article
stringlengths
7.34k
10k
m Kurumu, biri özel toplam 4 ortaöğretim kurumu bulunmakta olup, 6.829 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 372 öğretmen görev yapmaktadır. Ayrıca Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi bu ilçe sınırları içerisinde bulunmaktadır. İlçede sağlık hizmetleri, üç sağlık ocağı ve bir sağlık evi tarafından verilmektedir. Narlıdere, prestijli konut alanlarının hızla geliştiği bir yerleşim yeri özelliği kazanmıştır. İlçede 1.500 civarında konut jeotermal enerjiyle ısıtılmaktadır. Narlıdere ilçesinin sınırları içinde ayrıca olimpik yüzme havuzu vardır. Bu yüzme havuzu yirmi üçüncüsü İzmir'de düzenlenen Universiade oyunlarında ihtiyaç duyulduğundan yapılmıştır. Güney Deniz Saha Komutanlığı, Ege Ordu Komutanlığı, Narlıdere Kışlası ve lojmanları da Narlıdere'de bulunmaktadır. Narlıdere Şehitliği, Kurtuluş Savaşı döneminde canlarını vatan uğruna veren gençlerin anısına yapılmış olup Atatürk Kültür Merkezi'nin karşısındadır. Toplam on dokuz mezar bulunan Narlıdere şehitliği'ne, ilk olarak I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Deniz Topçusu tarafından iki kez topa tutulan Sancakkale de ilk saldırıda şehit olan altı subay ve er gömülmüştür. Şehitlikte ayrıca, 15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgali sırasında, Yunan kuvveti ve yerli Rumlar tarafından şehit edilen. 17. Kolordu Asker Alma Heyeti Başkanı ve Garnizon komutanı Albay Süleyman Fethi Bey ve 8 asker ile çeşitli zamanlarda şehit olan dört görev şehidinin mezarı bulunmaktadır. Atatürk Kültür Merkezi, Narlıdere'deki en büyük kültür tesisi olup içinde düğün salonu da bulunmaktadır. Modern pazaryeri, diğer beldeler için örnek alınan bir pazaryeri projesidir. Kentsel dönüşüm projesi kapsamında 1056 konutluk Narkent toplu projesi sedece İzmir'e değil Türkiye'ye örnek bir kentsel dönüşüm modeli olarak Narlıdere'nin en güzel sırtlarında yükselmektedir. İlçedeki Liseler; Narlıdere Cahide Ahmet Dalyanoğlu Anadolu Lisesi, Mehmet Seyfi Eraltay Anadolu Lisesi, Rasim Önel Anadolu Ticaret ve Ticaret Meslek Lisesi, Özel Takev Anadolu ve Fen Lisesi. İlçedeki İlköğretim Kurumları; Oğuzhan İlk/Ortaokulu, 12 Eylül Ortaokulu, Kılıçaslan İlk/Ortaokulu, İnönü İlkokulu, Mustafa Şık İlkokulu, Özel Takev İlk/Ortaokulu, İhsan Çelikten Ortaokulu, Didem Işıklı İlk/Ortaokulu, Hasan İçyer İlk/Ortaokulu, İlhan Onat İlkokulu. İlçenin bulunduğu bölgeyi Romalılar Akhilleion diye adlandırmaktadır. Batı Anadolu ve Akdeniz havzasının en eski halklarından olan Luvi'lerin dilinde "su geçidi, boğaz" anlamlarına gelmektedir. Aynı kelime Osmanlılarda ise Sancak Kale, günümüzde Yeni Kale olarak ifade edilmektedir. İlçe tarihi, İzmir'in tarihi ile atbaşı gitmiştir. Antik çağda (MÖ 2 bin yılları) Luvilerin bölgede egemen olduğu Hitit yazıtlarında belirtilmektedir. MÖ 8. yüzyıldan itibaren Hellen kültürü bölgeye yerleşmeye başlamıştır. Bu yüzyıldan sonra bölge 5. yüzyıla kadar Lidya ve Pers egemenliğinde kaldı. 4. Yüzyılda Makedonya Kralı Büyük İskender'le birlikte Hellenistik çağ başlamıştır. 2. yüzyılda Romalıların, Roma İmparatorluğunun bölünmesiyle Bizanslıların egemenliği altında kalmıştır. 1071 yılında Selçuklu Beylerinden Çaka bey tarafından ele geçirilen bölge, daha sonra Selçuklular, Bizans, Ceneviz ve Rodos Şövalyeleri arasında el değiştirmiştir. Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra Aydınoğulları topraklarına katılan yöre daha sonra Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı Devletinin Ankara Savaşını kaybetmesiyle tekrar Aydınoğulları'nın eline geçen bölge 2.Murat döneminde Osmanlı egemenliğine girmiştir. 1472 yılında bölgenin Venedik saldırısına uğramasıyla İzmir büyük ölçüde tahrip olmuştur. 1666 yılında şimdiki Yenikale mahallesi içinde kalan Sancakkale, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz donanması tarafından iki kez topa tutulur. Birinci saldırıda ölen subay ve erlerimiz Narlıdere Şehitliği'nde gömülüdür. Kale Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış ve 1688 depreminden sonra birkaç kez tamir görmüştür. 15 Mayıs 1919'da Yunan işgaline uğrayan yöre 9 Eylül 1922'de kurtarılmış ve 12 Eylül 1922'de Albay Çolak İbrahim ile Yüzbaşı Kemal'in birlikleri düşmanı bölgeden tamamıyla temizlemiştir. Seferihisar Seferihisar, İzmir'in güneybatısında ve Ege Bölgesi'nde yer almaktadır. Seferihisar, Cumhuriyet öncesinde 1884 yılında ilçe olmuştur. Günümüzde İzmir'in 30 ilçesinden birisidir. Seferihisar'ın Beyler, Çamtepe, Düzce, Gödence, Gölcük, İhsaniye, Kavakdere, Orhanlı ve Turgut olmak üzere toplam 9 köyü ve Doğanbey ile Ürkmez beldeleri bulunmaktadır. Çamtepe Güzelbahçe ilçesinden 2001 yılında Seferihisar'a bağlanmıştır. Beyler, Orhanlı, Gödence, Çamtepe ve İhsaniye köyleri orman köyleridir. Kavakdere köyü ise dağınık yerleşme yapısına sahiptir. Orhanlı köyü 1979 tarihinden itibaren yeni yerleşim alanına kurulmuş, eski köyün yerinde bir mahalle kalmıştır. Evliya Çelebi'nin de dediği gibi zeytin ve üzüm ilçenin temel geçim kaynakları arasındadır. Seferihisar ilçe merkezi 6 mahalleye sahiptir. Bunlar, Turabiye, Cami Kebir, Hıdırlık, Tepecik, Çolak İbrahim Bey, Sığacık ve Ulamış mahalleleridir. Seferihisar ilçesi topraklarında en eski yerleşim yeri Teos olup, burasının MÖ 1000 yıllarında Akalar'dan kaçan Giritliler tarafından kurulduğu ve İyonyalıların bir kenti olduğu bilinmektedir. Böylece yörenin 3000 yıllık bir yerleşim yeri olduğu söylenebilir. İl merkezine uzaklığı 45 km’dir. Kuzeyde Urla ve Güzelbahçe, Doğuda Menderes ile çevrilidir. İlçenin batısının ve güneyinin Ege Denizi’ne kıyısı olmakla birlikte ilçe merkezi denizden 5 km içeride bulunmaktadır. İlçenin yüzölçümü 386 km²’dir. Seferihisar’ın matematiksel konumu ise 26°45'00" doğu; 27°01'30" doğu boylamları ile 38°17'00" kuzey ve 38°02'00" kuzey enlemleridir. İlçe topraklarından demiryolu hattı geçmemekte, en yakın istasyon İzmir kent merkezinde (45 km) ve Adnan Menderes Havalimanı’nda (40 km) hizmet vermektedir. İlçenin deniz kıyısında yolcu ve yük taşımacılığına ait bir limanı bulunmazken, Sığacık’ta bir balıkçı barınağı ve 400 yat kapasiteli yat limanı bulunmaktadır. İlçe merkezinin kuruluş yeri deniz seviyesinden 18 m yüksektedir. Kent, kuzey-güney yönünde uzanan Kızıldağlar’ın (1080 m) batısında, denize inen yamaçlar ve Kocaçay vadisinin düzlükleri üzerine kurulmuştur. Seferihisar ilçe merkezinin yakın çevresindeki yerleşmelere uzaklığı şöyledir: Seferihisar, Urla Yarımadası'nın alçak depresyonlarından biri üzerinde yer almaktadır. Güzelbahçe'den Seferihisar'a doğru uzanan bu geniş depresyon alanı yer yer akarsularla parçalanmış olduğundan arızalı bir görünüm sunar. Bu alan, daha sonra Ulamış, Düzce ve Turgut köylerinin bulunduğu geniş depresyonla birleşerek güneybatı yönünde düz ve düze yakın eğimlerle Azmak Ovası'na ulaşır, oradan da denizle son bulur. Seferihisar morfolojik bakımdan bazı birimlere ayrılabilir. İlk ayırt edilen birim aşınım yüzeyleridir. Akarsu vadileriyle yarılan aşınım yüzeylerinin eteklerindeki yamaçlar ise ayrı bir morfolojik birim oluşturur. Seferihisar yöresinin yer şekillerinde akarsu aşındırması sonucu meydana gelen biriktirmenin rolü büyüktür. Nitekim Azmak Dere, Yassı Çay ve kollarının biriktirme şekillerinden alüvyal ova düzlükleri oluşmuştur. Azmak Dere ve kollarının oluşturduğu taban ovasına Azmak Ovası denilmekte, bir başka ova tabanı ilçe merkezinden başlayıp, Teos ören yerine kadar devam etmektedir. Seferihisar'da diğer bir morfolojik birim kıyılardır. Kıyılar, Urla Yarımadası'nın diğer kıyıları gibi girintili çıkıntılıdır. Bu kıyıların girintili çıkıntılı olmasının nedeni; dördüncü zaman (kuaterner) glasyel dönemi sonunda deniz seviyesinin yükselmesi ve bu arada tektonik hareketler sonucu meydana gelen kırılmalara bağlanabilir. Sığacık ovası ve güneyindeki kıyılar düz ve girintisizdir. Bu alanlar dereler tarafından getirilen alüvyonla dolmuş ve bugünkü şeklini almıştır. İlçe arazisinde en fazla yükselti 680 metre ile Çakmaktepe'dedir. İklim şartlarının belirlenmesinde planeter faktörlerden başka yükselti, rölyef, bakı, kıyı konumu, denizden uzaklık, kıyı akıntıları gibi fiziki coğrafya koşulları da etkili olmaktadır. Seferihisar'da ise morfolojik bakımdan yüksek alanlar az olduğu için rölyefin ve yükseltinin pek etkisi yoktur. Yörenin ikliminde en büyük etki denize aittir. Denize yakınlık ve denizin ılıman etkisiyle sıcaklık kış aylarında pek düşmez. Seferihisar'da ortalama yıllık sıcaklık, meteoroloji istasyonunun 1929-1995 yılları arası kayıtlarına göre 16,4 C°, aylık ortalama maksimum sıcaklık Temmuz ayında 35,2 C°, aylık ortalama minimum sıcaklık 4,2 C°'dir. Seferihisar ve çevresinde yüksek yaz sıcaklıkları yaşanırken kışlar ılık geçmektedir. Bu duruma göre Seferihisar'ın Akdeniz termik rejim bölgesi içinde olduğu söylenebilir. Çünkü yılın 4 ayında (Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül) sıcaklıklar 20 C°'nin üstündedir. Seferihisar'da yıllık ortalama rüzgar hızı, yaklaşık olarak 3,5 m/sn civarındadır. Ocak, Şubat, Mart aylarında rüzgar hızında nispi bir artış gözlenirken Mart ayından Haziran ayına kadar bir azalma daha sonra tekrar yükselme gözlenmekte ise de bunlar önemli bir değer değildir. Diğer yandan kışın ve geçiş mevsimlerinde rüzgarın hızı zaman zaman oldukça artmaktadır. Seferihisar'da yıllık ortalama bağıl nem %64 olup, aylara göre değişmektedir. Sonbahardan itibaren bağıl nem oranı ilkbahar sonuna kadar yıllık ortalamadan fazla, Mayıs ayından itibaren yıllık ortalamanın altındadır. Minimum nem durumuna bakıldığında; hiçbir ayda atmosfer neminin %10'un altına düşmediği anlaşılır. Batı sektörlü rüzgarların etkin olduğu, sıcaklığın azaldığı, bulutluluğun arttığı kış aylarında bağıl nem oranı artmakta, kuzey sektörlü rüzgarların görüldüğü ve bulutluluğun azaldığı yaz aylarında ise azalmaktadır. Kısaca söylenebilir ki deniz etkisinde olan yörede bağıl nem değerleri her ay yüksektir. Seferihisar'da yıllık ortalama yağış miktarı 588,1 mm'dir. En yağışlı mevsim kış mevsimi ve ne yağışlı ay Aralık ayıdır (142 mm). En az yağış ise yaz aylarında görülür (Temmuz ayında 1 mm). Seferihisar yarı nemli, mezotermal, su noksanı yaz aylarında çok kuvvetli, deniz etkisi alan bir özelliğe
sahiptir. Mayıs-Eylül ayları arasında topraktaki su yetersizliği yörede tarım faaliyetlerini olumsuz etkilemektedir. Kasım ayından Nisan ayına kadar olan dönemde ise buharlaşma az olduğu ve yağış miktarları da yeterli olduğu için toprakta su bulunmaktadır. Seferihisar ekolojik ve fizyonomik bakımından ortak özellikler gösteren bitki topluluklarına sahiptir. Bitki toplulukları iki ana formasyonda görülür. Bunlar; maki topluluğu ve orman topluluğudur. Maki olarak ayırt edilen ve baskın türlerini, delice, menengiç, zakkum, katırtırnağı ve yer yer fundaların oluşturduğu formasyonda maki - garip şeklinde topluluklar da vardır. Ayrıca küçük topluluklar halinde kızılçam ormanları ile yüksek yapılı, kalın gövdeli, tek ağaç şeklinde meşeler yayılış gösterir. Doğal bitki örtüsü arasında kültür bitkilerinden zeytin ve narenciye ağaçları dikkati çeker. Seferihisar ilçesi genelinde ekonomik faaliyetlerin temelini tarım ve onun içerisinde de zeytincilik oluşturmakta iken, narenciye ve enginar yetiştiriciliği ile süs bitkileri ağırlıklı seracılık, hayvancılık son yıllarda önemli gelir kaynağı olmaya başlamıştır. Öte yandan balıkçılık devam ederken, turizm; günümüzde ilçe ekonomisine katkı veren en önemli sektörlerden biri haline gelmiştir. Nüfusun %80'i tarımla uğraşmaktadır. İlçenin sanayi ve ticaret hayatında çeşitli alanlarda faaliyet gösteren işletme, fabrika, atölye ve imalathaneler bulunmaktadır. Bunları saymak gerekirse; İlçe merkezinde tanzim et satış mağazası ve otobüs işletmesi olmak üzere 2 adet belediye iktisadi teşekkülü, 11 adet un fabrikası, 9 adet mandıra, 8 adet zeytinyağı fabrikası, 11 adet yaş meyve-sebze paketleme işletmesi, 2 adet beşer tonluk süt toplama merkezi, 50 adet marangoz imalathanesi, 10 adet soğuk demir atölyesi, 6 adet alüminyum ve 4 adet plastik imalathanesi bulunmaktadır. Narenciye paketleme tesislerinde işlenen ürünler ihraç edilmekte, diğer imalathane ve atölyeler ise ancak ilçe ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Selçuk Selçuk, İzmir'in en güneydeki ilçesi. İzmir-Aydın karayolu üzerinde yer alır ve denize kıyısı vardır. Kuzeyinde Torbalı, batısında Ege Denizi, kuzeybatısında Menderes, kuzeydoğusunda Tire, doğusunda Germencik ve güneyinde Kuşadası ile çevrilidir. İzmir il merkezine 74 km mesafededir. Selçuk eski adıyla Ayasuluk, 1304 yılında Aydınoğulları Beyliği'nin eline geçmiş ve 1426 yılında Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. 1914’de Ayasuluk olan adı Selçuk olarak değiştirilmiş ve Kurtuluş Savaşından sonra da Akıncılar adıyla anılan Selçuk 1957 yılında İzmir İline dahil edilmiş ve ilçe unvanını almıştır. Selçuk, Dünyanın en büyük açık hava müzelerinden biridir. Antik Çağ'ın en önemli yerleşim yerlerinden biri olmuştur. Selçuk’ta bulunan tarihi yapıların büyük bir bölümü ayaktadır. Efes ören yeri, Türk ve dünya turizmi açısından çok önemli bir merkezdir, Efes her yıl yaklaşık olarak 2 milyon ziyaretçi tarafından gezilmektedir. Selçuk Efes Müzesi, sahip olduğu ve sergilediği sadece yerel eserlerle Avrupa’nın en önemli ve en zengin müzelerinden birisidir. Bu etkinlikler dışında, müzede verilen konferanslar ve açılan resim sergileri kültür hayatını canlı tutmaktadır. Selçuklu sanatının en önemli eserlerinden biri olan İsa Bey Camii Selçuk’tadır. Cami, hem avlulu Türk camii tipinin, hem de Anadolu sütunlu camilerinin bilinen en eski örneğidir. İlk çağın en ünlü şehirlerinden biri olan Efes, Küçük Menderes Nehri'nin sularını boşalttığı körfezin yakınında kurulmuştur. Tarıma elverişli toprakları, Doğu’ya açılan büyük bir ticaret yolunun başında oluşu, gerek Antik Çağ'da, gerekse de Hıristiyanlık döneminde çok önemli bir dini merkez oluşu, tarihe büyük bir kent olarak geçmesini sağlamıştır. İlim ve sanat dünyasında da adını duyurmuş, ünlü kişiler yetiştirmiştir. Bunlar arasında, rüya tabircisi Artemidorus, şair Kallinos ve Hipponaks, filozof Herakleitos, ressam Parrhasius, gramer bilgini Zenodotos sayılabilir. Efes’in tarihi MÖ 6. binyıla kadar uzanmaktadır. Bu sonuca son yıllarda Arvalya ve Çukuriçi höyüklerinde ele geçen arkeolojik yerleşke bulgularıyla varılmıştır. Ayasuluk Tepesi’nde yapılan kazılar da burada Erken Tunç Çağı’ndan Hellenistik Çağ’a kadar kesintisiz yerleşmenin var olduğunu göstermiştir. Bu da eski Efes’in Ayasuluk Tepesi’nde olduğunu, buranın Anadolu kavimleri ve Hititler tarafından iskan edildiğini ispatlamaktadır. Ayrıca Hitit yazılı metinlerinde Apasas olarak geçen kentin bu kent olduğu da kesinleşmiştir. Strabon ve Pausanias gibi yazarlar, tarihçi Herodot, Efesli şair Kallinos gibi antik kaynaklar Efes’in Amazonlar tarafından kurulduğuna ve yerli halkın Karyalılar ve Lelegler’den oluştuğuna işaret etmektedirler. MÖ 1050'de Androklos, diğer eski Yunan kolonistleri gibi Anadolu’ya gelmiş, Efes ve civarını almıştır. Efes, MÖ 7. yüzyıl da Kimmerler’in istilasına uğrar ve Artemis Tapınağı yerle bir edilir. MÖ 560’da kent Lidyalılarca Artemision çevresine taşınır. MÖ 386'da akdedilen Kral Barışı’nın sonunda Efes, Büyük İskender’in gelişine dek sürecek olan Pers egemenliği altına girer. Bugün gezilen Efes, büyük ölçüde, Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300’lerde kurulmuştur. Efes, Bizans Çağı’nda tekrar yer değiştirmiş ve ilk kurulduğu Ayasuluk Tepesi’ne gelmiştir. 277 km² lik alanı kapsayan ilçe, merkez dahil, 1 belde ve 9 köyden oluşmaktadır. Selçuk'un denize uzaklığı 8 km, denizden yüksekliği ise 16 metredir. Batı Anadolu'dan doğan Küçük Menderes Nehri, geniş bir ova ile ilçeye 3 km kuzeyinden geçip, 9 km batısından denize dökülür. Doğusunda yükseklikleri pek fazla olmayan Maden, Kayser ve Sarıkaya dağları, Güneyinde ise; Eteğinde büyük bir medeniyetin kurulmasına sahne olmuş Bülbül Dağı vardır. Kuzeydoğusunda Belevi Gölü, kuzeybatısında Kuş Cenneti ve adları Çakal, Gebekirse, Cevaşır ve Kazan olmak üzere toplam 5 doğal göle sahip olan Selçuk'ta, doğa çeşitli kuşların barınmasına olanak sağlamaktadır. Selçuk yüzölçümünün, % 52 gibi büyük bir bölümünün ormanlık alan olması, ilçenin doğal deseninin zenginliğini oluşturur. İlçede Akdeniz iklimi görülmektedir. Yazları sıcak ve kurak kışları ılık ve yağışlı geçer. İlçenin yüzölçümü 277 km²’dir. 2017 yılı nüfus verilerine göre toplam nüfusu 36.000'dir. Selçuk kış mevsimlerinde büyük bir kasaba nüfusuna sahip olmakla birlikte, yaz mevsimlerinde turizmin de etkisiyle nüfusu bazı küçük illerin nüfusunu aşar. İlçenin ekonomisi öncelikle turizme dayalıdır sonrasında sırasıyla tarım ve hayvancılık gelir. Zeytin, üzüm, narenciye (özellikle mandalina, şeftali, nar) tarım faaliyetlerini oluşturur. Hayvancılık olarak küçükbaş hayvancılıktan sonra büyükbaş hayvancılık gelir. Orta büyüklükte bir sanayi sitesi bulunmaktadır. Pamucak Plajı 6 büyük otele, Selçuk Belediyesi'ne ait bir tesise, bir de Mocamp Tesisi'ne sahiptir. Şirince köyü, popüler bir kırsal turizm merkezidir. İlçedeki başlıca tarihî eserler Artemis Tapınağı (Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri), Efes Antik Kenti (UNESCO Dünya Mirası), Meryem Ana Evi ve Kilisesi, St.Jean Kilisesi ve Mezarı, Selçuk (Ayasuluk) Kalesi, İsa Bey Camii, Yedi Uyuyanlar, Bizans Su Kemerleri ve Pollio Su Kemeri'dir. Her yıl Ocak ayının üçüncü pazarında Pamucak sahilinde “Selçuk-Efes Deve Güreşleri Festivali“ düzenlenir. Festival deve güreşi otoriterlerince“en popüler ve en iyi organizasyon” olarak seçilmiştir. Ayrıca Eylül ayında ilçe merkezinde düzenlenen “Uluslararası Selçuk-Efes Kültür Sanat Turizm Festivali ve Kurtuluş Şenlikleri” ilçenin gelenekselleşmiş kültür ve sanat etkinliklerindendir. Selçuk Efes Spor, 1943 yılında kurulmuş olup uzun yıllar 3. Lig'de mücadele etmiş şu an İzmir amatör liglerinde mücadele etmektedir. İlçedeki diğer spor kulüpleri Selçuk Gençlik Spor, Selçuk Belevi Gençlerbirliği Spor ve Selçuk Çamlık Spor'dur. Selçuk merkezde 6, Belevi’nde 1, köylerinde 6 olmak üzere toplam 13 İlköğretim Okulu, 5 orta öğretim Kurumu ve Dokuz Eylül Üniversitesi ve Türk Hava Kurumu Üniversitesi'ne ait 2 yüksek öğretim kurumu bulunmakta; 8300 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 375 öğretmen görev yapmaktadır. İlçede, sağlık hizmetleri 1 Devlet Hastanesi, 5 aile sağlığı merkezi tarafından verilmektedir. 1993 yılından bu yana Selçuk Devlet Hastanesi Uluslararası Hastaneler Federasyonu üyesidir. Selçuk'a tüm ulaşım yollarıyla ulaşılabilir. Kara yolu ile İzmir-Aydın Otoyolu , Hava yolu ile Adnan Menderes Havalimanı ve Selçuk-Efes Havalimanı, Deniz yolu ile Kuşadası Limanı, Demiryolu olarak İzmir(Basmane)- Selçuk - Denizli yönüne giden, günde 8 defa karşılıklı düzenlenen ve 75 dk süren tren seferleri veya banliyö hattı İZBAN kullanılabilir. Selçuk, İzmir-Aydın kara ve demiryolu üzerinde kurulmuştur. Denize kıyısı olmasına rağmen limanı yoktur. İl Özel İdaresi, Selçuk Belediyesi ve Türk Hava Kurumu işbirliği ile inşa edilen 1993 yılında faaliyete geçen Selçuk Efes Havaalanının işletmesi Türk Hava Kurumunca yürütülmektedir. Havaalanı İlçenin batısında olup 3 km. uzaklıktadır. Pist uzunluğu 1740 metre, pist eni 30 metredir. Orman yangılarına uçak ile müdahale amacıyla meydan içerisinde 60 ton kapasiteli su havuzu mevcuttur. Aynı zamanda eğitim merkezi durumunda olan havaalanında paraşüt, planör, motorlu yelken kanat, yelken kanat ve motorlu uçak eğitimleri yapılmaktadır. Havaalanında hava taksi veya ambulans olarak kullanılabilecek 4 ve 6 yolcu kapasiteli 2 adet uçak her an hazır tutulmaktadır. Selçuk'a bağlı tüm köylerin ve beldenin ana yolları asfaltlanmıştır. Merkezde ise yolların büyük bir bölümü beton ve parke taş döşenmek suretiyle yenilenmiş olup, kalan kısımları program dâhilinde düzenlenmekte ve yenilenmektedir. Urla Urla, Türkiye'nin İzmir ilinin bir ilçesi. Şehir merkezine 35 km uzaklıkta yer alır. Doğusunda Güzelbahçe ve Seferihisar; batısında Çeşme; kuzeybatısında Karaburun; kuzeyinde ve güneyinde Ege Denizi ile sınırlanmıştır. Yüzölçümü 704 km²'dir. Otuz altı mahallesi vardır. Nüfusu 2017 yılı itibarıyla 64.895 kişidir. Urla eski İyon Klazomenai kentinin harabelerini barındırır. Güzelbahçe'nin hâlâ kullanılan eski ismind
e (Klizman) bu ismin izi vardır. Bizans zamanında Bryela (Tanrının Kadını - Meryemana) ismini alan bu kent sonra muhtemelen bir sessiz harf transpozisyonu ile Vourla (Yunanca Sazlık) olarak anılmıştır. Urla ismi muhtemelen bu isimden kaynaklanmıştır. Urla'da yapılan arkeolojik araştırmalarda İskele Mahallesi'ndeki Limantepe Höyüğü'nün MÖ 4000'lere kadar tarihlenebilen bir merkez olduğu ortaya çıkarılmıştır. Buluntuların en önemlilerinden birisi kent limanı olup Ege Denizi'nin bilinen en eski limanlarından biri olduğu kabul edilmektedir. Antik Klazomenai kenti de liman bölgesinde yer alır. Kent, Antikçağ'da özellikle zeytinyağı üretimiyle önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Urla, Aydınoğulları Beyliği ile 1330'lu yıllarda ilk kez Türk egemenliği ile tanışmış, 14. yüzyıl sonlarında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Urla 16. yüzyılda Ayşe Hafsa Sultan'ın Manisa'da inşa ettirdiği külliyenin gelirlerini karşılayan vakıf yapısı içinde yer almıştır. Denizli Mahallesi Camii, Kamanlı Camii, Sungurlular Camii, Hacı Turan Kapan Camii ve Fatih İbrahim Bey Camii ve Hacı Turan Şadırvanı 15. ve 16. yüzyıllarda yapılmış Türk eserleridir. İlçede 2015 yılından beri her yıl bahar aylarında Urla mutfağının tanıtıldığı Enginar Festivali düzenlenmektedir. Güvendik sırtlarından Urla kıyıları ve önündeki 12 ada ile İzmir Körfezi seyredilebilmektedir. Bademler Mahallesi, tiyatrosu ve sera çiçekçiliği ile bilinmektedir. Barbaros, Özbek, Balıklıova ve Gülbahçe Mahalleleri de turizm açısından öne çıkmaktadır. İlçede 30 ilköğretim okulu ve 5 ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. 6.764 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 441 öğretmen görev yapmaktadır. Yüksek öğretim kurumları bakımından ise ilçede İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü'nün yerleşkesi, Ege Üniversitesi'ne bağlı Su Ürünleri Fakültesi, Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi Yüksek Okulu bulunmaktadır. İyon Uygarlığı İyon Uygarlığı tarafından milattan önce 1200'de Batı Anadolu'da oluşturulan bir medeniyettir. Batı Anadolu da kabaca Gediz Nehrinden, Küçük Menderes Nehirlerine kadarki kıyı bölgesine İyonya adını vermiştir. Şehir devletleri halinde yaşamışlardır. 12 şehir devletinden oluşan bir birlik oluşturmuşlardır. Bu şehirler sırasıyla Miletos, Myos, Priene, Efes, Kolophon, Lebedos, Teos, Erythria, Klazomenia, Phokia Samos ve Khios'dur. Smyra aslında Aiol birliğinde iken daha sonradan iyonlaşmıştır. Halikarnos ise Dor birliğinden atılınca, İyon birliğine girmiştir. Ticaret yollarının bitiş noktasında bulunmaları, tarım ve deniz ticareti sayesinde zenginleş­meleri sonucunda kültürel ve bilim yönüyle Anadolu medeniyetlerinin en gelişmişini oluştur­muşlardır. Yerleşme amacıyla özellikle Marmara ve Karadeniz kıyılarından pek çok koloni kurmuşlardır. Şehir devletleri halinde yaşamaları, bilim insanlarının yetişmesine uygun özgür düşünce or­tamına zemin hazırlamıştır. Bazı ünlü İyonyalılar; tıpta Hipokrat, tarihte Herodot, felsefe'de Diyojen, matematikte Pisagor, Thales gibi bilim insanları yetişmiştir. İnsan şeklinde düşündükleri çok tanrılı din anlayışı vardır. Özellikle Efes kentinde bir ana tanrıça figürü olan Artemis önemli tanrıçalardadır. Persler tarafından İyonyalılar'a son verilmiştir. Perslere teslim olan Miletos hariç diğer birçok İyon kenti yağmalanmıştır. Atina'nın desteklediği bazı isyan girişimleri olduysa da bu girişimler sonuçsuz kalmıştır. Mimaride İyon nizamını geliştirmişlerdir. (Örnek, Efes harabeleri, Artemis Tapınağı) Daegu Daegu (, hanja: 大邱) veya resmî adıyla Daegu Metropol Şehri (, hanja: 大邱廣域市, Gözden Geçirilmiş Latinceleştirme: "Daegu Gwangyeoksi"), Güney Kore'nin metropol şehirlerinden biridir. Şehrin nüfusu 31 Aralık 2012 tarihi itibarı ile tahminen 2.527,566 olup ülkenin dördüncü büyük (Seul, Busan ve Incheon'dan sonra) şehridir. Fakat Daegu 1970'li yıllardan beri en önemli imalat sanayi olan tekstil üretimini kaybetmesi dolayısı ile nüfus kaybetmektedir. Şehir, ABD'deki buhranlı Detroit, Michigan, ABD gibi, boş ve hatta yıkık merkezi binaları ve eski fabrikaları ile oldukça ürkütücü bir görünüm göstermekte ve fakirleşen bir nüfus merkezi olarak karakterize edilmektedir. Arkeolojik araştırmalar tarih öncesi "Mumun Seramikleri Çağı"'nda (yaklaşık M.Ö 1500-300) dönemlerinde) Daegu civarında çok sayıda yerleşkeler ve önemli dolmenli büyük mezarlar olduğunu göstermiştir. Antik çağlarda günümüzde Teagu bölgesi olarak bilinen araziler Jinhan adı verilen bir tarihsel ülkeye bağlı idiler. Tarihten önceki "Üç Kore Proto-Krallığı" çağlarında Teagu bölgesinde bir siyasi küçük krallık ve etrafı sürlü kasaba merkezli olan Dalgubeol bulunduğunu belgelenmiştir. Bu küçük krallık M.S. 5. yüzyılda Silla Krallığı'na katılmıştır. M.S. 7. yüzyılda "Silla Krallığı" Çin'deki Tang Hanedanı İmparatorluğu desteği ile Kore Yarımadasını birleştirmesi ile Daegu Kore krallığınin bir parçası oldu. M.S. 892-936'da Kore yine üç krallığa bölündü ve Daegu "Hubaekje Krallığı"'na bağlandı. 927'de kuzey Daegu'da yapılan "Gong Dağı Savaşı"'ndan sonra Daegu "Goryeo Krallığı"'na katıldı. Daegu'da bu savaşın anısına birçok mevki isimleri bulunmaktadır. Bu savaşa katılan ve sonradan Goryea Kralı olan general Wang Geon adına kuzey Teagu'da bir anıt bulunmaktadır. Bu krallık döneminde önemli bir tarihsel Kore belge/kitabı olan "Tripitaka Koreana"'nın ana kopyası Teagu'daki "Buinsa Tapınağı"nda saklanmakta idi. Sonra Kore Yarımadasını ellerine geçiren Moğol orduları 1254'te bu tapınağı ellerine geçirip talanlamışlardır. Bu kitabın birinci edisyonu bu talan sırasında tahrip edilip kaybolmuştur. Geryong Krallığı'nın "Joseon Hanedanı" döneminde Daegu Seul ile Busan arasınadaki tarihsel "Great Yeongnam Yolu" ile diğer bir anayol olan Gyeongju-Jinju yolu ile kavsak merkezi olup önemli bir ulaşım merkezi idi. Teagu 1601'de geleneksel "Kore'nin Sekiz İli"'nden biri olan Gyeongsang-do ilinin merkezi oldu. Daegu şehri bu yerel idare önemini 1896'da Kore'de "il idare" sistemi kurulunca da Kuzey Gyeongsang ılının merkezi olma görevinde devam etti. Daegu'daki önemli düzenli çarşı/pazarlar Joseon dönemi sonlarında önem kazandı. Bunlarda günümüze gelen en önemlisi Yangnyeongsi bitkisel eczalar çarşısı idi ve bu günümüzde de önemini korumaktadır. Bu pazar/çarşıya Kore'ye komşu ülkelrden tüccarlar çekmekteydi. Japonya'dan gelen tüccarlar Nandong Nehri ile gelmekte ama Teagu'ya girmelerine izin verilmemektedir ve bu nedenle Japon tüccarlar istedikleri Kore mallarina satın almak için Koreli aracılar kiralamakta idiler. 19. yüzyılın sonlarında Kore pazarları yabancılara açıldı. 1890'lı yıllar sonlarında birçok Japon tüccar ve işçi Teagu'ya gelmeye başladılar. Japonların baskısı ile 1895'te Teagu'da Kore'nin ilk modern posta merkezi açıldı. Teagu, 19. yüzyıl sonlarında yine Japon baskısı altında yapılan Gwangme Reformları arasında bulunu inşa edilen ve Kore'nin ana ulaşım omurgası olan Seoul-Pusan demiryolu hattı üzerinde önemli bir demiryolu merkezi oldu. Bu nedenle bicok Japon tüccar ve işçi Teagu'ya yerleştiler. 1905'te Teagu şehir surları imar edilme adına hemen hemen tamamen yıkıldı. Günümüzde bu şehir surlarından sadece "Birinci Yeongmam Kapısı" Dalseaong Parkı'nda ayakta durmaktadır. Fakat şehirdeki sokaklar bu surlarının anısını taşımaktadır: örneğin eski yıktırılan surlar yerine açılan Döngseongno (doğu surları sokağı) ve Bükseongno (kuzey surlar sokağı). 1904-1905 Rus-Japon Savaşı'nda Kore iki büyük savaşan devlet arasında kalmıştı. 23 Şubat 1904’te Japon-Kore Temel Protkolu (Birinci Japon Kore Antlaşması) ile 17 Kasım 1905'te Eulsa Antlaşması ile Kore Japonya’nın himayesi altına girdi. 1910'da Japonya tarafından ilhak edildi. Daegu Japonların tercihle yerleştiği bir şehir olmakla beraber şehrin Koreli yerlileri Kore'nin Japonlardan bağımsızlık kazanma çabalarına katkılar yaptılar. Örneğin 1919'da Daegu'da Japonlara karşı her birine 23.000 kişinin iştirak ettiği dört büyük miting yapıldı. Japonya 'ya bağlanma döneminde Daegu'da hem özel sektörde hem de kamu sektöründe birçok okul ve kolej açıldı. Bunlar arasında önce Daegu Normal Öğretmen Okulu olup sonra bu 1945'te Kyungpook National Üniversitesi olan üniversite oldu. 1945'te Japonya idaresinin sona ermesi Daegu için karışık günlere yol açtı. İlk Amerikan USAMGİK askeri idaresi ve sonraki birinci cumhuriyet idaresi altında Daegu siyasal ve sosyal karışıklıklar merkezi oldu. 1940'li yıllar sonlarında Daegu ve Kuzey Gyeongsang civarlarında çok ciddi ve sik gerilla ve eşkıyalık hareketleri görüldü. Şehir Joelel'daki çatışmalara dolayısıyla büyük sayıda mülteci çekti. Ekim 1948'da "Daegu Halk İsyanı" çıktı ve büyük sayıda öğrenci ile polisler büyük çatışmalara giriştiler. Bu 1 Ekim'de polisin 3 öğrencinin ölümüne sebep olması nedeniyle ortaya çıkan polis-öğrenci çatışmalarında 38 polis öldürüldü. Ekim 1948'de Yeusu adasında tutuklanan solcu ve hükümet aleyhtarlarınin elimine edilmesi emrine karşı olarak ortaya çıkan halk isyanına ertesi ay Daegu'dan birçok grup katıldı ve bu isyanın hükümet güçleri tarafından gayet büyük katliamla bastırılması nedeniyle bunlar ortadan kayboldu. 1950-1953 Kore Savaşı başlarında 1950 yılı sonlarında Daegu Güney Kore ordusu ve Amerikan ordusunun güneye çekilip kurdukları Pusan Çemberi içinde kalmıştı. Daegu yakınlarında Kuzey Kore ordusu ile Nakdong Nehri kıyılarında çok ağır çarpışmalar yapıldı. Kuzey Kore birliklerinin Nankong Nehri'nin geçmelerini önlemek için Daegu Nehri civarında yapılan bu bir seri muharebeye toptan "Daegu Muharebesi" adi verilmektedir. Daegu Pusan Çemberi içinde kaldığı için Kuzey Kore ordusunun hiç işgaline uğramadı. Fakat Kore Savaşı'nın başından sonuna kadar rejimin aleyhtarlarının elimine edilmesi Daegu'daki rejim aleytarların da siyasi katliamalarla ortadan kaldırılmasına neden oldu. 20. yüzyılın ikinci yarısında şehir özellikle tekstil sanayinin ve diğer imalat sanayiinin gelişmesi ile çok hızlı büyüme gösterdi ve şehir nüfusu Kore Savaşı 1953'te sona ermesinden sonrasına nisbetle 10 misli arttı. Daegu şehri ve bölgesi Güney Kore'de 1963-1979'da uzun mü
ddet askeri diktatörlük rejimi kurcusu ve idarecisi General Park Chung-hee'nin muhafazakar ana politikasının merkezi idi. Bu nedenle şehir merkezi hükümetten çok büyük siyasi ve ekonomik destek ve yardım gördü. Günümüzde de Daegu Güney Kore'de muhafazakar siyasi güçlerin ve muhafazakar sağcı siyasal akımların ve siyasal partilerin merkezi olma niteliğini korumaktadır. Teagu Subat 1960'ta o yilki şikeli cumhurbaşkani seçiminden önce büyük siyasi mitinglere ve halk hareketlerine sahne oldu. 1980'li yıllarda Daegu şehri "Doğrudan Doğruya İdareli Şehir (Jikhalsi) statüsü kazandı ve etrafındaki il bölgesinden ayrı olarak idare edilmeye başlandı. 1995'te bağımsız şehir yerel idaresine "Metropoliten Şehir (Gwangyeoksi)" yerel idaresi adı verildi. 18 Şubat 2003'te bir ruh hastalığı geçiren bir erkek Jungangno istasyonunda duran bir "Daegu Metrosu" treninde kasten bir yangın çıkarttı ve ortaya çıkan büyük yangında yaklaşık 200 yolcu hayatını kaybetti. Daegu Kore yarımadasının Güney Kore'ya ait kısmının güney-doğusunda, en yakın deniz kıyısından yaklaşık olarak 80 km uzaklıkta karasal bir şehirdir. Şehir Yeongham bölgesinin merkezi ovasında bulunan "Daegu havzası" adı verilen ovalık bir geniş vadide bulunmaktadır. Şehrin etrafında tepelik araziler vardır. Şehrin kuzeyinde Palgong tepesi; güneyinde Biseelul tepesi; doğusunda Gaya tepesi ve batısında çok daha düşük rakımlı tepelik arazi bulunmaktadır. Şehrin yakınından Gyeongsang-do'da Nakdong Irmağı ve onun yan akarsuyu olan Geumho Irmağı geçmektedir. Şehir etrafında bulunan Gyeongsangbuk-do ilinin en büyük şehri ve il merkezinin bulunduğu şehirdir. Fakat yerel hukuksal olarak 1995'ten itibaren bağımsız bir Metropoliten Şehir (Gwangyeoksi) olmaktadır ve Gyeongsangbuk-do iline bağlı değildir. Bu nedenle şehrin bulunduğu bölge çok kere Daegü-Gyeongbuk olarak anılmaktadır. Şehrin bulunduğu havzanın etrafındaki yüksek dağlar yaz mevsiminde sıcak ve nemli havayı şehrin bulunduğu havza içinde tutmaktadırlar; kış mevsiminde ise soğuk havayı havza içinde bırakmaktadırlar. Bu nedenle Daego'nun iklimi yılın büyük bir kısmında güneşlidir. Yazın bir yağışlı dönem hariç, hava nispeten çok az yağışlıdır. 1961'den itibaren yapılan resmi gözlemlere göre Daegu'da en düşük ortalama ısı 0.6|°C| ile Ocak ayı ve en sıcak ayı 26.4 °C ile Ağustos ayıdır. Şehirde bu dönemde gözümlenen en düşük isı −20.2 °C ref> ve en yüksek ısı 40.0 °C ref>[http://www.kma.gö.kr/weather/climate/extreme_daily.jsp?type=max_temp&mm=8&x=10&y=5 olmuştur. Şehrin güneşli ve yazları sıcak havası Daegü'da elma bahçeciliğinin gelişmesi için ideal iklim olup şehir etrafında elam bahçelerinin kurulmasına neden olmuştur. Deağu'da yetiştirlen kaliteli elmalar dolayısıyla şehir "Elma Şehri" olarak tanınmaktadır.. Daegu yerel yönetim bölümleri 7 semt ("gu") ve 1 ilçe ("gun")'den oluşşmaktadır: Daegu bir imalat sanayi merkezi şehridir. 1960'li yıllarda Güney Kore'nin tekstil üretim merkezi olarak büyümüştü. 1970'li yılların başlamasından itibaren Çin'in tekstil üretim ve ihracatı alanında büyük ilerlemeler göstermesi ve 1978'de Güney Kore ekonomik reformlar nedenleri ile şehir ve sanayileri büyük bir ekonomik buhran içine girmiş ve şehrin devamlı olarak iktisadi durumu çökme göstermiştir. Günümüzde Daegu'da yine önemli imalat sanayi olarak tekstil sanayi, metal sanayi ve makine sanayii bulunmaktadır. Şehirde "Daegu Bankası", "Korea Delphi", "Hwasung Corp." ve "DaeguTec" gibi büyük şirketlerinin merkezleri bulunmaktadır. Şehir bazı önemli Güney Kore şirketinin kuruluş merkezi olarak isim yapmıştır. Ünlü Güney Kore elektronik şirketi Samsung 1938'de bu şehirde kurulmuş ve idare merkezi 1947'de Seul'e nakil olmuştur. Şehrin batısında ve güneyinde imalat sanayii birimlerinin yerleşik olduğu Seongseo Sınai Kompleksi, Batı Daegu Sınai Kompleksi ve Daegü Tekstil Boya Sınai Kompleksi, adlarıni taşıyan büyük sanayi merkezleri bulunmaktadır. Güney Kore merkezi ve yerel idareleri, neoliberal teorilere uygun olarak içindeki sinai ve ticari kurumlari kamu kontrolundan ve vergilerinden arindiran "Daegu-Gyeongbuk Serbest Ekonomik Bölgesi" adli bir ekonomik bölge kurmuştur ve bunun yerli ve yabanci yatırımcı çekmesini beklemektedir. Diğer taraftan Ağustos 2008'den itibaren kamu kurumlari moda tekstil-konfeksiyon ile yüksek-teknoloji sektorlerine yüksek teşvikler sağlamaktadırlar. Bunların Teagu'nun buhranına ne kadar etkili olduğu ve olacağı tartışmalıdır. Şehrin 2010 yılı kişi başına GSMHsi USD$18,887 olup bu Güney Kore şehirleri arasında en düşük yıllık kişi başına millî hasıladır. 2010 yılında Daegu'nun bölgesel GSYH değeri $5,387 milyon olup, aynı yıl reel GSYH büyükme hızı %7.2'ye yetişmiştir. Deahgu 2003 Yaz Universiade (2005'teki İzmir oyunlarından önce) oyunlarına ] ve 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası'na ev sahipliği yapmıştır. 2002 FIFA Dünya Kupası oyunları içinde dört maça ev sahipliği yapmış ve Türk A Millî Futbol Takımı, 2002 yılında bu şehirde Dünya 3.lüğünü kazanmıştır. Daegu şehrinin şu resmî kardeş şehirleri vardır: Sicilya Sicilya, (İtalyanca:Sicilia, ), Akdeniz'in en büyük adasıdır. Ovalar açısından fakir olan ada, Catania'da bir istisna yapar. Kıyı şeridi manzarası hemen hemen her yerde büyüleyici bir güzellik sunmaktadır. Küçük şirin adalar (Eolie veya Lipari, Ustica, Egadi, Pantelleria Adası ve Pelagie) sahilde oraya buraya yayılmış görünüm arz eder. Doğu Sicilya’nın iç kısmında bulunan Etna Yanardağı Avrupa'nın en yüksek (3323 m) aktif yanardağı olarak bilinir. Stromboli ve Volcano Adaları da aktif yanardağlar arasındadır. "Ayrıntı için bknz " İtalya'nın 1948 Anayasası ile 20 bölgesinden birisidir; ama bölge olarak özel yetkilerle donatıldığı için yarı-özerktir. Sicilya Özerk Bölgesi 9 ile ayrılmıştır: Agrigento ili, Caltanissetta ili, Catania ili, Enna ili, Messina ili, Palermo ili, Ragusa ili, Siracusa ili ve Trapani ili. Bölgenin merkezi Palermo şehridir. Bu illerin içinde bulunan belde sayıları, alanları, (ISTAT, Mayıs 2010 tahminlerine göre) nüfuslari ve nüfus yoğunlukları şu tablodan izlenebilir: Bölgede bir Latin dili olan İtalyanca'nın Sicilyaca lehçesi konuşulur. İlk mafya ailesi Sicilya'da kurulmuştur ve MAFIA ismini koyan da Sicilya'dır. Mafyanın en meşhur olduğu kasaba Corleone'dir. Akdeniz adaları Torino Torino (IPA: [toˈriːno], Piyemonte dilinde: "Turin") Kuzey İtalya'da Piyemonte bölgesinin ve kendi ismin taşıyan Torino ili'nin başşehri olup, Alpler ile çevrili olan Po Nehri'nin sol kıyısında konumlanır. Torino, İtalya'nın kuzey-batısında bulunan bir kentidir. Torino adı Keltce'de "dağlar" anlamına gelen Tau sözcüğünden gelmektedir. İtalyancada Torino sözcüğü "küçük Boğa" olarak tercüme edilebildiği için, şehrin flamasında boğa resmi bulunur. Şehirde sanayi sektörü çok gelişmiştir. 2006 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Torino'da bulunan Savoya Krallık Hanedanı Sarayları 1997'den itibaren UNESCO Dünya Mirasları İtalya listesine katılmıştır. Torino kuzey-batı İtalya'da konumlanmıştır. Kuzeyinde ve batısında Alpler tarafından çevrilidir. Doğusundan Monferrato tepelerinin doğal bir uzantısı olan bir yüksek tepe bulunmaktadır. Şehir doğudan batıya doğru az meyille (220m'den 280 m'ye) yüklesen bir ova üzerinde kurulmuş olmakla beraber yeni kısım ve varoşları tepelere doğru ilerlemiştir. Belediye sınırları içinde Turin'in en yüksek noktası "Faro della Vittoria" mevkii yakınında bulunan "Colle della Maddalena" tepesidır. Şehrin içinde 4 büyük akarsu geçmektedir. Bunlar Po Nehri, Po Nehri'nin iki büyük kolu olan (Po Nehri'nin soldan kolu "Dore Riparia" ve "Stura di Lanzo") ile Sangone Çayı'dır. Bu akarsular 16. yüzyıla kadar şehir surları dışında bulunmaktaydılar. Şehir yakınında etrafındaki yüksek arazilerde ulaşım sağlayan Fransa'ya bir doğal yol olan Susa Vadisi, Sangone Vadisi ve Lanzo Vadisi bulunmaktadır. Torino Piyemonte Bölgesi başkenti olup bu bölgede bulunan bazı diğer il merkezleri şehirler olan Asti'den 57 km, Vercelli'den 79 km, Novara'dan 96 km, Cuneo'dan 98 km ve Verbano'dan 155 km uzaktadır. Torino şehri, Akdeniz iklimi bölgelerinde bulunan diğer önemli İtalyan şehirlerine bir karşıt olarak, bir nemli sub-tropik bölgede (Koppen iklim sınıflandırılması "Cfa") bulunmaktadır. Kışlar nispeten soğuk ama kuru geçmektedir. Yazlar şehrin ovalık taraflarında epeyce sıcak ama tepelik taraflarında ılımlı geçmektedir. Şehirde gözlemlenen en yüksek sıcaklık değeri 37.1 °C ; en düşük sıcaklık değeri −21.8 °C olmuştur. Yağışlar yağmur halinde en çok ilkbahar ve sonbahar aylarında düşmektedir. Yılın en sıcak aylarında yağışlar hacim bakımdan düşük olmakla beraber bu aylarda zaman zaman yıldırm ve gökgürültülü fırtınalar ortaya çıkmaktadır. Sonbahar ve kış aylarında ovalık kısımlarda çok kesif olan sis ortaya çıkmaktadır. Fakat bu sis Susa Vadisi sonundan ortaya çıktığı için şehrin daha yüksek arazilerdeki semtlerine tesiri azdır. Alplere mahsus olan Fön rüzgârları bu dağların doğu tarafında bulunan Torino şehrine kuru olarak tesir ederek (Alplerin batı yamaçlarına tezatla) yağış getirmezler. Bölgeye Roma devrinden önce bir kelt-roman kabilesi olan Tauriniler yerleşmişlerdir. M.Ö. ilk yüzyılda (olasılıkla M.Ö. 28 yılında), burada Romalılar tarafından askeri bir kamp ("Castra Taurinorum") kuruldu. Daha sonra bu askeri üs İmparator Augustus'a ("Augusta Taurinorum") adandı. Modern şehir yapısında da Roma döneminden kalma şehircilik izlerine rastlanabilir. Torino o dönemde yüksek surlar içinde yaşayan 5.000 kişilik bir nüfusa ulaşmıştı. 1563 yılından beri Savoya Dükalığı'nın başşehriydi. O zamanın Sardinya Krallığı, Savoy Hanedanı tarafından yönetiliyordu ve sonuçta İtalyan Birliği'nin ilk başkentiydi. İş ve kültür merkezi olduğu kadar büyük bir şehirdir. Şehir Kasım 2008 yılı nüfus sayımına göre belediye sınırları içinde 909.193 kişi olup, şehre ait alan ile 1,7 milyona ulaşmakta ve metropolitan alanlarıyla nüfusun 2,2 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Torino, ekonomik büyüklük bakımından Roma ve Milano'dan sonra sıralamada üçüncü durumdadır. Torino komününün bel
ediye sınırları içinde nüfusunun 19. ve 20. yüzyıllarda gelişmesi resmî nüfus sayımı sonuçlarına göre şu gösterimde özetlenmiştir: Şehir sık sık "Alplerin Baskenti" olarak ifade edilmektedir. Torino ayrıca "İtalya'nın Otomobil Baskenti" veya "İtalya'nın Detroit'i" olarak bilinmektedir. Fiat Group ve Mitsubishi Colt CZC'nin üretildiği Mitsubishi İtalya fabrikası bu şehirde bulunmaktadır. Harmony ve Columbus gibi pek çok Uluslararası Uzay İstasyonu modülü ayrıca Torino'da üretilir. İtalya'da şehir ayrıca "(La) città Sabauda" olarak adlandırılır. Torino'daki Otomotiv Sanayi Şirketleri Torino komunünün şu komünlerle ortak sınırları bulunur: Baldissero Torinese, Beinasco, Borgaro Torinese, Collegno, Grugliasco, Moncalieri, Nichelino, Orbassano, Pecetto Torinese, Pino Torinese, Rivoli, San Mauro Torinese, Settimo Torinese, Venaria Reale Torino şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Üsküdar Üsküdar, İstanbul'un Anadolu Yakası'nın bir ilçesidir. Üsküdar İlçesi, kuzeyden Beykoz, kuzeydoğudan Ümraniye, doğudan Ataşehir, güneyden Kadıköy ilçeleri ve batıdan İstanbul Boğazıyla çevrilidir. 33 mahalleden oluşan Üsküdar İlçesinin nüfusu, 2014 ADNKS verilerine göre 534.970 kişi olarak tespit edilmiştir. 1926 yılına kadar il statüsünde olan Üsküdar aynı yıl yapılan yasal düzenlemeyle ilçe statüsüne getirilip İstanbul'a bağlanmıştır. 1930'da Kadıköy ve Beykoz'un, 1987'de Ümraniye'nin Üsküdar'dan ayrılarak ilçe olmaları, 2008'de de Örnek, Esatpaşa ve Fetih mahallelerinin Ataşehir ilçesine bağlanmasıyla bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. Yerleşimin Antik Çağ'daki ilk adı Khyrsopolis olup Yunanca 'Altın şehir' anlamına gelmekteydi. Üsküdar adının, Roma döneminin Roma ordusunun zırhlı süvari birliklerden olan Scutarii ve buradaki Skutarion () Kışlası'ndan geldiği düşüncesi yaygındır. Özhan Öztürk Latince “zırhlı süvari” anlamına gelen Scutarii kelimesi ile Antik Çağ’da bozkırların atlı savaşçıları olarak anınan İskitlerin kendilerine verdikleri “okçular” anlamındaki skudat ismi arasındaki benzerliğe dikka çekmiştir. Bizanslılarca Hrisopolis (Altınşehir) olarak adlandırılan Üsküdar, 12. yüzyıldan itibaren Skutarion olarak tanınmaya başlamıştır. IV. Haçlı Seferi ile İstanbul'a gelen Geoffroy de Villehardouin, "Histoire de la conquête de Constantinople" (İstanbul'un Zaptının Tarihi) adlı kitabında bu semt için “Escutaire” sözcüğünü kullanmış ve bu sözcük Fransızca kaynaklarda sık sık tekrarlanmıştır. "Skutarion" ismi zamanla Üsküdar'a dönüşmüştür. İlçe toprakları İstanbul Boğazı kıyılarının güneydoğusunda kabaca kuzey-güney doğrultusunda uzanır. Bu toprakların genel eğimi doğu kesimde, Kocaeli Yarımadası'nın iç bölümlerine, güney kesimde Marmara Denizi kıyısına, batı kesimde ise İstanbul Boğazı kıyısına doğrudur. Orta kesimde kabaca kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanan bir sırt yer alır. Bu sırt güney kesimdeki Büyük Çamlıca Tepesi'nde 268 m yüksekliğe erişir. Büyük Çamlıca Tepesi, Üsküdar İlçesi'nin en yüksek noktasıdır. Öbür önemli yükselti 227 m'lik Küçük Çamlıca Tepesi'dir. Üsküdar İlçesi'nde başlıca akarsu, Küçüksu Deresi'nin başlangıç kollarıdır. Beylerbeyinden denize dökülen İstavroz Deresi Kısıklı eteklerinden çıkarak akar ancak son yıllarda bu derenin üstü birçok yerde kapatılmıştır. İstanbul İli'nde koruların azımsanmayacak kadar yer kapladığı ilçelerden biri de Üsküdar'dır. İstanbul Boğazına olan sahil uzunluğu 12 km'dir. İlçeye adını, güneybatı kesimdeki eski iskele yerleşmesi verir. Günümüzde hemen hemen Selman Ağa, İnkılap, Gülfem Hatun ve Rumi Mehmet Paşa mahallelerini içine alan bu tarihsel yerleşmeye Üsküdar denir. Bazı kaynaklara göre, Moda Burnu'nda oturan Halkedonlular teknelerini MÖ 7. yüzyılda Üsküdar kıyısında bulunan tersanelerde inşa ediyorlardı. Adının, Yunanca Skutarion (Skytarion) ya da Latince Skutari'nin (Scutari) zamanla değişime uğramasıyla bugünkü halini aldığı sanılır. Semt MÖ 5. yüzyılda kıyıdaki yerleşim bölgesini surla çeviren Atinalılar döneminden ve hatta daha da önceden beri önemli bir ulaşım ve konaklama merkeziydi. Boğaz'ın iki yakası arasındaki ulaşımda tarih boyunca büyük önem taşıdı. Bizantion ve Konstantinopolis'i ele geçirmek amacıyla değişik dönemlerde doğudan gelen farklı güçlerin düzenledikleri saldırılar sırasında hep askeri üs olarak kullanıldı. Ulaşım, konaklama, askeri üs olarak yararlanılmasının yanı sıra, ticari açıdan da büyük önem taşıyan Üsküdar, Konstantinopolis'in fethinden çok önce 1352'de Türklerin eline geçti. Orhan Gazi döneminden beri Osmanlıların denetiminde olan Üsküdar'a Türklerin geniş ölçüde yerleşmesi II. Mehmed (Fatih) dönemine rastlar. İstanbul'un fethinden sonra, kent ile çevresinde yönetim ve yargı düzeninin kurulması sırasında iki büyük birim belirlendi. Suriçindeki kentsel alanı İstanbul Kadılığı temsil ediyordu. Sur dışında banliyö durumundaki Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılıklarına ise Bilad-ı Selase deniyordu. Üsküdar kadısı, öbür kadılarla birlikte padişah ve sadrazama bağlıydı. Anadolukavağı, Gebze, Kartal, Pendik ve Şile'de Üsküdar kadısının birer naibi vardı. Beykoz Kazası da Üsküdar Kadılığı'na bağlıydı ama naibini arpalık olarak bu kazayı yöneten müneccimbaşı belirlerdi. Kandıra ve Şile kazaları da 1581'de Üsküdar Kadılığı'na bağlandı. 1826'da İhtisab Nezareti, 1846'da da adı daha sonra Zaptiye Nezareti olarak değiştirilen Zaptiye Müşirliği kuruldu. 1867'de çıkarılan Vilayetler Nizamnamesi'ne göre İstanbul'da valilik kurulmamış, bu görev Zaptiye Müşirliği tarafından yürütülmüştür. Bu dönemde Dersaadet ve Bilad-ı Selase, Bab-ı Zaptiye'ya bağlı değildi. 1854'te şehremaneti kurulunca İhtisab Nezareti kaldırıldı ve 1877'de Beyoğlu, İzmit, Kaza-ı Erbaa'yla birlikte Üsküdar da mutasarrıflık yapıldı. Bu mutasarrıflıklar Zaptiye Nezareti'ne bağlıydı. Üsküdar Mutasarrıflığı'nın Beykoz, Gebze, Kartal ve Şile kazaları vardı. 1918'de İstanbul Vilayeti'ne bağlı Beyoğlu ve Üsküdar mutasarrıflıkları, Cumhuriyet'in İlanı'ndan sonra 1924'te tüm sancaklar vilayet yapılınca ayrı birer vilayet (il) oldular. 1926'daki yönetsel düzenlemeler sırasında Üsküdar da kaza (ilçe) yapılarak İstanbul Vilayeti'ne bağlandı. 1877'de İstanbul Şehremaneti 20 belediye dairesine ayrıldı. Bunlardan 4'ü bugünkü ilçe sınırları içindeydi. Anadoluhisarı ve çevresine On Dördüncü Daire, Beylerbeyi ve çevresine On Beşinci Daire, Paşalimanı ve çevresine On Altıncı Daire, Üsküdar ve Doğancılar çevresine On Yedinci Daire adı verilmişti. 1913'te daireler kaldırıldı ve 9 şube kuruldu. Üsküdar uzun süre 1930'da adı değiştirilen İstanbul Belediyesi'nin şube müdürlüklerinden biriydi. Eskiden doğuda Kartal İlçesi'ne komşu olacak kadar geniş bir alanı kaplayan Üsküdar İlçesi'nin görünümü, tüm ilde olduğu gibi 1950'lerden itibaren hızla değişmeye başladı. Ülkenin çeşitli yörelerinden İstanbul'a yönelen göçten Üsküdar İlçesi de payına düşeni aldı. 1960'larda Çamlıca, Bulgurlu ve daha doğudaki alanlarda hızlı bir gecekondulaşma yaşandı. Bu yıllarda sanayi bölgesi olarak belirlenen Ümraniye ve çevresinde gecekondular ve gecekondu mahalleleri oluştu. Buradaki hızlı nüfus artışı 1963'te Ümraniye'de belediye kurulmasını zorunlu kıldı. Boğaziçi Köprüsü'nün açılması Kadıköy'de olduğu gibi Üsküdar'da da yerleşimi özendirdi. Otomobil edinmenin yaygınlaşmasının getirdiği ulaşım kolaylığı ilçenin İstanbul Boğazı'na bakan semtlerinde de nüfus artışına neden oldu. İlçenin 1970-1980 arasındaki yıllık ortalama nüfus artışı yüzde 10'u aştı. Bunun nedenlerinden biri de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü çevre yollarının geçtiği kırsal kesimde hızlı bir yapılaşma yaşanmasıydı. Bu gelişmeler Ümraniye'nin 1987'de ilçe yapılmasıyla sonuçlandı. Bu yüzden, 1985'te 490.185 olan Üsküdar İlçesi'nin nüfusu 1990'da 395.623'e geriledi. 2008 yılında yapılan idari düzenlemeyle, ilçenin güneydoğusundaki 3 mahalle (Örnek, Esatpaşa ve Fetih) Üsküdar'dan ayrılarak yeni kurulan Ataşehir İlçesi'ne katıldı. İstanbul'daki en önemli Türk yerleşmelerinden biri olan Üsküdar, Osmanlı dönemi boyunca büyük bir imar faaliyetine sahne oldu. O dönemin Üsküdar kasabası ve çevresi birçok külliye, cami, hamam ve çeşme gibi yapılarla, ilçenin Boğaziçi sahilleri ise saraylar, sahilsarayları, yalılar ve köşklerle süslendi. Kız Kulesi En Önemli Yapılardan Biridir. Bunlardan başlıcaları Bir açık hava müzesine benzeyen ve Karacaahmet Sultan dergahını da içinde bulunduğu Karacaahmet Mezarlığı İstanbul'un Anadolu yakasındaki en büyük Müslüman mezarlığı olma özelliğini yüzyıllardır korumaktadır. Diğer bir mezarlık Bülbülderesi Mezarlığı'dır. Kuzguncuk'taki Ayios Panteleymon Kilisesi ve Ayazması, gayrimüslimlere ait Ayios Yeoryios Kilisesi, Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi, İlya Profiti Rum Ortodoks Kilisesi, Beth Yaakov Sinagogu (Kal de Abaso ya da Aşağı Sinagog ya da Büyük Sinagog) ve Kal de Ariva (Yukarı Sinagog) adlı dinsel yapıların ilçenin bir semtinde yan yana bulunmaları ilgi çekicidir. Osmanlı döneminde ilçenin İstanbul Boğazı kıyısında birçok sahilsarayı ve yalı vardı. Yalnızca yalılardan çok az bir bölümü günümüze kadar ayakta kalabilmiş, yanmış ve yıkılmış olan eski yapıların yerine yeni yalılar inşa edilmiştir. Eski yalılardan günümüzde kısmen ya da tamamen ayakta olup görünebilen başlıcaları Kıbrıslı Yalısı, Kont Ostrorog Yalısı, Abud Efendi Yalısı, Edib Efendi Yalısı, Recaizade Ekrem Bey Yalısı, Mahmud Nedim Paşa Yalısı, Sadullah Paşa Yalısı ve Fethi Ahmet Paşa Yalısı'dır. Kız Kulesi ilçenin simgesidir. Üsküdar, İstanbul ilinin en yeşil ilçelerinden biridir. Koruma altında olduğu sanılan bu yeşil alanlar kuzeyden güneye doğru sırasıyla Cemil Filmer, Kandilli Kız Lisesi, Vaniköy Rasathane, Vaniköy, Vahideddin, Cemil Molla, Münir Bey, Fethi Paşa, Demirağ, Hüseyin Avni Paşa, Abdülmecid Efendi, Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi, Büyükçamlıca, Küçükçamlıca ve Adile Sultan Validebağı korularıdır. Üsküdar İlçesi'ndeki koruların halka açık bir bölümü aynı zamanda mesire yeri özelliği taşır. Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca tepelerinde yapılan düzenlemelerden sonra bu alanlar da gezi ve dinlenme açısından halkın ilgisini çekmektedir. İstan
bul Boğazı kıyısındaki semtlerde birçok balık lokantası vardır. Bunlar ve Nakkaştepe gibi yerlerdeki manzara açısından zengin öbür tesisler özellikle tatil günlerinde büyük ilgi görmektedir. İstanbul'daki başıca eğitim ve kültür kurumlarından bir bölümü Üsküdar İlçesi sınırları içindedir. Eskiden Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binası olan ve daha sonra Haydarpaşa Lisesi'ne hizmet veren tarihsel yapıda günümüzde Marmara Üniversitesi'nin bazı birimleri bulunmaktadır. Bu üniversiteye ait hastane de Altunizade'dedir. Üsküdar'daki diğer yükseköğretim kurumları İstanbul Şehir Üniversitesi, 29 Mayıs Üniversitesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesi ve Üsküdar Üniversitesi'dir. Kandilli Rasathanesi 1982'den beri Boğaziçi Üniversitesi'ne bağlıdır. Üsküdar Fen Lisesi, Hacı Sabancı Anadolu Lisesi, Bilfen Koleji, Çamlıca Kız Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Kuleli Askeri Lisesi ve Üsküdar Amerikan Lisesi, Şemsipaşa İlköğretim Okulu, Halil Rüştü İlköğretim Okulu, Üsküdar Cumhuriyet Lisesi ( Bağlarbaşı mesleki ve teknik anadolu lisesi ), Üsküdar Cumhuriyet Ticaret Meslek Lisesi , Halide Edib Adıvar Anadolu Lisesi, İstanbul Üsküdar Lisesi, Üsküdar Ticaret Lisesi, Validebağ Kız Meslek Lisesi, Mithatpaşa Kız Meslek Lisesi, Çamlıca Kız Anadolu Lisesi, Cumhuriyet Kız Meslek Lisesi, İcadiye İlkokulu, Şeyh Şamil Lisesi, Özel Hurp Haç Ermeni Lisesi, Özel Sev Okulları Üsküdar İlçesi'ndeki başlıca eğitim kurumları arasında yer alır. Adile Sultan Kasrı (Hababam Sınıfı'nın çekildiği bina) Üsküdar Sınırları İçindedir, Öğretmen evi ve Misafir Evi Olarak Kullanılır. İlçe sınırları içinde 36 okul öncesi öğretim kurumu, 65'i resmi 22'si özel 87 ilköğretim okulu, 21'i özel, 29'u resmi toplam 50 ortaöğretim kurumu bulunmaktadır. Üsküdar ilçesi sınırları içinde bulunan devlet hastaneleri; Üniversite hastaneleri olarak da Özel Hastaneler; İlçenin ulaşım açısından taşıdığı önem günümüzde de sürmektedir. Eskiden Üsküdar ile Kabataş ve Sirkeci arasında yapılan araba vapuru seferlerine, Boğaziçi Köprüsü'nün açılmasından bir süre sonra son verilmiştir. Araba vapuru seferleri günümüzde Harem İskelesi ile Sirkeci arasında yapılmaktadır. Bu iskele çevresinde bulunan Anadolu Yakası Otobüs Terminali olan Harem Otogarı, Anadolu'daki çeşitli merkezlerle İstanbul arasında yapılan karayolu ulaşımında eskisi kadar olmasa da hala önemli bir yer tutmaktadır. Boğaziçi Köprüsü'nün Anadolu yakasındaki ayağı ilçe sınırları içindedir. Eskiden E-5 olarak tanınan D-100 Karayolu Harem'e kadar uzanır. Bu karayolundan Uzunçayır mevkiindeki köprülü kavşakla ayrılan çevre yolu Boğaziçi Köprüsü'ne ulaşır. Bu çevre yolundan Küçük Çamlıca eteklerinden ayrılan bir başka yol Fatih Sultan Mehmet Köprüsü çevre yoluyla bağlantı sağlar. İlçe, karayollarının önem kazanmasından bu yana suyolu ulaşımından yeterince yararlanamamaktadır. İstanbul Boğazı kıyısındaki bazı iskelelerle (Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kandilli) karşı kıyıdaki belli iskeleler arasında (Üsküdar-Eminönü) şehir hatları vapurlarıyla tarifeli seferler yapılmaktadır. Üsküdar İskelesi'yle Beşiktaş, Kabataş ve Sirkeci arasında yapılan “motor” seferleri de halkın ulaşım gereksinmesini karşılaması açısından önem taşır. 2013 yılında tamamlanan Marmaray Projesiyle İstanbul'un önemli ulaşım ve ticaret merkezi Üsküdar oldu. Marmaray Projesi tamamlandığı zaman Üsküdar'da yeni bir yeraltı istasyonu hizmete açıldı. İlçenin en büyük mazisine sahip takımı Üsküdar Anadolu SK ile Adını ilçeden alan eski Üsküdarspor olan Anadolu Üsküdar profesyonel ligde yer alan iki üsküdar takımından birisiniz. Anadolu Üsküdar Kendisi gibi 20. yüzyılın başında kurulan diğer köklü İstanbul kulüplerinin tersine sönük bir geçmişe sahiptir. Yalnızca futbol branşında faaliyet gösteren kulüp 2009-10 sezonu itibarıyla 3. Lig'de mücadele etmektedir. Anadolu Üsküdar gibi 3. Lig'de mücadele eden bir diğer Üsküdar takımı Beylerbeyi SK iç saha maçlarını Beylerbeyi 75. Yıl Stadı'nda oynar. Üsküdar Belediyesi Spor Kulübü'nün özellikle Bayan Hentbol Takımı hayli başarılıdır. Kulüp ayrıca atletizm, hentbol, judo, karate ve taekwondo branşlarında faaliyet gösterir. Bu kulüpler dışında ilçede profesyonel ve amatör olarak çeşitli branşlarda faaliyet gösteren 60'ya yakın kulüp vardır. Özellikle Bağlarbaşı Spor Kulübü ve İcadiye Spor kulüpleri Üsküdar Takımlarına önemli Futbolcular yetiştirmektedir. İlçedeki spor tesisleri Bağlarbaşı Spor Salonu, Beylerbeyi 75. Yıl Stadı, kullanma hakkı Galatasaray Spor Kulübü'ne ait olan Burhan Felek Açık Yüzme Havuzu, Burhan Felek 50. Yıl Spor Salonu, Burhan Felek Kapalı Yüzme Havuzu, Marmara Üniversitesi kampüsü içinde yer alan Ekrem Koçak Atletizm Sahası'dır. Üsküdar Cumhuriyet Lisesi İçinde Voleybol'cular İçin Spor Kompleksi Bulunmaktadır. 2016 yılı sonuna doğru Vakıfbank voleybol spor kulübünün yeni spor salonu açıldığında Anadolu yakasının en büyük spor komplekslerinden biri olacaktır. Üsküdar İlçesi'nde egemen ekonomik etkinlik ticarettir. Küçük çaptaki ziraat alanları dahi yerleşim alanına dönüştüğü için tarımsal faaliyet yok denecek kadar azdır. Su ürünleri alanında da bir adet su ürünleri kooperatifi vardır. Tarımsal faaliyetler gibi sanayi tesisleri de yoktur. Sayısı fazla olmayan küçük imalathaneler nüfusa göre kayda değer sayılmaz. Ancak Türkiye'nin önde gelen çok sayıda sınai ve ticari teşebbüsün yönetim merkezi ilçe sınırları içindedir. İlçede daha ziyade küçük esnaf ve sanatkâr ile emekli nüfus bulunmaktadır, faal nüfusun bir bölümü ilçe dışında çalışmaktadır. Haydarpaşa Limanı Üsküdar ile Kadıköy ilçe sınırının ortasındadır. Altunizade semti birçok plaza ve iş merkezine ev sahipliği yapmaktadır. Üsküdar ilçesindeki tek alışveriş merkezi, aynı zamanda İstanbul'un da en eski alışveriş merkezlerinden olan Capitol Alışveriş Merkezi Üsküdar sınırları içinde, Altunizade semtinde bulunmaktadır. Daha sonradan Akasya AVM de açılmıştır. Nakkaştepe bölgesinde Koç Holding Yönetim Binası bulunmaktadır. Uncular Caddesi de Üsküdar'ın önemli ticaret merkezlerinden biridir. (Bu cadde elektrikçi ve nalbur gibi dükkanları barındırarak ticaret caddesi olarak bilinir.) İlçede haftalık olarak yayınlanan; Üsküdar Gazetesi ile günlük olarak yayınlanan Tünaydın Gazetesi, bayilerde de satılmakta ve ilçe sorunlarına eğilmektedirler. Bizans İmparatorluğu Bizans İmparatorluğu veya zaman zaman kullanılan adıyla Doğu Roma İmparatorluğu, geç antik çağ ve orta çağ boyunca Roma İmparatorluğu'nun devamı şeklinde var olan ve başkenti Konstantinopolis (günümüzde İstanbul, orijinal olarak Byzantion) olan ülke. 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu'nun dağılışı ve çöküşü sürecinden sağ kalan imparatorluk, 1453'te Osmanlı Türkleri'ne yenik düşene kadar, yaklaşık bin yıl var olmaya devam etti. Var olduğu sürenin çoğunda, Avrupa'da ekonomik, kültürel ve askerî bakımdan en güçlü ülkeydi. "Bizans İmparatorluğu" ve "Doğu Roma İmparatorluğu" terimleri ülkenin yıkılışından sonraki tarihçiler tarafından yaratılmış olup imparatorluk vatandaşları kendi ülkelerine "Roma İmparatorluğu" (, tr. ; ), veya "Romania" (); kendilerineyse "Romalılar" demekteydi. 4. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar yaşanan bazı göze çarpan olaylar, Roma İmparatorluğu'nun Grek Doğu ve Latin Batı şeklinde ayrışma sürecini belirledi. I. Konstantin (taht: 324–337) imparatorluğu yeniden organize ederek Konstantinopolis'i başkent yaptı ve Hristiyanlık dinini yasallaştırdı. I. Theodosius (taht: 379–395) döneminde, Hristiyanlık ülkenin devlet dini olarak kabul edildi ve diğer dinler yasaklandı. Son olarak Herakleios zamanında (taht: 610–641), imparatorluğun askerî ve idari sistemi yeniden yapılandırıldı ve Latince yerine Yunanca resmî dil olarak benimsendi. Böylece, her ne kadar Roma devleti ve devlet gelenekleri sürdürüldüyse de, Konstantinopolis çevresinde, Latin'den ziyade Yunan kültürü ve Ortodoks Hristiyanlık geleneklerine göre şekillendiğinden ötürü, modern tarihçiler Bizans'ı Antik Roma'dan ayırır. İmparatorluğun sınırları, ülkenin var olduğu süre içinde, bazı gerileme ve toparlanma döngüleriyle kendini belli eden kayda değer değişiklikler gösterdi. I. Justinianus (taht: 527–565) döneminde Kuzey Afrika, İtalya ve bizzat –daha sonraki iki asır elde tutulacak olan– Roma şehri de dahil olmak üzere Batı Akdeniz kıyıları yeniden ele geçirildi ve imparatorluk en geniş sınırlarına erişti. Mauricius (taht: 582–602) döneminde ülkenin doğu sınırları genişledi ve kuzey sağlamlaştırıldı. Ancak imparator bir suikaste kurban gidince Bizans-Sasani Savaşı (602-628) patlak verdi ve kaynaklar bakımından zayıflayan Bizans İmparatorluğu, 7. yüzyılda İslam'ın yayılışı sürecinde çok büyük toprak kayıpları yaşadı. Birkaç yıl içerisinde en zengin illeri olan Mısır ve Suriye'yi Araplara kaybetti. Makedon Hanedanı (10-11. yüzyıllar) süresince imparatorluk sınırları tekrar genişledi ve iki yüzyıl süren Makedon Rönesansı yaşandı. Bu dönem 1071 Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu'da başlayan büyük toprak kayıplarıyla son buldu. Bu savaşta yaşanan kayıp sonucunda Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başladı. Komnenos restorasyonu sırasında imparatorluk yeniden toparlandı. Öyle ki, 12. yüzyılda Konstantinopolis Avrupa'nın en zengin şehriydi. Ancak 1204'te Dördüncü Haçlı Seferi sırasında başkent yağmalanınca ve ülke toprakları birbiriyle yarışan Bizanslı Yunan ve Latin krallıkları arasında bölüştürülünce imparatorluk büyük bir darbe aldı. Her ne kadar 1261'de Konstantinopolis geri alınıp toparlansa da, Bizans İmparatorluğu var olduğu son iki yüzyıl boyunca bölgede birbiriyle kapışan birkaç devletçikten biri olarak kaldı. Geriye kalan toprakları 15. yüzyıl boyunca Osmanlılar tarafından aşama aşama fethedildi. 1453'te Osmanlı İmparatorluğu Konstantinopolis'i fethedince Bizans İmparatorluğu sona erdi. Roma İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bahsetmek üzere "Bizans" sözcüğünün ilk kullanımı, 1557'de Alman tarihçi Hieronymus Wolf'un tarih kaynakları koleksiyonu "Corpus Historiæ Byzantinæ"ye dayanır. Terim, kaynağını Konstantin'in başkenti Konstantinopolis olarak adlandırmasından
