıştır. 1970'li yılların başında ise; temel ve teknik bilginin birikimiyle, istenilen amaca uygun gen kombinasyonu yapılası çalışmaları moleküler (nükleik asit) düzeyine indirilmiş ve günümüzde genetik mühendisliği denince akla gelen rekombinant DNA teknolojisinin temelleri atılmıştır. Bu teknoloji genetik mühendisliğindeki en etkili ve çarpıcı gelişmedir. 2010 yılında J. Craig Venter Enstitüsü, ilk sentetik bakteriyel genomu üretip, onu DNAsı olmayan bir bakterinin içine enjekte ettiklerini duyurdu. Böylece Synthia bakterisi dünyanın ilk sentetik yaşam formu oldu.. Genetik mühendisliği, bilim insanlarının genleri bir organizmadan alıp diğerine aktarmalarına imkân veren bir teknolojidir. Bu teknoloji; nükleik asit hibridizasyon, rekombinant DNA, PCR, RNA,hücre kültürü ve monoklonal antikor tekniklerini içerir. Genetik mühendisliği, biyoteknolojinin doğrudan bir alt dalı olmayıp, ayrı bir teknolojidir. Fakat modern biyoteknolojinin uğraşlarının hemen hepsinde, özellikle son yıllarda, biyoteknoloji gelişimine büyük katkılar sağlamaktadır. Bunlardan en başarılı ve yaygın olan DNA tekniğinde, "in vitro" koşullarda; nükleik asit moleküllerinde kesme (restrüksiyon) enzimlerinin kullanılmasıyla, DNA’nın istenilen bölgesinin kesilip çıkarılması ve kesilen parçanın ligaz enzimi kullanılarak “vektör” adı verilen taşıyıcıya yapıştırılması işlemleri uygulanır. Daha sonra plazmid bakteri içine yerleştirilerek rekombinant DNA’nın normal hücresel aktivitesine devam etmesi sağlanır. Bu teknolojiyle, genlerin ait oldukları canlının genomundan yalıtılması ve çoğaltılmasına, yapı ve işlevlerinin araştırılmasına, değişik türlere ait canlılara aktarım
ına ve ürünlerin daha verimli şekilde eldesine olanak verilmektedir. Genetik mühendisliğinin çalışmalarından elde edilen sonuçlar iki yönde değerlendirilebilir: Temelde moleküler biyolojiyle doğan bu teknolojiyle, hiç bilinmeyen pek çok konu aydınlatılmıştır. Netice de moleküler biyoloji ve genetik mühendisliği karşılıklı olarak birbirlerini geliştirmektedirler. Genetik mühendisliğinin uygulama alanlarının başında endüstri gelmektedir. Çeşitli endüstriyel ürünlerin (ilaç, besin vb.) istenilen nitelikte ve miktarda eldesi için yapılan çalışmalar bu teknolojinin daha da gelişmesine neden olmuştur. Tıpta özellikle kalıtsal hastalıklarının tanısının yapılmasında, tarım ve hayvancılıkta istenilen özelliklerdeki ürünlerin eldesinde, çevre kirliliğin önlenmesi, madencilik gibi pek çok alanda yine genetik mühendisliği kullanılmaktadır. Bugün, genetik mühendisliğinin bitki ve hayvanlarda uygulanmasıyla daha iyi ve sağlıklı yiyecekler, daha güvenli temiz bir çevre ve sağlık alanındaki gelişmeler insanlara sunulmuştur. Günümüzde büyük bir hızla gelişen bu teknoloji, özellikle gelişmiş ülkelerde bir yarış halini almıştır. Hemen hemen tüm çevreler 21. yüzyılın "biyoloji çağı" olacağı görüşünü, büyük ölçüde moleküler düzeyde ve biyoteknolojide genetik mühendisliği tekniklerinin gelişmeleriyle ilişkilendirmektedir. MIT Mit (veya MIT) aşağıdaki anlamlara gelebilir: Ovacık, Gebze Ovacık, Kocaeli ilinin Gebze ilçesine bağlı bir mahalledir. 2000 yılı nüfus sayımına göre nüfusu 416'dır. İle uzaklığı 72 km, ilçeye uzaklığı ise 27 km'dir. Mahallenin eski yerleşim alanı küçük bir ovadır. Yağma yüzünden 1500 m kuzeyinde bulunan iki sıralı tepelerin arasına yerleşmiş ve mahallesi bu alana taşımışlardır. Üç ayrı yerde mezarlığı bulunmaktadır. Birçok mezar taşında isim yoktur. Ovacık mahallesi kuzeyde Mudarlı, batıda Pendik'in Göçbeyli, güneyde Kadıllı ve kuzeybatıda Şile'nin Bıçkıdere köylerine komşudur. Kocaeli il merkezine 72 km, Gebze ilçesine 27 km uzaklıktadır. İstanbul park 15 dakikadır. Her ne kadar Kocaeli'nin mahallesi olsa da İstanbul'a çok yakındır. Yaz aylarında gündüzleri sıcak geceleri serin, kışın ise yağış ve don olayları olmaktadır. Çevresi meşe ormanlarıyla kaplı bir mahalledir. Ekilecek ve dikilecek alan çok kısıtlıdır. Buna rağmen halk sebze ve sera işleriyle uğraşmaktadır. Genç nüfus çoğunluktadır. Mahallede, ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. [ Sağlık evi vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. I. Mustafa I. Mustafa (Osmanlı Türkçesi: مصطفى الأول) (d. 1591 Manisa – ö. 20 Ocak 1639, Topkapı Sarayı, İstanbul), 15. Osmanlı padişahı ve 94. İslam halifesidir. Akli dengesi bozuk olan I. Mustafa'nın ilk saltanatı 96 gün, ikinci saltanatı ise 1 yıl 3 ay 22 gün sürdü. Psikolojik rahatsızlığının zamanla geçeceğini savunanların ısrarıyla padişah yapıldı. Menfaatlerini I. Mustafa'nın padişahlığının devamında gören kimseler, onun keramet sahibi bir veli olduğunu iddia ediyordu. Aklî zayıflığı nedeniyle padişahlık yapamayacağı anlaşılan I. Mustafa'nın tahttan indirilmesi sağlandı. Bulunduğu odanın kapıları üstüne kapatılarak hapsedilen I. Mustafa'nın yerine II. Osman tahta çıkarıldı. I. Mustafa'nın ikinci kez tahta oturması ise II. Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanma ile oldu. Babası Sultan III. Mehmed'tir. I. Mustafa'nın Abaza asıllı olan annesinin ismi kesin olarak bilinmemektedir. I. Ahmed tahta çıktığında tek erkek kardeşi olarak bulunan Mustafa'nın hayatına dokunulmadı. Ayrıca III. Mehmed'in on dokuz kardeşini öldürtmesinin halk tarafından nefretle karşılanmış olmasının da öldürülmemesinde bir etkisi vardı. Osmanlı tarihinde ilk defa padişahlığın babadan oğla geçmesi kuralını bozarak kardeşinin arkasından tahta çıkmış olan padişah olması özelliğini taşır. I. Mustafa'nın tahta çıkması ve öldürülmemesi üzerindeki genel kanı kendisinden birkaç yaş büyük olan kardeşi Ahmed’in on dört yaşında tahta çıkması üzerine Osmanlı hânedanın geride kalan tek erkek üyesi olması ve yeni padişahın henüz bir erkek çocuğu bulunmadığından da hayatına dokunulmadığı şeklindedir. İstanbul içinden geçerken, Handan Valide Sultan'ın alayına denk gelen bir balyosun raporuna göre de öldürüleceği lafının sürekli konuşulduğu söylenmektedir. Bu dedikodular ve baskı yüzünden hayatı boyunca ölüm korkusu yaşamış ve bu durum akli dengesini yitirmesine yol açmıştır. Handan Sultan ölümüne kadar I. Mustafa'nın öldürülmesine engel oldu. Onun vefatından sonra Sultan Ahmed'in çocukları olunca öldürülmesi fikri yeniden akla geldiyse de devlet adamları Şehzade Mustafa'nın hasta ve zararsız olduğu hakkında padişahı ikna ettiler. I. Ahmed öldüğünde en büyük oğlu (Mahfiruz Hatice Sultan'dan doğma) Genç Osman 13 yaşında olduğu için, hanedanın en kıdemli erkek üyesi olması bakımından, I. Mustafa'nın tahta çıkarılmasına karar verildi. Sultan I. Mustafa ağabeyi Sultan I. Ahmed’in vefatı üzerine 22 Kasım 1617'de hanedanın en yaşlı mensubu olarak tahta geçti. Osmanlı padişahlarının on beşincisi olan I. Mustafa devlet meseleleri ile ilgilenmediğini ifade ederek saltanatı kabul etmediyse de bu durum, devlet erkânı tarafından göz önüne alınmadı. Ancak gerçekten I. Mustafa devlet işleri ile ilgilenmeyip, devlet işlerini ehline teslim etmek istedi. Nitekim tahta çıktıktan 96 gün sonra 26 Şubat 1618 günü tahttan indirildi, yerine II. Osman geçti. Ancak yenilik taraftarı olmayanların tahrikleri neticesinde isyan eden yeniçerilerin 19 Mayıs 1622’de II. Osman’ı tahttan indirdiler. Genç Osman'ın isyancılar tarafından öldürülmesiyle I. Mustafa tekrar tahta çıktı. Bu sırada sultan II. Osman’ın veziriazam Kara Davut Paşa tarafından şehit ettirilmesi büyük karışıklıklara sebep oldu. I. Mustafa, Davut Paşa’yı azletti ancak isyanlar durmadı. İstanbul’da oluşan karışıklıklar ve Anadolu’da meydana gelen isyanlar, Osmanlı Devleti’nin başında devlet işlerinden anlayan ve bunu yapmak isteyen bir padişahın bulunmasını gerekli kılıyordu. Şeyhülislâm Yahya Efendi ve devlet erkânı, I. Mustafa’nın yerine IV. Murad’ın geçmesi konusunda karara vardı. I. Mustafa 1,5 yıl daha hüküm sürdükten sonra akıl sağlığı bozuk olduğu için 10 Eylül 1623 tarihinde şeyhülislam'ın fetvası ile tekrar tahttan indirilip yerine 11 yaşındaki diğer yeğeni ve Kösem Sultan'ın oğlu olan IV. Murat geçirildi. Sultan I. Mustafa, akıl sağlığı bozuk olduğu için hiçbir kadını yatağına yaklaştırmamış ve çocuğu da olmamıştır. Sultan I. Mustafa tahttan indirildikten sonra 15 yıl daha yaşadı. 20 Ocak 1639 günü Topkapı Sarayı'nda geçirdiği bir sara krizi nedeniyle öldüğü sanılmaktadır. Bir rivayete göreyse IV. Murad'ın emriyle öldürülmüştür. Ayasofya Camii'nde Roma döneminde vaftizhane olarak kullanılan yapıya defnedilmiştir. Osmanlı vezîriâzamı Mere Hüseyin Paşa, seyitlerden olduğu söylenen bir kadıyı dövdürmesi üzerine ulema ve tarikat şeyhlerinin tepkisiyle karşılaştı. 1623'te Fatih Camii'nde toplanan ulema, onun kafir olduğunu ileri sürdü ve kanının helal olduğu belirtildi. Yönetime karşı tepki gösteren çok sayıda Müslüman din adamı Fatih Camii'nde toplanarak isyan etti. Başlangıçta uzlaşılmaya çalışılan Fatih Camii'ndeki toplanan din alimlerinin derhal dağıtılması için saraydan karar çıktı. Dönemin vezîriâzamı Mere Hüseyin Paşa'nın verdiği emir ile isyan bastırılmak istenince, askerler yola koyuldular. Bu durumu öğrenen Fatih Camii'nde toplananlardan birçoğu çeşitli sebepler ileri sürerek oradan ayrılarak dağıldılar. Askerler isyan yerine vardıklarında orada namaz için bulunan ve isyanla ilgisi olmayan halk dahil olmak üzere din adamlarını öldürdüler. Cesetleri ise lağım ve kuyulara atıldı. İki defa tahta çıkan I. Mustafa denizdeki balıklara altın atıyor, karşısına çıkanlara para dağıtıyordu. Saltanat hazinesini boşaltacak bir hale getiren bu davranışları ile dikkat çekiyordu. Üstelik bir defasında oturduğu köşkün önünde orta oyunu oynatıp seyrederken oyunculardan birini çok beğendiği için ona, saray hazinesinin en kıymetli mücevherlerini pencereden atmıştı. I. Mustafa zamansız sokağa çıkıyor, etraftakilere para dağıtıyor, divan toplantı halindeyken içeri girerek vezirlerin kavuklarını çıkarıp yuvarlıyor, oturduğu köşkün önünde aynısını art arda tekrarlatarak orta oyunu oynatıp pencereden seyrediyordu. 2015 yılından itibaren yayınlanmakta olan Muhteşem Yüzyıl Kösem adlı Türk dizisinde çocukluğunu Alihan Türkdemir, yetişkinliğini ise Boran Kuzum canlandırmıştır. 2. sezonda ise yaşlılığını Cüneyt Uzunlar canlandırmıştır. II. Osman II. Osman ya da Genç Osman divan edebiyatındaki mahlasıyla Farisî, tahttan indirildikten sonraki adıyla Osman Çelebi (3 Kasım 1604, İstanbul - 20 Mayıs 1622, İstanbul); 16. Osmanlı padişahı ve 95. İslam halifesidir. Babası I. Ahmed, annesi (yabancı kaynaklara göre Yunan kökenli) Mahfiruz Hatice Sultan'dır. II. Osman 14 yaşında iken, amcası Sultan I. Mustafa'nın tahttan indirilmesi üzerine Osmanlı tahtına oturdu. Annesi onun yetişmesi için çok titiz davrandı. II. Osman iyi bir terbiye ve tahsil gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. Bazı batı kaynaklarında Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi batı dillerini öğrendiği kaydedilirse de bunun doğru olma ihtimali yoktur. II. Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es'ad Efendinin ve Pertev Paşa'nın kızları ile evlendi. Yavuz Sultan Selim devrinden itibaren padişah saray dışından evlenmediği için bu davranış önemli bir değişiklik oldu. Kendisine planlarını uygulayacak bir sadrazam bulamadı. Tarihte eşine az rastlanır bir şekilde tahtan indirilerek, çeşitli hakarete ve saldırılara maruz bırakıldıktan sonra Yedikule zindanlarında boğularak öldürülen II. Osman, babası Sultan I. Ahmed'in yaptırdığı Sultanahmet Camii'nin yanındaki türbesine defnedildi. Tahta çıkar çıkmaz devlet erkânı içindeki üst düzey yetkilileri değiştiren, müderris ve kadıların atanma yetkilerini şeyhülislamdan aldı. Ayaklanmada öldürülen ilk padişahtır. Osmanlı