önce şehrin ismi olan "Byzantion"dan alır. Şehrin bu eski adı, Konstantin'den sonra tarihi ve edebi kaynaklar dışında hemen hemen hiç kullanılmaz. 1648'de "Byzantine du Louvre" ("Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae") ve 1680'de Du Cange'ın "Historia Byzantina" eserleri yayımlanınca, "Bizans" terimi Montesquieu gibi Fransız yazarları arasında popülerlik elde etti. Ancak terim, batı dünyasında 19. yüzyıl ortalarına kadar genel bir kabullenim görmedi. Bizans İmparatorluğu, kendi halkı tarafından "Roma İmparatorluğu", "Romalıların İmparatorluğu" (Latince: "Imperium Romanum", "Imperium Romanorum"; Yunanca: "Basileia tōn Rhōmaiōn", "Archē tōn Rhōmaiōn"), "Romania" (Latince: "Romania"; Yunanca: "Rhōmania"), "Roma Cumhuriyeti" (Latince: "Res Publica Romana"; Yunanca: "Politeia tōn Rhōmaiōn"), "Graikia" (Yunanca: Γραικία) ve ayrıca "Rhōmais" (Yunanca: ) gibi adlarla ifade ediliyordu. Vatandaşlar kendilerini "Romaioi" ve "Graikoi" şeklinde adlandırıyorlardı. Öyle ki, 19. yüzyıl gibi geç bir döneme kadar Rumlar sıklıkla kendi ana dillerini "Romaika" ve "Graikika" şeklinde tanımlamaktaydı. Her ne kadar Bizans İmparatorluğu, tarihi boyunca çoklu bir etnik karaktere sahip olsa da ve Romano-Hellenistik geleneklerini sürdürüp korusa da, döneminin batılı ve kuzeyli çağdaşları tarafından, sürekli artan Yunan bileşenleriyle tanımlandı. Bizans İmparatorluğu'nu Roma İmparatorluğu'nun prestijinden ayrı tutmak amacıyla batının yeni krallıkları arasında kullanılan "Grek (Yunan) İmparatorluğu" (Latince: "Imperium Graecorum") ve "Grek -Yunan- İmparatoru" ("Imperator Graecorum") gibi terimlere ara sıra rastlanılmaktadır. Bizans imparatorunun meşru Roma imparatoru olmasına yönelik otoritesi, Papa III. Leo 800 yılında Şarlman'ı "Imperator Augustus" olarak taçlandırınca sarsıldı. Roma'daki düşmanlarına karşı Şarlman'ın desteğine ihtiyaç duyan Leo, o sırada Roma İmparatorluğu tahtında bir erkeğin oturmayışı bahanesini kullanarak burada bir boşluğun bulunduğunu ve dolayısıyla kendisinin herhangi bir imparatoru taçlandırabileceğini öne sürüyordu. Papalar ve batılı krallar "Roman" (Romalı) terimini Bizans imparatorları için kullandıkları zaman "Imperator Romanorum" (Türkçe: "Romalıların imparatoru") yerine "Imperator Romaniae" (Türkçe: "Romania'nın imparatoru") terimini kullanmayı tercih ettiler. Bunlardan birincisi Şarlman ve ondan sonra gelenler için kullanılmaktaydı. İslam ve Slav dünyasında böyle bir ayrım hiç olmamıştır ve Bizans, Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak görülmüştür. İslam dünyasında Roma İmparatorluğu birincil olarak "Rûm" şeklinde ifade edilmekteydi. 20. yüzyıla kadar millet-i Rûm veya ""Roma devleti"" terimleri Osmanlılar tarafından eski Bizans'a ait (Osmanlı toprakları içindeki Ortodoks Hristiyan topluluğu) kimseler için kullanılmıştır. Roma ordusu, Güneybatı Avrupa ve Kuzey Afrika da dahil olmak üzere Akdeniz bölgesinin tamamını kaplayan birçok kıyı bölgesini ele geçirdi. Bu bölgeler hem kentsel hem de kırsal halklar barındıran farklı kültürel topluluklara aitti. Genel olarak, doğu illeri, batıdakilere göre daha kentleşmiş durumdaydı. Doğu illeri Makedonya İmparatorluğu altında daha önce birleştirilmiş ve Grek (Yunan) kültürü etrafında Helenleştirilmişti. Batı, doğuya göre 3. yüzyılda yaşanan dengesizlikten çok daha ağır etkilendi. Yerleşik Helenleşmiş doğuyla daha genç Latinleşmiş batı arasındaki farklılık devam etti ve daha sonraki yüzyıllarda çok büyük bir önem arz etmeye başladı. Bu iki dünya arasındaki uzaklaşma da böylece gerçekleşmiş oldu. Kontrolü sağlamak ve yönetimi iyileştirmek adına, 285-324, 337-350, 364-392 ve 395-480 yıl aralıklarında Roma imparatorunun işleri farklı kişilere dağıtıldı. Her ne kadar idari bölümlenmeler çeşit çeşit olsa da, genel olarak batı ve doğu arasında bir iş bölümünü içeriyordu. Her bir bölümlenme, bir güç paylaşımı (hatta iş paylaşımı) biçimindeydi. Temel olarak "imperium" bölünmez olarak kabul edildiği için, parçalanmış bölümleri yöneten eş imparatorlar birbirlerini rakip hatta düşman olarak kabul etseler dahi, ülke en nihayetinde yasal bir bütündü. 293'te imparator Diocletianus yeni bir idari sistem oluşturdu (tetrarşi) ve böylece imparatorluğun tehlike altındaki bölgelerindeki güvenliği garantilemeye çalıştı. Kendini bir eş imparatorla ("Augustus") ilişkilendirdi ve her eş imparator bunun ardından "Caesar" lakaplı genç birer meslektaş edinerek yönetimi paylaştı ve bu genç imparatorlar daha sonra daha kıdemli olan meslektaşlarının yerini aldı. Ancak, 313'te tetrarşi çöktü ve birkaç yıl sonra I. Konstantin imparatorluğun iki idari bölgesini birleştirerek tek bir Augustus olarak başa geçti. 330'da Büyük Konstantin, imparatorluğun merkezini Byzantion şehrinin bulunduğu yere ikinci bir Roma olarak kurduğu Konstantinopolis'e taşıdı. Şehir, Avrupa ve Asya ile Akdeniz ve Karadeniz arasındaki ticaret rotalarının üzerinde stratejik bir konumdaydı. Konstantin, imparatorluğun askerî, mali, sivil ve dinî kuruluşlarında önemli değişikliklere gitti. Özel olarak, sürdürdüğü ekonomik politikaları, bazı akademisyenler tarafından "tedbirsiz maliye" şeklinde tanımlanmaktadır, fakat bizzat kendisinin ön ayak olduğu altın solidus, istikrarlı bir para birimi olarak ekonomiyi dönüştürdü ve kalkınmayı teşvik etti. Konstantin döneminde Hristiyanlık devletin resmî bir dini olmadıysa da imparatorluk tercihi olmanın ayrıcalığını yaşadı, çünkü imparator bu dini bonkörce destekliyordu. Konstantin, imparatorların dinî ilkeler üzerine sorgulama yapabilmesinin önüne geçen prensipler ortaya koydu ve imparatorlar artık bu iş için genel eklesiyastik konsillere başvurmak zorundaydı. Arles Konsili ve Birinci İznik Konsili'ni toplaması, Konstantin'in kilisenin birliğine olan ilgisini ve kendisinin bunun başında olma niyetini göstermektedir. Çoktanrıcılığın ülke çapında yeniden canlanması için kararlı adımlarıyla bilinen Julianus 361'de başa geçince, Hristiyanlık dininin yayılışı kesintiye uğradı ve imparator kilise tarafından "Dönme Julianus" olarak adlandırıldı. Bu süreç imparator 363'te bir savaşta öldürülünce bitti. I. Theodosius (379-395), imparatorluğun doğusunu ve batısını beraber yöneten son imparatordu. 391 ve 392 yıllarında bir seri ferman vererek pagan dinin kökten yasakladı. Pagan festivalleri, kurbanları, pagan tapınaklarına ve ibadet mekanlarına girişler yasaklandı. Olimpiyat Oyunları'nın sonuncusunun 393 yılında yapıldığına inanılmaktadır. 395'te I. Theodosius, imparatorluk makamını oğulları Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında müştereken paylaştırarak idari yapılanmayı tekrar bölmüş oldu. 5. yüzyılda batının yaşadığı zorlukların pek çoğu doğuda kendini göstermedi. Bunun hatrı sayılır sebeplerinden biri doğuda daha gelişmiş kentsel bir kültürün oluşu ve daha zengin finansal kaynaklar sebebiyle düşmanların haraçlarla bastırılabilmesi ile paralı askerlerin tutulabilmesiydi. Bu başarı II. Theodosius'a Roma yasasının kanunlaştırılması ve Konstantinopolis Surları'na eklemeler yapılması gibi projelere odaklanmak için fırsat verdi ve şehir 1204'e kadar bütün saldırılara dayandı. Theodosius Surları'nın büyük kısmı günümüze ulaşmıştır. Hunlar'ı savuşturmak için, Theodosius Attila'ya çok büyük miktarlarda yıllık haraç vermek zorunda kaldı. Kendinden sonra gelen Markianos bu haracı vermeyi reddetse de, Attila zaten ilgisini çoktan Batı'ya yöneltmişti. 453'te Attila ölünce Hun İmparatorluğu çöktü ve geriye kalan Hunlar'ın pek çoğu Konstantinopolis tarafından paralı asker olarak göreve alındı. Attila'nın çöküşünden sonra, Doğu İmparatorluğu barışçıl bir dönemin tadını çıkardı. Ancak Batı İmparatorluğu'nda durum daha kötüye gidiyordu çünkü Cermen halklarının devamlı göçleri ve genişlemesi sürüyordu (bu ülkenin yıkılışı tam olarak Romalı Cermen general Odoacer'in Batı Roma imparatoru Romulus Augustulus'u görevden aldığı 476 yılına tekabül eder). 480 yılında Batı imparatoru Julius Nepos'un ölümüyle, Doğu imparatoru Zeno ülkenin tek otoritesi haline geldi. O sırada İtalya'nın hakimi olan Odoacer, sözde Zeno'nun astıydı ancak tam bir özerklikle hareket ediyordu ve sonunda da imparatora karşı beliren isyanlara destek sağladı. Zeno, Moesia'ya yerleşmeye başlamış işgalci Ostrogotlar ile anlaşmaya vardı ve Odoacer'den kurtulmak adına, Gotik kralı Teoderik'i "magister militum per Italiam" ("İtalya başkomutanı") vasfıyla İtalya'ya yürümek üzere ikna etti. Teoderik İtalya'yı fethedince, Zeno Doğu İmparatorluğu'nu böylesi başa çıkılmaz bir asttan (Odoacer) kurtarmış ve bunu imparatorluğun kalbinden uzakta birini (Teoderik) göndererek yapmıştı. Odoacer'in 493'teki yenilgisinden sonra Teoderik İtalya'yı fiilen yönettiyse de doğu imparatoru tarafından hiçbir zaman "kral" ("rex") unvanıyla tanınmadı. 491'de, Roma asıllı yaşlı kamu hizmet görevlisi olan I. Anastasius, imparator olduysa da yeni imparatorun askerî gücü İsaurya direnişine kadar kendini göstermedi. Anastasius, çalışkan bir reformcu ve iş bilir bir yönetici olarak kendini gösterdi. I. Konstantin'in tedavüle soktuğu para sistemini mükemmelleştirdi ve günlük hayatta kullanılan bakır "follis"in ağırlığını net olarak ayarladı. Bunun yanında vergi sistemi için reformlar getirdi ve khrisargiron vergisini kaldırdı. 518'de Anastasius öldüğünde, Devlet Hazinesi'nde 150 ton gibi devasa miktarda altın bulunmaktaydı. Jüstinyen Hanedanı, I. Justinus ile başlar. Okuma yazması olmadığı halde, askerî rütbe bakımından yükselerek 518'de imparator oldu. Kendisini, 527'de kendi hükümdarlığı sırasında da muhtemelen özel yetkilere sahip olan yeğeni I. Justinianus izler. Geç antik çağın en önemli isimlerinden ve büyük ihtimalle Latinceyi anadili olarak konuşan son Roma imparatoru olan Justinianus, nevi şahsına münhasır bir dönem dizayn etti. Bu dönemde hırslı fakat kısmen hayata geçirilmiş "renovatio imperii" veya "İmparatorluğun restorasyonu" ilkesi göze çarpar. İmparatorun karısı Theodora da yönetimde oldukça etkiliydi. 529'da Justinianus, Kapadokyalı İoannis tarafından yetki verilmiş on kişilik komisyon atayarak Roma yasalarını gözden geçirtti ve ""Corpus Juris Civ
ilis"" adıyla bilinen yasaları ve hukukçu alıntılarını kanunlaştırdı. 534'te "Corpus" güncellendi ve Justinianus tarafından 534'ten sonra konulan yasalar ile beraber, geriye kalan Bizans döneminin hukuk sistemi büyük ölçüde çizilmiş oldu. "Corpus", birçok modern devletin hukuk düzeninin temelini oluşturur. 532'de, Justinianus doğu sınırlarını güvenceye almak adına I. Hüsrev ile antlaşma imzaladı ve Sasaniler'e yıllık büyük haraçlar vermeye razı oldu. Aynı yıl Konstantinopolis'te büyük bir ayaklanmadan daha da güçlenerek sağ kurtuldu (Nika ayaklanması) fakat bu olay sonunda imparatorun emriyle 30 ila 35 bin insan öldürüldü. Justinianus, 533'te batı fetihlerini, generali Belisarius'u, 429'dan beri, başkenti Kartaca ile birlikte Vandallar'ın hakimiyeti altında olan Afrika eyaletini tekrar ele geçirmek üzere gönderdiğinde başlatmış oldu. Bu fetihler beklenmedik bir kolaylıkla kazanılsa da, 548'e kadar büyük yerel kabileler bastırılamadı. Ostrogot İtalya'sında Teoderik, onun yeğeni, varisi Athalarik ve kızı Amalasuntha ölünce, Amalasuntha'nın katili Theodahad (taht: 534–536) başa geçti fakat bu yeni otorite daha güçsüzdü. 535'te Sicilya'ya yapılan bir Bizans seferi kolayca başarıya ulaştıysa da, Gotlar direnişlerini güçlendirdiler ve Belisarius'un başarılı Napoli ve Roma kuşatmaları sonucunda Ravenna'yı ele geçirdiği 540'a kadar herhangi bir zafer elde edilmedi. 535–536'da Theodahad, Papa I. Agapetus'u Konstantinopolis'e göndererek Bizans güçlerinin Sicilya, Dalmaçya ve İtalya'dan çekilmesini rica etti. Her ne kadar Agapetus, Justinianus'la barış imzalama görevinde başarılı olamasa da, Theodora'nın tüm desteğine ve korumasına rağmen Monofizit I. Anthimos kınandı ve en azından bu konuda başarılı olmuş oldu. Ostrogotlar kısa sürede Kral Totila komutası altında birleşerek Roma'yı 546'da ele geçirdi. 544'te İtalya'ya gönderilmiş olan Belisarius, sonunda 549'da Konstantinopolis'e geri çağrıldı. Ermeni hadımı Narses'in İtalya'ya 35.000 kişilik bir orduyla varışı (551 sonu), Gotik geleceğinde yeni bir yön çizdi. Totila, Taginae Muharebesi'nde yenildi; ondan sonra gelen Teya'da Mons Lactarius Savaşı'nda (Ekim 552) yenik düştü. Birkaç Gotik garnizonunda devam eden direnişe ve Franklar ve Alamanlar'ın ardışık işgallerine rağmen İtalyan yarımadası için yapılan savaş sona erdi. 551'de, Vizigot Hispania'sından bir asil olan Athanagild, Justinianus'tan krala karşı yaptıkları ayaklanma için yardım istedi ve imparator başarılı bir komutan olan Liberius'un altında bir birliği onlara gönderdi. Böylece Bizans, Herakleios dönemine kadar İber Yarımadası'nda bir sahil kesimini elinde tuttu. Doğuda Roma-Pers savaşları 561'de Justinianus ile Hüsrev'in elçilerinin elli yıllık bir barış imzalamasına kadar sürdü. 550'lerin ortalarına doğru Justinianus, Balkanlar haricinde savaştığı pek çok cephede galibiyet kazanmıştı. Balkanlar'da Slavlar ve Gepidler sürekli akınlarına devam ediyordu. Sırplar ve Hırvatlar'ın dahil olduğu kabileler Herakleios döneminde Balkanlar'ın kuzeybatısına yerleştirildi. Justinianus, Belisarius'u emekliliğinden geri çağırdı ve yeni Hun tehlikesini bertaraf etti. Tuna Nehri donanmalarının güçlendirilmesi, Kutrigur Hunları'nın geri çekilmesine ve Tuna'nın gerisine güvenli geçişleri garantileyen bir antlaşma imzalanmasına yol açtı. Her ne kadar çoktanrıcılık 4. yüzyıldaki Konstantin zamanından beri devlet tarafından bastırılmış olsa da, geleneksel Greko-Romen kültürü, 6. yüzyılda halen Doğu İmparatorluğu'nda etkiliydi. İoannis Filoponus gibi filozoflar, bu dönemde Hristiyan düşünce ve deneyciliğine ek olarak var olan neoplatonik fikirlere dikkat çeker. Ancak Helenistik felsefe yerini yavaş yavaş yeni Hristiyan felsefesine bıraktı. 529'da Platon Akademisi'nin kapatılması önemli bir kilometre taşıdır. Besteci Romanos tarafından yazılan ilahiler Kutsal Liturji'nin gelişimini işaret ederken, mimar Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius, Kutsal Bilgelik Kilisesi veya bilinen adıyla Ayasofya'yı, Nika ayaklanması sırasında yıkılan önceki bir kilisenin yerine inşa etti. 537'de tamamlanan Aya Sofya, Bizans mimarlık tarihindeki en göze çarpan eserlerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. 6. ve 7. yüzyıllarda, imparatorlukta veba salgınları patlak verdi. Bu salgınlar, nüfusu tahrip ettiği gibi ekonomik kayıplara yol açarak ülkeyi güçsüzleştirdi. 565'te Justinianus öldüğünde, kendinden sonra gelen II. Justinus, Perslere yüksek miktarlarda haraç ödemeyi reddetti. Bu sırada Cermen Lombardlar İtalya'yı işgal etti; yüzyılın sonunda İtalya'nın sadece üçte biri Bizans elindeydi. Justin'den sonra gelen II. Tiberius, düşmanları arasında seçim yaptı ve Avarlar'a yardım ederek Persler'e savaş ilan etti. Tiberius'un generali Mauricius, doğu sınırlarında başarılı bir sefer yürütse de, Avarlar aldıkları yardımlara rağmen dizginlenmemişti. Avarlar Balkanlar'da ilerleyerek 582'de Sirmium kalesini ele geçirdi ve Slavlar Tuna'nın karşısında seferlere başladı. Bu sırada Tiberius'un yerini alan Mauricius, Pers iç savaşına müdahale etti, meşru II. Hüsrev'i tekrar tahta çıkartarak kızını onunla evlendirdi. Mauricius'un damadıyla anlaşması neticesinde, Bizans'ın sınırları doğuya doğru genişledi ve enerjik imparator dikkatini Balkanlar'a odaklama şansı buldu. 602 itibarıyla, başarılı Bizans seferleri Avarları ve Slavları Tuna'nın gerisine itti. Ancak Mauricius'un Avarlar tarafından alınan birkaç bin esiri için fidyeyi reddetmesi ve birliklerini kış ortasında Tuna'ya sürmüş olması onun şanını kısa sürede aşağıya çekti. Phocas adında bir subay, birlikleri Konstantinopolis'e geri getirerek bir isyan çıkardı. Mauricius ve ailesi kaçmaya çalışırken öldürüldü. Phocas'ın Mauricius'u öldürmesinin ardından Hüsrev, bunu Mezopotamya eyaletini işgal etmek için bir bahane olarak kullandı. Birçok Bizans kaynağında hiç değişmeden "zorba" olarak anılan ve halk tarafından tutulmayan Phokas, Senato önderliğinde kendisine birçok komplonun kurulduğu bir isimdi. Herakleios, 610 yılında Kartaca'dan ucuna ikon iliştirilmiş bir gemiyle Konstantinopolis'e gelerek Phocas'ı yerinden etti. Herakleios'un başa geçmesiyle Sasani ilerleyişi Levant'ın derinliklerine doğru iyice yayıldı ve Sasaniler Şam ve Kudüs'ü ele geçirerek Gerçek Haç'ı alıp Tizpon'a götürdü. Buna misillemeyle yanıt veren Herakleios için bu mücadele bir kutsal savaş karakterindeydi ve askerî sembol olarak İsa'nın acheiropoietos görüntüsünü kullanıldı (benzer bir şekilde, Konstantinopolis 626 yılında Avar - Sasani - Slav güçleri tarafından kuşatıldıktan sonra elde edilen zafer, Patrik Sergios'un şehir surlarında yürüyüş eşliğinde taşıdığı Meryem Ana'nın ikonuna atfedilmişti). Yine bu kuşatma sırasında Bizans-Sasani Savaşı zirve noktasına erişmişti ve ittifak ordusu 626'nın Haziran ve Temmuz ayları arasında Konstantinopolis'i kuşatmış oldu. Bunun hemen ardından Sasani kuvvetleri Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldı. Bunun ardından Herakleios'un kardeşi Theodorus'un Sasani generali Şahin'i yenilgiye uğrattığı haberi gelince Pers yenilgisi kesinleşti. Bunun üzerine Herakleios, Sasani Mezopotamya'sına tekrar işgal kuvvetleri yolladı. Ana Sasani kuvvetleri Ninova'da 627'de yenilgiye uğratıldı ve 629'da Herakleios, Gerçek Haç'ı o sırada savaş nedeniyle anarşinin ve iç savaşın hüküm sürdüğü Sasani başkenti Tizpon'dan alarak büyük bir şölenle Kudüs'e götürdü. Nihayetinde Persler bütün kuvvetlerini geri çekip eskiden Roma'nın elinde olan Mısır, Levant, Mezopotamya ve Ermenistan topraklarını Bizans'a önceden 595 yılı dolaylarında yapılmış bir antlaşmaya tekrar uyarak geri verdi. Bu savaş Bizans ve Sasani imparatorluklarını oldukça zayıflattı ve onları hemen sonraki yıllarda ortaya çıkan Müslüman kuvvetlerine karşı son derece hassas hale getirdi. Bizanslılar 636'daki Yermük Muharebesi'nde Araplara karşı çok ağır bir yenilgiye uğradı, Tizpon ise 637'de düştü. O sıralarda Suriye ve Levant'ı sıkıca kontrol altında tutan Araplar, Anadolu içlerine sık sık işgalci kuvvetler yolluyordu ve 674–678 arasında doğrudan Konstantinopolis kuşatıldı. Arap donanması Rum ateşi tekniğinin de yardımıyla püskürtüldü ve Emevîler ile otuz yıllık ateşkes imzalandı. Buna karşın Anadolu işgalleri son hız devam ediyordu ve buradaki halk, eski şehir surları içinde daha küçük alanlara duvarlar ördüğünden veya yakındaki kalelere taşındığından klasik kent kültürü iyice bozuldu. Konstantinopolis'in nüfusu bu süreçte 500.000'den 40.000–70.000 aralığına kadar geriledi ve diğer şehirler gibi kısmen kırsallaştı. Şehir, Bizans 618'de Mısır'ı önce Perslere, sonra Araplara kaptırınca ücretsiz tahıl taşımacılığı hakkını kaybetti ve halka buğday dağıtımı durma noktasına geldi. Eski yarı-özerk belediye kuruluşlarının yok olmasıyla ortaya çıkan boşluk, Anadolu'yu eyaletlere ayıran ve kent yönetiminin imparatorluk idaresine doğrudan sorumlu olduğu belirli ordulara bırakıldığı thema sistemiyle dolduruldu. Bu sistemin kökenleri Herakleios'un geçici kurallarından kaynaklanabiliyor olabilir fakat 7. yüzyıl boyunca imparatorluk yönetiminin yepyeni bir sistemi haline dönüştü. İmparatorluğun 7. yüzyılda yaşadığı toprak kayıplarını izleyen bu devasa kültürel ve kurumsal yeniden yapılanma, Akdeniz'in doğusundaki "Romalılık" kavramının kırılmasına ve bundan sonrasında Bizans'ın Roma'nın doğrudan devamı olmaktan ziyade herhangi bir başka ardıl ülke olarak okunarak daha iyi anlaşılır hale gelmesine yol açtığı söylenegelmiştir. Balkanlar'dan çok sayıda birliğin önce Persler, sonra Araplar ile savaşmak üzere ayrılması, Slav halklarının yarımadanın güneyine doğru yayılmasına zemin hazırladı. Bunun bir sonucu olarak, Balkanlar'da da Anadolu'da olduğu gibi birçok şehir küçük surlu yerleşimlere büzüştü. 670'lerde Bulgarlar, Hazarlar'ın gelişiyle Tuna'nın güneyine geçmeye başladı. 680'de bu yeni yerleşimleri dağıtmak üzere gönderilen Bizans kuvvetleri yenilgiye uğradı. 681'de IV. Konstantinos, Bulgar hanı Asparuh ile bir antlaşma imzaladı ve yeni Bulgar devleti, daha önce ismen de olsa Bizans yönetimini tanıyan birkaç Slav kabilesi üzerinde bağımsızlık elde etti. 687–688'de Her
akleios Hanedanı'nın son imparatoru II. Justinianos, Slavlara ve Bulgarlara karşı bir sefer düzenleyerek kayda değer kazanımlar elde etti. Ancak imparatorun Trakya'dan Makedonya'ya kadar savaşmak zorunda kaldığı gerçeği, Bizans'ın Balkanlar'ın kuzeyinde ne denli hakimiyet kaybına uğradığının ipuçlarını vermektedir. II. Justinianos, şiddetli vergilendirme ve "yabancılar"ı idari konumlara yerleştirme yollarını kullanarak kent aristokrasisinin gücünü kırmaya çalıştı. Sonrasında, 695 yılında yetkileri elinden alındı ve önce Hazarlar'a, sonra Bulgarlar'a sığındı. 705'te Bulgar hanı Tervel'in ordularıyla Konstantinopolis'e geri döndü, tahtını tekrar aldı ve düşmanlarına karşı bir korku krallığı inşa etti. Son kez yine kent aristokrasisi desteğiyle tahttan indirildiği 711 yılı, Herakleios Hanedanı'nın sonunu getirdi. III. Leon 718'de Arap istilasını geri püskürttü ve kendini Anadolu'daki "thema"ları yeniden organize edip sağlamlaştırmaya adadı. Kendinden sonra gelen V. Konstantinos, Suriye'nin kuzeyinde kayda değer zaferler kazandı ve Bulgar gücünü kırdı. Slav Thomas'ın 820'ler başında çıkardığı isyan sonrası Bizans'ın güçsüzlüğünden yararlanan Araplar toparlanıp Girit'i fethetti. Bunun yanında Sicilya'ya başarılı bir sefer düzenledilerse de, 863'te general Petronas, Melitene (Malatya) emiri Umar al-Aqta'yı ağır bir yenilgiye uğrattı. Krum Han önderliğindeki Bulgar tehlikesi de bu sıralarda tekrar ortaya çıktı, fakat 815–816 yıllarında Krum'un oğlu Omurtag, Bizans imparatoru V. Leon ile bir antlaşma imzaladı. 8. ve 9. yüzyıllar boyunca imparatorluğun bir asırdan fazla ana gündemi olan ikonoklazm tartışmaları görüldü. İkonlar (burada her türlü dinî görsel ifade edilmektedir), 730 yılı civarında Leon ve Konstantinos tarafından yasaklandı ve bu durum ülke çapında ikonofillerin (ikonları savunanlar) ayaklanmasına neden oldu. İmparatoriçe İrini'nin çalışmaları sonucunda 787'de İkinci İznik Konsili toplandı ve ikonlara tapılmaması, sadece saygı gösterilmesi kararlaştırıldı. İrini'nin Şarlman'la evlenme planları bilinir, ancak Günah Çıkartıcı Teofanes'e göre bu planlar İrini'nin favorilerinden olan Aetios yüzünden suya düşmüştür. 9. yüzyıl başlarında V. Leon, ikonoklazm yasalarını tekrar yürürlüğe soktuysa da, 843'te imparatoriçe Theodora, Patrik Methodios'un yardımıyla ikonlara saygıyı tekrar yürürlüğe soktu. İkonoklazm, Doğu ve Batı arasındaki yabancılaşmanın artmasında önemli bir rol oynadı. Bu ayrışmalar, Papa I. Nikolas'ın Fotios'un patrik olmasına tepki göstermesiyle ortaya çıkan Fotyan bölünmesi ile daha da kötüleşti. Savunma önlemlerine de ağırlık veren I. Nikeforos 7. yüzyıldan beri süregelen toprağa bağlı stratiotes temelli savunma sisteminde ufak değişiklikler yapmıştır. Etkin bir ordu oluşturmak için sayıları yeterli olmayan ve kendi teçhizatlarının giderlerini karşılayabilecek maddi güce sahip olan stratioteslerin yanı sıra daha az gelirli köylüler de sistem içerisinde dahil edilmiş, teçhizat bedellerini toparlayabilmeleri adına da bağlı oldukları toprağı birkaç kişiyle paylaşma serbestiyeti tanınmıştır. Böylece ordu mevcudu çoğaltılmıştır. Aynı girişim o döneme dek böyle bir sisteme bağlı olmayan denizciler için de yapılmış, devlet arazileri yine devletin belirlediği fiyattan zorunlu olarak askerlere satılmıştır. Önceki yüzyıllarda görülen iskân siyasetine benzer olarak Küçük Asya'daki halkını Sklavinia'ya yerleştiren I. Nikeforos, bu kişileri de bu coğrafyada stratiotes nizamı kapsamına almıştır. Şarlman, I. Nikeforos'u edinmiş olduğu imparator unvanını tanıması için sıkıştırmış ve Dalmaçya kıyılarına baskın yapmıştır. I. Nikeforos ise buna cevap olarak Balkanlardaki Bizans egemenliğini güçlendirmek adına Peloponnessos'u ele geçirerek bölgede yeni themalar teşkil etmiş ve thema sistemini ilk kez Küçük Asya dışına taşıyan kişi olmuştur. Ayrıca Küçük Asya'dan bölgeye gerçekleştirdiği iskânlar ile bölgeye devlete güçlü bağlılık duyguları olan halkları yerleştirmiştir. I. Nikeforos, gerçekleştirdiği askerî ve mali tedbirler ile İrini döneminde bu alanlarda görülen gerilemeyi telafi edebilmişti. Bu ilerlemelere rağmen Hârûnürreşîd'in Ankira'ya kadar ilerlemesine mani olunamamış, haraç ödemek ve hem kendi hem de oğlu adına kafa vergisi ödemek suretiyle Araplara karşı küçük düşürücü bir hezimet yaşanmıştır. 809 yılında Hârûnürreşîd'in ölümü ve Araplar arasında iç karışıklık çıkmasıyla doğu toprakları bir süre için sorun olmaktan çıkmış olsa da Avarların Şarlman tarafından ortadan kaldırılmasından sonra bu rakiplerinden kurtulan Bulgarlar sorun haline gelmeye başlamıştır. Krum'un 809 yılında Bizans toprağı olan Serdika'ya girmesine karşılık 811 yılında büyük bir orduyla barış teklifini de reddederek Bulgarların başkenti Pliska'ya yürüyen I. Nikeforos, şehri yakıp yıkmıştır. İmparator, yeni bir barış teklifini daha reddederek dağ içlerine çekilen Bulgar ordusunu takip etmeye karar vermiş ancak 26 Temmuz 811 tarihinde arazi şartlarını iyi bilen Krum ve ordusu tarafından kuşatılarak öldürülmüş, ordusu da tamamen imha edilmiştir. Krum, büyük başarısını imparatorun kafatasını şarap kadehi yaparak kutlamıştır. Bizans'ın itibar kaybı askerî bozgunun önüne geçmiş, 378 yılında Valens'in Vizigotlarca Hadrianapolis Muharebesi'nde savaş meydanında öldürülmesinden beri ilk kez bir Roma imparatoru aynı sonu yaşamıştı. I. Basileios'un 867'de tahta geçmesi, iki buçuk asır boyunca devam eden Makedon Hanedanı'nın başlangıcı kabul edilir. Bu hanedanda Bizans'ın en becerikli hükümdarlarından birkaçı yer alır ve dönem boyunca yeniden canlanma havası hakimdir. İmparatorluk dış düşmanlara karşı savunma halinden, tekrar kaybedilen toprakları yeniden fetheden bir ülke konumuna dönmüştür. Askerî ve idari otoritenin toparlanmasına ek olarak, Makedon Hanedanı dönemi felsefe ve sanat gibi alanlarda kültürel bir uyanışa da sahne olmuştur. Slavların Balkan istilasından ve Arap istilalarından önceki Bizans'ta var olduğu kabullenilen aydınlığı tekrar canlandırmak üzere bilinçli çabalar görülmektedir ve bu çağ sıklıkla Bizans'ın "Altın Çağı" olarak gösterilir. Her ne kadar toprak bakımından imparatorluk I. Justinianus dönemindekinden kayda değer oranda küçük olsa da, önemli bir güç kazanımı görüldüğü gibi, daha az dağınık coğrafyanın getirisi olarak ülke siyasî, ekonomik ve kültürel olarak daha entegreydi. I. Basileios'un tahttaki ilk yıllarında Arap istilacıların Dalmaçya kıyılarına yaptığı seferler başarılı bir şekilde bastırıldı ve bölge bir kez daha güvenli Bizans toprakları arasındaki yerini aldı. Bu durum, Bizans misyonerlerinin içlere yayılarak Sırpları, günümüzde Hersek ve Karadağ çevresinde yaşayan halkları Ortodoks Hristiyanlığı'na çevirme fırsatını doğurdu. Malta'yı geri almak için çıkılan sefer, Malta halkı Arapların yanında yer alınca ve Bizans garnizonlarını katledince büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Buna karşın, Güney İtalya'daki Bizans egemenliği gittikçe sağlamlaştırıldı ve 873 yılı itibarıyla Bari, imparatorluğun bir parçası oldu. Güney İtalya'nın büyük kısmı sonraki 200 yıl boyunca da ülkenin bir parçası olarak kaldı. Daha önemli olan doğu cephelerinde, Bizans savunmasını yeniden inşa ederek hücuma geçti. Paulusçular yenildi ve başkentleri Tephrike (Divriği) alındı. Buna ek olarak Samosata'nın yeniden alınmasının ardından Abbâsîler'e karşı hücumlar başladı. Basileios'un oğlu ve ardılı VI. Leon döneminde, o dönem güçsüzleşmiş olan Abbâsîler'e karşı seferler ve toprak kazanımları devam etti. Ancak 902'de Sicilya Araplara kaybedilirken 904'te imparatorluğun ikinci büyük şehri Selanik bir Arap donanması tarafından yağmalandı. Bizans donanması, çok çabuk olarak düzenlendi ve 7. yüzyılda Araplara kaybedilmiş olan Kıbrıs ve Suriye'deki Laodicea birkaç yıl içerisinde geri alındı. Bu intikama karşın, Bizanslılar Müslümanlara karşı halen kesin bir darbe vurabilmiş değillerdi ve hatta 911'de Girit'i geri almak için yapılan sefer büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Bulgar çarı I. Simeon'un 927'de ölmesiyle Bulgarlar oldukça güçsüzleşti ve bu da Bizanslıların doğuya odaklanması için fırsat yarattı. 934 yılında Melitene (Malatya) kalıcı olarak ele geçirildi ve 943 yılında ünlü general İoannis Kurkuas, ataklarını Mezopotamya'ya çevirerek en önemlisi Edessa'nın (Şanlıurfa) fethi olan birçok önemli başarıya imza attı. Kurkuas özellikle, İsa'nın bir portresinin damgalandığı iddia edilen ve bu yüzden saygı duyulan Mandilo'yu Edessa'dan alarak Konstantinopolis'e getirmesiyle nam saldı. Asker imparatorlar II. Nikeforos (taht: 963–969) ve I. İoannis Çimiskes (969–976) ülkenin sınırlarını doğrudan Suriye'nin içine doğru genişleterek kuzeybatı Irak'taki emirleri yenilgiye uğrattı. 962'de büyük bir şehir olan Halep yine Nikeforos tarafından ele geçirildi ve 963'te Araplar, Girit'ten kesin bir zaferle atıldı. Girit'in yeniden alınması, Ege'deki Arap istilalarına bir son verdiği gibi Yunan anakarası tekrar gelişmeye başladı. Kıbrıs 965'te kalıcı olarak geri alındı ve 969'da Antioch (Antakya) ele geçirilip bir Bizans eyaleti olarak ülkeye katıldığında Nikeforos'un başarıları zirveyi görüyordu. Ardılı İoannis Çimiskes, Şam, Beyrut, Akka, Sayda, Kayserya ve Tiberya şehirlerini fethetti ve Bizans ordusunu Kudüs'e şaşırtıcı derecede yakınlığa yerleştirdi. Ancak İslam'ın güç merkezleri Irak ve Mısır'a dokunulmadı. Kuzeyde yapılan uzun seferlerin ardından son Arap tehlikesi olan zengin Sicilya eyaletine 1025'te II. Basileios tarafından sefer düzenlendi ancak Basileios sefer tamamlanmadan öldü. Yine de, bu dönemde imparatorluğun sınırları Messina Boğazı'ndan Fırat Nehri'ne, Tuna'dan Suriye'ye kadar uzanmaktaydı. Roma Makamı ile yaşanan geleneksel mücadeleler Makedonya Hanedanı döneminde de devam etti ve yeni yeni Hristiyanlaşan Bulgaristan üzerindeki üstünlük tartışmasıyla iyice mahmuzlandı. İki devlet arasındaki seksen yıllık barışın ardından, güçlü Bulgar çarı I. Simeon 894 yılında saldırıya geçti ancak Macarlar'ın desteğini alarak donanmasını Karadeniz'de Bulgaristan üzerine süren Bizanslar'a karşı yenildiler. Bizans yine de 896'da Bulgarofigon Sav
aşı'nda Bulgarlara yenildi ve onlara yıllık haraç ödemek zorunda bırakıldı. VI. Leon 912'de öldü ve düşmanlıklar kısa süre sonra tekrar su yüzüne çıktı; Simeon büyük bir ordu toplayarak Konstantinopolis'e yürüdü. Her ne kadar şehir duvarları zaptedilemez olsa da Bizans yönetimi düzensizlik içindeydi. Bu yüzden Simeon şehre davet edilerek Bulgar "basileus"u (imparator) tacıyla ödüllendirildi genç VII. Konstantinos'un Bulgar kralının kızlarından biriyle evlenmesi sağlandı. Konstantinopolis'te patlak veren bir ayaklanma bu hanedan planını suya düşürünce Simeon tekrar Trakya'yı istila ederek Adrianopolis'i (Edirne) işgal etti. Bizans böylece hem başkentinden birkaç gün uzakta güçlü bir Hristiyan devletle karşı karşıyaydı hem de iki cephede savaşmak durumunda bırakılmıştı. Leo Fokas ve I. Romanos önderliğinde başlatılan bir sefer 917'de Akhelou Savaşı'nda ezici bir yenilgiyle sonuçlandı ve sonraki yıl Bulgarlar Yunanistan'ın kuzeyini yağmalamakta özgürdü. Adrianopolis 923'te tekrar yağmalandı ve Bulgar ordusu 924'te Konstantinopolis'e yürüdü. Ancak Simeon 927'de aniden öldü ve Bulgar gücü hemen kırıldı. Bulgarlar ve Bizanslılar uzun süren barışçıl bir döneme girdiler ve Bizans artık doğudaki Müslüman istilacılara karşı savaşmakta daha özgürdü. 968'da Bulgar toprakları Kiev Rusları tarafından I. Svyatoslav önderliğinde yağmalansa da, üç yıl sonra I. İoannis Çimiskes, Kiev Knezliği'ni yenerek Bulgaristan'ın doğusunu Bizans'a kattı. Bulgar Komitopuli Hanedanı sırasında ayaklanmalar tekrar canlansa da, yeni imparator II. Basileios (taht: 976–1025) boyun eğen Bulgarları temel politikası haline getirmişti. Yine de Basileios'un Bulgaristan üzerine ilk seferi Trajan Kapıları'nda onur kırıcı bir yenilgiyle sonuçlandı. Sonraki senelerde imparator Anadolu'daki iç ayaklanmalarla meşguldü ve Bulgarlar ülkelerini Balkanlar içinde genişlettiler; savaş neredeyse yirmi yıl sürdü. Bizans'ın Sperkhiu ve Üsküp zaferleri Bulgarları önemli ölçüde yavaşlattı ve yıllık seferler sayesinde Basileios, düzenli olarak Bulgar kalelerini ele geçirdi. 1014'teki Kleidion Savaşı'nda Bulgarlar yok edildi: orduları esir alındı, her 100 erkekten 99'unun kör edildiği ve geriye kalan 1 adamın hemşehrilerini eve götürmesi için sağ bırakıldığı söylenir. Çar Samuil, bu bir zamanlar yenilmez ordusunun kırık parçalarını görünce şok geçirerek öldü. 1018'de son Bulgar kaleleri teslim oldu ve ülke yine imparatorluğa katıldı. Bu zafer Tuna cephesini Herakleios döneminden beri ilk defa güvenli bir hale soktu. 850 ve 1100 arasında Bizans, yeni kurulan ve Karadeniz'in kuzeyi boyunca yayılan Kiev Knezliği'ne karşı karışık bir politika izledi. Bu ilişkiler, Doğu Slavları'nın tarihinde uzun süren yankılara yol açacaktı ve imparatorluk, hızlıca Kiev'in ana ticaret ve kültür partneri oldu. Ruslar Konstantinopolis'e ilk saldırısını 860 yılında gerçekleştirdi ve şehrin varoşlarını yağmaladı. 941'de Kiev Rusları Boğaziçi'nin Asya kıyılarında belirdiyseler de Bizans'ın 907 sonrası askerî gücü neticesinde ezici bir yenilgiye uğradılar ki Bizans, aynı güçlü sürecin başında Rusları sadece diplomasiyle geriye püskürtmüştü (907). II. Basileios Kiev Rusları'nın yükselen gücüne kayıtsız kalamadı ve kendinden önceki imparatorların yolundan giderek dini siyasî emelleri için kullanma yoluna gitti. Rus–Bizans ilişkileri 988'de Anna Porfirogenita'nın Büyük Vladimir'le evlenmesi ve sonucunda Kiev Ruslarının Hristiyanlaşması'nın ardından iyice yakınlaştı. Bizans rahipleri, mimarları ve sanatçıları, Rusların hakimiyeti altındaki birçok katedral ve kilisede çalışmak üzere davet edildi. Bu sayede Bizans kültürü daha geniş sınırlara ulaştı ve buna karşılık birçok Rus da başta ünlü Vareg Muhafızlar olmak üzere Bizans ordusunda paralı asker olarak çalıştı. İlişkiler Ruslar Hristiyanlaştıktan sonra bile her zaman arkadaş canlısı olmadı. İki tarafın çarpıştığı en büyük çatışma, 968–971 arasında Bulgaristan'da yaşandı. Bunun yanında Karadeniz limanlarına ve Konstantinopolis'e yönelik Rus istilacı seferleri zaman zaman kaydedildi. Her ne kadar bu istilaların çoğu Bizans tarafından geri püskürtülmüş olsa da, bunların sonunda sıklıkla antlaşmalar yapıldı ve bu antlaşmalar genellikler Ruslar yararına düzenlendi. Örneğin, Rusların Bizanslılarla bağımsız bir güç olarak kapışmaya olan isteklerini gösteren belirtilerle bilinen 1043 savaşından sonra, devletler arasında yine bir antlaşma imzalandı. 1025'te II. Basileios öldüğü zaman imparatorluk doğuda Ermenistan'dan batıda Güney İtalya'daki Calabria'ya kadar uzanıyordu. Bulgaristan'ın fethi, Gürcistan ve Ermenistan'ın bir kısmının ele geçirilmesi, Girit, Kıbrıs ve Antakya gibi stratejik yerlerin tekrar fethedilmesi gibi birçok başarıya erişilmişti. Üstelik bunlar taktiksel kazanımlardan ziyade uzun süreli kazanımlardı. VI. Leon, Yunanca bütün Bizans kanunlarını yazdırdı. Bu 60 ciltlik devasa eser, sonraki bütün Bizans yasalarının temeliydi ve günümüzde halen üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. Leon idari sistemi de yeniden yapılandırdı ve idari bölümlendirmelerin ("Themata" veya "Thema") sınırlarını tekrar çizdi. Bunun yanında rütbe ve ayrıcalıklar sistemini düzene soktu ve Konstantinopolis'teki çeşitli esnaf loncalarının davranışlarını düzenledi. Leon'un reformları, imparatorluğun önceki parçalılığını azaltarak, onu tek merkezli bir güce evriltti. Buna karşın, ülkenin artan askerî başarısı köylülüğe karşılık eyalet soyluluğunu büyük oranda artırdı ve zenginleştirdi ve köylüler bir çeşit köle konumuna indirgendi. Makedon Hanedanı süresince Konstantinopolis tekrar canlandı ve 400.000'lik nüfusa eriştiği 9 ve 10. yüzyıllar boyunca Avrupa'nın en büyük ve en zengin şehri oldu. Bu süreçte Bizans, rekabetçi aristokratlar tarafından vergi toplama, iç işleri ve dış işleri konularında yürütülen, güçlü bir kamu hizmet sistemi yürütüyordu. Makedonyalı imparatorlar, ülkenin zenginliğini de Batı Avrupa'yla yapılan, özellikle ipek ve madeni eşyalar üzerine kurulu ticaretle oldukça artırmıştı. Makedonya dönemi, dinî önem arz eden bazı olaylara da sahne oldu. Bulgar, Sırp ve Kiev Rusu kavimlerinin Ortodoks Hristiyanlığa geçmesi Avrupa'nın dinî haritasını kalıcı olarak değiştirdi ve etkileri halen sürmektedir. Selanikli iki Bizans Rum'u kardeş olan Kiril ve Metodius, Slavların Hristiyanlaşması sürecine kayda değer katkılar sağladı ve bu zaman içerisinde Kiril alfabesinin atası olarak bilinen Glagol alfabesi geliştirildi. 1054'te Batı ve Doğu Hristiyan Kiliseleri arasında "Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması" adı verilen nihai bir kriz yaşandı. Her ne kadar 16 Temmuz'da resmî olarak kurumsal ayrışma bildirisi yayımlanlamış olsa da, bir Cumartesi öğlesindeki Kutsal Liturji sırasında üç papa elçisi Aya Sofya'ya girip kilise mihrabına aforoz boğası yerleştirdiğinde, yüzyıllardır aşamalı olarak artan büyük ayrışma zirve noktasına erişti. İmparatorluk kısa süre sonra, büyük oranda thema sisteminin bozulması ve askerî sistemin ihmal edilmesinden kaynaklanan zorluklarla dolu bir sürece girdi. II. Nikeforos, İoannis Çimiskes ve II. Basileios, askerî yapılanmayı (, "tagmata") acil müdahale eden, çoğunlukla savunmacı, vatandaşlardan oluşan bir yapıdan, profesyonel, sefere çıkan ve gittikçe paralı askerlere dayalı bir ordu haline getirmişti. İstila tehlikesi 10. yüzyıl itibarıyla azalmaya başlayınca bu oldukça pahalı paralı askerlere, büyük garnizonlara, pahalı savunma yapılarına ve dolayısıyla bütün bunların sürdürülebilirliğine duyulan ihtiyaç da azaldı. II. Basileios ölümünden sonra filizlenen bir hazine bıraksa da, kendinden sonra geleceklerin izleyebileceği bir plan yapmayı ihmal etti. Yakın dönem ardıllarından hiçbirinin özellikli askerî veya politik yeteneği yoktu ve imparatorluğun idaresi gittikçe kamu hizmeti sisteminin eline düştü. Bizans ekonomisini canlandırma girişimleri sadece enflasyona ve değeri küçültülmüş altın para sistemine yol açtı. Ordu şimdi gereksiz bir harcama ve siyasî bir risk olarak görülüyordu. Bu yüzden yerel birliklerin görevlerine son verildi ve ordu daha çok belirli kontratlar üzerinden yürüyen yabancı paralı askerlerle dolduruldu. Aynı süreçte, imparatorluk yeni düşmanlar edindi. Güney İtalya'daki eyaletler, 11. yüzyıl başında İtalya'ya gelen Normanlar'ın tehdidi altında kaldı. Konstantinopolis ve Roma arasında 1054'teki Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması ile sonuçlanan çekişmeler sırasında Normanlar, yavaş ama emin adımlarla Bizans İtalya'sına doğru genişlemeye başlamıştı. Calabria'nın tagma merkezi olan Reggio, 1060'ta Robert Guiscard tarafından ele geçirildi ve bunu 1068'de Otranto'nun kaybı izledi. Puglia'daki ana kale olan Bari, Ağustos 1068'de kuşatıldı ve Nisan 1071'de düştü. Bizanslılar bunun yanında, 1069 itibarıyla Dalmaçya kıyılarındaki etkilerini, Hırvat kralı IV. Petar Krešimir'e (taht: 1058–1074/1075) kaybetti. Bunlara karşın bütün bu felaketlerin en kötüsü Anadolu'da yaşandı: 1065 ila 1067 yıllarında Selçuk Türkleri doğu Bizans sınırları dolaylarında Ermenistan içlerine keşiflere başladı. Bu acil durum, 1068'de kendilerinden biri olan Romen Diyojen'i imparator olarak seçen Anadolu'daki askerî aristokrasiyi etkiledi. 1071 yazında Romen Diyojen, Selçuklular'ı Bizans ordusuyla yüzleştirecek devasa bir doğu seferi düzenledi. Malazgirt Savaşı'nda Bizanslılar, sürpriz bir şekilde Sultan Alp Arslan tarafından yenilgiye uğradı ve imparator esir düştü. Alp Arslan, imparatora saygıyla yaklaştı ve Bizanslılara katı yaptırımlar empoze etmedi. Konstantinopolis'te ise bir askerî darbe sonucunda Mihail Dukas başa geçti ve bu iktidar, Nikeforos Bryennios ve Nikeforos Botaneiates'ten muhalefet gördü. 1081 yılı itibarıyla Selçuklular, Anadolu'da Ermenistan'dan Bitinya'ya kadarki Anadolu platosunu görünürde ele geçirmişti ve başkentlerini Konstantinopolis'e sadece 90 km uzakta bulunan İznik'e taşımışlardı. 1081'den 1185'e kadar süren Komnenos Hanedanı'nda beş imparator (I. Aleksios, II. İoannis, I. Manuil, II. Aleksios ve I. Andronikos) hüküm sürdü ve genel olarak Bizans'ın askerî, bölgesel, ekonomik ve siyasî pozisyonu üzerine süreğen, f
akat sonuç itibarıyla tamamlanmamış bir restorasyon politikası yürütüldü. Her ne kadar Selçuk Türkleri Anadolu'da imparatorluğun kalbini ele geçirmiş olsa da, Bizans'ın çabalarının büyük bir kısmı bu dönemde Normanlar başta olmak üzere batı güçlerine yönelikti. Komnenos altındaki imparatorluk, I. Aleksios'un da sebep olduğu Kutsal Topraklar'a yönelik Haçlı Seferleri tarihinde anahtar rol üstlendi. Bu süreçte özellikle İoannis ve Manuil dönemlerinde Avrupa'da, Yakın Doğu'da ve Akdeniz havzasında kültürel ve siyasî bakından büyük bir nüfuz gücü kullandı. Komnenos döneminde, Bizans ile Haçlı devletlerinin de dahil olduğu "Latin" Batı arasındaki iletişim oldukça ilerledi. Venedikli ve diğer İtalyan tüccarlar büyük miktardaki nüfuslarıyla Konstantinopolis başta olmak üzere ülkeye yerleşti (sadece 300 ila 400 binlik Konstantinopolis'te 60.000 Latin yaşıyordu) ve buna ek olarak I. Manuil tarafından yerleştirilen çok sayıda Latin paralı askerin nüfusa dahil oluşu, Bizans teknoloji, sanat, edebiyat ve kültürünün Latin Batı'ya sızmasına ve aynı şekilde Batı fikirlerinin imparatorluk içinde kendine yer bulmasına yol açtı. Zenginlik ve kültürel hayat göz önüne alındığında Komnenos döneminin Bizans tarihindeki tepe noktalarından biri olduğu söylenebilir. Bu dönemde Konstantinopolis'in, Hristiyan dünyasında boyut, zenginlik ve kültür bakımından lider bir şehir olarak kaldığı görülebilir. Bu sıralarda Antik Yunan felsefesine ve geleneksel Yunan edebiyatına dönük ilginin yeniden canlandığı görülebilir. Bizans sanatı ve edebiyatı Avrupa'da üstün bir yere sahip oldu ve bu etki oldukça uzun süreliydi. Malazgirt sonrasında Komnenos Hanedanı'nın çalışmaları sayesinde Komnenos restorasyonu da denilen kısmi bir toparlanma gözlemlendi. İlk Komnenos hükümdarı I. İsaakios (1057–1059) idi. Bundan hemen sonra başlayan Dukas Hanedanı'nı (1059–81) izleyen süreçte I. Aleksios 1081'de başa geçerek Komnenos'ların tekrar güç kazanmasına yol açtı. Tahta çıkışının başlangıcından itibaren Aleksios, Robert Guiscard ve oğlu Tarantolu Boemondo önderliğindeki Normanlar tarafından haşmetli saldırılara maruz kaldı: Dıraç ve Korfu elden çıktı, Teselya'daki Larissa kuşatıldı. Robert Guiscard'ın 1085'te ölümü Norman sorununu bir süre yatıştırdı. Bir sonraki sene Selçuk sultanı da ölünce sultanlık iç rekabet nedeniyle parçalandı. Aleksios kendi çabalarıyla, 28 Nisan 1091'deki Levounion Muharebesi'nde sürpriz saldırı yaptığı Peçenekler'i ağır yenilgiye uğrattı. Batı'da istikrar sağlayan Aleksios, ekonomik sorunlara ve imparatorluğun geleneksel savunmasının bölünmesine eğilmek için zaman buldu. Buna rağmen, Selçukluların üzerine yürüyüp kayıp toprakları geri kazanacak insan gücüne sahip değildi. 1095'teki Piacenza Konsili'nde Aleksios'un elçileri Papa II. Urbanus'a Doğu Hristiyanlarının zulüm altında olduğunu söyleyerek, Batı'nın yardımı olmadan Hristiyanların Müslüman yönetimi altında zulüm görmeye devam edeceklerinin altını çizdi. Urbanus'a göre Aleksios'un bu talebi Batı Avrupa'yı güçlendirmek ve Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesini kendi boyunduruğu altında birleştirmek için iyi bir fısattı. 27 Kasım 1095'te Papa II. Urbanus, Clermont Konsili'ni topladı ve katılımcıları Haç sembolü altında birleşerek askerî bir hac görünümünde Kudüs'ü ve Doğu'yu Müslümanların elinden tekrar almaya çağırdı. Batı Avrupa'nın bu çağrıya yanıtı ezici bir "evet"ti. Aleksios Batı'dan paralı asker yoluyla yardım bekliyordu ve kısa süre sonra Bizans topraklarında beliren tamamen hazırlıksız, disiplinsiz ve kalabalık orduya hazır değildi. Gelen ordunun sekiz liderinden dördünün (hatta biri Boemondo) Norman olması Aleksios için iyi bir haber değildi. Yine de Haçlılar Konstantinopolis'ten geçmek zorunda olduğundan, imparatorun olaylar üzerinde belli oranda kontrolü vardı. İmparator, liderlerden Kutsal Topraklar'a giderken karşılarına çıkan bütün şehirleri Türkler'den alarak Bizans'a geri vermesi konusunda ant içmeyi şart koştu. Buna karşılık o da bu orduya rehber ve askerî refakat yardımı yaptı. Aleksios birçok önemli şehri, adayı ve Anadolu'nun batısını geri almayı başardı. Buna karşın, Katolik/Latin haçlılar Aleksios'un Antakya Kuşatması'nda kendilerine verdiği sözü tutmadığına inanıyordu (aslında imparator Antakya'ya doğru yola koyulmuştu fakat Blois Kontu Stephen tarafından, seferin çoktan başarısız olduğu iddia edilerek geri dönmeye ikna edilmişti). Kendisini Antakya Prensi olarak ilan eden Boemondo, Bizanslılarla doğrudan savaşa girdi ama sonunda 1108'deki Devol Antlaşması'yla Aleksios'un vasalı olmayı kabul etti ve böylece bu imparator dönemindeki Norman tehlikesi sona erdi. Aleksios'un oğlu II. İoannis, 1118'de görevi devralarak 1143'e kadar hüküm sürdü. İoannis dindar ve kararlı bir imparatordu ve yarım asır önceki Malazgirt'ten aldığı darbeyi tersine çevirmek konusunda kararlıydı. Dinî yönüyle bilinen İoannis'in dönemi, gözle görülür biçimde ılıman ve adildi ve hatta gaddarlığın norm olduğu bir dönemde istisnai etik bir yönetici örneği gösterdi. Bu sebepten ötürü sıklıkla Bizans'ın Marcus Aurelius'u olarak adlandırıldı. Yirmi beş yıllık hükümdarlığı boyunca İoannis, Batı'da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile ittifaklar kurarak Beroia Muharebesi'nde Peçenekler'i ağır bir yenilgiye uğrattı. 1120'lerde Macar ve Sırp tehlikelerini saf dışı bıraktı ve 1130'da Cermen imparatoru III. Lothar ile Norman kralı II. Rugerro'ya karşı itttifak kurdu. Tahtta olduğu son dönemlerde Doğu'ya odaklandı ve kişisel olarak Anadolu'da Türkler üzerine seferler yönetti. Seferleri sonucu Doğu'da güç dengeleri uzun süreliğine değişti ve savunma durumuna geçen Türkler'den birçok şehir, kale, kasaba geri alındı. Melitene'deki Danişmentliler Devleti'ne son vererek Kilikya'yı geri aldı ve üzerine Antakya Prensi Antakyalı Raymond'u Bizans hükümdarlığını tanımaya zorladı. İoannis, Hristiyan dünyasındaki önderliğini kanıtlama çabasıyla Haçlı devletleriyle beraber birleşik ittifakla Kutsal Topraklar'a yürüdü. Seferin büyük coşkusuna karşın bazı Haçlıların ihaneti yüzünden impartorluğun umutları suya düştü. 1142'de, Antakya'daki hak iddiası için bu şehre giden İoannis, 1143 baharında bir av kazası sonucu öldü. Raymond, hemen sonra Kilikya'yı ele geçirmeye cesaretlendiyse de, yenilerek imparatordan özür dilemek için Konstantinopolis'e gitmek zorunda kaldı. Yanni'nin kendi seçtiği varisi dördüncü oğlu I. Manuil, doğuda ve batıda komşulara agresif seferler düzenledi. Manuil, Filistin'de Haçlı Kudüs Krallığı ile anlaşarak Fatımi egemenliği altındaki Mısır üzerine büyük bir donanma gönderdi. Manuil, Antakya Prensi Châtillonlu Renaud ve Kudüs Kralı I. Amalrik ile anlaşarak, yani Antakya ile Kudüs'ü egemenlik altına alarak Haçlı devletleri arasında amir pozisyonunu güçlendirdi. 1155'te Güney İtalya limanlarını ele geçirmek için gönderdiği sefer, koalisyon içinde çıkan tartışmalar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Buna rağmen, Bizans güçleri 1167'de Sirmium Savaşı'nın ardından Macaristan Krallığı'nın güney topraklarını başarılı bir şekilde ele geçirdi. 1168 itibarıyla neredeyse bütün Doğu Adriyatik kıyıları Manuil'in elindeydi. Manuil, Papa ve Batılı Hristiyan krallıklarla bazı anlaşmalar yaptı ve İkinci Haçlı Seferi sırasında orduların ülke topraklarından geçişi başarıyla kontrol altında tutuldu. Bunlara rağmen Manuil, 1176'da Türklerle yaptığı Miryokefalon Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradı. Ancak ülke kısa sürede toparlandı ve Manuil'in güçleri ertesi sene "seçilmiş Türkler"e karşı bir zafer elde etti. Bizans komutanı İoannis Vatacis'in Türk istilacı güçlerini yok ettiği Hyelion ve Leimocheir Savaşı'nda birliklerin sadece başkentten gelmiyor oluşu ve yol üzerindeki yerleşimlerden de asker toplamaları, Bizans ordusunun halen güçlü olduğunun ve Anadolu'da yürüttüğü savunmacı politikalarının halen başarılı olduğunun ipuçlarını verir. İoannis ve Manuil aktif askerî politikalar izledi ve her ikisi de kuşatmalar ile şehir savunmaları için büyük kaynaklar ayırdı; agresif tahkimat çalışmaları, her ikisinin de temel askerî planının kalbini oluşturuyordu. Miryokefalon'daki yenilgiye rağmen Aleksios, İoannis ve Manuil'in izlediği politikalar, büyük toprak kazanımları, Anadolu ve Avrupa'da sınır güvenliği gibi önemli getirilere yol açtı. Yaklaşık 1081 ila 1180 arasında Komnenos ordusu imparatorluğunun güvenliğini sağlayınca, Bizans medeniyetinin zenginleşmesine yol açıldı. Tüm bu gelişmeler, yüzyılın sonlarına kadar imparatorluğun Batı eyaletlerinde ekonomik bir canlanma yarattı. Bazı akademisyenlere göre, Komnenos dönemi, 7. yüzyıldaki Pers saldırılarından beri Bizans'ın en zengin olduğu dönemdir. 12. yüzyıl süresince, nüfus arttı ve geniş topraklar tarıma açıldı. Arkeolojik buluntular, bu dönemde hem Avrupa'da hem de Anadolu'daki yerleşimlerin genişlediğine ve yeni yerleşimlerin sayısında hızlı bir artış olduğuna işaret eder. Ticari etkinliklerde de kayda değer ilerlemeler görüldü. Venedikliler, Cenevizliler ve diğerleri Ege limanlarını ticarete açtı; Outremer Haçlı devletlerinden ve Fatımi Mısır'dan Konstantinopolis'e mal girişleri oldu. Sanatta, mozaik sanatının yeniden canlandığı, yerel mimarlık okullarının farklı kültürel kaynaklardan ilham alan özgün tarzlar geliştirdiği görülür. 12. yüzyıl boyunca Bizanslılar erken hümanizm modelini geliştirdiler; klasik dönem yazarlarına olan ilgide bir canlanma görüldü. Selanikli Efstathios'a bakıldığında, Bizans hümanizminin en karakteristik dışavurumu görülür. Felsefede 7. yüzyıldan beri görülmemiş bir şekilde klasik öğrenim yeniden dirildi ve klasik eserler üzerine yorumların bulunduğu eserler giderek artan miktarlarda yayımlanır oldu. Buna ek olarak, Yunan bilgi birikiminin Batı'ya ilk geçişi Komnenos dönemi sırasında oldu. Manuil 24 Eylül 1180'de ölünce, 11 yaşındaki oğlu II. Aleksios tahta çıktı. Aleksios görevinde oldukça beceriksizdi fakat onun saltanatını asıl kötü üne kavuşturan şey annesi Antakyalı Maria ile onun Frank geçmişiydi. Sonunda I. Aleksios'un torunu olan I. Andronikos, kendinden daha genç olan bu hükümdara karşı ayaklandı v
e onu şiddetli bir darbeyle tahttan indirdi. Yakışıklılığını ve ordudaki popülerliğini kullanarak, Ağustos 1182'de Konstantinopolis'e ilerledi ve Latinlerin katledilmesi için tahrikte bulundu. Potansiyel rakiplerini yok ettikten sonra, Eylül 1183'te kendini eş imparator ilan etti. Sonrasında II. Aleksios'tan kurtuldu ve onun 12 yaşındaki karısı Fransalı Agnes'i kendi karısı yaptı. Andronikos yönetime iyi başladı ve idari reformları tarihçiler tarafından olumlu karşılandı. Georgiy Ostrogorskiy'e göre, Andronikos yolsuzluğun kökünü kazımak konusunda kararlıydı: Onun döneminde makamların satışı durdu; işe alımlar yandaşlıktan ziyade yeteneğe göre yapıldı; memurlara yeterli maaşlar verilerek rüşvete olan istek azaltıldı. Eyaletlerde, Andronikos'un reformları hızlı ve göze çarpan bir kalkınma yarattı. Aristokratlar ona karşı agresif bir tutum takındı ve imparator buna karşılık gittikçe şiddete dayalı bir tutum sergilemeye başladı. Sonuç olarak karşısına çıkanları idam ettiği ve onlara şiddet uyguladığı korku ülkesinde, imparatorluğu kendisi için de istikrarsız bir hale soktu. Andronikos neredeyse bütün aristokrasinin kökünden kazınmasını savunuyordu. Bu tutumu neredeyse toplu katliamlara dönüştü ve kendi rejimini desteklemek için daha acımasız yasalara başvurdu. Askerî arka planına rağmen Andronikos, İsaakios Komnenos'a, Hırvat topraklarını Macar topraklarına katan III. Béla'ya (taht: 1172-1196) ve Bizans'tan bağımsızlığını ilan eden Sırp Stefan Nemanja'ya (taht: 1166–1196) söz geçiremedi. Üstelik bu sorunlardan hiçbiri 1185'te Sicilyalı II. William'ın (taht: 1166–1189) 300 gemi ve 80.000 kişilik orduyla Bizans'ın üstüne yürümesi kadar önemli değildi. Andronikos, başkenti korumak için 100 gemilik küçük bir donanmayla seferber oldu ve bunun dışında halka da kayıtsız kaldı. Sonuçta daha öncesinde bir suikast girişiminden sağ kalan II. İsaakios, halkın yardımıyla Andronikos'u tahtından etti ve onu idam ettirdi. II. İsaakios ve özellikle erkek kardeşi III. Aleksios'un dönemleri, Bizans'ın idari ve savunma açısından merkezi işleyişinin çöküşünün görüldüğü yıllardır. Her ne kadar Normanlar Yunanistan'dan atılsa da, 1186'da Ulahlar ve Bulgarlar ayaklanarak İkinci Bulgar İmparatorluğu'nu kurdu. Angeloslar'ın iç politikası devletin hazinesinin çarçur edilmesi ve finansal kötü yönetim etrafında şekillendi. İmparatorluk otoritesi ciddi biçimde zayıfladı ve ve imparatorluğun merkezindeki güç vakumu parçalanmayı destekler hale geldi. Önceki Komnenos soyundan ileri gelen bazı kimselerin 1204'ten önce Trebizond'da yarı özerk bir devlet kurma girişimlerine dair kanıtlar bulunmaktadır. Tarihçi Aleksandr Vasilyev bu süreç üzerine şunları söyledi: "Rum asıllı Angelos Hanedanı, ... çoktan dışta zayıf içte parçalanmış haliyle imparatorluğun çöküşünü hızlandırdı." 1198'de, Papa III. Innocentius, yeni bir Haçlı Seferi'ni elçiler ve genelgeler yoluyla yaydı. Bu yeni Haçlı Seferi'nin amacının amacı Mısır ve Müslümanların güç merkezinin bulunduğu Levant'ı ele geçirmek olarak belirtildi. 1202 yazında Venedik'e varan Haçlı ordusu, beklenenden küçüktü ve donanması Haçlı devletleri tarafından kiralanan Venediklilerin parasını ödeyecek kadar zengin değildi. Yaşlı ve kör olduğu halde halen azimli Doc Enrico Dandolo yönetimindeki Venedik otoritesi Papa ile olası bir anlaşmazlığa sürüklendi, çünkü Venedik Mısır'a ticari açıdan oldukça yakındı. Bunun sonucunda, Haçlılar Dalmaçya'daki (Hristiyan) liman kenti Zara'yı (bu şehir önceden Venedik'in bir vasalıydı fakat 1186'da ayaklanıp Macaristan'a katılmıştı) yeniden fethetmekte Venedik'e yardım ederek ödeme yapmayı kabullendi. Kuşatmanın ardından Kasım 1202'de şehir düştü. Innocentius bir Hristiyan şehrine böylesi bir siyasî saldırının yapılmasını yasaklamaya çalıştıysa da dinlenmedi. Haçlı Seferi konusundaki planlarını riske atmaya isteksiz olan Papa, Haçlılara değilse bile Venediklilere özel şartlı af çıkardı. Champagne Kontu III. Theobald ölünce Haçlı'nın liderliği, Hohenstaufen Hanedanı'ndan Svabyalı Filip'in arkadaşı olan Montferrat Markisi I. Boniface'ye geçti. Hem Boniface hem Filip Bizans İmparatorluğu sarayından kimselerle evliydi. Hatta görevden alınıp kör edilmiş imparator II. İsaakios'un oğlu ve Filip'in kayınbiraderi IV. Aleksios, yardım istemek ve Haçlılar ile görüşmek adına Avrupa yollarına düşmüştü. Aleksios, Bizans kilisesini Roma'dakiyle birleştirmeyi, Haçlılar'a 200.000 gümüş marka vermeyi, Mısır yolunda onlara her türlü desteği sağlamayı teklif etti. Innocentius Haçlıların ikiye bölünüp bir kolunun Konstantinopolis'e gitmeyi planladığının farkındaydı ve bu şehre herhangi bir saldırıyı yasakladı, ancak donanmaya yazdığı mektup Zara'ya ulaştığında Haçlılar çoktan yola koyulmuştu. Haçlılar Konstantinopolis'e 1203 yazında vardı ve hiç gecikmeden şehre saldırarak ve şehrin büyük kısmına zarar veren bir yangın çıkararak şehri doğrudan ele geçirdiler. III. Aleksios başkentten kaçtı ve Aleksios Angelos, "IV. Aleksios" adıyla kör babası İsaakios ile beraber tahta çıkarıldı. Ancak, IV. Aleksios ve II. İsaakios verdikleri sözleri tutamayınca V. Aleksios tarafından tahttan indirildiler. Haçlılar 13 Nisan 1204'te tekrar şehri kuşatarak yeniden ele geçirdiler ve şehir üç gün boyunca mevki ve unvanlara göre bir katliama ve yağmaya maruz kaldı. Birçok paha biçilemez ikon, eser ve diğer nesneler çoğu Venedik'e gitmek üzere Batı Avrupa'ya götürüldü. Khoniates'e göre bu süreçte patrik tahtına bir hayat kadını bile oturtulmuştu. III. Innocentius bu olanları duyunca Haçlıları derhal azarladı. Ancak durum kendi kontrolünün dışındaydı ve hatta Papa'nın kendi elçileri bizzat kendi kararlarıyla Haçlılar'ın Kutsal Topraklar'a devam etme görevini iptal etmişti. Yeni bir emir verildiğinde, haçlılar ve Venedikliler anlaşmalarını hayata geçirdi: Flaman Baodouin, yeni Latin İmparatorluğu'nun başına getirildi ve Venedikli Thomas Morosini Patrik olarak seçildi. Her ne kadar liderler Bizans'ın eski toprakları üzerinde kendi isteklerine göre bir paylaşım yapsalar da, Bizans topraklarının farklı yerlerinde İznik, Trabzon ve Epir başta olmak üzere direnişler görüldü . Venedik toprak fethetmekten ziyade ticaretle daha ilgili olsa da, Konstantinopolis'in en önemli noktalarını kendisi kontrolü altına aldı ve Doc ""Roma İmparatorluğu'nun Bir Buçuk Çeyreğinin Lordu"" unvanını kazandı. Latin haçlılar 1204'te Konstantinopolis'i yağmaladıktan sonra iki Bizans ardılı devlet ortaya çıktı: İznik İmparatorluğu ve Epir Despotluğu. Bir üçüncü devlet olan Trabzon İmparatorluğu, Aleksios tarafından yağmanın birkaç hafta öncesinde kurulmuştu. Bu üçü içerisinde sadece Epir ve İznik Konstantinopolis'i tekrar ele geçirme fırsatları elde etti. Ancak, İznik İmparatorluğu sonraki yıllarda var olmak için mücadele verdi ve 13. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Güney Anadolu'nun büyük bir kısmını kaybetmişti. 1242–43 Moğol istilalarının ardından Anadolu Selçuklu Devleti de zayıflamıştı ve ortaya çıkan irili ufaklı beylikler ile gazveler Bizans'ın Anadolu'daki gücünü iyice zayıflattı. İlerleyen dönemlerde bu beylerden birisi olan Osman Gazi beylik sınırlarını genişletecek ve beylik Konstantinopolis'i fethedecekti. Yine de Moğol istilaları Selçukluların istilalarını geçici bir süre bir nebze yatıştırdığından İznik, kuzeydeki Latinler ile savaşa odaklandı. Laskaris Hanedanı tarafından kurulan İznik İmparatorluğu, 1261'de Konstantinopolis'i Latinler'den aldı ve Epir'i yendi. Bu durum Bizans'ın VIII. Mihail altında kısa süreli bir yeniden canlanışına neden olduysa da, savaş yorgunu imparatorluğun çevresindeki düşmanlarla savaşacak imkanı yoktu. Latinler üzerine yaptığı seferlerin devamlılığını sağlamak adına Mihail Anadolu'dan askerlerini çekerek köylülerden çok ağır vergiler toplamaya başladı ve bu durum halkta kızgınlık yarattı. Dördüncü Haçlı Seferi'ndeki hasarları gidermek adına Konstantinopolis'te devasa inşaat projeleri görüldü. Bunların hiçbiri Anadolu'da Türk akınları altında kalan çiftçilerin yararına değildi. Anadolu'da sahip olduklarıyla yetinmek istemeyen Mihail, imparatorluğu genişletmeye çalıştıysa da sadece kısa dönemde başarılı oldu. Başkentin Latinler tarafından bir kere daha yağmalanmasının önüne geçmek adına Kilise'yi Roma'ya boyun eğmeye zorladı ki bu da geçici bir çözümdü zira köylüler Mihail'den ve Konstantinopolis'ten nefret ediyordu. II. Andronikos ve daha sonraları torunu III. Andronikos Bizans'ın görkemini yeniden canlandırmak için son hakiki girişimleri yaptı. Buna rağmen II. Andronikos'un paralı askerleri sıklıkla ters tepiyor, Katalan Bölüğü taşraya saldırıp halkın başkente olan öfkesini artırıyordu. III. Andronikos öldükten sonra patlak veren iç savaşlar durumu daha da kötüye götürdü. Altı yıl süren bir iç savaş imparatorluğu mahvetti ve Sırp hükümdar Stefan Dušan (taht: 1331–1346) fırsattan istifade ülkenin büyük bir kısmını istila ederek Sırp İmparatorluğu'nu kurdu. 1354'te Gelibolu'daki bir deprem kaleyi yıktı ve böylece Osmanlılar (iç savaş sırasında VI. İoannis Kantakuzinos tarafından paralı asker olarak tutulmuşlardı) Avrupa'daki ilk topraklarına kavuştu. İç savaş bittiğinde, Osmanlılar çoktan Sırpları yenerek onları vasal halinde yönetim altına almışlardı. Kosova Savaşı'nın ardından Balkanların büyük kısmı Osmanlıların egemenliğindeydi. Bizans imparatorları Batı'dan yardım istedi, fakat Papa böyle bir yardımı sadece Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Makamı'nın birleştirilmesi karşılığında yapacağını söyledi. Birleşme düşünüldü ve zaman zaman imparatorluk hükmüyle başarıldı ancak Ortodoks vatandaşlar ve ruhban sınıfı Roma'ya ve Latin Kilisesi'ne büyük kızgınlık duyuyordu. Bazı Batı birlikleri Konstantinopolis'in Hristiyan varlığını desteklemek için geldiyse de, birçok Batı hükûmdarı kendi işleriyle meşguldü ve Osmanlı Bizans topraklarının geriye kalan kısmını ele geçirmeye devam etti. Konstantinopolis bu sıralarda terk edilmiş ve yıkık dökük bir durumdaydı. Nüfus düşüşü o kadar büyüktü ki, artık birbirinden tarlalarla ayrılmış köy kümelerinden fazlası değildi. 2 Nisan 1453'te, Fatih Sultan Mehmed'in 80.000
kişilik ordusu ve çok sayıda düzensiz birlikleriyle şehri kuşattı. Sayıca oldukça az sayıdaki Hristiyan kuvvetleri (yaklaşık 7000 erkek, 2000'i yabancıydı) umutsuzca kenti son bir şans savunmaya çalışsa da, iki aylık kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453'te Konstantinopolis düştü. Şehrin surları düşünce Bizans imparatoru XI. Konstantinos, son olarak imparatorluk kılığını fırlatıp göğüs göğüse savaşmak için sokaklara inerken görüldü. Konstantinopolis düştüğünde Bizans'ın elinde kalan tek toprak, son imparatorun kardeşleri Thomas Paleologos ve Dimitrios Paleologos tarafından yönetilen Mora Despotluğu idi. Despotluk, bağımsız olarak Osmanlılara yıllık haraç ödemek şartıyla varlığını sürdürdü. Beceriksiz yönetim, haracı ödeyememe, Osmanlılara karşı ayaklanmalar gibi sebeplerden ötürü Mora da Mayıs 1460'ta II. Mehmed'in ordusuna yenik düştü. Demetrios, Osmanlılardan Mora'yı işgal edip Thomas'ı çıkarmalarını rica etmişti ancak Thomas kaçtı. Osmanlılar Mora boyunca yürüdüler ve görünüşte bütün Despotluk'u yaz sonu itibarıyla ele geçirdiler. Demetrios, Mora'nın yönetiminin kendisine kalacağını düşündü ancak yarımada tamamen Osmanlılar'a kaldı. Birkaç anlaşmazlık daha bir süre devam etti. Monemvasia adası teslim olmayı reddetti ve ilk dönemlerde kısa süre Aragonlu bir korsan tarafından yönetildi. Ada sakinleri bu korsanı kovunca Thomas'ın rızasını alarak 1460 yılı bitmeden Papa'nın koruması altına alınmayı kabul ettiler. Mora'nın güney ucundaki Mani Yarımadası yerel kabilelerin zayıf bir koalisyonu altında direnmeye devam etti ve bir süre sonra Venedikliler tarafından ilhak edildi. Direnişlerin sonuncusu Mora'nın kuzeybatısındaki Salmeniko'da yaşandı. Greças Paleologos buradaki Salmeniko Kalesi'nde askerî komutanlık yaptı. Kasaba bir süre sonra teslim olsa da, Graitzas, garnizonu ve bazı kasabalılarla beraber Temmuz 1461'e kadar kalede yaşadı ve bu tarihten sonra Venedik topraklarına göçtü. Konstantinopolis'in 1204'te Latinler tarafından ele geçirilmesinden hemen önce bağımsızlığını ilan eden Trabzon İmparatorluğu, Bizans'tan arta kalan son fiili devlet oldu. İmparator David'in Batı'dan Osmanlı'ya karşı yardım istemesi iki devlet arasında 1461 yazında bir savaşa neden oldu. Bir aylık kuşatmadan sonra 14 Ağustos 1461'de David teslim oldu ve Trabzon Osmanlı'ya geçti. Trabzon İmparatorluğu'nun Kırım eyaleti olan Theodoro Prensliği (Perateia'nın bir parçasıydı) olaydan sonra 14 yıl daha varlığını sürdürdü ve 1475'te Osmanlı'ya düştü. Son imparator XI. Konstantinos'un yeğeni Andreas Paleologos, Bizans İmparatoru olarak hak iddia etti. 1460'taki yenilgisine kadar Mora'da yaşamaya devam etti ve sonrasında Roma'ya kaçarak Papalık Devleti koruması altında yaşadı. Bizans imparatorluk makamı teknik olarak hiçbir zaman babadan oğula geçmediği için Andreas'ın hak iddiası Bizans yasaları altında dayanaksız da olsa doğru olabilirdi. Ancak, imparatorluk yok olmuştu ve Batılı devletler Roma Kilisesi tarafından tasdik edilmiş babadan oğula geçen iktidar sistemini kullanıyordu. Batıda yeni bir yaşam arayan Andreas, kendisine "Imperator Constantinopolitanus" ("Konstantinopolis İmparatoru") unvanını taktı ve kendisinin ardılı olma haklarını VIII. Charles ile beraber Katolik Krallara sattı. Ancak, kimsenin Andreas'ın ölümünden sonra bu unvanla ilgili bir teşebbüsü olmadı. XI. Konstantinos herhangi bir varisi olmadan öldü; eğer Konstantinopolis düşmeseydi tahta kendinden sonra muhtemelen ölmüş ağabeyinin oğulları çıkacaktı fakat şehir düşünce bu yeğenleri II. Mehmed tarafından saray hizmetine alındı. Büyük yeğen Has Murad adını aldı ve Sultan Mehmed'in favorisi olarak Balkan Beylerbeyi olarak görev yaptı. Küçük yeğen Mesih Paşa unvanını alarak, Osmanlı donanmasına amiral ve Gelibolu Sancağı'na Sancak Beyi oldu. Sonraki dönemde, Mehmed'in oğlu II. Bayezid'in yanında iki kez sadrazamlık yaptı. II. Mehmed ve ardılları 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu parçalanana kadar kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak gördüler. Onlara göre Osmanlılar tıpkı Konstantinos'un yaptığı gibi sadece ülkenin dinî temellerini değiştirmişti. Osmanlılar, ele geçirdiği topraklarda yaşayan Doğu Romalılara (Ortodoks Hristiyanlar) Rûm demeye devam etti. Bu sırada Tuna Prenslikleri de (bu ülkelerin yöneticileri de kendilerini Doğu Roma İmparatorları'nın varisi olarak görüyordu) Bizans asilleri de dahil Ortodoks mültecilere ev sahipliği yapıyordu. İmparator öldükten sonra Moskova Grandükü III. İvan, Doğu Ortodoksları'nın patronu olarak hak iddia etti. Andreas'ın kız kardeşi Sofya Paleologina ile evliydi ve torunları Korkunç İvan Rusya'nın ilk çarı oldu ("tsar" veya "czar", "caesar", yani "sezar" anlamına gelir ve Slavlar geleneksel olarak Bizans imparatorlarını bu şekilde adlandırır). Onların ardılları da Moskova'nın Roma ve Konstantinopolis'in varisi olmak için uygun bir şehir olduğu fikrini destekledi. Rus İmparatorluğu'nun bu Üçüncü Roma fikri, Rus Devrimi'ne kadar var olmayı sürdürdü. Bizans ekonomisi, yüzyıllar boyunca Avrupa ve Akdeniz'in en ileri ekonomilerindendi. Özellikle Avrupa, Orta Çağ sonlarına kadar Bizans'ın ekonomik gücüne erişemedi. Konstantinopolis, zaman zaman neredeyse bütün Avrasya ve Kuzey Afrika ticaret ağının ana merkeziydi ve özellikle İpek Yolu'nun batıdaki ucuna tekabül ediyordu. 6. yüzyılın ilk yarısına kadar, gerileyen Batı'ya tezat oluştururcasına Bizans ekonomisi büyüme ve istikrar içerisindeydi. Justinianus Veba Salgını ve Arap istilaları ile beraber ekonomideki durumlar kötüleşti ve bir duraklama, hatta gerileme içine girildi. İsaurya reformları ve özellikle V. Konstantinos'un repopülasyonu, bayındırlık girişimleri ve vergi ölçülendirmeleri, sınır genişliğinden bağımsız olarak 1204'e kadar sürecek bir ekonomik canlanmayı işaret etti. 10. yüzyıldan 12. yüzyılın sonuna kadar Bizans, "lüks" imajına sahipti ve ülkeyi ziyaret edenler, başkentteki zenginlik karşısında etkilenmekteydi. Dördüncü Haçlı Seferi, Bizans'ın üretimde gerilemesine ve Doğu Akdeniz'deki Batı Avrupalıların ticari üstünlüğüne yol açtı. Bu durum, Bizans için ekonomik bir felaket anlamına geliyordu. Paleologoslar, ekonomiyi yukarı çekmeye çalışsa da Bizans bir daha hiçbir zaman dış veya iç ekonomik güçleri üzerinde tam bir kontrol elde edemedi. Aşama aşama, ticari usuller ve ücret mekanizmaları üzerindeki etkisini yitirdi ve değerli madenlerin ülke dışına, bazı akademisyenlere göre bazen basılan paradan daha çok, çıkışındaki kontrolünü kaybetti. Bizans'ın ekonomisinin temelinde denizci yapılanmadan beslenen ticaret vardı. Tekstil ürünleri çok büyük ihtimalle en çok ihraç edilen mallardı; ipek kesinlikle Mısır'a gönderildiği gibi, Bulgaristan ve Batı'ya da satılıyordu. Devlet, iç ve dış ticareti sıkı bir kontrol altında tuttu ve para bastırma tekelini hiç kaybetmedi. Böylece, sağlam ve esnek para sistemini sürdürürek ticaret ihtiyaçlarına uyum sağladı. Hükümet, özel çıkarlarının olduğu loncalar ve kuruluşlar için parametreler belirleyerek faiz oranları üzerinde resmî bir kontrol sağlamaya çalıştı. İmparator ve memurları kriz zamanlarında, başkentin ön tedarik hazırlığını garanti altına almak ve tahıl fiyatlarını aşağıda tutmak için müdahale etti. Son olarak hükümet, sıklıkla ihtiyaç fazlasının bir kısmını vergilendirme yoluyla topladı ve devlet memurlarına maaş dağıtımı veya bayındırlık yatırımları yoluyla tekrar dolaşıma soktu. Klasik antik dönem yazıları Bizans'ta her daim işlendi. Bu nedenle, Bizans bilimi her dönemde antik felsefe ve metafizik ile doğrudan bağlantılı oldu. Mühendislik alanında, Aya Sofya'nın mimarı olan Yunan matematikçi Miletli İsidoros, 530 yılı civarında Arşimet'in çalışmalarını ilk defa derleyerek bir geleneğin işaretlerini verdi. Matematikçi Leo tarafından "Bizans Rönesansı" sırasında (c. 850) kurulan matematik ve mühendislik okulu aracılığıyla da canlı tutulan bu gelenek sayesinde birçok antik kaynak günümüze ulaşabildi (bkz: Arşimet Palimpsesti). Gerçekten de, geometri ve uygulamaları (mimarlık ve savaş aletleri mühendisliği) Bizanslılar'ın bir uzmanlık alanı olarak kaldı. Arap istilalarının getirdiği karanlık dönemlerde bilimsel çalışmalar duraklasa da, ilk milenyumun bitişi öncesi "Bizans Rönesansı" olarak da bilinen süreçte, Bizanslı bilim adamları, Arap ve Perslerin bilimsel ilerleyişinde özellikle astronomi ve matematik alanında ağırlıklarını ortaya koydu. Bizanslılar ayrıca özellikle mimarlıkta (örn. pandantifli kubbe) ve savaş teknolojisinde (örn. Rum ateşi) bazı teknolojik gelişmelerin de mucididir. Her ne kadar Bizanslılar bilimin uygulanması konusunda fevkalade başarılar (özellikle Aya Sofya'nın inşası sırasında) elde etse de ve antik dönemin bilim ve geometri bilgisini korusalar da, Bizanslılar 6. yüzyıldan sonra yeni teoriler üretmek veya klasik yazarların üzerine eklemek gibi yollara başvurmadılar ve bilime pek az özgün katkıda bulundular. İmparatorluğun son yüzyılındaki Bizanslı dilbilgisi uzmanları, bizzat kişisel ve yazınsal olarak Antik Yunan dilbilgisi ve edebi çalışmalarını erken Rönesans İtalya'sına götüren bir numaralı kişilerdir. Bu süreçte, astronomi ve diğer matematik bilimleri Trabzon'da öğretilmekteydi ve tıp bilimi hemen hemen bütün bilim adamlarının ortak ilgi alanına giriyordu. Hukuk alanında I. Justinianus'un reformlarının, içtihat biliminin evrimine net bir etkisi olduğu açıktır. Yine III. Leo'nun "Ecloga"sı Slav dünyasında yasal kuruluşların örgütlenmesini etkilemiştir. 10. yüzyılda VI. Leon bütün Bizans yasalarını Yunanca olarak kanunlaştırmayı başardı ve sonraki bütün Bizans hukukunun temelini oluşturarak günümüze kadar devam eden bir ilgi alanı yarattı. Bizans İmparatorluğu bir teokrasiydi ve Tanrı'nın ülkeyi imparator aracılığıyla yönettiğine inanılıyordu. Jennifer Fretland VanVoorst bu konuda şunları söyledi: "Bizans İmparatorluğu, Hristiyanlık değerleri ve fikirlerinin ülkedeki siyasî fikirlere zemin oluşturduğu ve ülkenin siyasî hedefleriyle iç içe geçtiği bir teokrasidir." "Bizans Teokrasisi" (2004) adlı kitabında Steven Runciman şunları söyler: Diyanet işlerinde imparatorluğun
rolü hiçbir zaman sabit, yasal olarak tanımlanmış bir erke dönüşmedi. Roma'nın gerileyişiyle ve diğer Doğu Patrikhaneleri'ndeki anlaşmazlık yüzünden Konstantinopolis, 6 ila 11. yüzyıllar arasında Hıristyanlık alemindeki en zengin ve etkili merkez olarak kaldı. İmparatorluk kendisinin bir gölgesi olacak kadar küçüldüğü zamanlarda bile, kilise ülkenin içinde ve dışındaki önemli etkisini sürdürdü. Georgiy Ostrogorskiy bu konuda şunları demiştir: Konstantinopolis Patrikhanesi, Bizans'a ait Anadolu ve Balkanlar'da, ek olarak ülke dışındaki Kafkaslar'da, Rusya'da ve Litvanya'da kendi astı olan metropolitan makamları ve başpiskoposlukları sayesinde Ortodoks dünyasının merkezi olarak kaldı. Kilise, Bizans İmparatorluğu'ndaki en sabit bileşen olarak varlığını sürdürdü. Devletin resmî Hristiyanlık doktrini ilk yedi ruhban konsili sayesinde belirlenirdi ve bundan sonra bunu halka empoze etme görevi imparatora verilirdi. Daha sonraları "Codex Justinianus" ile birleştirilen 388 çıkışlı bir imparatorluk kararnamesi, ülke halkının "Katolik Hristiyan adını üstlenmesi" ve yasalara uymayan, "kafir inanışlar"ı takip eden insanların "deli ve aptal insanlar" olarak kabul edilmesini öne sürer. İmparatorluk emirlerine ve daha sonraları Doğu Ortodoks Kilisesi/Doğu Hristiyanlığı olarak bilinen devlet kilisesinin zorlayıcı duruşuna rağmen, kilise Bizans'taki bütün Hristiyanlar'ı temsil eden bir duruşa erişemedi. Mango'ya göre, imparatorluğun erken dönemlerinde "deli ve aptal insanlar" ile kilise tarafından "kafir" olarak gösterilenler nüfusun çoğunluğuydu. Bunun yanında 6. yüzyılın sonuna kadar var olan paganlar ve Yahudiler'e ek olarak halk -hatta imparatorlar- arasında Nasturyanizm, Monofizitizm, Aryanizm, and Paulusçlular gibi Ortodoks Kilisesi'nin duruşuna karşı belli duruşlarıyla bilinen farklı Hristiyan doktrinlerini takip edenler oldu. III. Leo imparatorluk çapındaki ikonların yıkımını emrettiği zaman, Hristiyanlar arasında bir diğer ayrışma da başlamış oldu. Bu durum, büyük bir dinî krize yol açtı ve ancak 9. yüzyılda ikonlar restore edildiğinde yatıştı. Aynı süreç içerisinde genel olarak Slav kökenli halklar arasında paganizm yayıldı. Bu topluluklar Hrıstiyanlaştırıldığında, özellikle imparatorluğun sonlarına doğru, Doğu Ortodoks Kilisesi Hristiyanlar'ın çoğunu ve genel olarak imparatorluğun içinde kalan halkların çoğunu temsil ediyordu. Yahudiler, Bizans varlığı boyunca önemli bir azınlık olarak kaldılar ve Roma yasasına göre yasal olarak tanınan dinî grup statüsü altında kaldılar. Bizans'ın erken döneminde genellikle hoş görüldülerse de, sonraları zaman zaman gerilimli ve zulüm dolu zamanlar yaşandı. Her halükarda, Arap istilaları sonrasında çoğu Yahudi topluluk kendini imparatorluk dışında buldu ve Bizans içinde kalan Yahudiler özellikle 10. yüzyıl sonrası itibarıyla göreceli bir barış ortamında yaşadılar. Gürcü manastırları ilk defa 9. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla Konstantinopolis ve kuzeybatı Anadolu'daki Olimpos Dağı'nda görüldü. Bu süreçten sonra Gürcüler imparatorluk içerisinde gittikçe daha önemli roller almaya başladı. Bugüne kalmış Bizans sanatı, genel olarak din temalıdır ve birkaç dönemsel istisna dışında fazlaca gelenekselleştirilmiştir. Fresk boyamaları, ahşap paneller üzerine tezhip ve özellikle erken dönemlerde mozaik ana sanat eserleridir. Bunun yanında küçük parçalardan ibaret oyulmuş fildişi heykelcikler dışında figüratif heykel sanatı oldukça nadirdir. El yazması boyamacılığı sayesinde büyük ölçekte pek gözlenmeyen eski klasik gerçekçi sanat geleneği, sonraki çağlara korunarak ulaşmış oldu. Bizans sanatı oldukça prestjiliydi ve Batı Avrupa'da aranan bir sanattı. Burada neredeyse çağın sonuna kadar Orta Çağ sanatını etkilemeyi sürdürdü. Özellikle İtalya'da, Bizans tarzları 12. yüzyıla kadar modifiye edilmiş biçimleriyle kalmaya devam etti ve sonraki İtalyan Rönesansı sanatına formel ilham kaynağı oluşturdu. Buna karşılık, dışarıdan gelen çok az sanat akımı Bizans stili üzerinde bir etki bırakabildi. Doğu Ortodoks Kilisesi'nin genişlemesiyle beraber, Bizans biçimleri ve tarzları Ortodoks dünyasına ve hatta daha da ötesine yayılmayı başardı. Özellikle dinî binalardaki Bizans mimarisi etkisi, Mısır ve Arabistan'dan Rusya ve Romanya gibi farklı coğrafyalara kadar görülmektedir. Bizans edebiyatında dört farklı kültürel bileşen gözlemlenir: Yunan, Hristiyan, Roma ve Oryantal. Bizans edebiyatı sıklıkla beş grupta kategorilendirilir. Bunlardan üçünü tarihçiler ve analistler, ansiklopedi yazarları (Patrik Fotios, Mihail Psellos ve Mihail Khoniates Bizans'ın en büyük ansiklopedi yazarları olarak gösterilir) ve denemeciler ile din-dışı şairler doldururken geriye kalan iki grupta yeni edebi tarzlar yer alır: dinî-teolojik edebiyat ve popüler şiir. Buna ek olarak Bizans'ın tek epik destanı "Digenis Akritis"tir. Günümüze ulaşan iki ila üç bin ciltlik Bizans edebiyatı mirasından sadece üç yüz otuzu din-dışı şiir, tarih, bilim ve sahte-bilim üzerinedir. Her ne kadar din-dışı edebiyat 9 ila 12. yüzyıllar arasında gelişme gösterse de, Besteci Romanos'un en belirgin temsilcilerinden olduğu dinî edebiyat (vaazler, litürji kitapları ve şiiri, teoloji, ibadet tezleri, vb.) çok daha önce şekillenmişti. Yunanca metinler üzerine seremoni, festival veya kilise müziği amacıyla bestelenen dinî Bizans müzik formları en bilinen formlardır. Kilise ilahileri, müziğin en temel parçasını oluşturmaktaydı. Yunan ve yabancı tarihçiler, genel olarak Bizans müziğinin Antik Yunan ton sistemiyle yakından alakalı olduğu üzerinde hemfikirdir. Bizans müziği, bilinen müziğin en eski türü olmayı sürdürmektedir. Öyle ki performans usulleri, (5. yüzyıldan sonra yükselen doğruluk oranıyla) besteci isimleri ve hatta bazen müzik eseri hakkındaki açıklamalar bilinmektedir. 9. yüzyılda yaşayan Pers coğrafyacı İbn Hurdâzbih, müzik enstrümanlarının sözlüksel irdelemesinde, "lir"e (lūrā) ek olarak "urghun" (org), "shilyani" (muhtemelen arp veya lirin bir başka formu) ve "salandj" (muhtemelen bir tür tulum) gibi aletleri Bizans'a ait tipik enstrümanlar olarak gösterir. Bunlardan ilki olan yaylı Bizans liri, daha sonraları "lira da braccio" adıyla Venedik'te göründü ve birçok kişi tarafından yine aynı şehirde gelişip farklılaşan kemanın atası olarak gösterilmektedir. Yaylı "lira", halen eskiden Bizans'a dahil olan topraklarda çalınmaktadır: Yunanistan'da Politiki lyra (Türkçe: "Şehir lirası" yani Konstantinopolis), Güney İtalya'da Calabria lirası ve Dalmaçya'da Lijerica olarak bilinmektedir. İkinci müzik aleti olan org, Helenistik dönemden kalmadır (bkz: Hydraulis) ve yarışlar sırasında Hipodrom'da çalınmıştır. "Büyük kurşun borular"ı olan bir org, imparator V. Konstantinos tarafından 757 yılında Frank kralı Kısa Pepin'e gönderildi. Pepin'in oğlu Şarlman da 812 yılında Aachen'deki şapeli için benzer bir org talep ederek Batı kilise müziğinin ilk tohumlarını atmış oldu. Sonuncu müzik aleti olan tulum "dankiyo" (Antik Yunanca'dan: angion (Τὸ ἀγγεῖον) "konteynır"), Roma döneminde dahi çalınmaktaydı. Dio Chrysostom'un 1. yüzyılda yazdığı yazılarında, dönemininde bir hükümdarın (muhtemelen Neron), kavalı (Yunan kamış kavalına benzeyen tibia) hem ağzıyla hem de koltukaltına yerleştirdiği bir kese yardımıyla çalabildiği geçmektedir. Tulum, imparatorluk zamanlarından günümüze aynı topraklarda çalınmaya devam etti. (Bkz: Balkanlar'da gayda, Yunanistan'da tsampuna, Pontus'ta tulum, Girit'te askomandura, Ermenistan'da parkapzuk ve Romanya'da cimpoi.) Bizans kültürü, ilk dönemlerinde Greko-Romen'in son dönemleriyle aynıydı, ancak imparatorluğun var olduğu sonraki bin yıl boyunca yavaş yavaş günümüz Balkanlar ve Anadolusu'nun kültürüne benzer bir yola evrildi. Mutfak, Greko-Romen balık sosu çeşnisi garosa dayansa da, günümüz mutfağından aşina olunan tütsülenmiş et pastırma (Bizans Yunancasında "paston"), baklava (ya da o zamanki adıyla "koptoplakus" κοπτοπλακοῦς), tiropita (o zamanki adıyla "plakuntas tetiromenus" veya "tiritas plakuntas"), ve ünlü Orta Çağ tatlı şarapları (Komandarya ve bir halka ismini de veren Rumney şarabı) gibi birçok bileşene de sahipti. Çam reçinesi aromalı retsina şarabı da sıklıkla içilmekteydi ve günümüzde Yunanistan'da halen üretimi devam etmektedir. Cermen Kutsal Roma imparatoru I. Otto tarafından 968'de Konstantinopolis'e büyükelçi olarak gönderilen Kremonalı Liutprand, bu şarap için, günümüzde de şaraba aşina olmayan içicilerin tepkisine benzer biçimde, şunları söylemiştir: "Faciamız Yunan şarabına ekleme yapacak olursak, karasakız, reçine ve yakı gibi bizim içemediğimiz şeylerle karıştırılıyordu". Balık sosu çeşnisi garos da aynı şekilde aşina olmayan insanlar tarafından pek hoş karşılanmıyordu; Kremonalı Liutprand, kendisine "fazlasıyla kötü balık likörü"yle kaplanmış yemekler sunulduğunu belirtir. Bizanslılar bunun yanında çeşni olarak, mayalanmış arpadan üretilen murri adında soya sosuna benzer bir çeşni kullanıyorlardı ve bu sayade soya sosunda olduğu gibi yemeklerine umami tadı katıyorlardı. Bizanslılar tavli (Bizans Yunancası: τάβλη) oyununu severek oynarlardı. Oyun, günümüzde Türkiye (tavla) ve Yunanistan (tavli) ve diğer birçok Bizans ardılı ülkede halen oynanmaktadır. Bizans asilleri, başta günümüzde polo olarak bilinen tzykanion olmak üzere, atçılığa meraklıydı. Oyun, erken dönemlerde Sasani İranı'ndan gelmişti ve II. Theodosius (taht: 408–450) tarafından bir Tzykanisterion (oyun için özel stadyum) Büyük Konstantinopolis Sarayı'nın içine inşa edilmişti. İmparator I. Basileios (taht: 867–886) bu sporda epey ustaydı; İmparator Aleksandros (taht: 912–913) oyunu oynarken çok yorulduğu için öldü, İmparator I. Aleksios (taht: 1081–1118) oyunu Tatikios ile oynarken yaralandı, I.İoannis (taht: 1235–1238) ise oyun sırasında aldığı ölümcül bir yara yüzünden öldü. Konstantinopolis ve Trabzon dışında, Sparta, Efes ve Atina gibi şehirlerde de "tzykanisteria"ya rastlanması, gelişen kentsel aristokrasi hakkında bir ipucu verir. Oyun, özellikle oyuna karşı bir ilgi geliştiren Batı yanlısı imparator I. Manuil zamanında haçlı seferler
i yoluyla Batı'ya ulaştı. Bizans devletinde imparator tek ve mutlak yöneticiydi ve gücünü ilahi kaynaklardan aldığı kabul ediliyordu. Senato gerçek bir politik ve yasa koyucu otoriteye sahip değildi fakat itibari unvanları olan onursal bir konsil şeklinde varlığını sürdürdü. 8. yüzyıl sonunda, başkentteki gücün saraya dönük birleştirilmesine odaklı bir kamu idaresi oluşturuldu ("sakellarios" makamının önem kazanması bu değişiklikle ilgilidir). En önemli idari reform, muhtemelen 7. yüzyıl ortalarında başlayan, thema sisteminin gelişiydi ve bu sistemde her bir bölümlenmenin askerî ve kamusal yönetimini "strategos" adı verilen kimseler üstleniyordu. "Bizans" ve "Bizantinizm" terimlerinin alçaltıcı terimler olarak kullanılışına rağmen, Bizans bürokrasisi imparatorluğun kendi durumuna göre kendisini şekillendirebilen özel bir yeteneğe sahipti. Unvana ve kıdeme dayalı özenli sistem, saraya prestij ve etki bahşetti. Memurlar, imparatorun etrafında sıkı bir düzenle düzenlenmişti ve mevkileri için imparatorluk iradesine sıkıca bağlıydı. Bunun yanında gerçek idari meslekler de vardı ancak otorite memurlardan ziyade bireylere de devredilebiliyordu. 8 ve 9. yüzyılda kamu hizmeti, aristoktratik statüye en engelsiz yolu oluşturmuştu ancak 9. yüzyıldan sonra kamu aristokrasisi soyluluk aristokrasisi ile rekabete girdi. Bazı Bizans hükümet çalışmalarına göre, 11. yüzyıl siyaseti baskın olarak kamu ve askerî aristokrasi arasındaki rekabet üzerinden şekilleniyordu. Bu süreçte, I. Aleksios bazı önemli idari reformlar yaparak yeni saray makamları ile memurlarını tanıttı. Roma düştükten sonra imparatorluk için en büyük zorluklardan birisi kendi içinde ve kendi komşularıyla bir ilişki düzeni kurabilmekti. Bu milletler resmî politik kuruluşlar oluşturmaya giriştiklerinde, düzenlerini sıklıkla Konstantinopolis üzerinden kalıpladılar. Bizans diplomasisi kısa süre içinde komşularını uluslararası ve devletler-arası ilişkiler ağına çekmeyi başardı. Bu ağ, antlaşma yapımı etrafında şekillendi ve yeni hükümdarları krallar ailesine kabul etmeyi; Bizans toplumsal tutumlarını, değerlerini ve kuruluşlarını özümseyişi içeriyordu. Klasik yazarların savaş ve barış arasındaki etik ve yasal ayrımları verme eğilimlerine karşılık, Bizanslılar, diplomasiyi savaşın başka bir yolu olarak gördü. Örneğin, bir Bulgar tehdidi, Kiev Rusları'na para vererek bastırılabiliyordu. Diplomasi, o dönemde saf politik işlevinin üstünde, istihbarat toplama işlevine ağırlık veriyordu. Konstantinopolis'teki Barbar Bürosu, protokol ve "barbarlar"a yönelik herhangi kayıtları toplama işleriyle ilgileniyordu ve belki de bu şekilde kendi başına basit bir istihbarat işlevi üstleniyordu. John B. Bury'ye göre, bu ofis Konstantinopolis'i ziyaret eden tüm yabancıları denetleme görevini yüklenmişti ve Logothetis tu dromu gözetimi altındaydı. Görünürde bir protokol ofisi olsa da – yani asıl görevi yabancı elçilerle yeterince ilgilenildiğini teminat altına almak, bakımları için yeterli devlet fonu bulunup bulunmadığını kontrol etmek ve resmî çevirmenleri bulundurmak – muhtemelen kendi çapında bir güvenlik vasfı da taşıyordu. Bizanslılar birtakım diplomatik uygulamalarla kendilerine yarar sağladı. Örneğin, başkentteki büyükelçilikler yıllarca var olmaya devam ederdi. Diğer kraliyet müesseselerinden bir üyenin de rutin olarak Konstantinopolis'te kalması beklenirdi. Böylece sadece potansiyel bir rehine değil, siyaset ilişkileri üzerine bir piyon da kazanılmış oluyordu. Diğer bir önemli uygulama, ziyaretçileri şatafatlı teşhirlerle etkilemekti. Dimitri Obolenski'ye göre, Avrupa'da antik medeniyetin korunmasının nedeni, Bizans diplomasisinin yeteneği ve kaynaklılığıydı ki bu, Bizans'ın Avrupa tarihine çok uzun süren katkılarından birisi oldu. Bizans İmparatorluğu, tarihinin çoğunda, Batı Avrupa'da bilinen şekliyle armacılığı bilmiyor ve kullanmıyordu. Haç veya "labarum" gibi motifler içeren çeşitli amblemler (, "sēmeia"; tekil σημείον, "sēmeion") resmî durumlarda ve askerî amaçlarla, sancak veya zırhlar üzerinde kullanılırdı. Haç kullanımı, İsa, Meryem ve çeşitli azizlerin resimleri, memurların mühürlerinde kendine yer buldu fakat bunlar aile amblemlerinden ziyade kişiseldi. İmparatorluk makamı, yönetim ve askerî yapılanmadan farklı olarak, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden önce dahi, doğu Roma eyaletleri ağırlıklı olarak Yunanca konuşuyordu ve Latince gelmeden yüzyıllar öncesinde de Yunancanın hakimiyeti devam ediyordu. Roma'nın doğuyu fethetmesinin ardından 'Pax Romana' adın verilen kaynaştırıcı siyasî uygulamalar ve kamu altyapısı, Yunancanın doğuda yayılıp kemikleşmesini kolaylaştırdı. Gerçekten de, Roma İmparatorluğu'nun erken dönemlerinde Yunanca zaten çoktan Kilise'nin, eğitimin ve sanatın dili olmuştu ve geniş çapta eyaletler arası, hatta milletler arası ticarette "lingua franca" konumuna erişmişti. Yunanca bir süre konuşma dili Koini Yunancası (sonraları Demotik Yunanca'ya evrildi) ve daha eski bir yazılı form, Diglossia halinde beraber varlığını sürdürdü ve sonunda Koini hem konuşma hem de yazılı biçimde bu ikililikten sıyrıldı ve genel geçer hal aldı. Latincenin etkisi gittikçe erise de devlet dili olarak kullanımı devam etmiş, Theodosius'un hükümdarlığı döneminde Grekçenin kullanımı iyice artmış, 7. yüzyılda Herakleios'un devletin resmî dilini Grekçe yapmasıyla birlikte de Latincenin etkisi iyice azalmaya başlamıştır. Bilimsel olarak Latince hızla eğitimli kesim arasındaki popülerliğini kaybetti fakat imparatorluk kültüründe yer ettiği seremoni işlevini bir süre daha devam ettirdi. Ek olarak, özellikle Dalmaçya'da ve günümüz Romanya'sı çevresinde Halk Latincesi, imparatorluğun azınlık dili olarak konuşulmaya devam etti. Çok uluslu yapıda olan imparatorlukta birçok farklı dil var oldu ve kimi zamanlarda bu dillere sınırlı resmî statü verildi. Kayda değer bir örnek olarak, Orta Çağ başında Süryanice uzak doğu eyaletlerde eğitimli kesim arasında çok yaygın bir dile dönüştü. Benzer şekilde Kıptîce, Ermenice ve Gürcüce kendi eyaletlerindeki eğitimli kesim arasında oldukça popüler kaldı. Bunun yanında daha sonraları Eski Kilise Slavcası, Orta Farsça ve Arapça, bu dili konuşan halklarla etkileşime girildikten sonra, bu dillerin imparatorluk ve onun etki alanı içerisinde belirli bir öneme kavuşmasına yol açtı. Bunların dışında, Akdeniz'de ve ötesinde ana ticaret yollarının merkezinde yer alan Konstantinopolis'te, bir zamanlar Çince de dahil, bütün bilinen Orta Çağ dilleri konuşuluyordu. İmparatorluk son gerilemesine girdiğinde, ülke vatandaşları daha homojen bir hale geldi ve Yunanca bu halkın kimliği ve dinî hayatıyla iç içe geçmeye başladı. Bizans sıklıkla mutlakiyetçilik, ortodoks ruhaniliği, oryantalizm ve ekzotizm terimleriyle özdeşleştirilegelmiştir ve "Bizans" ve "Bizantinizm" terimleri sıklıkla yıkım, karmaşık bürokrasi ve baskılama terimleri yerine deyişler olarak kullanılmıştır. Doğu Bloğu'ndan 1980'lerde ve 90'larda çıkan Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde Bizans medeniyeti ve onun bıraktığı kalıt oldukça olumsuzdu zira Bizans'ın da "Doğu otoriterliği ve otokrasisi" ile ilintili olduğu iddia ediliyordu. Doğulu ve Batılı yazarlar sıklıkla Bizans'ı dinî, siyasî ve felsefî olarak Batı'ya zıt olarak konumlandırdı. 19. yüzyıl Yunanistanı'nda bile odak noktası her daim klasik tarihleri oldu ve Bizans sıklıkla olumsuz imaları çağrıştırdı. Bizans'a dönük bu yaklaşımlar, Bizans kültürünün olumlu yanları ve kalıtına odaklanan modern çalışmalar yoluyla kısmî ya da tümcül olarak tartışıldı. Averil Cameron, Bizans'ın Orta Çağ Avrupası'nın kuruluşundaki yer ettiği rolü 'inkar edilemez' olarak gösterirken, Cameron ve Obolenski'ye göre Bizans'ın Ortodoks Hristiyanlığı'nı şekillendiren rolü, günümüz Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Rusya, Gürcistan, Sırbistan ve diğer ülkelerin tarihinden koparılamayacak kadar büyük önem arz etmektedir. Bizanslılar bunun yanında klasik el yazmalarını koruyup kopyaladılar ve klasik bilginin günümüze ulaşmasında başat rol oynadılar. Böylece modern Avrupa medeniyetine, Rönesans hümanizmine ve Slav Ortodoks kültürüne zemin oluşturdular. Avrupa'da Orta Çağ boyunca uzun dönemde istikrarlı tek ülke olarak, Bizans, Batı Avrupa'yı Doğu'nun yeni beliren güçlerinden uzak tuttu. Sürekli saldırı altında kalarak, Batı'yı, Persler, Araplar, Selçuk Türkleri ve Osmanlılar'dan korudu. Başka bir bakış açısıyla, 7. yüzyıldan sonra Bizans'ın evrimi ve yeniden yapılanması, İslam'ın var oluş sürecine ve yayılışına doğrudan etki etti. 1453'te Osmanlılar'ın Konstantinopolis'i fethetmesinin ardından, Sultan II. Mehmed ""Kaysar-i Rûm"" (Osmanlı Türkçesi'nde Romalı Sezar'a eşdeğer) unvanını aldı zira Osmanlı, Doğu Roma İmparatorluğu'nun varisi olma arzusu taşıyordu. Cameron'a göre kendilerini Bizans'ın "varis"i olarak görerek ve bazı önemli Bizans geleneklerini sürdürerek, Osmanlılar, dolaylı yoldan Doğu Avrupa ülkelerinin post-komünist dönemde "Ortodoks yeniden canlanması" anlayışına yönelmesine neden oldu. Hint Okyanusu Hint Okyanusu, kuzeyde Asya, batıda Afrika ve Arabistan Yarımadası, doğuda Malezya Yarımadası, Sunda Adaları ve Okyanusya tarafından çevrilen, dünyanın üçüncü büyük okyanusudur. Agulhas Burnu'nun güneyinde 20° Doğu boylamının geçtiği yerde Atlas Okyanusu'ndan; 147° Doğu boylamının geçtiği yerde de Pasifik Okyanusu'ndan ayrılır. En kuzeyde Basra Körfezi'nde, 30° enlemine kadar uzanır. Dünya sularının %20'sini kapsar. Afrika'dan Avustralya'ya kadar okyanusun genişliği 10.000 kilometre kadardır. Bu alanda yaklaşık olarak 73.566.000 km² yer kaplar. Hacminin yaklaşık olarak 292.131.000 km³ olduğu tahmin edilmektedir. Okyanus içerisindeki ada ülkeler Madagaskar, Komorlar, Seyşeller, Maldivler, Mauritius, Sri Lanka ve Endonezya'dır. Asya ve Afrika arasında önemli bir geçiş yolu niteliğinde olması nedeniyle ülkeler arasında anlaşmazlıklar çıkmaktadır. Bağlantı bölgesi Hindistan'ın kuzeyinde kıta sahanlığından çıkarak güneye doğru ilerleyen bir sap ve iki koldan oluşan ters bir Y şeklindeki Orta Hint Okyanusu Sırtı'dır. Doğu, batı ve güney h
avzaları bu sırtlar yüzünden bir kez daha bölünmüştür. Kıta sahanlığı ortalama olarak 200 km genişliğe kadar uzanır. Bunun yanı sıra Avustralya'nın batı kıyılarında 1000 km'ye kadar çıkmaktadır. Ortalama derinlik 3.890 metredir. En derin nokta Java çukurunda deniz seviyesinin yaklaşık 7.450 m altındadır. 50° güney enleminin kuzey bölümü %86 oranında pelajit çökeltilerle; diğer %14'lük bölüm ise toprak tortularıyla kaplanmıştır. Bu enlemin altında kalan bölgeler ise daha çok buzul alanlardır. IHO (International Hydrographic Organisation) 2000'de aldığı bir kararla Hint Okyanusu'nun bir bölümünde beşinci bir okyanusun daha sınırlarını belirledi. Bu yeni okyanus Antarktika kıyılarından 60° güney enlemine kadar uzanıyor. "(Bkz. Güney Okyanusu)" Hint Okyanusu'ndaki önemli geçiş noktaları ve boğazlardan bazıları Babü'l Mendep, Hürmüz Boğazı, Malakka Boğazı, Süveyş Kanalı'nın güney girişi ve Sunda Boğazı'dır. Andaman Denizi, Umman Denizi, Bengal Körfezi, Büyük Avustralya Körfezi, Aden Körfezi, Mozambik Kanalı, Kızıldeniz okyanusun diğer bölümlerindendir. Kuzey kesimlerde iklime muson rüzgâr sistemleri etki etmektedir. Ekimden nisana kadar güçlü kuzeydoğu rüzgârları eser; mayıs-ekim ayları arasında ise güney ve batı rüzgârları hüküm sürer. Bu rüzgârlar Umman Denizi'nden Hindistan alt kıtasına şiddetli muson yağmurları getirirler. Güney Yarımküre'de rüzgârlar genellikle daha yumuşaktır ama Mauritius yakınlarında şiddetli yaz fırtınaları yaşanabilir. Muson rüzgârlarının yönü değiştiğinde ise kasırgalar Arap Denizi ve Bengal Körfezi'nin kıyılarını vurmaktadır. Okyanus akıntıları genel olarak musonlar tarafınndan kontrol edilir. Biri Kuzey Yarımküre'de saat yönünde, diğeri ise ekvatorun güneyinde saat yönünün tersi yönde olmak üzere iki büyük dairesel akıntı hakim akış şeklini belirler. Kış musonları etkisini gösterdiği sırada kuzey akıntılarını da tersine döndürür. Derin sulardaki dolaşım ise Atlantik, Kızıldeniz ve Antarktika'dan gelen akıntıların kontrolündedir. 20° güney enleminin kuzey bölgelerinde deniz suyu sıcaklığı minimum 22 °C değerlerindedir. Doğu bölgelerde bu 28 °C'ye kadar çıkmaktadır. 40°güney enleminin güneyinde ise sıcaklık çok hızlı bir şekilde düşer. Suyun tuzluluk oranı 1000'de 32 ila 37 arasında değişmektedir. Tuzluluk oranı en yüksek olan yerler Arap Denizi ile Güney Afrika ve Güneybatı Avustralya arasındaki bölgelerdir. 45° Güney enleminden sonra su yüzeyinde irili ufaklı buz kütleleri ve buz dağları görülmeye başlanır. 60° Güney enleminin güneyindeki bölgelerde ise yıl boyunca bu kütlelere rastlanabilir. Güney Kutbu Güney Kutbu, Dünya ekseninin alt kısmında (Güney ucunda) kalan noktayı tanımlar. “Güneydeki efsanevi kıta”nın bulunması 200 yıllık bir arayıştan sonra, ancak 1840’ta başarıyla sonuçlanmıştır. Yelkenlisiyle kıyılar boyunca yaklaşık 2.000 km yol alan Charles Wilkes, denizlerden oluşan Kuzey Kutbu’nun tersine, Güney Kutbu’nun olduğu yerde gerçekten bir kıta bulunduğunu kanıtlamıştır. 12,4 milyon km²’lik yüzölçümüyle bu kıta neredeyse Afrika’nın yarısı büyüklüğündedir. Bu bölgenin içinde Güney Shetland, Güney Georgia gibi birkaç takımada da yer alır. Güney Kutbu'nda; Kuzey Kutbu gibi Termik Yüksek Basınç görülür. Adı, “Arktika’nın karşısındaki” anlamına gelen Antarktika’yı ortalama 2 000 m kalınlığında büyük bir buz katmanı zırh gibi örter. Bir zamanlar “ulaşılamaz” diye adlandırılan kutup noktasında buzun kalınlığı 4 335 m’yi bulur. Bu buz kütlesi 24 milyon km³’lük hacmi ile yeryüzündeki bütün buzların yüzde 92’sini oluşturmaktadır. Kıyılarından kopan 350 m – 600 m kalınlığındaki buz parçaları günde 1 m – 3 m hızla ilerler ve birbiri üstüne yığılır. Bu tür yüzen yığınlardan biri olan Ross Buzlası 540 000 km’yi bulan alanıyla neredeyse Fransa büyüklüğündedir. Gelgit olayının buzlardan kopardığı büyük parçalar yüzerek çevreye dağılır. Bu tür buzdağları arasında 20 000 km² büyüklüğe ulaşanlar olur. Güney Kutbu’nda yeryüzünün en soğuk ve en fırtınalı iklimi egemendir. Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20 °C’dir ve bu, güneyden fırtınalar estiğinde -70 °C’ye kadar düşebilir. Coğrafi Güney Kutbu noktasında bulunan ABD gözlem istasyonunda yapılmış ölçümlerde sıcaklığın yıllık ortalamasının -50 °C olduğu, en sıcak ayda ancak -29 °C’ye yükseldiği belirlenmiştir. Yani yeryüzünün bu en büyük buzdolabının sıcaklığı Kuzey Kutbu’ndan ortalama 22 °C daha düşüktür. Bu durum doğal olarak yaşam koşullarını etkilemektedir. Kuzey Kutbu’nda 400’e yakın çiçek açan bitki türü sayılabilirken, Güney Kutbu’nda bir tane bile olmaması bunun bir belirtisidir. Buna karşılık kıtanın kıyılarında ve açık denizlerinde çok sayıda hayvan yaşar. Penguenler, martılar, foklar ve balinalar soğuk, ama besin maddesi açısından zengin Güney Kutbu denizlerindeki planktonları ve balıkları yiyerek yaşamlarını sürdürürler. Anlaşmalar gereği hiçbir ülkenin toprağı olmayan Güney Kutbu bu özelliğinden dolayı "Dünyanın Parkı" olarak adlandırılmıştır. Coğrafik Güney Kutbu, aynı zamanda Güney Karasal Kutup olarak da adlandırılır. Gökküredeki coğrafik Güney Kutbu tasarımı, Güney Küre Kutbu'nu verir. Hali hazırda Antarktika Güney Kutbu üzerinde yer alır. Buz kütlesi 3 000 metre kalınlığındadır. Bu nedenle yüzey yüksek irtifadadır. Kutup buz tabakası her yıl kabaca 10 metrelik bir ölçüyle hareket eder. Kutbun kesin pozisyonu için işaretleyici kullanılır. Her yıl bu işaretleyicinin yeri değiştirilerek kutbun kesin pozisyonu saptanır. Büyük Okyanus Büyük Okyanus veya Pasifik Okyanusu; Amerika, Asya ve Okyanusya kıtaları arasında ve dünyanın en büyük okyanusu. Pasifik adını İspanya krallığı adına Dünya'yı dolaşan Portekizli denizci Ferdinand Magellan vermiştir. Magellan, günler süren zorlu ve fırtınalı koşullar altında adını verdiği Macellan Boğazı'ndan geçip bu okyanusa açıldığında, fırtınaların dinmesinden ve kendisini sakin suların karşılamasından dolayı Portekizcede "sakin" anlamına gelen "Pasifico" sözcüğünden yola çıkarak bu adı vermiştir. 179.7 milyon km² yüzölçümüne sahiptir. Neredeyse Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu'nun toplamı kadar yüzölçümü vardır. En derin yeri 11.034 metre ile Mariana Çukuru olup burası aynı zamanda Dünya'daki en derin noktadır. En kalabalık ada Tahiti'dir. Ayrıca Dünya'daki depremlerin %90'ı ve büyük depremlerin ise %80'i Pasifik bölgesinde oluşmaktadır. Bunun nedeni Büyük Okyanusun çok derin olmasıdır. 708.000.000 km³ hacmi vardır ve kapladığı alan Dünya'daki toplam karaların alanından biraz daha büyüktür. Okyanusun 3.000-3.500 metreden daha derin her yerinde sıcaklık 2 °C derecenin altındadır. Üzerinde irili ufaklı yaklaşık 20.000 ada bulunmaktadır. Buna karşın toplam yüz ölçümünün yalnızca %1 kadarı karadır. Japonya, Endonezya ve Yeni Gine vb. volkanik adalarla çevrilmiştir. Bu adalara "ateş çemberi" adı verilir. Kalay Kalay, Periyodik cetvelde atom numarası 50 olan elementtir. Simgesi Sn olup Latince "stannum" dan gelir. Gümüşümsü gri renktedir. Havada kolaylıkla okside olmaz, korozyona karşı dirençlidir. Bu özelliğinden ötürü diğer metallerin (korozyondan korumak amacıyla) kaplanmasında kullanılır. Tarihçesi MÖ 3000 yıllarına dayanır. Antik Mısır'da ve Mezopotamya'da bronz alaşımında kalay kullanılmıştır. Kalayın alfa-kalay ve beta-kalay olmak üzere başlıca iki allotropu vardır. Düşük sıcaklıklarda gri veya alfa-kalay kararlı olup, silisyum ve germanyuma benzeyen kübik kristal yapıdadır. 13,2 °C nin üzerinde ısıtıldığında beyaz veya beta-kalaya dönüşür. Beyaz kalay tetragonal kristalin yapıdadır. Soğutulduğunda yavaşça gri formuna dönüşür ki bu durum kalay hastalığı olarak bilinir. Bu dönüşüm, aluminyum ve çinko gibi empüritelerin (safsızlıkların) varlığından etkilenir ve antimon veya bizmut ilavesiyle önlenebilir. Kâfirûn suresi Kâfirûn Suresi, (Arapça: سورة الكافرون )Kur'an-ı Kerim'in 109. suresi. Mekke'de indiğine inanılır. 6 ayettir. İslamiyete göre kafir olan kişilerden söz ettiği için bu adı almıştır. Nas Suresi Nas Suresi (Arapça: سورة الناس) Kur'an'ın 114. ve son suresidir. 6 ayetten oluşur. Mekke'de indirildiğine inanılmakta olan sure iniş sırasına göre 21. suredir. Felak Suresi ile aynı konuyu işleyen sure, insanların ve İslam mitolojisinde insanlara bir takım zararlar verebileceklerine inanılan cinlerin kötülüğünden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Felak suresi ile birlikte muavvizeteyn (iki koruyucu) olarak anılmaktadır. Nas kelimesi çoğu çeviride insanlar olarak çevrilmiştir. Kimi çevirilerde ise halk olarak çevirisi yapılmıştır. Fakat son ayette hem 'cin' hem de 'nas' tan bahsetmesi itibarıyla nas kelimesini insanlar (çoğul) olarak çevrilmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca uygun görülmüştür. Bu surede ayet sonları sin (س) harfi ile bitmektedir. Zirr bin Hubeyş: Ubey bin Ka'b'a Felak ve Nas suresinin durumunu sordum. O da: "Resulullah'a sordum, kendisi: "Bana bu şekilde söylendi, ben de bu şekilde size söyledim" buyurdu. Biz de rasulullahın söylediği gibi söylüyoruz" dedi, demiştir." Felak Suresi Felak Suresi "(Arapça:" سورة الفلق , ")", Kur'an'ın 113. suresidir. Medine'de indirildiğine inanılan sure 5 ayetten oluşur. Nas Suresi ile birlikte bu iki sureye "Muavvizeteyn" (sığınma sureleri) denilir. İhlas Suresi İhlas Suresi "(Arapça:" سورة الإخلاص , ")", Kur'an'ın 112. suresidir. Mekke'de indirilmiş olan 4 ayetten oluşur. İhlâs Suresi, Kur'an'ın en kısa surelerinden biridir ve tevhid inancının en kısa ve öz ifadesi olarak kabul edilir. İhlas, samimi olmak, dine içtenlikle bağlanmak, esaslarını sırf Allah rızası için uygulamak anlamına gelir. Allah’a bu sûrede anlatıldığı şekilde inanan, tevhit inancını tam anlamıyla benimsemiş ihlâslı bir inanan olacağı için sûre bu adla anılmaktadır. Surede geçen Ahad ve Samed kelimeleri Arapça dil bilimi açısından üzerinde dikkat çekici kelimelerdir. Kelime karşılığı olarak Tercümelerde zorlama yorum ve dinsel ikincil anlamlar üzerinden tercümeler verilir. Kelimelerin günlük hayatta kullanım pratiği bulunmaz. Samed için yapılan tercüme/yorumlardan bazıları şöyledir; "Ahad" kelimesi de günlük yaşamda her
hangi bir nesneyi sayarken bir anlamında kullanılmaz, bu anlamı karşılayan kelime vahid kelimesidir. Samed kelimesi mezopotamyada akadların güneş tanrısı şamaş veya kenanlıların güneş tanrıçası olan şapaş ile benzer fonetiğe sahiptir ve muhtemelen aynı isimlerin farklı dil ve lehçelerdeki farklı telaffuzundan ibarettir. Bu ve benzeri durumdaki diğer isimler bazı analistler tarafından (tanrı veya tanrıçalara verilen isimlerin Allah'a atfedilmesi) tektanrıcılığa giden yolda değişik adımlar atılması olarak değerlendirilir. Aynı değerlendirmeler Mezopotamyadan Mısır'a kadar olan bölgelerde bir savaş tanrıçası olarak tapınılan anat ile ahad arasındaki fonetik benzerlikler için de yapılabilir. Nasr Suresi Nasr Suresi, Kur'an'da yer alan 110. suredir, toplam 3 ayettir. Kevser Suresi Kevser Suresi (Arapça: سورة الكوثر) Kur'an'ın 108. suresi. Kur’anda 3 ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser'den bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr (kurban kesmek) Suresi"dir. Surenin indiriliş sebebi üzerine üç rivayet bulunmaktadır: Bu sure, "Duha" ve "İnşirah" sureleri gibi peygamber Muhammed'e has, onunla ilgili olan bir suredir. Kevser Suresi'nde Allah, Mekkeli muhaliflerin hakaret ifade eden konuşmalarına karşı Muhammed’e Kevser’i verdiğini söyleyerek, buna karşılık dua ederek ve kurban keserek teşekkür etmesini istemektedir. Kureyş Suresi Kureyş Suresi (Arapça: سورة قريش), Kur'an'ın 106. suresidir. Kur'an'ın 30. cüzünde yer alır. Kureyş, Muhammed'in kabilesidir. Kureyş'e İslam öncesi dönemde verilen bazı imtiyazlardan bahsettiği için bu adı almıştır. Tîn sûresinden sonra Mekke'de indirildiğine inanılmakta olup, 4 âyettir. İslam inançlarına göre bu sûre Kureyş ve Allah'ın minneti hakkında inmiştir. Kureyş kabilesi, Araplarca kutsal sayılan Kâbe'nin bakımını ve gözetimini üstlendikleri için diğer Arap kabileleri onlara saygı gösterirlerdi. Özellikle Kâbe'yi yıkmaya gelen fil ordusunun inanılmaz şekilde felakete maruz kalarak Kâbe'yi yıkma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşliler kabileler arasında saygınlıklarını artırmışlardır. Kureyş suresinde Allah'ın onlara lütfettiği imkanlar hatırlatılmıştır ve Kâbe'ye vurgu yapılarak "Şu evin (Kabe'nin) Rabbine kulluk etsinler" buyrulmuştur. Fil Suresi Fil Suresi (Arapça: سورة الفيل ) Kur'an'ın 105. suresidir, 5 ayetten oluşur. Kabe'yi yıkmak isteyen Ebrehe'nin fillerle hücumunu konu edindiği için bu adı almıştır. Fil suresi, Kur’ân-ı Kerîm'de temas edilen ancak ayrıntıları efsane ve mitolojik kültüre dayalı anlatımlardan oluşan Fil Vakası isimli anlatıyla ilgilidir. Anlatıların tarihi değer taşıyıp taşımadığı ile ilgili tartışmalar bulunmakta, Yemen'den böyle bir hayvan ile Mekke'ye sefer yapılıp yapılamayacağı eleştiriler arasında yer almaktadır. Bazı tefsir yaklaşımları ise mitolojik Kur'an anlatılarını aklileştirme kapsamında Ebabil kuşlarının attığı taşları mikroplar olarak yorumlama eğilimindedirler. Fil Suresi'nin Arapça Yazılışı بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفِيلِ * اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فِى تَضْلِيلٍ * وَاَرْسَلَ عَلَيهِم طَيْرًا اَباَبِيلَ * تَرْمِيهِمْ بِحِجَارَةٍ مِنْ سِجِّيلٍ * فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ مَاْكُولٌ * Türk Harfleriyle Yazılışı Bismillahirrahmânirrahîm. * Elem tera keyfe fe'ale rabbüke biashâbilfîl * Elem yec'al keydehüm fî tadlîl * Ve ersele aleyhim tayran ebâbîl * Termîhim bihicâratin min siccîl * Fece'alehüm ke'asfin me'kûl. Türkçe Meali Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. * Görmedin mi Rabbin ne yaptı fil sahiplerine! * Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı.* Üzerlerine sürü sürü kuşlar saldı. * Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı. * Derken onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi. İngilizce Anlamı * Have you not considered, [O Muhammad], how your Lord dealt with the companions of the elephant . * Did He not make their plan into misguidance? * And He sent against them birds in flocks, * Striking them with stones of hard clay, * And He made them like eaten straw. Asr Suresi Asr suresi, (Arapça: سورة العصر ) Kur'an'ın Mekke'de indirildiğine inanılan, 3 ayetten oluşan, 103. suresidir. Asr, çağ, ikindi vakti veya uzun zaman anlamlarına gelebilen bir kelimedir. Surede kurtuluşun imana, iyi işler yapmaya hakkı ve sabrı tavsiye etmeye bağlı olduğu anlatılmıştır. Asr Suresi'nin Türkçe Meali (Diyanet Vakfı) Adiyat Suresi Adiyat Suresi "(Arapça:"سورة العاديات,")", Kur'an-ı Kerim'in 100. suresidir. Tamamıyla Mekke'de indirildiğine inanılmaktadır. 11 ayetten oluşmaktadır. İnşirah Suresi İnşirah Suresi (Arapça:سورة الشرح), Kur'an'ın 94. suresidir. 8 ayetten oluşan sure Mekke'de indirildiğine inanılmaktadır. Bu surenin okunması İslam inancına göre insanın sıkıntıların giderilmesini ve kalbinin ferahlamasını sağlar. Sure Muhammed'e verilen ferahlık ve yardımları belirtmektedir. Duha Suresi Duha Suresi, (Arapça:سورة الضحى) Kur'an'ın 11 ayetten oluşan 93. suresidir. Duha, kuşluk vakti anlamına gelir. Adını kuşluk vaktine yemin edilen ilk ayetten almıştır. İlgili rivayete göre Fecr suresinden sonra ayetlerin inişi bir müddet durduğuna inanılır. Bu süreçte Muhammed, Allah'ı darılttığını düşündü. Bu surenin inişiyle sessizlik sona erdi ve ayetlerin inişi Muhammed'in vefatına kadar düzenli olarak devam etti. Fecr Suresi Fecr Suresi (Arapça: سورة الفجر, Surat'ul Fecr), Kur'an'ın 89. suresidir. Fecr Suresi, 30 ayettir ve tamamı Mekke döneminde indirilmiştir. Adını, ilk ayetinde kendisi üzerine yemin edilen 'sabah aydınlığı' anlamındaki 'Fecr' sözcüğünden almıştır. Surede genel olarak Âd Kavmi, Semûd, İrem ve Firavun toplumları gibi eski kavimlere dair bazı kıssalar, insanın kötülüğe yönelmesi, bunun sonuçları ve ahiret anlatılmıştır. Gestapo Gestapo (Gizli Devlet Polisi), Nisan 1934'te Heinrich Himmler tarafından Reinhard Heydrich ve Heinrich Muller'e yetki verilerek kuruldu. Önemli Gestapo yöneticilerinden bir diğeri ise Hermann Göring'dir. İlk olarak Fırtına Birlikleri'nden (SA) ve Alman polisinden seçkin görülenler alındı. Sivil üniformayla polis birliklerinden ayrıldılar. İlk adı Geheime Polizei Amt yani GPA'dır ama bu ismin basit olduğu düşünülmüş olmalı ki, Gestapo olarak değiştirilmiştir. Açılımı, Die Geheime Staatpolizei'dır. II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 45.000 üyesi vardı. Ofislerine Gestapoleitstellen denirdi. Günümüzdeki istihbarat teşkilatları için örnek teşkil eder. Gestapo II. Dünya Savaşı sırasında önemli komutan ve generallerin korumalığını üstlenerek bir nevi askeri inzibat görevi yapmışlar, kimi zaman SS'lerle ortak çalışmışlardır. Gestapo ayrıca savaş sırasında Almanya'da bulunan Müttefik casuslarını yok etmek için de kullanılmıştır. Gestapo erleri genellikle önemli giriş kapılarına nöbetçi olarak bırakılırlardı; görevleri giriş kartlarını kontrol etmekti. Ayrıca toplama kamplarında aktif rol oynamışlardır. Savaş sonrası çoğu kaçmayı başarmış, yakalananlar savaş suçlusu sayılarak kurşuna dizilmiştir. II. Dünya Savaşı'nı anlatan filmlerde SS'lerle birlikte çokça boy gösterirler. Gestapoların bir diğer görevi de savaş ortamında olup bitenden habersiz halkı dolduruşa getirerek, onların düşman kuvvetlerine karşı sivil bir güç olarak kullanımını sağlamak idi. Metal Fırtına Metal Fırtına, Orkun Uçar ve Burak Turna tarafından yazılan, Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'ye saldırmasını konu alan politik kurgu tarzında 302 sayfalık bir romandır. Kapak tasarımı Kenan Özcan tarafından yapılmıştır. Yayınlandığında Türkiye'de en çok satan kitaplardan biri olmuştur. Bu dönemden sonra her iki yazar da bu seriyi kendileri devam ettirmişlerdir. Sinema ve televizyon hakları 2005 yılında Özen Film tarafından satın alınmıştır. İskilip İskilip, Çorum ili'ne bağlı bir ilçe ve bu ilçe merkezinin adıdır. Tarihsel bir coğrafyanın adı olarak da kullanılır. Tarihte verilen adları da; İskila, Blocium / Bloacium, Iskelib, İskelib, İmad (Direklibel)'dir. Osmanlı dönemi Kanuni sonrası batılı kaynaklarında özellikle Fransız kaynaklarında adı Esculape (Eskülap) olarak da anılmıştır. Tarihi olarak İskilip sözcüğü ilk kez Sümer destanlarından olan Gılgamış Destanında "iškila-bi" biçiminde yer almaktadır. Bölgeye yerleşimin Hititlerin Anadolu’ya gelmesine (MÖ 3000) uzandığı çeşitli kaynaklarda yer almakta olup erken dönem Hatti uygarlığının İskila kent yerleşme alanı olduğu düşünülür. Başkent Hattuşa’ya iki saat yakınlıkta olması bu tahmini güçlendirmektedir. Yivlik Kayası'ı üzerinde yer alan geometrik figür ve yivlerin bu dönemlerden kalma olabileceği iddia edilmektedir. Yine bu dönemde öne çıkan erken dönem yerleşim alanlarından Roma'lıların verdiği adla Itlus, Osmanlı'nın verdiği adla İmad - Direklibel'de tam olarak Yivlik kayası eteğinden çıkan bir akarsu yatağının oluşturduğu derenin Taybı Ovası'na karıştığı yere kurulmuştu. Elimizde olan bilgilere göre burası 15. ve 16. yüzyıla kadar önemli bir İskilip banliyösüydü. Ebussuud burada doğmuştu. Terkediliş tarihi kesin olmamakla birlikte 1509, 1514 ve 1543 yıllarında bu bölgede Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde olan büyük depremlerin birinde tümüyle yıkılmış olabileceğidir. Bunu destekleyen veride Ebussuud'un babası adına yaptırdığı mektep ve caminin yerinin İmad'da (günümüz adı Bağözü) olmayıp Meydan Mahallesine yapılmış olmasıdır. İskilip’in tarihi geçmişi yazılı kaynaklar bakımından MÖ700’e Paphlagonya devletine dayandırılmakla birlikte günümüzde tam olarak çözümlenememiş bir Hatti uygarlığınında merkezi olduğu kabul edilir. Ancak bölgeye yerleşimin Hititlerin Anadolu’ya gelmesine (MÖ 3000) uzandığı çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Hattuşa’ya iki saat yakınlıkta olması bu tahmini güçlendirmektedir. İlçede yaşadığı, bıraktıkları kalıntılarla resmen ispatlanan en eski millet Paphlogonlardır. Paphlagonlar Anadolu’ya MÖ1000’den sonra gelmiş, Hitit imparatorluğunun yıkılışından sonra bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmışlardır. Paflagonya - Demir Atlılar Ülkesi; Kastamonu, Çankırı, Amasya
, Samsun hattına hakim olmuştur. Eski çağda İskilip, Paflagonya adı verilen bir bölgenin ismi olarak MÖ 900-700'lerde anılmaya ve tanınmaya başladı, Homeros'un İlyada destanında ilk defa anılan ve eski Yunanca'da "Askilepiyon - Sağlık Tanrısı" ismiyle de antik çağda önemli bir yer olarak bilinen İskilip; ünlü gezginlerden Herodot ve Skymonos'un da ziyaret ettiği bir bölge olarak bilinir. Yine bu bölgenin eski haritalardaki sınırları kuzeyde Karadeniz, güneyde Aydos dağları, doğuda Kızılırmak ile Kızılrmak vadisinin doğu yamaçları ve batıda da Bartın Çayı ile sınırlanmıştır'". Paflagonya'nın coğrafi alanında, Karadeniz'e dökülen akarsuları takip eden benzer ve başka antik yerleşme yerleri de bulunmaktadır. Eski Yunan'dan Bizanslılar'a kadar uzanan tarihi dönem içerisinde büyük ticaret yollarının Karadenize ulaşmak için İskilip bölgesinden havalisinden geçmesi, geçerkende dört yol kavşağı olarak bilinen Sinop ve Alaca'nın arasındaki Boyabat ve İskilip'ten geçen önemli bir yol güzergahı üzerinde bulunduğu aşikardır. M.S 2. yüzyılın sonlarında bölge Pont (Pontus) hakimiyetine girmiş, ancak bu egemenlik uzun sürmemiştir. Paflagonya prenslerinin yardım talebi üzerine Roma 72.Lüks Ordusunu göndererek bölgeyi Pontlardan geri almıştır. Daha sonra bölgeyi esas sahipleriolan Paflagonlara geri vermemiş kendi topraklarına katmıştır. Roma döneminde İskilip önemini korumuş I. Justinianus tarafından Helenepontus eyaletine katılmış ve eyaletin üç önemli yerleşimden biri olmuştur. O dönemin en önemli ticaret yollarından biri olan Ankyra-Gangra yolunun önemli bir durağı olup; bu yol 2.Trajan tarafından yaptırılmıştır. İskilip ile birlikte Amasya ve Kalecik'ten de geçmektedir. Roma döneminde de İskilip, jeostratejik ve jeoekonomik önemini korumuş, Roma döneminin de seçkin yerleşim birimlerinden biri olarak bu medeniyet ile de kültür alışverişinde bulunarak 1000 yıla yakın ev sahipliği yapmıştır. İskilip’te Roma dönemine ait üç eser dikkati çekmektedir. Dördüncüsü mermer bir kitabe olup çarşıda özel bir alanda sergilenirken 1970'lerin sonunda çalınmıştır. İskilip'in Bizans'ta bulunan üç önemli şehirden birisi olduğu da eski çağ tarihçileri tarafından belirtilmiştir. Bölgede 1000 yıla yakın süren Bizans hakimiyeti Danişmentliler tarafından sona erdirilmiş, 1071 Malazgirt Zaferinden sonra 1075’te Anadolu Selçuklu Devleti'nin egemenliği altına girmiş, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli yerleşim yerlerinden biri olarak tarihsel sürecini devam ettirmiştir. Eski Romalılar'dan Bizanslılar'a kadar gelen İslamiyet öncesi dönem Selçuklular'ın Anadolu'ya yerleşmeleri ile son bulmuş ve tekrar İskilip adıyla anılmaya başlanmış ve müslümanlaşmıştır. Sultan Alparslan'ın 1071'deki Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'ya adım adım yerleşenlerce; Çorum, Tokat ve Osmancık Emir Danişmend Ahmet Gazi tarafından 1074'te fethedilmiş ve müslüman Türk hakimiyetine girmiştir. Zamanla diğer Türk boyları da bu bölgeye yerleşerek ve bölgede yaşayan halklarla karışarak bugünkü İskiliplilerin ataları olmuşlardır. Öte yandan bazı eserlerde İskilip'in Kıpçak - Tatar beyleri idaresinde Osmanlı dönemine kadar bulunduğunu kaydetmekle birlikte 13. yüzyılın başlarında zayıflayan Anadolu Selçukluları'nın idaresinden çıkarak Moğollar'ın hakimiyetine geçmiş ve rivayete göre bir kısım Tatar aşiretleri İskilip'e yerleşmişlerdir. Neticede İskilip her dönemde Türk milletine mensup çeşitli boyların yaşamış olduğu bir beldedir. Bölgelerde kalan gayri müslüm yerli halkın bir kısmı bu suretle yerlerine bırakarak Batı Anadolu'ya çekilmiş kalanlarda kayda değer bir siyasi ve kültürel varlık gösterememişlerdir. Bu sebeplerle İskilip'te Anadolu Selçukluları döneminden kalma eserlere rastlanamamakta buna bir diğer sebepte henüz yerleşik şehirleşmeye geçilememiş olması düşünülmektedir. İskilip Halk Kütüphanesindeki 1149 sayılı Tac-üt Tevarih isimli el yazmasının 152. sayfasında Selçuklular'ın Anadolu'daki yönetimlerinin son bulmasıyla İskilip Osmanlı idaresine geçmiş Ankara, Yozgat, Çankırı ve Kastamonu bölgeleri için Çorum ve İskilip'te Anadolu'ya ilk gelen Türkmenler'ce yurt ve mekân edinilmiştir. 1390 yılı sonlarında Yıldırım Bayezid Han tarafından Anadolu'da Kadı Burhanettin Beyliği'nin bir tehlike haline gelmesi, bir Anadolu harekatına girişilmesine sebep olmuş 1391'de alınan Kastamonu ile birlikte Candaroğulları Beyliği'nin bölgedeki hakimiyetine son verilmiştir. Osmancık ve Amasya'nın Osmanlı himayesine katılmasından sonra Kırkdilim'de yapılan bir çatışmada Şehzade Ertuğrul öldürülmüş. Savaş sonrasında Kadı Burhaneddin'in Moğollar'a Ankara, Kalecik, Sivrihisar ve İskilip'i yağma ettirmesinden sonra toparlanan Osmanlı kuvvetleri bu isyankar beyliğin hükümranlığına son vermiş; Kastamonu, Osmancık, Çorum, Amasya ve İskilip'te tamamen Osmanlı'ya bağlanmışlardır. Bu dönemin İskilip ve Anadolu tarihi açısından önemi oldukça fazladır. Kent tarihi açısından en büyük zorunlu dış göçler bu dönemde olmuştur. Kadı Burhaneddin'in baskınlarından yılan İskilip'lilerin çoğunluğu dağlara ve daha sonra geride dönemeyerek batıya, doğuya ve güneye doğru daha güvenli yerlişim alanlarına kadar göç etmişlerdir. Yapılan araştırmalarda günümüzde Ankara, Kayseri, Kastamonu, Kütahya, Balıkesir, Afyon, Aydın,Isparta taraflarına kadar gidilip yerleşilmiştir. 1395'ten sonra bir süre huzurun tesis edildiği İskilip ve havalisi. Yıldırım Bayezid Han ile Timur'un yaptığı 1402 Ankara Savaşı'nda Osmanlılar'ın yenilmesinden sonra Anadolu'da bozulan siyasi düzenden etkilenmiş ve bazı Tatar beylerinin Timur orduları tarafına geçmesinden sonra Yıldırım Bayezid Han'ın oğullarından Mehmet Çelebi'nin "eski düzeni" kurma çabaları küçüklü büyüklü birçok muharebenin de bu bölgede cereyan etmesine sebep teşkil etmiştir. Nihayet kesinleşen Osmanlı zaferlerinden sonra yapılan bazı yasal düzenlemelerle Timur ordularına destek verdikleri gerekçesiyle bazı Tatar beyleri ve aşiret mensuplarının Rumeli'ye nakledilmek suretiyle mecburi tehcire tabi tutuldukları rivayet edilmekte; Filibe'nin batısında bulunan Koniş bölgesindeki Tatar'larla mübadele edildiği sanılmaktadır. . "Küçük Kıyamet" adı verilen 1509 tarihinde meydana gelen depremle yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde idari olarak önceleri Kastamonu ilinin merkez liva' sına, 1890’da Amasya sancağı na, daha sonra Yozgat sancağı na, Ankara sancağı na ve şu an başlı bulunduğu Çorum sancağı na bağlanmıştır. Fatih'in Trabzon'u fethinden sonra oraya gönderilen müslüman aileler içerisinde İskilip'in de adı geçer ' 4- Cemaat-i İskilip 10 hane'. Evliya Çelebi, 17. yüzyıl ortalarında İskilip’e uğramış olup İskilip’in 150 akçelik Şerif kaza olduğunu, şehir teşkilatında Sipahi Kethüda yeri, yeniçeri serdarı, şehir subaşısı ve şehir kethüdası bulunduğunu ifade etmektedir. Kalesinin azametli ve muntazam, şehrin girişinin bağ ve bahçeli olduğu ve güzel evleri bulunduğunu yazmaktadır. Bilginleri ve ziyaret yerlerinin çok olduğu belirtilerek İskilip’li Muhittin Yavsi, Şeyhulislam Ebussuud ve Şeyh Musluhiddin-i Attar gibi alimleri övmektedir. 1849 yılında İskilip’e gelen ünlü seyyah Fransız V. Cuniet’in Paris’te 1894 yılında basılan La Turquie d’Asie isimli kitabında İskilip’ten şöyle bahseder: “Şehrin genel nüfusu 43.442 kişidir.Kent içinde 48 ortodoks ve 10.563 müslüman yaşamaktadır. Şehirde 108 cami, 6 tekke, 6 medrese, 1 konk belediye sarayı, 5 kütüphane, 1 pazar, 510 dükkân, 2 han, 4 hamam, 18 çeşme, 3 fıskiye, 18 tabakhane, 63 un değirmeni, 6 fırın, 10 kahve, yaklaşık 2000 konut, 1 mahkeme, 1 vergi dairesi, iç hizmetler telgraf istasyonu, posta şubesi, sayım bürosu bulunmaktadır.” Çağımız kimya sanayisi bağlamında yapay boya üretimi gelişmeden önceki dönemlerde İskilip'i Cehri üreticisi olarak görmekteyiz. Öyle ki kentte 20. yüzyılın başına kadar olan dönemde Cehriliği olmayana kız verilmediği vakıadır. Yapılan Osmanlı dönem tapu incelemelerinde de bu görülmüştür. Hemen her ailenin kendine ait bir cehriliği vardır. Diğer kökboya üretim malzemeleri açısından da oldukça zengin bir bitki örtüsü vardır. İskilip, Osmanlı'nın son elli yılında olan taht kavgaları nedeniyle sürekli sancak olarak değişik yerlere bağlanmıştır. Kastamonu Sancağına bağlı iken 1890 yılında Amasya Sancağı'na bağlanan İskilip kısa bir süre sonra Yozgat ve Ankara sancağına daha sonra da Osmancık ve Sungurlu ile birlikte Çorumlu Yedi Sekiz Hasan Paşa'nın takdire şayan gayretleri sayesinde 1894'te anadolunun parlayan yıldızı, ÇORUM'a bağlanmıştır. Cumhuriyet döneminde ise Çorum iline bağlı bir ilçe olarak günümüze kadar gelmiştir. İskilip, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda en fazla idari anlamda toprak kaybeden yerleşimdir. Osmanlı dönemi coğrafyasında İskilip'e ait olan birçok alan bugün Çankırı, Kastamonu ve merkez ilçe (Çorum)'a dahil edilmiştir. Yine idari anlamda içinde en çok ilçe çıkaran Türkiye'nin ilk ve tek ilçesidir. 1950'lerden günümüze üç adet ilçe çıkarılmıştır İskilip'ten; 1958'de Bayat, 1987'de Uğurludağ, 1990'da Oğuzlar. İskilipliler uzun yıllar bağlı olduğumuz merkez ilçemiz ÇORUM ve Ankara'da olmak üzere hep devlet kadrolarında yer almışlardır. İskilip, modern çağın kent gereksinimlerine uymayan özel bir coğrafi konumununda etkisiyle ekonomik faaliyetlerini 19. yüzyıl sonuna kadar sürdürdüğü gibi devam ettirememiş ve kentsel ticari avantajın coğrafi anlamda Çorum kent merkezine kaymasına neden olmuştur. Bunda Çorum kent merkezinin il yapılmasının yanında Ankara - Karadeniz ana yol güzergahına alınması da etken olmuştur. Asıl temel neden, iskilip'te gelişen yerli burjuvazinin yatırımlarını bölge dışına yapmalarıdır. Cumhuriyetin ilk 15 yılını kapsayan bir dönemde İskilip'in Kurtuluş Savaşı'nı izleyen süreçte yapılan değişimleri benimsediği görülmektedir. Atatürk ve İskilip'in bilinen tek ilişkisi Kastamonu dönüşü Çankırı'da olmuştur. Çankırı'ya Atatürk geldiği sırada bir İskilip Heyeti Atatürk’ü ille de İskilip’e götürmek istemiş. Atatürk: (Sevgili İskiliplilere teşekkürlerimi ve selamlarımı götürünüz. Gezimi uzatmaya imkân kalmadı. Başka
bir zamana...) dedi. Bu dönemde İskilip'in ülke genelinde yapılan Uçak bağışlama kampanyasına katılıp topladıkları parayla bir uçak alıp devlete verdiğini görüyoruz. İskilip'te bu dönemde öne çıkan bir isim olarak iki kez kaymakamlık yapan Baha Koldaş vardır. İlk Kızılırmak köprüsü Çorum merkez ilçe bağlantının kurulabilmesi amacıyla bu dönemde ahşap olarak yapılır. Baha Koldaş'ın döneminde İskilip okullarının cumhuriyet dönemine uyarlanması sürecinde de öne çıktığını görmekteyiz. İskilip de onu benimsemiş olacak ki milletvekili olarak o yıllardan 1950'li yıllara kadar seçilmesini sağlamış ve adını bir mahallesine vermiştir. Atatürk zamanında yeni Türkçe sözlük hazırlanması faaliyetleri kapsamında TDK tarafından yapılan çalışmlara dönemin kütüphane müdürü kanalıyla İskilip'ten 2000'den fazla Türkçe kelime verilmiş. Bu sözlük 1945 yılında yayımlanabilmiştir. Bunun dışında tarama ve derleme sözlüklerine de birçok türkçe kelime katkısı olmuştur bu dönemin. Bu dönemin İskilip odaklı kapalı ekonomik yapıya çok önemli zararları da olmuştur. Devletin yeni idari yapı oluşturulurken binlerce yıllardır İskilip'e ait coğrafi alanlar başta Çankırı, Kastamonu, Osmancık ve Merkez ilçe Çorum ile Sungurlu'ya bağlanarak bu bölge halkının pazar yönleri idari ihtiyaçları doğrultusunda yeni bağlandıkları idari birimlere yönlenmelerini de sağlamıştır. Elbette bunda merkezi devletin tasarruf gerekçeleri önemli rol oynamıştır. Cumhuriyetin ilk ortaokulu ancak Atatürk'ün ölümüne doğru faaliyete (1935) geçebilmiştir. İskilip okuma ve okullaşma bağlamında ancak 1970'lere doğru gelişme olmuştur. İskilip, İnönü sonrası Menderes dönemini ekonomik açıdan daha rahat geçirmeye başlamıştır. Gerçi bunda II. Dünya Savaşı sonrası şartlarında etkisi olmuştur. Esnafın daha çok kazandığı bir dönemdir de aynı zamanda. İskilip Lisesinin eğitime başlaması (1968). 1970'lerde yaşanan büyük sel neticesinde ağaçlandırma çalışmaları yapılmıştır. Halk Eğitim Merkezi'ne Metin Alkan'ın müdür olması ve ülke gündemine örnek rol model olan HEM çıkması. Kaymakamlık ve iki işyerinin topluca basılıp eşyaların dışarı atılıp yakılması olayı gerçekleşmiştir. İskilip'in güneye doğru kenti yönlendirmesi yeni konutların inşa edilmesi sonucu bağ ve bahçe kültürü yavaş yavaş yok olmaktadır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başbakanın da İskilip'e ziyareti söz konusudur. Sanayi sitesinin temeli atıldı. Günümüzde ayakkabı sanayi ve yem sanayinde faaliyet gösteren firmalar mevcuttur. Organik gıdaların Türkiye'de son yıllarda ön plana çıkması ile yıllardır doğal yollardan gıdalarını temin eden İskilip ve çevresinin önemi, büyük pazarlara da yakın olması ile gün geçtikçe artmaktadır. Özellikle bölgede yetişen çeltik, yüksek kalitedeki makarnalık buğday, kapari, sumak, yarpuz,dağ eriği ve üretimi evlerde tamamen doğal olarak üretilen pekmez, sirke, Kuşburnu perverdesi, turşusu aranan ürünler olmaktadır. Yine bölgenin en önemli üretimlerinden birisi olan kara üzüm, gerek şarap üretimi için gerekse tüketim için aran ütümdür. Sağlık Meslek lisesi, Anadolu Lisesi, Yatılı Bölge Okulu ve yüksek okul günümüzde faaliyetlerini sürdürüyor.. İskilip'in yazılı tarih açısından belgelenen ilk nüfus bilgileri 1576 yılına aittir. Ankara, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı Kadime Arşivi’nde bulunan 38 numaralı Çorum Mufassal Tahrir Defteri kaynak alınarak, İskilip'in XVI. yüzyıldaki kişi ve yer adları üzerinde tarihçi Prof. Dr. Yılmaz Kurt bir çalışmasında durmuştur. 1576 yılında İskilip şehir merkezindeki 11 mahallede yaşayan toplam 1072 nefer Müslim vergi nüfusunun 597’si evli, 475’i bekardır. Aynı çalışmada, kırsal yerleşmelerde tespit edilmiş 8162 vergi vermekte olan erkek nüfus belirtilmiştir. Elde edilen veriler ışığında bu dönemde kent ve kırsal toplam nüfusun 46.210 olduğu tahmin edilmektedir. İskilip bakır çağından, Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemine kadar önemli kentlerinden birisi olmakla birlikte bu önemini 20. yüzyılın başında yitirmiştir. Bu önem azalışı ilçe merkezi ekseninde oluşan nüfus daralması ile gözlemlenmektedir. 1970 yılında UNESCO adına Amerikalı Iris Kapil tarafından yapılan toplumbilimsel bir çalışmanın (Ankara merkezli) başlangıçta nesnesi iken sonuçta öznelerinden birisi olmuştur. Bu çalışmanın ikincisi 1985 yılında Prof. Dr. Melih Eroğlu tarafından yapılmıştır. İki toplumbilim alan çalışması verileri irdelendiğinde Türkiye nüfusunun %1.5- 2 arasında bir oranı köken olarak İskilip çıkışlı olduğu tespit edilmiştir. Oysa 2007 yılı nüfus verilerine göre ülke nüfusunun ancak %0,5 kadarı İskilip merkezli olarak ikamet etmektedirler. İskilip'te yerleşik olan nüfusun yaklaşık olarak 30 kattan fazlası ülkenin değişik kentlerinde ve yurt dışında yaşamaktadırlar. Yirminci yüzyıla kadar İskilip ülkesinin o zamanki dünyanın iktisadi gerekleri ile uyumlu ve entegre olarak varlığını sürdürürken Cumhuriyet Dönemi ile bu dışa açık yapısını kaybetmiştir. Dünya ile entegre yapıdan uzaklaşmak İskilip'i kapalı ekonomik bir yapıya dönüştürürken dışarıya doğru çok yoğun ve hızlı bir nüfus göçüne zorlamıştır. Kapalı ekonomik yapı İskilip'i hızla fakirleştirmiş ve Cumhuriyet Dönemi'nin sıradan görünümlü bir yerleşim birimine dönüştürmüştür. 1831 yılına ait veriler üzerinden İskilip ile İstanbul ve Bursa nüfusunu tarihsel süreç içerisinde kıyaslarsak son iki yüz yıl içerisinde değişim ve dönüşümün oranını ve boyutunu anlamak daha kolay olacaktır. 19. yüzyılın başında İstanbul nüfusu 200.000 kişi iken İskilip 11.450 civarındadır. Arada 20 katı bir oran vardı oysa 21. yüzyılın başında bu oran 600 katına ulaşmıştır. Arada oluşan bu korkunç sayılabilecek oransal değişim ve dönüşümde İskilip'in nereden nereye geldiğini anlamak için önemli bir veridir. İstanbul'un nüfusunun ülke ekonomisinin sağlıksız ve eşitliksiz gelişimin sosyolojik bir sonucu olduğu ortada olmakla birlikte aynı oranda İskilip nüfusu da artmış olsaydı 600.000 kadar kent merkezli bir nüfusunun olması gerekirdi. Köyler ile birlikte bu nüfusun bir milyondan fazla olacağı da ortadadır. 1831 yılında İskilip merkezinin nüfusu o yılın Bursa merkezinde yer alan müslüman nüfusundan daha fazladır. İskilip 11.450 kişilik bir nüfusa sahipken Bursa 10.552 kişi (müslüman olmayanlarla birlikte toplam 16.138). Burdur'un 8.505. Çankırı 12.205 (köyleri dahil) 1945 yılında dönemin Çorum valisince Haremi ile ırmak arasında kalan (Dedesli ovası doğu ucu) köylerde Çorum merkez ilçeye bağlanarak kırsal nüfusun önemli oranda azalması sağlanmış ve bunun uzun yıllar sürecek önemli sosyo ekonomik kayıpları da olmuştur. 1927 yılı ile 2007 yılı arasında İskilip kent ve kırsal alanı arasında nüfus değişimi kent lehine olmuştur. 1927 yılında nüfusun %80.8'i kırsal alanda %19.8'i ise kent merkezinde yaşamakatadır. 2007 yılında ise bu oran kırsal alan için %51.1, kentsel alanda ise %48.9 oranında olmuştur. 80 yıllık süreçte İskilip kırsal ve kent nüfusu arasında kırsal lehine olan nüfus dönüşerek kent merkezi lehine oluşmuştur. Son yirmi yılın nüfus verileri temel alınarak geleceği yönelik yapılan kestirimlerde 2100 yılında kırsal nüfusun 3000 (%9) civarına ineceği kent nüfusununda 30.000'in (%81) üzerine çıkacağı öngörülmektedir. 2007 yılında İskilip bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; belde ve bucak yok, 64 köy ve merkezde 14 mahalleden oluşmaktadır. Köylere bağlı 93 mahalle ve 18 çiftlik olmak üzere toplam 177 devamlı yerleşme bulunmaktadır. Anadolunun en eski yerleşim alanlarından birisidir. Çorum'a 55 km. uzaklıkta olup, Çorum-Kastamonu arasında bulunmaktadır. Yüzölçümü 1.187 km. karedir. Deniz seviyesinden 720 mt. yükseklikte bulunmaktadır. Nüfus yoğunluğu yüzde 45 olup, 51.855 nüfusa sahiptir. Bu nüfusun 19.709 İlçe merkezinde, 32.146 sı İskilip İlçesine bağlı yerleşim alanlarında yaşamaktadır. İskilip, kent merkezinde 14 mahalle bulunmaktadır. İskilip ilçesinin ekonomisi tarım ve ticarete dayanmaktadır. 267,5 km. karesinde hububat, 90.5 km. karesinde baklagiller, yem bitkileri ve sanayi bitkileri ve diğer tarım ürünleri yetiştirilir. İskilip ilçe topraklarının 460 kilometre karesini ormanlar kaplar. İskilip ilçesinin içerisinden geçen Meydan çayı diğer birkaç derenin suyunu alarak Kızılırmak'a dökülür. Kızılırmak, İskilip - Uğurludağ ve İskilip-Merkez ilçe sınırını teşkil eder. İklim olarak ılıman karasal iklime sahiptir. Kışlar bol yağışlıdır. Yazlar sıcak ve nispeten kurak. Teke Dağı 1700 metre ile en yüksek dağıdır. Kayın, meşe, karaçam, sarıçam, kavak, gürgen, kestane, köknar, ıhlamur, kiraz, kızılcık, ceviz, ahlat, alıç, dut gibi ağaç türleri ilçe topraklarında yetişir. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Ordu Ziraat Fakultesi öğretim üyelerinden Prof.Dr.Turan Karadeniz'in yapıtığı çalışmalar ve tespit ettiği veriler ışığında; “İskilip’in tarım arazisi en az 30 vadiden oluşmakta ve yaklaşık 300 bin ceviz ağacı yetişmektedir. İskilip cevizleri, kızılcıkları, elma ve armutlarının seleksiyon (mevcut popilasyon üzerinden üstün özelikte olanları öne çıkarmak) çalışmalar çok yönlü sürdürülüyor". İskilip, mikro klima iklim özelliği nedeni ile ceviz üretimi için en uygun coğrafya koşullarına sahip. İskilip’in mevcut ceviz türlerinin bulunduğu yükseklik 700 ile bin 100 metre aralığında olduğu, bu aralığa uygun ceviz tiplerinin bulunduğu, dolayısıyla birbirinden farklı çok sayıda kıymetli tiplerin bu geniş yükselti aralığına uyumlu olduğu görülmüştür. "Ceviz", çok nemli hava iklimini sevmediği gibi çok da soğuk kış ve bahar ikliminden de hoşlanmamaktadır. Batı Karadeniz'in İç Anadolu'ya geçiş kuşağında bulunan İskilip ekolojisi ne nemli, nede İç Anadolu'nun step iklimi gibi sert iklimine sahiptir. Bu da İskilip'in ceviz üretimi için son derece uygun bir ekolojiye sahip olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca İskilip'te yöreye özgü 20 çeşidin üzerinde üzüm çeşidi tespit edilmiştir. Ayrıca, İskilip'te yöreye özgü 40'a yakın elma, 30'dan fazla armut, 10 civarında ceviz çeşidinin genetik yapılarının farklılığı uzmanlarca tespiti yapılmıştır. İskilip ayvasının bir zamanlar önemli bir ihraç ürünü idi. Meyvecil