padişahları arasında en genç vefat edenidir. Sultan II. Osman tahta çıktığı sırada Sadrazam Damat Halil Paşa, İran seferindeydi. Osmanlı ordusu Pul-i Şikeste'de yenilmesine rağmen, İranlılar, mukaddes saydıkları Erdebil şehrinin Osmanlılar'ın eline geçme ihtimali üzerine barış istediler. Serav sahrasında, daha önce iki devlet arasında imzalanan Nasuh Paşa Antlaşması baz alınarak imzalanan Serav Antlaşması'yla barış tekrar sağlandı. (26 Eylül 1618). Kanuni zamanında başlayan Katoliklere karşı Protestanlara destek verme, Otuz Yıl Savaşları'nda devam etti. Özellikle Transilvanya'da çıkan Protestan isyanında, Osmanlı'nın büyük etkisi vardı. Halil Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1620 yazında Akdeniz seferine çıktı. İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Navarin'e gelen donanma, buradan da kuzeye, Adriyatik'e doğru yöneldi. Dıraç'da iki İtalyan gemisini ele geçirdikten sonra İtalya'ya asker çıkardı ve İspanyollara ait olan liman şehri Manfredonia'yı işgal etti. Osmanlı Devleti ile Lehistan arasında bir dostluk mevcuttu. Dinyester ırmağı iki ülke arasında sınır oluşturuyordu. Osmanlı-Avusturya savaşlarında Lehistan ilişkileri gerginleştiyse de barış bozulmamıştı. Fakat askeri birliklerin geçimini Lehistan'a yaptığı akınlarla sağlayan Kırım Hanı, barışa aykırı hareket ediyordu. Bunun yanı sıra Lehliler Boğdan işlerine müdahaleden geri kalmadıkları gibi, Boğdan'a ait Hotin kalesini işgal etmişlerdi (1617). Ayrıca Eflak ve Erdel'in içişlerine müdahale etmeye devam ediyorlardı. Bu olaylar üzerine II. Osman, kendisine yapılan muhalefetlere rağmen Lehistan seferine karar verdi. Bu arada Özi Beylerbeyi İskender Paşa komutasındaki birlikler, Prut kıyısında bulunan Yaş'ta, Lehlileri bozguna uğratmıştı (Eylül 1620). II. Osman, 1621'de Lehistan Seferine çıktı. Lehler yeni ve daha büyük bir ordu meydana getirme çabasındaydılar. Avusturya'dan yardım alarak ordularını takviye ettiler. Osmanlı Ordusu 2 Eylül 1621'de Hotin önlerine geldi. Kale kuşatıldı ve Hotin kalesi önlerinde yapılan meydan savaşında, düşman siperlerinin ele geçirilememesi, askerlerin şevk ve heyecanını oldukça yıprattı. Yeniçerilerin de kendilerini tam olarak savaşa vermemeleri, bu savaşın kesin bir netice ile sonuçlanmamasına yol açtı. Lehistan elçilerinin savaşa kendilerinin neden olduklarını bildirmesi üzerine Hotin Antlaşması yapılarak sefere son verildi (29 Eylül 1621). Antlaşmaya göre Lehler ve Osmanlılar birbirlerinin topraklarına saldırmayacak , Lehistan eskiden olduğu gibi Kırım Hanı'na 40.000 düka altın verecekti. II. Osman, Lehistan seferindeki başarısızlığının sebebi olarak askerin gayretsizliğini görüyordu. Askeri alanda bazı yenilikler yapma fikri böylece gelişti. İşe Kapıkulu Ocakları ile başladı. Yaptırdığı sayımda, asker sayısının maaş defterindeki kişi sayısından az olduğunu anlayınca fazladan para vermeyi kesti. Bu durum da, daha önce fazladan gelen paraları kendi ceplerine atan zabitlerin, II. Osman'a düşman olmalarına yol açtı. II. Osman'ın reformculuğuna dair anlatılanların çoğu 19. yüzyıldan itibaren konuyu ele alan bazı tarihçilerin kendi anlatımları ile ilgilidir. II. Osman'ın yapmak istediği reformlar olarak sunulanlar kendi devrinin kaynaklarında çoğunlukla yer almamaktadır. II. Osman'a atfedilen birçok reform düşüncesi 19. yüzyılda Mizancı Murad ile yazılmaya başlanmış olup orijinal bilgiye dayanmadan sunulmuştur. İsmail Hami Danişmend de II. Osman'ın başkenti Anadolu'ya taşımak istediğini, orduyu Türk unsurlarla yeniden kurmak istediğini, din adamlarını devlet işlerinden uzaklaştırmayı düşündüğünü, kıyafette değişikler tasarladığını ve daha başka yenilikler planladığını iddia etmekteyse de bunların çoğu devrin kaynaklarında yer almamaktadır. II. Osman'ın ordu ile ilgili birtakım düzenlemeler yapmak istediği bilinmekteyse de içeriği hakkında yeterince bilgi yoktur. Nev'î mahlasını kullanan Hüseyin İbn-i Sefer, "Sebeb-i Halâs-ı Mustafa Han" eserinde "Saâdetli Pâdişâh, yeniçeri ve sipah tâifesini kırıp, Etrâkten sekbân ve Türkmen'den cündî yazmak havasına düşüp Anadolu semtine geçmeğe hazır ve âmâde idi" der. İsmail Hami Danişmend'in, Osmanlı Tarihi Kronolojisi'ne göre II. Osman'ın yapmak istediği yenilikler şöyleydi: II. Osman'ın Halep, Erzurum, Şam ve Mısır Beylerbeylerine asker yazdırmak için gizli bir irade gönderdiğinin sarayda adamları olan yeniçeriler tarafından öğrenilmesi, bardağı taşıran son damla oldu. II. Osman asker toplamak için Anadolu'ya bizzat kendisi gitmek istiyordu. Bu arada İstanbul'a, Dürzi lider Maanoğlu Fahreddin'in Lübnan'da bir isyan çıkardığı haberi geldi. II. Osman bunu bir fırsat bilerek, isyanı bastırmak için Anadolu'ya gideceğini söyledi. Ancak Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Hocazade Esad Efendi, koskoca padişahın küçük bir isyan için Anadolu'ya gitmesine gerek olmadığını söyleyerek, II. Osman'ın Anadolu'ya geçmesini engellemeye çalıştılar. Başka bir çaresi kalmayan II. Osman, hacca gideceğini ilan etti. Daha önce hiçbir padişah hacca gitmemişti. Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Es'ad Efendi çok uğraştılarsa da II. Osman fikrinde kararlıydı. Padişahın geçeceği güzergah üzerindeki vilayetlerin beylerbeyleri haberdar edildi ve hazırlık yapmaları istendi. II. Osman'ın yanında 500 yeniçeri ve sipahi olacak, geri kalan asker İstanbul'un korunması için İstanbul'da kalacaktı. Sadrazam, defterdar, nişancı, rikab ümerası, gedikliler, 40 müteferrika ve 40 divan katibinin da hac kafilesinde yer alması planlamıştı. II. Osman, ilk olarak kendisinin yerine I. Mustafa'nın tahta geçirilmesinde dahli olduğunu düşündüğü Damat Halil Paşa'yı azletti. Ardından da Hotin Seferi'ne giderken Kösem Sultan'ın oğlu olan Şehzade Mehmed'i idam ettirdi. Halkı da huzursuz eden bu hataların ardından en son da gizlice ordu toplamak amacıyla hacca gideceği öğrenilince bu sefer yeniçeriler devreye girdi ve olay halk boyutundan çıkıp bir taht kavgasına dönüştü. Yeniçerilerin haberi aldıktan sonra takındıkları tavır halk tarafından benimsenmemiştir. Arpalıkları kesilen ulema ile geleceklerini tehdit altında hisseden Yeniçeriler birleşerek Süleyman Ağa ile Hoca Ömer Efendi gibi bazı kişilerin idamını II. Osman'dan istediler ancak bu istekleri kabul edilmeyince 19 Mayıs 1622 tarihinde isyan başladı. Saraya giren isyancıların I. Mustafa'yı padişah ilan etmeleri üzerine bazı istekleri yerine getirildi ancak bunun da bir etkisi olmadı. Ulema başlangıçta I. Mustafa'ya biat etmek istemediyse de sonrasında biat etmek durumunda kalındı. Bu olaylar üzerine II. Osman Yeniçeri ağası Ali Ağa'nın yanına gidip ona sığındı ve ondan Yeniçerileri ikna etmesini istedi. Yeniçerilerin karşısına geçerek onları ikna etmek isteyen Ali Ağa konuşturulmadı ve kılıçla saldırılıp parçalandı. Ardından II. Osman'ı yakalayan isyancılar, onu beygire bindirip yol boyunca hakaretler ederek kötü davrandılar. İsyancılardan biri II. Osman'ın baldırlarını sıkıp ona küfrediyordu. Son durak olarak Yedikule Zindanlarına götürülen II. Osman, orada hapsedildi. Onu öldürmek isteyenlere karşı direnen II. Osman'ın hayaları sıkılarak etkisiz hale getirildi ve boynuna atılan kementle boğularak öldürüldü. Katillerin arasında yer alanlardan biri ise II. Osman'ın kulağını keserek I. Mustafa'nın annesine götürdü. Bu cinayetten I. Mustafa'nın annesi oldukça memnun kaldı. Naaşı babası Sultan Ahmed'in türbesine götürülüp gömüldü. Nef'i tarafından Sultan Osman'ın şehadeti üzerine 1622'de yazılmıştır.Bir şâh-ı alîşan iken şâh-ı cihâna kıydılarGayretlü genç aslan iken şâh-ı cihâna kıydılar.Gâzi bahâdır hân idi Âli-neseb sultan idi.Nâmiyle Osman Han idi Şâh-ı cihâna kıydılar.Hükmetmeğe kâdir iken Emr-i Hakk’a nâzır ikenHacc itmeğe hâzır iken Şâh-ı cihâna kıydılar.Ey dil ciğerler oldu hûn derdim bir iken oldu on Kan ağladı eh-i fünûn şâh-ı cihâna kıydılar.Eşrât-ı sâatdir bu dem rûz-ı kıyâmetdir bu demKul’a nedâmetdir bu dem Şâh-ı cihâna kıydılar.Nef'i -1622- 'Farisi' mahlasıyla birçok şiir yazmıştır.Gülşen içre bitmedi bir gonce cana harsızDünyada hasıl değil nev-cühan ağyarsızKimi ol yarı benüm der kimisi dahi benümOrta yerde "farisi" avare kaldı yarsız (...)Nevruz olucak diller şad olamağa yaklaşdıDilde gam-u gussa ber-bad olmağa yaklaşdıVirane gönül varsa vecr-ü gam-i dilberdenMüsde ana ol mülk abad omağa yaklaşdıÜstüda dilber öğrendi vefa resminAşıklara lütfa mu'tad olmağa yaklaşdıÇok aşık-u meftunu var sen gibi şirinünFaris kulun emma ferhad olmağa yaklaşdıFarisi (II. Osman) "(...) Osman'ın annesi'nin Ömer Efendi'ye yazdığı mektubu okumakta fayda var, çünkü bu mektubunda Sultan'ın annesi Yeniçeriler hakkında görüşlerini bildiriyor:" ">Efendi Hazretlerine, evvela mahsus selam ve dualar ederiz. Sıhhat ve afiyette olasız. Buraları sual edersiz, rabbimize şükranlar ola, afiyetteyiz. Arslanımla müşavere olundu mu? Ahmed Efendiye haber edildi. Vallahi bu hükmü pek hoş görmeyiz, nicedir bu hususu arslanımla müşavere ederiz, lakin hükmü padişahı ferman eylemenin vakti değildir. O Yeniçeri illetinin başını almak vakti değildir. Lakin o da olacaktır. Arlsanıma farz oldu, bu deyyusları bertaraf edesiz. Padişah hazretlerinden kendilerini daha nüfuzlu kabul eylemek, ne curettir. Biliriz, devletlü padişahım rahmet ola Ahmed Han Hazretlerine de bu deyyuslar muhtelif vakitler baş eğmediler. Sual ederiz, Devletin başı kimdir, Padişahu Hazretleri arslanımdır, ona mahsustur devletin bekası ve hükmü. Bu deyyus takımı kendilerini, sübhanallah, meliki mülk kabul ederler. Kabul ola mı bu hal! Dua ederiz, arslanımın saltanatını Hüda müzdad eyleye. Şehzade Bayezid ve Şehzade Süleyman hazretlerine bağçede refakat eden o deyyus Mahmud'u görmek istemeyiz. An evvel başka yere tayin oluna<" 12 Kasım 2015'te başlayan Muhteşem Yüzyıl Kösem dizisinde II. Osman, Taner Ölmez tarafından canlandırılmıştır. Devinme Devinme, Dünya ekseninin 27.000 yılda bir tamamladığı 360 derecelik dönüşe verilen isimdir. Devinme, yatık yapıda olan Dünya'nın büyük oranda Güneş'in biraz da Ay'ın çekim etkisi nedeniyle ekliptiğini Ekvator'a doğru çeken kuvvetleri karşılamasından dolayı gerçekleşmektedir. Bir topacın dönüşü