ik potansiyelinin geliştirilmesi ve kapama bahçeleri, damla sulama sistemleri ile İskilip tarımının giderek kalkınacağı aşikardır. İklim Verileri Jeolojik yapısında iki ana kütle kayaç grubu göze çarpar. Bunlardan birincisi; metamorfik seri (başkalaşmış kayaçlar), ikincisi ise Tortul Kütleler dir. Bölge asıl jeolojik karakterini 3. jeolojik zamanın sonları ile 4. jeolojik zamanda meydana gelen oluşumlar meydana getirmektedir. Alp - Himalaya dağ oluşumu (orojenezi) olarak bilinen sistem içerisinde yer alan Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde yer almaktadır. Toy, İskilip'in en özel kuşlarından birisi olup tarihte İskilipliler bu kuşun yaşadığı yerlerden bir tanesine köylerini kurup adına da Toyhana (Toy evi) demişlerdir. İskilip'in ovalarında, yaylalarında ve dağlarında tespit edilen kuş türleri: Küçük Ak Balıkçıl (Egretta garzetta), Gri Balıkçıl (Ardea cinerea), Leylek (Ciconia ciconia), Kara Leylek (Ciconia nigra), Küçük Akbaba (Neophron percnopterus), Kaya Kartalı (Aquila chrysaetos), Yılan Kartalı (Circaetus gallicus), Kara Çaylak (Milvus migrans), Şahin (Buteo buteo), Kızıl Şahin (Buteo rufinus), Gökdoğan (Falco peregrinus), Kınalı Keklik (Alectoris chukar), Bıldırcın (Coturnix coturnix), Dövüşken Kuş (Philomachus pugnax), Kaya Güvercini (Columba livia), Florya (Carduelis chloris), İbibik (Upupa epops), Kumru (Streptopelia decaocto), Tahtalı (Columba palumbus), Guguk (Cuculus canorus), Kukumav (Athene noctua), Ebabil (Apodidae), Ak Karınlı Sağan (Apus melba), Alaca Ağaçkakan (Dendrocopos syriacus), Boyun Çeviren (Jynx torquilla), Tarlakuşu (Alauda arvensis), Tepeli Toygar (Galerida cristata), Bozkır Toygar (Calandrella brachydactyla), Boğmaklı Toygar (Melanocorypha calandra), Sarı Kuyruk Sallayan (Motacilla flava), Dağ Kuyruk Sallayan (Motacilla cinerea), Ak Kuyruk Sallayan (Motacilla alba), Kızılgerdan (Erithacus rubecula), Bülbül (Luscinia megarhynchos), Taş Bülbülü (Irania gutturalis), Kara Kızılkuyruk (Phoenicurus ochruros), Kuyrukkakan (Oenanthe oenanthe), Kara Kulaklı Kuyrukkakan (Oenanthe hispanica), Taşkuşu (Saxicola torquata), Ökse Ardıcı (Turdus viscivorus), Karatavuk (Turdus merula), Ak Gerdanlı Ötleğen (Sylvia communis), Saz Bülbülü (Acrocephalus scirpaceus), Söğüt Bülbülü (Phylloscopus trochilus), Kara Sinekkapan (Ficedula hypoleuca), Benekli Sinekkapan (Muscicapa striata), Büyük Baştankara (Parus major), Çam Baştankarası (Parus ater), Sıvacı Kuşu (Sitta europaea), Kızıl Sırtlı Örümcek Kuşu (Lanius collurio), Kara Alınlı Örümcek Kuşu (Lanius minor), Saksağan (Pica pica), Alakarga (Garrulus glandarius), Küçük Karga (Corvus monedula), Ekin Kargası (Corvus frugilegus), Leş Kargası (Corvus corone), Kuzgun (Corvus corax), Sığırcık (Sturnus vulgaris), Sarı Asma (Oriolus oriolus), Ev Serçesi (Passer domesticus), Ağaç serçesi (Passer montanus) Kaya serçesi (Petronia petronia), İspinoz (Fringilla coelebs), Ketenkuşu (Carduelis cannabina), Saka (Carduelis carduelis), Kocabaş (Coccothraustes coccothraustes), Küçük İskete (Serinus serinus), Karabaşlı Kiraz Kuşu (Emberiza melanocephala), Tarla Kiraz Kuşu (Miliaria calandra), Turna (Grus grus), Yeşilbaş (Anas platyrhynchos), Kızılkuyruk (Phoenicurus phoenicurus), Uzun Bacak (Himantopus himantopus), Su Çulluğu (Gallinago gallinago), Toy kuşu (Otis tarda). Çorum ilinde kütüphane kültürü İskilip (1258 yılında) ve Çorum (1756 yılında) şehirleri haricinde yeni olup tümüyle cumhuriyet dönemine ait olumlu gelişmelerdir. İskilip ve Çorum dışında bulunan yerleşimlerde kütüphane/kitap kültürünün oluşması ve gelişmesi tümüyle cumhuriyet döneminin olumlu yansımaları olup il tarihinde öne çıkan önemli tarihsel gelişmelerdir. İskilip kütüphanelerinin esası Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı dönemi vakıf kütüphanelerine dayanmaktadır. İskilip'in kültürel olarak oldukça önemli bir yerleşme olduğunu belgeleyen tarihi belgelerden birisi de 1897 yılına ait Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin Bin Üçyüz Onüç Senesine Mahsus İstatistik-i Umumîsi'dir; İskilip'in bağlı bulunduğu Ankara Vilayeti genelinde toplam 18 kütüphane olduğu görülür. O tarihte Ankara vilayetine bağlı olan sancaklara (il) bakarsak sırasıyla; Ankara, Çorum, Kayseri, Kırşehir, Yozgat sancakları ve bu sancaklara bağlı olan kazalardan (ilçe) oluşmaktadır. 1897 yılında İskilip'te 6 adet kütüphanenin varlığı önemli olmaktadır. O tarihte adı sayılan tüm bu coğrafya da bulunan kütüphanelerin sadece üçte biri (%33) yalnızca İskilip'te bulunmaktadır. İskilip Kütüphanesi yakın coğrafyasında bilinen en eski kütüphane olup; 1258 yılında kurulan "Hacebey", 1272 yılında "Cece Bey", 1476 yılında "Şeyh Habib", 1480 yılında kurulan sonra dan adı Ebusuud olan; 1730 yılında "Hocazade" ile 1818 yılında kurulan "Terzi Bekir Ağa" ve 1841 yılında kurulan "Camii Kebir" kütüphanelerinin 1924 yılında kanun ile 1272 yılında vakfedilerek kurulan Cece Bey Medresesi kütüphanesinde toplanarak tek kütüphane çatısı altında faaliyete geçirilerek oluşturulmuştur. Kuruluşlarından cumhuriyete kadar varlıklarını sürdürebilmeleri açısından ilin en eski kütüphanesi olduğu gibi Türkiyeninde en eski kütüphanelerindendir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra 1924 yılında çıkan "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" adlı devrim kanunu ile devlet sahipliğinde kamu adına yeniden açılması ile günümüzdeki yapıya kavuştu. Cumhuriyetin ilk yıllarında İskilip genelinde yaşanan devlete karşı duyulan güvensizlik sonucu birçok el yazması ve taş baskısı kitaplardan oluşan ev kitaplıklarının sahiplerince yakılarak ya da bahçelere açılan derin çukurlara gömülerek ortadan kaldırıldığı da tarihsel ve üzücü bir gerçekliktir. Halktan toplanan kitapların bir kısmının devlete gelir elde üzere hurda kâğıt olarak yurt dışına devletçe satılmış olması da bu dönemki güvensizliğin oluşmasında öne çıkmaktadır. İskilip Halk Kütüphanesinde tarihi değeri olan 1443 adet Arapça alfabesinde yazılmış taş baskı basılı kitap ve 529 adet el yazması kitap ile 2006 yılında 38.046 adet toplam kitap vardır. 1999 yılında ise 32.203 kitap bulunmaktaydı. İskilip Halk Kütüphanesinde 1996 yılında yaşlılar için özel okuma salonu kütüphane müdürü Metin Kalyoncu tarafından hizmete açılmış olup bu salon Türkiye genelinde gerçekleştirilen ilk uygulamadır. Kütüphane 1924 yılından bu yana üç değişik yerde hizmette bulunarak günümüzde bulunan yere taşınarak kendisine ait özel binasında faaliyetlerini sürdürmektedir. İskilip türküleri 1939 yılında Muzaffer Sarısözen ve arkadaşlarınca yerinde derlenip taş plaklara kayıt alınmıştır. Kasap Mustafa Çarkacı'dan çok sayıda İskilip türküsü derlenmiştir. İskilip mutfağının kökeninde salça yoktur. Salça; İskilip Mutfağına Osmanlı Devletinin bir savaş ya da benzeri bir durumda esir aldığı bir grup yabancıyı zorunlu olarak İskilip'te esir kampında ikamet ettirdiği yıllarda İskilip'liler bu esirlerin hanımlarından 1875 -1877 yılları arasında öğrenmişledir. Bu tarihe kadar İskilip Mutfağında topalak (domates) turşularda ve yemeklerde yeşil olarak kullanılmaktaydı. Bu tarihe kadar İskilipliler kızaran domatesleri çürüdü diye çöpe atarlarmış. Yemek kültürü ve etnoloji ile yemek isimlerinin etimolojisi açısından birçok yemeğin ve yiyeceğin kökeni İskilip olarak karşımıza çıkar. İskilip'te tek bir kelime ile adlandırılan birçok yemek diğer anadolu yerleşimlerinde ve günümüzde en az iki kelimeyle adlandırılmaktadır. Anadolu uygarlıklarına ve dünyaya bu kadar yemek ve yiyecek kültürü aktaran bir yerleşim alanının elbette ki tarihsel kökenleri yazılı tarihin çok öncesi olan tarım çağına kadar gidebilmektedir. Hala günümüzde bile islami motiflerin arasında yapılışı ve sunuluşuyla kendini öne çıkaran İskilip dolması uygarlığının bir zirve ürünüdür. İskilip mutfağının kökeninin Orta Asya bozkır mutfak kültürüne kadar gittiği yemeklerin yapılış ve sunum şekillerindende anlaşılmaktadır. Özellikle İskilip Dolmasının yapımında kullanılan kazan, saçayağı, kepçe ve sunumunda kullanılan lengerler bu yemeğin yapılış ve sunum itibarı ile tamamen bir toy yemeği olduğunun delilidir. Özünde de İskilip Dolması 5-10 kişiye yapılacak bir yemek değildir. İskilip'te belediye teşkilatı ilk kez Osmanlı döneminde 1872 yılında kurulmuş olup Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne miras kalan 389 adet belediye teşikilatından bir tanesidir. Seçildikleri yahut da atandıkları yıllara göre belediye başkanları, oy oranları ve siyasi partileri: Cumhuriyet Öncesi: [[Kategori:İskilip| ]] I. Kılıç Arslan I. Kılıç Arslan ya da Kılıçarslan (Arap alfabesiyle: قلج أرسلان‎) (1079 - 13 Temmuz 1107), Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın oğlu ve ikinci Türkiye Selçuklu Sultanı'dır. I. Haçlı Seferi’nde mağlup olup başkent İznik’i Bizans’a teslim etmek zorunda kaldıktan sonra 1101 Haçlı Seferi’nde üç ayrı Haçlı ordusuna karşı kazandığı başarılarla Haçlı hareketini durdurmuş; İstanbul’dan Suriye’ye giden yolun hem Bizans hem de Haçlı ordularına kapanmasını sağlamıştır. Kılıç Arslan, Haçlılarla yaptığı mücadelelerin yanı sıra Anadolu’da yaptığı seferlerle devletinin rakibi Danişmendli Beyliği’nin nüfuzunu kırmak için çalıştı; Son döneminde Malatya'yı merkez yaparak devleti Doğu Anadolu'nun en güçlü devleti haline getirdi. Dedesi Kutalmış’tan beri süregelen Büyük Selçuklu tahtını ele geçirme çabasını sürdürerek Musul'u ele geçirdi. Burada Büyük Selçuklu hükümdarı adına okunan hutbeyi kendi adına çevirterek Büyük Selçuklu tahtına adaylığını gösterdi. Genç yaşta ölümü ile Haçlılar’a karşı yürütülen mücadele ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasi birliği zaafa uğramış, Anadolu Selçukluları fetret devri içine girmiştir. Doğum tarihi ve yeri kesin olarak bilinmez. Babası, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır. Adı Bizans kaynaklarında “"Klitziasthlas"” olarak geçer; Latin kroniklerinde babasının adıyla ("Soliman") zikredilir. Babası Süleyman Şah'ın 1086 yılında Suriye seferinde sırada Antakya’da bulunan Kılıç Arslan, babasının Melik Tutuş’la mücadelesi sırasında ölümü üzerine Vezir Hasan b. Tâhir’in koruması altında Antakya’da kalmış; 1087 ilkbaharında A
ntakya’ya gelen Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah'ın emriyle İsfahan’a gönderilerek orada göz hapsinde tutulmuştur. Kılıç Arslan, Sultan Melikşah'ın 1092 yılında vefatından sonra kardeşi Kulan Arslan ile birlikte Anadolu’ya döndü. Kimi kaynaklara göre Melikşah'ın ölümünden sonra meydana gelen taht kavgaları sırasında ortaya çıkan karışıklıktan yararlanarak kaçmışlar; kimi kaynaklara göre Büyük Selçuklu tahtına çıkan Sultan Berkyaruk’un izni ile Anadolu'ya geçebilmişlerdir. Topladığı kuvvetlerle 1093 yılı başlarında İznik'e geldi. Babasının ölümünden sonra şehri elinde tutan İznik valisi Ebu'l-Kasım, iktidarı saltanat ailesinin varislerine teslim etti. Böylece Kılıç Arslan babasının tahtına çıkarak Sultan unvanını aldı. İznik' te yönetimi ele alan Kılıç Arslan, bir taraftan babası Süleyman Şah'ın ölümünden beri dağılmış bulunan Devletin birliğini kurmaya çalışırken, bir taraftan da Bizans'a karşı sürdürülen mücadeleyi devam ettirme taraftarıydı. İlk önce İznik’i kuşatmış olan Bizans ordusunu geri çekilmek zorunda bıraktı. Daha önce Bizans tarafından ele geçirilen topraklar yeniden almaya çalışıldıysa da başarılı olamadı. Yıllardan beri Bizans'a karşı savaşan İzmir Beyi Çaka Bey'le Bizans’a karşı ortak harekete geçmek istedi. Çaka Bey’in kızı ile evlenerek onunla akrabalık kurdu. Bizans İmparatorluğu'nun bölgedeki baskısını kırmak amacıyla “"İlhan"” unvanını taşıyan başkumandanı Muhammed'i bir Selçuklu birliğinin başında Marmara'nın güney kıyılarında Bizans'ın elindeki şehir ve kaleleri ele geçirmek üzere bu yörelere yolladı. Muhammed'in Kyzikos ile Apolyont doğusunda yer alan Apollonias şehirlerini ele geçirmeyi başardı ancak bir süre sonra bu şehirler Bizans kuvvetleri tarafından geri alınınca Bizans'a karşı düzenlenen ilk sefer sonuçsuz kaldı. Bu sıralarda kayınpederi Çaka Bey, Bizans’ın elindeki Adramytteion (Edremit) kentini ele geçirip Abydos'u kuşattı. Bizans imparatoru I. Aleksios, Kılıç Arslan’ı Çaka Bey’e karşı kışkırtarak kendisine karşı ortak hareket etmelerini önlemeye çalışmıştır. Çaka Bey'in gittikçe güçlenmesini kendisi açısından endişe verici bulan Kılıç Arslan, Bizans ile anlaşarak Çaka Bey üzerine yürüdü. Yeteri kadar askeri gücü bulunmayan Çaka Bey Sultan ile anlaşmak amacıyla onun yanına gitti. Kılıç Arslan kayınpederini güler yüzle karşılamış ancak daha sonra onu öldürtmüştür. Çaka Bey'in ölümünden sonra Kılıç Arslan ve imparator I. Aleksios aralarında varmış oldukları anlaşmanın devam etmesine karar verdiler. Ancak bu barış dönemi kısa sürmüş olup, Türkler Bitinya bölgesindeki Bizans topraklarına akınlar düzenlemeye başladı. Balkanlarda Kumanlarla savaşmakta olan İmparator, bu savaşı bitirdikten sonra Türk akınlarına karşı Sapanca gölünün güneyinden İzmit körfezine uzanan bir kanal kazdırıp içini su ile doldurarak Türklerin İzmit çevresine girmesini engellemek istedi. Fakat bu projeyi tamamlamadan Mayıs 1096’da Haçlı Kuvvetlerinin Tuna’yı aşarak İmparatorluk topraklarına girdiğini öğrendi. Haçlı Seferlerine çıkan ilk ordu Keşiş Pierre L'Ermite'in idaresinde toplanmış Fransız, Alman, İtalyan ve diğer milletlerden oluşan disiplinsiz bir kitleydi. 1 Ağustos 1096'da İstanbul'a varan bu ordu hemen Boğaz'dan Anadolu'ya geçirilerek Yalova yakınlarındaki Kibotos karargâhına yerleştirildi. Haçlılar böylece Türkiye Selçuklu Devleti'nin sınırına ulaşarak yağma akınları yapmaya başladı. İmparator I. Aleksios’la, Bizans’ın kendilerine sağlayacağı yardıma karşılık Anadolu’da ele geçirecekleri yerleri bu devlete bırakacakları hususunda bir anlaşma yapan Haçlılar, Selçuklu başkenti İznik yakınlarına kadar ilerleyerek buradaki köyleri yağmaladılar. Eylül ayı sonlarına doğru 6.000 kişilik Alman-İtalyan birliği İznik civarındaki Kserigordon adında bir kaleyi ele geçirdiğini öğrenen Sultan Kılıç Arslan bir ordu göndererek kaleyi geri aldı. Selçuklu karşısında alınan bu mağlubiyetin intikamını almak üzere yaklaşık 20.000 kişiden oluşan Haçlı ordusu Kibitos'tan ayrılarak İznik üzerine yürüdü. Düşmanı karşılamak üzere yola çıkan Selçuklu ordusu "Drakon" ("Kırkgeçit") adlı köyde yapılan savaşta galip gelerek Haçlı karargahını da ele geçirdi. Keşiş Pierre L'Ermite'in ordusuna karşı kazanılan başarı, Kılıç Arslan'ın Haçlılar'ı küçümsemesine yol açtı. Haçlıların İznik'e kadar ilerleyemeyeceğini ve ülkesi için bir tehdit olamayacağını düşünerek Kardeşi Kulan Arslan’ı yerine vekil bırakıp Ermeni Gabriel'in kontrolündeki Malatya üzerine yürüdü; Eski bir Bizans valisi olan Ermeni Gabriel, daha sonra Türk beylerinin hakimiyetini tanıyarak hakimiyetini korumuştu. Kılıç Arslan, Orta Anadolu’da güçlü bir devlet haline gelen Selçukluların rakibi Danişmendliler’in genişlemesini engellemek ve babasının ölümüne neden olan Suriye Selçuk Meliki Tutuş’u ortadan kaldırmak için bu sefere çıkmıştı. Malatya'yı günlerce kuşatmasına rağmen sağlam şehir surlarını geçemeyen Kılıç Arslan, bu sırada çok büyük ve askeri gücü yüksek bir Haçlı ordusunun İstanbul'dan Anadolu'ya geçerek İznik üzerine hareket ettiğini haber alınca kuşatmayı kaldırdı ve İznik'e dönmek için yola çıktı. Bundan sonra I. Kılıç Arslan uzun süre Haçlılar ile mücadele etmek zorunda kalmış ve 1105 yılına kadar yaklaşık on yıl doğuya karşı bir harekette bulunamamıştır. Kılıç Arslan Mayıs ayı sonunda, 30 günden fazla süren bir yürüyüşten sonra İznik önlerine varabildi. Mayıs sonlarına doğru İznik’e ulaştığında Haçlı orduları şehri kuşatma altına almışlardı ve gönderdiği öncü birliği de başarılı olamamıştı. Daha sonra da bizzat Kılıç Arslan hücuma geçtiyse de Haçlılar’ın sayıca üstünlüğü yüzünden kuşatmayı yaramadı ve geri çekildi. İmparator I. Aleksios’un Haçlılar’la birlik olduğunu, onun tarafından İznik gölüne gönderilen gemilerle kendilerine gelecek yardım yolunun kapandığını ve Haçlılar’ın yeni aldıkları takviye birlikleriyle bir hücuma hazırlandığını gören Türkler, Bizans Kumandanı Manuel Butumites’le anlaşarak şehri ona teslim ettiler. Selçuklu Devleti, böylece Başkentini kaybetti. Kılıç Arslan’ın eşi ve çocukları İstanbul’a götürüldü. Bizans İmparatoru Selçuklu esirlerine çok iyi muamele yapmış; onları fidye karşılığı serbest bırakmıştır. Kılıç Arslan’ın eşi ve çocukları ise fidye almaksızın serbest bırakıldı. Kılıç Arslan ordusuyla İznik önünden çekildikten sonra Anadolu'daki Türk kuvvetlerini toplamaya çalıştı. Danişmendli Gümüştekin ile Kayseri Selçuklu Beyi Hasan'ı (Kılıç Arslan'ın kardeşi Kulan Arslan'ın oğlu olduğu söylenir)yardımına çağırdı. Haçlı ordusu tam Eskişehir ovasına çıkmakta iken 1 Temmuz günü onlara hücum edip Haçlıların Dorileon Muharebesi (1097) diye andıkları bir baskın muharebesine girişti. Haçlılar bu muharebedeki Selçuklu gücünü gayet abartmaktadırlar; ama son araştırmalara göre I. Kılıç Arslan gücünün 6.000-7.000 kişilik bir hafif süvari birliği olduğu kabul edilmektedir. Bu muharebede ana harp gücü zırhlı ağır süvari şövalyelerinden oluşan Haçlı ordusu galip geldi. Bütün gün süren savaşın ardından gece olunca sultan ordusunu daha fazla yıpratmadan geri çekmeye karar verdi. Bu mağlubiyetten sonra I. Kılıç Arslan Haçlıların en çabuk bir şekilde Anadolu'dan geçmesine izin vermeyi ve onlarla doğrudan doğruya çatışmaya girişmemeyi tercih etti. Anadolu'da ilerleyen Haçlı ordusu önündeki insan ve hayvan iaşelerini önceden tahrip ederek, onları uzaktan takip etme stratejisini uyguladı. Bundan sonra bu Haçlı ordusunun Anadolu'dan geçişinde Haçlı ordusunun doğrudan doğruya karşısına çıkan Selçuklu ordusu bulunmadı. I. Haçlı Seferi ordularının Anadolu'dan geçişi Anadolu Selçuklu Devleti'ne büyük bir darbe vurdu. Bizans kuvvetlerinin karşı saldırısıyla Ege ve Marmara kıyılarına kadar ulaşan topraklar kaybedildi ve Selçuklular Orta Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldı. Eskişehir ve Akşehir’de savunma hattı kurdu. Kılıç Arslan bir taraftan Haçlıların topraklarına verdiği zararları gidermeye çalışırken, bir taraftan da Bizans kuvvetlerine karşı da mücadele verdi. Bundan başka, I. Haçlı Seferi arkasından durmadan Avrupa'dan gelen küçüklü büyüklü Haçlı gruplarına da karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Bunlar arasında 1099 yılında Danimarka Kralının oğlu Sweyn the Crusader(Svend Korsfarer) idaresindeki orduyu Akşehir ile Ilgın arasında tamamen yok etti. Sonunda Suriye üzerinden geçip Filistin ve Kudüs'te yerleşen Frank Haçlılarına destek sağlamak için 1101'de Avrupa'dan ek Haçlı seferi yapıldı. Bu 1101 yılı ek Haçlı seferi İstanbul'dan birbiri arkasından yürüyüşe geçen üç değişik sefer ordusu halindeydi. Birincisi Mayıs 1001'de İtalya'dan Lombardlardan oluşan 20.000 kişilik bir Haçlı ordusu Ankara üzerinden Niksar ve Merzifon'a yürüdü. İkinci ek Haçlı ordusu Haziran sonunda Nevers Kontu Giyom'un komutasında Fransızlardan oluşmaktaydı ve Ankara, Konya üzerinden Ereğli'ye ilerledi. Üçüncü ek Haçlı ordusu Akitanya'lı Giyom idaresinde Fransızlar ve Baverya Dükü Wolf komutasında Almanlardan oluşmakta idi ve ikinci orduyu bir hafta arayla takip edip Ankara, Konya üzerinden Ereğli'ye ilerledi. Birinci Haçlı Seferi’nden sonra uzaktan takip stratejisi uygulayan I. Kılıç Arslan, 1001'deki ek Haçlı seferi için stratejisini değiştirdi. Haçlı ordusunun yolu üzerinde ve yakınlarında bulunan bütün yerleşkeleri ve yetiştirilen hububat ve yiyecekleri yakıp yıkmaya; Haçlı ordusuna iaşe ve hayvan yemi sağlanmasını önlemeye çalıştı. Önemli su, kuyu ve kaynaklarını battal etmeye veya zehirlemeye karar vererek Haçlıların susuzluktan zayıf düşmelerini sağladı. Bu yeni strateji daha başarılı sonuçlar verdi ve 1101 yılı ek Haçlı seferine iştirak eden üç Haçlı değişik ordusu da, Anadolu içinde (birincisi Merzifon'da; ikincisi ve üçüncüsü de Ereğli'de) imha edildi. Kılıç Arslan, babası Süleyman Şah'ın fethettiği ancak 1097 yılında Haçlılar tarafından ele geçirilen Antakya'yı geri almak için 1103 yılında sefer düzenledi. Haçlılarla mücadelesi sırasında başta Danişmend Beyi Gümüştegin olmak üzere diğer Anadolu Türk beyleri ile işbirliği yapmış olmasına rağmen Antakya seferine çıktığı sırada Danişmend Beyi ile arası 18 Eylül 1102’de Malatya’nın Gümüştegin tarafından
zapt edilmiş olması nedeniyle açıktı. Gümüştegin tarafından Niksar'da esir tutulan Haçlıların fidyesi konusunda da aralarında anlaşmazlık vardı. Antakya Kontu I. Boemondo, serbest bırakılmak için fidye ödemeyi teklif ediyor; Kontu kendisi için tehlikeli bulan Bizans İmparatoru ise onun hapiste tutulması karşılığında iki katını öneriyordu. Kılıç Arslan, hem Anadolu Sultanı olması ve hem de Amasya’daki haçlı yenilgisinde Danişmend beyi ile birlikte savaşması nedeniyle teklif edilen tutarın yarısını kendisine istiyordu. Kılıç Arslan, Maraş’a geldiği sırada Gümüştegin’in Boemond’un teklifini kabul edip onu serbest bırakıldığını öğrenince Antakya seferini yarıda bıraktı ve Danişmendli topraklarına akınlara başladı. Gümüştegin’in ölümünü ve ardından yaşanan taht kavgalarını değerlendirerek 1105 ya da 1106 yılında Malatya'yı Danişmendliler'den aldı. Haçlılar karşısında kazandığı savaşlar ve Malatya'nın ele geçirilmesi Kılıç Arslan'ın bölgedeki itibarını yükseltti. Meyyâfârikîn beyi tarafından şehir kendisine teslim edildi. Bölgede etkin beylerin büyük kısmı kendisine itaatlerini bildirdiler. Daha sonra Urfa Haçlı Kontluğu üzerine yürüyerek 1106 yılında Urfa'yı kuşattı; ancak şehrin sağlam surlarını aşamadı. Bu sırada Musul Valisi Çökürmüş'ün Harran'daki adamları şehri teslim etmek üzere kendisini çağırmasıyla kuşatmayı kaldırdı ve Harran'a giderek şehri teslim aldı. Kılıç Arslan'ın Güneydoğu Anadolu'daki faaliyetleri Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar'ın dikkatini çekti ve Musul valisi olan Çökürmüş'ün yerine Emir Çavlı'yı görevlendirdi. Çökürmüş Bey, Emir Çavlı tarafından yenilgiye uğratılmasına rağmen şehir halkı Musul'u vermediği gibi Kılıç Arslan'a haber gönderip şehri teslim almasını istediler. Şehir ileri gelenleri yapılan anlaşma uyarınca Kılıç Arslan 22 Mart 1107'de Musul'a girdi. Burada ilk iş olarak Muhammed Tapar adına okutulan hutbeyi kendi adına çevirerek Büyük Selçuklu Sultanlığı'na adaylığını gösterdi. Kılıç Arslan'ın bu başarıları Mardin Artuklu Beyi İlgazi ile Halep Selçuk Emiri Rıdvan'ı rahatsız etti ve bu Beyler Emir Çavlı'ya katıldı. Daha sonra bu destekle kuvvetleri artan Emir Çavlı, Kılıç Arslan'a itaat eden Rahle şehrini kuşatma sonrasında 1107 yılında ele geçirdi. Gelişen bu olayları haber alan Kılıç Arslan, Emir Çavlı'nın üzerine yürümeye karar verdi. Düşman kuvvetlerinin sayıca çok olmasına rağmen Anadolu'da dağınık halde bulunan kuvvetlerinin gelmesini beklemeden ilerlemeyi sürdürdü. İki taraf, Temmuz ayında Habur Çayı kenarında karşı karşıya geldiler. Kılıç Arslan'ın hakimiyetini tanımış Beylerin, Emir Çavlı'nın askerlerinin sayıca çok olmasına korkarak savaş meydanını terk etmeye başlaması üzerine Kılıç Arslan derhal saldırmaya karar verdi. 13 Temmuz 1107 tarihinde yapılan savaşta askerlerinin bozulduğunu gören Kılıç Arslan, karşı kıyıya geçip kurtulmak amacıyla atını Habur Çayı'na sürdü. Ancak atının ve kendisinin zırhlı olmasından dolayı Habur çayını geçemeyip sulara gömüldü. Cesedi, birkaç gün sonra Habur'un Şemsaniyye köyü yakınlarındaki kıyıda bulundu ve buradan Meyyâfârikîn'e götürüldü. Burada valisi olarak bulunan Humurtaş, Kılıç Arslan için ""Kubbetü's Sultan"" adıyla bilinen bir türbe yaptırdı. 14. yüzyıl tarihçileri Sultan Kılıç Arslan'nın Meyyâfârikîn'deki türbede yattığını yazmışlardır. Ancak günümüzde bu türbe ayakta değildir. Şemsi Yılmaz Susamış Şemsi Yılmaz Susamış, (d.1937, Sivas) Türk semazendir. Semazen olarak Kültür Bakanlığından emekli olan ilk devlet sanatçısıdır. 1947'de semazenliğe başlamış, 13 yıl devlet sanatçısı olarak Kültür Bakanlığı'nda çalışmış ve 2004 yılında emekli olmuştur. Ailesi Sivas'ta Susamışlar Konağı'nın sahibidir. Semazenliğe Susamışlar Konağı'nda başlayan daha sonra Konya'da yıllarca semazenbaşılık yapan Şemsi Yılmaz, Sivas'ta bir semazen grubu kurmuştur. Oğlu ve torunlarını da semazen olarak yetişmektedir. Sivas ilinde Mevlana Tasavvuf Kültürü ve Sema Derneği Başkanlığını yapmakta olan Susamış, 1962 yılına kadar Şeb-i Arûs törenlerine katılmış ve halen Postnişinlik yapmaktadır. Hesiodos Hesiodos (Yunanca: Ἡσίοδος "Hēsíodos"; d. MÖ 700 öncesi Askra, Boeotia, ö. bilinmiyor.) Yunan didaktik şiirinin babası olarak bilinen, bilimadamlarınca MÖ 750-650'li yıllarda aktif olduğu düşünülen ünlü ozan. "İşler ve günler" adlı eserinde verdiği bilgiler sebebiyle birçok bilim adamı tarafından ilk ekonomi ve iktisat tarihçisi olarak da kabul edilir. MÖ 8. yüzyılda yaşadığı düşünülmektedir. Yoksul bir çiftçinin oğlu olan Hesiodos, Aiolia'nın Kyme şehrinden, Yunanistan'da Boiotia'nın Askra şehrine göç etmiştir. Efsaneye göre, Helikon yamaçlarında koyun güderken musalar adı verilen ilham perileri ona şairlik bağışlamışlardır. Nerede ve ne zaman öldüğü bilinmeyen Hesiodos, Homeros'un yanında Yunan ilk çağı hakkında bugün edinilen bilgilerin temel kaynaklarından biridir. Hesiodos, tarihi her biri bir öncekinden daha zorlu ve daha bozulmuş olan Altın, Gümüş, Pirinç, Kahramanlık ve Demir Çağları olarak adlandırdığı beş aşamaya ayırır. Ona göre bereket ve huzur dönemi olan Altın Çağı bu dönemler arasında bir zirveyi teşkil etmektedir. O dönemde Olimpus tanrıları altın bir insan nesli yaratmıştı ve onlar yüreklerinde endişe, ağır iş ve zorluktan uzak keyif içinde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Yaşlılığın düşkün günlerini yaşamıyorlar, sanki gözkapaklarına uykunun ağırlığı çökmüşçesine ölüp gidiyorlardı. Otantik bir şiir olan "İşler ve Günler", genel anlamda çiftçi yaşamını anlatmaktadır. Herhangi bir kahraman tasviri bulunmayan eserde insanın beş çağı anlatılmakta ve bazı nasihatlerde bulunulmaktadır. Yunan çiftlik hayatı üzerine bugün bilinenlerin çoğu Hesiodos'un bu eserine dayanmaktadır. Üslup açısından "İşler ve Günler"`e yakın olan Theogonia'da Hesiodos Yunan inanışını bir anlamda standart bir hale getirmiştir. Konusu genel olarak evrenin, dünyanın ve Tanrıların kökeni, varoluşları olan eser yunan tanrıları hakkında çok fazla bilgi vermekte ve bugün bile bir başvuru eseri niteliği taşımaktadır. Emine S. Beder Emine Sündüz Beder, (d. 2 Ağustos 1960, Akşehir, Konya), Türk yemek uzmanı ve yazarı. Annesi, I. Dünya Savaşı sonrasında Selanik'ten Akşehir'e göçmüş Rumeli Türklerinin ikinci kuşağındandır. Beder yemek yapmayı Akşehir'in yerlilerinden olan babasından öğrendiğini söylemiştir. Meslek yüksekokulu elektrik bölümü mezunu olan Emine S. Beder'in 1980 yılında yaptığı evlilikten iki çocuğu vardır. 1994 yılında yurt çapında üç yemek yarışmasını kazanan Emine Beder, aynı yıl Sabah gazetesinin Melodi ekinde yazmaya başlamıştır. Uzun yıllar bu gazetede yazarlık yaptıktan sonra, 1 Numara Yayıncılık'ın çıkarttığı Sofra dergisinde yemek danışmanı ve baş yazar olarak çalışmaya başlamıştır. Aynı dönemde Sabah gazetesi ile birlikte verilen onlarca yemek kitapçığında imzası bulunan Emine Beder, çeşitli televizyon kanallarında ve radyolarda yemek programları sunmuştur. Emine S. Beder'in İnkılap Yayınevi'nden piyasaya çıkan, altı ciltlik kategorili yemek kitabı ve iki adet de toplu yemek kitabı vardır. Halen Beyaz TV televizyon kanalında yayınlanan bir yemek programı sunmaktadır. Küskünüm (albüm) Küskünüm, bir Müslüm Gürses albümüdür. 1986 yılında Burhan Bayar`ın sahibi olduğu Bayar Müzikten çıkarılmıştır. Bu albüm Müslüm Gürses`in en çok satan albümlerinden biri olarak bilinmektedir. Bu albümde yer alan "hasret rüzgarları", "küskünüm", "seni kalbime gömdüm", "unutamamadim" parçaları Müslüm Gürses klasiği olmuştur. Albümün bütün müziklerinde Burhan Bayar imzası vardır. Albüm yasal 12 milyondan fazla satarak Türkiye'nin en çok satan albümüdür. Müzik: Burhan Bayar. Lp de ve orijinal kasette olmayan 3 yedek eseri vardır Nuh Naci Yazgan Katipzade Nuh Naci Yazgan (d. 1885 Kayseri) - (ö. 7 Ekim 1947), Kayseri doğumlu hayırsever iş adamı, politikacı. Milli Mücadele yıllarında Kayseri'de Erciyes gazetesini çıkardı; Sivas Kongresi'nde Kayseri delegesi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nde kurucu ve yönetim üyesi, TBMM II. dönem (İstifa: 22 Aralık 1924) Kayseri milletvekii olarak görev aldı. Adana'daki sahipsiz fabrikaları yeniden canlandırmak üzere 1924'te milletvekilliğini bırakıp Adana'ya yerleşen Nuh Naci Bey, Adana'daki ünlü dokuma fabrikası Milli Mensucat'ın ve pamuk üreticilerine finansman sağlamak için Adana'da yaşayan Kayseri işadamları tarafından kurulan Akbank'ın kurucularındandır. Kayseri ve İstanbul'da birçok hayır kurumu kurdu. Adı, Kayseri'de 2009 yılında kurulan Nuh Naci Yazgan Üniversitesi'nde yaşatılır. 1886'da Kayseri'de dünyaya geldi. Babası, İbrahim Hakkı Bey'dir. Ticaret İdadisi'ni bitirdi. İş yaşamına Kayseri’deki Baruthane’de kâtiplik yaparak başladı. Bu işinden ötürü ""Katipzade"" olarak tanındı. Bir yıl kadar Kayseri İdadisi'nde (Lisesinde) Hüsn-ü Hat ve Meşk (Güzel yazı ve örnek yazı) dersleri verdi. Ticaret yaşamına ise halıcılık yaparak başladı. Kurtuluş Savaşı sırasında, Kalaçzade Ahmet Hilmi Bey ve Ömer Mümtaz İmamzade ile birlikte Sivas Kongresi'nde Kayseri delegesi olarak seçildi, ne var ki kongre çalışmaları sona erdikten sonraki günlerde Sivas'a gelebildi. Sivas'tan döndükten sonra Kayseri'de Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin kurulmasına önayak oldu. Kayseri ve civarında halktan toplanan yardımlarla ulusal müfrezeler oluşturulması ve görevlendirilmesi, işgal hareketlerini kınayan toplantılar düzenlenmesi, halkın dini ve milli duygularının canlı tutulması konularında öncülük etti. İşgal edilen yerlerde halka yapılan eziyetleri anlatmak ve Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki gelişmeleri halka duyurmak amacıyla yayın giderlerini şahsen karşılayarak "“Erciyes”" adında bir gazetenin çıkarılmasını sağladı. Kayseri Belediyesi'nde encümen üyesi iken 1923 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Kayseri milletvekili seçildi. Savaş sırasında Adana'daki fabrikasında Türk ordusu için kaput bezi üretti. Atatürk kendisine Adana'da kentten ayrılan azınlıkların terkettiği, bacası tütmeyen fabrikaları yeniden faaliyete geçirme görevi verince, 22 Aralık 1924'te milletvekilliğinden istifa etti ve Adana'daki sanayi hamlesi
nin başına geçti. Nuh Naci Bey, Orhan Kemal'in romanlarında ölümsüzleştirdiği ülkenin en eski fabrikalarından Milli Mensucat'ı 1927'de dönemin diğer işadamları Mustafa Özgür, Nuri Has, Seyit Tekin ile birlikte Hazine'den satın aldı ve işletti. Burada üretilen "Aslan" marka vater ve ekstra iplikler, ülkede büyük talep gördü. 1948 yılında Akbank'ı kuran, hepsi ""Adana'daki Kayserililerden"" ve her biri %15 hisseye sahip 6 arkadaştan birisiydi. Kayseri'de ilk köylü öğrenci yurdunu, Göğüs Hastalıkları Hastanesini yaptıran kişidir. Eşi Behice Yazgan' adına "Behice Yazgan Kız Lisesi"'ni yaptırmıştır. Kayseri’de Kayseri Yüksek Öğrenim ve Yardım Vakfı tarafından kurulan vakıf üniversitesi ""Nuh Naci Yazgan"" adını taşımaktadır. 7 Ekim1947'de hayatını kaybetti. Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. Nuh Naci Yazgan tarafından yaptırılmış hayır kuruluşları şunlardır: Millî Mensucat Millî Mensucat, Adana'daki tarihi dokuma fabrikasıdır. Adana'nın Seyhan ilçesine bağlı Döşeme Mahallesi'ndedir .Türkiye'nin tarihindeki 7., Adana'nın ise 1. tekstil fabrikasıdır. Kültür varlığı endüstri mirası' olarak tescilli bir yapıdır. 1907'de Ermeni Simyonoğlu evlatlarından Aristidi Kozma tarafından "Simyonoğlu Fabrikası" adıyla kurulmuştur. Diğer azınlıklar ile birlikte Kozma, şehri terkedince fabrika Hazine'ye geçmiş ve İttihat ve Terakki Yönetimi tarafından adı "Millî Fabrika"' olarak değiştirilmiştir. Fransızlar, şehri işgal edince fabrika eski sahiplerine geçmiştir. Atatürk'ten Adana'daki sahipsiz fabrikaları yeniden canlandırma buyruğunu alan Kayserili tüccar ve Adana milletvekili Nuh Naci Yazgan, 1924’te milletvekilliğinden istifa ederek Adana'daki sanayi hamlesinin öncülüğünü üstlendikten sonra 1927'de dönemin diğer işadamları Mustafa Özgür, Nuri Has, Seyit Tekin ile birlikte fabrikayı Hazine'den satın almış ve adını Millî Mensucat olarak değiştirmiştir. Burada üretilen "Aslan" marka vater ve ekstra iplikler, ülkede büyük talep görmüştür. 1944 yılında fabrikanın dört ortağından her birine 300 bin TL. Varlık Vergisi kondu ve fabrikaya pamuk temin eden Hacı Ömer Sabancı da fabrikaya ortak tayin edildi. Fabrika, 1978 yılında bu kez biriken borçları nedeniyle tekrar Hazine'ye geçmiş ve üretime ara verilmiştir. 1983'te Turgut Özal'ın direktifiyle Gaziantepli iş adamı Mehmet Özüzümcü'ye 49 yıllığına kiraya verilen fabrikanın adı ""Milsan Mensucat"" olarak değiştirilmiştir. Yazar Orhan Kemal, Millî Mensucat fabrikasında uzun yıllar memurluk yapmış ve fabrika romanlarına esin kaynağı olmuştur. Yazarın ünlü romanı “Murtaza”, Millî Mensucat fabrikasının gece bekçisidir. Fabrika, Mustafa Özgür'ün torunu Fatih Özgür'ün de katkıları ile Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü'nün, verdiği kararla 'Kültür varlığı endüstri mirası' olarak tescillenmiştir. Fabrikanın "Çocuk, Mozaik ve Arkeoloji Müzesi" 'ne dönüştürülmesi için 2013 yılında çalışmalar başlatılmıştır; daha sonra Kent, Tarım, Sanayi ve Etnografya Müzesi, resim ve sanat galerilerinin ilavesiyle büyük bir müze kompleksine dönüştürülmesi planlanmaktadır. Müzenin inşaatı şu anda sürmektedir. At kestanesi At kestanesi, Sapindaceae familyasından "Aesculus" cinsinden ağaç ya da çalı formundaki kışın yapraklarını döken türlerin ortak adı. Yapraklar uzun saplı ışınsal tüysü 5-9 yaprakçıklı olup el görünüşünde kenarları dişli ya da düzdür. Sapı uzundur. Dizilişi karşılıklı; kenarları düz veya dişlidir. Çiçekleri bir evcikli ya da erdişidir. Bileşik salkım kuruluşundadır. Dik duran uzun bir eksen etrafında toplanmıştır. Meyve üzeri dikenli veya düz büyük bir kapsüldür. Üretimi tohum ve çelikle olur. Sarısabır Sarısabır, Asphodelaceae familyasından "Aloe" cinsini oluşturan anavatanı Afrika olan bitki türlerinin ortak adı. yaklasık 300 türü vardır. 3-4 türünün şifalı özelliği bulunmaktadır. Bunların içinde en şifalı olarak gösterilen tür "Aloe vera"'dır. Bu bitkinin yapraklarından çıkan jelin şifa özelliği bulunmaktadır. Jel oksijenle temas ettikten sonra bir çeşit oksitlenme yapmakta ve yaklaşık 5 saat içinde şifa özellikleri ortadan kalkmaktadır. Günümüzde Çin, Hindistan, Orta ve Güney Amerika, Meksika ve İspanya gibi ülkelerde yetiştirilmektedir. Bitki toplam 2 veya 3 defa sarı renk çiçek açar. "Agave" (sabır) ile karıştırılmamalıdır. Kokar ağaç Kokar ağaç ("Ailanthus altissima"), Simaroubaceae familyasından Mayıs-Haziran ayları arasında yeşilimsi sarı renkli çiçekler açan, kötü kokulu bir ağaç türü. Vatanı Uzakdoğu'dur. Buradan Avrupa ve Anadolu'ya yayılmıştır. Yaprakları bileşik, 15-40 yaprakçıktan meydana gelir. Çiçekler büyük bir salkım halinde toplanmışlardır. Taç ve çanak yaprakları 5 parçalıdır. Erkek ve dişi çiçekler farklı ağaçlarda bulunur. Meyveleri önce yeşil, olgunlaştıktan sonra kırmızı renklidir. Yapraklar reçine, tanen ve C vitamini; gövde kabuğu tanen ve acı maddeler ihtiva eder. İshal ve dizanteride, çayı kabız edici olarak kullanılır. Hilmi Yavuz Hilmi Yavuz (d. 14 Nisan 1936, İstanbul) Türk yazar, şair ve akademisyen. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ndeki eğitimini yarıda bıraktı. İngiltere'ye gitti. BBC'nin Türkçe bölümünde çalıştı. Londra Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli yayınevleri ve ansiklopedilerde görev aldı. Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazeteleri ve çeşitli dergilerde "Ali Hikmet" imzasıyla inceleme, eleştiri ve denemeler yazdı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. İlk şiirleri Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil yönetiminde çıkan "Dönüm" dergisinde yayınlandı. Bu dönemde daha çok İkinci Yeni akımının etkisinde imgeci şiirler yazdı. Sonraki yıllarda gelenekçilikle çağdaş bir bakışı kaynaştıran, biçim ve özün dengelendiği bir düzey sergiledi. İslam mistisizmi, özellikle de tasavvuftan yararlanarak kendine özgü bir sözcük dağarcığı geliştirdi. Zaman gazetesinde kültür yazılarına ve Bilkent Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak 2016'ya dek çalışmayı sürdürdü. Ayrıca İpek Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Talat Halman tarafından Şairi Azam sıfatı verilmiştir. Bu Talat Halman ve Hilmi Yavuz arasındaki mizahi diyaloğun bir örneğidir. Not: Bu üç anlatı, Can Yayınları'ndan 1995 yılında ,'üç anlatı' adı altında basılmıştır. Ayrıca Hilmi Yavuz'la yapılan söyleşiler ve biyografik eserler de şunlar: Baobab Baobab ("Adansonia"), ebegümecigiller (Malvaceae) familyasının "Adansonia" cinsinden Afrika ve Asya'nın tropikal bölgelerinde yetişen, yapraklarını döken ağaç türlerinin ortak adı. Boyları 18 m'yi bulabilir. Gövde çevresi 30 m'yi, çapı 9 m'yi bulur. Bu yumuşak ve süngerimsi dev gövde, bir su deposu görevi yapar ve oran olarak yapraklar ile dallara göre çok büyük olduğu izlemini verir. Ağaç, dalların uçlarını aşağıya doğru sarkmasıyla bir kubbe biçimini alır. Kabuğundan ve yapraklarından "adasonina" adı verilen ateş düşürücü madde elde edilen baobabın odunundan kâğıt yapılır. Portakal büyüklüğünde, yumurta biçiminde olan meyvesinin ekşi etli bölümü, şeker ekilerek yenir. Afrika baobabı ("Adansonia digitata") Büyük baobab ("Adansonia grandidieri") Avustralya baobabı ("Adansonia gregorii") Madagaskar baobabı ("Adansonia madagascariensis") Perrier baobabı ("Adansonia perrieri") Fony baobabı ("Adansonia rubrostipa") Suarez baobabı ("Adansonia suarezensis") Za baobabı ("Adansonia za") Suat Derviş Suat Derviş (d. 1903, İstanbul - ö. 23 Temmuz 1972, İstanbul), Türk gazeteci, yazar. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde gazeteciliğe başlayan Suat Derviş Hanım, ülkenin öncü gazetecilerinden biri ve döneminin en üretken yazarlarındandır. . Otuza yakın roman, pek çok hikaye, makale, eleştiri ve çeviriler yayımlanan Suat Derviş’in en bilinen eseri "Fosforlu Cevriye"’dir. Eserleri yabancı dillere çevrilen ilk Türk yazarlardandır. Adı, toplumcu gerçekçilik ile birlikte anılır. Avrupa’ya muhabir olarak giden ilk kadın gazeteci, ilk basın sendikasının beş kurucusundan biri ve ilk başkanı, Devrimci Kadınlar Birliği'nin kurucusudur. Kadın hakları, demokrası alanlarında mücadele etmiş bir aktivisttir. 1903 yılında İstanbul'un Moda semtinde dünyaya geldi. Varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu idi. Ailesi ona "Hatice Suat" adını koydu ancak Suat erkek ismi olduğundan kayıtlara "Hatice Saadet" olarak geçti. Babası, Darülfünûn’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğlu tıp profesörü İsmail Derviş Bey, annesi Abdülmecid’in mabeyncilerinden Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Osmanlı'da Telefon İdaresi'nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan Hamiyet Hanım’ın kardeşidir. Çocukluk çağında evde özel eğitim görüp Fransızca ve Almanca öğrendi. Eğitimine Kadıköy Numune Rüştüyesi’ne, ardından Bilgi Yurdu’na devam etti.. Çocukluğundan itibaren yazmaya ilgi duydu. "Hezeyan" başlıklı mensur şiirini, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet 1918’de Alemdar gazetesinin edebiyat ekine göndererek yayımlattı. Bu, onun yayımlanan ilk eseridir. Henüz çocuk yaşta olan Suat Derviş edebiyat dünyasına Mehmet Rauf tarafından “"hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi"" olarak tanıtıldı. Bu yıllarda Nâzım Hikmet ile arkadaşlığının şairin ona duyduğu tek taraflı bir aşka dönüştüğü iddia edilir. Şair Nazım Hikmet, 1920’de "Gölgesi" adlı şiirini Suat Derviş’e ithafen yazmıştır. Suat Derviş’in ilk romanı olan "Kara Kitap" 1921 yılında basıldı. Edebiyat dünyasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanan bu eserde ölüme mahkûm güzel ve hassas bir genç kızın son nefesine kadarki yaşama arzusunu belirten iç seslerini ve duygularını anlattı. 1923’de yazdığı "Hiç Biri" romanını, "Ne Ses Ne bir Nefes" (1923), "Bir Buhran Gecesi" (1924), "Fatma'nın Günahı" (1924), "Gönül Gibi" (1928) ve Latin harfleri ile yazdığı ilk eser olan "Emine"(1931) romanları izledi. Bu romanlarında İstanbul’un üst düzey yaşamından
kesitler sundu; ilişkileri anlattı; kadının toplumsal konumunu özgürlük talebini irdeledi. 1925’te ilk hikâyeleri Almanca’ya çevrildi Derviş, ilk romanı yayımlandığı sırada Alemdar gazetesinde çalışmaktaydı. 1922'de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul'a gelen Refet Bey’le ilk röportajı Alemdar gazetesi için yaptı. Bir süre sonra Alemdar’dan ayrılıp İkdam’a geçti ve gazetede bir kadın sayfası hazırlayacak bu konuda öncü oldu. 1927’da konservatuvar eğitimi için kardeşi Hamiyet Hanım ile birlikte Almanya'ya gönderildi; Berlin’de Sternisches Konservatuvarı’nda piyano dersleri aldı. Bir süre sonra ailesinden habersiz Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Faşizmin yükselmesine tanıklık ettiği Almanya’da öğrenciliği sırasında gazete ve dergilerde çalıştı. Yazıları çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinden siyasi gazetelere kadar pek çok yayın organında yayımlandı. 1932’de babasının ölümü üzerine fakülteden mezun olmadan Türkiye'ye döndü. Yurda döndükten sonra Babıali’nin başarılı muhabirleri arasına girdi; İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da çıkan pek çok gazetede yazılar yayımladı. Bir yandan da roman tefrika etmeyi sürdürdü. "Onu Bekliyorum" (1934), "Onları Ben Öldürdüm" (1935), "Baba Oğul" (1936) romanları çeşitli gazetelerde tefrika edildi. Resimli Ay’da çalışmaya başlaması ile solcu basın dünyasına adım attı. 1936 yılında Son Posta gazetesinde çalışırken Montreeux Konferansı'nı izlemeye gitmesi ona yurtdışına giden ilk kadın gazeteci unvanını getirdi. 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değindi ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yaptı. Bu gazetede çalıştığı dönemde Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezi, düşünce dünyasını etkiledi. Dönüşünde yayımladığı röportaj dizisi, ""kıpkızıl komünist"" olarak damgalanmasına ve gazeteden ayrılmak zorunda kalmasına neden oldu. Gezinin yapıldığı 1937’de tefrika edilen "Bu Roman Olan Şeylerin Romanı" görüşlerindeki değişimi yansıtır. Gazetelerde nazizme, faşizmin yükselişine ve adaletsizliğe karşı yazılar yayımlarken romanlarında köşklerde yaşanan aşkları, yemek ziyafetleri ve davetleri yazmayı reddeden yazar, artık toplumcu- gerçekçi bir edebiyat anlayışına yönelmiştir. 1938’de "Bir İstanbul Gecesi" tefrika edildi, 1939’da ""Hiç" romanı yayımlandı. Suat Derviş’in sol görüşleri, kısa süren ilk üç evliliğinin (Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile) ardından 1941 yılında Türkiye Komünist Partisi (TKP) genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yaptığı evlilik ile pekişti. Baraner ve Derviş’i bir araya getiren, partinin talebi doğrultusunda çıkarttıkları ""Yeni Edebiyat Dergisi"" olmuştu. Çift, Türkiye'de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan dergiyi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmialtı sayı yayımladı. Derviş, dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazdı. Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Hasan İzzettin Dinamo gibi genç yazar ve şairlerin tanınmasına yardımcı oldu. 1944’te "Zeynep İçin" romanını yazdı. Aynı yıl "Biz Üç Kardeşiz", "Fosforlu Cevriye", "Çılgın Gibi” romanları gazetelerde tefrika edildi. ""Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?"" adlı incelemesinin 1944’te yayımlanmasından sonra gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamayan Suat Derviş, gerçek ismi olan “"Hatice Saadet Baraner"” yerine takma adla yazılar yazmaya başladı. Aynı yıl TKP Soruşturmaları ve tutuklamaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte tutuklandı. Sorgu sırasında çocuğunu düşüren yazar, Reşat Fuat Baraner'i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle yargılandı, 8 ay tutuklu kaldı. Hapisten çıktıktan sonra büyük sıkıntı çekti.. Geçimini sağlamak için Almanca, İngilizce ve İtalyanca çeviriler ve editörlük yaptı. Tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazdı. 1947’de "Büyük Ateş ", 1950’de "Yaprak Kıpırdamasın " romanları tefrika edildi. 1951’de tekrar tutuklanan eşinin 1953’de yargılanmaya başlaması üzerine kendisinin de tekrar tutuklanma olasılığına karşılık ülkeden ayrıldı; İsveç'teki ablasının yanına yerleşti. Avrupa’da çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayımladı; kendisini yurtdışında tanıtacak kitapları kaleme aldı. Zeynep İçin romanını "Ankara Mahpusu" adıyla yeniden yazdı. Romanı, ablası Hamiyet Hanım Fransızca'ya çevirdi. 1957’de "Le Prisonnier d’Ankara" adıyla yayımlanan eser on sekiz dile çevrildi ve o kadar beğenildi ki eleştirmenler tarafından Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden bile daha iyi bulundu. Daha önce yayınlatamadığı "Çılgın Gibi" eserini Fransızca’ya çevirdi. Eser, "Les Ombres du Yali (Yalının Gölgesi)" adıyla 1958’de yayımlandı. Reşat Fuat Baraner’in hapisten çıkmasının ardından 1963 yılında Türkiye’ye döndü. Bu dönemde takma isimler roman ve hikâyeler, çocuk masalları yazdı, tercümeler yaptı. "Aksaray’dan Bir Perihan" adlı romanı 1963’te Gece Postası’nda tefrika edildi. "Fosforlu Cevriye", öğrenci ayaklanmaları ve sert isyanların zirveye ulaştığı 1968'de May Yayıncılık tarafından "Ankara Mahpusu" ile birlikte yayımlandı. 1968 yılında eşini, 1970 yılında ise ablasını kaybetmesi onu derinden etkiledi. İki gözünde de ciddi sağlık sorunları çıkana kadar yazmaya devam etti. Moskova’da geçirdiği ameliyat sonrası gözlerinden birinin belli oranda düzelmesinin ardından arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği'nin kuruluşunda görev aldı. Derneğin kapatılması üzerine yeniden yazarlığa ağırlık verdi. Sürekli göz altında tutulan Şişli’deki evini devrimci gençlere açıp onları gizledi. 1971’de evi basıldı, birçok solcu genci evinde sakladığı ortaya çıkınca tutuklandı. Ertesi sene "Fosforlu Cevriye" 'yi Gülriz Sururi için senaryoya dönüştürdükten kısa süre sonra şeker hastalığının vücudunda yarattığı tahribat sonucu hastaneye kaldırıldı. 23 Temmuz 1972'de Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi'nde hayatını kaybetti. Katana Katana (刀) ya da Taçi'nin kullanımını takiben 1400'lerden sonraki ismiyle 大刀 dayito, tek-yönlü, uzun Japon kılıcı. Çoğu Japon, katana kelimesini genel olarak kılıç anlamında kullanır. Dünyanın en keskin kılıçlarıdır.Japon samurayı tarafından kullanılan, geleneksel tek-yönlü, kıvrık kılıç çeşididir. Vakizaşi veya şoto ile ya da tanto ile eş olarak bilinen katana, buşi sınıfı savaşçılar olan "buke"ler tarafından kullanılırdı. İki silah beraber olduğunda büyük-küçük anlamına gelen "dayişo" olarak adlandırılır ve samurayların kişisel onur ve sosyal gücünü temsil ederdi. Uzun kılıç açık alanda yapılan dövüşlerde kullanılırken kısa kılıç yan silah olarak taşınır ve saplama amacıyla ya da yakın dövüşlerde (örn: içeride) ve "seppuku" için kullanılırdı. Kın (鞘 "saya") ve el siperi (鍔 "suba" ), özellikle Edo döneminin son yıllarında özel olarak tasarlanan sanat eserleriydi ve karmaşık bir dizayna sahipti. Asıl olarak kesmek için kullanılmasına rağmen hafif eğriliği sayesinde etkili bir saplama silahı olarak da kullanılabilir. Çift elle tutulacak şekilde tasarlanmış olsa da bazı eski Japon dövüş teknikleri en azından bir ya da iki tek-el tekniği içerir. Kurşunu kesen katanalar ayrıca dayanıklı kılıçlarıdır ve kolay kolay körelmez.Bu kılıçlar insanı ikiye bölüp birkaç cmlik demir sopaları ayırıp bir insanın tek bir saç telini kesecek kadar hassastırlar.Bir tabanca ile samuray kılıcına ateş edilmiş ve kurşun ikiye bölünmekle beraber kılıç hiçbir zarar görmemiştir.Aynı test bu sefer uçaksavar mermisinde [50 cal.) denenmiş kılıç 7 tanesini kesip parçalanmadan dayanmış 8.sinde kırılmıştır Dünyanın en keskin objeleri olan samuray kılıcının zor bir yapım şekli vardır.İyi bir kılıcın yapımı Aylar sürmektedir. Katanaların kesiciliği olmakla beraber Şimşir gibi fazla eğimi olmadığı için saplama silahı olarak da kullanılır.Kılıcın bir diğer avantajı ise avrupa kılıçları gibi fazla ağır olmamasıdır.Kılıç sadece cila ile bilenir. Katanalar kesiciliğini denemek için katanaların yapıldığı ilk yıllarda suç işleyen insanlarda suçun ağırlığına göre kolu,bacağı veya başı kesilirdi. Ayrıntılı video için;http://www.belgesell.com/samuray-kilici-katana.html Kılıcın, samurayın ruhu olduğu düşünülür. Diğer silahlar zamanla popülerliğini yitirirken kılıç yerini korumuştur. Japonlar kılıca olağanüstü değer verirlerdi. Birçok Japon tarihçisine göre Edo döneminde sadece samurayların kılıç taşımasına izin verilirdi. Öyle ki, kılıç taşımak bile bir köylüyü öldürmek için yeterli bir sebep teşkil ediyordu.Hatta intikam peşinde koşan köylülerin her öldürdüğü asker için kılıcına bir inci takılırdı. Paraya ihtiyacı olan efendisiz kalmış samurayın ("Ronin") kılıcını satması Japon toplumundaki onursuz durumunu daha da kötüleştirirdi. Bunu yapanlar samurayın gözünde "ruhsuz" olurdu. Eski Japon kültürünün çoğu, kılıçlar etrafında dönüyordu. Özenle belirlenen kılıç taşıma, temizleme, muhafaza etme, keskinleştirme (ya da keskinleştirmeme) ve tutma metodları dönemden döneme gelişmiştir. Örneğin; bir başkasının evine giren bir samuray, diz çöktüğünde kılıcını nasıl yerleştirmesi gerektiğini bilmelidir. Kılıcı kolay çekebilecek şekilde yerleştirmek şüphe ya da saldırı hissi uyandırabilir; bu sebeple, kılıcın sağda ya da solda olması ve uzağa ya da bir kişiye doğru tutulmuş olması etik açıdan önemli bir noktadır. Ev sahibinin uzun kılıcı, "katana-kake" adı verilen bir rafta vakizaşinin üzerine yukarı doğru bükülmüş şekilde konur; "omote" ("suka" ya da kabzanın solu göstermesi) geleneklere göre bir uyarıdır. Diğer taraftan, "taçi", kuşanıldığı gibi bir duruşa sahiptir, "suka" tabandaki bir oluğa yerleştirilmiştir ve yukarıyı göstermekte olan "saya", keskin kısım aşağıda olacak şekilde bir girintiye yerleştirilmiştir. Çoğu samuray, kılıcını öncelikli silah olarak kullanmaz; önce yay, sonra mızrak, son olarak da kılıç kullanılır. Kılıç çekmek, son hadde gelindiğinde ruhun serbestçe alev almasına izin vermek gibidir. Teslim olmaktan başka çare kalmayana dek savaşmak olarak açıklanan ""Ken ore, ya mo suki"" ("tam çevirisi : kılıcı kırılmış ve oku da yok") bir deyim olarak kullanılır. 6. yüzyılda efsanevi imparator
Jimmu, Japonya'nın büyük bir kesimini fethetti. Bu dönemde Japonlar kılıç yapma sanatını Çinli demircilerden öğrendiler. Eski kılıçlar Çin tarzında, düz, tek ya da çift taraflı idi. Bilinen en eski kenjutsu formu, Kofun dönemine tekabül eder (3-4. yüzyıl). "Kaşima no Taçi" (鹿島の太刀) adı verilen stil, Kaşima Tapınağı'nda ortaya çıkmıştır. Heiyan (8.-11. yüzyıl) döneminde Aynu bölgesinde, Rusya ve Japonya'nın kuzeyde yer alan Hokkaido bölgesinden alınmış tekniklerle kılıç yapımının geliştiği görülür. "Aynu" halkı, katananın ortaya çıkmasına etki eden -"varabati-tu" (蕨手刀)- "varabati" kılıcını kullanırdı. Efsaneye göre Japon kılıcı, "Amakuni" isimli demirci tarafından katlı çelik işlemiyle icat edilmiştir. Değişim sürecinde katananın tek yüzlü olması ve biçmek için daha uygun hale gelmesi, bu dönemde ortaya çıkan kenjutsu stillerine de yansımıştır. 12. yüzyılda uzun bir çöküş döneminden sonra iç savaş patlak verdi. Beş asır boyunca Japonya kendi karanlık çağlarına damgasını vuran şiddetli savaşlar yaşadı. Ōnin Savaşı, Japon zırhında devrim yarattı. Muromaçi döneminde kanlı savaşlar artık gelenek halini almıştı ama tembel Shogun generallerinin kültür ve sanata değer vermesi adaların barbarlığa düşmesini engelledi. Bu dönemde birçok iyi kılıç imal edildi. Kılıçlara olan yoğun ihtiyaç sebebiyle demirciler imalat tekniklerini değiştirdiler. Bunun yanında, savaşmanın getirdiği barbarlık kılıç imalatının altın dönemi olarak da bilinen Kamakura döneminin hayli sanatsal tekniklerinin terk edilmesine, işlevsel ve tek kullanımlık silahlara yönelime sebep oldu. "Muromaçi" döneminde, Ming hanedanına yasal ticaret yoluyla en az 200.000 katana ihraç edildi. Sonuçta başarısız olan bu kararın nedeni, Japon silah üretiminin tamamını piyasadan toplamak ve korsanların silahlanmasını zorlaştırmaktı. Zaman geçtikçe, bu sebeplerden ve ateşli silahların savaş meydanında sonuca ulaştıran güç olarak ortaya çıkması sonucunda kılıç ustalığı unutulmaya yüz tuttu. Ünlü Moğol İşgali (元寇, "Genko"), Japon kılıcının gelişimi için dönüm noktası olmuştur. "Kokan Nagayama" şöyle anlatır: Ne yazık ki "Nagayama" yararlandığı Japon tarihi kaynaklarında Moğol kılıcının, Japon kılıcına üstünlüklerinden bahsetmemiştir. Diğer Japon âlimleri, bu dönemdeki bazı Japon demircilerin Moğol tehdidine karşı daha kalın sırtlı kılıçlar imal etmeye başladıklarının altını çizmiştir. Barış zamanlarında demirciler daha rafine ve artistik kılıç tasarımlarına yönelecek zamanı bulmuşlardır. Momoyama döneminin başlarında yüksek kaliteli tasarımlar görülmüştür. Önceki savaş döneminde eski demircilerin teknikleri kaybolunca bu kılıçlara "yeni kılıç" manasına gelen "şinto", daha eski kılıçlara da bariz bir şekilde "koto" ("eski kılıçlar") adı verilmiştir. MÖ 987 civarında kıvrık kılıçlardan sonra ortaya çıkan kılıçlara da "jokoto" denilmiştir. Edo döneminde, samuray sınıfının bürokrat ve polis sınıfına dönüşmesi gibi sebeplerle kaliteden yine vazgeçilmiş ve işleme ve süsleme gibi ilgili diğer sanat dalları zaman zaman gelişim göstermiştir. Horimono olarak bilinen bu basit ve zevkli süslemelerin eklenmesi esas olarak dinî sebeplere dayanır. Birçok "şinto" kılıcında bulunan daha karmaşık işin, artık güzellik taşımadığı ve özellik arz etmediği düşünülür. Tecrit taraftarı "Tokugava Şogunluğu" döneminde ateşli silahlar ve barut yasaklanmış ve dolaşımdan kaldırılmıştır. 18. yüzyıl ortalarında çoğu genç Japon, değil bir silahın ateşlendiğini görmek, ateşli silah bile görmemiştir. Bu dönemin sonlarına doğru silah imalatı tekrar azaldı ve usta demirci Munetsugu’nun çabaları sayesinde 19. yüzyıl başlarında sanatsallığa saygı geri döndü. Munetsugu, "şinto" sanatı ve tekniklerinin "koto" bıçaklarına nazaran düşük seviyede kaldığı ve ülkedeki bütün kılıç yapımcılarının, unutulmuş tekniklerin açığa çıkarılması için çaba sarf etmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini açıkladı. Munetsugu, dinleyen herkese fikirlerini anlatarak ve bildiği her şeyi öğreterek ülkeyi gezdi. Kılıç ustalığı onun yol göstericiliği sayesinde tekrar toparlandı ve Japon kılıç imalatında ikinci yeniden doğuş yaşandı. Şinto metodundan vazgeçilmesi ve eski tekniklerin tekrar keşfedilmesi sebebiyle bu dönemin kılıçlarına ""yepyeni"" manasına gelen "şinşinto" denilir. Matthew Perry’nin 1853’te gelişine kadar bir değişim yaşanmaz. Kanagawa Anlaşması, Japonya'yı zorla dış dünya ile tanıştırınca Meiji Devrimi'nin takip ettiği hızlı modernleşme süreci başlar. 1876’daki Hayitoreyi döneminde silah taşımanın yasaklanması, samurayların halktan ayırt edilmesini zorlaştırmıştır. Katana bulundurmanın yasaklanmamış olması sebebiyle birçok katana saklanmıştır. Bir anda kılıç pazarı ölmüş, birçok demirci ticaretten yoksun kalmış ve değerli yetenekler kaybolmuştur. 20. yüzyıl başlarında askerlerin kılıç ile silahlandırılması ihtiyacı ortaya çıkınca, onlarca yıl sonra demirciler tekrar iş sahibi olmuştur. "Gunto" olarak bilinen bu kılıçlar, genellikle düşük kalitede, bir çoğu yağ ile ısıtılarak ve keski ile yontulmak yerine damga basılmak suretiyle seri numarası verilerek üretilmiştir. Katana, birçok meslek dalında kullanılmaya devam edilmiştir. Polisler sadece suçluları yakalamak için değil, aynı zamanda katana kullanan suçlulara karşı kendilerini savunmak için de katana kullanmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde Kendo, polis eğitim sürecine dahil edilerek polis memurlarının katana kullanmak için asgari eğitimi alması sağlanmıştır. Savaş döneminde astsubayların kullandığı "Tip 95", subayların "şin-gunto"suna benzer; standart makine çeliğinden metal kabartmalı ve boyanmış saplı geleneksel "suka"ya benzetilerek tasarlanmıştır. Bu dönem katana için karanlık olmasına rağmen özellikle imparatorluk sanatçıları olarak istihdam edilen azınlık tarafından ustalık canlı tutulmuştur. Bu demirciler Gassan Sadakazu ve Gassan Sadakatsu; imparator ve diğer yüksek rütbeli görevliler için eski kılıçlar ile yarışacak kalitede işler çıkartmakla meşgul olmuşlardır. Gassan Sadakatsu’nun öğrencileri, Japon kimliği için önemli olan bilgilerin vücut bulduğu, dokunulmaz kültür elçileri ya da yaşayan ulusal hazineler olarak düşünülür. 1934 yılında Japon hükümeti ordusunu, "şin-gunto" – yeni ordu kılıcı – ile donatınca "Tip 94" katana ve buna benzer birçok makine ya da el yapımı geç "şinto" türleri II. Dünya Savaşı’nda kullanılmıştır. ABD işgali sırasında tüm silahlı kuvvetler dağıtılmıştır. Belediye ve polis izni dışında keskin kenarlı katana imalatı da yasaklanmıştır. Daha sonra Dr. Homma Junji’nin General Douglas MacArthur’a başvurması üzerine bu yasak kaldırılmıştır. Görüşmeleri sırasında Dr Homma, Japon tarihinin çeşitli dönemlerinden kılıçları göstermiş ve çabuk kavrayan bir öğrenci olması sayesinde General Mac Arthur, hangi kılıçların artistik değeri olduğunu, hangilerinin ise gerçek silah olarak düşünülmesi gerektiğini kolayca tespit edebilecek hâle gelmiştir. Bu toplantının sonucunda genel yasak düzenlenmiştir. Böylece gunto sınıfı tamamen imha edilecek ve artistik değere sahip kılıçlara sahip olmak ve muhafaza etmek mümkün olacaktır. Hatta birçok katana, kelepir fiyata ABD askerlerine satılmıştır. Bazıları çalınmış, geri kalanlar ise muhafaza edilmiştir. 1958 yılındaki silahsızlanmaya bağlı olarak ABD’de Japonya’dan daha fazla Japon silahı bulunuyordu. Doğudan dönen ABD askerleri genellikle taşıyabildikleri kadar kılıcı beraberlerinde getirmişlerdir. Bu kılıçların 1.000.000 hatta daha fazlası gunto iken küçümsenmeyecek bir kısmı da koto, şinto ve şinşinto idi. Edo dönemi sonrasında demirciler giderek üretimlerini sivil ürünlere doğru çevirirken silâhsızlanma ve müteakip düzenlemeler neredeyse katana üretiminin sonunu getirdi. Pek az demirci ticaretini devam ettirdi. Dr Homma, kendilerini eski teknik ve kılıçları korumaya adamış “Sanatsal Kılıçları Muhafaza Derneği” ("Nihon Bijutsu Hozon Token Kai") kurucu simgesi haline gelmiştir. Aynı fikirde olan diğer bireylerin de çabasıyla katana karanlık günlerinden kurtuldu ve birçok demirci Munetsugu’nun başlattığı işi, eski teknikleri ortaya çıkarıp bugünün kılıçlarının eski kılıçlar kalitesinde üretimini devam ettirdi. Bazı katanalar modern zamanda silahlı soygunlarda kullanıldı. Ne var ki, bu katanaların çoğu kılıca benzer, esasında düzgün olarak imal edilmiş bir katananın fiyatı ucuz bir tabancaya nazaran daha fazladır. Bütün Japon kılıçları bu metoda göre üretilmiştir ve görünüşte bir bakıma benzerler. Farklı kılıçları birbirinden ayıran en belirgin özellik uzunluklarıdır. Japon kılıçları "şaku" birimine göre ölçülür (1 şaku = yaklaşık 30,3 cm ya da 11,93 inç; 1891’den itibaren "şaku" tam olarak 10/33 metre olarak tanımlanır, ama daha eski bilgiler bu değerden az da olsa sapmalar gösterebilir). Daha kesin ölçüm için, “sun”, “bu”, ve “rin” (sırayla şaku’nun onda biri, yüzde biri ve binde biri) kullanılabilir. "Çisa-katana" sadece kısa "katana"dır. Bir "katana" 2 "şaku"dan uzundur. Ne var ki, "çisa-katana", uzunluğu 1 ve 2 "şaku" arasında olan "vakizaşi"den uzundur. Genellikle uzun boylular için "katana" ve daha kısaları için "vakizaşi" yapılmaya başlandığından beri "çisa-katana"lar ender görülmeye başlanmıştır. "Çisa-katana"lar için söylenen en bilindik şey, bıçaklar arasında bir benzeri olmayan kısa "katana"lar olmalarıdır. Genelde "Buke-Zukuri" yöntemiyle yapılmışlardır. Japon kılıçlarının izi, her birinin kendi okulu, geleneği ve ticari markası olan birkaç şehirden birine kadar sürülebilir. Örneğin Mino şehrinin kılıçları başından beri keskinliğiyle ünlüdür. Bu gelenekler ve şehirler aşağıdaki gibidir: Japon kılıçları ve diğer sivri uçlu silahlar, Çin yöntemi olan metalin tekrar tekrar ısıtılması, katlanması ve dövülmesi ile yapılır. Bu uygulama, erime esnasında düşük ısının verdiği kazançtan faydalanmadan eritilen karışık metallerin aynı anda kullanımı ile popüler hâle gelmiştir. Bunun tersine ve kılıçlardaki karbon içeriğini (bazı kılıçlara karakteristik bir katlanma deseni verir) homojenize etmek amacıyla, katlama geliştirilmiş ve işçilik hassasiyetine rağmen çok etkili olduğu keşfedil
miştir. Katananın tipik kıvrımı farklı daldırma yöntemlerinden kaynaklanır. Kılıcın arka kısmı, kılıç daldırıldığında uç kısmına göre daha yavaş soğumasını sağlayan yalıtım özelliğine sahip kille kaplıdır. Bu, esnek ve hâlâ keskin uca sahip olmasına imkân veren sert-martensit uç ve yumuşak-perlit arka kısımdan oluşan bir kılıç üretilmesini sağlar. Kılıcın uç kısmının arka kısmına göre soğurken daha az büzülmesine sebep olan bu işlem, kılıca kıvrımını verirken demirciye yardımcı olur. Katana ve vakizaşinin aynı şekilde yapıldığı sanılsa da çoğu zaman farklı şekilde dövülürler, farklı kılıç kalınlığına sahiptirler ve "niku" oranlarında farklılıklar vardır. Vakizaşi sadece kısa katana değildir, çoğunlukla katanada nadiren görülen hira-zukuri ya da diğer benzer yöntemlerle dövülür. Bir bilgiye göre, "dayişo"lar (kılıç çifti) her zaman birlikte dövülmezdi. Eğer bir samurayın "dayişo" almaya maddi imkânı yetiyorsa, bu genellikle benzer iki kılıçtan oluşan bir "sayişo" olurdu. Bazen de farklı demircilerin elinden çıkmış ve farklı stillerde yapılmış sayişo kullanılırdı. Bir çift kılıç içeren "dayişo" aynı demirci tarafından yapılmış olsa da her zaman birlikte dövülmez ya da bir kalıptan çıkmazdı. Çift yapılmış iki kılıçtan oluşan “gerçek” "dayişo", çift olarak kalıplanmıştır, birlikte takılır ve aynı kişiye ait olur. Bundan dolayı nadirdir ve özellikle orijinal kalıbını koruyorsa çok değerli kabul edilir. Bunlar, çift olarak üretilmiş olsa bile, sonraki kalıplara göre daha değerlidir. Japon kılıçları günümüzde oldukça zor bulunur. Yine de güvenilir kaynaklardan ve oldukça yüksek fiyatlara gerçek antikalar bulmak mümkündür. Modern katana ve vakizaşiler günümüzde, hâlâ bu ustalık gerektiren silahları yapmaya çalışan birkaç lisanslı pratisyen tarafından yapılmaktadır. II. Dünya Savaşından kalma "Tip 98" katanalarının çoğunluğu da eski versiyonları gibi günümüzde yok olmuştur. Üretim işlemleri alt bölümlerde detaylı anlatılmıştır. Geleneksel Japon çeliği, kılıç yapımı için en iyi çeliklerden biri kabul edilir ancak gerçek sebebi gösterişli olmasıdır. Çağdaş batı çeliği ve modern çelikler saflık ve sağlamlık konusunda daha üstündür. Çeliğin bileşimi ustaya ve çelik cevherine göre değişim gösterir. Kılıçta kullanılan çeliğin bileşimi (II. Dünya Savaşı Dönemi): Karbon miktarının yüksek olması bıçağa sağlamlık katarken, silikon esnekliği ve dayanma gücünü artırır. Japon kılıçlarının dövülmesi genellikle saatler, günler hatta haftalar alır ve kutsal bir sanat olarak görülürdü. Tek bir zanaatkâr işinden ziyade, karmaşık hünerler gerektiren farklı sanatçıların yer aldığı bir süreçtir. Bu süreçte; kaba şekli döken bir demirci, katlama işini yapan genellikle ikinci bir demirci (çırak), uzman bir parlatıcı ve hatta kenar için ayrı bir uzman yer alırdı. Genellikle kın, kabza ve el siperi ("suba") uzmanları da işin içine dahil olurdu. İmalat aşamasının en ünlü kısmı çeliğin katlanmasıdır. Çelik defalarca katlanır, bükülür ve çekiçle düzleştirilirdi. Bu işlemler aşağıdakileri sağlar: Genel inanışın aksine sürekli katlama “süper-güçlü” bir bıçak yaratmaz. Saf olmayan maddeler yakıldıktan ve karbon içerik homojen hale getirildikten sonra uygulanan katlama işlemi çok az fayda sağlar ve karbonun azar azar yanmasına neden olur. Sonuçta, kenarı daha az tutacak yumuşak bir çelik ortaya çıkar. Kat sayısı kılıçtan kılıca değişiklik gösterir. Bir düzine kattan daha azına nadir rastlanır ve iki düzineden çok kata sahip otantik kılıçlar tamamen meçhuldür. 12 katlı bir bıçak başlangıçta 4.000’den fazla tabakaya sahip olacaktır. 20 kat ise bir milyondan fazla tabakaya sahip bir bıçak oluşturacaktır. Bundan daha fazlası bıçağın moleküler yapısı nedeniyle gereksizdir. Hatta bu noktadan önce, daha fazla kat, daha iyi bir kılıç manasına gelmez. Karbonun kontrol edilmesinin bıçağın işlevselliği üzerinde büyük etkisi vardır. Böylece en iyi sonuçlar genellikle 8-10 kat ile elde edilir. Genellikle kılıçlar, tahta kalastaki gibi damarlar ("hada") görünecek şekilde imal edilirdi. Düz damarlara "masame-hada", tahtaya benzer damarlara "itame", budağa benzer damarlara "mokume" ve eşmerkezli dalgalı damarlara "ayasugi-hada" denilirdi. Üç normal damar ("masame, itame ve mokume") arasındaki fark, ağacın büyüme yönüne kesit ("mokume"), açılı kesit ("itame") ve damar boyunca kesit ("masame") şeklindedir. En güçlü, güvenilir ve en yüksek kaliteye sahip kılıçlar "Mino", özellikle de "Magoroku Kanemoto" geleneğine göre yapılanlardı. "Bizen" geleneği "mokume" üzerinde uzmanlaşmıştı. "Yamato" geleneğindeki bazı okullar ise güçlü savaşçıların silahları üzerinde uzmanlaşmış olarak bilinirdi. Japon kılıcının en temel felsefesi tek bir keskin yüze sahip olmasıdır. Bu, bıçağın sırtının, keskin kenarı desteklemek için kullanılabileceği anlamına gelir ve Japonlar bu gerçeğin avantajlarını tüm yönleriyle kullanmıştır. Metal Avrupa metodunda soğutulmaz. Çeliğin esnekliği ve sağlamlığı ısı derecesine, ne kadar ısıtıldığına ve ne kadar sürede soğutulduğuna bağlı olarak değişir. Çelik yüksek bir sıcaklıktan hızlı bir şekilde soğutulursa daha sert ve kırılgan olan martensit hâlini alır. Daha düşük sıcaklıktan yavaş yavaş soğutulursa daha yumuşak ve esnek olan perlit halini alır. Soğumayı kontrol altına almak için kılıç ısıtılır ve yapışkan kil ile kaplanır. Kenar kısmındaki ince bir tabakanın hızlı ancak çeliği çatlatmayacak kadar da yavaş soğuması sağlanır (kılıcın kenarının son derece sert martensit olmasını sağlar). Kılıcın geri kalan kısmındaki kalın kil tabakası ise kılıcın yeteri kadar esnek olmasına izin veren daha yumuşak bir çelik için yavaş soğumayı sağlar (sırt ve orta kısmın perlit olmasını sağlar). Uygulama bittiğinde kılıç soğur ve doğru sertliğe sahip olur. Zamanla Japonlar değişik tip çelikleri kılıcın değişik kısımlarında kullanmaya başlamıştır. Örnekler aşağıda gösterilmiştir: Her bıçağın kendine özgü bir profili vardır. Bu görünüş yapımcısına, imalat yöntemine ve biraz da şansa bağlı olarak değişir. En belirgin fark bıçağın orta sırtında, "şinogi"de görülür. Kılıç "şinogi"ye doğru daralabilir, sonrasında keskin kısma doğru da daralabilir ya da "şinogi"ye doğru genişleyip bıçak kısmında büzülebilir (ikizkenar yamuk şeklinde). Düz ya da daralan "şinogi"ye "şinogi-hikuşi" denilirken, şişman görünümlü olanlara da "şinogi-takuşi" denilir. "Şinogi", bıçağın arka tarafına yakın olacak şekilde konumlanırıldığında uzun, keskin ve kırılgan bir kılıç tipi oluşur. "Şinogi", bıçağın ortasına yakın olursa daha makul olacaktır. Katana, diğer kılıçlardan farklı net bir uç şekline sahiptir. Uç kısmı uzun ("ö-kissaki"), orta ("çü-kissaki"), kısa ("ko-kissaki") ve hatta geriye doğru çengel şeklinde ("ikuri-ö-kissaki") olabilir. Uç kısmının kavisli ("fukura-suku") ya da nispeten düz ("fukura-kareru") oluşu ayrıca önem arz eder. "Kissaki" ne keskiye, ne de batı bıçaklarının "tanto" ucu yorumuna benzer. Batı bıçaklarının, bilemesi kolay, düz, çizgisel bir eğimi vardır ve Japon "kissaki"ye üstünkörü bir benzerlik taşır. "Kissaki" kıvrık bir profildedir, kenara doğru olan yüzey boyunca yumuşak, üç boyutlu bir kavise sahiptir – buna rağmen sınır çizgisi ("yokote") nettir. Bıçağın kabzaya denk gelen metal ("nagako") kısmına "mekugi –ana" adı verilen bir delik açılır. Kabzada ("suka") yer alan boşluk ile bu delik içerisine yerleştirilen bambudan yapılmış pin ("meguki"), bıçak kısmı ile kabzayı sabitlemek için kullanılır. "Suka"yı çıkartabilmek için öncelikle "meguki"yi çıkartmak gerekir. Ayrıca kılıcı imal eden ustanın imzası ("mei"), "nagako" üzerinde yer alır. Bütün kılıçlarda süsleme mevcuttur ama pek azının görünmeyen kısımlarına süsleme yapılır. Kılıç soğuduktan ve kirden arındırıldıktan sonra çeşitli motifler ve oluklar işlenir. Kılıcın üzerindeki en önemli işaretlerden olan seri numarası, sonradan kabzanın altında kalacak olan pırazvana üzerine işlenir. Pırazvana asla temizlenmez, bu kısmı temizlemek kılıcın değerini yarıya indirir. Amaç, bıçak çeliğinin eskimesini görmektir. Yatay, yana yatık, kareli gibi çeşitli numaralandırma teknikleri kullanılır. Bu teknikler, "içi-monji, kosuji-çigayi, suji-çigayi, o-suji-çigayi, katte-agari, şinogi-kiri-suji-çigayi, taka-no-ha" ve "gyaku-taka-no-ha" olarak bilinir. Numarayı pırazvana boyunca çapraz işlemeye "higaki" denir. Eğer bıçak çok eski ise törpüleme yerine tıraşlama ("sensuki") uygulanır. Süslemenin dışında, pürüzlü bir yüzey oluşturması sebebiyle kabza ve pırazvananın daha sıkı tutulmasını sağlarlar. Böylece pin ("meguki") ikinci bir güvenlik sağlamış olur. Kılıç üzerinde bulunan diğer işaretler estetik amaçlıdır. Kanji ile yazılmış ifadeler ve imzalar, tanrıları betimleyen oymalar, ejderhalar ve kabul edilebilir diğer varlıklara "horimono" adı verilir. Fazladan esneklik ve hafiflik sağlaması amacıyla açılan oluklara ise "taçikaze" adı verilir. Kılıç kuvvetle savrulduğunda ürkütücü ses çıkartan bu oluklar farklı biçimlerde olabilir; geniş ("bo-hi"), dar çift ("futasuji-hi"), geniş ve dar çift ("bo-hi ni sure-hi"), kısa ("koşi-hi"), kısa çift ("gomabuşi"), birleşik uçlu uzun çift ("şobu-hi"), düzensiz kesiklere sahip uzun çift ("kuyiçigayi-hi"), balta tarzı ("naginata-hi"). Genel inanışın aksine, bu oluklar düşmanın kanını daha fazla akıtmaya yaramaz. Pürüzlü bıçak tamamlandığında, demirci bıçağı "togişi" adı verilen parlatıcıya verir. Parlatıcının görevi çeliği parlatmak ve bıçağı savaş için bilemektir. Bu, bıçağın her bir santimi için farklı taşlar ve azami dikkat gerektiren, saatler süren bir işlemdir. Eski cilacılar üç, yeni cilacılar ise yedi çeşit taş kullanırdı. Parlatma, neredeyse bıçak imalatından daha uzun sürer ve hüner gerektirir. İyi bir parlatma kılıcın daha iyi görünmesini sağlarken, kötü bir parlatma en iyi kılıçların bile "gunto" gibi görünmesine sebep olur. Hepsinden önemlisi, eğitimsiz bir parlatıcı kılıcın işlevine, tarihine, sanatsal ve maddi değerine kalıcı şekilde hasar verebilir, kılıcın geometrisini bozabilir ya da çeliğin çekirdek kısmına kadar yıpranmasına sebep olabilir. "Hadori" ve "
saşikomi" olarak adlandırılan iki genel parlatma çeşidi vardır. "Hadori" (son 100 yılda keşfedilmiştir), beyazlatılmış "hamon"u (sert kısım ile yumuşak kısmı ayıran desenli hat) içeren pürüzlü asıl "hamon" ve koyulaştırılmış gövdeyi takip eden beyazlatılmış "hamon"un göze çarpmasını sağlayan modern metoddur. Yüz güzelliğini ortaya çıkartan makyaja benzetilir. "Saşikomi" ise eski yöntemlere daha yakındır ve "hamon"un hatlarını belli etmek yerine asıl "hamon"un ayrıntılarını daha rahat açığa çıkarır ve "hadori" ile kıyaslandığında ortaya daha parlak bir sonuç çıkar. Kılıçlar parlatmaya göre incelendiğinde;,kılıcın parlak yapısı ve "hamon", kılıcın eşsiz doğasını gösterir. Her bıçak kendi "hamon"u ve "hada"sına (dövülme izleri) göre kıyaslandığında farklıdır. Kilin uygulama şekline bağlı olarak oluşan "hamon", genel olarak demircinin kendi imzasının da ötesinde ve üstünde bir imza gibi kullanılırdı. Her demirci geleneğinin tercih ettiği yöntem diğerlerinden farklıydı. "Hamon", düz, dalgalı veya zikzaklı olabilir ve amacı dışında olsa da bıçak hakkında önemli gerçekleri ortaya koyar. İyi bir parlatma, kenarın hangi dereceden, ne kadar sürede soğutulduğunu ve çeliğin karbon alaşımını gösterir. Bunu "nayoyi"yi ya da "nayi"yi baskın bir şekilde ortaya çıkartarak yapar. Bu aşamada kılıç, kabza yapımcısına devredilir. Kabzaların yapısı, kullanılan parçalar ve sarma stiline göre dönemden döneme değişim gösterir ancak genellikle aynı temel mantığa dayanır. En belirgin parça "suka" adı verilen metal ya da tahta saptır. El siperliği ("suba") ise küçük, yuvarlak bir metalden yapılır ve süslemelere sahiptir. En son kısımda "kaşira" olarak bilinen bir topuz yer alır. Çapraz sargının altında "menuki" adı verilen bir süsleme bulunur. Bambudan yapılmış bir pim ("meguki"), "suka" ve pırazvana ("nagako") üzerinde yer alan "mekugiyana" adı verilen deliğe takılır. Bu pim kılıcın kabzaya sabitlenmesini sağlar. Kılıcın tıngırdamasını engellemek için sap ile bıçak kısmının birleştiği noktaya "habaki" denilen bir kemer takılır. Kılıcın kınını yapma görevi hiç de kolay değildir. Her ikisi de güç ve yorucu bir emek isteyen iki kın ("saya") çeşidi mevcuttur. Biri, genellikle tahtadan yapılan ve dinlenme kabı olarak düşünülen ve muhafaza amaçlı kullanılan "şira-saya", diğeri ise daha süslü ve savaş için tasarlanmış olan, kayışla "obi"den dışarı sarkacak şekilde bağlanarak "Taçi-Koşiraye" olarak kuşanılacak ise "jindaçi-zukuri" veya "obi"nin içerisine yerleştirilmek suretiyle "katana-koşirae" olarak kuşanılacak ise "buke-zukuri". 20. yüzyıl ordusunda "kiyu-gunto, şin-gunto ve kayi-gunto" gibi kuşanma şekilleri de mevcuttur ama bu alt sınıf kılıçlar genellikle toplu şekilde üretilmiştir ve pek az gerçek Japon kılıcı bu şekilde kuşanılır. Katana genel olarak, saplamaktan ziyade kesmek için tasarlanmış bir silahtır. Bu tarz silahlarla girişilen çatışmalarda fazla riske girmeden, rakibi en kısa ve etkili yoldan öldürmek esastır. Dolayısıyla darbeler kol ve bacak gibi uzuvlara değil, tümüyle gövdeye yönelir. Dikey savurmalarda hedeflenecek bölge, esas olarak köprücük kemiği bölgesidir. Rakibe bu ölçüde yaklaşılamıyorsa göğüs kafesinde derin bir yarma hedeflenir. Yatay savurmalarda ise hedef, boyun ya da bel bölgesidir. Yukarıdan aşağı darbelerde, uygun yapılmışsa köprücük kemiğinden bele kadar biçilmiş olunur, yatay darbelerde ise, yine uygun yapılmışsa vücut bel bölgesinden ikiye ayrılır. Kurban, ilk anda acı hissetmeyecektir, ilk birkaç saniye içinde vücuttaki kanın yaklaşık yarısı boşalacağı için bilincini yitirir. Katananın sapının iki elle tutulması esastır. Eğer kişi sağ elini kullanıyorsa sağ el daha yukarıdan, sol el ise aşağıdan kavramalıdır. Katananın kabzasını kavramada esas kuvvet bu durumda sağ elde olmalı, sol el, hareketler arasındaki hızlı geçişi sağlamada kullanılmalıdır. Sol el, kabzayı her an bırakacakmış gibi gevşekçe sarmalıdır. Eller arasındaki boşluk ve kavrama, kesmek veya bir silahı karşılamak için yapılacak manevraya izin verecek şekilde ayarlanır. Kesme sırasında birbirine daha yakın, karşılama -blok- hareketlerinde ise daha ayrık olmalıdır. Buna rağmen katana tek elle de kullanılabilir. Bu durumda, her parmağın kılıcın kabzasına uyguladığı kuvvet farklı olmalıdır. Kabzayı en sıkı tutan küçük parmaktır. Yüzük parmağı kabzaya biraz daha az bir kuvvet uygular; orta parmak biraz daha az, işaret parmağı ise belli belirsiz kavramalıdır. En kısa ve en güçsüz parmak olan serçe parmağının kavramada bu denli önemli rol üstlenmesi, uzun egzersizler gerektirir. Katana kullanım eğitimine başlamış bir kişinin, ilk birkaç hafta tüm günü mümkünse elde kılıçla geçirmesi uygun olur. Böylece kol sinirleri kılıcı iyice benimseyecektir, kılıç, kolun bir parçası olmalıdır. Kılıcın keskinliğini denemek veya kesme tekniği üzerinde pratik yapmak için insan dahil çeşitli materyaller üzerinde test yapmaya "tameşigiri" adı verilir. Japon kılıçlarının çeşitliliği göz önünde bulundurulduğunda, kılıç tekniğinin zaman geçtikçe değişim gösterdiği görülür. Gerek tek elle, gerek çift elle kullanımda, birbirini izleyen hareketler arasında bir geçiş bölümü olur. Kılıcın ve vücudun pozisyonu, bir hareketten diğerine geçiş yapacaktır. Bu geçiş hareketlerinde kol eklemleri önemli bir pozisyon değişikliği yapmak zorundadır. Özellikle tek elle kullanımlarda, hızlı hareketin kaslarda hasara yol açmaması için -hareketin momentumunu karşılamak üzere ters yönde çalışacaklardır- tüm kolun, omuz ekleminden döndürülmesi uygun olur. Ancak, harekete başlandığı andan itibaren bilek ekleminin kilitlenmesi gerekir. Kılıcın kolla yaptığı açı hiçbir zaman 180 derece olmamalıdır, en uygun biçme hareketi daha kapalı bir bilek pozisyonunda, örneğin 160 derecelik bir açıda sağlanır. Bu açı, savurma hareketinin başından sonuna kadar sabit kalabilmelidir. Savurma hareketi omuz ekleminden yapılmalı, dirsek eklemi de aynı bilek eklemi gibi kilitlenmelidir. Ancak dirsek eklemi 180 derecelik açıda olmalıdır. Omuz eklemiyle yapılan hareket, bel kemiği eklemleri, kalça eklemleri (kalça kemiği ile uyluk kemiği arasındaki eklem), diz ve ayak bileği eklemleriyle desteklenmeli, kuvvetlendirilmelidir. Belli dönemlerde kılıcın boyunun uzadığı ve at üzerinde kullanıldığı görülür. Aynı zamanda yaya askerler süvarilere eşlik eder ve daha kısa olan "katate-uçi" kuşanırlar. Bu, daha kısa boylu ve daha kısa saplı, sadece tek el ile kullanılmak üzere tasarlanmış bir katanadır. Aynı zamanda "vakizaşi" ve "kodaçi" olarak da bilinir. Zamanla zırhlar ve düşmanlar değiştikçe kılıçlar da ağır profilden hafif profile doğru, dövüş sırasında farklı kullanım amaçlarına uygun olarak değişim göstermiştir. Ağır olan kılıçlar ağır, yavaş ve daha güçlü savaşlar için uygunken, hafif kılıçlar hız ve keskinlik için uygundur. Kılıç çoğunlukla ok, mızrak ve olası uzun silahlardan sonra kullanılabilecek son silah olarak düşünülürdü. Buna rağmen Edo döneminde Japon samurayı "dayişo" kuşanmışken kullanacağı ilk silah katanaydı. İmalattan veya yanlış uygulamadan kaynaklanan birçok hata mevcuttur. Katanaların Avrupa'daki kılıçlara göre çok üstün olduğu genel ve yaygın bir inanıştır. Bu inanış FRP oyunlarında ve birçok filmde sıkça gündeme getirilmiştir. Fakat bu iddialar, çoğunlukla Avrupa kılıçlarının rolü ve üretim şekli hakkındaki yanlış anlamalardan ve en kötüleriyle kıyaslama yapılmasından kaynaklanır. Japonya demir açısından fakir bir ülke olduğu için kılıç yapmak pahalı bir girişimdi. Kaynaklar kısıtlıydı ve bir kılıcı gücünün yettiği malzemeyle yapmak demircinin bu işe ilgisine bağlıydı. Avrupa’da da üstün kılıç ustaları vardı, İspanya Toledo’da yapılan çelik kılıçlar, Japonya dışında yapılan efsanevi kalitedeki kılıçlara bir örnektir. Fakat demirin kolay bulunabilir olması, yüksek sayıda kaliteli silahın ucuza mal edilmesini sağlamıştır. Avrupalılar, pahalı ve ucuz kılıçlar arasında seçim yapma şansına sahipken, Japonlar pahalı kılıçlar ya da daha az pahalı kılıçlar ve kılıç üretmemek arasında seçim yapmak zorundaydı. Japon kılıçlarının katlanması, tüm kılıcın değerlenmesini sağlamakla kalmaz, kalitesi düşük demire sahip olan bir ülkede demirin içindeki fazlalıkların ayrılarak kılıç yapılmasını mümkün kılar. Eğer başlamak için daha iyi demiriniz ya da metali eritme imkânınız varsa buna gerek yoktur. Üretim esnasındaki dövme metodu sayesinde katana, çok sert martensit bir uç kısım ile yumuşak fakat esnek perlit bir orta kısım ve gövdeye kavuşur. Düz kenarlı bir kılıçta olmayan fevkalade çarpışma direncine ve keskinliğe sahip olmasını sağlar. Geleneksel olarak üretilmiş bir katananın 9 mm çapındaki bir silahla karşı karşıya kaldığında zarar görmeden etkiyi karşılayabildiği görülmüştür. Kurşun ikiye bölünmekte ve katana 50 kalibrelik ağır makineli silahtan çıkan 7 direkt vuruşa parçalanmadan dayanmaktadır. Ayrıca, silahla ateş edilmeden önce demir kesme makinesine karşı da kesilemez olduğunu kanıtlamıştır. Bu başarılar, kılıcın sert fakat esnek olan martensit/perlit yapısından kaynaklanır. Avrupa teknolojisinin, Japon demircilerin gizemli doğasının önünü kesecek önemli mesafe katettiği düşünülür. Avrupalılar, şekilli kılıçlar yerine daha kaliteli ama yapılması daha çabuk ve kolay olan katı demir çubuklardan kılıçlar üretmiştir. Avrupa'daki metalcilik demircileri düz uçlu ve pala gibi eğimli kılıçlar yapmaya teşvik ederken, benzer sebeplerden Japonlar, antik "Ken" tarzı modelleri bırakıp kıvrık kılıçlar yapmaya başlamıştır. Bazı Avrupa kılıçları farklı dövüş şekilleri için tasarlanmıştır. Keskinliği katanayı mükemmel kesici bir silah yapar fakat diğer uluslarca kesmek için yapılan modellerin de aşağı kalır yanı yoktur. Katana, bugün "şinkendo" ustaları kask kesme töreni düzenlese de, savaş sırasında bir zırhı delebilecek etkiye sahip değildir. Bu hafiflikteki belli başlı Avrupa kılıçları, kullanım gereklerine göre üreticilerinin düşündüğü limitlerin altında kullanılmaktadır. Maruz kaldıkları koşullar tanımlanmazsa karşılaştırma yapmak manasız olur. Avrupa kılıçları, Japon kılıçlarının dayanama
yacağı bazı gerilmelere dayanma gücü veren daha fazla yanal esnekliğe sahiptir. Katanalarda ise Avrupa kılıçlarının dayanamayacağı bazı darbelere dayanmasına imkân veren yüksek bir çarpışma direnci vardır. Kılıç tarihinin başlangıcından beri, ortaçağ ve rönesans döneminden 20. yüzyıla kadar birçok Avrupa kılıç tipi, Japon dövüş modelleri ile benzer şekilde hafif-zırhlı ve zırhsız piyadelerle savaşmak için yapılmıştır. Ağırlık farkları çok abartılmıştır. Hem uzun kılıçlar hem de katanalar 1,0 ve 1,5 kilogram (2-3 pound) arasında değişen tipik ağırlığa sahiptir. Avrupa kılıçları, aynı amaçla kullanılan Japon kılıçlarına göre daha uzundur. En uzun katana, yaklaşık, tek elle kullanılmak için tasarlanan bir Avrupa kılıcı uzunluğundadır. Tek elle tutulan Avrupa kılıcı, dövüşün niteliğini tamamen değiştiren bir kalkan ile birlikte kullanılmasına rağmen bir "vakizaşi'ye yakın uzunluktadır. Uzun Avrupa kılıcı ya da yarım kılıç, "odaçi" olarak sınıflandırılabilir, fakat kullanımda katana ya da "taçi"ye daha benzerdir. Daha çok "odaçi" gibi kullanılan büyük Avrupa kılıçları ile, sadece birkaç "odaçi" ile karşılaştırılabilecek boyuttadır. Terminoloji için Japon Kılıcı Terminolojisi maddesine göz atınız. Bira Bira, dünyadaki en eski ve en yaygın alkollü içeceklerden biridir. Su ve çaydan sonra en popüler üçüncü içecek konumundadır. Tahıldan üretilmektedir - yaygın olarak arpa kullanılır, ancak buğday, mısır ve pirinç de kullanılan ürünler arasındadır. Yapım aşamasında, şıra(malt-su karışımı) içerisindeki nişastanın fermantasyonu sonucu etil alkol ve karbondioksit açığa çıkar ve bira meydana gelir. Çoğu modern bira, biraya acılık ve farklı lezzetler katan, doğal bir dengeleyici ve koruyucu görevi gören şerbetçi otu ile hazırlanmaktadır. Şerbetçi otu yerine veya şerbetçi otu ile birlikte aroma katabilecek meyve ve çeşitli otlar da kullanılabilmektedir. Seri üretimde, doğal karbondioksit üretimi genellikle işlem sırasında çıkarılır ve yapay karbondioksitleme kullanılır. Bira insanoğlunun ürettiği en eski içeceklerden biridir. Arkeolojik araştırmalara göre ilk kez MÖ 10000 yılı civarında Ortadoğu'da muhtemelen tesadüf sonucu, buğday çorbasının mayalanması ile keşfedildi. Bu keşif, insanların yerleşik uygarlığa geçmesi, böylece biranın hammaddesi olan tahılları bol miktarda üretip tüketmesinin bir sonucuydu. Sümer ve Mısır kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla yazının bulunmasından sonra da Ortadoğu'da başlıca içki olarak bol miktarda tüketildi. Günlük hayatta ve dinsel törenlerde bol miktarda tüketilen bira aynı zamanda çeşitli meyve ve tatlandırıcılarla, mesela III. Ramses döneminde balla karıştılıp ilaç niyetine de kullanılmıştır. Orta Çağ'dan bu yana özellikle Kuzey Avrupa biranın ana yurdu haline gelmiştir. 14. yüzyıl öncesinde bira genelde evde yapılıp tüketilen bir içki iken, 14. yüzyıl itibarıyla birahanelerin ortaya çıkmasıyla biranın kalitesi daha da yükselmiş ve daha çok tüketilen bir içki haline gelmiştir. 1839 senesi sonrasında Batı'ya açılma sürecinde, bira Osmanlı'ya girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda biraya ait ilk mevzuat 1847’de konulmuştur. Mevzuatın genellikle uygulamayı izlediği gerçeğine dayanarak arpasuyu veya biranın 1847 öncesi bilindiği, tüketildiği ve üretildiği söylenebilir. 1840'li yıllarda ise, birahaneler açılmaya başladı. Osmanlı'da bira üretimi 1896 yılında 12.000 hl idi (1,2 milyon litre). Bu oran hızla artmıştır ve 1913-1914 yılları arası 9,9 milyon litreye ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nde bu rakama ancak 1940'lı yıllarda ulaşılmıştır. Uluslararası bir içecek olan biranın yapımı, ülkeden ülkeye değişiklikler göstermektedir. Belçika'da, tıpkı Fransız peynirlerinde olduğu gibi, bir yılın günleri kadar çok bira çeşidi sayılabilir, Birleşik Krallık'ın "a-le"leri, İrlanda'nın "stout"ları, Danimarka'nın "pilsner"leri, Almanya'nın "lager"ları ünlüdür. Ve tabii ki tüm Avrupa'da Çek Cumhuriyeti'nın Pilsen şehrinden adını alan, genelde tüm sarı biralara adını veren "pils"ler revaçtadır. Önce arpa taneleri yüksek sıcaklıkta filizlenme yöntemiyle malt haline dönüştürülür. Ardından kavrularak rengini alır. Kavrulma süresi biradaki renk değişikliğini sağlar. Daha sonra sıcak saf su ile karıştırılır. Bir litre bira elde etmek için 6-7 litre su gereklidir. Son aşamada ise şerbetçiotu katılır. Şerbetçiotunda 200’den fazla aromatik kokunun bileşimi vardır. Sıra, bira mayasının eklenmesiyle elde edilen, şekerleri alkole ve karbonik gaza dönüştüren fermantasyon işlemindedir. Bu işlem, yüksek sıcaklıkta yapılır (15-20 derece). Yoğun (kesif) biralar için 3-5 gün boyunca (özellikle esmer biralarda), sarı biralarda ise 6-8 derece arasında, 7-10 gün boyunca fermantasyon işleminin devam etmesi gereklidir. Alkol oranı "spéciales"lerin büyük bölümünde 5 ila 7 derece, "luxe"lerde 4 ila 5 derecedir, yemekte tercih edilen "light" biralarda 3,5 dereceden daha azdır. Yüksek teknoloji sayesinde üretilen alkolsüz biralarda ise bu oran 0,015 dereceye kadar düşer (örneğin ihracat ağırlıklı üretilen Efes Alkolsüz). Buna rağmen esmer biralardaki alkol oranı 12-13 dereceyi bulabilmektedir. Dünyanın en sert birası, Fransa'da "La Samichlaus" adı verilen biradır. Yılda sadece bir gün, Saint Nicolas gününde satılır ve bir yıl sonra içilir. Son yıllarda Avrupa'da, Atlantik ötesi biralar modadır; Amerika'nın hafif biraları, şerbetçiotunun az kullanıldığı biralar, yeşil limon eşliğinde içilen Meksika'nın Corona birası gibi. Bira tipleri genel olarak 'ale' ve 'lager' olarak ikiye ayrılmaktadır. Ale tipi biralar üst fermantasyon, lager tipi biralar ise alt fermantasyon biralarıdır. Pilsen: Kolay içimli , açık renkli, şerbetçiotundan gelen aromatik ve acılık tat karakteri dengelenmiş, alkol derecesi %4,8-5,1 arasında değişen bir bira tipidir. Lager: Lager dünyada en çok tanınan ve bilinen açık renkli, Pilsen'e göre daha düşük acılık karakterine sahip ve aromatik tat karakteri ön plana çıkarılmış bir bira tipidir. Koyu renkli bira: Koyu renkli malt ve isteğe göre belirli oranda kavrulmuş malttan da üretilen, %4,8-5,0 alkol ihtiva eden bir bira tipidir. Festival birası: Almanya'da özellikle Ekim ayında düzenlenen Bira Festivali için özel olarak üretilen yüksek alkollü mevsimsel bir bira tipidir. Bockbier: Yüksek doygunluk hissi veren, %6-7 alkol derecesine sahip, özellikle Almanya'da Mayıs, sonbahar ve yılbaşı dönemlerinde üretilen mevsimsel bir bira tipidir. Alkolsüz bira: Doğal yoldan oluşan alkolün belirli prosesler sonucu içinden uzaklaştırıldığı, normal biralara göre daha düşük kalorili bir bira çeşididir. Ale: Ale ismi birçok farklı karakterde genellikle koyu renkli bir dizi Britan bira tipi için kullanılan genel bir tanımlamadır. Pale, Bitter, Mild ve Scotch olarak çeşitleri mevcuttur. Hefeweizen (Mayalı Buğday Birası): Miktar olarak en az %50 oranında buğday maltı kullanılarak üretilen, Almanya'nın özellikle Bavyera eyaletinde popüler olan bir bira tipidir. Kristallweizen (Filtre Edilmiş Buğday Birası): Hefeweizen olarak yukarıda belirtilen biraya benzer hammadde kullanılarak, filtrasyon sonrası mayanın uzaklaştırıldığı bir bira tipidir. Altbier: Koyu renkli buğday ve arpa maltının birlikte kullanıldığı, acılığı yüksek ve sert içimli bir bira tipidir. Kölsch: Açık renkli, mayhoş bir tat karakterine sahip, özellikle Almanya'nın Köln şehrinde popüler olan bira tipidir. Stout: Siyah renkli, özellikle çok koyu renkli malt ve bir miktar da kavrulmuş malttan imal edilmiş, acılığı sert karakterde bir üst fermantasyon birasıdır. Porter: Porter da Stout benzeri koyu renkli, bazı çeşitleri %9 alkol ihtiva eden bir bira tipidir. René Guénon René Guénon (okun. rini guenon) (Şeyh Abdülvahit Yahya adıyla da bilinir)(15 Kasım 1886, Blois-Fransa – 7 Ocak 1951, Kahire), Fransız metafizikçi yazar. 15 kasım 1886'da Fransa'nın Blois kentinde doğdu. Babası Katolik bir aileden gelmiş bir mimardı. Guénon, formel eğitimini Matematik, Felsefe ve Edebiyat alanında gördü. Üniversite eğitimini 1916'da modern matematikteki sonsuz sayı kavramına getirdiği özgün bakışını tezleştirdiği "Leibniz ve sonsuz küçüklerin hesaplanması" (Leibniz and Infinitesimal Calculus) adlı çalışması ile tamamladı. Ancak sonrasında 1921 yılında Jacques Maritain'in danışmanlığında "Hindu Öğretilerinin Tetkikine Genel Giriş" (General İntroduction to The Study of Hindu Doctrines) adlı doktora tezi jüri tarafından kabul edilmemesi üzerine akademik çalışmalarına son verdi. 1906 yılında Paris'e gitti ve manevi yönden kendisini tatmin etmeyen Katolik öğretiden uzaklaşarak yeni yeni gelişmekte olan Ruhçu (Spiritüalist) gruplarla görüşmeye, fikir alış-verişinde bulunmaya ve yapılan ruhçu faaliyetleri incelemeye başladı. Guenon, 1906'da daha sonra Dr. Gerard Encausse tarafından yönetilen Ökült hareketin öncüsü olan Ecole Hermetique'in kurslarında katıldı. Sonrasında Papus'un bazı inançlarını (Ruhçuluk, Reenkarnasyon) reddetti. 1908 yılında Martinist arkadaşlarının da teşvikiyle kısa süre devam etmiş olan Orde du Temple Renove’nin kontrolünü üstlendi. 1909'da Okültizm ile tüm ilişkisini keserek O.T.R’den ayrıldı. 1909'da tarihi Katarcılığın (Catharism) otantik bir yeniden inşası olduğunu iddia eden Eglise Gnostique'a katıldı. Piskoposluk unvanını kazandı ve Palingenius adını aldı. 1906-1908 yılları arasında Spiritüalist, Okültist ve Gnostik gruplarla ilişki içinde kaldı. Daha sonra hakikate ulaşmak için sahih bir gelenek haricinde bir yol izlemenin yanlış olacağını ve hakikatten saptıracağını ortaya koyarak ruhçu gruplarla ilişkisini kesti. 1909 yılında onun yönlendirmesine katılan Eglise Gnostique'den bazı arkadaşlarıyla birlikte "La Gnose" (İrfan) adında ezoterik konuları ele alıp işleyen bir dergi kurdu ve 1912’ye kadar çalışmalarına devam eden bu derginin editörü oldu. İçine girip çıktığı gruplardan birinde önceden müslüman olmuş ve Abdulhadi ismini almış olan Fransız ressam Gustav Ageli ile tanıştı. Ageli ile tanışmasının ardından onun yönlendirmesiyle incelediği İslam'dan etkilenerek 1912 yılında müslüman oldu ve Mısır'a giderek Şazeliye tarikatı şeyhi Abd
urrahman Eliş El-kebir'e intisap etti. İntisabının ardından arapça makalelerde ve günlük hayatında kullandığı Abdülvahid Yahya adını aldı. Mısır'dan döndükten sonra Tradsiyonalizme dair çalışmalarını yoğunlaştıran Guénon 1930'da eşinin vefatı üzerine tasavvufu daha derinden incelemek gayesiyle Mısır'a gidip yerleşti ve şeyh Muhammed İbrahim'in kızı Fatma ile evlendi. Vefatına kadar Kahire'de yaşamına devam etti. Mısır’da iken mümkün mertebe insanlardan uzak ve olabildiğine küçük bir çevre ile ilişkisini sürdürürken arapça yayın yapan El-maarif dergisinde yazılarını yayınlamaya devam etti. Guenon, metafizikten geleneksel ilimlere ve modern insanın hayatındaki açıklıklara kadar geniş bir sahada eserler verdi. Kitaplarının esas konusu genel olarak çeşitli geleneklerle modern dünya arasındaki tezatlık oluşturmaktadır. Bunu yaparken de en büyük dayanağı Akıl (Entelekt) ile Profan Aklın (Raison) arasındaki farktır. Çok iyi analiz ettiği Modern Batı'yı geleneksel medeniyetlerden sapma ve hatta bir "hastalık" olarak gören Guenon, iyileşmenin tek yolunun Doğu'daki geleneksel öğretilerin temelinde yer alan hakikatlerin (Sophia Perennis) yeniden keşfi olduğunu ileri sürer. Bütün hakiki dinlerin aynı ilahi kaynaktan gelip kuralları itibarıyla değişkenlikler arzeden uyarlamalar olduğunu öne süren Guenon, Hinduizmin doğuştan Hindu olanlara açık, Hıristiyanlığın ise inisiyatik niteliğini yitirmiş, Yahudiliğin de ırki bir nitelik sergilediğini ifade etmiştir. Kendisine manevi yol olarak modern dünyada inisiyatik niteliğini koruduğunu düşündüğü İslam'ı (tasavvufu) seçmiş ancak eserlerinde ırki ve zihni yakınlıkları sebebiyle batılı zihniyetine daha uygun geleceğini düşündüğü bir dil olan Hinduizmin dilini kullanmıştır. Bunda maksadı gerek İslam'a bakışı çok dar ve olumsuz olan batı insanına -kendisinin de hıristiyan öğretiye olan soğukluğunun da etkisiyle- anlatımının daha kolay olacağı için gerekse de gelişmekte olan Hind hayranlığından istifade ile geleneğin çok kapsayıcı bir yüzü olan Hindu tradisyonunu temel alarak hakikati anlatmaktı. Bununla birlikte kendisine bir yol arayışı ile başvuran hiç kimseye Hindu dinini tavsiye etmediği belirtilmektedir. Neticede onun en büyük amacı okuyucularına manevi bir yol bulma konusunda imkanların bulunduğunu göstermekti. Yine de şu söylenmelidir ki o okuyucuları için hiçbir geleneği diğerine tercih etmemiştir. Kendisi de tradisyonalist ekole mensup olmakla birlikte Frithjof Schuon gibi yazarlar Guenon'un Hıristiyanlık ve birkaç başka konudaki görüşlerine katılmamışlardır. Yazarlar arasındaki böylesi farklılıklardan ötürü batıda Guenon takipçileriyle Schuon takipçileri arasında belirli bir ayrıma giden kimseler de bulunmaktadır. Sembolizmde de bir üstad olan Guénon, tradisyonel doktrine dair derin ve net tespitler yapmakla birlikte modern matematiğe getirdiği yorumlarla da dikkat çekmektedir. “Guénon ve matematiksel sonsuz" yazısında Bekir S. Gür onun bu yönü için : "Matematiksel sonsuz'u incelediği tezinde modern matematiğin sonsuz ile ilgili alanları için doğrudan "matematiksel sonsuz diye bir şey yoktur" der: çünkü bir tane sonsuz vardır, o da ancak metafiziksel sonsuzdur! 1, 2, 3... gibi bir sayı dizisinin sonsuz değil, olsa olsa belirsiz (indefinite) olduğu söylenebilir" diye yazmaktadır. Yirminci yüzyılın içinde bulunduğu buhrana hakikat perspektifinden ortaya koyduğu tespitlerle tradisyonalist (gelenekselci) ekolün doğmasını sağlayan ve bu sayede ezoterik ve mistik yol arayışı içinde olan birçok insana akaide bağlı sahih -ortodoks- manevi yol ile sahtekarlık ve sapmalar arasındaki ince ve derin farklılıkları göstermek suretiyle bir rehber olmuş olan büyük mütefekkir Guénon'un dar çerçevede sürdürdüğü yaşamı Mısır'da 7 ocak 1951'de sona erdi. Esasında birtakım gizli kapaklı inanış, ritüel vesairin dışında, Guenon'un savunduğu tezler çepeçevre yeryüzü manevi geleneğinin ortaklaşalıkları üzerinde bizi düşündürmektedir.  Guenon belli bir yaşa kadar birçok yapıya müntesip olsa bile asla tatmin olmamış bir ruhtur. Bu süreçte aradığı gerçeklikleri İslam dininde bulmuştur. Ama o'nun hidayete ermesi, üzerinde düşündüğü şeylerin hakikatine ermesi ile anlam kazandı.  Guenon sıradan bir hidayet ehli, bir davetçi vs. değildir. O, bulduğu gerçeklikleri katışıksız entelektüel faunasında yepyeni ilişkilere taşımayı becermiş bir derinlikli kişidir.  İnsan-ı Kamil'in yeryüzü geleneği için ne ifade ettiğini o'nu okuyunca modern idrakimize daha iyi anlatabiliriz. Ya da himalayalar nedir? daha iyi öğreniriz. O'nun yolculuğu, durakları her biri enfes maceralar şeklinde karşımızda beliren bir düşünce turudur.  Guenon sahih gelenekler ile batıl arasındaki sınır ihlallerini tespit etmektedir. Tapınakçılar, Gülhaççılar veya Katar Şövalyeleri, Masonluk gibi birbirine geçişimli birçok olgunun aslında bir tek sahih gelenek içindeki aynaların yanıltıcılığından yararlanabildiğini ortaya koymaktadır.  Bunu şöyle düşünebiliriz: esasında yeryüzü kadim manevi bilginin bir süreği ve hakimiyet alanıdır. Tahrif edilen de bu manevi bilgidir. Esas olan bütün bu karmaşa içindeki tek olan gerçekliği ortaya koyabilmektir. Böyle olunca Hint Manvantarası, Mısır Gizemcileri veya Kuzey Kutbu Söylenceleri bir tek ana kavşakta birleşebilmektedirler.  Ama bunu şöyle anlamamak gerekiyor: Guenon asla bir Sinkretik değildir. Tevhidi inanışa sahip bir müslümandır. Ancak o tevhidin yansılarını yeryüzünde aramıştır.  Guenon'un üzerinde durduğu en önemli kavram İnisiyasyondur. O tradisyonun (manevi gelenek) kendisini inisiyasyonlar (erginleme, tekris) yoluyla var ettiğini söylemektedir.  Bunu şöyle anlamalıyız: bir Shaolin rahibi, bir Brahman, bir Katar rahibi, bir Afrikalı büyücü, bir şaman ve bir mutasavvıf dervişin geçtiği yol aynı yoldur. Biz bu yola gelenek diyoruz ve bu sistem içinde yüceliyoruz.  İnsan-ı kamil ve onun aşağısında yer alan silsileler içindeki herkes bu tekris sürecinden geçmiştir. Dolayısıyla evren düzenli bir sistematik içinde bir manevi patronajın (terminolojide "tasarruf") altındadır. İlahi dinlerin tek bir kaynaktan geldiğini farketmiş ve bu yüksek prensipten insanlara aktarılan tek bir gelenek var olduğunu çıkararak ve bu geleneğin aslında bütün dinlerin özü, farklı semboller ve isimlerle ifade edilse de hepsi aynı hakikati anlattığını savunmuştur. “Felsefe, giriş ve hazırlık niteliğinde bir aşamadır; Hikmete doğru bir ilerlemedir. Hikmetten daha aşağı bir duruma tekabül eden bir aşamadır. Daha sonra meydana gelen sapma, bu geçiş düzeyini amaç olarak almış ve Felsefeyi Hikmet yerine koymuştur." Rene Guenon "Guenon, kalpleri tutuşturmak yerine aklın ışıldamaları ile iştigal etmiştir." Mahmut Kanık Mehmed Emin Rauf Paşa Mehmet Emin Rauf Paşa (d. 1780, İstanbul - ö. 1860, İstanbul) iki kez II. Mahmud ve üç kez Abdülmecid döneminde toplam 5 kez 14 sene 7 ay 36 gün sadrazamlık yapmış olan Osmanlı devlet adamıdır. Mehmed Emin Rauf Paşa 1780 yılında İstanbul'da doğdu. Babası çavuşbaşı ve nişancılık görevlerinde bulunmuş olan "Sait Mehmet Efendi"'dir. Iyi bir eğitim gördükten sonra ilk devlet görevi olarak "Sadâret Mektûbî Kalemi"’ne girip orada yetişti. 1806'dqa serhalife, ayni yil sedaret mektupcusu, 1811'de Rikab-i Humayun defterdari ve 1814 yılında "şıkk-ı evvel defterdar" unvani ile başdefterdar oldu. 1 Nisan 1815'de Hurşid Ahmed Paşa'nin sadrazamlıktan azledilmesinden sonra vezir rütbesi verilerek ilk kez sadrazamlığa getirildi. Yenilikçi olduğu için yeniçerilerin koruyucusu olan ve II. Mahmut üzerinde etkili olan Mehmed Said Halet Efendi ile anlaşmazlık içine girdi ve Halet Efendi baskısıyla 5 Ocak 1817'de sadrazamlıktan azledildi. Halet Efendi onun idam edilmesine ısrar etmekle beraber Sultan II. Mahmut bunu kabul etmedi ve Mehmed Emin Rauf Paşa Sakız Adasına sürüldü. Fakat bundan sonra Mehmed Emin Rauf Paşa gayet temkinli ve çekingen bir tavır alarak yenilik hareketi ile meşgul olmadı. 1819'de bağışlandı ve vezirlik unvanı iade edildi. 1819da Bolu sancağı mutasarrıflığına; takiben Teke ve Hamîd sancakları mutasarrıflığına, 1820de maden eminliği ile birlikte Diyarbekir valiliğine tayin edildi. 1821’de "Şark Seraskerliği" rütbesiyle Erzurum Vilayeti valiliği kendisine verildi. Ama doğuya gitmedi ve Erzurum'a mütesellimini yolladı. Kaçar Hanedanından Feth Ali Şah'a karşı yapılan 1821-1823 Osmanlı-İran Savaşı nedeniyle bu görevlerden azledildi ve Alâeddin Paşa onun yerine eyalet valisi ve "Şark Seraskeri" olarak atandı. Bu savaşı sona erdiren baris muzkerelerinde ve 1 Haziran 1823'te Erzurum Antlaşması imzalanmasında Osmanli Devleti delegesi olarak hazır bulundu. 1824’te Kastamonu valilgine, 1827’de Halep valiligine ve 1828'de Kudüs sancağı musarrififligi ve hac emirliği ek görevleri ile Şam valiliğine getirildi. Asakiri Mansure ordusunu kurmayi finanse etmek için yeni olarak konulan ve halk tarafindna hoslanilmayan "Ihtisab Vergisi"'nin toplanmsi sırasında Sam Vilayetinde ortaya karisikliklar cikti ama bunlar bastirildi. Ama Agustos 1831'de bu vergi toplama görevinde gevseklik gösterdiği bahanesi valilikten aziledildi ve vezirlik unvani da kaldirilip Bursa'ya mecburi surgune gönderildi. Ayni yıl 1831'de afolundu. Vezirlik unvani geri verildi. Karahisar-i Sahip sancagi (modern Afyonkarahisar ili) ve Menteşe Sancağı Muğla Sancagi mutasarrifi olarak atandi. 1831-1833 Osmanlı-Mısır Savaşı başlamış ve Kavalali Ibrahim Pasa komutasındaki Misir ordusu 1832'de Akka, Sam ve Halep'i eline geçirmis Osmanli ordusunu Belen Muharebesi'nde maglupe edip Cukurova'da Adana ve Mersin'i el gcirmisti. Yeni bir Osmanlı ordusu serdar-ı ekrem olarak Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasında Anadolu'ya gecmisti. Ama Misir ordusu bu sırada Torasları gecip Konya'ya gelmisti. Aralik 1832'de Osmanli ordusu Konya'ya varincaya kadar Kasim ayuında Mehmed Emin Rauf Pasa Kütahya'da Anadolu Valisi görevi ile ordu kaymakamligina tayin edildi. Kavalali Ibrahim Pasa komutasındaki Misir ordusu ile Sadrazam Reşid Mehmet Paşa komutasındaki Osmanli ordusu arasında 21 Aralik 1832'de yapılan Konya Muharebesi'nde Osma
nli ordusu yenik dustu ve komutan Sadrazam Resid Mehmed Pasa yaralanıp Misir ordusuna esir dustu. 18 Şubat 1833'te esir olan sadrazam yerine Mehmed Emin Rauf Pasa ikinci kez sadrazam olarak atandi. Kavalali orduları Kutahya'ya kadar ilerledi ve karşı gelecek Osmanli ordusu bulunmadığı idin İstanbul youl acikti. Osmanli devleti Misir ordusunun İstanbul'a hgirmesini onlemek için önce "Buyuk Guc" devleteleri destei gi istedi. Fransa Kavalali yanli idi. Ingitere ise Kavalali'nin hanedani degistirmeden genc Abdulmecid'i padisah yapaip onun idaresinde Misir'i tabi olarak yonetcegini bildirdigi icin Misir ile Istanbul arasindaki anlasmazligi Osmanli devleti icisleri kabul edip Isnatnula destek vermekten imtina etti. Son care o;arak Rusya'dan destek istendi. Rusya 8 savas gemisi ve 10 tabur askeri gonderdi ve 20Subat 1833'de bu Rus gucu Boğazici Buyukdere onunde demirledi. 8 Temmuz 1833'da Ruslarla karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşması mahiyetindeki Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı. Ingiltere ve Fransa Misir guclerinin Istnbul'a ilerlemesini onlediler. Bunun uzerien Kavalili Ibrahim pasa ile Kütahya Antlaşmaşı imzaldndi ve 1831-1833 Osmanlı-Mısır Savaşı sona erdi. Kavalali Mehmed Ali Pasa'nin Misir valiligi yanindan Kavalali Ibrahim Pasa'ya Suriiye ve Adana Valiligi verilmisti. Kavalali Ibrahim Pasa'da ordusu ile Adana ve Suriye valilik bolgelerine cekildi. 30 Mart 1838'de sadrazamlık başvekilliğe dönüştürülünce ilk başvekil oldu. Ayrıca dahiliye nazırlığını da üstlendi. Temmuz 1839'da II. Mahmud ölüp yerine Abdülmecid tahta geldiğinde bir oldu bittiyle sadaret mühürü Koca Hüsrev Mehmet Paşa tarafından elinden alındı. 1840-1841 arası üçüncü kez sedarete getirildi; ama yaşlılığı bahene edilerek azledildi, 1842-1846 arası dördüncü kez sadrazamlık yaptı. Ama yenilikçi Mustafa Reşid Paşa baskısıyla görevine son verildi. Ocak 1852'de tanzimatçılar ve Mustafa Reşid Paşa'nın nüfuzlarını kırmak için beşinci kez sadrazamlığa getirildi. Mart 1852'de Tanzimat yanlılarının baskısıyla görevinden alındı. Daha sonra Meclis-i Ali'de bir süre görev yaptı. 28 Mayıs 1860'da İstanbul'da vefat etti ve kendine yaptırdığı türbeye gömüldü. Muharrem Muharrem Hicri takvime göre yılın birinci ayı. Muharrem Arapça bir kelime olup, kelime kökü itibarıyla "haram"dan türemiştir. Sözcük karşılığı, haram olan, yasaklanan anlamındadır. Araplar, İslamiyet öncesi dönemde (Cahiliye döneminde) dahi, kabile yaşantısının bencilliklerinden kaçınarak, Arabi ilk ay olan "muharrem" ayında birbirlerine savaş açmak gibi "yasaklanan" fiillerden kaçınır ve uzaklaşırlarmış. Safer Safer Hicri takvime göre yılın ikinci ayı. "Sefer" (Arapça yolculuk) ile karıştırılmamalıdır. Rebiülahir Rebiülahir, Hicri takvime göre yılın dördüncü ayı. Rebiülsani (ikinci Rebi) olarak da geçer. Rebi Arapça bahar demektir. Rebiülevvel Rebiülevvel, Hicri takvime göre yılın 3. ayıdır. "Rebî" kelimesi, Arapça'da "bahar" anlamına gelir. Buna göre, "Rebiülevvel" aynın kelime anlamı "evvelki bahar" şeklindedir. Bir sonraki ayın isminin "Rebiülahir" (sonraki bahar) olduğu da dikkate alındığında, Rebiülevvel ayının kelime manası biraz daha iyi anlaşılacaktır. Cemaziyelevvel Cemaziyelevvel (, Hicri takvime göre yılın 5. ayı. Ayın adına kaynaklık eden "cemazi" sözcüğü "yağmursuz alan" anlamına gelmektedir. Cemaziyelahir Cemaziyelahir Hicri takvime göre yılın 6. ayı. Cemaziyelsani (İkinci Cemaziyel) olarak da geçer. Recep Recep veya Receb (Ar. ), hicrî takvime göre yılın 7. ayı. Receb, Üç Aylar'ın başlangıcı ve Haram Aylar'dan biridir. Kur'an'da "...bunlardan dördü hürmetli aylardandır..." derken Recep Ayı da kastedilmiştir. Recep Ayı'nın faziletiyle ilgili hadisler çoktur. Bunlardan bazıları “Recep Allah’ın, Şa’ban benim Ramazan ise ümmetimin ayıdır”, “Recep’in ilk Cuma gecesinden gafil olmayasınız. Zira o gece, meleklerin “Regâip” ismini verdikleri gecedir.” Ancak bu hadislerin sıhhatı konusu ihtilaflıdır. Şaban Şaban Hicri takvime göre yılın sekizinci ayı. İslam'a göre Recep ve Ramazan ile birlikte mübarek 3 aylardan biridir. Ramazan (takvim ayı) Ramazan (), Hicrî Takvim'e göre 9. ay ve İslam dininin inancına göre Muhammed' e Kuran-ı Kerim ayetlerinin inmeye başladığı, aynı zamanda Müslümanlarca oruç tutulmaya başlanılan aydır. Bu ayda oruç tutmak İslam'ın beş şartı'ndan birisidir. Ayın hilal görünümünün ilk görülüşünden itibaren 29 veya 30 gün boyunca Ramazanın sürdüğü hadislerden alıntılanarak hesaplanmıştır. "Ramazan", "Ramaza" (çok sıcak olma) kökünden gelir. Bunun nedeni muhtemelen Ramazan orucu ibadeti ilk uygulanmaya başlandığında yaz aylarına tekabül ediyor olmasıdır. Yine Sevan Nişanyan'ın verdiği bilgilere göre Ramazan, İslam öncesi Arap ay takviminde Temmuz-Ağustos aylarına verilen isimdir. Bu takvimde aylar 12+1 sistemi (3 yılda bir ilave edilen 1 ay) sayesinde en fazla 30 günlük kaymalarla yılın aynı zamanlarında yaşanmaktaydı. Günümüzde Ramazan ayının zamanı Ömer'in halifeliği zamanında düzenlenen Hicri takvim'e göre belirlenmiş, Hicri Takvim bir ay takvimi olduğu için yıllar, miladi takvimden 11-12 gün kısadır. Bunun sonucu olarak Ramazan ayı her sene miladi takvimde öne kayar. Yaklaşık olarak her 32 senede bir, Ramazan ayı aynı tarihlere denk gelir. Ömer'in hilafeti zamanında Arap Yarımadası'nda; Persler, Romalılar ve başka medeniyetlerin kullandığı güneş ve ay takvimleri kullanılmaktaydı. Hicaz-Asir bölgesinde ise hem güneş hem de ay takvimi kullanılıyordu. Takvim oluşturma fikri ortaya çıkınca yapılan istişareler sırasında sahabeden Ali bin Ebu Talib, oluşacak takvimin peygamberin Medine'ye hicretini başlangıç tarihi olarak önermiştir. Bu görüş kabul edilmiştir fakat peygamberin hicretinin ay takviminin ilk ayı olan Muharrem'e değil de Rebiulevvel'e denk gelmesi sonucunda tarih geriye alınmıştır. Buna göre Hicrî takvimin başlangıcı miladî 23 Temmuz 622'ye denk gelir, yılın dokuzuncu ayı da böylece Ramazan olur. Ramazan ayından önceki hicrî ay Şaban, Ramazan'dan sonraki ay ise Şevval ayıdır. Hicrî takvimin salt ay takvimi olması sebebiyle, bu takvimdeki ayların mevsimlerle ilişkisi yoktur; yani her ay güneş takvimine göre her yıl pozisyonu değişir, ve böylece aylar mevsimler arasında gezinir - belirli bir mevsimin ayı olmazlar. Bu sebeple Ramazan ayı ve oruç dönemi her yıl değişir. Şevval Şevval, Hicri takvime göre yılın 10. ayı. 1 Şevval Ramazan Bayramı'nın ilk günü iken, 3 Şevval son günüdür. Zilkade Zilkade, Hicri takvime göre yılın 11. ayı. Mübarek Aylar, Hürmet Ayları ya da Haram Aylar'ın (Arapça: "Eşhürü'l-Hurum") birincisidir. Üçü peş peşe biri ayrı olmak üzere, bu aylar dört tanedir: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb. Peygamber İbrahim ve İsmail devrinden beri bu dört ayda her türlü kötülük, saldırı, zulüm ve savaş yasakdır. Peygamber Muhammed'in Hadis-i Şerif'ine göre: "Haram Aylarda üç gün oruç tutana, Allahu Teâlâ 900 senelik oruç sevabı yazar." Salı Salı, Pazartesi ile Çarşamba arasında haftanın ikinci ya da üçüncü günüdür. Cuma ve Perşembe günleri haftasonu olan ülkelerde haftanın dördüncü günü olarak sayılmaktadır. Salı gün adı Türkçeye iki ayrı dilden gelmiştir; ilki Arapça üçüncü gün anlamında Sellase, Selase sözcüğü, ikincisi de Farsça-Süryanice gene üçüncü gün anlamında Seşenbe sözcüğüdür. Eski Türkçe'de bu güne üçünç denir. Perşembe Perşembe, Çarşamba ile Cuma arasında olan, haftanın dördüncü günüdür. Perşembe, Farsça-Süryanice beşinci gün anlamındaki kelimesinden gelir, "Çarşamba" kelimesine kafiyeli olarak "Perşembe" olarak söylenir. Eski Türkçedeki ismi Beşünç'tür. Cumartesi Cumartesi, haftanın cumadan sonra ve pazardan önce gelen günüdür. Cumartesi yaygın olarak kullanılan pek çok takvime göre haftanın yedinci ve dolayısıyla son günüdür, ancak ISO 8601 standardına göre haftanın sondan bir önceki (altıncı) günüdür. Latince adı dies Saturni (“Satürn’ün Günü”) Eski İngilizceye Saeternesdaeg olarak girmiştir. Cumartesi gününe, en geç 2. yüzyılda, Vettius Valens’e göre günün ilk saatini kontrol eden Satürn gezegeninin adı verilmiştir. Bundan önce Eski İngilizce adı sunnanæfen (“sun [güneş]” + “eve [arifesi]”) idi. Ayrıca bakınız: Sebt Günü,Yedinci gün kiliselerinde Sebt Yahudiler, Mesihî Yahudiler ve Yedinci Gün Adventistlerine göre, Şabat (veya SDA’ya göre Sebt) olarak bilinen haftanın yedinci günü, Cuma günbatımından Cumartesi günbatımına kadar sürer ve istirahat günüdür. Geleneğe göre bu günde çalışılmaz. Tevratta yazılana göre: "Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi." Roma Katolik ve Doğu Ortodoks kiliseleri Cumartesi (Sebt) ve Rabb’in Günü (Pazar) günlerini birbirinden ayırırlar. Diğer Protestan gruplar, örneğin SDA ise Rabb’in Günü’nün Pazar değil Sebt olduğunu savunurlar. Kutsal Yazılar’da İsa’nın hazırlık gününden sonraki gün olan Sebt günü mezarda istirahat ettiği belirtilmektedir. Bu şekilde İsa, Allah’ın başlangıçta yaratılış sırasında istirahat ettiği gibi istirahat etmiş oldu. Kuakerler geleneksel olarak Cumartesi’ye “Yedinci Gün” derler ve günün “pagan” asıllı olan adını kullanmaktan kaçınırlar. [Bazı] İslam ülkelerinde Cuma haftanın son günü kabul edilir ve Perşembeyle birlikte tatildir; Cumartesiye (“Şabat” ile aynı kökenden gelen) Sebt adı verilir ve pek çok Arap ülkesinde haftanın ilk günüdür. Bu günün Eski Türkçedeki anlamı Şanba'dır. Şanba kelimesi Türkiye dışındaki bütün Türki cumhuriyetlerde cumartesi olarak kullanılmaktadır. Pazar Pazar, Cumartesi ile Pazartesi arasında, haftanın yedinci ve son günüdür. Eski medeniyetlerde haftanın ilk günü olarak kabul edilmiştir. Örneğin, birçok Avrupa dilinde bu gün Güneş Günü anlamında sözcükler (af:Sondag, als:Sonntag, ang:Sunnandæg, da:Søndag, de:Sonntag, cy:Dydd Sul, is:Sunnudagur, kw:Dy' Sul, la:Dies solis, lb:Sonndeg ing:sunday) kullanılır. Anadolu'da Girey y
a da Gira kullanıldığı da görülmektedir. Eski Türkçede bu günün adı "Birinç"'tir. Pazar günü birçok ülkede tatil günüdür. Uluslararası normlara uygun olması için Türkiye'de de Pazar günü tatil günü olarak kabul edilmiştir. Haftanın günleri tanımlanmıştır. Haftanın günlerinin adlandırılmasında çeşitli dillerde çeşitli kaynaklar kullanılmıştır. Bu kaynaklardan en yaygın kullanılanları ise dini ve nümerik adlandırma kaynaklarıdır. Haftanın günleri yedi günden oluşup Türkçede aşağıdaki gibi isimlendirilmektedir. Adam otu Adam otu ("Mandragora"), patlıcangiller (Solanaceae) familyasından "Mandragora" cinsini oluşturan sarı ya da mavimsi-mor renkli çiçekler açan bitki türlerinin ortak adı. Rozet yapraklı ve kazık köklü çok yıllık otsu bir bitki türleridir. Kökleri insana benzediği için, bu isim verilmiştir. Kökleri % 0,3 oranında hiyosiyaminlerle skopolamin alkaloidlerini taşır. Bundan dolayı zehirli bir bitkidir. Ağrı kesici, yatıştırıcı, cinsel gücü arttırıcı etkileri vardır. Halen tedavide çeşitli preparatların terkibinde kullanılmaktadır. Rastgele kullanıldığında zararlı olur. Kulak Kulak ("auris"), işitme işlevini gören ve denge organını içinde bulunduran anatomik yapıdır. Üç kısımda incelenir: İki kısımdan oluşur. Dışa doğru çıkıntı yapan kısmına kulak kepçesi adı verilir. Kulak kepçesi sesin yönünün belirlenmesinde işlev görür. Burayı orta kulağa bağlayan kanal ikinci kısmı yapar ve dış kulak yolu adını alır. Dıştan içe doğru uzanan bu kanal yaklaşık 2,5 cm kadardır ve S harfi şeklinde kıvrılmıştır. Kıkırdak kısım üzerinde "tragi" adı verilen kıllar vardır. Kanal içinde bezlerin salgısı ve bunların üzerine binen tozlar sonucu kulak kirleri oluşur. Bu kirler birleşip kuruduğu zaman kanalı tıkayabilir ve işitmeye engel olabilirler. Dış kulak yolunun sonunda yarı saydam olan sedef renginde kulak zarı bulunur. Kulak zarı; dış kulak ile orta kulağı birbirinden ayırır. Her iki yüzü, atmosfer basıncı ile dengelenmiştir. Zarın iç yüzünü, östaki borusu aracılığı ile boğazdan gelen hava dengeler. Böylece kulak zarının içe çökmesi engellenmiş olur Birbiri ile eklemleşen üç kemik timpan zarına çarpan ses dalgalarının amplıtüdünü yükselterek, iç kulaktaki sıvıya iletirler. Kulak zarına tutunan ilk kemik çekiç kemiğidir. Ortadaki örs, sondaki ise üzengidir. Üzengi kemiği oval pencere adı verilen açıklık üzerine oturur. Temporal kemik içerisinde altı duvarlı bir kemik boşluğudur. Ön iç kısmındaki “östaki borusu” sayesinde yatakla birleşir. Bu durum kulaktaki iç ve dış basınçları dengeleme yönünden çok önemlidir. Östaki borusu normalde kapalı olup yutkunma ve esneme durumlarında açılır. Üst kısmından kulak arkasındaki mastoid kemiğin hava dolu hücrelerine açılır. Bu ilgi orta kulak iltihaplarının bu kemiğe geçmesi açısından önemlidir. Orta kulakta bulunan önemli kısımlardan biri de kemikçikler zinciridir. Çekic, örs ve üzengi kemikçikleri zar ile iç kulağın bağlantısını sağlar. Bu üç kemikçik vücudun en küçük kemikçikleri olup zara gelen titreşimi takriben 12,19 kat arttırırlar ve iç kulağın “perilenf” sıvısına iletirler. Çekiç kemiği zara yapışıktır. Örs, ortada ve üzengi ise iç duvarda yapışıktır. Üzengi kemiğinin yapıştığı nokta oval pencere adını alır ve iç kulağa titreşimlerin iletimi buradan olur Çok karışık yapılardan oluşan ve önemli fonksiyonlar üstlenen kısımdır. Hepsi de temporal kemik içerisinde yer alan, birbirinden ayrı üç kemik boşluktan meydana gelir. Bu kemik boşluklara kemik labirent ("labyrinthus osseus") adı verilir. Kemik labirent üç bölümden oluşur.Oval pencerenin açıldığı kısma vestibulum (dalız) denilir. Diğer ikisi ise "cochlea" (salyangoz kabuğu) ve semisirküler kanallar ("canalis semisircularis osseus", kemik yarım daire kanalları)'dır. Dalız merkezde olmak üzere; önünde "salyangoz", arkasında yarım daire kanalları yerleşir. Her üç bölme de, "perilenfa" adı verilen sıvı ile doludur. Kemik labirentin içinde, labirentin kıvrımlarına uyan ve içi "endolenfa" ile dolu olan zar labirent ("labyrinthus membranaceus") bulunur. Zar labirentin, kemik labirent kısımlarına uyan bölmeleri şunlardır: Vestibulum içindeki kısmı, "utriculus" ve "sacculus"'tur. Cochlea içinde kalan kısmı "ductus cochlearis" ve semisirküler kanallar içinde yer alan kısmı da "ductus semisircularis" adını alırlar. Mekanik ses uyarılarını elektrik impulslarına dönüştüren reseptörlere işitme veya "corti" organı denir. Bu reseptörler zar cochlea'nın ("ductus cochlearis") içinde yerleşmiş olarak işitme siniri ("n. cochlearis") ile irtibat halindedirler. Dış kulak yolu içinde ilerleyen ses dalgaları, kulak zarını titreştirerek buraya temas eden kulak kemikçiklerini harekete geçirir. Burada amplitüdü yükselen ses dalgaları, kemik labirent içindeki perilenfa'ya taşınır. Buradan da endolenfa membranına ulaşırlar. Endolenfa'da ki dalgalanma ince saç kılı şeklindeki reseptörleri (corti organı) uyarır. Bu işlem, sinir impulslarının başlamasını ve işitme siniri ile beyne taşınmasını sağlar. İç kulakta yer alan diğer duyu reseptörleri denge ve başın uzaydaki pozisyonu ile ilgilidir. Bu reseptörlerin bazısı semisirküler kanalların tabanında yerleşmiştir. Bunlar tamamen denge ile ilgilidir. Bir diğer kısmı ise vestibulumda yer alan "sacculus" ve "utriculus" isimli iki küçük zar kese içindedir. Semisirküler kanallar "sacculus" ve "utriculus" ile bağlantı halindedir. Bu keselerden biri başın uzaydaki pozisyonu ile ilgili bilgi alır. Diğeri denge duyusu olup, kılların (silialar) hareketi ile ortaya çıkar. Baş hareket ettiği zaman, siliaların pozisyona kilitlenmesi ile sinir impulsu başlar. Buradan ve kanallardan başlayan denge siniri ("n. vestibularis"), işitme sinirine ("n. cochlearis")katılarak n vestibulocochlearis'i oluşturur Kulak kepçesi tarafından yakalanan akustik dalga dış kulaktaki kulak zarı tarafından orta kulaktaki örs, çekiç ve üzengi kemikleri aracılığı ile iç kulaktaki salyangoz organına aktarılır. Salyangoz akustik dalgayı beynin yorumlayabileceği elektriksel işarete dönüştürmekle görevlidir. Bu aktarma ve elektriksel işarete çevirme işlemleri, insan duyma sisteminin karakteristik özelliklerinin ana belirleyicisidir. Duyma sisteminde iki adet algılayıcının olmasının en büyük avantajı çift yollu (stereo) duymaya izin vermesidir. Kulak, insanın dış görünümünü doğrudan etkileyen, estetik değeri ve aynı zamanda fonksiyonel önemi olan bir organdır. Kulakta, doğuştan hiç gelişmeme de dahil olmak üzere çok değişik şekilsel bozukluklar karşımıza çıkabilir. En sık olarak rastlanan şekil bozukluğu kepçe kulak deformitesidir. Kepçe kulak deformitesi, kulakların, olması gereken normal anatomik duruşundan öne doğru açık durması şeklinde görülür. Çocuğun anne karnındaki duruşu ve uyku sırasındaki yatış pozisyonu ile hiçbir ilgisi yoktur. Kulağın içindeki bazı organların gelişmemiş olması sonucu oluşan işitme engelleri de gelişim deformiteleri arasındadır. Denizlispor Denizlispor , 1966 yılı Mayıs ayında Denizli ilinde kurulmuş olan, özellikle Profesyonel Futbol Takımı ile tanınan spor kulübüdür. Renkleri yeşil-siyah olan kulübün futbol takımı, maçlarını 15.500 kişilik Denizli Atatürk Stadı'nda oynamaktadır. Kulüp Futbol, Voleybol, Basketbol, Masa tenisi, Yüzme, Satranç, Buz Pateni ve Jimnastik branşlarında faaliyet göstermektedir. Kulübün Profesyonel Futbol Takımı, Süper Lig tarihinde en fazla puan toplayan takımlar arasında en iyi 18. takım konumundadır. Avrupa kupalarındaki en büyük başarısına ise 2002-03 sezonunda UEFA Kupası'nda 4. tura kalarak ulaşmıştır. Denizli ilinde, geleneksel güreşler hariç Cumhuriyet devrine kadar diğer spor hareketleri mevcut değildi. Denizli merkezinde bugünkü anlamı ile spor hareketi ve kulüp teşkili 1922 yılında başlamıştır. Bu suretle ele alınan spor çalışmaları, ilk resmi spor teşekkülü olarak Denizli İdman Yurdu adıyla Denizli merkezinde 1922 yılında kurulmuştur. İdman yurdunun ilk kurucuları ve yönetim kurulu, veteriner Kenan Bey, eczacı Kadri Özbaş, öğretmen Şemsi Bey, idare memuru Mustafa Naili Bey, öğretmen Hamdi Beyden teşekkül etmişti . 17 Eylül 1922 yılında yukarıda adları geçen müteşebbisler tarafından Çaybaşındaki eski Türkocağı binasında kurulan İdman Yurdu bu suretle Denizlispor tarihinin ilki ve temeli olmuştur. Kulüp kuruluşundan bir hafta sonra da ilk futbol maçını yapmıştır. Futbol topuda ilk olarak bu tarihte bu tarihte şehre girmiştir. Futbol oynayan ilk oyuncular: Kadir Abanoğlu, Kadri Özbaş, Acemoğlu Rıza Bey, Fehmi Bey, Vasfi Bozkaya, Öğretmen Nevzat Bey’dir. Henüz futbol sahası olmadığından gelişigüzel bir sahada 1 Ekim 1922'de futbol çalışmalarına başlanmış, saha kaptanlığını da Enver Bey yapmıştır. Kale direği yerine de birer ceket koymak suretiyle işaretlenmiştir. 1930 yılında İdman Yurdu geliştirilmiş, aynı yıl ikinci bir kulüp olarak Menderes Gençlik kurularak, karşılıklı iki kulüp çalışmalara başlamışlardır. Sonra dan 1936 yılında bu iki kulüp birleşerek Denizlispor adı altında faaliyete geçmiştir. 1966 yılına gelindiğinde futbol kulüplerinin sayısında büyük bir artış olmuş ve Denizli'de profesyonel liglerde mücadele edecek bir takıma ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 26 Mayıs 1966 tarihinde gerçekleşen genel kurul toplantısında Çelik Yeşilspor ve Pamukkale Gençlik kulüplerinin Çaybaşı semtinde kurulu olan bu Denizlispor Kulübü'ne katılmasıyla profesyonel futbol takımının teşkili ön görülüp karar altına alınmıştır. Genel Kurul'un bu kararı Futbol Federasyonu Başkanlığına bildirilmiş, Türkiye Futbol Federasyonu ise bu üç kulübün birleşimiyle profesyonel futbol takımı teşkilini Denizlispor Gençlik Kulübü adı altında onaylayıp, 14 Temmuz 1966 tarihinde Denizlispor'un Türkiye 2. Ligi'ne katılmasını uygun görmüştür. Üç kulübün bu birleşiminde, Denizlispor'da bir dönem basketbol da oynamış sportmen, Denizli Valisi Nezih Okuş'un da büyük payı bulunmuştur. Denizli halkının gözünde Türkiye Ligleri'nde mücadele etme isteğinin artması Denizlispor'un yaratılmasını zorunlu hale getirmiştir. Vali Nezih Okuş, Denizli'nin ileri gelenlerini harekete geçirerek ilk ad