sırasında yaptığı devinim gibidir. Tam küre olmayan veya küresellikten uzaklaşan her gök cisminin dönüşü aynı zamanda devinme hareketini de beraberinde taşır. Bu hareket, tam küre olmayan bir topaçta dönmenin sonlanmaya başladığında gözlemlediğimiz kafa sallaması hareketinde olduğu gibi şeklinde tanımlanabilir. Mehmet Ocaktan Mehmet Ocaktan, 8 Haziran 1955 yılında Balıkesir'in Dursunbey ilçesi, Karyağmaz Köyü'nde doğdu. İlk öğrenimini Karyağmaz köyünde, ortaokulu Bursa Yıldırım Bayazıt ortaokulunu bitiren Ocaktan, lise öğrenimini Bursa Erkek Lisesi'nde tamamladı. 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Ocaktan, Yeni Şafak gazetesinde, Yayın Yönetmenliği, Ankara Temsilciliği ve köşe yazarlığı yaptı. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde 23. Dönem Bursa milletvekili seçildikten sonra, gazetecilik hayatını noktaladı. 2011 yılında gazeteciliğe geri döndü ve Star Gazetesi'nin başına geçti. Haziran 2013'te TMSF tarafından el konulan Akşam Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğine atandı. 24 Kasım 2014 tarihinde Akşam Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliği görevinden alındı. 15 Nisan 2015 tarihinde yeni kurulan Karar.com isimli internet haber portalının Genel Yayın Yönetmeni oldu. İlk ciddi şiir çalışmalarına üniversite yıllarında başlayan Mehmet Ocaktan, Mavera, Yönelişler, Üç Çiçek, Şiir Atı, Gergedan, Bürde, Kaşgar, İpek Dili, Sombahar, Gösteri ve Dergâh dergilerinde şiirler yayımladı. Dergibi adlı internet sitesinde röportajları yayınlandı. Zaman zaman edebiyat dergilerinde şiir üzerine yazılar da yayımlayan Ocaktan'ın 'Rüzgarla yaslı' (1984), 'Kırık bir rüya denizi' (1990) ve 'Aşk meleği' (1996) adında üç şiir kitabı bulunuyor. Selahattin Sadıkoğlu Selahattin Sadıkoğlu, Türk gazeteci. Güneş, Akşam, Tercüman, HBB, TGRT'de çalıştı. 2000-2005 yılları arasında Yeni Şafak gazetesinde Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yaptı. Bugün TV Genel Yayın Yönetmenliği görevi yaptı, Cine5'te Canan Barlas'la birlikte kırmızı hat programını hazırlamıştır. Şu an Tv8 televizyonunda icra kurulu üyeliğini yürütmektedir. Yusuf Kaplan Yusuf Kaplan (d. 1964, Şarkışla, Sivas) Türk yazar. 1964 yılında Şarkışla'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları bölümü, Sinema-TV Ana Sanat dalından mezun oldu. Üniversite öğreniminden sonra master ve doktora yapmak için Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla İngiltere'ye gitti. 1991 yılında East Angila Üniversitesi'nde "Story-Telling and Myth-Making Medium: Television" adlı master tezini hazırladı. 1992 yılının Nisan ayında Londra Üniversitesi ve Middlesex Polytechnic'te Dr. Roy Armes'ın danışmanlığında doktara yaptı. İlim ve Sanat, Yedi İklim, Kayıtlar, Kitap Dergisi, Girişim, İslâm ve Kadın ve Aile gibi dergilerle Zaman ve Milli Gazete gibi günlük gazetelerde çeşitli yazı, röportaj ve çevirileri yayımlandı. Michel Foucault, Baudrillard, Milan Kundera, Umberto Eco ve John Berger gibi yazar ve düşünürlerden çeşitli çeviriler yaptı. Bir süre Yeni Şafak gazetesinin Genel Yayın yönetmenliğini üstlendi. Ardından 3 yıl Umran dergisini yönetti. Günümüzde İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde öğretim görevlisidir ve Yeni Şafak gazetesinde yazmaktadır. 25 Şubat 2006'ya kadar TV5 Genel Yayın Koordinatörlüğü yaptı, daha sonra TVNET'in kurucuları arasında yer aldı. Mahmut Kış Mahmut Kış, tekstilci işadamıdır. Persan Tekstil adlı bir şirketi vardır. Bir dönem Yeni Şafak gazetesinin sahipliğini yapmıştır. Ensar Vakfı kurucu üyelerindendir. Albayrak Holding Albayrak Holding, Ahmet Albayrak ve kardeşleri Bayram, Nuri, Kazım, Mustafa ve Muzaffer Albayrak'ın ortak girişimleridir. Grup, inşaat, müteahhitlik, medya, traktör ve motor üretimi, liman işletmeciliği, kâğıt fabrikası, tekstil, temizlik ve sosyal hizmetler alanında faaliyet göstermektedir. Albayrak Şirketler Grubu Hacı Ahmet Albayrak'ın oğulları olan Ahmet, Bayram, Nuri, Kazım, Mustafa ve Muzaffer Albayrak tarafından yönetilmektedir. Ahmet Albayrak genellikle medya, inşaat, liman, traktör üretim işleri ile ilgilenmekte, Bayram Albayrak toplu taşıma, Nuri Albayrak liman, Kazım Albayrak turizm, Mustafa Albayrak araç kiralama, Muzaffer Albayrak da tekstil işi ile ilgilenmektedir. Albayrak Medya Grubu, Yeni Şafak gazetesi ve TVNET televizyonunun sahibidir. Albayrak Holding şirketleri,6 ana sektör olmak üzere gruplanmıştır. Ahmet Albayrak Ahmet Albayrak, 1952, Of, Trabzon doğumlu, iş adamıdır. Bir aile şirketi olarak kurulan ve 1982 yılına kadar inşaat sektörü ile büyüyen Albayrak Grubu ortaklarındandır ve halen yönetim kurulu başkanlığı görevini yürütmektedir. Yeni Şafak gazetesi TVNET televizyonunun imtiyaz sahibidir. Evli ve 5 çocuk babasıdır. Nusret Özcan Nusret Özcan (d. 25 Kasım 1958 Eyüp İstanbul - ö. 22 Haziran 2007 İstanbul) Türk gazeteci ve yazar. Gümüşsuyu İlkokulu'nu bitirdikten sonra Gaziosmanpaşa İmam Hatip Lisesi'ne kaydoldu. Ardından 1972'de İstanbul İmam Hatip Lisesi'ne geçiş yaptı. İstanbul İmam Hatip lisesinde bir süre okuldan uzaklaştırma cezası almış daha sonra bu liseden mezun olup Marmara Üniversitesi'nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiştir. Askerlik görevini ise Antalya'daki acemi birliği ve buna müteakip Ardahan ilinde Kasım 1980 tarihinde yerine getirdi. 1981'de Milli Gazete'de çalışma hayatına başladı. 25 Mayıs 1983'te hayatını kaybeden Necip Fazıl Kısakürek'in cenaze merasiminde gözaltına alındı ve 15 gün sonra tahliye edildi. Öğretmen olarak ilk atanma yeri olan Bingöl'e gitmeyip ikinci atanma yeri olan Nevşehir'de öğretmenlik yaşamına başlamış olsa bile 15 gün sonra bu görevinden istifa ederek İstanbul'a dönmüştür. Bir süre TGRT ve MÜSİAD'da çalıştı. Ardından Yeni Şafak gazetesinin kuruluş çalışmalarında yer aldı. Nusret Özcan gazetenin kuruluşundan kendisinin ölüm tarihine kadar bu gazetede kültür-sanat sayfasında editörlük görevini yerine getirdi. Nusret Özcan'ın edebi çalışmaları ve yazıları Semerkand Aile, İzlenim, Kayıtlar, Dergibi, Kafdağı ve Cemre gibi çeşitli dergilerde yayınlandı. Şimdiki adıyla Semerkand Radyo olan Radyo Onbeş'te Her Mevsim İstanbul adlı programı hazırlayıp sunan Nusret Özcan geçirdiği kalp krizi sonucunda 22 Haziran 2007'de hayatını kaybetti. Nusret Özcan evli ve üç çocuk sahibiydi. Ferhat Ünlü Ferhat Ünlü, (d. 5 Ekim 1975, Adana), Türk gazeteci ve yazar. 1995-2004 yılları arasında Yeni Şafak Gazetesi'nde, 2005-2007 yılları arasında ise "Haftalık" Dergisi'nde çalıştı. Yayın hayatı sona eren "Virgül (dergi) "ve "Dergibi " adlı edebiyat dergilerinde yazıları yayınlandı. 2007'de "Sabah" Gazetesi'nde muhabir olarak çalışmaya başladı. 2009 yılında kurulan "Sabah" Gazetesi Özel İstihbarat Bölümü'nün editörü oldu. 2012'de "TV Net "Televizyonu'nda İstihbarat adlı programın yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendi. Halen "TV Net " Televizyonu'nda Haber Analiz adlı programın moderatörlüğünü yapmakta ve ilgilendiği güvenlik, istihbarat ve terör konularında "a Haber" Televizyonu'nda daimi yorumcu olarak programlara katılmaktadır. Ayrıca "Sabah" Gazetesi'nin Pazar ekinde Üç Boyutlu Portre adlı köşesinde portre yazıları yazmaktadır. Mehmet Aycı Mehmet Aycı, (d. 3 Mayıs 1971)- Türk yazar/şair. Adana/Saimbeyli’de doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun oldu. Kamu-medya ilişkileri ve siyasal iletişim alanlarında çalıştı. Bir üniversitede “Demir Yolu Tarihi ve Gelişimi” dersleri verdi. Şiir dışında deneme ve portreleriyle de döneminin en üretken yazarlarından biri oldu. Aycı, Mürekkep Ten adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliğinin 2007 yılı; Sonrası Şimendifer adlı kitabıyla da Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği ESKADER’in 2012 yılı “yılın en iyi deneme yazarı” ödüllerini aldı. Yağmurlu Perçem kitabı ise ESKADER’in 2016 “yılın şiir kitabı” ödülüne layık görüldü Clement Greenberg Clement Greenberg (16 Ocak 1909 - 7 Mayıs 1994), 20. yüzyılın en etkili sanat eleştirmenlerinden olup soyut sanatın yayılmasına katkıda bulunmuştur. Özellikle Jackson Pollock tarafından başlatılan soyut dışavurumculuk (kendi tabiriyle "resimsel soyutlama") akımının savunucularından olmasıyla tanınır. Bunun yanında zamanla daha saf olduğuna inandığı geç resimsel soyutlamayı desteklemeye başlamıştır. Greenberg ilk olarak 1939'da yayınlanan "Avant-garde ve Kitsch" isimli makalesiyle ün yapmıştır. Bu makalede Greenberg Modernist sanatın tüketim kültürüne karşı bir direnme yolu olduğunu öne sürmüş, kiç terimini popülerleştirmiştir. Modern sanat ona göre içinde bulunup anlamaya çalıştığımız dünyanın koşullarını incelemek için bir araçtı. Greenberg'in görüşüne göre Modernizm, sürekli değişip gelişen kiç kültürüne karşı gelmek için uyum sağlamak durumundaydı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Greenberg avant-garde sanatta artık ABD'nin söz sahibi olduğunu düşünüyordu. Jackson Pollock, Willem de Kooning, Hans Hofmann, Elyssa Rundle gibi sanatçıları destekleyerek modern sanatın resim yüzeyinin düzleştirilmesine doğru gittiğini iddia ediyordu. Tüm bunlar Greenberg'ün 1960'larda ortaya çıkan pop sanatını reddetmesine neden oldu. Greenberg, daha sonraki nesil eleştirmenlerinden Michael Fried ve Rosalind Krauss üzerinde de etkili olmuştur. Greenberg'ün görüşüne göre sanat tarihindeki tüm akımlar nihai olarak geç resimsel soyutlamaya doğru ilerlemekte idi. Buna göre bu son basamak sanatın arındırılmasıydı. Saf sanat, Greenberg'e göre, konu, sanatçının kişiliği ile bağlantılar, fırça izleri gibi öğelerden arındırlmış olmalıydı. İlüzyonlara yer verilmemeli, tuvalin iki boyutluluğu öne çıkarılmalıydı. Bu özellikleri Greenberg, geç resimsel soyutlamayı, daha önceki dönemde yaygın olan soyut dışavurumculuktan ayırmak için belirtmiştir. Frank Stella bu görüşte sanat yapan ilk örnektir. Bu makalenin çoğu Wikipedia'nın aynı başlıklı İngilizce makalesinden (23 Ağustos 2005) tercümedir. Kanlıca, Beykoz Kanlıca, İstanbul'un Beykoz ilçesinin ünlü bir semtidir. Anadoluhisarı ile Çubuklu arasında bulunur. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün An
adolu yakasındaki ayağının kuzey tarafındadır. Kanlıca'nın yoğurdu meşhurdur. Kanlıca yoğurdu sahilde Çınaraltı'nda pudra şekeri üzerine konularak yenilir. Yoğurdun özelliği yoğurt yapımında kullanılan süt tozu ve üzerine konulan pudra şekeridir. Kanlıca ayrıca Mihrabad Korusu'yla da meşhurdur. Anadolu Yakasının en yeşillik yerlerinden biridir. Kanlıca'nın yalıları da ünlüdür. Kanlıca'nın ismi konusunda çeşitli rivayetler vardır ama en çok kabul göreni zamanın Osmanlı sultanlarından biri bir gün emir vererek İstanbul'un havası en temiz semtinin bulunmasını ister. Nasıl ölçüleceği konusunda ise vezirlerinden yardım ister. Vezirlerden biri her semte kanlı et bulunan direklerin asılmasını ve en geç bozulan etin olduğu direğin havası en temiz semt olacağını söyler. Sultan emir verir ve Kanlıca büyük arayla birinci olur ve Osmanlı Sultanı bu semte Kanlıca ismini verir. Aynı zamanda final yapan Kardeş Payı dizisinin çekildiği yerdir. Tabakhane Tabakhane, deri tabaklanan fabrikadır. Ham deri olarak gelir ve bitmiş deri olarak fabrikadan çıkar. Tabakhane deri tabaklanan fabrikaya verilen addır. Her türlü hayvanın postu buraya yaş ya da tuzlanmış deri olarak gelir ve çeşitli aşamalardan geçtikten sonra tabaklanmış ya da bitmiş deri olarak fabrikadan çıkar. Deri tabaklamasında esas derinin organik bir nesneden inorganik bir nesneye çevrilmesidir. Tabakhane debbağhaneden gelen bir kelimedir.Debbağ eski dilde deri işleyen kişiye verilen isimdi, bu işin yapıldığı yerede debbağhane denilirdi. Günümüze ise bu kelime tabakhane olarak gelmiştir. Osmanlıda debbağlık önemli zannaatlardan biriydi. Mesleğin ahilik ocakları vardı, bu işin piri de ahi Evrandı. Deri işlemesi meşakkatli, emek isteyen ve severek yapılması gereken bir iştir. Deri çeşitli kimyasal ve fiziksel işlemlerden geçerek bir mamül olur ve bizim hizmetimize sunulur. Her işlemin kendine has önemi vardır. Bir işlemi yanlış veya eksik yapmak deriyi kullanılamaz hale getirebilir. Osmanlı döneminde deri tekeli vardı… Safranbolu da derinin tabaklanması olabilmesi için o dönemin ileri gelenleri çeşitli tedbirler almışlar… Safranbolu da tabaklanmayan deriyi satanlardan o dönemin tüccarları alış veriş yapmazlar ve mecburen Safranbolu da deriyi tabaklananlar satılırdı o dönem çok para kazanan Safranbolu iş adamları Köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış… Bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir… Safranbolu da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek dışkısı enzimlere ihtiyaç duyulduğundan, Tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş... Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek dışkısı içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş… Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta Köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi kurulmuştur. Bugün dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş, "tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden günümüze kadar gelebilmiş. Safranbolu da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına. "Tabak mısın; it bokuna muhtaçsın", denirmiş… Bugün Almanya, Fransa, Hollanda da hayvan hakları savunucu bazı genç grupları hafta sonları deri giyenleri avlamak için balonların içine koydukları boyalarla deri giyenlere saldırmaktadırlar… Seyyid Seyyid (Arapça: سيد), İslam peygamberi Muhammed'in kızı Fatıma ve torunları Hasan, Hüseyin, Zeynep, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'ün soyundan olduğu inanılanlar genel olarak bu adla anılır. Hanımlar için Seyyide sıfatı kullanılır. Sünniler arasında Hüseyin'in soyundan gelenlere Hüseyni veya Seyyid, Hasan'ın soyundan gelenlere ise Hasani veya Şerif denir. İran'da Seyyid kökenli aileler "Mir" ya da "Mirza" olarak da anılır. Osmanlılar zamanında Şerif ve Seyyid ailelerin birliğini Nakibu'l-Eşraflık Kurumu sağlardı. Peygamber soyundan gelmekle beraber onun inanç sistemine bağlı olmayan kişiler Ehli Beyt'ten sayılmazlar. Seyyidler Fatıma'nın kocasına nisbetle Aleviler olarak da adlandırılsada, bu başlık çeşitli karışıklıklara sebep olduğu için bu manada pek kullanılmaz. Ali'nin, Fatıma'nın vefatından sonra yaptığı evlilikten doğan çocukları genetik olarak Alevi olmakla beraber, Fatimi olmadıkları için Seyyid veya Şerif değildirler. Ayrıca Alevi kelimesi genetik anlamı dışında Ali taraftarı olanlar içinde kullanılmakta olduğundan, her zaman Seyyidlik'le örtüşmez. Türkiye'deki Aleviler'in çoğu Türkmen'dir ve Orta Asya kökenlidir. Bu durumda peygamber soyundan gelme ihtimali bir hayli düşüktür. 19 (sayı) 19, 18'den sonra 20'den önce gelen sayı. Aynı zamanda bir asal sayı. Bazı kült, inanç veya dinlerde önemli sayılarak üzerine çalışmalar yapılmış, takvim veya sistem oluşturulmuştur. On dokuz, en küçük sekizinci asal sayıdır. 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19, 23, 29, 31, 37, 41, 43, 47, 53, 59, 61, 67, 71, 73, 79, 83, 89, 97... Semavî dinler (İbrahimî dinler) diye adlandırılan dinler için 19 sayısı özel olduğu hakkında çalışmalar mevcuttur. Her ne kadar İncil'de (Yeni Ahit) böyle bir özellik görülmese de Tevrat (Eski Ahit, Tora) ve özellikle Kur'an'da 19 rakamı üzerine çalışmalar bulunmaktadır. 19 sayısının üzerine bir sistem, 11. yüzyılda yaşayan bir haham (Rabbi Judah) tarafından ortaya konmuştur. Tevrat'ın dualarından birisinde tespitlerde bulunmuştur. Rabi Judah'ın (baş hahamın) çalışmaları, 1978 yılında Kaliforniya Üniversitesi yayınları arasında yayınlanan "" adlı bir kitapta incelenir. Kur'an'ın 74. suresi olan ve bürünen, gizlenen demek olan Müddessir Suresi'nin 30. ayetinde on dokuz ibaresi aynen geçer. "Üzerinde on dokuz vardır." (74:30) 30. ayeti takip eden ayette ise 'bekçi meleklerinin sayısı' şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Art arda gelen ayetler olması sebebi ile bir önceki ayete istinaden bu sayının 19 olduğu belirtilmiştir. Ayrıca 31. ayette bu sayının (meleklerin sayısı 19'u); inkâr edenler için bir imtihan, kitap verilenlerin şüphelerini gidermesi, inananların imanlarını arttırması için işaret edildiği belirtilir. Ayrıca kalplerinde hastalık bulunanlar da 'Bu örnekle ne demek istendi?' demeleri için bir işaret olduğu belirtilir. "Biz, Cehennem'in görevlilerini ancak meleklerden kıldık. Onların sayısını inkâr edenler için bir imtihan vesilesi yaptık ki, kendilerine kitap verilenler kesin olarak bilsinler, iman edenlerin imanı artsın, kendilerine kitap verilenler ve Mü'minler şüpheye düşmesin, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ile kâfirler, ""Allah örnek olarak bununla neyi anlatmak istedi?"" desinler. İşte böyle. Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlar için ancak bir uyarıdır." (74:31) Her ne kadar bu ayeti bir referans kabul etmeyip bu rakamı özel bulmayanlar olsa da 19 rakamının Kur'an'da geçişi; bâzı kelimelerin ve harflerin tekrar sayılarının 19'un katı olması kayda değerdir. Örnekler; Kur'an'da on dokuz üzerine yapılan çıkarımlar üzerine tenkitler de mevcuttur. Bir eleştiriye göre Müddessir Suresi'nde Cehennem meleklerinin sayısının 19 olduğundan ve bu bilginin kendilerine kitap verilmiş olan toplumlar tarafından da yakinen bilinebileceğinden bahsedildiği şeklindeki eleştiridir. Bir başka eleştiri, bu sayıyla alakalı istenirse her kitapta benzer özellikler bulunabileceğine dairdir ki bu eleştirilerden birisi de "Abdullah Öcalan'nın kitabı üzerinde de benzer bir özellik bulunabilir" eleştirisidir. Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatı üzerinde 19 sayısı ile alakalı çeşitli çalışmalar vardır. Bu çalışmalar bâzı kitaplara da konu olmuştur. Atatürk'ün hayatından tarih ve sözlerin, 19 ile bağlantısı hakkında da bâzı örnekler; Coluber Coluber, Colubridae familyasından bir yılan cinsi. Bu cinsin üyeleri ince yapılı, hızlı hareket edebilen yaygın görülen yılanlardır. Dünyada geniş yayılışa sahip olan bu yılanlar çok çeşitli habitatlarda farklı davranışlar içinde olur. Geçmişte bütün yılan türleri "Coluber" cinsine dahil ediliyordu. Öyle ki bir kobra türü "Coluber naja" olarak adlandırıldı. Modern çalışmalar sonucunda bu cinsin üyeleri kendi içinde su yılanları ile sınırlandırılmıştır. Yine de bazı türler (su yılanları) diğerleri gibi bu cinse ait olmadığından "Dolichophis" cinsine ayrılır. Küçük sakarca Küçük sakarca ("Anser erythropus"), ördekgiller (Anatidae) familyasına ait, sakarcanın yakın akrabası olan bir kaz türü. Asya'nın en kuzey kesimlerinde yerleşim gösterse de az da olsa Avrupa'da da görülür. Küçük sakarca kışları Avrupa'nın güney kesimlerine iner, çok nadir olarak İngiltere'de görülür. İngiltere'deki sürekli bulundukları tek yer, WWT Slimbridge, Gloucestershire'dir. Vücut büyüklüğü 53–66 cm.’dir. Kış konuğudur. Küçük sakarcanın gagası pembe ve ayakları turuncu renktedir. Gagası ve boynu sakarcadan daha kısadır ve gaga dibindeki beyaz bölge alnına kadar uzamaktadır (sakarcada bu beyazlık sadece gaga dibinde gözlenmektedir). Küçük sakarcanın göz çevresi halkası sarıdır. Bu iki sakarca türü birbirinden büyüklüklükleriyle farklılaşır, küçük sakarca 53–66 cm uzunluğunda ve 120–135 cm kanat genişliğindedir. Renklerinin benzerliği dolayısıyla boz kaza benzer. Boz kazın gagası ve bacakları daha dolgun renkli ve kanatlarının yukarısı mavimsi-gridir. Her iki sakarca türünde de yüzüne fark edilir beyazlıklar ve karına kadar uzanan geniş siyah bantlar bulunur. Sakarca Sakarca ("Anser a