ımı atmış ve Okuş'un bu girişiminde dönemin Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak'ın da önemli katkıları bulunmuştur. Yapılan çalışmalar sonunda yeşil ve siyah renkleri alan Denizlispor'un Kurucu Başkanlığına Dr. Samim Gök getirilirken, Kurucular Kurulu'nda ise Fuat Özen, Birol Önder, İlhami Süner, Şükrü Sarıoğlu, Atilla Sayıner ve Yakup Ünel yer almıştır. Yönetim Kurulu'nun oluşturulmasından sonra teknik direktör arayışları başlar. Yakup Ünel, Fuat Özen ve Atilla Sayıner Altan Santepe'ye teklifte bulunmak için İzmir'e giderler. Altan Santepe futbolu yeni bırakmıştır ve Yeni Asır Gazetesi'nde spor yazarlığı yapmaktadır. Denizli'den giden üç yönetici Santepe ile görüşüp kendisine teknik direktörlük önerirler. Görüşmeler sonunda Altan Santepe 30 maddelik şartları olduğunu söyler. Bunların zamana yayılması kabul edilince anlaşma sağlanır. Denizlispor, ilk resmi maçını 11 Eylül 1966 tarihinde deplasmanda Beyoğluspor ile yapmıştır. Bu maç Beyoğluspor'un 3-1'lik üstünlüğü ile sonuçlanmıştır. Bu maçta Denizlispor'un tek golünü 20. dakikada Ati Göksu atarak Denizlispor'un resmi karşılaşmalardaki ilk golüne de imza atmış oldu. Aynı sezonun 2. haftasında ise sahasında Altındağ'ı 1-0 yenerek tarihindeki ilk galibiyetini almıştır. Denizlispor, 1966-67 sezonunda ilk kez mücadele ettiği Türkiye 2. Ligi'nde sezonu 7. olarak tamamlamış, sonraki üç sezonda ise ligi ikinci ve üçüncü sıralarda bitirmiştir. Türkiye İkinci Ligi'ne alınışının üzerinden 17 sene geçen Denizlispor 1982-83 sezonunda grup şampiyonu olarak tarihinde ilk kez Türkiye 1. Ligi'ne yükselmiştir. 1. ligdeki ilk sezonunda mevsimi 7. sırada bitiren Denizlispor, 1984-85 sezonunda Danıştay kararıyla ligde kalmayı sağlamış, 1987-88 sezonunda ise yeniden ikinci lige düşmüştür. 1993-94 sezonunda tekrar 1. lige yükselen Yeşil-Siyahlılar, 1996-97 sezonunda yeniden 2. lige düşmüş, iki yıl aradan sonra 1998-99 sezonunda tekrar 1. lige çıkmıştır. 2003-2004 sezonuna gelindiginde Türkiye'yi UEFA Kupası’nda temsil eden yeşil-siyahlı ekip Fransa’nın Lorient, Çek Cumhuriyeti’nin Sparta Prag ve Fransa’nın Olympique Lyon takımını eleyerek 4.tura yükselme başarısını gösterdi. Bu turda Porto’ya elenen Denizlispor elde ettiği zaferlerle Türk futbolseverlerin gönlünde taht kurmuştu. Daha sonraki sezonlar bu başarıyı tekrarlayamayıp 2009-2010 sezonun sonunda 11 yıl boyunca aralıksız mücadele ettiği Süper Ligi ligi 17. tamamlayarak 1. Lig'e düşmüştür. Denizlispor kulübünün arması, Denizli kentinin dünyaca ünlü horozunu simge alarak, kurucu üyelerden Yakup Ünel'in arzusuyla yeşil-siyah renklerden meydana getirilmiştir. Kulübün kuruluşuna ilişkin çalışmalar sırasında dönemin heyeti renkler konusunda içlerindeki büyükleri Yakup Ünel'e yetki verirler. Denizli'de Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü görevinde de bulunan Ünel, İstanbul'da Darüşşafaka Lisesi'nde öğrenim görmüştür. Ünel, Darüşşafakalı olması münasebetiyle Yeşil-Siyahlı renklerin tutkunudur. Denizlispor'a da bu renklerin mücadeleci ve kazanımcı bir ruh kazandıracağı görüşüyle kulübün renklerinin Yeşil-Siyah olmasını uygun görür ve kabul edilir . 1980li yıllara gelindiğinde formalarda kırmızı renkli horozdan oluşan arma kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bu armanın kullanımı uzun sürmemiş ve 90lı yıllara gelindiğinde yeniden değişikliğe gidilmiştir. Yapılan değişiklikle kırmızı renkli horoz sadeleştirilmiş ve yeşil siyah renkler armada yeniden kullanılmaya başlanmıştır. 2000 senesinde Denizlispor'un kurumsallaşma sürecinin bir parçası olarak orijinal arma yeniden kullanılmaya başlanmış ve 2002 senesinde kırmızı horozun yer aldığı armanın kullanımına ise tamamen son verilmiştir. Denizlispor'un orijinal ve lisanslı forma, antrenman kıyafeti, atkı, kaşkol, bere, swetshirt, ceket ,gömlek, süs eşyaları gibi daha birçok değişik ürünlerin satışı Denizli Atatürk Stadyumu'nun yanındaki Denizlispor Store yapmaktadır. Denizlispor kulübü futbol takımı iç saha maçlarını 15.500 kişilik Denizli Atatürk Stadyumu'nda oynamaktadır. 1950 yılında inşa edilen stad, Denizlispor’un 1. Ligdeki ikinci sezonu olan 1984 yılında çim sahasına kavuşmuştur. Çimlendirilen yeni stadyumda ilk lig maçı 4 Kasım 1984 tarihinde Denizlispor ile Eskişehirspor takımları arasında oynanmıştır. Ancak saha aynı sene içerisinde yanlış kullanımdan ötürü tekrar toprak sahaya dönüşmüştür. 1986 yılında yeniden çimlendirildiği halde bozulan saha, 1991 yılında bugünkü halini almıştır. 1996 yılında ise 10 yıllık inşaat sürecinin ardından kapalı tribün ilk kez kullanılmaya başlanmış ve Denizli Şehir Stadı olan stadyumun ismi günümüzdeki adı olan Denizli Atatürk Stadyumu olarak değiştirilmiştir. Işıklandırılan stadyumda ilk gece maçı, 29 Eylül 1996 tarihinde Denizlispor ile Altay takımları arasında oynanmıştır . Denizli Atatürk Stadyumu, Türkiye'deki ilk tel örgüsüz stadyum olma özelliğini taşır . Kulübün merkezinin de bulunduğu Haluk Ulusoy Tesisleri Denizli'nin Şemikler Mahallesinde yer almaktadır. Denizlispor Kulübü futbol takımı, antrenmanlarını, kamplarını ve bazı hazırlık maçlarını bu tesislerde yapmaktadır. 27 dönüm arazi üzerine kurulu olan tesis aynı zamanda Zafer Katrancı Altyapı Tesisleri'ni de barındırmaktadır. Denizlispor taraftarının profili takımın başarısına bağlı olarak zaman içinde değişiklik göstermiştir. 80li yıllardaki 1. Lig mücadelesi sırasında ateşli bir taraftar profiline sahipken bu durum 90lı yıllarda takımın ligi sürekli olarak orta sıralarda bitirmesiyle tersine dönmüştür. 2002 yılındaki UEFA kupası mücadelesi sırasında tribün desteği artış gösterse de ilerleyen yıllarda yeniden düşüşe geçmiştir. Genel olarak Denizlispor taraftarı centilmenliğiyle tanınır. Türkiye'deki profesyonel liglerde stadyumlardaki tel örgüleri kaldıran ilk takım olmuştur. Denizlispor 13.491 ortalama taraftar sayısıyla ligde en çok seyirciyle oynayan 5.nci takım konumundadır. Denizlispor'un eski taraftar gruplarındandır. 57 Gençlik 2003-04 sezonu Türkiye Kupası Gençlerbirliği - Denizlispor çeyrek final maçındaki davranışlarından dolayı kulüp tarafından dağıtılmıştır. 2008-2009 sezonunun 26. haftası tribünlere tekrar dönen 57 Gençlik büyük bir ivme kazanmış kısa zamanda birçok taraftarı tek çatı altında toplamıştır. 1 haziran 2009'da dernekleşmişlerdir. Topluluk ismini kurucularının 1957 doğumlulardan oluşmasından dolayı almıştır. Çamlıklılar grubu 57 gençlik içindeki Çamlıklı gençlerin kurdukları bir gruptur. 2000li yılların başında 57 Gençlik grubunun etkisini yitirmesiyle güç kazanmışlardır. Topluluk ismini Denizli'nin Çamlık semtinden almaktadır. Çamlıklılar grubu 2008'den beri Genç Denizlisporlular Derneği adıyla devam etmektedir. 2003 yılında dernek olarak kurulmuştur. Denizli Atatürk Stadyumunda Aygören Sitesi tarafındaki kale arkasında kendilerine ayrılan kısımda Denizlispor'a destek vermektedirler. Grubun tamamı 2009 yılında Çamlıklılar ile birleşmişlerdir. Denizlispor 19 sezonu Süper Lig'de ve 27 sezonu Türkiye Futbol Federasyonu 1. Liginde olmak uzere toplam 46 yıl Türkiye profesyonel liglerinde mücadele etmiştir. Kulüp, Süper Lig tarihinde en fazla puan toplayan 15. takım konumundadır. İlk olarak 1983/84 sezonunda Süper Lig'de mücadele eden Denizlispor'un elde ettiği iki 5.'lik, şu ana kadarki takımın bu ligdeki en iyi derecesi olmuştur. Denizlispor'un Süper Lig tarihinde aldığı en farklı galibiyetler, kendi sahasında 6 Şubat 2005 tarihinde oynadığı 6-1'lik Sakaryaspor ve 12 Ağustos 2001'de yine kendi evinde oynadığı 5-0'lık Yimpaş Yozgatspor karşılaşmaları olmuştur. Denizlispor aynı zamanda Süper Lig tarihindeki en erken gol rekorunu da elinde bulundurmaktadır. Denizlispor'un Trinidad-Tobagolu futbolcusu Darryl Roberts 29 Kasım 2008 tarihinde Eskişehir Atatürk Stadı'nda yapılan Eskişehirspor-Denizlispor karşılaşmasının henüz 12. saniyesinde attığı gol ile lig tarihinin bilinen en erken golünü kaydetmiştir. Kulübün elinde bulundurduğu bir başka rekor ise Süper Lig tarihinin en hızlı şutu olmuştur. Denizlisporlu Allysson Araujo dos Santos'un 9 Kasım 2007 tarihinde Denizli'de oyananan Trabzonspor maçındaki 127.7 km/s hıza ulaşan şutu Türkiye Futbol Liglerinin bilinen en hızlı şutu olmuştur. Kulüp, Türkiye Kupalarında ise 4 kez yarı finale çıkma başarısı göstermiştir. Takımın Türkiye Kupalarında aldığı en farklı galibiyet ise 6 Eylül 1989 tarihinde kendi evinde oynadığı 7-0'lık Yeni Salihlispor maçı olmuştur. Bu aynı zamanda Denizlispor'un tüm resmi karşılaşmalarda elde ettiği en farklı skor olmuştur. Aşağıdaki çizelgede kulübün kurulduğu 1966 yılından günümüze kadar olan profesyonel liglerdeki performansı yer almaktadır. 1983-1988, 1994-1997, 1999-2010 1966-1983, 1988-1994, 1997-1999, 2010- Güney Batı Anadolu bölgesinin iki güçlü kulübü Denizlispor ile Antalyaspor arasındaki karşılaşmalar yakın deplasman olması nedeniyle iki takımın taraftarlarının en çok ilgi gösterdiği ve her iki kulübün de en çok hasılat elde ettiği karşılaşmalar olmuştur . Denizlispor ile Antalyaspor arasındaki rekabet kulüplerin kuruldukları 1966 yılına kadar uzanmaktadır. İki takım ilk olarak kuruluşlarından sadece birkaç ay sonra, 21 Ağustos 1966'da Denizli'deki hazırlık maçında karşı karşıya gelmiş ve maç 0-0 berabere sonuçlanmıştır. İki kulüp ilk resmi maçlarını ise Türkiye 2. Futbol Ligi 1966-67 sezonunda yapmışlardır ve 16 Ekim 1966'da oynanan Denizli’deki bu ilk maçı Denizlispor 1-0 kazanmıştır. genellikle iki kulüp arasında tatlı bir rekabet yaşansa da, zaman zaman iki takımın taraftarları arasında olaylar da çıkmamış değildir. Bu olaylardan ilki, Antalyaspor’un 2. Lig B Grubundaki şampiyonluk mücadelesini verdiği 1980lerde sezonunun bitimine iki hafta kala yaşanmıştır. Maçın öneminden dolayı yaklaşık 10 000 Antalyaspor taraftarının Denizli’ye akın etmesiyle açık tribün yetmemiş, bir kısım Antalyaspor taraftarı kapalı tribüne alınmak zorunda kalınmıştır. Mücadeleyi Denizlispor’un kazanmasıyla Antalyasporlu taraftarların sataşmaları sonrasında olaylar çıkmıştır. Maça olan yoğun ilgiden ve bazı Antalyasporlu taraftarların kapalı tribünde yer almasından dolayı olaylar hız
la büyümüş, jandarma ve polisin müdahalesine rağmen güçlükle sonlandırılabilmiştir. Sonraki senelerde ise gerek iki takım taraftarı arasında olsun gerekse futbolcular arasında olsun bu tür gerginlikler devam etmiştir. Günümüze kadar bu iki takım profesyonel liglerde toplam 72 kez karşı karşıya gelmişlerdir. Bunlardan 26sını Süper Lig karşılaşmaları oluşturmaktadır. 72 karşılaşmanın 25'i Denizlispor’un, 26’sı Antalyasporun galibiyeti ile sonuçlanırken, 21 maç ise beraberlikle sonuçlanmıştır. Bu karşılaşmalarda Denizlispor rakip ağalara 83 gol atarken, kalesinde 86 gol görmüştür. Denizlispor’un Antalyaspor karşısında aldığı en farklı galibiyet, 29 Nisan 2000 tarihinde Denizli’deki 4-0lık sonuç olurken; en farklı mağlubiyeti ise 27 Ekim 1996 tarihindeki Denizli’deki 5-1lik sonuç olmuştur. İki ezeli rakip Türkiye Kupası'nda sadece 4 kez karşı karşıya gelmişlerdir. Bu 4 karşılaşmanın ikisi Antalyaspor'un, biri ise Denizlispor'un üstünlüğü ile sonuçlanırken, bir karşılaşma da beraberlikle sonuçlanmıştır. 1977-78 sezonunda Denizli’de oynanan ilk Türkiye Kupası maçı Antalyaspor’un 3-2’lik galibiyetiyle sonuçlanırken, 2010-11 sezonunda yine Denizli'de oynanan son maç ise 2-2'lik beraberlikle son bulmuştur. Aşağıdaki tabloda Denizlispor Antalyaspor karşılaşmalarının istatistikleri verilmiştir. 2001-02 Süper Lig sezonunu 48 puanla 5.sırada tamamlayan Denizlispor, 2002-03 yılında oynanacak olan UEFA Kupası'na katılmaya hak kazanmıştır. Denizlispor UEFA Kupası 1.Tur'unda Fransa'nın güçlü ekiplerinden ve Fransa kupasının sahibi olan FC Lorient ile eşleşmiştir. Denizlispor, kendi evindeki ilk karşılaşmayı 2-0 kazanmış, deplasmandaki karşılaşmada ise 3-1 mağlup olmasına rağmen deplasman kuralı gereği 2.Tur'a yükselmiştir. UEFA Kupası 2.Tur'unda da Çek Cumhuriyet'inin en üst düzey futbol ligi olan 1. liga'nın şampiyonu Sparta Praha ile eşleşen Denizlispor, ilk maçı deplasmanda 1-0 kaybetmiş, kendi evindeki rövanşta ise rakibini 2-0 mağlup ederek 3.Tur'a çıkmaya hak kazanmıştır. Denizlispor, UEFA Kupası 3.Tur'unda ise Fransa ligi şampiyonu Lyon ile eşleşmiştir. Kendi evinde oynadığı ilk maçta Lyon ile 0-0 berabere kalan Denizlispor, Fransa'daki rövanşta rakibini 1-0 yenip 4.Tur'a yükselmiştir. UEFA Kupası Çeyrek Final maçında José Mourinho'nun çalıştırdığı Portekiz ligi şampiyonu FC Porto eşleşen Denizlispor, Portekiz'de oynanan ilk maçta FC Porto'ya 6-1 mağlup olmuş, maçın rövanşında da kendi evinde 2-2 berabere kalarak UEFA Kupası'na veda etmiştir. Denizlispor'un çeyrek finalde elendiği FC Porto, 2002-03 UEFA Kupası'nın sahibi olmuştur. İstanbul'un 3 büyükleri olarak tanınan takımlarının çoğu kez gerçekleştiremediği bu başarıyı Denizlispor ilk kez katıldığı UEFA Kupası'nda göstererek tüm Anadolu'nun dikkatini çekmiştir." Denizlispor bu çeyrek final başarısı ile Göztepe'nin ardından Gençlerbirliği ile birlikte UEFA Kupası'nda en çok ilerleyebilen Anadolu'daki en iyi 2.nci takım olarak yer almıştır. Bu sıralamada Denizlispor ve Gençlerbirliği' ni ,UEFA Kupası 3.Tur'u derecesi ile Trabzonspor ve Gaziantepspor takip etmektedir." (*) "4.Tur günümüzde UEFA tarafından kaldırıldı, ancak halen çeyrek final öncesi "Son 16" takımın birbirleriyle mücadele ettikleri turdur." Denizlispor Kulübü tarihinde 41 başkan görev almıştır. Bunlardan Ahmet Dardar 8 sene ile en uzun süre Denizlispor'da görev yapan başkandır. Kulübün ilk başkanlığını Dr. Samim Gök yapmıştır. Denizlispor Kulübü tarihinde yönetimde görev almış başkanlar şöyle sıralanmaktadırlar: Söz ve müziği Denizlili müzisyen Ömer Faruk Canural'a ait olan Şampiyon Denizlispor'um isimli tribün marşı, 2012-2013 sezonunun başında kulüp yönetimine teslim edilmiştir. Kulüp yönetimi tarafından stadyumda ve özel günlerde çalınan marş birçok Denizlisporlu taraftarın takdirini toplamıştır. Bakırköy Bakırköy, İstanbul'un Avrupa yakasında yer alan ilçedir. İstanbul'un batı yarısında, Çatalca Yarımadası üzerinde, Marmara Denizi'nin kuzeydoğu sahillerinde yer alır. 1926 yılında kurulan Bakırköy İlçesi, 1992'de bugünkü sınırlarına ulaşmıştır. İlçeyi batıdan Küçükçekmece, kuzeyden Bahçelievler, kuzeydoğudan Güngören ve doğudan Zeytinburnu ilçeleriyle, güneyden Marmara Denizi çevrelemektedir. İstanbul'un en eski ve gelenekli semtlerinden biri olan Bakırköy'ün tarihinin Roma İmparatorluğu'na kadar gittiği, imparatorluğun Avrupa kesimini Bizantion'a bağlayan anayol Via Egnatia'nın üzerinde bulunduğu, o dönemde ""Hebdomon"" adıyla tanındığı bilinmektedir. Bizans'ın son dönemlerinde, bugünün Bakırköy'ü kimi kaynaklara göre "Makro Hori" (Uzun Köy), kimi kaynaklara göre "Makri Köy" (Uzak Köy) adıyla anılıyordu. Osmanlı döneminde de kullanılan Makriköy adı, Cumhuriyetin ilanından sonra, 1925'te yer adları Türkçeleştirilirken Bakırköy'e çevrilmiştir. 1989'a kadar sahip olduğu 275 km²'lik alanıyla İstanbul'un en büyük yüzölçümlü ilçelerinden olan ve o dönem batıda Çatalca, kuzeyde Eyüp ve Gaziosmanpaşa'yla komşu olan Bakırköy 1989 ve 1992 yerel seçimleri ile önce Küçükçekmece daha sonra Bahçelievler, Bağcılar ve Güngören ilçelerinin ayrılması ile hem nüfus, hem de alan olarak küçülmüştür. İlçe sınırları kuzeyindeki E-5 Karayolu sınırı olup, Güngören ve Bahçelievler ilçeleri; güneyinde Marmara Denizi, doğusunda Çırpıcı deresi sınır olup, Zeytinburnu ilçesi, batısında ve kuzey-batısında ise Küçükçekmece ilçesi bulunmaktadır. Bu sınırlar içerisinde Bakırköy ilçesi 35 km² alana kuruludur.Toplam 15 mahalleden oluşmaktadır. 1926'da ilçe olan Bakırköy'den; 1957'de Zeytinburnu (Fatih'in batı mahallelerini de alarak), 1987'de Küçükçekmece ayrılarak ilçe olmuştur. 1992'de Bağcılar, Bahçelievler, ve Güngören (Esenler 1994'te Bağcılar ve Güngören ilçelerinin bazı mahallelerinden oluşmuştur) Bakırköy'den; Avcılar ise Küçükçekmece'den ayrılarak ilçe olmuştur. İstanbul'un gelişmiş ve eski ilçelerinden biridir. Bakırköy 4. yüzyılda, Büyük Konstantin döneminde saraylar, köşkler ve kiliselerle donanmış bir sayfiye yeriydi. Roma döneminde Antik Çağ'daki önemini koruduğu gibi, aynı zamanda askeri ve siyasi bir merkez olan "Hebdomon" adıyla anılmaktaydı. Roma döneminden sonra "Septimum/Jeptimun" adıyla anılan ve Bizans döneminde bir askeri merkez haline gelen yerleşim, sırasıyla Avar, Arap ve Bulgar saldırılarına uğradı ve yağmalandı. Sonraları 12. yüzyıldaki Konstantinopolis'in Latinlerce işgali sırasında büyük ölçüde yakılıp yıkıldı. Bizans'ın son dönemlerinde "Uzunköy" anlamına gelen "Makrohori" olarak adlandırılan yerleşim birimi, 14. yüzyılın ortalarında Osmanlıların eline geçince adı "Makriköy"e dönüştü. Yöreye müslümanların yerleşmesi 17. yüzyılda gerçekleşti. II. Abdülhamid döneminde gelişen ve köşklerle donanan Makriköy, 19. yüzyıl sonlarından beri İstanbul'un bir ilçesi durumundaydı. Makriköy, 1925'te ulusal sınırlar içindeki yabancı kaynaklı adların değiştirilmesi sırasında "Bakırköy" adını almıştır. İlçe sınırları içinde bulunan Yeşilköy (Ayastefanos) 1877-1878'te Rus işgaline uğramış, 3 Mart 1878'de Ayastefanos Antlaşması da burada imzalanmıştır. Burada yaşanan bir diğer önemli tarihi olay ise, 31 Mart Olayı'nı bastırmak için Selanik'ten gelen Hareket Ordusu'nun 1909'da buraya gelerek II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi kararını almasıdır. Tarihi gelişmesi içinde, Antik Çağ'dan günümüze çeşitli tarihi eser bırakan Bakırköy'ün önemli tarihi eserleri olarak, Bizans döneminden kalma Fildamı (Fildamı Sarnıcı), 17. yüzyıl Osmanlı mimarisini yansıtan Baruthane, aynı dönemde yapılan, ancak 1875'te Abdülaziz tarafından yeniden inşa edilen Çarşı Camii ve Çeşmesi, aynı dönemde yaptırıldığı sanılan Şifa Hamamı, 19. yüzyılda yaptırılan Bez Fabrikası (Bakırköy Pamuklu Sanayi Müessesesi), Yeşilköy yalıları, Bakırköy evleri, kiliseler, köşkler, Florya Deniz Köşkü sayılabilir. İstanbul'un kuruluşu ile işgal ortadan kalkarak Cumhuriyet dönemine geçildi. İlk yoğun ve yaygın gecekondu alanları da 1947'den başlayarak ilçedeki sanayi kuruluşlarının çevresinde ortaya çıktı. Öte yandan, II. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya'dan gelen göçmenlerin önemli bir bölümü o yıllarda henüz Bakırköy'e bağlı olan Zeytinburnu'na yerleştirildi. Vakıf arazilerinde kurulan gecekondularla hızla büyüyen Zeytinburnu, 1953'te Bakırköy'e bağlı bir bucak merkezi ve 1957'de de 60 bin nüfusuyla ayrı bir ilçe yapıldı. 1950-1960 döneminde Baruthane arazisi üzerinde Türkiye Emlak Kredi Bankası (bugünkü Türkiye Emlak Bankası) tarafından Türkiye'nin ilk toplu konut yerleşimlerinden biri olan Ataköy kuruldu. Yerleşim, kıyıdaki plaj ve turistik tesislerle tamamlanıyordu. 1960 sonrasında nüfus hızla arttı. Bu hızlı büyüme sonucu; 1950'lerde kırsal nitelik gösteren Güngören, Kocasinan ve Sefaköy gibi yerleşimler hızla tapulu gecekondu alanlarına dönüştüler. Benzer bir gelişme de, 1970'lerde Halkalı ile Londra Asfaltı çevresindeki Esenler, Yenibosna ve Yeşilbağ'da yaşandı. Ancak, Bakırköy ilçe sınırları içerisinde ilk hızlı gelişmeyi gösteren ve 1956'da ayrı bir belediye haline gelen yerleşim Küçükçekmece'ydi. 1981 öncesinde Bakırköy ilçe sınırları içerisinde, Bakırköy Belediyesi'nden başka dokuz yerleşimde (Avcılar, Halkalı, Küçükçekmece, Sefaköy, Esenler, Güngören, Kocasinan, Yenibosna ve Yeşilbağ) daha belediye örgütü vardı. 1981'de yapılan bir düzenlemeyle Esenler ve Yeşilbağ, Güngören Belediyesi'ne; Yenibosna, Kocasinan Belediyesine; Avcılar, Sefaköy ve Halkalı da Küçükçekmece Belediyesi'ne bağlı birer şube haline getirildi. 1984'te yapılan yeni bir düzenleme ile Güngören, Kocasinan ve Küçükçekmece belediyeleri de Bakırköy Belediyesi'ne bağlandı ve Bakırköy, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı bir ilçe belediyesi konumuna getirildi. 1987 yılında yapılan yönetsel bir düzenlemeyle ilçenin batı kesiminde Küçükçekmece ilçesi kuruldu. 5 Mart 1992 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da Bakırköy sınırları içerisinde Bağcılar, Güngören ve Bahçelievler ilçelerinin kurulmasına karar verildi. Bakırköy, Türkiye'nin ilk metropolleşen kenti İstanbul'un organik bir parçasıdır. İlçe ekonomisi genel olarak sanayi ve ticarete dayalıdır. Bu yörede kurulan
ilk sanayi tesisleri 1768'de açılan Baruthane ile 19. yüzyılın ikinci yarısında üretime geçen bez fabrikasıdır. Bakırköy, ekonomik anlamdaki asıl büyümesini ise 1950 sonrasında yaşadı. 1947'de Belediye İmar Müdürlüğü'nce yayımlanan bir yönetmelikle Yedikule-Bakırköy arası örgütlü sanayinin yerleşmesine açıldı. 1949'da yayımlanan ikinci bir raporla, sanayiye açılan alanlar genişletildi ve bu arada Bakırköy'ün dışı ile Yeşilköy, Küçükçekmece ve Zeytinburnu çevresi de bu kapsama alındı. İlçede bulunan Galleria, Atrium, Carousel, Town Center, Capacity ve Marmara Forum gibi alışveriş merkezleri ticari hayatı canlı tutmaktadır. Mart 2013 istatistiklerine göre Bakırköy'de 11 olan AVM sayısı, Slovenya, Hırvatistan, İzlanda, Lüksemburg, Estonya, Karadağ, Makedonya, Malta, Güney Kıbrıs, Arnavutluk ve Bosna-Hersek olmak üzere 11 ülkeyi geride bırakmıştır. Bakırköy Belediyesi tarafından 1989'da yaptırılmaya başlanan ve 1991'de hizmete açılan "Bakırköy Yeraltı Çarşısı"nda 2009 itibarıyla toplam 101 dükkân bulunmaktadır ve bu çarşı da ilçenin ekonomisine katkıda bulunan ögelerden biri olmaya devam etmektedir. 1990 yılında Türkiye'nin en kalabalık ilçesi olan Bakırköy, aynı zamanda İstanbul halkının beşte birini barındırmaktaydı. Toplam 15 mahalle vardır: İlçenin en bilinen hastanelerinden biri Türkiye'de ilk açılan ruh ve sinir hastalıkları hastanesi olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'dir. Hastanenin kurucusu ise Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman'dır. Hastane, 15 Haziran 1927'den beri hizmete devam etmektedir. Bir dönem Türkiye 1. Futbol Ligi 'nde de mücadele eden Bakırköyspor ilçenin futboldaki en başarılı kulübüdür. Bunun dışında Emlakbank ve Yeşilyurt gibi spor kulüpleri Basketbol ve Voleybol gibi branşların 1. liglerinde, Bakırköy Rugby Kulübü'de Rugby ligi'nde ilçeyi temsil etmektedir. Ayrıca Bakırköy Gençlik Spor Kulübü; yüzme, sualtı voleybol, paletli yüzme, bocce, çim hokeyi, jimnastik, atletizm ve tenis branşlarında da gençlere hizmet vermektedir. İnşaatı 2010 yılında tamamlanan Sinan Erdem Spor Salonu, spor faaliyetlerinde 16.500, konser,sanat gösterisi gibi organizasyonlarda 22.500 seyirci kapasitesi ile Türkiye'nın en büyük, Avrupa'nın 3. büyük spor salonu olarak hizmet vermektedir. 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası ve 2012 Dünya Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası'na ev sahipliği yapan salon, halen Anadolu Efes'in Türkiye Basketbol Ligi ve EuroLeague maçlarına ev sahipliği yapmaktadır. İlçe sınırları içinde bulunan bir diğer önemli spor kompleksi olan Ataköy Atletizm Salonu, Türkiye'deki ilk ve tek atletizm salonudur. Sosyal demokrat seçmenin çoğunlukta olduğu bir ilçedir. Bu durumda halkın yaş ortalamasının ve eğitim seviyesinin yüksek olması etkilidir. Bu durum 2007 seçimlerinde de değişmemiştir. CHP, Bakırköy'de %50'nin üzerinde oy almıştır. 2010 Anayasa Referandumu'nda da CHP'nin "hayır" isteğini %72,91'lik bir oranla karşılarken, %27,09'u ise "evet" oyunu kullanmıştır. Bakırköy İlçesi'nin batı kesiminde yer alan Atatürk Uluslararası Havalimanı, 11.77 km²'lik (1178 ha) yüzölçümüyle ilçenin yaklaşık 3'te 1'ini kaplamaktadır. Türkiye’nin en büyük havalimanı olan Atatürk Havalimanı, Yeşilköy, Yeşilyurt, Florya ve Sefaköy semtleri arasında bulunur. Havalimanı, askeri amaçlarla 1912 yılında Yeşilköy'de hizmete girdi. 1985'e kadar bulunduğu Yeşilköy semtinin adını taşıyan havalimanı, 1985 yılında Atatürk Hava Limanı adını aldı. Mauritius Mauritius ya da resmî adıyla Mauritius Cumhuriyeti, Afrika kıtasına bağlı bir ada ülke konumunda olup, Madagaskar'ın doğusunda Hint Okyanusu'nun güneybatı kısmında yer almaktadır. Ülkenin başkenti Port Louis'dir. Adanın varlığı ortaçağ döneminde Araplar tarafından bilindiği tahmin ediliyor olsa da, adaya 16.yy başlarında ilk gelen Avrupalılar olan Portekizli denizciler üzerinde yaşam olmayan adaya ayak basmış, adaya isim olarak adaya geldikleri geminin adı olan "Cerne" adını vermişlerdir. Bu olaydan daha sonra adaya gelen başka bir Portekizli denizci adayı gördüğü diğer adalar (Réunion ve Rodrigues) ile birlikte "Mascarenes" olarak adlandırmıştır. 1598 yılında Wybrand van Warwyck önderliğinde Grand Port'ta adaya çıkan Hollandalı denizciler adaya Felemenk Cumhuriyeti adına el koyarak adanın adını Oranj Beyliği prensi Maurice van Oranje şerefine "Mauritius" olarak isimlendirmişlerdir. 1715 yılında Fransa'nın eline geçen adanın adı "Isle de France" olarak değiştirilmiş, Napolyon Savaşları neticesinde ada üzerindeki hakimiyetini kaybeden Fransa adanın yönetimini Birleşik Krallık'a devretmek durumunda kalmış, bu devir sonrasında da adanın adı tekrar "Mauritius" olarak değiştirilmiştir. Ada olması nedeniyle kara komşusu bulunmayan ülkeye deniz sınırı bulunan Madagaskar takribi 870 km kadar doğusunda, Fransa'ya bağlı bulunan Réunion adası 200 km batıda, Seyşeller adası 1.750 km kuzeyde yer alırken, Asya kıtasında bulunan Hindistan ise adanın 4.000 km kuzeydoğusunda yer almaktadır. Mauritius coğrafî olarak Réunion ve Rodrigues ile birlikte Mascarene Adaları'nın bir parçasını oluşturmaktadır. Mauritius adası ülkenin en büyük adası konumunda olup, ülkenin başkenti de bu ada üzerindedir. Rodrigues adası ülkenin ikinci büyük adası olup, Mauritius adasının 600 km doğusunda yer almaktadır. Rodrigues adası ile birlikte yakınında bulunan adacıklar toplamda 109 km² bir alan kaplamaktadır. Bu iki adanın haricinde 3,2 km² alan kaplayan Cardagos-Carajos adaları ile 24 km² bir alana sahip olan Agalega adaları bu ülkeye bağlı diğer adalar konumundadır. Cardagos-Carajos adaları Mauritius adasının 500 km kuzeydoğusunda yer almakta olup, Agalega adaları merkez adanın 1.100 km kuzeyinde yer almaktadır. Oval şekilde bir görünüşe sahip olan merkez ada, volkanik bir yapıya sahiptir. Güney kıyıları hariç bütün kıyıları sığ kayalıklar ve mercanlarla çevrilidir. Adanın kuzey bölgelerinde ovalar, orta kesimlerde ise yüksekliği 670 m'yi bulan yaylalar gözlemlenebilmektedir. Merkez adanın en yüksek noktasını 828 m ile adanın güneybatısında bulunan ve Black River Sıradağları'nın parçası olan Piton de la Petite Rivière Noire dağı oluşturmaktadır. Ülkenin ikinci büyük adası konumunda olan Rodrigues adası da volkanik bir yapıya sahip olup, ada etrafı neredeyse tamamen lagün ile çevrilidir. Bu adanın en yüksek noktasını ise 398 m ile Limon Dağı oluşturmaktadır. Rodrigues adasına bağlı adalar olan Île aux Cocos adası ile Île aux Sables adası doğal koruma alanları olarak koruma altındadır. Adada yarı tropikal bir iklim görülmektedir. Ada genelinde yıllık sıcaklık ortalamaları kıyı kesimlerinde 23,3 °C, yaylalar da ise 19,4 °C düzeyindedir. Ada güney yarımkürede yer alması nedeniyle kuzey yarımküre ülkelerine göre mevsimleri tam tersi yaşamaktadır. Kış aylarının yaşandığı Haziran-Kasım döneminde kurak bir süreç geçiren ada, yaz aylarının yaşandığı Aralık-Nisan döneminde ise en yağışlı dönem yaşanmaktadır. Rodrigues adasında iklim merkez adaya göre daha keskin yaşanabilmekte olup, yıllık sıcaklık ortalamaları yazın 29 °C-33 °C arasında, kışın ise 14 °C-18 °C arasında gözlemlenmektedir. Adalar genelinde güneydoğu alizleri özellikle doğu kesimde yer alan kesimlere bol yağış bırakabilmektedir. Merkez ada genelinde yıllık yağış ortalaması doğu kıyılarında 1.962 mm düzeyindeyken, batı kıyılarında kıyıya paralel dağların bulunması nedeniyle 782 mm düzeyindedir. Rodrigues adası merkez adaya göre daha kurak dönemler yaşamakta olup, yağışların uzun süre yağmadığı dönemleri daha sık geçirebilmektedir. Adalar topluluğu genelinde siklon adı verilen sert kasırgalar yaşanmaktadır. Mauritius'un da yer aldığı Hint Okyanusu'nun güneybatı bölümünde yıllık 15 tropikal kasırgalar gözlemlenebilmektedir. Rodrigues adasında daha da sık yaşanan siklon sezonu ada genelinde 15 Kasım ile 15 Mayıs tarihleri arasında yaşanmaktadır. Mauritius genelinde zamanında sık görülen yağmur ormanları neredeyse tamamen yok olma noktasına gelmiştir. Adanın %40'ı çorak arazilerden, fundalıklardan, çam ağaçlarından, akasyalı çayırlardan oluşmaktadır. Agalega adaları hindistancevizi ağaçları ile kaplıdır. Ülke genelinde sık bulunan ve yerel bir çiçek olan Ebegümecigiller ailesinden olan "Trochetia boutoniana" ulusal çiçek olarak kabul edilmektedir. Ada olması nedeniyle yaban hayatı da fazla çeşitlilik arz etmeyen adada, birçok yerel ve o ülkeye özgü türler bulunmaktadır. İnsanların adaya gelmesinden önce adaya özgü yarasalar hariç adada memeli hayvan bulunmamaktaydı. İnsan yaşamının başlaması ile birlikte adaya getirilen başta fare, sıçan, kuyruksürengiller ailesi mensupları, rusa geyiği ve köpeksi maymunlar ailesine mensup maymun türleri adanın yeni yaban hayatını oluşturmuşlardır. Bunların dışında yüzün üzerinde kuş türü ile birlikte gekogiller ile parlak kertenkelegiller ailesine mensup sürüngenler adada gözlemlenebilmektedir. Mauritius genelinde son olarak 2011 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 1,237,091 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2014 tahmini sayım sonuçlarına göre adada 1,331,155 kişi yaşamaktadır. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu merkez ada olan ve ülkeye de ismini veren Mauritius adasında yaşamaktadır. Mauritius genel olarak orta yaş bir nüfusa sahip olup, 2014 tahmini verilerine göre nüfusun sadece %36,5'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin %8'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %21 (erkek 143,064/kadın 137,021) 15-24 yaş: %15.5 (erkek 104,257/kadın 102,233) 25-54 yaş: %44.1 (erkek 293,607/kadın 294,029) 55-64 yaş: %10.9 (erkek 68,749/kadın 76,407) 65 yaş ve üzeri: %2.8 (erkek 45,145/kadın 66,643) Ülke nüfusunun üçte ikisi hint altkıtasından gelmektedir. Nüfusun geri kalan kısmı ise "kreol" olarak adlandırılan ve Afrika ile Madagaskar köleleri ile Avrupalıların karışımı ile ortaya çıkan gruplar oluşturmaktadır. Ülke genelinde %2 düzeyinde Çin kökenli toplum yaşamakta olup, beyaz Avrupalılar daha da az bir topluluk konumundadır. Ada üzerinde Avrupalılar gelmeden önce yaşam olmadığı ve sadece Arap denizciler tarafında geçerken ziyaret edilen bir yer olduğu için adan
ın yerel halkı bulunmamaktadır. Ülkede kesin olarak resmi dil belirlenmemiştir. Mauritius anayasısında her ne kadar İngilizce kullanımını meclis konuşmalarında belirtse de, meclis üyelerinin konuşmalarında Fransızca kullanımını da kabul etmektedir. Bu iki anadilin dışında Fransızca'yı baz alan bir kreol dil türü olan Morisyen dili halkın %80'i tarafından günlük hayatta konuşulmakta ve bu kişiler tarafından anadili olarak kabul edilmektedir. Bu dilin yanı sıra İngilizce toplum arasında kullanılmakta olup, Fransızca genelini üst tabakanın oluşturduğu toplumun %4'lük bölümü tarafında kullanılmaktadır. Rodrigues adasında yine Fransızca'yı baz alan ve "Rodriguais" olarak adlandırılan kreol dili konuşulurken, Agalega adasında "Agalega kreolcesi" konuşulmaktadır. Ada ülkesi Mauritius 2006 yılından bu yana Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu'nda gözlemci statüsü ile yer almaktadır. Ülkede hakim olan din hinduizm dinidir. Buna göre nüfusun %48,5 ile nüfusun neredeyse yarısı hinduizm inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Hristiyan inancına göre yaşayanların oranı % 32,7 düzeyinde olup, bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup hristiyanların oranı %26,3, diğer hristiyan mezheplerine mensupların ise %6,4 seviyesindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın üçüncü din konumunda olup, islami inancına göre yaşamlarını sürdürenlerin oranı %17,3 düzeyindedir. Ada ülkesi genelinde temiz su ve tıbbi malzemeye ulaşım oranları yüksek düzeydedir. Ülkede nüfusun %99,8 gibi yüksek bir oranla neredeyse tamamı temiz su kaynaklarından yararlabilmektedir. Nüfusun %90,8'i Afrika ortalamasına göre yüksek sayılabilecek bir oranda tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabilmektedir. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %1,2 düzeyindedir. Mauritiuslular hükumete bağlı devlet hastanelerinde herhangi bir ücret ödemeden sağlık kontrollerini gerçekleştirebilmektedir. Ülke genelinde devlete bağlı ilk ve orta öğretim okullarının yanı sıra üniversitelerde ücretsiz eğitim görülmektedir. Mauritius'ta 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2011 verilerine göre %88,8 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %91,1 iken, kadınlarda %86,7 seviyesindedir. Mauritius yazılı tarihi adanın Araplara ait eski dönem haritalarında gösterilmesi ile başlamakta ve günümüze kadar uzanmaktadır. Ada her ne kadar ilk olarak Arap tüccarların uğrama ve dinlenme adası olarak kullanılmaya başlanmışsa da, yerleşik bir düzen ada üzerinde Araplar tarafından kurulmamıştır. Adayı sömürge bölgesinden ziyade üs olarak kullanan Portekizlilerin adayı keşfetmesi ile yerleşik düzene geçilen adada, 1598 yılında hakimiyet önce Hollandalılara, 1710 yılından itibaren Fransızlara son olarak da 1810 yılında Britanyalılara geçmiş, ada 12 Mart 1968 yılında da bağımsızlığına kavuşmuştur. Adanın her ne kadar ilk keşfinin 1.yy'de Fenikeliler ve Malayalar tarafından yapıldığı düşünülse de, bu döneme ait bir kanıt bulunmamaktadır. Koloni öncesinde adaya dair en belirgin kanıtlar Arap haritalarda gözlemlenmektedir. 10.yy'de güzergahı kullanan Arap tüccarlar ada üzerinde durarak dinlenip yollarına devam ettikleri düşünülmektedir. Portekizlilerin güzergah konusunda bilgi aldıkları Araplar bu yönde bilgilendirmelerde bulunmuş, Portekiz haritalarında da adanın ismi o dönem Araplar tarafından verilen "Dino Harobi" (Türkçe:"Terkedilen ada") arapça ismi ile kaydedilmiştir. Araplar tüccar olarak adayı sadece dinlenme, yemek ve temiz su ihtiyaçlarını gidermek için kullanırken, resmi olarak adaya ilk gelen Avrupalılar olan Portekizliler Diego Fernandez Pereira önderliğinde 1507 yılında adayı keşfederek üs olarak kullanmışlardır. Adaya geldikleri geminin adını vererek "Ilha do Cerne" olarak adlandırmışlar, bu olaydan on yıl sonra da Pedro Mascarenhas bölgede yer alan diğer ada topluluklarını gözlemlemiştir. Bu keşif neticesinde de 1620 yılında itibaren Mauritius adası, Réunion ve Rodrigues adaları Mascarene Adaları olarak adlandırılmıştır. Ancak Portekizliler adanın o günkü konumu gereği herhangi bir maden ya da ürün sunmadığı ve coğrafi konumu olarak da izole bir şekilde bulunması nedeniyle yararlı bir toprak parçası olacağını düşünmemiş, Afrika'da ticari üs bölgesi olarak Mozambik'e daha fazla önem vermişler ve bu yüzden de Hindistan yolculuklarında Mozambik Kanalı'nı kullanmaya özen göstermişler. Aynı şekilde Komorlar'ın güney ve doğu Asya yolculuklarında daha iyi bir konumda bulunması nedeniyle Mascarene adaları Portekizliler tarafından koloni bölgesi olarak düşünülmedi. Portekiz'in önem vermemesi neticesinde boş kalan ada, 1598 yılında Wybrand van Warwyck önderliğinde Grand Porta'da daya çıkan Hollandalı denizciler tarafından çıkılarak adaya Birleşik Hollanda Cumhuriyeti adına el koyarak adanın adını Oranj Beyliği prensi Maurice van Oranje şerefine "Mauritius" olarak belirlemişlerdir. Adaya her ne kadar 1598 yılında el konulsa da bu tarihe kadar sadece gemilerin uğrak noktası konumunda kalmış, ada üzerinde yerleşim ve adanın koloni olarak kullanılması 1638 yılında itibaren başlamıştır. Aynı yıl içerisinde Fransa'da komşu adalar Réunion ve Rodrigues'e el koyarak topraklarına katmıştır. Ancak ilerleyen yıllarda yaşanan birçok kıtlık, kasırga, haşere gibi nedenlerin yanı sıra gıda azlığı ve hastalıklar nedeniyle 1710 yılında Hollandalılar adayı terk etmek durumunda kalmışlardır. Hollandalıların adayı terk etmesi sonucunda oluşan boşluğu korsanlar doldurmuştur. Burada hakimiyet kurdukları süreç içerisinde Hint Okyanusu'ndan ve ada civarından geçen gemilere saldırmışlar ve ganimet elde etmişlerdir. Bu süreçte adanın neredeyse tüm ağaçları kesilmiş ve Dodo gibi yerel hayvanlar da tümden öldürülmüş ya da ciddi oranda azaltılmıştır. Yaşanan tüm olumsuzluklar neticesinde Fransa, korsanlara karşı saldırıya geçmiştir. Korsanların bölgeden uzaklaştırılması ile boşta kalan ada Guillaume Dufresne D’Arsel önderliğinde Hindistan'a giden gemiciler tarafından durak olarak kullanılmış, neticesinde de ada Fransa toprağı ilan edilerek hakimiyet Fransa adına ele alınmıştır. Mauritius olan adanın ismi değiştirilerek "Île de France" (Türkçe:"Fransa'nın adası") olarak adlandırılmıştır. Adaya 1715 yılında ele geçiren Fransa 1721 tarihinden itibarende yerleşime başlamış, o dönem adada yaşayan 15 kişi ile birlikte birçok kölenin yanı sıra Fransızlar da adada yaşama başlamışlardır. Fransa hakimiyeti süresince ulaşım ağında ve yapılanmada önemli adımlar atılan adada, başta şeker kamışı olmak üzere tarımsal faaliyetlerde de üretimin arttırılması yönünde çalışmalar gerçekleştirmiştir. Yedi Yıl Savaşı döneminde adanın işletmeciliğini elinde bulunduran Fransa Doğu Hindistan Şirketi'nin iflas etmesi sonucunda adanın yönetimi 1767 ile 1810 yılları arasında Fransız Devrimi sırasındaki kısa bir dönem hariç direkt Fransa kraliyetine bağlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kraliyet yönetiminde de yapılanmaya önem veren Fransa, bu süreçte güney yarımkürenin en eski botanik bahçesi konumunda olan "Sir Seewoosagur Ramgoolam Botanik Bahçesi" genişletilerek dünyanın en güzel botanik bahçelerinden biri haline getirilmiştir. 1776 yılında Fransa tarafından yaptırılan resmi nüfus sayımlarında ada nüfusu 33.536 olarak belirlenmiştir. Bu nüfusun %85'ini köleler oluştururken, sadece 6.000 kişinin kökeni Avrupa'ya dayanmaktaydı. Fransız devrimi neticesinde köleliğin yasaklanması ile adada yaşayanlar Mauritiuslular Fransa'nın bu kararından ticari olarak etkilenmemek adına, bu ülke ile olan iş birliklerini azaltarak farklı ülkelere yönelmişler, bu doğrultuda Amerika Birleşik Devletleri ve Danimarka gibi ülkelerle ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Île de France'ın ticari başarıları nedeniyle Birleşik Krallık'ın dikkatlerini üzerine çekmiş, Napolyon Savaşları neticesinde ada üzerindeki hakimiyetini elde ederek adanın adını tekrar "Mauritius" olarak değiştirmiştir. 1810 yılında Mauritius Seferi olarak adlandırılan sefer ile adayı ele geçiren Britanyalılar, Rodrigues'in yönetimini de elde etmişlerdir. Bu sefer neticesinde her ne kadar Réunion'da elde edilmiş olsa da, bu ada savaş sonrasında Fransa'ya geri verilmiştir. 1814 yılından itibaren ada Britanya kraliyetin bağlı bir bölge haline getirilerek Britanya İmparatorluğu'nun bir parçası olmuştur. 19.yy'de Britanya koloni yönetiminin köleliği yasaklaması neticesinde mevcut kölelerin serbest bırakılması ve yeni düzende çalışmak istememeleri üzerine adaya Hindistan'dan büyük bir göç yaşanmıştır. Bu göç neticesinde Hintlerin toplumun %60'ını oluşturması neticesinde Britanya koloni yönetimi 1871 yılından itibaren şeker kamışı tarlalarında sözleşmeli çalışmaya gelenlerin girişini durdurmuştur. 19.yy sonlarında şeker kamışı endüstrisinin yaşadığı kriz neticesinde bu işe bağlı olan ada nüfusunun büyük bir bölümü adayı terk etmiştir. 1947 yılından yürürlüğe giren yeni seçim yasası neticesinde okuma yazma bilen ve 21 yaşını geçmiş her bir ada sakinine seçme hakkı verilmişti. Bu gelişme adadaki güç dengelerini değiştirerek çoğunluğu oluşturan Hintlerin seçimlerde çoğunluğu ele almasına neden olmuş, söz konusu yılda gerçekleştirilen seçimlerde de yeni kurulan parlamentoya çok sayıda Hindistan kökenli Mauritiuslu seçilmiştir. Bu seçimler ile Avrupa kökenli Mauritiuslular ilk defa iktidardan uzaklaştırılmış ve çoğunluğu kaybetmişlerdir. 1959 seçimlerinden itibaren bağımsızlık yüksek sesle ifade edilmeye başlanmış, 1961 yılında koloni sahibi Britanya'nın özerklik hatta bölgenin bağımsızlığını dile getirmesi ile daha da fazla kişi bu yönde taleplerde bulunmuştur. 1967 yılında yapılan seçimleri Avrupa kökenlilere karşı kazanan Hint kökenli Mauritiuslar 150 yıllık Britanya hakimiyetine son vererek 12 Mart 1968 tarihinde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu bağımsızlık neticesinde Britanya İmparatorluğu'ndan ayrılan Mauritius İngiliz Milletler Topluluğu'na dahil olmuş, ülkenin ilk başbaşkanı olarak da Sir Seewoosagur Ramgoolam seçilmiştir. Britanya'nın ülkenin bağımsızlığa bırakılması konusunda tek şart olan ve o ana kadar Mauri
tius'un bir parçası olan Chagos adalarının hakimiyetinin kendilerine bırakılması isteği kabul edilmiş, bu adada daha sonra Britanya tarafından ABD'ye kiralanmıştır. Bu adada yaşayanlarda yıllar içerisinde Mauritius ve Seyşeller'e göç etmeleri konusunda zorlanmış ve ada üzerinde askeri ve gizli deneyler gerçekleştirilmiştir. Günümüzde konu ile ilgili olarak Mauritius ve ABD arasında hala anlaşmazlıklar yaşanabilmektedir. Ülkenin bağımsızlığına kavuşması ile ülkenin yönetimi İngiliz Milletler Topluluğu'na bağlı olarak Birleşik Krallık kraliçesi II. Elizabeth tarafından gerçekleştirilmiş, 1990 yılında ülkede cumhuriyet ilan edilmesi ile ilgili çalışmalar gerçekleştirilmiş, bu çalışmalar muhalefet partilerinin kabul etmemesi neticesinde sonuçlandırılamamıştır. 12 Mart 1992 yılında yeni anayasanın kabul edilmesi ile birlikte bağımsız parlamenter sistem ile yönetilen bir cumhuriyet olarak İngiliz Milletler Topluluğu'nda yerini almış ve ülkenin resmi ismi de Mauritius Cumhuriyeti olarak onaylanmıştır. Bu onay neticesinde resmi olarak ülkenin en tepesindeki isim olan II. Elizabeth'te bulunan yetkiler önce genel vali Veerasamy Ringadoo geçmiş, bu görev geçişi ile Ringadoo ülkenin ilk cumhurbaşkanı olmuş, bu görevi de daha sonra da yapılan ilk seçimlerde yeni seçilen cumhurbaşkanı Cassam Uteem'e devretmiştir. Ülke bağımsızlığını kazandığı günden bu yana Afrika kıtasının en sağlam temsilî demokrasilerinden birini oluşturmaktadır. Bağımsız seçimlerin gerçekleştirildiği ve insan haklarına önem verilen Mauritius'ta ulusal meclis en az 62 kişi olmak üzere 70 sandalyeden oluşmaktadır. Milletvekili seçimleri her beş yılda bir gerçekleştirilmekte olup, 21 seçim bölgesinden üçer milletvekili (Rodrigues adası sadece iki milletvekili) meclise gönderilmektedir. Boşta kalan sekiz sandalye için de her bölgeden birer olmak üzere "en iyi kaybedenler" olarak adlandırılan ve yeni seçimlerle birlikte az temsil edilen ve belli bir etnik gruba üye olan kişiler tarafından seçilerek sekiz milletvekili daha belirlenmektedir. Bu tür bir seçim 1970 yılından bu yana yapılmakta olup ülke içerisinde tartışmalara konu olmaktadır. Ülkenin en tepesinde cumhurbaşkanı bulunmaktadır. Mauritius cumhurbaşkanı, gerçekleştirilen meclis seçimleri sonrasında meclis tarafından belirlenerek seçilmektedir. Bu göreve gelen kişi daha sonra meclis sıralarından başbakanı seçmekte, başbakan olarak göreve getirilen kişi de kendi kabinesinde görev almasını istediği kişileri seçerek cumhurbaşkanının onayına sunmaktadır. Mauritius dünya genelinde daimi ordusu bulunmayan 25 ülkeden biri konumundadır. Bağımsızlığını kazandığı 1968 yılında günümüze olağanüstü durumlar için oluşturulan küçük bir özel birlik haricinde bir de kıyı emniyetini sağlayan birlik mevcuttur. Ülkenin bu birlikler haricinde ayrıca başka bir ülke ile de koruma ya da himaye antlaşması bulunmamaktadır. Mauritius toplamda dört ada bölgesinden oluşmaktadır. Adalar ülkesinin en büyük ve önemli adası, ülkeye de ismini veren Mauritius adasıdır. Mauritius adası toplamda dokuz bölgeye ayrılmış konumdadır. Ülkeyi oluşturan diğer üç ada ise Rodrigues, Agaléga Adaları, Cargados-Carajos Adaları'dır. Merkez ada konumundaki Mauritius adasının bölgeleri şu şekildedir: Ülkeyi oluşturan diğer adalar da şu şekildedir: Ülkenin en büyük şehri aynı zamanda başkent olan Port Louis'dir. Mauritius nüfusunun büyük çoğunluğunun da yaşadığı Mauritius adasında bulunan başkent 2011 resmi sayım sonuçlarına göre 149.226 nüfusa sahiptir. Ülkenin yüz bin sınırını aşan diğer büyük şehirleri Vacoas-Phoenix ve Beau Bassin-Rose Hill'dir. Ülkenin stabil siyasi yapısı nedeniyle bağımsızlık sonrası birçok yatırımcıyı adaya çeken Mauritius, bu sayede Afrika kıtasının en yüksek kişi başına düşen gelir verilerine sahip bir konumdadır. Ancak son yıllarda yaşanan doğal afetler ile birlikte şeker fiyatlarının düşmesi Mauritius ekonomisinin büyümesini yavaşlatmış ve olumsuz etkiler yaratmıştır. Ülkenin en önemli ihracat ürünlerini tekstil ürünleri, şeker, kesilmiş çiçekler, pekmez, balık ve primatlar (araştırmalar için) oluşturmakta olup, 2012 verilerine göre ihracatın sık yapıldığı ülkeler şu şekildedir: Ülkenin en önemli ithalat ürünlerini üretim malları, sermaye ekipmanları, gıda maddeleri, petrol ürünleri ve kimyasal ürünler oluşturmakta olup, 2012 verilerine göre ithalatın sık yapıldığı ülkeler şu şekildedir: Ülkede değerlendirilebilir madenler yoktur ve işlenebilecek toprak çok az sayıdadır. Ülkede işlenebilir konumda olan toprakların %90'ında ise şeker kamışı yetiştirilmektedir. Ülke kararlı ve sabit fiyatlarla Avrupa Ekonomik Topluluğu'nda (AET) mukaveleyle garantili pazara sahip konumdadır. Bu bitkinin yetişmesine elverişli olmayan topraklarda çay ve tütün yetiştirilmektedir. Ada ülkesinin bir diğer önemli gelir kaynağını turizm oluşturmaktadır. Turizm ülke ekonomisinin önemli bir bileşeninin olmasının yanı sıra önemli bir döviz gelir kaynağı konumundadır. Mauritius adasının yanı sıra Rodrigues adasında da turistik tesisler bulunmakta olup, Agalega adasında turizm alanında bir geliştirme gerçekleştirilmemiştir. Ülkenin doğal güzellikleri, tropikal iklim, plajları ve yapılabilecek birçok aktivitenin yanı sıra etnik ve kültürel çeşitlilikleri de turistik hedef olarak belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Ülkeye 2008 verilerine göre 930.000 turist ziyaretçi olarak gelmiştir. Geçmiş yıllarda şeker ve tekstile bağlı bir ekonomiye sahip olan ülke, bu iki temele bağlı ekonomiden kurtulmak adına turizm sektörünü genişletmek adına adımlar atmıştır. Mauritius dünyanın en lüks turizm hedeflerinden biri konumundadır. Mauritius'ta bulunan ve dünyanın en önde gelen otelleri arasında bulunan oteller turizm alanında birçok ödül kazanmışlardır. Mauritius turizm alanında üç kez "World Leading island Destination" ödülüne layık görülürken, Ocak 2012'de de "World Travel Awards" ödülünü elde etmiştir. Ülke içerisinde en önemli turistik ziyaret noktalarını Yedi Renkli Toprak ve Chamarel Şelalesi oluşturmaktadır. Mauritius'ta güncel olarak herhangi bir demiryolu ulaşımı mevcut değildir. Geçmişte sanayide kullanılmak üzere kullanılan demiryolu hattı da günümüzde aktif değildir. 1860 yılından 1960 yılına kadar aktif olan demiryolu hattı, 1948 ile 1953 yılları arasında maddi zarar etmesi nedeniyle 1964 yılında tamamen kapatılmıştır. Ada genelinde artan trafik sorunu nedeniyle 2011 yılı itibarıyla Port Louis ile Curepipe arasında hafif raylı sistem yapımı planlanmıştır. Ülke genelinde var olan 5 havaalanından sadece 2 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Mauritius adasında bulunan Sir Seewoosagur Ramgoolam Uluslararası Havalimanı ile Rodrigues adasında bulunan Sir Gaëtan Duval Havalimanı bu iki havaalanını oluşturmaktadır. Ülkenin ulusal havayolu Haziran 1967'de kurulan Air Mauritius'tur. Merkezi başkent Port Louis'te bulunan havayolu şirketi ilk uçuşunu Rodrigues adasına gerçekleştirmiştir. İlerleyen yıllarda uçuş noktalarını genişleten havayolu şirketi 1972 yılında Hindistan'ın şehri Mumbai'e uçarak ilk yurt dışı uçuşunu gerçekleştirmiştir. Günümüzde Madagaskar, Réunion, Kenya, Singapur, Fransa ve Avustralya'da uçuş noktaları bulunan havayolu şirketi, güncel olarak 12 adetlik bir uçak filosuna sahiptir. Güncel olarak Rodrigues adasına günlük uçak seferleri düzenlenmektedir. British Airways, Lufthansa, Emirates, Air France, South African Airways'in yanı sıra Türk Hava Yolları'da ülkeye direkt uçuşlar gerçekleştirmektedir. Ülkede mevcut olan 1.600 km karayolunun çoğu asfaltlanmış konumdadır. Mevcut yolların belli bir kısmı çok dar ve bakım gerektirdiği için zaman zaman kullanıma uygunluk göstermemektedir. Karayolu güzergahı güney-kuzey yönde ilerlemektedir. Trafik Britanya koloni döneminin bir hatırası olarak sol şeritten ilerlemektedir. 1922 yılında ilk uçağın iniş yaptığı tarihe kadar sadece deniz yolu üzerinden ulaşımın sağlanabildiği Mauritius'ta, başkentte bulunan liman ülkenin en önemli limanını oluşturmaktadır. Bunun haricinde Port Mathurin'de bulunan liman da Rodrigues adasının en önemli limanı konumundadır. Ülkenin en sevilen spor dalı futboldur. Ülkenin futbol yönetimi 1952 yılında kurulan Mauritius Futbol Federasyonu tarafından gerçekleştirilmektedir. Ülke federasyonu 1963 yılında Afrika Futbol Konfederasyonu'na, 1964 yılında da FIFA'ya üye olmuştur. Ülkenin on takımın katıldığı futbol ligi mevcuttur. Ülkede bulunan "Champ de Mars" hipodromu güney yarımküre üzerinde bulunan en eski hipodrom olma özelliğine sahiptir. Burası aynı zamanda "İngiliz Jokey Kulübü" 'nden sonra en eski ikinci jokey kulübü olan "Mauritius Jokey Kulübü" 'nün merkezi konumundadır. Mauritius dünya genelinde golf sporunu uygulayan üçüncü ülke olmuştur. Britanyalılar'ın 1844 yılında Mauritius'a golf sporunu getirmesi ile bu spor ile tanışan ülkede bu 19.yy'de oluşturulan golf alanları ile bu spor geliştirilmektedir. Ülkenin koloni geçmişi olması kültürel yapısında da kendisini göstermektedir. Kültürün her bir alanında adaya hakim olan iki büyük sömürge ülkesi ile Afrika ve Asya etkileri karışık bir şekilde bulunabilmektedir. Mauritius dünya genelinde posta pulları ile ünlenmiş konumdadır. "Kırmızı Mauritius" ve "Mavi Mauritius"(İngilizce: "Red Penny", "Blue Penny") olarak adlandırılan iki adet pul çeşidi, 1847 yılında basılmaya başlanmış, bu başlangıç ile Mauritius posta pulu basımını gerçekleştiren ve kullanan beşinci ülke olmuştur. Günümüzde bu posta pulları az sayıda mevcut olduğundan koleksiyoncular için kıymetli eserlerden birini oluşturmaktadır. Mavi ekran Mavi ekran, ya da BSoD ("Blue Screen of Death, Türkçesi:Ölümün mavi ekranı") Microsoft Windows'un bir şekilde üstesinden gelemediği sorunlarda kilitlenip ekrana getirdiği, üzerine birçok esprinin yapıldığı hata ekranı. Windows 98, tanıtıldığı ve tüm dünyada canlı olarak yayınlanan toplantıda bilgisayara bir tarayıcı takılması ile kilitlenmiş ve mavi ekran vererek "daha piyasaya sürülmeden herkesin gözü önünde çöken ilk işletim sistemi" unvanını almıştı. Mavi Ekran hataları Windows durm
a hataları olarak da bilinir. Mavi ekran hatalarının nedenleri çeşitlidir. Bazen yazılımsal bir sorun, bazen de donanımsal bir sorun mavi ekran hatası ya da orijinal adıyla BSOD almanıza neden olur. Yazılımsal sorunlar genellikle giderilebilir sorunlardır. Ancak donanımlardaki fiziksel sorunlar yazılımsal müdahale ile giderilemez. Mavi ekran hatalarının kaynağını öğrenmek için ekrana gelen hata kodu analiz edilebilir. Bunun için Microsoft tarafından sağlanan Windows Debugging Tools yazılımı kullanılabilir. Ancak son kullanıcılar için bu yazılımı kullanmak pek kolay değildir. Windows yazılımının NT çekirdeğine kurulu Windows XP ve ondan sonraki sürümlerinde mavi ekran hataları için birçok önlem alınmış ve de bu hatalar olabildiğince azaltılmıştır. Ayrıca Windows 8 ile beraber mavi ekranın tasarımında önemli değişiklikler yapılmıştır. Mavi ekran ismi diğer işletim sistemleri için kullanılmasa da, çekirdeklerinin altından kalkamadıkları durumda son bir ekran gösterirler. Örneğin, UNIX ve türevlerinde buna Kernel Panic denir. Nesin Vakfı Nesin Vakfı, eğitim olanaklarından yoksun çocukların topluma yararlı bireyler olarak yetiştirilmesi amacıyla 1973 yılında yazar Aziz Nesin tarafından kurulan vakıftır. 1982'den beri etkinliklerini yürüten vakıf, ailelerin onayı ile ilkokul çağı ve öncesindeki çocukları İstanbul-Çatalca'daki vakıf binasında kendi istekleriyle vakıftan ayrılana ve kendi ayakları üstünde duracak olgunluğa erişene kadar yetiştirir. Vakıf, kırk dolayında çocuğa hizmet verecek kapasiteye sahiptir. Vakfın giderleri Aziz Nesin'in eserlerinin telif haklarıyla, gayri-menkul gelirleriyle ve bağışlarla karşılanır. 1972'den 1995'e kadar vakfı Aziz Nesin yönetmiştir. 1995'te vakfın yönetimini oğlu Ali Nesin üstlenmiştir. Ali Nesin, 2010 başında vakfın yönetimini eski vakıf çocuklarından Süleyman Cihangiroğlu'ya devretmiştir. Vakıfta Aziz Nesin'in eşyalarının sergilendiği bir müze de yer almaktadır. Ali Nesin Hüseyin Ali Nesin (d. 18 Kasım 1957, İstanbul), Türk matematikçi. 18 Kasım 1957 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası tanınmış yazar Aziz Nesin, annesi Meral Çelen'dir. İlkokuldan sonra ortaokulu İstanbul'da Saint Joseph Lisesi'nde, liseyi de İsviçre'nin Lozan kentindeki College Champittet'de tamamladı.1977-1981 yılları arasında Paris Diderot Üniversitesi'nden matematikten "maitrise" derecesini aldı. Daha sonra ABD'de Yale Üniversitesi'nde matematiksel mantık ve cebir konularında doktora yapan Ali Nesin, 1985-1986 arasında Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Türkiye'ye kısa dönem askerlik görevi için geldiği sırada erlerin aynı şırıngadan aşı olmasına itiraz ettiği için "orduyu isyana teşvik" iddiasıyla tutuklanarak yargılandı. Yargılanma sonunda beraat etti. 1987-1989 arasında Notre Dame Üniversitesi'nde yardımcı doçent, ardından 1995'e kadar Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampusü'nde doçent ve daha sonra profesör olarak görev yaptı. 1993-1994 öğretim yılını Bilkent Üniversitesi'nde misafir öğretim görevlisi olarak geçirdi. Babası Aziz Nesin'in 1995'te ölümü üzerine yurda kesin dönüş yaptı ve Nesin Vakfı yöneticiliğini üstlendi. 1996'dan beri Bilgi Üniversitesi Matematik Bölümü Başkanı olan Ali Nesin dört çocuk sahibidir. Kasım 2004'ten beri de Nesin Yayınevi genel yönetmenliğini yapmaktadır ve 2011 yılından itibaren Hrant Dink Vakfı danışma kurulu üyesidir. Ali Nesin'in "Matematik ve Korku", "Matematik ve Doğa", "Matematik ve Sonsuz", "Matematik ve Oyun", "Develer ve Eşekler", "Matematik Canavarı" ve "Matematik ve Gerçek" adlı popüler matematik kitaplarının yanı sıra, "Önermeler Mantığı", "Sayma" ve "Sezgisel Kümeler Kuramı" gibi yarıakademik matematik kitapları ve henüz birinci, ikinci ve dördüncü ciltleri yayımlanan "Analiz" kitapları mevcuttur. Bunların yanı sıra çeşitli dergilerde çıkmış bilimsel makaleleri ve Alexander Borovik ile birlikte yazdığı İngilizce bir kitabı ("Groups of Finite Morley Rank"), babası Aziz Nesin'in Osmanlıca el yazılarından çevirileri bulunmaktadır. Ali Nesin'in babası Aziz Nesin ile mektuplaşmaları (diğer kitapları gibi) Nesin Yayınevi tarafından iki cilt olarak yayımlanmıştır. Matematiksel araştırma alanı "Morley mertebesi sonlu gruplar"dır. Aynı zamanda, 2003'ten beri üç ayda bir yayımlanan ve Türk Matematik Derneği'nin sahibi olduğu Matematik Dünyası adlı derginin sorumlu yazı işleri müdürüdür. Ayrıca, TÜBA (Türkiye Bilimler akademisi) tarafından kabul edilmiş kümeler kuramı ve analiz konularında ders notları bulunmaktadır. Matematik araştırmaları, bölüm başkanlığı ve Nesin Vakfı yöneticiliğinin yanı sıra yağlıboya resim, desen ve portre çalışmaları da yapmaktadır. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesidir. Nesin Matematik Köyü'nün kurucusudur. Türk lirası Türk lirası (sembolü: ₺; ISO 4217 kodu: "TRY"), Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta kullanılan para birimi. Türk lirasının alt birimi kuruştur. Türkiye'de kâğıt para basma yetkisi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına aittir. Paradaki 0 (sıfır) sayısını azaltmak amacıyla 31 Ocak 2005'te geçici olarak tedavülden kaldırılmış ve yerine Yeni Türk lirası kullanılmaya başlanmıştır. YTL'den TL'ye geçişin tamamlanması nedeniyle 1 Ocak 2009 tarihinde yeniden tedavüle girmiştir. Fakat 2009'da tedavüle giren paralarda YTL'de olduğu gibi 6 sıfır bulunmamaktadır. YTL'nin alt birimi Yeni Kuruş'tur. Bugüne kadar Türk lirasının önyüzünde sadece Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'nün resimleri bulunmuştur. İsmet İnönü'nün resmi sadece cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde (1938-1950) Türk lirasının ön yüzünde yer almıştır. Bunun nedeni ise Osmanlı döneminden beri bir gelenek halini almış ve Osmanlı harici pek çok devlet tarafından da kullanılan bir yöntem olan paranın ön yüzüne o zamanki devlet başının resmini koymaktır. Bu gelenek 30 Aralık 1925’te kabul edilen 701 sayılı “Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun”'la resmileşmiştir. Bu yüzden Cumhurbaşkanı olduğu süre içinde İsmet İnönü'nün resmi paranın ön yüzünde kullanılmıştır. Fakat bu kanun 1952'de Adnan Menderes'in başkanlık yaptığı hükûmet tarafından değiştirilmiş ve Türk Lira'sının üstünde o zamanki devlet başının değil sadece Mustafa Kemal Atatürk'ün resminin bulunması kararı alınmıştır. Bu yüzden Türk Lirası'nın önünde resimleri kullanılan tek devlet büyükleri Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü olmuştur. Ayrıca Yunus Emre, II. Mehmed, Mehmet Akif Ersoy ve Cahit Arf gibi Türk büyüklerinin portreleri ise Türk lirasının bazı emisyonlarının arkayüzünde yer almıştır. İlk lira Sultan Abdülmecid döneminde 5 Ocak 1843’te Osmanlı lirası adıyla basıldı. Kağıt para basılmadan önce kullanılan bu Osmanlı altın parasına Sarı lira denirdi. 2 Haziran 1854’te çeyrek lira ve 18 Şubat 1855’te de iki buçukluk ve beşibiryerdelerin basılmasına başlandı. Cumhuriyet'in ilanından sonra 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı Mevcut Evrak-ı Nakdiye'nin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Cumhuriyet dönemindeki ilk kâğıt paralar 1927'de Birleşik Krallık'ta, Thomas de la Rue şirketi tarafından 88 bin Britanya altınına basılmıştır. 1927'de Harf Devrimi henüz gerçekleşmediği için paraların üzerinde Latin harfleri yoktu. 1927 yılında basılan 1, 5 ve 10 lirada Atatürk'ün portresi filigranda gözükmekteydi. Diğer paralarda ise Atatürk hem filigranda hem de resim olarak gözükmektedir. İlk paraların üzerinde Osmanlı Türkçesi ve Fransızca yazılar ile dönemin Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Renda'nın imzası vardı. Paraların yeniden Latin harfleriyle piyasaya çıkması büyük bir masraf olduğu için 1927'de basılan paralar 1928'deki harf devriminden sonra da yıllarca yürürlükte kalmıştır. 1937'de tedavüle giren Latin harfli paraların hepsinde Atatürk portreleri bulunmaktaydı. Eylül 1927'den 11 Kasım 1938'e kadar basılan kâğıt paraların üzerinde Atatürk'ün portreleri yer almıştır. İsmet İnönü ilk kez cumhurbaşkanı seçildiğinde Londra'ya haber verilerek basılmakta olan paralardan Atatürk'ün portreleri çıkarılmış, yerine İnönü'nün portreleri konulmuştur. 1938 yılından 1951 yılına kadar paralarda İnönü'nün portreleri yer almıştır. Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar 9 emisyon grubunda 24 farklı değerde, 126 tertip banknot dolaşıma çıkarılmıştır. İlk altı emisyon grubundaki banknotların tamamı ile Yedinci Emisyon Grubundaki banknotların bir kısmı değişik tarihlerde dolaşımdan kaldırılmış ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin sonunda değerlerini yitirmiştir. TCMB tarafından, Türk lirasının itibarının perçinlenmesi ve dünyada bilinirliğinin artırılması amacıyla 8 Eylül 2011 tarihinde TL Simgesi Yarışması düzenlenmiş, yarışma sonucunda yeni simge belirlenerek 1 Mart 2012 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından duyurulmuştur. Tülay Lale'nin tasarımı yeni simge (""), yarım çıpa halindeki L harfi içine .yerleştirilmiş yukarı doğru çift çizgili küçük T harfinden oluşmaktadır. Çift çizgi doğu-batı köprüsü ve istikrarı, çıpa ise yükselişi ve güveni temsil eder. Dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığındaki komisyon tarafından 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan banknotlar belirlenmiş; bir Birleşik Krallık firması olan De La Rue tarafından filigranlı kâğıtlara kabartma olarak basılmıştır. Bu emisyon grubundaki banknotlar 1928'deki Harf Devrimi'nden önce bastırıldığı için ana metinleri Arap harfleriyle, kupür değerleri ise Fransızca olarak yazılmıştır. Bu banknotlar 5 Aralık 1927 tarihinde dolaşıma çıkarılmıştır. Tedavülde bulunan mevcut evrak-ı nakdiyeler ise, 4 Aralık 1927 tarihinden itibaren dolaşımdan çekilerek 4 Eylül 1928 tarihinde değerlerini yitirmişlerdir. 3 Ekim 1931 tarihinde Merkez Bankası faaliyete geçmiş para basma yetkisi bu kuruluşa verilmiştir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulduktan sonra, Harf Devrimi'nden önce basılan eski yazılı banknotlar, yeni harfler ile basılmış yeni banknotlarla değiştirilmiştir. Latin alfabesi ile hazırlanmış yeni banknotlar, 9 farklı değerde ve 11 tertipten oluşmak