lbifrons"), ördekgiller (Anatidae) familyasından bir kaz türü. Uzunluğu 65–78 cm'dir. Grimsi renktedirler. Türkiye'de yaygın olarak gözlenen boz kazdan daha büyüktür. Gaga dibinden alına kadar uzanan beyaz bir bölge ve karın altında gözlenen koyu çizgiler mevcuttur. Ayakları turuncu ve gagaları pembe renktedir. Gençlerin alnında beyaz leke yoktur. Boz ördek Boz ördek ("Anas strepera"), Anatidae familyasından anavatanı Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika olan bir ördek türü. Uzunluğu 46–56 cm'dir. Erkek ve dişi farklıdır. Erkekler genel olarak grimsi bir renkte olup, kuyrukaltı tüyleri siyahtır. Uçarken ikincil uçma tüylerinde beyaz ve siyah renkteki panel, omuz tüylerindeki kestane-kahverengimsi renk ile karındaki beyazlık göze çarpar. Gagası koyu renkte olup, yeşilbaştan daha kısadır. Dişileri boz renktedir ve ikincil uçma tüylerindeki beyaz panel ve omuz tüylerindeki kestane renk uçarken göze çarpar. Karabaş patka Karabaş patka ("Aythya marila"), Anatidae familyasından küçük bir dalıcı ördek türü. Uzunluğu 42–51 cm.’dir. Erkek ve dişinin görünümü birbirinden farklıdır. Bu ördek türü, tepeli patka ile karıştırabilinir. Erkek karabaş patka koyu yeşilimsi, yuvarlak bir başa sahiptir. Erkeğin göğsü, kuyruk alt ve üst tüyleri ile kanat üst-örtü tüyleri siyah renktedir. Vücut yan tüyleri beyaz ve gaga mavimsidir. Sırtı, tepeli patkadan farklı olarak gridir (tepeli patkada siyahtır). Üst kanat uçma tüyleri ile kanat altı beyazdır. Dişi, tepeli patkaya benzemesine rağmen, ondan gaga dibindeki beyazlık ve karın yanlarının daha açık olması ve tepesinin olmaması ile ayırt edilebilinir. Üst kanat uçma tüyleri, kanataltı ile karın beyazdır. Dişi ve erkeğin gözü sarı ve gagaları mavimsidir. Tek eşlidir. Yuvalarını yerde veya yüzer sazların üzerinde yaparlar. Yuvayı, bitkiler ve tüylerle döşemekte olup bu yuvaya yaklaşık 8-11 yumurta bırakırlar. Kuluçka süresi 26-28 gündür. Yavruların uçma süresi 40-45 gündür. Besinlerini, başlıca bitkiler ve omurgasız hayvanlar oluşturmaktadır. Kış konuğudur. Türkiye'de Karadeniz ve Marmara Denizi’nin kıyılarında görülmektedir. Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’da gözlenmekte ve üremektedir. Macar ördeği Macar ördeği ("Netta rufina"), ördekgiller (Anatidae) familyasından büyük bir dalıcı ördek türü. Uzunluğu 53–57 cm.’dir. Erkek ve dişinin görünümü birbirinden farklıdır. Erkek; kızılımsı-kahverengi bir başa, kırmızı gaga ve ayağa, siyah boyuna, enseye ve göğüse sahiptir. Uçarken göğüsten uzanan bu siyah bölge karından kuyruğu da içine alacak şekilde bir çizgi halinde gözlenmektedir. Karının yanları ile kanat altı ve omuz beyazdır. Üst kanat uçma tüylerinde beyaz bir panel bulunmaktadır. Kanat üstü uçma örtü tüyleri kahverengidir. Dişi açık kahverengidir. Dişinin boynu ile yanları beyaz ve boyun arkası kahverengidir. Gaganın üzerinden gözleri de içine alacak şekilde arkadan tepe ve enseye uzanan kahverengi bölge gözlenmektedir. Erkek gibi kanat üstü uçma tüyleri beyazdır. Gaga grimsi, uç kısmı pembemsidir. Yerli türdür. Orta ve Doğu Anadolu, Akdeniz ve Karadeniz Bölgelerinde kuluçkaya yatmaktadır. Elmabaş patka Elmabaş patka ("Aythya ferina"), ördekgiller (Anatidae) familyasından orta büyüklükte bir dalıcı ördek türü. Uzunluğu 42–49 cm’dir. Erkek ve dişi birbirinden farklı görünüme sahiptir. Erkek kızılımsı bir başa, siyah göğse ve kuyruk alt-üst tüylerine, gri sırt, kanat ve vücut yanları ile beyaz karına sahiptir. Dişi, boz renge sahiptir, ancak vücudun yanları ile üst-ört tüyleri grimsi-kahverengi ve karın kirli beyazdır. Gagası koyu mavimsi-gri ve ucu siyahtır. Uçma tüyleri erkeğinki gibi grimsidir. Tüm Türkiye’de sazlık ve kamışlı göllerde, deltalarda ve lagünlerde gözlenir. Demodülasyon Demodülasyon, modülasyon işleminin tersi yani taşıyıcı sinyal ile bilgi sinyalinin birbirinden ayrılmasıdır. Demodülasyon çıktısı ses, resim ya da ikili veri biçiminde olabilir. Kuşların anatomisi Kuş, Aves sınıfını oluşturan; yumurtlayan, akciğerli, sıcak kanlı, vücudu tüylerle örtülü, gagalı, iki ayaklı, iki kanatlı uçucu hayvanların ortak adıdır. Kuş tüyleri karmaşık bir yapıdadır. Keratinleşmiş deri hücrelerinden oluşur. Kanat ve kuyrukta yer alan büyük tüyler (telekler) uçmaya yarar. Vücudu, bir kiremit örtüsü gibi kaplayan dış tüyler ıslanmaktan korur, alttaki ince ve yumuşak tüyler ise vücut ısısının kaybını önler. Bir kuş tüyü, tüy ekseni ve tüy bayrağından oluşur. Tüy ekseni içi boş ve yuvarlak oyan tüy kökü ile içi ilik dolu dört köşeli tüy gövdesinden ibarettir. Tüy bayrağı ise gövdeden çıkan dallardan, bu dallardan çıkan yan dallardan ve bunların üzerindeki ucu çengel gibi küçük dalcıklardan oluşur. Bu çengelli dalcıklar, üzerinde çengelli dalcık bulunmayan yan dalları kavrayarak tüylerin dik durmasını sağlar Tüyler eksen ve bayrak kısımlarına göre üç gruba ayrılır: Büyük ve uzun tüylerdir. Yan dalcıkları çengellidir ve bu tüyler dik dururlar. Telekler kuş vücudunun belli bölgelerinden çıkarlar. Bu bölgelerin dışında kalan kısımlar ya tamamen çıplak veya hav tüyleri ile örtülüdür. Telekler de; uçma telekleri, kuyruk telekleri ve örtü telekleri olmak üzere üç çeşittir. Telekler çeşitli renklerde olabilirler. Düz kuyruk, yuvarlak kuyruk , kama kuyruk, basamaklı kuyruk, girintili kuyruk, çatal kuyruk. Yan dalları üzerinde kanca gibi çıkıntıları bulunmadığı için bu tüyler dik durmazlar, yumuşak ve gevşek bir haldedirler. Bu tüylerin gövde kısmı da genellikle ince ve zayıftır. Bazen tüy gövdesi körelmiş olup tüy dallarının hepsi tüy kökünden birbirine çok yakın olarak çıkarlar. Hav tüyleri teleklerinin altında yer alır ve kuşun vücut ısısını korumaya yararlar. Renkleri genellikle beyaz veya gridir. Eksenleri uzun ve incedir. Bayrak kısımları körelmiştir. Telek tüyleri arasında dağınık olarak bulunur. Gaga dibinde yer alanlar bazen kalın ve sert sakal veya bıyık kılları haline dönüşürler. Litre Litre, bir hacim ölçüsü birimidir. Büyük L (l) ile gösterilir. Litre bir Uluslararası Birim Sistemi birimi değildir; fakat SI birimleriyle birlikte kullanıması kabul görmüştür. SI'nın hacim ölçüsü birimi metreküptür. Bu birimin adı metrik sistemde sık sık geçmektedir. 1 litre 1 desimetreküpe eşittir. 1 rakamı ile karışmaması için küçük l yerine büyük L ya da elyazisi (ℓ) kullanımı kabul edilmiştir. Ayrıca 1 litre 1.000 mililitredir. Litre sözcüğü Fransız ölçü birimi litrondan gelmektedir. Niels Bohr Niels Henrik David Bohr (7 Ekim 1885, Kopenhag - 18 Kasım 1962, Kopenhag), Nobel ödüllü Danimarkalı fizikçi. Kuantum kuramının atom yapısının belirlenmesinde ilk kez kendi adıyla anılan atom modelini oluşturdu. Kuantum fiziğinin gelişmesinde 50 yıla yakın bir süre öncü rol oynadı. Ayrıca atom çekirdeğinin "sıvı damlacığı modeli"ni geliştirdi. Söylentiye göre, Danimarka halkının övünç duyduğu dört şey vardır: Gemi endüstrisi, süt ürünleri, peri masalları yazarı ve fizik bilgini Niels Bohr. Bohr, bilgin kişiliği ve insancıl davranışlarıyla, büyük hayaller peşinde koşan gençlere örnek ve esin kaynağı olan bir öncüydü. O, ne Rutherford gibi dış görünümüyle ürkütücü ne de Einstein gibi "arabaya tek başına koşulan at" idi. Daha önce Rutherford'un olağanüstü yeteneğini farketmiş olan Thomson, nedense Danimarkalı gence sıradan biri gözüyle bakıyordu. Tartışmalı bir toplantıda Bohr'un ileri sürdüğü bir çözümü irdelemeden yanlış diye geri çevirir, daha sonra aynı çözümü kendisi dile getirir. Bu olayı içine sindiremeyen Bohr yeni arayışlar içine girer. Bu sırada bilim dünyasının parlayan yıldızı Rutherford'tur. Katıldığı bir konferansında Rutherford'un coşkusuyla büyülenen Bohr, Cavendish'i bırakır, Manchester'de onun ekibine katılır. Rutherford deneyciydi, Bohr ise kuramsal araştırmaya yönelikti. Ama iki bilim adamı arasındaki ilişki ömür boyu süren bir dostluğa dönüştü. Öyle ki, Bohr biricik oğluna hocanın adını ("Ernest"') verdi. Oysa, bursunun tükenmesi nedeniyle Manchester'de yalnızca altı ay kalabilmiştir. Bohr oluşturduğu atomun kuantum kuramını yayımlamadan önce Rutherford'un incelemesine sunmuştu. Rutherford her şeyde basitliği arayan titiz bir kişiydi. Bohr'un yazısı karmaşık, uzun ve gereksiz yinelemelerle doluydu. Rutherford düzeltilmesini gerekli gördüğü noktalara değindi. Bohr'un kuramı 1913'te İngiltere'de yayımlanır. Ne var ki, bilimadamlarının bir bölümünün tepkisi olumsuzdur. Onlara göre ortaya konan, bir kuram olmaktan çok rakamlarla oluşturulmuş bir düzenlemeydi. Oysa, başta Einstein olmak üzere kimi bilimadamları, çalışmanın büyük bir buluş olduğunu farketmişlerdi. Kuramın, spektroskopi biliminin atomik temelini kurduğu çok geçmeden anlaşılır. Bir yandan da kuramı doğrulayan deneysel kanıtlar birikmeye başlar. Kopenhag Teorik Fizik Enstitüsü başkanlığına getirilen Bohr, 1922'de Nobel Ödülü'nü alır. Artık kısaca "Bohr Enstitüsü" diye anılmaya başlayan enstitüye dünyanın pek çok ülkesinden genç fizikçilerin akını başlar. Gelenler arasında Heisenberg, Pauli, Gamow, Landau gibi sonradan ün kazanan genç araştırmacılar da vardır. Kısa sürede dünyanın en canlı bilim merkezine dönüşen Enstitü bir grup üstün yetenekli genç için bulunmaz bir eğitim ortamı olmuştu. Bohr çalışma yaşamında sergilediği istenç gücünün yanı sıra neşe ve mizahıyla gönülleri fethetmesini de biliyordu. Bir teori üzerine tartışırken, sözlerini şöyle bağlamıştı: ""Bu teorinin çılgınca bir şey olduğunu biliyoruz. Ama ayrıldığımız nokta, teorinin, doğru olması için yeterince çılgınca olup olmadığıdır."" Son önemli çalışmasını, 1939'da yaptı. Yeni keşfedilmiş olan çekirdek bölünmesinin neden bazı çekirdeklerde olup diğerlerinde olmadığını açıklamak için, bir büyük çekirdek ile bir sıvı damlası arasındaki benzerliği kullanmıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Bohr, New Mexico'daki Los Alamos'ta (ABD) atom bombasının geliş­tirilmesine katkıda bulundu. Savaştan sonra Kopenhag'a döndü ve burada 1962'de öldü. Uluslararası Bursa Festivali Bursa'da 1962'den bu yana gerçekleştirilen uluslararası bir sanat etkinliğidir. 1 Haziran -1 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşir. Festival
kapsamında müziğin tüm dalları, sahne sanatları ve plastik sanatlar alanındaki etkinlikler yer alır. Festival, 1988 yılından beri Bursa Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenmektedir. Roger Zelazny Roger Joseph Zelazny (d. 13 Mayıs 1937 - ö. 14 Haziran 1995) Polonyalı-Amerikan fantezi ve bilim kurgu yazarı. "Amber Yıllıkları" () serisi ünlü eserlerindendir. "Frost & Fire" adında bir hikaye ve makale antolojisi bulunmaktadır. Hermes Hermes (), Yunancada "Hermes Trimegustus" (üç kere kutsanmış hermes) anlamına gelmektedir. Zeus ve Maia'nın oğludur. Zeus'un habercisidir. Tanrıların en kurnazı sayılır, tanrıların en hızlısıdır. Bir de Caduceus adında büyülü bir altın değnek taşır. Gigantlar arasındaki karşıtı Hippolytos'dur. Üstün nitelikleri olan Hermes, efsaneye göre daha bir günlükken ayağa kalkar, beşiğinden çıkar, kaplumbağa kabuğundan yaptığı bir liri çalıp ondan çıkan seslerle eğlenir. Bir gün kırlarda dolaşırken tanrı Apollon'un koruması altındaki inekleri çalar. Apollon olayı öğrenince çok kızar; cezalandırılması için Hermes'i kolundan tutup Zeus'a götürür. Ne var ki, Hermes'in lirinden çıkan sesler Zeus'u ve Apollon'u büyüler. Zeus, cezalandıracağı yerde Hermes'e kanatlı bir başlıkla bir çift ayakkabı vererek onu tanrıların habercisi yapar. Haberci Hermes ölülerin ruhlarını yeraltına götürür; çobanlarla, yolunu şaşıran yolculara kılavuzluk eder. Yaşlı Kral Priamos'u, Hektor'un ölüsünü almak için Aşil'in barınağına götüren de odur. Ayrıca Odysseus'a Moly isimli bir bitkiyi vererek Kirke'nin tuzağından kurtaran da odur. Hermes'in İo efsanesinde de önemli bir görev üstlendiği görülür. Zeus, sevgilisi su perisi İo'yu kıskanç karısı Hera'dan kurtarmak için, onu ineğe dönüştürür. Hera ineği armağan olarak ister ve alır. Kocasının kendisini aldattığından kuşkulandığı için, başına da bekçi olarak 100 gözlü canavar Argos'u diker. Argos uyurken bile birkaç gözü açık kaldığından, her şeyi görür. Bu yüzden ona yanaşmak çok tehlikelidir. İo'nun kurtarılması için Zeus, Hermes'i görevlendirir. Hermes canavarın yanına oturarak eline lirini alıp tatlı tatlı çalmaya başlar. Bu hoş müzikle Argos'un gözlerinin tümü ağır ağır kapanır, giderek derin bir uykuya dalar. Hermes de uyuyan canavarın kafasını keser. Çevik haberci Hermes tüm atletlerin koruyucusu olduğu gibi akıllı ve kurnaz olduğu için hırsızların, kumarbazların ve tüccarların da koruyucusudur. Liri, kavalı, notaları, astronomiyi, ölçü birimlerini ve sporu icat etmiştir. Hermes mitolojistlerce eril öğenin temsilcisi olarak kabul edilir. Hermes Roma mitolojisinde Merkür olarak anılır. Güneş'e en yakın gezegene onun adı verilmiştir. Hermes'in aslen Mısır Mitolojisi'ndeki Thot olduğu iddia edilmektedir. Bazı düşünürler Hermes'in islam mitolojisindeki İdris olduğu kanaatindedirler. Hermes veya İdris geleneği Babil, Mısır ve Yunan düşüncelerinin temeli olmakla birlikte İslam düşüncesi'nin de temelini oluşturan yabancı kaynaklardan sayılır. Pop sanatı Pop art, 1950'lerde, özellikle ABD ve İngiltere'de soyut dışavurumculuğa tepki gösteren genç sanatçıların 1960'larda bir akım haline getirdikleri sanat türüdür. İngiltere ve ABD'de değişik koşullarda ve birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır. Marcel Duchamp'ın 20. yüzyıl başında hazıryapım nesneleri bağlamları nedeniyle sanat eseri olarak sunmuş olması, pop sanatçılarının popüler kültür imgelerini benzer bir motivasyonla sunmalarında etkili olmuştur. İngiliz pop sanatı, Richard Hamilton'ın etkili olduğu bir dönemle başlar (1953-1957); Peter Blake, Roger Coleman gibi geç resimsel soyutlama tarzına yakın eser veren sanatçılarla devam eder (1957-1961), 1960'lardan sonra figüre geri dönülür.en sonunda pop art sanatı olur. Amerikan pop sanatının ilk temellerinin soyut dışavurumculuk ile popüler imgeleri birleştiren Jasper Johns ve Robert Rauschenberg tarafından atıldığı söylenebilir. Sonrasında önemli sanatçılar arasında Andy Warhol, Roy Lichtenstein, Claes Oldenburg vardır. Popüler kültür imgeleri kişisellikten arındırılmış bir şekilde sunulur; örnek alınan modellerin anonim kimliklerinden çok uzaklaşılmaz. Türkiye'de pop sanatı Andy Warhol akımıyla onun adını taşıyan stili ile ilk olarak izlerini bırakmaya başlamıştır. Fakat bu çizgiye sadık kalmak kaydıyla o çizginin dışına 2000'lerden sonra genç kuşak sanatçılar çıkmayı başarmış, çoğul ve renkli görünümlerin yerine daha sade ve net tekil renkler yerini almaya başlamıştır. Bu çizgiye çıkanlar çok ender sayılabilecek sanatçılardır. Pop sanatının ülkemizdeki tekil renk temsilcilerinden biri olan Ümit Bilgen (1979) alanında bir ilke imza atmış, siyah ve beyazın uyumunu bu sanata renklerin dışında uyarlamıştır. Sanatçı eserleri çoğul renklerden ziyade daha sade ve simetrik renkler olan siyah ve beyaza dönüştürmüştür. Bu anlamda Türkiye'de renk kombinasyonlarının çokça kullanıldığı stilden siyah beyaza uyarlanması ise oldukça sıradışıdır. Bu sıradışılık eserlerin farklılığında ve kullanılan materyalde kendini belli eder. Enrico Fermi Enrico Fermi (29 Eylül 1901, Roma - 28 Kasım 1954, Chicago), İtalyan fizikçi. En çok Chicago Pile-1 (ilk nükleer reaktör) ile ilgili çalışmaları ve kuantum teorisi, nükleer ve parçacık fiziği ve istatistiksel mekanik alanlarına katkıları ile tanınır. “Atom bombasının babası” adı verilen birkaç insandan biridir. Fermi nükleer enerjinin kullanımı ile ilgili birkaç patent sahibi olmuştur ve indüklenmiş radyoaktivite üzerine çalışmaları sırasında kullandığı nötron bombardımanı tekniği ve uranyumötesi elemenlerin keşfi sayesinde 1938 Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmıştır. Hem teorik hem deneysel alanda başarılı olan sayılı fizikçiden biridir. Fermi, ilk olarak istatistiksel mekanik alanına katkıda bulunmuştur. Wolfgang Pauli, 1925 yılında dışlama ilkesini dünyaya duyurduktan sonra Fermi bu prensibi ideal gazlara uyarlayarak bir makale yazmıştır. Bu istatistiksel formüle bugün Fermi-Dirac istatistiği denmektedir. Dışlama ilkesine uyan parçacıklara “fermiyon” adı verilmiştir. Daha sonra Pauli enerjinin muhafazası ilkesi uyarınca elektron ile birlikte beta bozunması sırasında yayılan yüksüz bir parçacığın varlığını ortaya atmıştır. Fermi bu fikri benimsemiş ve varlığı ortaya atılan bu parçacığı kapsayan ve buna “nötrino” adını veren bir model oluşturmuştur. Daha sonra Fermi’nin etkileşimi ve zayıf etkileşim adları verilen bu teori doğanın dört temel güçlerinden birini tanımlamıştır. Radyoaktiviteyi yeni keşfedilen nötronlarla tetikleyen deneyler sonucunda Fermi yavaş nötronların hızlı olanlara göre daha hızlı yakalandığını bulmuştur ve bunu tanımlamak için Fermi yaş denklemini ortaya atmıştır. Toryum ve uranyumu yavaş nötronlarla bombardıman ettikten sonra Fermi yeni elementler keşfettiği kanısına varmıştır ve bu buluşu için Nobel Ödülü’nü kazanmıştır. Ancak daha sonradan bu yeni elementlerin fizyon ürünleri olduğu ortaya çıkarılmıştır. Fermi Yahudi olan karısı Laura’yı etkileyen yeni İtalyan Irk Yasaları nedeniyle 1938 yılında İtalya’yı terk etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi üzerinde çalışmak için Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiştir. Fermi, 2 Aralık 1942 günü kritik hale gelerek ilk yapay ve kendi kendine devam eden nükleer zincir reaksiyonunu gösteren Chicago Pile-1 reaktörünü dizayn ve inşa eden takımın başkanlığını yapmıştır. 1943 yılında Oak Ridge, Tennessee’de bulunan X-10 Grafit Reaktörü kritik hale geldiği anda orada bulunan Fermi Hanford Site’taki B Reaktörü’nün kritik hale gelme anında da orada bulunmuştır. Los Alamos’ta Edward Teller’ın termonükleer “Süper” bombası üzerinde çalışan F Bölüğü’nü yönetti. 16 Temmuz 1945’teki Trinity testinde Fermi metodunu kullanarak bombanın verimini tahmin etti. Savaştan sonra J. Robert Oppenheimer yönetiminde Genel Danışma Komitesi’nde çalıştı. Bu komite, Atom Enerjisi Komisyonu’na nükleer ve politika konularında öneriler verdi. 1949 Ağustosunda ilk Sovyet fizyon bombasının patlatılmasından sonra Fermi hidrojen bombasının geliştirilmesine ahlaki ve teknik nedenlerden dolayı karşı çıktı. 1954’teki davada Oppenheimer adına ifade vererek onun güvenlik yetkisinin iptal edilmesine yol açan bilim adamlarının arasındaydı. Fermi parçacık fiziği alanında pion ve müonlara yönelik önemli çalışmalar yaptı ve kozmik ışınların maddenin yıldızlararası uzayda manyetik alanlar tarafından hızlandırılması ile ortaya çıktığını tahmin etti. Fermi’nin adına birçok ödül, kavram ve enstitü kurulmuştur. Enrico Fermi Ödülü, Enrico Fermi Enstitüsü, Fermi Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı, Fermi Gamma Işını Uzay Teleskopu, Enrico Fermi Nükleer Üretim İstasyonu ve sentetik element fermium bunların arasındadır. Enrico Fermi 29 Eylül 1901 tarihinde Roma’da doğdu. Demiryolları bakanlığında bölükbaşı olan Alberto Fermi ve İlkokul öğretmeni olan İda de Gattis çiftinin üçüncü çocuğuydu. Kız kardeşi Maria Enrico Fermi’den 2 yaş büyüktü ve erkek kardeşi Giulio 1 yaş büyüktü. İki erkek çocuk kırsal bir çevrede bir süt anneye gönderildikten sonra Enrico iki buçuk yaşında iken Roma’ya ailesinin yanına döndü. Ailesinin katolik olmasına ve büyük ebeveynlerinin istekleri doğrultusunda vaftiz olmasına rağmen  aile dindar değildi ve Fermi yetişkin hayatı boyunca Agnostikti. Çocukluğunda kardeşi Giulio ile birçok ortak ilgi alanı vardı. Birlikte elektrik motorları yaptılar ve elektriksel ve mekanik oyuncaklarla oynadılar. Giulio 1915 yılında boğazındaki bir apsenin alınması sırasında verilen narkozun etkisi nedeniyle hayatını kaybetti. Fermi’nin fizik çalışmaları için ilk kaynağı Roma’daki Campo de’ Fiori pazarında bulduğu bir kitaptı. Bu kitap, Collegio Romano’da profesör olan Peder Andrea Caraffa’nın yazdığı 1840 tarihli 900 sayfalık Latince Elementorum Physicae Mathematicae idi. Kapsadığı konular arasında o zaman bilindikleri kadarıyla matematik, klasik mekanik, astronomi, optik ve akustik yer alıyordu. Fermi bilime ilgisi olan diğer bir öğrenci olan Enrico Persico ile arkadaş oldu ve bu ikili Dünyanın manyetik alanını ölçme ve jiroskop inşa etme gibi bilimsel projelerde çalıştılar. Fermi