tadır. Söz konusu banknotlardan 50 kuruşluk olanı Almanya'da, diğerleri ise Birleşik Krallık'ta bastırılmıştır. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından dolaşıma ilk çıkarılan banknot olan 5 Türk liralık banknotu da içeren İkinci Emisyon Grubu banknotlar, 1937-1944 yılları arasında tedavüle çıkarılmıştır. İkinci Emisyon Grubu içinde hem Atatürk, hem de İnönü portreli banknotlar yer almaktadır. Bu emisyon grubu içinde Birleşik Krallık'ta bastırılan ancak, II. Dünya Savaşı sırasında banknotları Türkiye'ye getiren geminin Pire Limanında hücuma uğrayıp batması sonucunda denize dökülen İnönü portreli 50 kuruşluk ve 100 Türk liralık banknotlar ile yine Birleşik Krallık'ta bastırılan ancak, Londra'daki bir hava hücumu sırasında basıldığı matbaa zarar gören 50 Türk liralık banknotlar dolaşıma verilmemiştir. Tamamı İsmet İnönü portreli olarak bastırılmıştır. 1942-1947 yılları arasında dolaşıma çıkarılmıştır. 6 farklı değerde, 7 tertip olarak Birleşik Krallık, Almanya ve ABD'de bastırılmıştır. 2 farklı değerde, 3 tertip olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde bastırılmıştır. 1947 ve 1948 yıllarında dolaşıma çıkarılan banknotların tamamı İsmet İnönü portreli olarak bastırılmıştır. Beşinci Emisyon Grubu banknotlar, 7 farklı değerde, 32 tertip olarak basılmış ve 1951-1971 yılları arasında dolaşıma çıkarılmıştır. Dolaşıma verilen banknotlar 1958 yılında Banknot Matbaası kuruluncaya kadar Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık veya Almanya'da bastırılmış olup Türkiye'de basılan ilk banknot Beşinci Emisyon Grubu III. Tertip 100 Türk liralık banknottur. Halk arasında "Mor Binlik" olarak adlandırılan 1.000 Türk liralık banknot da bu emisyon grubu içinde yer almaktadır. E6 banknotlar 7 farklı değerde, 18 tertipten oluşmaktadır. 1966-1983 yılları arasında dolaşıma çıkarılan bu banknotlardan I. Tertip 20 Türk lirası Birleşik Krallık'ta, diğerleri ise Türkiye'de basılmıştır. 1979 yılından itibaren dolaşıma verilmeye başlanan E7 grubu banknotlar 2002 yılı itibarıyla 15 farklı değerde, 36 tertipten oluşmaktadır. Banknotların tamamı Türkiye'de basılmıştır. E7 Emisyon Grubu banknotlar 1 Ocak 2006 tarihinde tedavülden kaldırılmıştır. 28 Ocak 2004 tarih ve 5083 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun" gereğince Türkiye'de ilk kez gerçekleştirilen Türk lirasından 6 sıfır atma operasyonu kapsamında 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren dolaşıma verilmiştir. E8 Grubu banknotlar 6 farklı değerden oluşmaktadır. Bu banknotların tamamı Türkiye'de basılmıştır. E8 Emisyon Grubu banknotlar 1 Ocak 2010 tarihinde tedavülden kaldırıldı. Arka yüzde kesik gümüşi çizgilerden oluşur. Banknot ışığa tutulduğunda düz bir hat şeklini alır ve her iki yüzden görülür. Üzerinde "TCMB" harfleri bulunur. Banknotun yatay konumda, göz hizasında ışığa doğru tutulması halinde görülebilen "TC" harflerinden oluşan gizli görüntü. Ön ve arka yüzde, banknot ışığa tutulduğunda görülebilen, Atatürk portresinin küçüğünden ve 1 rakamından oluşan filigran. Banknot ışığa tutulduğunda, arka yüzdeki parçayla birbirini tamamlayan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası amblemi. Atatürk portresinin altındaki yatay şeridin altında büyüteçle okunabilen "BİR" yazısı. Ön yüzde parmakla dokunulduğunda hissedilebilen kabartma baskı. Yeni kuruş (YKr), Yeni Türk lirasının 100'de biri değerinde olan para birimidir. 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren tedavüle çıkmıştır ve değeri 10.000 Türk lirası 1.000.000 kuruşa eşittir. 1 Ocak 2009 tarihinde kuruşun tedavüle girmesi ile birlikte tedavülden kalkmıştır. 5083 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun"un 1. maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu Yeni Türk lirası ve Yeni Kuruş'ta yer alan "Yeni" ibarelerini kaldırmaya yetkili kılınmış olup "Yeni" ibarelerinin 1 Ocak 2009 tarihinde kaldırılmasına ilişkin söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı 5 Mayıs 2007 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanmıştır. E9 Emisyon Grubu Türk lirası banknotlar 4 farklı sık bulunan ve 2 farklı nadir bulunan ( 100 ve 200 TL ) kupürden oluşmaktadır. Banknotların tamamı Türkiye'de basılmıştır. 12. Erişim Tarihi: 05.01.2016 http://www.ntv.com.tr/ekonomi/2015inenflasyonu-belli-oldu,bEfC5mqbpkaEWzaeXXAuHQ Kuruş Kuruş önceden guruş, birçok ülkede farklı zaman dilimlerinde kullanılmış para birimi. Kuruş, Türkiye'de ilk defa 1687 (hicri 1099) yılında sultan II. Süleyman döneminde kullanılmıştır. İçerdiği gümüş ayarı değişmek ile birlikte Türkiye'de saltanat döneminin sonuna kadar kullanılmıştır. Cumhuriyet döneminde de kullanılmış olup, 1989 yılında, 25 ve 50 kuruşluk madeni paraların tedavülden kaldırılmasıyla günlük hayattan çıkmışsa da, 2005 yılının başı itibarıyla yeni kuruş olarak yeniden tedavüle girmiştir. Ayrıca kuruşun altındaki para birimi "para" olup bu da cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kullanılmıştır. 40 para 1 kuruş, 100 kuruş 1 liradır. Sıkıyönetim Sıkıyönetim veya askerî adalet, askerî otoritenin, genellikle resmî bildirgesi altında, adlî yönetimi kontrol altına almasıyla işleme geçen kural sistemidir. Askerî adalet, ortaya çıkan savaş, doğal afet, , toprak işgali veya askerî darbe gibi durumlarda, normal adlî kurumların yeni duruma hâkim olamayıp, vazifesini yerine getiremediği veya yavaş getirdiği takdirde, askerî otoritelerin ve kurumların tercih edilmesi ile kullanıma girer. Sıkıyönetim, tabii afet, salgın hastalık, ağır ekonomik bunalımlar ve sıkıyönetimi gerektiren hallerin daha hafifinin meydana gelmesi durumlarında ilan edilen olağanüstü halden farklıdır. Sıkıyönetimde yetki askeri makamlarda, olağanüstü halde ise mülki makamlardadır. Olağanüstü halde sıkıyönetim mahkemeleri yoktur. Sıkıyönetim, sadece maddi düzen ve güvenin sağlanması ile ilgili olduğundan; ülkenin her yerinde değil, yalnız kamu düzeni bozulan bir veya birkaç bölgesinde ilan edilir. Gerekirse tamamında da ilan edilebilir. Anayasa sınırları içinde ve önceden tespit edilen kurallara göre uygulanan hukuka uygun bir yönetim şeklidir. Sıkıyönetimle ilgili her şey kanunla düzenlenmiş, keyfiliğe yer bırakılmamıştır. Sıkıyönetimin bütün işleri yargı denetimine tabidir. Fakat alınacak tedbir ve kararlarda, sıkıyönetim komutanına Sıkıyönetim, 1982 Anayasasının 122. maddesine göre 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunuyla düzenlenmiştir. 1982 Anayasası, 1961 Anayasasına göre sıkıyönetimin yetkisini arttırmıştır. 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'nun bazı maddeleri 1982 Anayasası'nın emirleri doğrultusunda, 1982 tarihli, 2766 sayılı kanun ve 1983 tarihli, 2836 sayılı kanunla değiştirilmiştir. Türkiye'deki farklı sıkıyönetimler farklı özellikler göstermekle birlikte birçok ortak noktaları da vardır. Bunların başında, sıkıyönetim komutanlıklarının, sıkıyönetim ilan edilme nedenleriyle tamamen ilgisiz alanlardaki tasarrufları ve yasaklamaları gelir. Örneğin toplantı yasağı konması tüm sıkıyönetim idareleri tarafından alınmıştır. Üstelik bu toplantılar siyasi toplantılarla sınırlı kalmamış, spor karşılaşmaları, nikâh, vaftiz törenleri, kooperatif toplantıları ve hatta ilkokul müsamereleri de dahil olmuştur. Trafik alanında düzenlemeler getirmek de bu ortak noktalar arasında yer alır. Korna çalmak, hız yapmak, yanlış yere park etmek, kapasite fazlası yolcu almak, yaya kaldırımını işgal ve hatta otobüse sırayla binmemek, sıkıyönetim suçları kapsamına alınabilmiştir. İmparatorluk İmparatorluk, kendi topraklarında oturan çeşitli milletleri egemenliği altında toplayan devlet biçimi. İmparatorluk sözcüğü, Latince "imperare" (buyurmak, komuta etmek) -"in"+"parare" (tedarik etmek, donatmak)- kökünden gelir. Sait Faik Hikâye Armağanı Sait Faik Hikâye Armağanı, Yazar Sait Faik Abasıyanık anısına her yıl ölüm yıldönümünde (11 Mayıs) bir öykücüye verilen armağan. Edebiyat dünyamızın en büyük ödüllerinden biridir. 1955’te annesi Makbule Abasıyanık tarafından kuruldu. 1964’ten itibaren Darüşşafaka Cemiyeti tarafından sürdürülen armağan, 2003’ten 2011'e dek Darüşşafaka Vakfı ve Yapı Kredi Yayınları iş birliği ile sürdürülmüş olup, 2012 yılından itibaren Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları iş birliği ile devam etmektedir. Sait Faik, yaşamının son yıllarında çeşitli edebiyat matinelerine de katıldı. Bu matinelerden biri de Darüşşafaka Lisesi'nde yapılandı. Lise'de yapılan ilk toplantının konuğu Fazıl Hüsnü Dağlarca olmuş ve ikinci toplantıya konuk olması için Abasıyanık'ı ikna etmişti. Matineden sonra okulu da gezen Sait Faik, eve döndüğünde annesine mallarını kimsesiz çocuklara güzel imkânlar sağladığını düşündüğü Darüşşafaka'ya bağışlamayı teklif etti. Abasıyanık'ın annesi Makbule Hanım, Sait Faik'in ölümünden sonra, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde malvarlıklarının çoğunu ve yazarın eserlerinin telif hakkını bu cemiyete bıraktı. Bu vasiyetnamenin bir maddesinde de her sene dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşacak bir jürinin, o sene içerisinde yazılmış en iyi öyküyü seçerek ona "Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikâye Mükafatı" vermesini istedi. Ödül ilk kez 1955 yılında verildi. Ödülün para armağanı 1960 yılına kadar Varlık Yayınları'nca karşılandı. 1960'tan 1963'e kadar kesintiye uğrayan ödül Makbule Hanım'ın 1964 yılındaki vefatından sonra Darüşşafaka Cemiyeti tarafından düzenli olarak verildi. Armağanla ilgili olarak, 2003-2011 yılları arasında Darüşşafaka Cemiyeti ve Yapı Kredi Yayınları iş birliği içinde olmuştur. 2012 yılından beri söz konusu iş birliği İş Bankası Kültür Yayınları ile gerçekleşmektedir. Karesi Beyliği Karesi Beyliği, Karesioğulları Beyliği, Karasi Beyliği veya Karasioğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devleti'nin gerilemesinden sonra Oğuz boyları tarafından Balıkesir-Çanakkale ve Bergama yöresinde kurulan Anadolu Türk Beyliğidir. Eşrefoğulları'ndan sonra en kısa hükum süren bir beyliktir. Bu yöredeki ilk Türk devletidir. Karesi Beyliği, komşusu olan Osmanoğulları Beyliği'nin genişlemesiyle bu beyliğe katılmıştır. Böylece Osmanlı hakimiyetine katılan ilk beylik olmuştur. İlerleyen dönemlerde Osmanlı Devleti içinde bu bölgede Karesi Sancağı kurulmuştur. Karesi beylerinin ve ileri gelen şa
hıslarının, Osmanoğullarının egemenliği altına girmelerini takiben, Osmanlı Devleti'nin Rumeli topraklarında yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Balıkesir ili Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına kadar idari taksimatta Karesi ismini taşımıştır. O dönemde bölgeyi dolaşan İbn Battuta, bu beyliğe "Memleket-i Akirus" demektedir. Bu yüzden Akirus kelimesinden çıkmış olabileceği de ileri sürülmektedir. Akirus "Achirus" İslam öncesi bu toprakların adlarından biridir. 14. yüzyılın başında Batı Anadolu'nun Türk Beylikleri tarafından nasıl paylaşıldığını kaydeden Bizanslı tarihçi Nikiforos Grigoras'a göre Lidya ve Eolya'dan başlayarak Helespont (Çanakkale) ile sınırlanan Misya topraklarında "Kalames" ve onun oğlu "Karasis" hüküm sürmekteydi. Kantakuzenos'un eserinde ise Kalames'in oğlu Karasis'in hissesine Lidya'ya kadar olan Misya topraklarının düştüğü ve buraya "Karasia" denildiği belirtilnmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Oğuz boyları, Anadolu'nun batısına yerleşmişler ve buralarda "Uç Beylikleri" kurmuştur. Uç Beyliklerinin görevi ise Anadolu Selçuklu Devleti sınırını korumaktır. Marmara sahilleri, Çanakkale bölgesi, Edremit Körfezi, Kizikos ile sınırlandırılan bu bölgeye, Anadolu Selçuklu Devleti'nin önemli komutanlarından Karesi Bey (Kara İsa), babası Kalem Bey ve Germiyanoğlu Yakup Bey, beraberinde büyük bir Türkmen grubu ile gelmiştir. Balıkesir ve çevresinin alınmasında Germiyanoğullarının katkısı olmuştur. Karesi Bey muhtemelen 1296-1297 yıllarında Erdek, Biga, Edremit, Bergama, Çanakkale hariç Balıkesir merkez olmak üzere büyük Misya sahasını Germiyan kuvvetlerinin desteğiyle ele geçirdiler. Karesi Bey, Anadolu Selçuklu Devleti'nde Marmara ve Ege kıyılıarının yönetiminden sorumlu bir uç beyi olduğu için kendisine "Sahiller Emiri" anlamına gelen "Emir-ül Savahil" unvanı verilmiştir. Karesi Bey'in soyu, Danişmendlilerin kurucusu olan Danişmend Gazi'den gelmektedir.. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından önce diğer Uç Beyleri gibi Karesi Bey de Batı Anadolu'daki Büyük ve Küçük Misya'da bağımsızlığını ilan ederek, bölgede Karesi Beyliği'ni kurmuştur. Karesi Beyliği'nin kuruluş tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte 1296 ile 1300 yılları arasıdır. Fakat Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı uç beylerinin büyük çoğunluğu 1299 yılında bağımsızlıklarını ilan ettikleri için Karesi Beyliği'nin kuruluş tarihi 1299 yılı kabul edilmektedir. Bizans İmparatoru II. Andronikos, Batı Anadolu'daki Türk yayılmasını önlemek için Alanlar ile işbirliği yapmıştır. 1300 yılında oğlu IX. Mihail komutasındaki Bizans-Alan kuvvetleri, Manisa'daki Gediz Nehri civarında karargâh kurmuşlardır. Karesi orduları ile savaşan Bizans-Alan kuvvetleri başarısız olmuş, Alanlar geri çekilip savaşı bırakmışlardır. 1301-1302 yıllarında topraklarını savunamayan II. Andronikos, paralı asker olarak kiraladıkları adamları Karesi Türkmenleri üzerine salmıştır. 1304 Ocak ayının ilk günlerinde Bizans İmparatorluğu, "Katalan Paralı Asker Birliği" adlı bir askeri birlik kiralayıp bu askerleri Kizikos bölgesine göndermiş ve bu bölgenin altı mil ötesinde bir su kenarında eşleri ve çocukları ile yaşayan, Edincik bölgesine yerleşmek isteyen bir Türk boyunu katletmiştir. Katalanların ani hücumuna uğrayan Türkler, beş bine yakın kayıp vermiştir. Katalanlar, on yaşın üzerinde bütün erkekleri öldürmüş, bölgeyi yakıp yıkmıştır. Bu yüzden Karesi Beyliği, 1302-1308 tarihleri arasında bir durgunluk dönemi yaşamıştır İlhanlı Devleti veziri Emir Çoban, Anadolu'ya teftişe geldiğinde "Ulubey" makamında bulunan Germiyanoğulları Beyi Yakup Bey kendine bağlı beyler ile birlikte Emir Çoban'ın makamına giderek bağlılıklarını arz etmişlerdir. Bu beylerin arasında Karesi Bey de vardır. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Sarı Saltuk ismindeki bir reis kumandasında, 10.000 ile 20.000 arası nüfusları olan Batıni mezhebindeki bir Türkmen aşireti, Sinop sahillerinden gemilere binerek önce Kırım'a oradan da Aktav Tatarlarının reisi Şehzade Nogay'ın emri ile Rumeli'deki Dobruca (Dobriçe) bölgesine ve 1264 yılında Kiligria-Romanya'ya geçmişler ve oralara yerleşmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi'nin halifelerinden biri olan Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli'ye yardım için gönderilmiştir. Sarı Saltuk'un 1280-1281'de Babadağ'da ölmesi üzerine, daha fazla Bulgar ve Rumların baskısına dayanamayan Türkmenlerin bir kısmı 1306 yılında Ece Halil adlı bir reisin emrinde gemilere binip Trakya üzerinden Çanakkale-Lapseki Yöresi'ne geçmiştir. Bütün eşya ve hayvanatıyla bu topraklara gelen Türmenler, Karesi Bey tarafından iyi karşılanarak Karesi ve havalisinde iskan edilmişler ve beyliğin topraklarının değişik bölgelerine ve özellikle Kaz Dağı'nın kuzey eteklerine Dağobası ve Evciler bölgesine yerleşmişlerdir. Bu Türkmenlerin önemli bir kısmı da bugün Havran'a bağlı Sarnıçköy'nü yurt tutmuşlardır. Bu halk Şamanist inanacına göre kutsal sayılan Kaz'ın adını da İda Dağı'na vermişlerdir. Karesi topraklarına yerleşen Türkmenler, bölgedeki Türk nüfus ve kuvvetleri artmıştır. Karesi Bey, kendi ismiyle anılan Beyliğinin sınırlarını, Bizans İmparatorluğu'nun zayıflığından ve beraberinde bulunan Ece Halil'in adamlarından faydalanarak daha da genişletmiştir. Ayrıca İç Anadolu'da Moğolların saldırılarından kaçan Türk boyları da Karesi Beyliği'ne sığınmıştır. Bu boylar arasında Çepni boyları da mevcuttur. 1308 yılında Bayramiç ve Ezine çevresinde bir "Türkmen Prensliği" kurulmuş fakat bu Beylik aynı yılda Karesi Beyliği'ne bağlanmıştır. Karesi Bey, 1330 yılından önce ölmüştür. Tam ölüm tarihi bilinmemektedir. Karesi Bey ölünce onun için bir türbe yapılmıştır. Karesi Bey'den sonra Beyliğin başına Aclan Bey geçmiştir. Aclan Bey zamanında, Osmanoğulları Beyliği ile iyi ilişkiler kurulmuştur. Hacı İlbey, Aclan Bey'in vezirliği hizmetinde bulunmuştur. Yine de Aclan Bey'in kimliği netlik kazanmamış, Demirhan Bey veya Yahşi Bey olduğu ileri sürülmüştür. Karesi Beyliği, kara ordusu yanında önemli derecede etkin bir donanmaya da sahipti. Balıkesir Bey'i Demirhan, denizde Rumlarla pek çok savaşlar yapmıştı. "Gemileri denizde rüzgârın önünde sanki uçarak gider, şehirler o gemilerden titrerdi" Gerçekten de Demirhan Bey'in yaptığı akınlarda ne derecede etkili olduğu Bizans imparatoru II.Andronikos'un bizzat onunla görüşerek, bir saldırmazlık anlaşması yapmasından anlaşılmaktadır. Demirhan Bey geçmiştir. Aclan Bey'in ikinci oğlu Yahşi Bey ise Bergama'nın yöneticisi olmuştur. Aclan Bey'in küçük Dursun Bey ise Bursa'da Orhan Gazi yanında bulunmuştur. 1333 yılında seyyah İbn Battuta, Balıkesir'i ziyaret etmiştir. Karesi Beyi, hem Marmara hem de Ege sahillerine kıyısı olan beyliğinde büyük bir donanma kurarak Rumeli'ye iki kere sefer düzenlemiştir. Karesi Beyin (hangi hükümdarın olduğu belirsiz, büyük ihtimal Yahşi Bey) ilk deniz seferi 1331 tarihinde 70 tekne ile Akdeniz'den Ferres'e (Ferecik, veya Kara Feriye) düzenlediği seferdir. İkinci deniz seferi ise 1333 tarihinde 60 tekne ile Akdeniz'den Aynaroz Yarımdası'na düzenlediği seferidir. Bu yıllarda Karesi Beyliği, deniz gücü bakımından komşusu olan Osmanoğulları Beyliği'nden daha güçlüdür. Demirhan Bey halkına kötü davranmıştır. Bu durumdan şikayetçi olan halk ve beyliğin ileri gelenleri; Bursa'daki Dursun Bey'i davet etmiştirler. 1345 yılında Orhan Gazi ile birlikte gelen Dursun Bey, Bergama kalesine sığınan abisi Demirhan Bey tarafından öldürülmüştür. Bu duruma çok üzülen Orhan Gazi, halkın ve ileri gelenlerin de isteği üzerine 1361 yılında Karesi Beyliği topraklarını Osmanlı topraklarına katmıştır. Karesi Beyliği'nin tarih sahnesinden çekilişi ve yerini henüz devlet olma aşamasında bulunan Osmanlı Beyliği'ne bırakışı, ileride güçlü bir devlet hâline gelecek olan Osmanlılar için askeri ve siyasi genişleme açısından önemli bir adım olmuştur. Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa, Rumeli'ye geçişim gerek hazırlık döneminde gerekse icraat sırasında Karasi ümerâsının yardım ve desteklerini gördü. Yeni fethedilen Rumeli topraklarını Türkleştirmek için Anadolu'dan getirilen Türk nüfusu arasında Karasi ilinden gelenler, Gelibolu yarımadasına yerleştirildiler. Yıldırım Bayezid, Saruhanoğulları Beyliği'ni 1390'da ele geçirdikten sonra Saruhan ve Karasi vilayetlerini birleştirerek oğlu Ertuğrul'a verdi. Daha sonraysa Bayezid'in oğullarından İsa Bey, Karasi Vilayeti'ne tayin edildi. Karesi Beyliği, Ankara Savaşı sonrasında Timur'un kendilerine bağımsızlık verdiği öteki beylikler gibi yeniden bir canlanma dönemi yaşamadı. Bununla beraber Karasi adı Osmanlı idaresi altıda varlığını uzun süre korudu ve 1393'te kurulan Anadolu Beylerbeyliği'ne bağlı sancaklardan biri oldu. Karesi Beyliği'ne ait, Tokat Müzesi'nde bulunan Kutlu Melek ve Mustafa Çelebi'ye ait iki mezar taşı dışında herhangi bir kitabe bulunamamıştır. Jeneolojik açıdan değer taşıyan Kutlu Melek ve Mustafa Çelebi'ye ait olan bu kitabelerde yer alan şecereye göre, Karesi Beyliği sülalesi, 11. yüzyılda kurulmuş bir Türkmen beyliği olan Danişmendlilere dayanmaktadır. Bu kitabe haricinde, Karesi Beyliği sülalesin Danişmendlilere dayandığını gösteren başka bir kaynak yoktur. Adı geçen kitabeler, ilk olarak İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından yayımlanmıştır. Karesi Beyliği zamanından kalma en eski kitabe 1300 tarihli (Hicri 700) olup Hakimzade veya Kurşunlu Camii'n kurucusu Mevlâna Yusuf Sinan'ın mezar taşıdır. Baş taşın iç tarfında şöyle yazmaktadır: Kâle'n-Nebiyyü aleyhisselam el-müminûne lâyemûtûn. Nukıle min dari'l-fenâ ilâ daril-bakâ. Baş taşın dış tarfında şöyle yazmaktadır: Tuviffiye el-merhûm el-mağfur el-âlim el-âmil Mevlâna Yusuf Sinan bin Habîb el-Kâdi bi İbn-i Hakîm fi'ş-şehri cemâziye'l-âhir sene seb'a miye. Demokratik Kongo Cumhuriyeti Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Afrika kıtasının orta bölümünde yer alan bir ülkedir. 1971 ile 1997 yılları arasında Zaire olarak varlığını sürdüren ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Uganda, Ruanda, Burundi, Tanzanya, Zambiya, Angola, Kongo Cumhuriyeti ve 40 km'lik bir sahil şeridi ile Atlas Okyanusu o
luşturmaktadır. Ülkenin başkenti Kinşasa'dır. Ülke yüz ölçümü açısından Afrika kıtasının Cezayir'den sonra en büyük ikinci, nüfus açısından da en büyük dördüncü ülkesi konumundadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti geçmişinde birçok kez resmi adında değişiklik yaşanmış olup, belli dönemlerde komşu ülke Kongo Cumhuriyeti ile resmi olarak aynı isim kullanılmıştır. Aşağıdaki tabelada Kongo bölgesinin tarihsel isimleri yer almaktadır. Afrika kıtasının en büyük ikinci yüz ölçümüne sahip olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti, sahip olduğu 2,344,458 km²'lik alan ile bir dönem sömürgesi konumunda olduğu Belçika'dan neredeyse 77 kat daha büyük konumdadır. Ekvator üzerinde kıtanın orta bölümünde yer alan ülke bitki örtüsü ve yaban hayat açısından zengin çeşitliliğe ve doğal alanlara sahiptir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 10.730 km'lik kara sınırdan 2.511 km'si (251 km'si Cabinda ile sınır bölümünü oluşturmaktadır) Angola, 233 km'si Burundi, 1.577 km'si Orta Afrika Cumhuriyeti, 2.410 km'si Kongo Cumhuriyeti, 217 km'si Ruanda, 628 km'si Güney Sudan, 459 km'si Tanzanya, 765 km'si Uganda, 1.930 km'si Zambiya ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'nda 40 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır. Ülke toprakları tropikal yağmur ormanlarına sahip Kongo Havzası'nın neredeyse %60'ını kaplamaktadır. Ülkenin en yüksek noktasını 5.109 m ile Ruwenzori Sıradağı içerisinde yer alan Stanley Dağı'nın uç noktası olan ve Margherita Peak olarak adlandırılan zirve oluşturmaktadır. Ülkenin en büyük ve en uzun nehrini oluşturan Kongo Nehri, 4374 km'lik uzunluğu ile neredeyse tamamına Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer almakta olup, nehir batı bölümlerinde Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin, Atlas Okyanusu'na dökülmeden önce Angola ve Kongo Cumhuriyeti ile sınır çizgisini oluşturmakta ve böylece bu iki ülkeye de kıyı şeriti oluşturmaktadır. Kongo Nehri, Afrika kıtasının Nil nehrinden sonra en uzun ikinci nehri konumumda olup, 39.160 m³/s ile taşıdığı su bakımından Afrika'nın en büyük, dünyanın ise en büyük ikinci nehri durumundadır. Kongo nehri ülkenin güney bölümünde Mitumba Sıradağı'nda kaynağından çıkarak kuzey yönde 1.000 km akmakta olup, burada da iç delta oluşturarak batı-güneybatı yönünde dönüş yapmaktadır. Bu dönüş neticesinde nehir Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile Kongo Cumhuriyeti arasındaki sınırı da oluşturarak ilerlemekte ve son olarak Atlas Okyanusu'na dökülmektedir. Kongo nehri ile birleşerek yoluna devam eden birçok nehir bulunmaktadır. Bu nehirler içerisinde 9.873 m³/s su taşıma kapasitesine sahip olan Angola'dan gelen Kasai Nehri açık ara en büyük nehir konumundadır. Ülkenin kuzey bölümünden ve büyük bölümü Orta Afrika Cumhuriyeti ve Kongo Cumhuriyeti ile sınırı oluşturarak gelen ve Kongo nehrine katılan en büyük nehir ise Ubangi Nehri'dir. Ülkenin sahip olduğu 40 km'lik tek sahil şeriti önemli bir yere sahip olup, bu sahil şeriti nedeniyle Atlas Okyanusu'nda zengin petrol yataklarına sahip olunmaktadır. Büyük Rift Vadisi göllerinin bulunduğu doğu bölümünde sınır çizgileri çoğu zaman göller ile oluşmaktadır. Bu bölgede Albert Gölü, Eduard Gölü, Kivu Gölü ve Tanganika Gölü gibi önemli göller yer almaktadır. Buradaki göllerin varlığı ülkeye yeraltı zenginliklerini de beraberinde getirmekte olup, doğalgazın yanı sıra altın ve kalay gibi madenlerde bu bölgede çok miktarda yer almaktadır. Kongo Havzası'nda bulunan ve Oksisol toprak olarak adlandırılan ve sabit sıcaklık ile birlikte yüksek nemin yaşandığı alanlarda görülen aşırı yıpranmış kırmızı tondaki toprak ülke ekonomisi için ekim alanı olarak verimlilik arz etmemekte olup, ülkenin kuzey ve doğusunda yüksek yerlerde yer alan topraklar tarım arazisi olarak daha uygun oldukları için bu bölgelerde tarım yoğun olarak gerçekleştirilmektedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde coğrafi konumu nedeniyle Ekvator İklimi yaşanmaktadır. Bu sebepten dolayı ülke topraklarını çok büyük bir bölümünde sıcak, tropikal, nemli bir iklim yaşanmaktadır. Ülke genelinde yağmursuz geçen kurak dönemlerde ortalama sıcaklık 20 °C iken, yağmurun bol yağdığı yağmur sezonlarında ortalama sıcaklık 30 °C olarak ölçülmektedir. İklim mevsim geçişlerinde bile gözle görülür farklılık göstermemekte olup, ülke topraklarının genişliği nedeniyle bazı bölgelerde yerel olarak genelin dışında da iklim yaşanabilmektedir. Ülkenin kuzeyindeki orta kesimde yer alan Mbandaka ve Kisangani şehirlerinde geçen Ekvator çizgisi, ülke içerisinden geçtiği 300 km'lik hatta yıl boyunca 1500–2000 mm düzeyinde olan şiddetli yağmur geçişlerine sebep olurken sıcaklığı yıl boyu 26 °C dolayında tutmaktadır. Başkent Kinşasa'da yıl boyu ortalama sıcaklık 25 °C dolayında seyretmektedir. Başkentte yaklaşık olarak dört ay süren kurak dönem ile yağmur dönemlerindeki geçişler sırasıyla yaşanmakta olup, yağmur sezonun en yoğun yaşandığı dönem ise genel olarak Ekim-Nisan aylarıdır. Kinşasa'ya yıl boyu düşen yağmur ortalaması 1400 mm dolaylarındadır. Ülkenin kuzey bölgelerinde Ekvator iklimin de etkisiyle var olan ormanlık alanlar da Savan olarak adlandırılan geniş çayırlar gözlemlenmektedir. Bu bölgelerde kurak dönem güney bölgelerine göre yılın son iki-üç ayı başlamakta olup, yeni yılın ilk iki-üç aylık dönemine kadar sürmektedir. Yağmurların yağdığı dönem olan Mart-Ekim dönemlerin de ise yıllık yağış oranın %90'ı gerçekleşmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde hakim olan tropikal iklim ile birlikte kurak dönemler genellikle üç ila altı ay arasında (genellikle Mayıs-Eylül aylarında), yağmur dönemleri ise yine üç ila altı ay arasında (genellikle Ekim-Nisan aylarında) yaşanmaktadır. Ülkenin en güneyindeki bölge konumunda olan Katanga bölgesi içerisinde yer alan Lubumbashi'de altı ay yoğun bir kurak dönem yaşanırken, hava sıcaklıklarında gece ile gündüze sıcaklık farklılıkları büyük olabilmektedir. Ülkenin doğu kısmında yer alan dağlık alanlarında ise dağ iklimi hakim olup, ülkenin diğer bölgelerine göre daha serin bir iklime sahiptir. Ülkenin en yüksek noktasının da bulunduğu bölgede, dağın zirvelerinde kar görülebilmektedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti içerisinde en çok yağışta bu bölgelerde gerçekleşmektedir. Ülkenin en batı ucunda, Atlas Okyanusu'na kıyısı olan çok küçük bir bölgede ise Ilıman okyanusal iklim görülmektedir. Buna göre bu bölgede yer alan Boma'da yıllık yağış ortalamaları 800 mm'ye kadar düşüş göstermektedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırları içerisinde Afrika kıtasının günümüzde de hala var olan en büyük yağmur ormanları bulunmaktadır. Ülke topraklarının neredeyse üçte ikisi tropikal yağmur ormanları ile dağlık orman arazilerinden oluşmaktadır. Ekvator çizgisine yakın yüksek yerlerde dağlık yağmur ormanları ile birlikte yoğun sisin yaşandığı sisli ormanlar sık olarak yer almaktadır. Bu tür ormanlarda daha çok uzun ve ince gövdeye sahip olan, sert yaprakları bulunan Kauçuk ağacı, Tik ağacı ve Mahagoni ağacı gibi ağaçlar ve Epifit, Salepgiller gibi bitkiler göze çarpmaktadır. Yağmur ormanları bölgesinin kuzeyinde ve güneyinde ise 200–500 km genişliğe sahip, nemli bir iklimin hüküm sürdüğü büyük çayırlık alanlar bulunmaktadır. Bu çayırlık alanlarda çok sık olarak Sütleğen bitkisi yer almaktadır. Nemli savan alanlardan daha kurak savan alanlarına geçişlerde ise Akasya ağaçları ve Sukkulent bitkisi görülmektedir. Yaban hayat açısından Demokratik Kongo Cumhuriyeti önemli bir zenginliğe sahiptir. Memeli hayvan sınıfından olan aslan, leopar, gergedan, fil, zebra, çakal, sırtlan ve antilop gibi hayvanlar çoğunlukla geniş çayırlara sahip savan bölgesinde yaşarken, ülkenin de çoğunluğunu kaplayan ormanlık alanlarda da yaşayan ve sayıları yüzlerle ifade edilen çok sayıda hayvan bulunmaktadır. Özellikle UNESCO tarafından da dünya mirası olarak konumlandırılan Garamba, Kahuzi-Biéga, Salonga, Virunga Ulusal Parkları ile Yaban Hayat Rezervi Okapi çoğunlukla Bonobo, Goril, Okapi, Afrika mandası gibi hayvanların barındırdığı için yaban hayat ile önemli bir konumdadır. Yaban Hayat Rezervi Okapi'de ise ulusal parka adını da veren Okapi'nin dünya üzerindeki tek yaşam alanıdır. Dünya üzerinde sadece Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde görülebilen Okapi'nin günümüzde nüfusu 5.000-10.000 arası olarak ifade edilmektedir. DKC'de bulunan ulusal parkların bir diğer özelliği ise dünya üzerinde insana benzeyen üç maymun türü olan Bonobo, Goril ve Şempanze'ye aynı anda ev sahipliği yapmasıdır. Doğada Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nden başka herhangi bir ülkede görülemeyecek hayvanların mevcudiyeti 3000'e yakın olarak ifade edilmektedir. Bu sayı 1980'li yıllarda 10.000 hayvan türü olarak dile getirilmekteydi. Ülkede memeli hayvanların dışında 268 farklı sürüngen çeşidi ve binlerce balık ve kuş çeşidi yaşamaktadır. Ayrıca böcek çeşitliliğinde bol olduğu ülkede, 1300 ile dünyada başka hiçbir ülkede olmayacak kadar kelebek çeşidi yaşamaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin bugün varlığını sürdürdüğü toprakların ilk yerlilerini günümüzde sadece çok küçük bir alanda yaşamlarını sürdüren Pigmeler oluşturmaktaydı. Yüzyıllar boyunca ilerleyen Bantu halkları, zaman içerisinde tarımdan, avcılığa kadar birçok alanda etkili olan topluluklar oluşturarak, söz konusu dönemde bölgede birçok devlet yapısını oluşturmuşlardır. Bu devletler içerisinde özellikle 14. yüzyılda kurulan ve Afrika'da bugüne kadar kurulan en güçlü devlet yapılarında birini oluşturan Kongo Krallığı ön plana çıkmıştır. Bunun haricinde Luba Krallığı ya da Lunda Krallığı gibi krallıklarda bu bölgede kendi yapılarını oluşturmuşlardır. 15. yüzyılda bölgeye ilk gelen Avrupalılar olan Portekizliler, Kongo nehrinin Atlas Okyanusu'na döküldüğü noktada keşifler yapmış, 1491 yılında ise ilk defa Kongo İmparatorluğu ile diplomatik ilişki kurmuşlardır. Bu dönemde gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretler ile daha da geliştirilen diplomatik ilişkiler, Kongo kralının dinini Hristiyan katolik olarak değiştirmesine varacak kadar ilerletilmiştir. Yeni Çağ ile birlikte Amerika'daki kolonilere köle gönderen ülkelerden biri konumuna gelen Kongo Krallığı, bu sayede refah seviyesini yükselterek oluşan yeni ze
ngin üst tabaka topluluk ile birlikte Afrika kıyılarında yeni liman şehirleri kurmuşlardır. 16.yy ile birlikte krallıkta başlayan çözülme ve çöküş, 17. yüzyılda özellikle Portekiz hakimiyetinin bölgede kaybolması ile birlikte zirveye ulaşmış, köle tüccarlarının ve Portekiz sonrası bölgeye hakim olmaya çalışan Hollanda ve Birleşik Krallık'ın da çökmüş olan ülkeyi sömürüp, yağmalaması neticesinde tamamen ortadan kaldırılmıştır. 18.yy başlarında da Kongo bölgesinde kurulu birçok ülke de aynı şekilde ortadan kaldırılmış, 1866 yılında da son Portekizliler bölgeden ayrılmıştır. 1870 yılında bölgenin iç kısımlarına ziyaret gerçekleştiren ilk Avrupalı olan Galli Henry Morton Stanley her ne kadar Birleşik Krallık hükumetine bölgeyi krallık koloni sistemine bağlama önerisinde bulunsa da, bu öneri hükumet tarafından Nil bölgesinin kendileri için daha öncelikli olacağı gerekçesiyle kabul görmemiştir. Birleşik Krallık tarafından bu öneri reddedilmesini fırsat bilen Belçika Kralı II.Léopold uzun bir süredir koloni imparatorluğu kurma hayallerini gerçekleştirme arzusundaydı. 1885 yılında Kongo bölgesinin geleceği ile ilgili olarak gerçekleştirilen Berlin Konferansı'nda, Kongo'nun kendisine özel mülkü olarak kullanımına verilmesine onay alarak kolonileşme tarihinde ilk ve tek olacak şekilde uluslararası hukuka aykırı bir şekilde bir bölgenin bir şahsın özel mülkü olarak ilan edilmesini sağlamıştır. Koloni tarihinde kolonileştirilen tüm bölgeler bir ülke tarafından yönetilip, idare edilirken Kongo bölgesi yaşayan tüm insanları ile birlikte şahsın özel idaresine bırakılmış, bölge insanı ekonomik çıkarlar doğrultusunda özellikle kauçuk elde ediniminde zalim yöntemlerle kullanılmış, idarelerine uygun hareket etmeyenler ağır cezalara çarptırılmış ve öldürülmüştür. Yaşanan bu olumsuzluklar tüm dünyada karmaşaya ve öfkeye neden olmuş, II.Léopold gelen yoğun tepkiler neticesinde 1908 yılında Kongo'nun idaresini 'normal' koloni olarak Belçika devletine bırakmak zorunda kalmıştır. Her ne kadar bölgenin idaresi bir ülkenin yönetimine bırakılmış olsa da, bölge insanını yaşadığı sıkıntılar ve olumsuzluklar da büyük oranda bir düzelme gerçekleşmemiş, bölge yağmalanmaya devam edilmiş, Kongolular otoriter koloni sahibi Belçika devleti tarafından acımasız yöntemler ile kullanılmaya devam edilmiştir. Kongo, dünya çapında gelişen kolonilerin bağımsızlık taleplerine uygun hareket ederek bağımsızlık söylemlerini güçlendirmiş ve ülkenin geleceğinin Kongolular tarafından tayin edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Başkent Léopoldville'de gerçekleştirilen ilk çatışmalar ve diğer devletlerin baskıları neticesinde Belçika 1959 yılında ani bir şekilde bölgeden çekilerek bölgede karmaşık bir yapıyı geride bırakmıştır. 30 Haziran 1960 tarihinde "Kongo Cumhuriyeti" adı altında bağımsızlığını ilan eden ülkede, ABAKO (Alliance des Bakongo) lideri Joseph Kasavubu ülkenin ilk devlet başkanlığına, Pan-Afrikanizm yanlısı ve bağımsızlık mücadelesinin önde gelen isimlerinden olan Patrice Lumumba ise yeni ülkenin ilk başbakanlık makamına getirilmiştir. Ancak bu yönetim Belçika, ABD ve Sovyetler Birliği'nin kendi menfaatleri doğrultusundaki müdahaleleri sebebiyle uzun ömürlü olamamış, Lumumba asker tarafından görevinden alınarak tutuklanmıştır. Her ne kadar tutuklanmasından itibaren kısa bir süre kurtularak kaçmayı başarsa da, tekrar yakalanarak rakibi ve ayrılıkçı Katanga bölgesinin lideri Moïse Tshombé'ye teslim edilmiş ve daha sonra da Tshombé'nin silahlı güçleri tarafından öldürülmüştür. Lumumba'nın öldürülmesinde ABD'nin ve özellikle de eski koloni sahibi Belçika'nın rollerinin büyük olduğu tahmin edilmektedir. 1965 yılında Lumumba'nın eski bir asistanı olan Joseph Mobutu tarafından gerçekleştirilen darbe ile Afrika tarihinin en uzun ve en düzeni bozuk diktatörlük sistemlerinden biri kurulmuştur. Ülkede belli dönemlerde ve belli bölgelerde Tshombé'nin Avrupa kökenli askeri birliklerinin Kongo'nun belli bölgelerini ara sıra eline geçirmesine rağmen tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Tshombé'nin Avrupa'ya ve Avrupalıya dayanan sisteminin aksine ülkeyi tamamen Afrikalılaştırma isteğinde olan Mobutu, tüm Avrupa menşeli işletmeleri kamulaştırarak ülke içerisindeki Avrupa etkisini azaltmak istemiştir. 1971 yılında ülkenin ismini Zaire olarak değiştiren Mobutu, oluşturduğu tek parti rejimi ve kişilik kültü ile ülke içerisinde gerçekleştirdiklerinin aksine ülkenin ve genelinde Afrika'nın Sovyetler Birliği etkisine girmesinden endişelenen Avrupalı devletlerin de desteğini alarak diktatör bir yönetim ortaya koymuştur. Mobutu, 1977/78 yıllarında Nathaniel Mbumba önderliğindeki ayrılıkçı Front de Libération Nationale du Congo ("FLNC") tarafından gerçekleştirilen ve Shaba'nın (günümüzde Katanga) Kongo'dan koparmayı hedefleyen Shaba İstilası özellikle Fransa ve Belçika askerlerinin önderliğindeki uluslararası askeri gücü sayesinde püskürtülerek yenilgiye uğratılmıştır. Zaire ekonomisinin tam anlamıyla çökmesiyle ve doğu-batı sorununun çözümlenmesi ile Mobutu 1990 yılında ülkenin yavaş da olsa demokratikleşmesi yönünde adımlar atmaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Ülkedeki tüm olumsuzluklara rağmen Mobutu iktidarının çöküşü komşu ülke Ruanda'da gerçekleştirilen soykırım ile başlamış, Ruanda'da soykırımından sorumlu Hutu etnik grubuna mensup binlerce Ruandalının Zaire'ye kaçması Mobutu'nun gücünü olumsuz yönde etkilemiştir. Hutuluları takip eden Tutsi hükumetine bağlı askeri birlikler ile ülke içerisindeki Mobutu karşıtlarının oluşturduğu birlik çok kısa bir süre içerisinde tüm Zaire'yi ele geçirmeyi başarmış, hasta olan ve uluslararası desteğini de kaybeden Mobutu'yu görevden kısa sürede uzaklaştırmışlardır. 1997 yılında isyancıların lideri konumunda olan Laurent-Désiré Kabila ülkenin yeni devlet başkanı olarak göreve getirilmiş, Kabila'nın ilk icraatlarından biri de ülkenin ismini Zaire'den tekrar Demokratik Kongo Cumhuriyeti olarak değiştirmek olmuştur. Mobutu karşısında oluşturulan bu birliktelik kısa sürede bozulmuş, 1998 yılında yine Ruanda merkezli isyancı güçlerin oluşturduğu birlik ülkeyi doğudan itibaren ele geçirmeyi hedeflemiş ancak bu ilerleyiş Angola ve Zimbabve askeri güçlerinin de Kabila güçlerine yardım etmesi ile fazla ilerlemeden geri püskürtülmüştür. Yaşanan bu gelişmeden sonra ülke kendi içerisinde farklı güç odaklarına bölünmüş ve yıllarca süren iç savaşlara neden olmuştur. Uzun yıllar süren müzakereler 2003 yılında olumlu yönde sonuçlandırılarak, tüm tarafların katılımı ile ülkede geçici hükumet kurulmuştur. Bu savaşlar neticesinde zor durumda olan Kongo ekonomisi ve sosyal hayatı daha da ağır bir darbe almış ve çökmüş, ayrıca ülkenin birçok yerindeki bölgeler insansızlaştırılmıştır. Uzun yıllar süren bu savaş ülke nüfusuna da derin bir darbe vurmuş, tahminlere göre 3 milyondan fazla insan bu süreçte dolaylı da olsa olumsuz yönde etkilenmiştir. Savaşın henüz sona ermediği Ocak 2001 tarihinde devlet başkanı Kabila gerçekleştirilen suikast sonucu öldürülürken, yerini 'miras' yolu ile oğlu Joseph Kabila almıştır. Barış görüşmelerinde kararlaştırılan 2006 genel seçimlerinde sandıktan zaferle çıkan Joseph Kabila 1965 yılından bu yana seçim ile başa geçen ilk kişi olma özelliğini elde etmiştir. Ülkenin başında 1960 yılından bu yana ilk defa ülke içerisindeki barış ve refah için gerekli görüşmeleri yapmaya hazır olduğu deklara eden bir devlet başkanı bulunmaktaydı. Ülkenin doğu kısmında yer alan Kivu ve Itru bölgelerinde silahlı çatışmalar barış anlaşmasına rağmen devam etmiştir. 2003 yılında gerçekleştirilen barış görüşmelerinde yer almayan ve o bölgede bulunan bölgesel silahlı gruplar, bölgede yer alan Hutu topluluklarını şiddet yanlısı Tutsi topluluğundan korudukları gerekçesiyle mücadeleye devam etmişlerdir. 2008 yılında Congrès national pour la défense du peuple ("CNDP") örgütü ile gerçekleştirilen barış görüşmelerinde sonuç elde edilememesi üzerine Kongo ve Ruanda hükumetleri işbirliği anlaşması imzalamış, aynı yıl Kongo ve Ruanda askeri birliklerin ortak katılımı ile gerçekleştirilen operasyonda birkaç gün önce mensubu ve lideri olduğu örgütü tarafından dışlanan Laurent Nkunda Ruanda'da yakalanarak tutuklanmıştır. Her ne kadar Mart 2009'da hükumet ile Congrès national pour la défense du peuple örgütü arasında barış anlaşması imzalanmış olsa da, doğu bölgelerinde güvenlik hala tam olarak sağlanabilmiş bir konumda değildir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde Temmuz 2010 yılında gerçekleştirilen tahmini nüfus sayımında 68 milyon nüfus tespit edilmiş olup bu oran ile ülke, Afrika kıtasının en kalabalık dördüncü ülkesi konumundadır. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 30,2 kişi/km² ile toprak büyüklüğü ile orantılı bakıldığında düşük olup nüfusun büyüme hızı yıllık %3 ile oldukça yüksek bir orandadır. 1984 yılında gerçekleştirilen son resmi nüfus sayım sonuçları ile karşılaştırıldığında geçen süreç içerisinde ülkenin nüfusunu ikiye katladığı gözlemlenmektedir. Nüfusun %46,9'u 15 yaşının altında olup bu oran ile dünyadaki en genç nüfusa sahip ülkelerden biri konumundadır. Sadece %2,5'in 65 yaş ve üzeri olduğu ülkede Beklenen yaşam süresi erkeklerde 52,9 yaş, kadınlarda ise 56,6 yaş düzeyindedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %63,64'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,65'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %42.2 (erkek 17,300,707/kadın 17,024,082) 15-24 yaş: %21.44 (erkek 8,747,038/kadın 8,694,000) 25-54 yaş: %30.13 (erkek 12,227,971/kadın 12,273,304) 55-64 yaş: %3.58 (erkek 1,374,050/kadın 1,535,973) 65 yaş ve üzeri: %2.65 (erkek 910,456/kadın 1,243,469) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %42,5 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,42 düzeyindedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde tıpkı diğer kolonileştirilmiş ve sömürge konumda olan ülkelerde olduğu gibi yapay etnik gruplar oluşturulmuştur. Ülkede var olan etnik grupların birçoğu modern zaman öncesi kabile mevcudiyetlerine göre oluşturuluken, kimi etnik grupta tıpkı Baluba gi
bi baştan meydana getirilmiştir. Günümüzde ülkede var olan 200'den fazla etnik grubundan %80'i Bantu etnik grubuna mensup olmaktadır. Bantu etnik grupları içerisinde de Bakongo (%16), Baluba (%18), Mongo (%13) ve Banjaruanda (%10) en önde gelen gruplar konumundadır. Nüfusun geri kalan %20'sinden %18'i Sudan topluluklarından, %2'si Nilotan topluluklarıdan oluşmaktadır. Ülke genelinde ise 20.000 ila 50.000 arasında Pigme yaşamaktadır. Ülkenin bağımsızlığını ilan ettiği tarihte 100.000 civarında olan ve çoğunluğunu Belçikalıların oluşturduğu Avrupalılar, günümüzde 20.000 dolayında bir nüfus oluşturmaktadır. Belçika'nın ülkenin bağımsızlığını kabul etmeden önce etnik gruplar arasındaki yapay sorunlar ülkenin tarihindeki tüm savaşların ve problemlein ana kaynağı olarak kabul edilmektedir. Ülke içerisindeki etnik grup çeşitliğine paralel olarak çok sayıda da dil kullanılmaktadır. Ülke genelinde 214 dolayında dil konuşulmaktadır. Ülkenin eğitimde, edebiyatta kullanılan resmi dili Belçika'nın kolonisi olması etkisiyle Fransızca'dır. Ülke genelinde Fransızca'nın kullanımı dışında dört adette ulusal resmi dil mevcuttur. Kongoca, Lingalaca, Svahili ve Ciluba dilleri de yaygın olarak kullanılmakta olup, Fransızca'nın dışındaki resmi dillerin de dört dilde ile sınırlandırılması da Belçika tarafından karara bağlanmıştır. Kongoca, geçmişte Kongo Krallığı'nda da kullanılan bir dil iken günümüzde Angola ve Kongo Cumhuriyeti'nde yaygın olarak kullanılmaktadır. Ciluba dili sadece Kasai-Occidental ve Kasai-Oriental illerinden konuşulurken, Avrupalılar tarafından iletişim dili olarak kullanılan ve bu sayede yaygınlaştırılan Lingalaca ülkenin kuzey-kuzeybatı bölgelerinde Bangala topluluğu tarafından kullanılmaktadır. Bu dil özellikle Mobutu diktatörlüğü döneminde ülke içerisinde önem kazanmış, Mobutu ulusa seslenişlerini bu dil vasıtası ile gerçekleştirmiştir. Afrika kıtasının doğusunda yaygın olarak kullanılan ve çoğu ülkede resmi dil olan Svahili dili, DKC'de de kullanılmaktadır. Özellikle ülkenin doğu kesimlerinde konuşulan dil, Mobutu rejiminin sona erdirilmesi ile birlikte ordunun resmi dili olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kongo kanunlarına göre yayımlanan bir yasa, kanun en geç 60 gün içerisinde diğer resmi dillerde de yayımlanmak zorundadır. Ülke genelinde nüfusun %80'i Hristiyan dinine mensuptur. Belçika sömürgesi olduğu dönemlerde gerçekleştirilen yoğun misyonerlik faaliyetleri neticesinde yerel dinlerden Hristiyan dinine geçen Kongoluların birçoğu da katolik mezhebine bağlı olarak dinini yaşamaktadır. Ülke nüfusunun %50'si katolik mezhebinde iken, %20'si protestan, %10'u ise bağımsız bir Afrika hristiyanlığı olan Kimbangizmi benimsemektedir. İslamiyet Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde yoğun olarak görülen bir din olmayıp, ülke nüfusunun sadece %10'u islami değerlere uygun yaşantısını sürdürmektedir. Ülke nüfusunun geri kalan %10'luk dilimi ise Senkretizm ve diğer Afrika yerel dinlerine inanmaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti dünyadaki en fakir ülkelerden biri olarak kabul edilmektedir. 2006 yılında Kongo hükumetinin gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre nüfusun %76'sı çocuklarını okula gönderme imkanına sahip değilken, %79 yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürdürmektedir. Yine aynı araştırmada nüfusun %81'i evlerde yeterli oda sayısına sahip değilken, %82'si tıbbi bakım olanaklarından faydalanamamaktadır. Ülke içerisinde genel olarak nüfusun %71'i ise açlık sınırının altında yaşamaktadır. Özellikle Équateur (Türkçe: Ekvator) ili ile iç savaştan en çok etkilenen Kivu illerinde yaşayan nüfusun çok büyük bir oranı açlık sınırının altında bir yaşam sürdürmektedir. Ülke genelinde var olan sosyal sistem dünyadaki en kötü sistemler biri olarak görülmektedir. Her ne kadar teorik olarak Belçika kolonisi olduğu dönemden kalan ve örnek alınabilecek bir sosyal güvenlik sistemi mevcut olsa da, pratikte hiçbir işlevi bulunmamaktadır. 1992 yılında hükumet tarafından alınan karar ile tamamen sonlandırılan sosyal güvenlik sisteminin yanı sıra devlet memurlarına verilen maaşlarda da tümüyle kesintiye gidilmiştir. Her ne kadar Mobutu iktidarının devrilmesinin ardından tekrar devlet personeline maaş ödenmesi yönünde çalışmalar gerçekleştirilmiş olsa da, bu yöndeki çabalar sonuçsuz kalmış, zaman zaman ödenebilen maaşlar memurların geçimi için yeterli düzeyde olmamıştır. Tüm bu gelişmeler neticesinde ülke vatandaşları devlet tarafından yapılması gereken ancak gerçekleştiremediği için aksayan işlerin ilerlemesi adına öğretmenlere, polislere, devlet memurlarına, doktorlara ücret öder bir duruma gelmiştir. Kongo-Fransızca'sında "la motivation" olarak adlandırılan bu uygulama hükumet tarafından yasaklanmak istense bile, görevliler ve sivil vatandaşlar tarafından yapılması gereken maaş ödemelerinin taahhütlere rağmen zamanında yapılamayacağı inancından dolayı pek kabul görmemiştir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde tıbbi imkansızlıklar had safhada yaşanmaktadır. Ülkede halkın sağlığını ön planda tutan bir sistem bulunmamaktadır, ülkede az sayıda var olan sağlık merkezleri de yıllar süren iç savaşlar nedeniyle kullanamaz bir hal almıştır. Ülkede doktor başına düşen hasta sayısı 10.000 dolayında olup, bu sayı DKC'ye benzer ülkelerin bazılarından bile 40 kat daha yüksek bir orandadır. 2005 yılında hükumetin açıkladığı sağlık bütçesi 1 milyon Dolar'ın da altında belirlenmiştir. Ülkedeki sağlık problemlerin en büyük sebeplerinden biri olarak gösterilen temiz su bulamama olarak gösterilmektedir. Kırsal alanlarda halkın sadece %29'u temiz suya ulaşabilirken, şehirlerde bu oran %82 olarak ifade edilmektedir. BM'nin 2011 yılında gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre su kaynakları açısından çok zengin bir olan DKC'de, ülke genelinde 51 milyon kişi temiz su sıkıntısı yaşamaktadır. Ülke genelinde kanalizasyonun yaygın olmaması nedeniyle ishal, yüksek ateşin yanı sıra sıtma, çeçe sineğinin neden olduğu uyku hastalığı ülkede yaygın olarak gözlenmektedir. 2003 verilerine göre DKC'de 1 milyondan fazla yetişkin HIV virüsü taşımaktadır. Bu oran yetişkinlerde ülke nüfusunun %4,2'sine denk gelmekte olup, sayı yüksek olmasına rağmen bu oran diğer tüm Sahraaltı Afrika ülkelerinin ortalamasının altında bulunmaktadır. Ülke genelinde okuma yazma bilme oranı %67,2 (2001 verilerine göre Erkekler %80,9, Kadınlar %54,1) ile Mali ve Nijer gibi ülkelerden yüksek bir konumda olmasına rağmen, bu sayılar yıllar geçtikçe yaşanan iç savaşında etkisiyle azalmaktadır. 1995 yılında yapılan bir araştırmaya göre nüfusun %77'si okuma yazma biliyorken, bu oran 6 yıl gibi kısa bir sürede %67 seviyesine gerilemiştir. Her ne kadar ülke genelinde devlet tarafından garanti altına alınan eğitim zorunluluğu bulunsa da, bu eğitimleri gerçekleştirecek eğitim kurumları yok denecek kadar az konumda olup, var olanlar ise devlet desteğinden yoksun kalmaktadır. 2008 yılında bir araştırmaya göre ülkede 39 öğrenciye bir öğretmen düşmektedir. 1950'li yıllara kadar o dönemki Belçika-Kongo olarak adlandırılan bölgede herhangi bir üniversite bulunmamaktaydır. İlk üniversite 1953 yılında başkent Kinşasa'da kurulan ve katoliklerin hakimiyetinde olan "Lovanium Katolik Üniversitesi" olmuştur. 1955 yılında ilk devlet üniversitesi olarak Lubumbashi'de kurulan üniversitenin haricinde üçüncü üniversite ise bu sefer protestanların hakimiyetinde 1962 yılında Kisangani'de kurulmuştur. Mobutu'nun göreve gelişi ile birlikte 1971 yılında her üç üniversite de üç farklı şehirde kalmak üzere "Université Nationale du Zaire" adı altında tek çatıda birleştirilmiştir. 1981 yılında yapılan yeni bir düzenleme ile de bu duruma tekrar bir son verilerek her üç şehirdeki üniversite tekrar ayrı birer üniversite haline getirilmiştir. Kongo anayasasında 2006 yapılan düzenleme ile ülkenin laik, demokratik, yarı başkanlık sistemi ile yönetildiği belirtilmiştir. Ülkenin devlet başkanı genel ve bağımsız seçimler ile her beş yılda bir halk tarafından seçilmekte olup, seçimlere girdiği takdirde peş peşe ikinci bir beş yıllık görev süresine daha sahip olabilmektedir. Devlet başkanı ülkenin başbakanını ve hükumetini atama yetkisine sahip olup, ülkede Çift meclislilik yapısına uygun olarak üst merci olarak senato ve alt merci olarak ulusal meclis bulunmaktadır. Senatoda yer alan 108 temsilci her beş yılda bir il meclislerinden seçilerek göreve getirilirken, ulusal mecliste görev alacak 500 temsilci ise yine beş yıllık bir süre için halk tarafından seçilmektedir. Ülke, 2006 yılında gerçekleştirilen seçimler hariç, demokratik ve hukuk devletine uygun bir seçim süreci yaşayamamaktadır. Ülkedeki kuvvetler ayrımı sadece teoride bulunmakta olup, pratikte bağımsız bir yargıdan, medyadan bahsedilememektedir. Yasada var olan kanunların uygulanması gerçekleştirilememekte, düzenlemeler kişilerin konumuna göre yapılmaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti 2012 Demokrasi İndeksi verilerin göre 167 ülke içerisinde 159. sırada yer almakta olup, otoriter rejime sahip ülkelerden biri olarak sınıflandırılmaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti yönetimi ülkenin egemenliğini doğu bölgelerinde buradan yaşanan ayrılıkçı hareketler ve savaşlar nedeniyle gösterememektedir. Her ne kadar ayrılıkçı gruplar ülkenin meşruiyetini sorgulamasa da, ayrılıkçı taleplerde bulunmasa da ülkenin her bölgesinde devlet gücünü gösteremediği için Demokratik Kongo Cumhuriyeti "Başarısız Ülke" sınıfında değerlendirilmektedir. 30 Temmuz 2006 tarihinde gerçekleştirilen ve birçok adayın yarıştığı seçimlerin ilk turunda Joseph Kabila %44,8, Jean-Pierre Bemba %20,0 ve Antoine Gizenga %13,1 oy oranı alarak ilk üçe girmiş, hiçbir aday yeterli çoğunluğa ulaşamadığı için en çok oyu alan iki aday ikinci seçim turuna katılmışlardır. 29 Ekim 2006 tarihinde gerçekleşen ikinci tur seçimleri neticesinde oyların %58,05'ini alan Kabile devlet başkanı olarak seçilmiştir. Bu seçimler ülke tarihinin en şiddetten uzak, demokrasinin büyük çoğunlukla uygulandığı seçim olarak ifade edilmektedir. 27 Kasım 2011 tarihinde gerçekleştirilen yeni seçimler bir önceki seçime göre şiddetin ön plana çık
tığı, çatışmaların yaşandığı bir seçim dönemi olmuştur. Bu çatışmaların ana sebebi Kabila'nın seçimler öncesi kendisi lehine olabilecek ve muhalefetin de şiddetle karşı çıktığı bir yasa değişikliği ile seçimlerde ikinci tura gerek kalmadan, ilk turda oy çoğunluğu sağlayan adayın devlet başkanlığına seçilecek olmasını sağlayan hükmü onaylaması olmuştur. Şiddetin gölgesinde gerçekleştirilen 2011 seçimlerde oyların %48,95'ini alan Kabila, rakibi Étienne Tshisekedi'nin %32,33'de kalması ile ikinci bir beş yıllık süre için devlet başkanlığı makamına oturmuştur. Demokratik Kongo Cumhuriyeti insan haklarına önem vermeyen ülkelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Özellikle çatışmaların yaşandığı doğu bölgelerinde insan hakları ihlalleri çatışan taraflar tarafından daha sık uygulanabilmektedir. Özellikle tecavüz vakaları DKC'de savaş silahı olarak çok yüksek oranda kullanılmaktadır. Ülkede gerçekleştirilen bir araştırmaya göre kadınların %39'u, erkeklerin ise %24'ü hayatlarında en az bir kez tecavüz vakası ile karşı karşıya kaldığı belirlenmiştir. Bölgeden 2010 yılında Luvungi'de yaşandığı gibi sık olarak toplu tecavüz olayları bildirilmektedir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti bir dizi siyasi ve ekonomik birliklerin içerisinde yer almaktadır. Bunlar şu şekildedir: Demokratik Kongo Cumhuriyeti merkezi bir yönetim ile idare edilmektedir. Ülkede toplamda var olan 11 bölgenin 10 tanesi il statüsüne sahip iken, başkent Kinşasa hiçbir bölgeye bağlı bulunmadan kendi başına bir bölge oluşturan "Başkent Bölgesi" statüsüne sahiptir. 2005 yılında kabul edilen bir yasa merkezi yönetim yetkilerini oluşturulacak bölgesel yerel yönetimlere bırakmayı, güncel olarak var olan 11 adet bölgenin oluşturulacak yeni bölgeler ile 25'e çıkmasını, bölgelerin elde edeceği toplam vergi gelirlerin %40'ını merkezi hükumete göndermeden kendisine alabileceğini öngörmekteydi. 2011 yılı için planlanan bu değişiklikler sadece teoride kalmış, Ocak 2011 tarihinde kabul edilen yeni yasa ile ülkenin bölgesel olarak yeniden yapılandırılması yasası tamamen geri çekilmiştir. Aşağıda bulunan tabloda ülkenin güncel olarak var olan tüm bölgeleri yüz ölçümü ve nüfusu ile birlikte sıralanmıştır. Başkent Kinşasa resmi olarak hiçbir bölgeye bağlı olmayıp, "Başkent Bölgesi" statüsüne sahiptir. 1960 yılında bağımsızlığını kazandığında Afrika ülkeleri içerisinde yüksek ekonomik verilere sahip gelişmiş bir ülke konumunda olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti, sahip olduğu birçok doğal maden zenginliklerine rağmen yıllar içerisinde yaşanan iç savaş ve yolsuzluklar nedeniyle günümüzde en kötü verilere sahip ülkelerden biri konumuna gelmiştir. Ülkenin 2010 verilerine göre Satın alma gücü paritesi Gayrısafî yurtiçi hâsılası 23,117 Milyar Amerikan doları düzeyinde, kişi başı GSYİH ise 328 ABD Doları seviyesindedir. 2011 verilerine göre enflasyon %13,3 düzeyinde gerçekleşmiş olup, yıllardır ülkede ABD Doları ikinci para birimi olarak çok sık olarak kullanılmaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti dünya üzerindeki yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklar bakımından en zengin ülkelerden biri olarak kabul edilmektedir. Özellikle madencilik ürünleri ülkenin dış ihracat gelirlerinin ve döviz girişlerinin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. İhraç edilen ürünler arasında elmas, altın, koltan ve bakır önemli bir yer almaktadır. Ülkede koloni döneminden kalma maden yapıları ve gereçleri bakımsızlık nedeniyle neredeyse çökmüş bir konumda olup, günümüzde maden çıkartma işlemlerin çok büyük bir bölümü endüstriyel gereçlerden ve makinalardan yoksun, el ile yapılabilmektedir. Ülke nüfusunun önemli bir kısmına iş istihdamı sağlayan bu iş alanı devletin kontrolü altında bulunmaktadır. Savaş dönemlerinde hem devletin hem de ayrılıkçı grupların en büyük gelir kapısını elde edilen maden zenginlikleri oluşturmuştur. Hem diğer komşu ülkeler hem de özel şahıs ve firmalar sistematik olarak ülkenin doğal zenginliklerini yağmalamış ve bu şekilde kazanç elde etmiştir. Doğu bölgelerdeki madenlerin gelirlerinin çoğunu ayrılıkçı gruplar elde ettiklerinden dolayı, kendileri adına savaş teçhizatlarına finansman sağlayabilmektedirler. Hükumet doğu bölgelerdeki yasa dışı yapıların madenlerden elde ettiği kaynakları sona erdirmek adına doğu bölgelerindeki tüm madencilik faaliyetlerine Eylül 2010 tarihinde tamamen yasak getirmesi, yasal olarak kazanç sağlamaya çalışan iş sahiplerini ve çalışanlarını etkilemiş, yasa dışı üretim ön plana çıkarak ayrılıkçı grupların daha çok kazanç elde etmesine sebebiyet vermiştir. Bu durum karşısında hükumet Mart 2011 tarihinde getirdiği maden çıkarma yasağını sonlandırmak durumunda kalmıştır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti tahmini olarak sahip olduğu 180 milyon varil petrol rezervi ile petrol yatakları açısından da zengin bir ülke konumundadır. 2011 yılında günlük 20.160 varil petrol üretimi gerçekleştiren ülkede, petrol üretimi devlet tarafından desteklenmektedir. Bu işlemler sırasında doğaya ve insan sağlığına saygı gösterilmemesi ve ciddi zararların verilmesi de eleştirilmektedir. Ülke şu anda daha henüz işletilmeyen 991,1 milyon metreküp rezervlik doğalgaz kaynaklarına da sahiptir. Ülke Belçika kolonisi olduğu dönemlerde ihracatını yapabilmek adına halk meyve, sebze ekimini zorlanmaktaydı. Koloni döneminin son yıllarında da Avrupalıların kurduğu büyük tarımsal işletmeler ile ihracatta artış sağlanması hedeflenmiştir. Bağımsızlığın kazanıldığı 1960 yılından itibaren ise tarım alanlarında ve tarım ile uğraşan sınıfta sürekli azalma gerçekleşmiş, özellikle 1973 yılında tüm verimli işletmelerin kamulaştırılması ile elde edilen mahsulün devlet tarafından alınması bu sektörü bitirme noktasına getirmiştir. Tarım ülke genelinde daha kazançlı bir zanaat olan madencilik nedeniyle ihmal edilmiş bir konumdadır. Ülkenin çoğu bölgesinde günümüzde gerçekleştirilen tarım faaliyetleri de şahsi tüketim ve satış için yapılmakta olup, büyük şehir pazarlarındaki olası şahsi satışlar ise var olan ulaşım sıkıntıları nedeniyle yaygın olarak gerçekleştirilememektedir. Ülke genelinde tarım ürünü olarak manyok, muz, kahve, şeker kamışı ve kauçuk yaygın olarak işlenmektedir. Ayrıca kereste ticareti de yüksek oradan gerçekleştirilmektedir. Günümüzde sanayi sektörü ağırlıklı olarak çıkarılan madenlerin işlenmesi işlemi ile uğraşmaktadır. Genel itibarıyla var olmayan büyük sanayi kuruluşları nedeniyle daha küçük işletmeler bu işlemleri gerçekleştirmektedir. Madenlerin işlenmesi haricinde var olan diğer orta ölçekli işletmeler ise tekstil, ayakkabı ve tütün ürünlerinin üretiminde faaliyet göstermektedirler. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde ulaşım imkanları çok az gelişmiş durumdadır. Ülkenin batı ve güney kesimlerinde yer alan yerleşim yerlerinin ulaşım bağlantıları daha gelişmiş bir konumda iken, doğu ve kuzey bölgelerde özellikle siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı çok daha az seviyededir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti bağımsızlığını kazandığında koloni sahibi Belçika ülke genelinde geriye iyi bir konumda olan 100.000 km karayolu bırakmıştır. Bu yolların büyük bir bölümü özellikle Mobutu iktidarı döneminde gerçekleşmeyen bakım, onarım çalışmaları nedeniyle 1990'lı yıllarda kullanılabilir karayolu uzunluğu 10.000 km'ye kadar düşüş göstermiş, kırsal alanda kalan bağlantı yolları ise tamamen kaybolmuştur. Günümüzde ülke genelinde var olan 150.000 km karayolunun sadece 3.000 km'lik bölümü asfaltlanmış olup, yolların büyük bir bölümü özellike yağmur sezonlarında tamamen kullanılamaz hale gelmektedir. Belçika hakimiyeti döneminde özellikle ülkenin iç bölgelerinde elde edilen maden zenginliklerinin bir an önce kıyıya ulaştırmak ve oradan da Avrupa'ya götürmek için yapımı hızlandırılan ve bu sayede daha fazla madeni daha kısa sürede Avrupa'ya ulaştıran demiryolu bağlantıları günümüzde ülke genelinde 5.100 km'lik bir uzunluğa sahip olmaktadır. Özellikle Lumumbishi'nin güzergah üzerinde bulunduğu bazı demiryolu hatları ülke içerisinde başlayıp komşu ülkeler olan Zambiya ve Angola'ya kadar uzanmakta ve bu ülkelerde devam etmektedir. Ülkede var olan birçok demiryolu hattı herhangib bir plana ya da programa bağlı olmaksızın çalışırken, 1990'lı yılların başında bazı güzergahlardaki demiryolu seferleri iptal edilmiş, 2000'li yılların başında ise yeniden faaliyete geçirilmiştir. Ülkenin en büyük limanı Aşağı Kongo bölgesinin başkenti konumunda olan Matadi'de yer almakt olup, uluslararası deniz taşımacılığı gerçekleştirilebilmektedir. Ayrıca ülke içerisinde karayollarının sağlam olmayan yapısı nedeniyle var olan ve taşımacılığa elverişli bulunan nehirler üzerinde yolcu taşımacılığı yapılmaktadır. Yolcu taşımacılığında çok sık olarak bu yolun tercih edilmesi nedeniyle ölümlü kazalar sık bir biçimde yaşanabilmektedir. Son olarak Temmuz 2010 yılında yaşanan faciada Bandundu bölgesinde bir teknenin haddinden fazla yolcu alması nedeniyle alabora olması 100 kişi hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Ülkede var olan 200 civarı havaalanından sadece 26 tanesinin asfaltlanmış pisti bulunmaktadır. Ülkenin en büyük uluslararası havaalanı Ndjili Havaalanı olmakla birlikte, Lubumbashi, Bukavu, Goma ve Kisangani'de de uluslararası standartlara sahip havaalanları bulunmaktadır. Ülke genelinde karayollarının uygun olmaması nedeniyle havayolları günümüzde daha yaygın olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca özellikle doğu bölgelerinden çıkarılan madenlerin batı bölgelerine sevkiyatında ayrılıkçı grupların çoğu karayolu ve demiryollarını elinde bulundurduğu için güvenlik açısından havayolu ile taşınmaktadır. Ülke genelinde en sevilen spor türü futboldur. Her ne kadar ülkede var olan stadyumların fiziki yapısı günümüz şartlarına uygun olmasa da, gerçekleştirilen futbol müsabakalarında stadyumlar seyirciler tarafından doldurulmaktadır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti millî takımı 1968 ve 1974 ( o dönemki adı Zaire) yıllarında Afrika Uluslar Kupası'nı kazanarak önemli başarılar elde etse de, ayrıca Zaire olarak 1974 yılında siyahi Afrika kıtasının ilk temsilcisi olarak Batı Almaya'da düzenlenen 1974 FIFA Dünya Kupası'nda yer almıştır. Ülkenin
coğrafi büyüklüğü ve ulaşım imkanlarının kısıtlı olması sebebiyle ulusal bir lige sahip olmayan Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde bölgesel ligler düzenlemekte olup, bölgesel liglerin şampiyonları Coupe du Congo ("Türkçe: Kongo Kupası") olarak adlandırılan mücadelelerde karşı karşıya gelerek ülkenin şampiyonunu belirlemektedir. Ülkenin en başarılı takımı olarak Lumumbashi şehrinin takımı olan Tout Puissant Mazembe'dir. Takım son ikisi 2009 ve 2010 yıllarında olmak üzere dört defa CAF Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuş ve 2010 yılında da Afrika kıtasından giden ilk takım olarak FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nda yer almıştır. Efkan Efekan Efgan Efekan (d. 6 Mayıs 1935, İzmir - ö. 7 Eylül 2005, İstanbul), Türk oyuncu. Beyoğlu Ortaokulu'ndan mezun oldu. Sinemaya on yedi yaşındayken Sami Ayanoğlu’nun çektiği 1953'te “Battal Gazi Geliyor” filminde figüran olarak başladı. 1953-1958 yılları arasında Sami Ayanoğlu'nun ortağı olduğu film şirketinin yazıhânesinde çalıştı. Burada çalışırken, uzun boyu ve ilgi çekici fiziği ile devrin ünlü oyuncusu Atıf Kaptan’ın dikkatini çekti ve Atıf Kaptan’ın yardım ve himayesi ile 1958 yılında Ölmeyen Aşk filminde başrol oyuncusu oldu. Atıf Kaptan tarafından verilen Efgan Efekan adını kullanmaya başladı. Bu film Efgan Efekan’ı şöhrete kavuşturdu. Efekan, çoğunlukla Muhterem Nur ile ideal çift oluşturarak çevirdiği filmlerle ün sağladı.1964 yılına kadar aralarında Cilalı İbo’nun Çilesi, Mahallenin Sevgilisi, Felâket Kadını, Yangın Var gibi yirmi beş filmde oynadı. 1965 Yılında Ankara’da ses sanatkârı olarak sahneye çıktı. İki yıldan sonra sahnelerde muvaffakiyetini sürdüremedi. Lütfi Akad, Memduh Ün, Halit Refiğ ve Metin Erksan gibi önemli yönetmenlerle çalışan Efkan Efekan, kariyerinin en parlak dönemlerini Yeşilçam'ın da çok güçlü olduğu ve film sayısının giderek arttığı 1960'larda yaşadı. Uzun süre başrollerde oynayan Efkan Efekan, zamanla ikinci rollerde ve yardımcı rollerde oynamaya başladı. Kısa bir süre ara verdikten sonra 1974 yılında Temel Gürsu'nun yönettiği “Kısmet” adlı filmle sinemaya dönüş yaptı. Efkan Efekan 1980'lerin sonundan itibaren TRT'nin dizilerinde rol almaya başladı. Efekan bu dönemde Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe ve Hanımın Çiftliği gibi tanınmış edebiyat eserlerinin televizyon uyarlamalarında rol aldı. 7 Eylül 2005 tarihinde akciğer kanseri tedavisi gördüğü Memorial Hastanesi'nde hayatını kaybeden Efekan'a, 42. Altın Portakal Film Festivali'nde Türk sinemasına katkılarından dolayı Altın Portakal Onur Ödülü verilecekti. Efekan'ın rol aldığı başlıca filmler arasında ise Yangın Var, Mahalle Arkadaşları, Bekçi Kadın, Aşkın Gözyaşları, Yedi Kocalı Hürmüz, Keşanlı Ali Destanı ve Kısmet yer almaktadır. III. Osman III. Osman (Osmanlı Türkçesi: "Osmân-ı Salis") (d. 2 Ocak 1699 – ö. 30 Ekim 1757), 25. Osmanlı padişahı ve 104. İslam halifesidir. II. Mustafa'nın (1664-1703) oğlu ve I. Mahmud'un (1730-1754) kardeşidir. Annesi kökeni bilinmeyen Şehsuvar Sultan'dır. Hükümdarlık dönemi 1754-1757 yılları arasıdır. Babası tahttan indirildiği sırada henüz dört yaşındaydı. Babasının ölümünden sonra Edirne'den İstanbul'a getirilen III. Osman, 17. yüzyıldan itibaren uygulanan şehzadelerin sancaklar yerine sarayda yetiştirilmesi gereği Topkapı Sarayı'nda Şehzadegan Dairesi'ne kapatıldı ve burada 51 yıl kapalı kaldı. İyi bir eğitim almış, kendini yetiştirmişti. Yumuşak karakteri olmasına karşın, çabuk kızar ve sinirli hareket ederdi. Şefkat ve merhamet sahibi, özellikle yalanı ve rüşveti sevmeyen bir insandı. Ağabeyi Sultan I. Mahmut'un aksine müziği sevmez ve kadınlara iltifat etmezdi. Sultan III. Osman musikiden nefret ettiği için müzisyen cariyelerin bir kısmını saraydan uzaklaştırdı. Sarayda dolaşırken cariyelerle karşılaşmak istemediği için ayakkabılarına demir ökçeler taktırmıştı. Ökçelerden çıkan sesi duyan cariyeler padişahın geldiğini öğrenip yoldan çekiliyorlardı. 2 yıl, 10 ay, 18 gün saltanat sürmüş ve bu süre içinde yedi tane veziri azam değiştirmiş, dönemi boyunca içte ve dışta barış ve huzur yaşanmıştır. 30 Ekim 1757 tarihinde şirpençeden dolayı vefat etmiş ve Yeni Cami Turhan Valide Sultan türbesine defnedilmiştir. İstanbul'da mimari çalışmalara devam edilmiş, I. Mahmut döneminde yapılmaya başlanan Nuruosmaniye Camii tamamlanmıştır. Bunun dışında Üsküdar'da İhsaniye Camii ve İhsaniye Mescidi'ni yaptırdı. Caminin yanına medrese, kütüphane, imaret, sebil ve çeşme de yaptırıp tamiratı ve masraflarının karşılanması için vakıflar tesis ettirdi. Midilli Adası Sığrı Limanı'nda, Malta korsanlarına karşı bir kale inşa edilerek tahkim edildi. Babıâlî'nin inşası tamamlandı. Osmanlı Devleti'nin ilk deniz feneri olan Ahırkapı Feneri de III. Osman devrinde yapıldı. Selimiye Camii Selimiye Cami, Edirne'de bulunan, Osmanlı padişahı II. Selim'in Mimar Sinan'a yaptırdığı camidir. Sinan'ın 90 (bazı kitaplarda 80 olarak geçer) yaşında yaptığı ve "ustalık eserim" dediği Selimiye Camii gerek Mimar Sinan'ın gerek Osmanlı mimarisinin en önemli yapıtlarından biridir. Caminin kapısındaki kitabeye göre yapımına 1568 (Hicri:976) yılında başlanmıştır. Caminin 27 Kasım 1574 Cuma günü açılması planlanmışsa da ancak II. Selim'in ölümünün ardından 14 Mart 1575'te ibadete açılmıştır. Mülkiyeti Sultan Selim Vakfı’ndadır. Bugün şehrin merkezinde bulunan caminin yapıldığı alanda inşasına Süleyman Çelebi döneminde başlanan, sonradan Yıldırım Bayezid'in geliştirdiği Edirne'nin ilk sarayı (Saray-ı elik) ve Baltacı Muhafızları haremi bulunmaktaydı. Bu alandan “Sarıbayır” veya “Kavak Meydanı” diye bahsedilir. 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edilen Selimiye Camii ve Külliyesi, 2011'de ise Dünya Mirası olarak tescil edildi. Sultan’ın caminin yapılacağı şehir olarak neden Edirne'yi seçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Evliya Çelebi "Seyahatname" adlı eserinde padişahın rüyasında İslam peygamberi Muhammed'i gördüğünü ve onun kendisinden Kıbrıs'ın fethi anısına bir cami yaptırmasını istediğini yazmıştır. Ancak caminin yapımına başlanmasından üç yıl sonra 1571'de fethedildiği bilindiğinden bu iddianın doğruluk payı olamaz. Bu konudaki daha gerçekçi yorumlarda ise o dönemde İstanbul'da yeni bir büyük camiye ihtiyaç duyulmadığı, Edirne'nin Rumeli'deki Osmanlı egemenliğinin merkezi konumunda olduğu ve Selim'in gençlik yıllarından beri şehre ayrı sevgi beslediğine dikkat çekilir. Bir tepe üzerinde bulunan Selimiye'de daha önceki hiçbir camide ya da antik çağ mabedinde görülmemiş bir teknik kullanılmıştır. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii 43,25 metre yüksekliğinde, 31,25 metre çapında, tek bir lebi ile örtülmüştür. Kubbe 8 sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnak, filayaklarına 6 metre genişliğinde kemerlerle bağlıdır. Mimar Sinan, bu şekilde örttüğü iç mekana verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekanın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda camiinin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler. Caminin dört köşesinde bulunan, her biri özel üç şerefeli 380 santimetre çapındaki minareler 70,89 metre yüksekliğindedir. Minarelerin alem dahil yükseklikleri bazı kaynaklara göre 84, bazılarına göreyse 85 metredir. Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki minare tek merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarıktır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösterir. Bu caminin en büyük özelliği Edirne'nin her tarafından görülmesidir. Caminin mermer, çini ve hat işçilikleri de önemlidir. Yapının içi İznik çinileriyle süslüdür. Büyük kubbenin tam altındaki hünkar mahfili, 12 mermer sütunludur ve 2 metre yüksekliktedir. Çinilerin bir kısmı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, Rus generali Mihail Skobelev tarafından sökülerek Moskova'ya götürülmüştür. Yapının, kuzeye, güneye ve avluya açılan 3 kapısı vardır. İç avlu, revaklar ve kubbelerle süslüdür. Avlunun ortasında mermerden özenle işlenmiş bir şadırvan vardır. Dış avluda ise sıbyan mektebi, darül kurra, darül hadis, medrese ve imaret bulunmaktadır. Sıbyan mektebi günümüzde çocuk kütüphanesi, medrese ise müze olarak kullanılmaktadır. Geçmişte cami meşalelerle aydınlatılmakta idi. Meşalelerden çıkan is, hava akımı oluşturmak üzere özel olarak yapılan bir delikten dışarı çıkmaktaydı. Caminin müezzin mahfilinin mermer ayaklarından birinin altında ters bir lale motifi bulunmaktadır. Rivayete göre, caminin yapılacağı arsa üzerinde bir lale bahçesi bulunmaktaydı. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının satılmasını istememiştir. En sonunda, Mimar Sinan'dan camide bir lale motifi olmasını isteyerek arsasını satmıştır. Mimar Sinan da lale motifini ters olarak yapmıştır. Lale motifi bu arsada bir lale bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil etmektedir . 28 Haziran 2011 Salı Günü, Paris’te yapılan UNESCO Dünya Mirası Komitesi toplantısında Edirne Selimiye Cami ve Külliyesi’nin Dünya Mirası Listesi’ne adaylığını değerlendirdi ve komite oybirliğiyle Selimiye Camii ve Külliyesi'nin Dünya Mirası Listesi'ne girmesine karar verdi. Böylelikle Drina Köprüsünden sonra bir Osmanlı eseri daha Dünya Mirası Listesi’ne girmiş oldu. II. Selim II. Selim (Osmanlı Türkçesi: سليم ثانى Selīm-i sānī), Sarı Selim olarak anılır (28 Mayıs 1524, İstanbul - 15 Aralık 1574, İstanbul), 11. Osmanlı padişahı ve 90. İslâm halîfesidir. Kânûnî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın oğludur. Kardeşi Bayezid'e karşı Konya'da yapılan savaşı kazanarak, babasının desteğini aldı. Babasının ölümü üzerine, onun tek oğlu olarak 1566 tarihinde on birinci padişah olarak tahta geçti. Padişah olur olmaz ilk seferini Batı’ya yaptı. Ülke sınırlarını Orta Avrupa’ya kadar genişletti. Kıbrıs, Tunus kayıtsız şartsız teslim olanlar arasındaydı. Ülkesinin denizlerde de egemenliğini genişleterek, deniz egemenliğine önem verdi. Turgut Reis gibi kaptanlar onun zamanında yetişti. Sokollu Mehmed Paşa gibi çok güçlü bir v