’nin fiziğe olan ilgisi kendisine hızlı bir şekilde okuduğu fizik ve matematikle ilgili çeşitli kitaplar veren babasının meslektaşı Adolfo Amidei tarafından teşvik edildi. Fermi liseyi Temmuz 1918’de bitirdi ve Amidei’nin desteği ile Pisa’daki Scuola Normale Superiore’ye başvurdu. Diğer oğullarını kaybettikleri için ailesi evden taşınmasına önce izin vermedi, ancak sonradan bu isteğini kabul ettiler. Pisa’daki okul öğrencilere ücretsiz barınma sunuyordu, ancak bir kompozisyon yazmayı gerektiren giriş sınavı bir hayli zordu. Verilen tema “Seslerin spesifik karakteristikleri” idi. 17 yaşındaki Fermi kısmi diferansiyel denklemi türetip çözerek titreşen bir çubuğa uyguladı ve bunu yaparken Fourier analizini kullandı. Sınav gözetmeni Sapienza Üniversitesi’nden Profesör Giuseppe Pittarelli Fermi ile bir mülakat yaptı ve verdiği sınavın doktora seviyesinde olduğunu söyledi ve Fermi okula birincilikle girdi. Scuola Normale Superiore’deki yıllarında diğer bir öğrenci olan Franco Rasetti ile arkadaş oldu ve birlikte şakalaşıcak kadar samimiydiler ve daha sonra birlikte çalışmaya başladılar. Pisa’da Fermi fizik laboratuvarının müdürü Luigi Puccianti Fermi’ye öğretecek pek birşeyinin olmadığını ve Fermi’nin ona birşeyler öğretmesi gerektiğini söyledi. Fermi’nin kuantum fiziği bilgisi öyle bir seviyeye ulaştı ki Puccianti ondan bu konuda seminerler organize etmesini istedi. Fermi bu sürede Gregorio Ricci ve Tulli Levi-Civita tarafından geliştirilen ve genel görelilik teorisinin prensiplerini göstermek için gerekli olan tensör hesabını öğrendi. Fermi önce matematik branşını seçti, ancak daha sonra fiziğe geçti. Kendi kendine genel görelilik, kuantum mekaniği ve atom fiziği öğrendi. Eylül 1920’de Fermi fizik bölümüne kabul edildi. Bölümde sadece üç öğrenci olduğu için (Fermi, Rasetti ve Nello Carrara) Puccianti onlara laboratuvarı istedikleri gibi kullanmaları için izin verdi. Fermi x-ışını kristalografisini araştırmalarına karar verdi ve üçü birlikte bir kristalin x-ışını resmi olan Laue fotoğrafını üretmeye çalıştılar. Fermi’nin üniversitedeki üçüncü yılı olan 1921’de Fermi İtalyan dergisi Nuovo Cimento’da yazılarını bastırdı. İlk makalesinin adı “Katı ve ötelenme hareketi içerisinde olan bir elektrik yükü sisteminin dinamikleri” idi. Ağırlık, hareket eden ve üç boyutlu uzayda yer değiştiren bir şey, yani tensör olarak ifade edilmişti. Klasik mekanikte ağırlık skalar bir değerdi, ancak görelilikte hız ile değişir. İkinci makale “Elektromanyetik yüklerin ağırlıkları ve elektromanyetik akımlardan oluşan yeknesak bir yerçekimi alanının elektrostatiği üzerine” idi. Genel göreliliği kullanarak Fermi bir yükün ağırlığının U/c olduğunu buldu (U sistemin elektrostatik enerjisi iken c ışığın hızıdır). İlk makale elektrodinamik teorisi ile görelilik teorisi arasındaki çelişmeyi elektromanyetik ağırlığın hesaplanması yönünden ifade etti (elektrodinamik teorisinde 4/3 U/c). Fermi bir sonraki sene bu sorunu “Elektrodinamik ve görelilik teorilerin elektromanyetik ağırlığı açıklaması arasındaki bir çelişme” konulu bir makalede gündeme getirdi ve bu çelişmenin göreliliğin bir sonucu olduğunu belirtti. Bu makalenin itibari yüksekti ve Almancaya çevrilerek 1922'de Alman Physikalische Zeitschrift dergisinde basıldı. Aynı yıl, Fermi “Zaman çizgileri yakınında gerçekleşen olaylar” adlı makalesini İtalyan I Rendiconti dell'Accademia dei Lincei dergisine verdi. Bu makalede Eşitlik ilkesini ele aldı ve Fermi koordinatlarını sundu. Zaman çizgilerine yakın yerlerde uzayın Öklid uzayı gibi davrandığını kanıtladı. Fermi Temmuz 1922'de Scuola Normale Superiore'ye “Olasılık ve uygulamaları üzerine bir teorem” başlıklı tezini sundu ve 21 yaşında diplomasını aldı. Tezi, x ışını difraksiyon resimleri üzerineydi. Teorik fizik henüz İtalya'da bir disiplin olarak tanınmıyordu ve bu alanda yalnızca deneysel fizik üzerine tezler kabul ediliyordu. Bu nedenle İtalyan fizikçiler Almanya'dan gelen görelilik gibi fikirleri daha geç kabul ettiler. Fermi laboratuvar deneylerinde oldukça iyi olduğu için bu onun için bir problem değildi. August Kopff'un Göreliliğin Matematiksel Teorisi adlı kitabına bir eklenti yazarken Einstein'ın ünlü E = mc2 denkleminin içerisinde muazzam bir miktarda nükleer enerjinin potansiyelinin yattığını fark etti. Fermi, “Yakın gelecekte bu korkunç miktarda enerjinin salınması mümkün gözükmüyor, çünkü bu olay gerçekleştiğinde bu enerji patlamasının ilk işi onu yaratan fizikçiyi parçalara ayırmak olacaktır” dedi. 1924 yılında Fermi İtalyan Masonlarının Adriano Lemmi locasına alındı. Fermi yurtdışına gitmeye karar verdi ve Göttingen Üniversitesi'nde Max Born'un bir dönem öğrencisi oldu. Burada Werner Heisenberg ve Pascual Jordan ile tanıştı. Fermi daha sonra Leiden'da Paul Ehrenfest ile Eylül-Aralık 1924 arasında kendisine matematikçi Vito Volterra'nın sağladığı Rockefeller bursuyla okudu. Fermi burada Hendrik Lorentz ve Albert Einstein ile tanıştı ve Samuel Goudsmit ve Jan Tinbergen ile arkadaş oldu. Ocak 1925'den 1926'nın sonlarına kadar Fermi Floransa Üniversitesi'nde matematiksel fizik ve teorik mekanik dersleri verdi ve burada Rasetti ile cıva buharına manyetik alanların etkisi üzerine deneyler yaptı. Roma Sapienza Üniversitesi'nde seminerlere de katıldı ve kuantum mekaniği ile katı hal fiziği dersleri cerdi. Schrödinger'in denklemini olağanüstü bir kesinlikle kullanarak yeni kuantum mekaniği dersleri verdiği sırada Fermi “Denklemin bu kadar iyi uyması inanılmaz” dedi. Wolfgang Pauli 1925'de dışlama ilkesini ortaya attığında Fermi buna karşılık olarak “Kusursuz tek atomlu gazın nicelendirilmesi” adlı bir makale yazdı ve burada dışlama ilkesini ideal bir gaza uyarladı. Bu makale Fermi'nin istasistiksel formülleri açısından önemliydi çünkü birçok aynı parçacıktan oluşan bir sistemde parçacıkların dışlama ilkesi uyarınca dağılımını açıklıyordu. Bu bağımsız olarak Britanyalı fizikçi Paul Dirac tarafından geliştirildi ve ayrıca Bose-Einstein istatistiğine uyduğu da gösterildi. Böylece bugün buna Fermi-Dirac istatistiği denmektedir. Dirac'a göre dışlama ilkesine uyan parçacıklar “fermiyon”lardı ve buna uymayanlar ise “bosonlar” idi. İtalya'da profesörlükler konkur ile verilmekteydi ve adaylar bir profesör komitesi tarafından yayınları üzerinden değerlendirilmekteydi. Fermi Sardunya'da Cagliari Üniversitesi'nde matematiksel fizik bölümüne başvurdu ancak yerine Giovanni Giorgi alındı. Bunun üzerine Sapienza Üniversitesi'ne başvurdu. İtalya'daki 3 teorik fizik pozisyonundan biri olan bu pozisyon Eğitim Bakanı'nca Profesör Orso Mario Corbino'nun isteği üzerine kurulmuştu. Corbino üniversitenin deneysel fizik profesörüydü, ayrıca Fizik Enstitüsü Başkanı ve Mussolini'nin hükümetinin üyesiydi. Seçim komitesinin de başkanı olan Corbino bu yeni pozisyonun İtalya'da fiziğin standardını ve itibarını artıracağını umuyordu. Komite Enrico Persico ve Aldo Pontremoli yerine Fermi'yi seçti ve Corbino Fermi'ye asistanlarını seçmesinde yardım etti. Bu gruba Edoardo Amaldi, Bruno Pontecorvo, Ettore Majorana ve Emilio Segre gibi önemli isimler katıldı. Franco Rasetti de Fermi tarafından yardımcı olarak atandı. Bu grup daha sonra Fizik Enstitüsünün sokağı olan “Via Panisperna gençleri” adını aldı. Fermi 19 Temmuz 1928'de üniversitede bilim okuyan Laura Capon ile evlendi. İki çocukları oldu: Ocak 1931 doğumlu Nella ve Şubat 1936 doğumlu Giulio. Fermi 18 Mart 1929'da Mussolini tarafından İtalya Kraliyet Akademisi üyesi yapıldı ve 27 Nisan'da Faşist Parti üyesi oldu. Daha sonra Mussolini tarafından İtalyan faşizmini Alman nasyonal sosyalizmine yaklaştırmak için 1938'de çıkarılan ırk yasaları nedeniyle faşizme karşı çıktı. Bu yasalar Yahudi olan Laura'yı tehlikeye soktu ve Fermi'nin birçok asistanını işsiz bıraktı. Roma'dayken Fermi ve grubu fiziğin teorik ve pratik alanlarına birçok önemli katkıda bulundu. 1928 yılında Atomik Fiziğe Giriş adlı kitabı yayınladı ve bu sayede İtalyan üniversite öğrencilerine güncel ve okunabilir bir metin sunmuş oldu. Fermi ayrıca halka açık dersler verdi ve popüler makaleler yazarak bilim adamları ve öğretmenlere yeni fiziği yaymalarınca yardımcı oldu. Öğretme metodu, günün sonunda meslektaş ve öğrencilerini toplayarak kendi araştırmalarında karşılaştığı bir problemi çözmekten ibaretti. Bu sayede yabancı öğrenciler de İtalya'ya gelmeye başladı. Bunların en ünlüsü Alman fizikçi Hans Bethe idi. Bethe Rockefeller bursuyla Roma'ya 1932'de geldi ve Fermi ile “İki elektronun etkileşimi üzerine” adlı makalede çalıştı. Fizikçiler bu dönemde atom çekirdeğinden elektronun salınması olan beta çürümesini anlamakta zorluk çekiyordu. Enerjinin korunması yasasını tamamlamak için Pauli yüksüz ve ağırlıksız görünmez bir parçacığın aynı zamanda salındığını ortaya attı. Fermi bu fikri geliştirerek 1933'de ve 1934'te birer makale yazdı ve bu parçacığa “nötrino” adını verdi. Daha sonra Fermi'nin etkileşimi ve zayıf etkileşim denen bu teori, doğanın dört temel kuvvetinden birini tanımladı. Nötrino onun ölümünden sonra bulundu ve teorisi neden bulunmasının zor olduğunu kanıtladı. Britanya'da Nature dergisine makalesini sunduğu zaman editör bunu reddetti ve gerçeklikten çok uzak olduğunu söyledi. Bu nedenle makale İngilizceden önce Almanca ve İtalyanca basıldı. 1968 İngilizce versiyonunun girişinde fizikçi Fred L. Wilson şöyle yazdı: “Fermi'nin teorisi Pauli'nin nötrino önergesini geliştirmenin ötesinde modern fiziğin tarihinde önemli bir yere sahiptir. O zamanda sadece doğal beta yayıcılar bilinmekteydi. Daha sonra pozitron çürümesi bulununca Fermi'nin teorisi çerçevesinde kolayca tanımlandı. Onun teorisine göre bir çekirdeğin yörüngesel bir elektronu yakalaması beklenen ve gözlemlenebilen bir şeydi. Zamanla çok fazla deneysel bilgi toplandı. Beta çürümesinde birçok gariplik gözlemlenmiş olsa da Fermi'nin teorisi her zaman bunları açıklayabildi. Fermi'nin teorisi inanılmaz etkiler yaratmıştır. Örneğin, nükleer yapının incelenmesin için beta spektroskopisi geliştirildi. Ancak Fermi'nin en önemli katkısı onun etkileşim modeliyle başka birçok etkil
eşimin açıklanabilmesidir. Materyel parçacıkların oluşumu ve yok edilişi üzerine ilk başarılı teoriydi. Önceden sadece fotonların böyle davrandığı bilinmekteydi. Ocak 1934'de Irene Joliot-Curie ve Frederic Joliot elementleri alfa parçacıklarıyla bombardıman ederken onları radyoaktif hale getirdiklerini duyurdular. Martta Fermi'nin asistanı Gian-Carlo Wick Fermi'nin beta çürümesi teorisini kullanarak teorik bir açıklama getirdi. Fermi deneysel fiziğe geçmeye karar verdi ve James Chadwick'in 1932'de keşfettiği nötronu kullanmaya başladı. Mart 1934'te Fermi Rasetti'nin polonyum-berilyum nötron kaynağı ile radioaktiviteyi oluşturmayı denedi. Nötronların elektrik yükü yoktu, bu nedenle pozitif bir çekirdek onların yönünü değiştiremezdi. Bu da çekirdeği delmek için yüklü parçacıklardan daha az enerji gerektiği anlamına geliyordu ve Via Panisperna gençlerinin sahip olmadığı parçacık hızlandırıcıya gerek kalmıyordu. Fermi polonyum-berilyum nötron kaynağını radon-berilyum kaynağı ile değiştirdi. Bunu cam bir ampulü berilyum tozuyla doldurduktan sonra havayı boşaltıp 50 mCi radon gazı ekleyerek yaptı. Bu daha güçlü bir nötron kaynağı yarattı, ancak etkisi radon'un 3.8 günlük yarı ömrü ile sınırlıydı. Fermi bu kaynağın gamma ışınları da yayacağını biliyordu, ancak teorisine göre bu deneyin sonuçlarını etkilemezdi. Hazır bulunan yüksek atom numaralı bir element olan Platini bombardıman ederek başladı ancak sonuç alamadı. Daha sonra aluminyumu denedi; bunun sonucunda bir alfa parçacığı oluştu ve önce sodyum, daha sonra magnezyuma dönüştü. Sonuçsuz deneylerinde kurşunu ve kalsiyüm florür şeklinde alfa parçacığı yayarak nitrojen ve oksijene çürüyen floridi denedi. 22 değişik elementi radyoaktif hale getirmeyi başardı. Fermi nötron sebepli radyoaktiviteyi İtalyan La Ricerca Scientifica dergisinde 25 Mart 1934'te yayınladı. Toryum ve uranyumu doğal radyoaktivitesi bu elementlerin nötronlarla bombardıman edildiğinde ne olduğunu görmeyi zorlaştırıyordu ancak uranyumdan hafif ve kurşundan ağır elementleri yok ederek Fermi yeni elementler bulduğunu belirtti ve bunlara hesperyum ve ausonyum adını verdi. Kimyager Ida Noddack bunu eleştirdi ve bazı deneylerin kurşundan hafif elementler oluşturduğunu söyledi. Noddack'in eleştirisi ciddiye alınmadı çünkü onun takımı uranyumla deney yapmamıştı ve masuryum 'u (teknetyum) buluşuna kesin gözüyle bakılmıyordu. O zamanda fizyonun teorik olarak olasılıksız ve imkansız olduğu düşünülüyordu. Fizikçiler yüksek atom numaralı elementlerin nötron bombardımanından hafif elementlerden oluşacağını beklerken kimse nötronların ağır bir atomu Noddack'in dediği gibi iki hafif parçaya bölebileceğini beklemiyordu. Via Panisperna gençleri açıklanamayan bazı etkiler de gördüler. Deney mermer yerine tahta bir masada daha iyi yapılıyordu. Fermi Joliot-Curie ve Chadwick'in parafin mumunun nötronları yavaşlattığını söylediğini hatırladı ve bunu denemeye karar verdi. Nötronlar parafin mumundan geçerken gümüşte parafinsiz deneye nazaran yüzlerce kat daha fazla radyoaktivite oluşturdular. Fermi bunun parafindeki hidrojen atomları yüzünden olduğunu düşündü. Tahtadaki atomlar da mermer ile aradaki farkı açıklıyordu. Bir nötronun çarpıştığı elementin çekirdeğinin atom numarası ne kadar düşükse, kaybettiği enerji de o kadar yüksekti ve bu nedenle nötronu yavaşlatmak için az çarpışma gerekiyordu. Fermi bunun daha fazla radyoaktivite oluşturduğunu fark etti çünkü yavaş nötronlar hızlı olanlardan daha kolay yakalanıyordu. Bunu açıklamak için bir difüzyon denklemi geliştirdi ve bu denklem daha sonra Fermi yaş denklemi adını aldı. 1938 yılında Fermi 37 yaşındayken “nötronla ışınama sonucu ortaya çıkan yeni elementlerin varlığını gösterme ve buna bağlı olan yavaş nötronlarla nükleer reaksiyonları keşfetme” üzerine çalışmaları için Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. Fermi Stockholm'da ödülü aldıktan sonra İtalya'ya dönmedi ve ailesiyle Aralık 1938'de New York City'ye taşındı ve vatandaşlığa başvurdu. Ailenin Amerika'ya taşınma kararı öncelikle İtalya'daki ırk yasalarının bir sonucuydu. Fermi 2 Ocak 1939'da New York City'ye geldi. Hemen beş değişik üniversiteden teklif aldı ve 1936 yazında ders vermiş olduğu Columbia Üniversitesi'ninkini kabul etti. Aralık 1938'de Alman kimyagerler Otto Hahn ve Fritz Strassmann'ın baryumu uranyumu nötron bombardımanına tutarak bulduğunu öğrendi ve Lise Meitner ve yeğeni Otto Frisch bunu nükleer fizyonun ürünü olarak tanımladı. Frisch bunu deneysel olarak 13 Ocak 1939'da kanıtladı. Frisch ve Meitner'ın Hahn ve Strassmann'ın keşfinin incelemesi Atlantik Okyanusu'nu Niels bohr ile geçti. Princeton'da ders veren Bohr bunu İsidor İsaac Rabi ve Willis Lamb'e söyledi ve onlar da bunu Columbia'ya taşıdı. Rabi bunu Fermi'ye söylediğini iddia etti ancak Fermi daha sonra Lamb'in söylediğini belirtti: “Ocak 1939 ayını çok iyi hatırlıyorum. Pupin Laboratuarı'nda çalışmaya başlamıştım çünkü her şey çok hızlı gelişiyordu. O dönemde Niels Bohr Princeton'da ders vermekteydi ve bir öğleden sonra Willis Lamb heyecanla bana gelip Bohr'un iyi haberler verdiğini söyledi. Bu haber, fizyonun buluşu ve tanımının genel bir fikrini içeriyordu. Aynı ay, Washington'da bir toplantı oldu ve burada yeni bulunan fizyonun önemi ve nükleer enerji kaynağı olabilmesi konuşuldu.”  Noddack sonunda haklı çıkmıştı. Fermi hesaplamalarına göre fizyonun olasılığını yok saymıştı, ancak tek nötron sayılı bir nüklidin fazladan bir nötron almasında ortaya çıkan bağlayıcı enerjiyi göz ardı etmişti. Fermi için bu haber utanç vericiydi çünkü bulduğunu düşündüğü ve Nobel aldığı transuranik elementler element değil, fizyon ürünleriydi. Nobel kabul konuşmasına bunu ekledi.  Columbia'daki bilim adamları uranyumun nötron bombardımanında verdiği enerjiyi ölçmeye karar verdi. 25 Ocak 1939'da Columbia'daki Pupin Hall'ın bodrum katında, Fermi ve deney takımı ABD'nin ilk nükleer fizyon deneyini yaptılar. Takımın diğer üyeler Herbert L. Anderson, Eugene T. Booth, John R. Dunning, G. Norris Glasoe ve Francis G. Slack idi. Ertesi gün, Beşinci Washington Teorik Fizik konferansı Washington DC'de başladı. George Washington Üniversitesi ve Carnegie Enstitüsü'nün bu ortak konferansında fizyonun haberi iyice yayıldı ve başka deneylere yol açtı. Fransız bilim adamları Hans von Halban, Lew Kowarski ve Frederic Joliot-curie uranyumun nötron bombardımanında aldığından fazla nötron verdiğini bulmuştu. Fermi ve Anderson da birkaç hafta sonra bunu buldu. Leo Szilard Fermi ve Anderson'ın fizyon deneylerini yeni bir boyuta taşımak için Kanadalı radyum üreticisi Eldorado Gold Mines Limited'den 200 kilogram uranyum oksit elde etti. Fermi ve Szilard birlikte kendi kendine yeten bir nükleer reaksiyon (nükleer reaktör) geliştirdi. Hidrojenin suda emdiği nötronların sayısı ve hızı yüzünden doğal uranyumu nötron moderatörü kullanarak kendiliğinden olan bir nükleer reaksiyon yapmak zordu. Fermi su yerine uranyum oksit bloklar ve grafiti kullanayı teklif etti. Böylece nötron yakalama hızı azalacak ve kendi kendine yeten bir zincir reaksiyonu olacaktı. Szilard çalışan bir dizayn sundu: grafit tuğlaların arasında uranyum oksit blokları. Szilard, Anderson ve Fermi “Uranyum'da Nötron Üretimi” adlı bir makale yazdı. Ancak kişilikleri farklı olduğu için Fermi Szilard'la çalışmakta zorluk çekti.  Fermi askeri liderleri nükleer enerjinin gücü hakkında uyaran ilk kişi oldu ve bunu 18 Mart 1939'da Deniz Kuvvetleri'nde verdiği derste yaptı. Deniz kuvvetleri Columbia araştırmalarına 1500 dolar takviyede bulundular ancak verdikleri cevap gene de Fermi için yeterli değildi. Daha sonra Szilard, Eugene Wigner ve Edward Teller Einstein imzalı meşhur mektubu Başkan Roosevelt'e yollayarak Nazi Almanyası'nın atom bombası yapabileceğini yazdılar. Böylece Roosevelt S-1 Uranyum Komitesi'ni oluşturdu. S-1 Komitesi Fermi'ye grafit alması için para sağladı ve bununla Pupil Hall Laboratuvarı'nda bir grafit tuğla yığıntısı yaptı. Ağustos 1941'de altı ton uranyum oksit ve 30 ton grafiti vardı ve bununla Columbia'da daha büyük bir düzen kurdu. S-1 Komitesi tekrar 18 Aralık 1941'de buluştu ve ABD artık 2. Dünya Savaşı'na girdiği için çalışmalar önem kazandı. Çalışmaların çoğu zenginleştirilmiş uranyum üretmeye yönelikti, ancak komite üyesi Arthur Compton daha mantıklı bir alternatifin plütonyum olduğunu ve 1944'ün sonuna kadar bunun reaktörlerde seri üretime geçebileceğini söyledi. Chicago Üniversitesi'nde plütonyum çalışmaları başlattı. Fermi istemeyerek taşındı ve takımıyla yeni Metalurji Laboratuvarı'nda görev aldı. Kendi kendine yeten bir nükleer reaksiyonun sonuçları kesin değildi ve bu nedenle Chicago kampüsünde şehrin ortasında bunu yapmamaya karar verdiler. Compton Argonne Woods Ormanı'nda Chicago'ya 32 kilometre uzaklıkta bir yer buldu. Stone & Webster alanı geliştirmek için iş aldı ancak endüstriyel bir anlaşmazlık nedeniyle durdular. Fermi Compton'ı reaktörü Chicago'nun Stagg Field'ının altındaki squash kortunda inşa etmeye ikna etti. Bu inşaat 6 Kasım 1942'de başladı ve Chicago Pile-1 2 Aralık'ta kritik hale geldi. Yığının şekli küre biçimindeydi, ancak Fermi bütün düzeni kurmadan kritik hale gelebileceğini hesapladı. Bu deney enerji arayışında önemli bir noktaydı ve Fermi'nin tipik yaklaşımını gösterdi. Her adım dikkatlice planlandı ve her hesaplama dikkatlice yapıldı. İlk kendi kendine yeten nükleer zincir reaksiyonu yapıldığında Compton Ulusal Savunma Araştırma Komitesi Başkanı James B. Conant'la şifreli bir telefon görüşmeyi yaptı: “Telefonu elime alıp Conant'ı aradım. Ona Harvard Üniversitesi Rektörü'nün ofisinde ulaştım. 'Jim,' dedim, 'İtalyan kaşifin yeni dünyaya ulaştığını öğrenmek hoşuna gidecektir. Sonra, önceden komiteyi daha bir haftalık işimiz olduğuna inandırdığım için özür dileyerek 'Dünya sandığımız kadar büyük değilmiş, oraya çok erken ulaştı,' diye ekledim. Conant 'Demek öyle. Yerliler arkadaş canlısı mıydı peki?' diye sordu. Ben de 'herkes sağ salim ulaştı,' dedim.” Araştırmayı topluma tehlikeli olmayan bir yerde sürdürmek için reaktör demonte edilerek Argonne Ormanı'na