ezire sahipti, devlet işlerinde en önemli yardımcısı idi. Onun zamanında İstanbul ve ülkenin çok değişik alanlarında birçok mimari eseri yapıldığı gibi, önemli onarım faaliyetlerini de gerçekleştirdi. Devrinin usta mimarı, Mimar Sinan’a Edirne’de Selimiye Camii'ni yaptırdı. Babasından 14.892.000 km² olarak devraldığı imparatorluk topraklarını, 15.192.000 km² olarak bırakmıştır. 15 Aralık 1574 günü vefat etmiş, Ayasofya'daki türbesine gömülmüştür. Padişahların sefere çıkmama geleneğini başlatmıştır. Ölümüne kadar padişahlığını sürdürmüştür. Şehzade Selim'in çocukluğu İstanbul'da Eski Saray'da geçmiştir. 27 Haziran 1530'da kardeşleri Şehzade Mustafa ve Mehmed ile birlikte At Meydanı'nda bir hafta boyunca süren eşsiz bir eğlence ve törenle sünnet edildi. 16 yaşına kadar sarayda kalıp derin bir saray eğitiminden geçirildi. 1542'de 16 yaşında iken Konya Sancak beyi olarak atandı. 1544'de Manisa Sancak beyi olarak tayin edildi ve Manisa Sancak beyi olarak 1558'e kadar görev yaptı. Manisa'da zamanını eğlence ve av partileri ile geçirdiği bildirilir. 1558'de tekrar Konya Sancak beyliği'ne ve 1562'ye kadar orada kaldı. Şehzade Selim babası Kanuni Sultan Süleyman hayatta iken, özellikle 1553'den sonra, babasına varis olabilecek diğer şehzadelerle taht mücadelesine girişti. Kanuni'nin şehzadelerinden Mustafa, Mahmud, Murad, Mehmed, Abdullah ve Cihangir, babaları sağken ölmüşlerdi. Kanuni'nin çok bağlı olduğu karısı Hürrem Sultan kendi oğullarından Selim veya Beyazid'in taht varisi olmasını istemekteydi. Ağustos 1553'de Kanuni Nahcivan Seferi'nde iken Konya Ereğlisi'nde o sefere katılan Şehzade Mustafa, Hürrem Sultan'ın yakın adamı olan Sadrazam Rüstem Paşa'nın tavsiyesine uyan, babası Kanuni tarafından idam ettirildi. Tahta varis olarak Hürrem Sultan'in iki oğlu Şehzade Beyazıd ve Selim kaldı. 1558'de Hürrem Sultan ölünce bu iki kardeş birbirleriyle açık mücadeleye giriştiler. Amasya Sancak beyi olan Şehzade Beyazıd daha atak ve isyancıydı. Sabırlı ve sağduyulu davranışlı görünen Şahzade Selim babasının desteğini kazandı. 29 Mayıs 1559'da iki şehzade taraftarları ve kendi sancak orduları ile birlikte Konya yakınlarında bir muharebeye giriştiler. Babasının desteğini almış olan Şehzade Selim bu çarpışmadan galip çıktı. Selim kaçan Beyazid'ı Hınıs'a kadar kovalayıp Konya'ya geri döndü. Beyazıd, oğulları ile birlikte, önce Amasya'ya ve sonra babasının kendi üzerine gelmek üzere Üsküdar'da ordugaha geçtiği haberini alınca, 2.000 kişilik ordusuyla İran'a Safavi devletine sığındı. Kanuni, Şah Tahmasp ile yapılan yazışmalarla isyankar oğlunun geri verilmesini istedi. 25 Eylül 1561'de Şah Tahmasp elinde bulunan şehzadeleri Kazvin'de boğdurtup naaşlarını geri gönderdi ve bu cenazeler Sivas'a getirilip gömüldüler. Böylece 1561'de, Konya Sancak beyi olarak bulunan Şehzade Selim, Kanuni'nin rakipsiz tek veliahtı olarak kaldı. Bu nedenle 1562'de devlet başkentine daha yakın olan Kütahya Sancak beyliğine atandı. Şehzade Selim babasının son seferi olan 1566 son Avusturya Seferi'ne katılmadı. Selim Kütahya yakınlarında Sıçanlı sahrasında avda iken, babasının Zigetvar Kuşatması sırasında 7 Eylül'de öldüğünü, bu ölümü herkesten gizleyen Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa'nin güya "fetihname" olarak gönderdiği, gizli mektubundan öğrendi. Hemen lalaları Hüseyin Paşa, Hoca Attaullah ve muhasibi Celal Bey ile birlikte bir alayla İstanbul'a hareket etti. 30 Eylül'de Üsküdar'a vardı. Herkes babasının ölümünden habersizdi Üsküdar İskelesi'ne saltanat kayığı ile gelen Bostancıbası Davut Ağa Sultan Selim'in padişahlığını ilk tanıyanlardan biri olarak, onu saltanat kayığı ile Topkapı'ya geçirdi. O sırada Tersane ve Tophane'den saltanat topları atılıp yeni sultanın tahta geçtiği halka ilan edildi. Sultan Selim Köşk İskelesinden şehir kapısına kadar özel murassa giyimle at üzerinde alayla geçti ve yolda etraftan gelen halka paralar saçıldı. Saraya gelen Selim tahta oturtuldu ve İstanbul'da bulunan devlet ricali (İstanbul Muhafızı İskender Paşa, Şeyhülislam Ebussuud Efendi vb) tarafından egemenliği tanındı. Bu sırada yapılan harcamaları karşılamak için, özel tören isteyen devlet hazinesi açılması yapılmadı ve ablası Mihrimah Sultan tarafından borç verilen 50.000 altın kullanıldı. Sultan Selim hemen iki gün sonra orduyu ve babasının cenazesini karşılamak üzere İstanbul'dan ayrıldı. Edirne, Filibe, Sofya üzerinden (genellikle 30 gün çeken yolu) çok hızla geçerek 15 günde Belgrad'a ulaştı. Kanuni'nin ölümü seferden geri dönmekte olan orduya Belgrad'a dört menzil kala açıklandı ve Sultan Selim üzüntüden perişan orduyu Belgrad'da karşıladı. Belgrad'da kılınan cenaze namazından sonra Kanuni'nin naaşı acele İstanbul'a gönderildi. Belgrad'da kalan Sultan Selim orada yeniden bir cülus (tahta çıkma töreni) yapılmasını reddetti. Askere dağıttığı cülus bahşişi de kapıkulu askeri tarafından az görülüp kızgınlıkla karşılandı. Sultan Selim Kasım ayında Edirne'ye vardı ve orada bekledikten ve yollarda kapıkullarının yaptıkları isyankar hareketler altında Aralık'ta İstanbul'a gelebildi. II. Selim Osmanlı tarihinde devlet yönetimiyle ilgilenmeyen ve ordusunun başında sefere gitmeyen ilk padişahtı. Yönetimi kızı Esmehan Sultan'ın kocası olan ve çok başarılı sadrazam olan Sokollu Mehmed Paşa'ya bıraktı. Ayrıca Cülûs bahşişinin ilmiye sınıfına da verilmesi âdetini ilk defa II. Selim çıkarmıştır. Sultan II. Selim'in babası I. Süleyman'ın ölümünden sonra padişah olduğunda fethettiği ilk yer olarak bilinir. Sokullu Mehmed Paşa komutasındaki birlikler 1566 senesinde adayı fethederek boğazların güvenliğini sağlamışlardır. Ada Venedik ve Cenevizlilerden alınmıştır. Her iki tarafta da fazla kayıp verilmemiştir. Sultan Selim'in babasının cenazesini karşılamak için Manisa'dan Belgrad'a harekatı sırasında Drava üzerindeki Bobokça Kalesi Özdemiroğlu Osman Paşa komutasında fethedilmiştir. Yemen 1517 yılında Osmanlı egemenliğine girmiş, Hadım Süleyman Paşa'nın 1538 tarihli Hint deniz seferi ile kesin olarak Osmanlı topraklarına katılmıştı. 1567 yılında bölgede Zeydi İmamı Topal Mutahhar önderliğinde isyan çıkınca bölgedeki Türk egemenliğini yeniden tesis etmek amacıyla Özdemiroğlu Osman Paşa ve Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa Yemen Serdarlığına tayin edildiler. 1568 tarihli Yemen Seferi'nde Taiz ve Kahire kalelerinden sonra 15 Mayıs'ta Aden'i, 26 Temmuz'da da Sana'yı fetheden Türk ordusu ülkeyi tekrar Osmanlı topraklarına kattı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde imzalanan 1562 tarihli barış 1566 yılında bozulmuş, Zigetvar Savaşı ile Osmanlı ordusu, Avusturya ordusunun mütecaviz tavrını cezalandırmıştı. Her iki tarafın da barışa mayletmesiyle 17 Şubat 1568'de Edirne Antlaşması imzalandı. Bugünkü Endonezya'ya bağlı Sumatra Adası'nın kuzeybatısında bulunan Açe Sultanlığı bölgedeki zenginliklere gözlerini diken Portekizlilerin hedeflerinden biriydi. Günden güne artan Portekiz baskısına dayanamayan zamanın Açe Sultanı Alaüddin Şah bir elçi heyetini yardım istemek amacıyla İstanbul'a gönderdi. Açe heyeti 1566 yılında İstanbul'a ulaştığında, o sırada Zigetvar Seferi'nde bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın ölüm haberi geldi. Kanuni'nin yerine tahta geçen II. Selim heyete her türlü yardımı yapacağına söz verdi. 1569 yılında Osmanlı'nın Kızıldeniz filosu amirali Kurdoğlu Hayreddin Hızır Reis komutasında 22 parçadan oluşan Osmanlı Donanması Hint Okyanusu'na açılarak Açe'ye vardı ve yardımı ulaştırdı. Açe Sultanlığı Osmanlı Devleti'ne bağlanırken, Portekizlilere karşı taarruza geçebilecek kudrete ulaştı. Sultan Selim'in 1569 yılında Sumatra Seferi sırasında Sokullu Mehmed Paşa komutasında sefer sırasında alınmıştır küçük bi yerdir. Mısır'ın en stratejik ve en önemli kalesi olan Kahire Kalesi, 1569 yılında Piyale Paşa komutasındaki ordu tarafından alınmıştır. Rusya'nın 1552'de Kazan Hanlığı'nı, 1556'da da Astrahan Hanlığı'nı ilhak etmeleri kuzeyde ilk kez bir Rus tehdidini ortaya çıkarmıştı. Sokullu Mehmed Paşa, Don ve Volga nehirlerinin bir kanalla birleştirilerek, Karadeniz ile Hazar Denizi'nin birbirine bağlanması sayesinde Rusların güneye doğru inmelerini engellemeyi, ayrıca İpek Yolu ticaretini canlandırmayı, İran ile yapılan savaşlarda donanmadan yararlanmayı ve Asya'daki Türk hanlıkları ile irtibat sağlamayı hedeflemiştir. 1569 Ağustosunda Kefe Beyi Kasım Paşa tarafından başlanan çalışmalar Rusya'nın saldırıları, mevsimin kış olması ve Kırım Hanlığı'nın projeyi kösteklemesi sonucunda başarıya ulaşamamıştır. Osmanlı Devleti Don-Volga Kanal Projesi'ne koşut olarak 1556'dan beri Rusların elindeki Astrahan'ın geri alınması için bir de sefer tertipledi. 1569 yılının Kasım ayında çok olumsuz hava koşullarında başlayan kuşatma Rus Çarı Korkunç İvan'ın bölgeye Prens Serebiyanov komutasında 20.000 kişilik bir kuvvet gönderip Türk askerlerini iki ateş arasına almasıyla başladıktan 16 gün sonra sona erdi ve Türk ordusu bir huruç harekâtı yaparak kendini kuşatılmışlıktan kurtarmak zorunda kaldı. Kırım Hanı Devlet Giray Han Osmanlı Devleti'nin Don-Volga Kanal Projesi ve Astrahan seferi ile ulaşmak istediği Rus tehdidinin bertaraf edilmesi hedefine doğrudan Moskova'ya yürüyüp Rus gücünü örseleyerek ulaşılabileceğini düşünüyordu. 120.000 kişilik bir orduyla Oka Nehri'ni ve Serpukhov Tahkimatı'ni aşan Devlet Giray Han direnen 6.000 kişilik bir Rus ordusunu da mağlup etti ve Moskova önlerine geldi. Moskova'yı 24 Mayıs 1571'de yakarak yerle bir eden ordu, çok sayıda sivil Rus'un ölmesine rağmen Rus ordusunu örseleyemeden geri döndü. Bir yıl sonra yeniden Moskova'ya yürüyen Han bu sefer karşısında Moskova'nın 60 kilometre güneyinde 60.000 kişilik Rus ordusunu buldu. Molodi'de 30 Temmuz-3 Ağustos arasında yapılan muharebede yakın savaşa zorlanan süvari ağırlıklı Kırım ordusu önemli bir yenilgiye uğrayarak Kırım'a çekilmek zorunda kaldı. Bu başarısızlıkların sonucunda Rusya'nın fetihleri kabul edilmek zorunda kalındı ve ileride Osmanlı Devleti'ne büyük sıkıntılar çıkaracak bir devlet oluşmaya başladı. 1570 senesinde Behram Paşa komutasındaki birlikler sayesinde kale alınmıştır. Aynı sene Yemen ile barış
sağlanmıştır. Barış sağlandığı için Behram Paşa Ziged'e gitmiştir. 1571 senesinde Kıbrıs'ın fethi sırasında donanmanın Akdeniz'e inmesi sırasında feth edilmiştir. Fethin komutanlığını Sokullu Mehmed Paşa tarafından yapılmıştır. Doğu Akdeniz, Kanuni Sultan Süleyman'ın fetihleriyle artık iyice Osmanlı iç denizi haline gelmiştir. Ancak Venedikli korsanların son bir sığınma yeri kalmıştı. Kıbrıs'ın fethinin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: Kıbrıs'ın Türk ordusunca fethi Batı Avrupa'da önemli bir yankı uyandırdı. Venedik'in kışkırtmasıyla İspanyol, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri donanmalarının da dahil oldukları bir "Kutsal İttifak" oluşturuldu. Avusturyalı amiral Don Juan komutasındaki Haçlı donanması karşısında Müezzinzade Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması büyük bir yenilgiye uğradı. Osmanlı donanması ilk kez yakılmıştır. Bu yenilginin sonuçları kısa sürelidir. Dönemin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa bu durumu Venedikli elçiye şöyle belirtmiştir: "Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu koparttık; siz donanmamızı yakmakla uzamış sakalımızı tıraş ettiniz. Kopan kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür çıkar." Osmanlı başkenti donanmasının yenilgiye uğradığını muharebede başarılı olan tek denizcisi Uluç Ali Paşa sayesinde öğrendi. Uluç Ali Paşa kaptan-ı deryalığa getirildi ve Sokollu Mehmed Paşa'nın emriyle yeni bir donanmanın inşasına girişildi. Çok kısa bir zaman sonra oluşturulan donanma 1572 yazında Akdeniz'e açıldı. İspanya'nın da yeniden batıdaki mücadelesine yoğunlaşmasıyla yalnız kalan Venedik barış istedi. 1573 yılında imzalanan barış antlaşması ile Venedik Kıbrıs'ı Osmanlı Devleti'ne terketti ve savaş tazminatı ödemeyi kabul etti. 1573 yılında Venedik'i barışa zorlayan bu büyük donanmanın bir sonraki hedefi 1574 yılında İspanya'nın elindeki Tunus kenti ve kalesi oldu. Bu kent 1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa tarafından fethedilmiş, ancak ertesi yıl bizzat Alman İmparatoru ve İspanya Kralı V. Karl'ın komuta ettiği sefer sonucu Alman-İspanyol ordularınca geri alınmıştı. Özellikle Turgut Reis'in fetihleriyle Tunus ülkesinin tamamı Türk egemenliğine girmiş, geriye kukla Hafsiler'in İspanyol işgali alında hüküm sürdükleri Tunus kenti kalmıştı. Uluç Ali Paşa komutasındaki Türk donanması 13 Eylül 1574'te kenti fethetti. Aynı yıl Tunus Eyaleti kuruldu. Selîmî mahlasıyla şiirler yazan Selim'in bir de divanı vardır. Yahyâ Kemâl’in; "Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var" diye övdüğü; "Biz bülbül-i muhrık dem-i şekvâ-yı firâkiz Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden" beyti, bütün Türk şiirinin en güzel beyitlerinden biri sayılmaktadır. İkinci Selim, aynı zamanda îmârcı da bir pâdişâhtır. Mekke-i mükerremenin su yollarının tâmiri, Mescid-i Harâm’ın mermer kubbelerle tezyini, Lefkoşa Selimiye Câmii, Azîz Efendi tekkesi, Navarin limanına hâkim bir mevkiye yaptırdığı kule, hayrâtı arasındadır. Edirne'ye yaptırmasının sebebi ise: Sultan’ın caminin yapılacağı şehir olarak neden Edirne'yi seçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Evliya Çelebi "Seyahatname" adlı eserinde padişahın rüyasında İslam peygamberi Muhammed'i gördüğünü ve onun kendisinden Kıbrıs'ın fethi anısına bir cami yaptırmasını istediğini yazmıştır.Bu konudaki daha gerçekçi yorumlarda ise o dönemde İstanbul'da yeni bir büyük camiye ihtiyaç duyulmadığı, Edirne'nin Rumeli'deki Osmanlı egemenliğinin merkezi konumunda olduğu ve Selim'in gençlik yıllarından beri şehre ayrı sevgi beslediğine dikkat çekilir. II. Selim zamanında Ayasofya Camii yeniden onarıldı. Selimiye Camii, Mimar Sinan tarafından onun döneminde inşa edildi. Babası gibi II. Selim divan edebiyatına birçok eser bırakmış bir şairdir. Selim'in özellikle Nurbanu Sultan için yazdığı şiirler divan edebiyatının en güzel eserleri arasında gösterilir. Ünlü bir beyti: "Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekva-yı firâkız" "Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden" (Ayrılığın şikayetinin yakıcı demlerinin adamlarıyız biz. Son devrin ünlü şairlerinden Yahya Kemal, II. Selim'in bu beyti için, Selimiye kadar güzel bir şiir, demiştir. 2003 yılında yayınlanan "Hürrem Sultan" adlı Türk televizyon dizisinde II. Selim'i Atilay Uluışık canlandırdı. 2011 yılından itibaren yayınlanan "Muhteşem Yüzyıl" adlı Türk dizisinde ise kendisini Engin Öztürk canlandırmıştır. III. Murad III. Murad (Osmanlı Türkçesi: مراد ثالث - Murād-i sālis), divan edebiyatındaki mahlasıyla Muradi; 4 Temmuz 1546, Manisa – 16 Ocak 1595, İstanbul), 12. Osmanlı imparatoru ve 91. İslam halifesi. II. Selim'in Nurbanu Sultan'dan olan en büyük oğlu ve varisidir. Nurbanu'nun anne ve babasının kimler olduğu ise kesin olarak bilinememektedir. İyi bir eğitim alan şehzade Arapça ve Farsça öğrendi. 1558 yılında babası II. Selim'in Manisa Sancakbeyliğinden Karaman Valiliğine atanması sonucu dedesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından Alaşehir Sancakbeyliğine gönderildi. Babası II. Selim padişah olduktan sonra ise Manisa Sancakbeyliğine gönderildi. Babası II. Selim'in vefatından sonra 22 Aralık 1574'te İstanbul'a gelerek Osmanlı tahtına oturdu. 22 Aralık 1574 "(Ramazan ayı)" Çarşamba sabahı, Osmanlı mülkünü devralır almaz fetva ile ilk iş olarak 5 kardeşini boğdurmuştur. Osmanlı Devleti, Lehistan yönetimine hakim olmakla Avusturya'ya komşu olan iki müttefik elde etmiş olacaktı. Fransızlarla Kanuni döneminde iyi ilişkiler kurulmuştu. Fakat Fransız tahtının boşalması ile Lehistan'da iktidar boşluğu oluştu. III. Murad'ın isteği ile Erdel Beyi Bathary, Lehistan kralı oldu. Lehistan ile yapılan anlaşmalar sonucu kuzey sınırı güvenli hale getirildi. III. Murad tahta geçtiğinde Kuzey Afrika kıyılarından sadece Fas Osmanlı topraklarına katılmamıştı. 1578 yılında Ramazan Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Fas'ı ele geçirerek bölgedeki Portekiz gücünü kırdılar. 1584 yılında bir Yeniçeri isyanında öldürülen Trablusgarp Valisi Ramazan Paşa'nın ailesini İstanbul'a getiren gemiye Kefalonya açıklarında Venedik gemileriyle saldırı düzenlenmesi sonucunda Venedik ile uzun süredir devam eden barış sona erdi. Venedik senatosuna bir ültimatom gönderen III. Murad, Ramazan Paşa'nın ailesini ve mallarını Preveze'ye getirtmeyi başardı. Venedik'in de barışı korumak istemesi üzerine iki devlet arasındaki mesele çözüldü. III. Murad zamanında Ceneviz, Venedik ve Fransızlara verilen kapitülasyonlar ile ticaret gemileri Osmanlı limanlarında ticaret yapma hakkına sahiptiler. 1583'te İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth bir elçi göndererek aynı imtiyazlardan faydalanmak istediğini belirtti. Venedik ve Ceneviz haricindeki kapitülasyonu olmayan devletlerin tüccarı, Fransız bayrağıyla Osmanlı limanlarına geliyordu. 1572'daki Bartalameos Katliamı yüzünden Katoliklerden yüz çevirmeye başlayan Osmanlı hükumeti, Papa'nın koyduğu stratejik harp malzemesi ambargosunu kırabilmek için Protestan olan İngiltere'ye yakınlaştı. Böylece Akdeniz'de İngiliz-Fransız rekabeti başlamış oldu. Bu rekabetten Osmanlı Devleti de birçok siyasi menfaat kazanmış oldu. Şah I. Tahmasb'ın oğlu Şah II. İsmail, Osmanlı Devleti ve Safevi Devleti arasındaki barış antlaşmalarına riâyet etmemiş ve Osmanlıya bağlı bazı Emirleri kendi tarafına çekmeyi başarmıştı. Osmanlı hükümeti Van Beylerbeyine talimat vererek orada huzurun sağlanmasını istemişti. Safeviler'in Luristan valisinin Osmanlı devletine sığınması zaten gergin olan ilişkileri daha da kötüleştirdi. Bu arada Şah II. İsmail ölmüş, Safevi Hanedanlığı'nda taht kavgaları başlamıştı. Bu durumdan yararlanmak isteyen Van Beylerbeyi, Safeviler'e saldırdı. İlk Safevi savaşı on iki yıl (1577 - 1589) sürdü. Özdemiroğlu Osman Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri Safevi kuvvetlerini Çıldır'da yendi. Bu savaştan sonra tüm Gürcistan fethedildi. 1578'de Tiflis, Osmanlı vilayeti durumuna getirildi. Aynı yıl Şirvan da Meşaleler Muharebesi ile Osmanlı topraklarına katıldı. Bu gelişmeler üzerine Safeviler barış istemek zorunda kaldı. 21 Mart 1590 tarihinde Ferhat Paşa Antlaşması (İstanbul Antlaşması) imzalandı. Bu antlaşmaya göre Kars, Tebriz, Tiflis, Gence ve Şehrizur Osmanlı Devletinde kalacaktı. Bu antlaşma ile Osmanlı devleti doğuda en geniş sınırlarına ulaşmış oluyordu. 1590'da Avusturya ile yapılan 8 yıllık barış antlaşması 1593 yılında, Telli Hasan Paşa'nın başıbozukların oluşturduğu Uskokların üzerine yürümesini savaş sebebi sayan Avusturya ile bozuldu. Avusturya İmparatoru II. Rudolf ödemekte olduğu vergiyi vermediği gibi Eflak, Erdel ve Boğdan beylerini de isyana teşvik etti. Telli Hasan Paşa Hırvatistan sınırındaki Siska kalesini kuşatma altında aldı. Ancak burada yapılan savaşta Hasan Paşa ve binlerce askerle birlikte Hersek Sancakbeyi de şehit düştü. Bunun üzerine Sinan Paşa'nın ısrarıyla 1593 yılında Avusturya'ya savaş ilan edildi. Savaş devam ederken 16 Ocak 1595'de III. Murad İstanbul'da felç geçirerek vefat etti. Cenazesi Ayasofya Camii avlusuna defnedildi. Takîyüddin tarafından 1577'de kurulan Tophane Rasathanesini 1580 yılında yıktırmıştır. Halveti Tarikatı'nın şeyhi Şeyh Şüca'ya bağlıydı. 1574'ten 1595'e kadar 21 sene Osmanlı Devleti'nin başında bulunmuştur. Saltanatı süresince başveziri olan Sokollu Mehmet Paşa'nın etkisinde kalmıştır. Saltanatı döneminde eşi Safiye Sultan, özellikle Sokollu Mehmet Paşa'nın 1579 yılındaki ölümünden sonra devlet yönetiminde oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Saltanatı süresince Osmanlı topraklarının genişliği 19.902.000 km²'ye yükselmiştir. Osmanlı Devleti en geniş toprağa bu zamanda erişmiştir. III. Murad 16 Ocak 1595'te 49 yaşında iken vefat etmiş, kabri Ayasofya Camii avlusundaki türbesindedir. Ayrıca Beşiktaş'taki Yahya Efendi Türbesini ve Topkapı Sarayı'ndaki Hasoda'yı yaptırmış, Fethiye Camii'ni de kiliseden camiye çevirmiştir. Bir Avusturyalı tarihçisi Hammer, III. Murad'ın saltanatı boyunca 11 defa sadrazam, 7 defa şeyhülislam değiştirdiğini, düşüncelerinde bir istikrar bulunmadığını, zevke, tasavvufa ve şiire eğilimli bir insan olduğunu, etrafında remilciler, müneccimler dolaştığını bildirmekte ve bu yönüyle eleştirmektedir. Farsça, Arapça ve Türkçe divanları bulunan III. Murad şiirlerinde ""Muradî""
, bazen de ""Murad"" mahlaslarını kullanmıştır ve ayrıca Fütuhat-ı Siyam adlı tasavvuf konulu bir eser yazmıştır. Hat sanatı alanında da mahir olan III. Murad'ın Ayasofya Camii'nde asılı olan ayet levhasıyla kelime-i şehadet levhasının bulunduğunu Müstakimzade bildirmektedir ve ayrıca İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde ve Türk Vakıf Hat Sanatları Müzesi'nde hat sanatı eserleri vardır. Safiye Sultan adında bir eşi vardı. Safiye Hatun'un asıl adı Sofia Baffo idi. Kendisi Venedikliydi ve Korfu valisinin kızıydı. Bir deniz yolculuğunda Türk korsanlarına tutsak düşmüş, Murad'ın şehzadeliğinde saraya cariye olarak satılmıştı. Safiye Sultan ile kaynanası Nurbanu Sultan arasındaki çekişip didişmeler; o dönemlerde çeşitli saray oyunlarıyla, sadrazamların durmadan değişmesine neden olmuştur. Nurbanu Sultan, Safiye Sultan'ı öldüresiyle kıskandığı için, oğlu III. Murad'a yıllar boyu, onu unutturacak bir sevgili arayıp durmuştu. Söylentilere göre, bu yüzden tutsak pazarında cariye fiyatları 2 yüz - 3 yüz altından, 2 bin - 3 bin altına çıkmıştır. NOT: Erkek çocuklarının sayısının 25 olduğu söylenmektedir. Diğerlerinin adları bilinmemektedir. Jülyen takvimi Jülyen takvimi, Jül Sezar tarafından MÖ 46 yılında kabul edilen ve batı dünyasında 16. yüzyıla kadar kullanılan takvim. Artık yıl hesaplamasındaki ufak bir fark sonucu yaklaşık her 128 yılda bir günlük bir kayma oluşturduğu için, yerini Gregoryen takvimi almıştır. Jül Sezar, o zamana kadar kullanılan takvimdeki karışıklıkları çözmesi için İskenderiyeli astronomi bilgini Sosigenes'den yardım alır. Sosigenes, 1 yılı 365,25 gün alarak oluşan mevsim kaymalarını düzeltmeyi hedeflemiştir. Böylece 4'e tam bölünemeyen yıllar 365 gün olmuş, bu yıllardan artan çeyrek günlerse 3 yılın ardından gelen artık yıla eklenerek, artık yılı 366 güne çıkarmıştır. Ayrıca 1 yılın 12 ay kalabilmesi için artık yıllarda aylar 6 ay 30, 6 ay 31 gün çekecek şekilde düzenlenmiştir. Artık olmayan yıllarda ise yılın son ayından 1 gün çıkarılmıştır. Bu da o dönemde yılbaşı mart olduğundan dolayı şubat ayının artık yıllarda 30, diğer yıllarda ise 29 güne çekilmesine sebep olmuştur. Ayrıca takvim düzenlemesini yaptığı için temmuz ayının ismini değiştirerek kendi adından gelen July ismini vermiştir. Fakat Sezar'ın öldürülmesinden sonra takvimde yapılan bu ıslahat düzgün uygulanamadı. Takvim düzenlemelerini yapan Pontifeksler, 3 yılda 1 artık yıl uygulaması yaparak takvimde tekrar bozulmalara sebep olmuştur. Bu uygulamanın yapıldığı yaklaşık 40 yıl boyunca 3 gün kayma meydana gelmiş ve MÖ 8. yılda Augustus 12 yıl boyunca artık yıl uygulamasını durdurarak bu kaymayı düzeltmiştir. Augustus tıpkı Jül Sezar gibi takvimde değişiklik yaptığı için ağustos ayının adını değiştirip kendi ismi olan Augustus'u vermiştir. Fakat ismi Sezar'dan gelen temmuz ayının 31, ağustos ayının ise 30 çekmesinden dolayı şubat ayından 1 gün alınıp ağustos ayına eklenmiştir. Böylece şubat ayı artık yıllarda 29, diğer yıllarda 28 güne düşmüştür. İngiliz sterlini İngiliz sterlini (İngilizce: "Pound sterling", sembol: £, ISO kodu: GBP), Birleşik Krallık'ta kullanılan para birimidir. İngiltere ve Galler bölgesinde resmi olan tek bankası Bank of England'dır. Ayrıca İskoçya ve Kuzey İrlanda'da da yine Bank of England gibi RBS (Royal Bank of Scotland), Bank of Scotland ve Clydesdale Bank gibi sterlin banknotları basmaya yasalarca yetkili başka bankalar vardır. Uluslararası para kodu “GBP”dir ("Great Britain Pound"). 11 Aralık 2017 günü 1 İngiliz sterlini, yaklaşık olarak 5.13 Türk Lirasıdır, ancak bu kur bir döviz kuru olduğu için gün gün değişmektedir. İskoç sterlini (Bank of Scotland) "İskoçya Merkez Bankası", RBS, Clydesdale Bank gibi bankaların bastığı banknotları taşıyan İngiliz sterlini'nin alt para birimi) ve diğer bankalarının basılı olduğu banknotları Türkiye'de sadece ana merkez bankaları ve döviz büroları alır, ve bununla birlikte İngiliz turistlerin daha çok uğrak yerleri alır, başka yerler sadece İngiliz sterlini alır. Ayrıca İngiltere'nin yurtdışında, Avrupa ve Dünya genelinde deniz aşırı bölgeleri vardır, bunlardan Guernsey, Jersey, Falklands Adası, Man Adası ve Cebelitarık sterlini çok ünlüdür, ve onların da ayrı ayrı bankaları vardır. Aynı zamanda İngiltere'nin Kıbrıs'taki hava üsleri olan Ağrotur ve Dikelya Hava Üsleri de vardır, ama onlar Kıbrıs Cumhuriyeti gibi Avrupa para birimi olan Euro'yu (€) kullanır. İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkmasıyla birlikte İngiliz Sterlini; Amerikan Doları, Avrupa Para Birimi Euro, Japon Yeni, Çin Yuanı ve Hint Rupee'si olumsuz yönde etkilenmiştir. Borsa İstanbul (BİST 100)'ün de İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkma günü ertesinde değerinde Türk Lirası'na 2 Kr'luk kayıp yaptırıp İstanbul Borsası'na %3.75'lik kayba yol açmıştır. Ayrıca, İngiltere ve Galler bölgesinin Avrupa Birliği'nden çıkmasıyla birlikte Türkiye'nin en önemli destekçisi ve delegasyonuna destek sağlayan ülkesinin eksikliği yaşanmıştır ve yaşanmaya devam ediyor. Ama, bununla birlikte İngiltere'nin Avrupa Birliği'nde kalmak isteyenlerin protestolarının İngiliz Ekonomisi'ne Brexit (İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılması) sonrasında bile daha çok katkıları olacaktır. Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'nden ayrılma kararı, Birleşik Krallık için göçmenlik, hegemonya, mülteci ve irtica kararı için çok olumlu bir karardır, Türkiye için de bunun faydaları, karları ve yararları Türkiye ekonomisine yansımaktadır. Şayet, Birleşik Krallık para biriminin (£: İngiliz sterlini'nin) şu anda çoğunlukla yükselmesinin nedeni göçmenlik, hegemonya, mülteci ve irtica için izlediği sıkı politika ve Birleşik Krallık Hükümeti'nde elde edilen kurallara uygunluk ve gelir parasıdır. Birleşik Krallık, Türkiye için yasa dışı göçlerle mücadele ve irtica politikalarının güçlendirilmesinde de tıpkı diğer politikaları ve durumları olduğu gibi yanındadır. İngiltere Merkez Bankası (Bank of England), Birleşik Krallık Hükümeti'nin soygunculuk, kara para basma ve dolandırıcı matbaahaneler geçirme olayları ve Birleşik Krallık'ta sürekli kamuoyunda yayınlanan soygunculuk olayları ve Brexit üzerine 50 sterlinlik John Watson'un üzerinde bulunduğu banknotları kaldırma kararı almıştır. Şu anda açıklanmamasına rağmen bu bilgiler yakında en kısa zamanda İngiltere, tüm Birleşik Krallık ve dünya kamuoyu ile paylaşılacaktır. Sait Faik Abasıyanık Müzesi Sait Faik Müzesi, İstanbul’da, Burgaz Adası'nda yazar Sait Faik Abasıyanık'ın yaşamış olduğu köşkte 1959'dan bu yana hizmet veren müze-ev. Sait Faik Müzesi'nde ziyaretçilere ünlü hikâyecinin yaşamına tanıklık etmiş eşyalar, fotoğraflar, mektuplar, kartpostallar sergilenir. Türkiye'nin en fazla ziyaret edilen müze-evlerindendir ve 1964 yılından itibaren Darüşşafaka Cemiyeti'nin sorumluluğundadır. 2009-2013 yılları arasında gördüğü tamirat ve yenileme çalışmaları sebebiyle kapalı kalmış, 11 Mayıs 2013'te yeniden ziyarete açılmıştır. Burgaz Ada’da Çayır Sokak No:15'te bulunan köşk, 1939'da Sait Faik'in babası Mehmet Faik Bey'in vefatından sonra annesi Makbule Hanım'ın yaşamını devam ettiği evdir. Yazar da kışları Şişli'de, yazları ise adada annesinin yanına kalmış; hastalığının da ortaya çıkması üzerine ömrünün son on senesinin çoğunu bu evde geçirmiştir. Yazarın ölümünden sonra evleri, annesinin isteği ile müzeye dönüştürülmüştür. Müze, 22 Ağustos 1959 günü ziyarete açıldı. Giriş ücreti alınmayan müze Pazartesi günleri hariç haftanın her günü hizmet vermekteydi. Müzenin açılması, edebiyat dünyasında da tartışmalara sebep oldu. Orhan Seyfi Orhon, Türk sanatında birçok önemli yazar varken işe Sait Faik'le başlanmasını eleştirdi. Orhon'un bu yazısına cevap veren Aziz Nesin ise makalesinde böyle bir müzenin kurulmasının ne kadar önemli olduğunu söyleyerek bu müzenin bir öncü olduğunu belirtti. Makbule Abasıyanık , 8 Kasım 1954 yılında hazırladığı vasiyetinde varlıklarının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını ve Burgazada'daki köşkü (müze yapılması şartıyla) Darüşşafaka Cemiyeti'ne bırakmıştı. Bunun nedeni, 1954'te ölümünden önce oğlu Sait Faik'in bu lisede düzenlenen bir edebiyat matinesine katıldıktan sonra ortamdan çok etkilenerek, annesine malvarlıklarını bu kuruma bağışlamayı teklif etmiş olması idi. 1964'te bu vesiyetin Darüşşafaka Cemiyeti'ne intikal etmesi üzerine müze evin bakım, onarım gibi sorumluluklarını cemiyet üstlenmiştir. 2009’da restorasyon çalışmaları başlatılmış, müze dört yıl kapalı kaldıktan sonra 2013’te yeniden ziyarete açılmıştır. Hristiyanlık Hristiyanlık, Orta Doğu kökenli, tektanrılı, İsa'nın Yeni Ahit'teki öğretilerine dayanan İbrahimi din. İsa'nın adına atfen İsevilik, memleketine atfen Nasranilik de denir. Bu inanca sahip kişilere Hristiyan denir. Hristiyanlığın kutsal kitabı Kitab-ı Mukaddes'tir. 2,4 milyardan fazla inananı ile dünyanın en yaygın dinidir. Hristiyanlar İsa'nın "Tanrı'nın oğlu" ve Eski Ahit'te geleceği müjdelenen Mesih olduğuna inanırlar. Hristiyanların tümü olmasa da kayda değer bir kısmı teslis inancına sahiptir. Bu inanca göre İsa, hem Tanrı, hem insan, hem de kutsal ruhtur. Hristiyanlığın inanç sistemi ve ibadetleri İsa tarafından; 1. yüzyılda, Roma İmparatoru Tiberius'un iktidarında Filistin'de ortaya konmuş, havarileri ve diğer takipçileri tarafından öğretilerek yayılmıştır. Hristiyanlığın kökenleri en azından, MS 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu yönetimindeki İsrail'e değin uzanır. Hristiyanlık, temel olarak Yahudilik üzerine kurulmuş ve daha sonraları Tarsuslu Pavlus'un da etkisiyle müstakil bir din olarak gelişmiştir. Hristiyanlığın kutsal kitabı olan Kitab-ı Mukaddes'in Yahudiliğin kutsal kitabı olan Tanah'ı içinde barındırdığı göz önüne alınırsa Hristiyanlığın erken döneminde Hristiyanlık ve Yahudilik arasındaki bağ daha net anlaşılacaktır. "Hristiyan" sözcüğünün kökeni, "mesih" kelimesinin Yunanca karşılığı olan "khristos" (χριστός) kelimesine dayanır. Mesih sözcüğü İbranicedeki "maşiah" (משיח) kelimesine dayanır ve 'kutsal yağ ile ovulmuş, kutsanmış' anlamına gelir. "Khristos" olarak adlandırılan İsa'ya inananl
ara ilk olarak Antakya'da Hristiyan (Χριστιανός "Khristianos") denmeye başlanmıştır. Hristiyan sözcüğü, "Mesih'in yandaşı" ve "Mesih'e bağlı" anlamlarına gelir. Kuran'da Meryem oğlu İsa için kullanılan Arapça "Mesih" (مسيح) kelimesi de İbranice "maşiah" (משיח) kelimesi ile kökteştir. Tarih öncesi İsrail kralları ve yüksek rahipleri, görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı. Tevrat'ın birçok yerinde bu işlemin yapıldığına dair ayetler vardır. Örnek: ( "Levililer 14:18 ; Mısır'dan Çıkış 29:7 ; Levililer 21:10") Geniş anlamıyla bu unvan "Tanrı'nın bir görev vermek üzere seçmiş olduğu" kişileri de kapsıyordu. Eski Ahit'in "Yeşaya" kitabında Yahudi'leri sürgünden kurtaran Pers kralı Kiros'a da bu unvanla (mesih) hitap edildiği görülür. "Nasrânî" kelimesinin Hristiyan geleneğindeki etimolojik açıklaması, Meryem oğlu İsa'nın memleketi olan Nasıra'ya izâfeten, kendisinin ve getirdiği dînin mensuplarının Nasıralı (Ναζωραίος Nazoraios, ναζωραιων Nazoraion) olarak bilindiği anlamındadır. Bununla birlikte, Ali Ünal'ın bu ismin etimolojisi hakkında getirdiği başka bir önerme mevcuttur. Kuran'daki âyetler temel alınarak yapılan bu önermeye göre, Nasrani kelimesinin bir kökeni şudur; İsa'nın, yeni getirdiği dîne "yardım" çağrısına Havarilerin verdikleri cevaptır ve daha sonra da "Nasrânî" (Yardımcılar) anlamında gelenek hâline gelmiştir. İsa, getirdiği dîn ve mensupları için husûsiyetle Hristiyanlık ya da "Mesihîlik" anlamına gelen herhangi bir unvanla getirdiği dîni kendisine izâfe eden bir yol tercih etmemiştir. Yahudi İsrailoğulları, onları Celileliler veyâ Nasrânîler olarak anarlardı. Celileliler denmesinin sebebi, İsa'nın memleketi Nasıra'nın Celile'de olmasıydı. Vaftiz kelimesi köken itibarıyla Grekçedir ve "suya batırma" gibi bir anlamı vardır. Hristiyan inancındaki simgesel bir ritüel olarak gerçekleştirilir. İsa'da Vaftizci Yahya tarafından Ürdün nehrinde vaftiz edilmiştir. Hristiyanlık inancına sahip olup, İsa'ya iman eden kişiler vaftiz olurlar. Vaftiz Ortodoks kilisesinde suya girmeyi gerektirirken, Katolik kilisesinde üzerine su serpmekten ibarettir. Dünyanın hemen hemen her yerine yayılmış olmakla birlikte, en yoğun olarak Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya'da bulunmaktadır. Diğer kıtalardan farklı olarak Asya ve Güney Afrika'da farklı dinlerle iç içe yaşayan Hristiyanlar, erken dönemlerden beri , kırsal kesimlerden ziyade şehirlerde yayılmıştı. Böylece kısa bir süre içinde "Hristiyan olmayan kişi" ile "köylü" neredeyse eş anlamlı hale geldi. Hristiyanların sayısı yani "Mesih'i takip edenler", İsa'nın ortaya çıkmasıyla ve ona inanlarla birlikte genişlemiştir. Alışılagelmişin dışında, İncil'de yer alan kayıtlara göre, İsa'nın, toplumun dışladığı fahişelere de yardım ettiği ve engellileri, körleri iyileştirdiği yer almaktadır. İsa'nın; Luka 16:3'te yer alan "Siz hem Tanrı’ya, hem paraya kulluk edemezsiniz" öğretisi, Yakup 2:6'da yer alan "Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi?" gibi sözler, Hristiyanlık öğretisinin çoğunluğu oluşturan sıradan yoksul halk tarafından kabul edilip yayılmasında ve Hristiyanlığın desteklenmesinde etkili oldu. Öte yandan, yine Yeni Ahit'te yer alan kayıtlara göre, İsa'nın çarmıhta gerilip, üç gün sonra dirildiği zaman, kendisine inananlara görünüp, "Müdjdeyi bütün uluslara yayın" emrini verdiği yer almaktadır. Pavlus'un Galatyalılar'a mektubunun 3. Bölüm 28. Ayetinde yer alan; "Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne dişi ayrımı var. Hepiniz Mesih İsa'da birsiniz." ifadesi, aslında müjdenin hiçbir dil ya da hiçbir millet ayrım gözetmeksizin geçerli olduğunu göstermekle birlikte, birbirinden çok farklı uluslarında Hristiyanlık öğretisini kabul etmesinin mümkün olabileceğini söylemiştir. Bu düşünce, Hristiyanlığın farklı topluluklarda daha rahat yayılmasına fırsat sağlamıştır. Aslında, Hristiyanlar, ilk yüzyıllar da büyük zulümlere uğramıştır. Günümüzde, Katolik ya da Ortodokslar tarafından kabul edilen çoğu Aziz ya da Azizenin de, inancı yüzünden hayatını kaybeden ve bazen kafası bile kesilmiş olan ilk Hristiyanlardan oluşmaktadır. Hatta Pavlus, aslında adının Saul olduğunu ve Hristiyan olmadan önce Hristiyanları öldüren birisi olduğunu, yazdığı mektuplarda bahsetmiştir. Buna karşın, aynı Pavlus'un; Korintlilere 1. Mektubunun 9. Bölümün 19 ile 22. Ayetlerinde Hristiyanlığı yaymak için ettiği mücadelesini anlatırken; "Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa'nın denetimi altında olmadığım halde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Tanrı'nın Yasasına sahip olmayan biri değilim, Mesih'in Yasası altındayım. Buna karşın, Yasa'ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa'ya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için onlarla güçsüz oldum. Ne yapıp yapıp bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum" demesi, Hristiyanlık öğretisinin yani müjdenin hızlıca yayılması konusundaki Pavlus'un rolünü ve önemini göstermektedir. Öyle ki, bu durum, kimi İslami kesimlerce, kendisi hakkında Hristiyanlığın ikinci kurucusu olarak anılmasına bile yol açmıştı. İsa (MÖ 4 – MS 30-33), Hristiyanlıktaki temel figürdür. Doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili olarak kimi tarihçiler ve araştırmacılar farklı görüşler belirtirler. Hristiyan teolojisinde İsa'nın kimliğini inceleyen dal Kristoloji olarak bilinir. Tanrı olarak adlandırır. Hristiyanlıkta "Nasıralı İsa" olarak da bilinir. Hristiyan kaynaklarında ve yer yer Kur'an'da İsa Mesih olarak anılır. Hayatı ile ilgili başlıca kaynaklar Kanonik İncillerdir. İsa, Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde, kendisi de bir Yahudi olan Meryem'den dünyaya gelmiştir. Hristiyanlıkta ve İslam'da, mucizevi bir şekilde babasız dünyaya geldiği kabul edilir. Marangoz, öğretmen ve şifa dağıtıcıdır. Hristiyanlıkta, "Halkı isyana teşvik etmek" suçlamasıyla Yahudi din adamlarının baskısı ve Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye valisi Pontius Pilatus'un emriyle çarmıha gerildiği kabul edilir. Hristiyanlar için İsa, Mesih'tir, Tanrı'nın oğlu ve bizzat kendisidir. Bahsi geçen oğulluk manevi bir anlam içermektedir, biyolojik bir husus değildir. Baba (Tanrı) ile insanlar arasında aracı, Beklenen kurtarıcı, rab, Tanrı ile aynı "öz"den olan, güçlü tanrı, tek insan, dünyanın tek kralı, Kutsal Üçlü Birlik'teki kişilerden "oğul"dur. Hristiyan kaynakları onu "İsa Mesih" olarak anarlar. İsa'nın tanrısal ve insani özellikleri farklı mezheplerce farklı yorumlanır. Hristiyanlığın Monofizit görüşüne göre insani tabiatı ile tanrısal tabiatı, tanrısal özü altında erimiş ve ayrılmaz bölünmez tek bir tabiat meydana gelmiştir. Çarmıhta, İsa'nın insani tabiatı gibi tanrısal tabiatı da acı çekmiştir. Meryem Theotokosdur, yani "Tanrı anasıdır". Diofizit görüşe göre ise insani ve tanrısal olmak üzere birbirinden bağımsız iki tabiatı vardır. Çarmıha gerildiğinde ilahi tabiatı bedeninden ayrılmış, sadece insani tabiat acı çekmiştir. Meryem, insan olan İsa'nın annesidir dolayısıyla da ona Theotokos yani "Tanrı anası" denemez. Ortodoks, Katolik ve Protestanlara göre İnsani ve Tanrısal iki tabiatı olup bunlar asla birleşmezler, karışmazlar ve ayrılmazlar. İsa ismi köken olarak Arapçadan gelmektedir. Ancak İsa'nın orijinal ismi Yeşua (Yahşuah) olarak geçer. Orijinal ismin anlamı İbranice dilinde "YHVH Kurtarır" anlamına gelir. Hristiyanlığın kutsal kitabı, "Kitab-ı Mukaddes"tir. Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit ve Yeni Ahit olmak üzere başlıca iki bölümden oluşur. Kitab-ı Mukaddes'in ilk kısmı Eski Ahit ya da Eski Antlaşma olarak adlandırılır. Yahudilerin kutsal kitaplarından Tanah ile bölüm adları ve sınıflandırmalar hariç hemen hemen aynıdır. Eski Antlaşma İsa'nın doğumundan önceki çok uzun bir zaman diliminde Yahudi peygamberler tarafından yazılmıştır. Bu bölümde İsa veya Meryem'den, henüz dünyaya gelmemiş oldukları için ismen bahsedilmez ancak Eski Antlaşma'nın bazı kitaplarında İsa'ya atıfta bulunulur. İsa'dan söz eden Eski Antlaşma pasajları arasında Yaratılış 3:15; Yaratılış 12:1-3; Yaratılış 49:10 Yasa'nın Tekrarı 18:15; 2. Samuel 7:1-29; Mezmurlar'da birçok ayet; Yeşaya 7:14; Yeşaya 9:6-7; Yeşaya 52:13-53:12; Daniel 7:13-14; Mika 5:2 ayetleri sayılabilir. Kitab-ı Mukaddes'in ikinci bölümünü oluşturan Yeni Antlaşma ise İsa'nın sağlığında ve/veya ölümünden sonra Havariler, ve elçiler tarafından yazılmıştır. Hristiyanlarca kanonik kabul edilen Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri Yeni Antlaşma'nın ilk dört bölümünü oluşturur. Yahudi kutsal metinlerinden oluşmuş Tanah'ın Hristiyanlıkta "Eski Antlaşma" olarak adlandırılmasının nedeni Tanrı'nın İsa'dan asırlar önce Musa ile Sina Dağı'nda yaptığına inanılan antlaşmadır. Hristiyanlar Tanrı'nın İsa aracılığı ile yeni bir antlaşma yaptığına inandıklarından ötürü Kitab-ı Mukaddes'in İsa'dan bahseden ikinci bölümünü Yeni Antlaşma olarak adlandırırlar. İncil, Kitab-ı Mukaddes'in Yeni Ahit kısmının ilk dört bölümünün her birine verilen isimdir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan dört incil, yazarlarının adıyla anılır. İnciller İsa'nın hayatını ve öğretilerini anlatır. Türkçeye Arapçadan geçen kelimenin aslı Yunanca "Ευαγγελιον" ("Evangelion") şeklindedir ve 'iyi haber, müjde' anlamına gelir. İncil kelimesi gerçekte Yeni Antlaşma'nın ilk dört kitabının (bölümünün) her birini karşıladığı halde, bazen Yeni Antlaşma'nın tamamı için de kullanıldığı olur. Hristiyanlıkta mezhepler "kilise" olarak adlandırılırlar. Hristiyanlığın 3 ana mezhebi; Roma Katolik Kilisesi (1.2 milyar kişi), Protestan kiliseler (360 milyon) ve Ortodoks Kilisesi'dir (170 milyon). Katoliklik, Kutsal Ruh'un kaynağı, İsa'nın tanrısal yönü, geleneklere verdiği önem, dini törenler ve Havari Petrus'un halefi kabul ettiği Roma Başpiskoposu'na (Papa) verdiği ayrıcalıklarla diğer Hristiyan mezheplerinden ayrılır. Papa'nın yanılamayacağı 1870'te alınan bir kararla resmileşmiştir. Ortodoks Kilisesi, 400 milyona yakın mensubu ile
Katolik ve Protestan kiliselerinden sonra sayısı ve yayıldığı alan itibarıyla Hristiyanlığın üçüncü büyük mezhebini oluşturur. Ortodoks coğrafyası büyük oranda Doğu Avrupa ve Anadolu ile sınırlıdır. Bununla birlikte Ortodoksluğun Hristiyanlık içerisindeki tarihi önemi, coğrafi ve istatistikî büyüklüğünden daha ileri düzeydedir. Gerek tarihi gerekse siyasi sebeplerden dolayı içe kapalı bir atmosferde yaşayan Ortodoksluk, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden itibaren modern dünyaya entegre olma yoluna girmiş görünmektedir. Bu farklı tarihi gelişim çizgisine paralel olarak Ortodoksluğun teolojisi de diğer Hristiyan mezheplerine göre değişiklik göstermektedir. Ortodokslar’ın kendileri için kullandığı yaygın ibare daha çok “Ortodoks Katolik Kilisesi” ibaresidir. Bu ifade, mezhebin hem doğru görüşü temsil ettiği hem de evrensel olduğu iddiasını yansıtır. Büyük oranda Anadolu coğrafyasında gelişip yayılmaya başlayan Ortodoksluk, özel karakterini daha çok üzerine temellendiği Grek kültürünün Hristiyanlaştırılmasından alır. Bu temel yapı, gelişim çizgisini antik Latin düşüncesinden alan Katoliklik ile Ortodoksluk arasındaki farklılığın da zeminini oluşturur. Protestanlık, Hristiyanlığın en büyük üç ana mezhebinden biridir. 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesine ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuştur (1529). Papazlara ihtiyaç duymaksızın Kitab-ı Mukaddes'i okuyabildikleri için, her vaftiz edilmiş inananın aracı bulunmadan rahiplik yetkisi olduğuna inanan Protestanlar Kitab-ı Mukaddes'i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Reform sonrası ortaya çıkan dini akımlar öncelikle kendi içinde 3 ana kola ayrılmıştır. Bunlar: Bu kavram, İsa'nın tanrılığını kabul etmeyen ve dolayısıyla Kutsal Ruh'un da gücünü fazla önemsemeyen cemaatleri veya toplulukları kapsamaktadır. Öbür yandan bu görüşe sahip olan kesimlerin çoğu, İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğu fikrinde ise diğer Hristiyanlar gibi hemfikirdiler. Aslında bu durum, Birinci İznik Konsili'nden beri süregelen bir tartışmanın devamı niteliği olarak görülmektedir. Hristiyanlığın ilk yüzyılları sayılmazsa, günümüzde, bu görüşü benimseyenlerin bir diğer ortak yönüyse, yeni dini hareketler olarak kabul edilmesidir. Teslisi reddedenler arasında ise üç kesim öne çıkmaktadır: İsa, Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde Yahudi bir anneden dünyaya gelmiştir. Hristiyan ve İslami kaynaklara göre tanrı tarafından bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelmiştir. Yeni Ahit'te üvey babası Yusuf'un Davut peygambere kadar çıkan soyağacı verilir. İsa, annesi Meryem, babası Yusuf, kendisine ilk inanan arkadaşları ve ilk takipçilerinden Yahudi olanlar terminolojide "Yahudi Hristiyanlar" olarak adlandırılır. Yahudi Hristiyan tabiri günümüzde Yahudi soyundan gelmekle beraber Hristiyan olmuş kimseleri tanımlamakta da kullanılır. Yahudiler İsa'nın mucize eseri olarak babasız doğduğuna, binlerce yıldır bekledikleri ve halen de beklemekte oldukları kurtarıcı Mesih ya da peygamber olduğuna inanmazlar. İsa, içinde yaşadığı Yahudi toplumunda "bekledikleri Mesih olduğunu" ileri sürdüğünde, halkın bir kısmı buna inanmıştır. Ancak buna inanmayan Yahudi din adamlarının teşvikiyle, Yahudiye eyaletinin Romalı valisi Pontius Pilatus tarafından "halkı isyana teşvik etmek" suçlamasıyla çarmıha gerilmiştir. İslam dinine göre Hristiyanlık, semavi dinlerden biridir ve dünya üzerindeki diğer dinlere nazaran Yahudilikle beraber özel bir yere sahiptir. Hristiyanlar 'Ehl-i Kitap' yani kendisine kutsal kitap gönderilenler olarak kabul edilirler: ""Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir." (Al-i İmran, 3/45)" İslam'a göre İsa Allah'ın peygamberlerindendir ve Kur'an'da "İsa Mesih" olarak anılır. Bununla birlikte Kur'an'da İsa'nın tanrının oğlu olduğu inancı ve çarmıha gerilmesi reddedilir. "Allah'ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. (Tevbe 30-31) Andolsun, "Allah, Meryem oğlu mesih'tir" diyenler kesinlikle kâfir oldu….(Maide 72) Bir de inkârlarından ve Meryem'e büyük bir iftira atmalarından ve "Biz Allah'ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih'i öldürdük" demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar… (Nisa 157)" Doğu Ortodoks Kilisesi Ortodoks Kilisesi, 4. ve 8. yüzyıllar arasında toplanmış Ekümenik Konsillerin kanonik olduğunu kabul eden bir Hristiyan mezhebidir. Dünyada yaklaşık 225-300 milyon kişilik cemaati vardır. Bu yönüyle sayı bakımından Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi'nden sonra üçüncü büyük Hristiyan mezhebidir. Ortodoks Kilisesi genellikle Doğu Ortodoks Kilisesi olarak anılır. Kilisenin başı (eşitlerin birincisi) İstanbul'daki Fener Rum Patriği'dir. Doğu Ortodoks Kilisesi'ni oluşturan başlıca kiliseler Yunanistan, Rusya, Bulgaristan, Ukrayna, Gürcistan, Romanya, Sırbistan ve Kıbrıs kiliseleridir. Bununla birlikte Suriye, Kıpti ve Habeşistan kiliseleri gibi bazı Asya ve Afrika kiliseleri de Doğu Ortodoks Kilisesi sınıflamasına dahil edilebilirler. "Ortodoks" kelimesi Yunanca "orthos" (ορθός) doğru, düzgün ve "doksa" (δόξα, δοξασία) düşünce, inanç sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur . Genelde iki şekilde kullanılır: Katoliklik gibi Ortodoksluk da 4. Ekümenik konsil olan Kadıköy Konsili'nin kararlarını tanıyan bir kilisedir ancak. Ortodoks kilisesi sadece ilk 7 konsili tanımış bundan sonra yapılanları geçersiz saymıştır. İsa'da hem insani hem de tanrısal özellikler bulunmaktadır, bu özellikler Meryem İsa'yı doğurmadan önce de bulunmaktaydı İsa Tanrı olarak baba ile aynı özden, İnsan olarak da günahlar hariç insanlarla aynı özdendir. Dolayısıyla Meryem sadece İnsan olan İsa'nın değil Tanrı olan İsa'nın da anasıdır ve ona Tanrı Anası anlamına gelen Theotokos denilmelidir. Bu farklı doğalar birleşmeden sonra hiçbir şekilde değişime uğramayıp kendi özelliklerini muhafaza etmişlerdir. Çarmıhta acı çeken İsa'nın sadece İnsani doğasıdır, bu acı Tanrısal doğa'ya dokunmamıştır. Aslında Diofizit görüşe yakın olan bu karara itiraz eden Monofizit piskoposlar kendi bağımsız kiliselerini kurmuşlardır. Ortodoks Kilisesi, her ülkede ayrı örgütlenmiştir. Her bağımsız Ortodoks kilisenin bir başpiskoposu ve ona bağlı piskoposları bulunur. Başpiskopos kendi piskoposlarını seçer ve piskoposlarından oluşturduğu meclis ile (Sen Sinod) şehirlerin veya bölgelerin başında bulunan piskopos ya da metropolitleri vasıtasıyla tüm ülkedeki kiliselerin dini reisi olur. Patrik, Katolik Kilisesi'ndeki gibi devlet başkanı statüsünde değildir, diğer kendisi de bir başpiskopos olup sadece saygınlık bakımından diğerlerinden üst seviyededir ancak diğer başpiskoposların yönetim bölgelerine müdahale yetkisi yoktur. Ortodokslukta Patriklerin ya da piskoposların yanılmazlık özellikleri yoktur bunun ifadesi dahi şirk kabul edilir. Katolik Kilisesi ile Kutsal Ruh'un kaynağı ile ilgili bir tartışma sonucu görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ortodoks mezhebine göre Kutsal Ruh, Baba'dan çıkmışken; Katolik mezhebine göre ise Baba ile Oğul'dan çıkmıştır. Bu ayrım sonucu Roma Kilisesi 1054 yılında Ayasofya'ya gönderdiği bir belge ile Ortodoksluk ile tamamen ayrı düştü ve iki kilise karşılıklı birbirlerini aforoz etti. 1204 yılında 4. Haçlı seferleri sırasında, Haçlı ordusunun Konstantinopolis'i (İstanbul'u) yağmalayıp, Ortodoks kiliselerini basıp, Ortodoks rahiplerini öldürmesi üzerine nefret daha da artmıştır. 1964 yılında dönemin Papa'sı VI. Paul ile Patrik I. Athenagoras karşılıklı olarak aforozları kaldırmışlardır. Arthur Miller Arthur Asher Miller (17 Ekim 1915 – 10 Şubat 2005) ABD'li yazar. Miller, yüzyılımızın en önemli Amerikalı dram yazarlarından biri kabul edilmektedir. Miller'in kahramanları, haşin bir toplum içerisinde, kendi vicdanlarıyla yaşayabilmek için bireysel suç ve sorumluluklarıyla uzlaşmaya çalışırlar. İlk bakışta oyunları, genellikle aile hikâyelerini anlatan bireysel dramlar gibi gözükse de, çağının önemli toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarına eğilirler. Miller New York'un Harlem mahallesinde dünyaya geldi. Avusturya-Macaristan'dan ABD'ye gelmiş Yahudi bir göçmen olan babası, bir kumaş mağazasının sahibiyken dünya ekonomik buhranından sonra 1929'da iflas etti. Ekonomik durumun güvensizliği spora meraklı genci derinden etkiledi. 1934-38 yılları arasında Ann Arbor/Michigan'da edebiyat ve İngiliz dili yüksek eğitimini sürdürebilmek için Michigan Daily gazetesinde redaktörlük yaptı. Miller'in bu dönemde yazdığı ilk dramlar üniversitede takdirle karşılandı. Haziran 1956 tarihinde eşi Mary Slattery'den boşanan Miller, yine haziran ayının 29'unda ünlü fotomodel Marilyn Monroe ile evlendi. Monroe ve Miller Nisan 1951'den beri görüşmekteydi. Bu birliktelikleri 5 Ağustos 1962'de Monroe'nun ölümüyle sona erdi. 1938'de New York'a dönen Miller, burada federal hükümetin bir tiyatro projesine katıldıysa da bu proje sözümona Komünist eğilimi nedeniyle 1939'da rafa kaldırıldı. Miller 1940 yılında kız arkadaşı Mary Slattery ile evlendi (iki çocuğu var). İlk romanlarından, röportaj ve pek başarılı sayılmayan bir dramdan sonra Miller, 1947'de All My Sons [Hepsi Oğlumdu](Bütün Oğullarım) adlı tiyatro oyunuyla ünlenmeyi başardı.İkinci Dünya Savaşı'nda orduya bozuk parçalar üretip satan bir iş adamı,o parçalarla yalnızca pilotların değil en yakınındakilerin de ölümüne sebep olacaktır.Daha sonraki yapıtlarının tümünde olduğu gibi, burada da, Norveçli yazar Henrik İbsen'in dramlarını örnek alan Miller, toplumu eleştirmektedir. Yazar bundan iki yıl sonra Death of a Salesman (Satıcının Ölümü) ile en büyük başarısını elde etti. 1985'te Volker Schlöndorff tarafından filme uyarlanan bu dramında Miller, uzun yıllardan sonra çalıştığı firma tarafından işten çıkarılan Willy Loman'ın yıkılışını gözler önüne sermektedir. Geriye dönüşlerle kaçırılmış fırsatları gözünün önünden geçirir, özel hayata bir dönüş yapar, oğulları tarafından reddedilir ve hayatına son verir. Miller'in dramları için karakteristik olan, baş
kişilerinin vicdanlarıyla hesaplaşırken aklanmaya çalışmalarıdır. Miller'in karakterleri, ahlaki tutumlarına bağlı olarak toplumda bir yere sahip olurlarken, bireyler tekrar tekrar toplumun istekleri karşısında başarısızlığa uğrarlar. Yalnızlıkları ve kendi suçlarıyla hesaplaşmaları, Miller'in sayısız deneme yazısında da işlediği ana konuları oluşturur. Yine 1949 yılında Miller Pulitzer Ödülünü aldı. Zaman zaman sosyalist görüşlere yakınlık duyan Miller'in toplumsal eleştirileri Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesinin dikkatini çekti. Miller The Crucible (Cadı Kazanı) (1953, filme alınışı: 1956, senaryo: Jean-Paul Sartre) adlı tiyatro oyununda, adı geçen komite başkanı Joseph R. McCarthy'yi eleştirmişti. Bu oyunda Salem'de 1692 yılında cadı olmakla ve şeytanla işbirliği yapmakla suçlanan insanların idam edilmeleri dramını anlatır. (Bakınız : Salem Cadı Olayları) Yazar bu oyununda 1950 McCarthy dönemini eleştirmiştir. Bu dönemde Senatör McCarthy çok sayıda sanatçıyı komunist olmakla suçlamıştı. Bu dramın yorumlanmasına bağlı olarak Miller, komünizmi desteklemekle suçlanarak 1957'de ifade vermeyi kabul etmemesi üzerine komiteyi hiçe sayması nedeniyle sonradan ertelenen bir yıllık hapis ve para cezasına mahkûm edildi (1958'de düzeltildi). Miller, Marilyn Monroe ile yaptığı evlilik (1956-61) yüzünden gazete manşetlerine girdi. Monroe için The Misfits (Uygunsuzlar, 1959) adlı filmin (1960) senaryosunu yazdı. Monroe'nun kendi yaşamına son vermesi üzerine Miller 1962'de Avusturyalı Inge Morath ile evlendi. Eşinin intihar olayını ve 50'li yıllardaki özel sorunlarını Miller, After the Fall (Düşüşten Sonra, 1964) adlı dramında işleyerek her şeye yeniden başlayabilmek için gerekli güce kavuşabilmek üzere kendini bulmaya çalıştı. Aynı yıl içinde Incident in Vichy (Vichy'de Olay) adlı oyunu ilk kez sahnelendi. Miller bu oyununda rastgele yoldan geçen insanların masabaşı Nazi suçluları tarafından "Yahudi" olarak tutuklanıp, sorguya çekilmelerini ve gösterdikleri tepkileri dile getirmektedir. Playing for Time (Zaman Kazanmaya Çalışırken, 1980) adlı televizyon senaryosunda da Nazi dönemini ele alarak bu sefer Auschwitz toplama kampının orkestrasını konu alır. Miller 70'li ve 80'li yıllarda yazdığı dramlarla eski başarılarına ulaşamadı. 1955: A Memory of Two Mondays (İki Pazartesinin Anısı): Miller'in, 30'lu yılların başında çalıştığı bir araba yedek parçası deposundaki deneyimlerini anlatan otobiyografik yapıtı. 1955: A View from the Bridge (Köprüden Bakış): New York'ta yaşayan Sicilyalı göçmenlerin dünyasında geçen bir kıskançlık dramı ve toplumsal suçlama. 1968: The Price (Bedel): İki erkek kardeşin geriye bakarak hayatlarındaki suçlarla ve sorumluluklarla hesaplaşması. Arthur Miller’ın tiyatro dışındaki çalışmaları arasında ise, Anti-Semitizm üzerine ironik bir öykü anlatan 1945 tarihli romanı Focus, iki özgün film senaryosu; o zamanki eşi Marilyn Monroe için yazdığı The Misfits / Uygunsuzlar (1961) ile Everybody Wins / Kaybeden Yok (1990), bazı gezi yazıları (In Russia (1969), Chinese Encounters (1979)) sayılabilir. Ayrıca tiyatro üstüne denemelerini 1978’de bir kitapta toplamış, Satıcının Ölümü’nün Çin’deki sahnelenişi sırasında yaşadıklarını 1984’te yazdığı Salesman in Beijing’de anlatmış, 1987’de ise Timebends: A Life adıyla otobiyografisini yazmıştır. Elia Kazan'ın sahnelediği 'Satıcının Ölümü' ile 1949'da Pulitzer alan Miller, çağdaş tiyatroda trajedi sayılabilecek oyunlar yazılabileceğini ileri sürmüştü. 'Bütün Oğullarım'la ününe ün katan Miller bu konuda "Trajedi, ancak insanın iç dünyası varsa var olabilir. Benim amacım, toplumu yıkmak değil. Onu ahlak yoluyla yeniden kurmaktır. Burada, kurulu düzen ile özgürlük arasında bir savaşım söz konusudur. Ben iki şey arasında bir denge kurmaya çalıştım. İnsanın düşünen ve duyan bir varlık olduğunu hesaba katarak," demişti. 'Cadı Kazanı', 'Bütün Oğullarım', 'Bedel' ve 'Satıcının Ölümü' Türkiye'de de sahnelenmişti. Miller'ın Marilyn Monroe ile yaşadığı evliliğine gönderme yaptığı 'Finishing the Picture' adlı son oyunu prömiyeri 2004 Ekim ayinda Chicago'da sahnelendi. Ada ülkeleri listesi Ada ülkeleri: Amerika ülkeleri listesi Posta kodu Posta kodu, bir adrese mektup gönderirken gerekli olan harf veya basamaklar serisidir. Bir kere posta kodu kullanıldığında, diğer işlemler için de mümkün hale gelir. Şubat 2005'te Dünya Posta Birliği'ne bağlı 190 ülkenin 117'sinin posta kodu vardır. Ulusal posta kodu sistemi kullanmayan ülkeler arasında İrlanda ve Gana da vardır. Uzak Doğu Uzak Doğu veya Uzakdoğu, Avrupa merkezli yaklaşımda Asya'nın doğusu ve güneydoğusundaki ülkeler. Günümüzde genellikle Çin, Japonya, Endonezya, Filipinler, Malezya, Brunei, Singapur, Doğu Timor, Tayland, Laos, Kamboçya, Vietnam, Myanmar (Birmanya), Çin Cumhuriyeti (Tayvan), Bangladeş, Pakistan, Sri Lanka, Kuzey Kore, Güney Kore ve Moğolistan Uzakdoğu ülkeleri kabul edilir. Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler Uzak Doğu kavramına dahil edilmemektedir. Kuzey Amerika'da ve Avrupa'da Asyalı kavramı ile genellikle Uzakdoğulular kastedilir. Uzakdoğu kavramı Dünya Savaşları'ndan önce İngilizlerin Hindistan'daki topraklarına işaret etmekteydi. Ancak Dünya Savaşları'yla bölge ülkelerine verilen genel isim halini almıştır. Kavramın temelinde Avrupa kıtasının merkez olarak kabul edilmesi yatmaktadır. Avrupalılar, Dünya savaşları dönemi başta olmak üzere, kendilerinin dogusunda yer alan Osmanlı İmparatorluğuna yakın doğu, Güney ve Orta Asya'daki topraklara Orta Doğu ve daha uzakta kalan alanlar için de Uzak Doğu kavramını kulanmışlardır. Bu bölge dünyanın en çok turist çeken bölgeleridir. Kültürleri çok zengin ve çeşitlidir. Tao, Şinto ve Budist tapınakları göz kamaştırır. Yaygın dinler İslam, Budizm, Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm ve Hıristiyanlıktır. Rus Uzak Doğusu Gürcistan Gürcistan (Gürcüce: საქართველო, ) Gürcüstan veya resmî adıyla Gürcistan Cumhuriyeti (Gürcüce: საქართველოს რესპუბლიკა, ), Karadeniz’in doğu kıyısında, Güney Kafkasya’da yer alan ülke. Eski Sovyet cumhuriyetlerinden biri olan Gürcistan'ın kuzeyinde Rusya, doğusunda Azerbaycan, güneyinde Ermenistan ve güneybatısında Türkiye yer alır. Ülkenin batı sınırını Karadeniz belirler. Gürcistan, seküler, üniter ve başkanlı cumhuriyet olan bir temsili demokrasidir. Hâlen Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü üyesidir. NATO üyeliği ve ileride Avrupa Birliği'ne üye olmak için uğraş vermektedir. Gürcüler kendilerini "Kartvelebi" (ქართველები), ülkelerini "Sakartvelo" (საქართველო), dillerini "Kartuli" (ქართული) olarak adlandırır. Sakartvelo, "Kartvelilerin Ülkesi" demektir. Kartvelebi, denen grup ise sadece Gürcüleri değil; Lazları, Megrelleri ve Svanları da kapsamaktadır. Efsaneye göre Kartvellerin atası, Kitabı Mukaddes’teki Yafet’in torunlarından Kartlos’tur. Strabon, Herodot, Plutarkhos, Homeros gibi Eski Yunan, Titus Livius, Cornelius Tacitus gibi Romalı yazarlar ülkenin doğusundakileri İberler (Bazı Eski Yunan kaynaklarında "İberoi"), batısındakilerini de Kolhlar olarak adlandırmışlardır. Farsça’dan Türkçeye geçen Gürcü ve Gürcülerini Batı dillerindeki adının kökenine ilişkin iki farklı yaklaşım vardır. Bunlardan ilki, Eski Yunan ve Latin kökenli, tarımla ilişkili anlamındaki "georgicus" sözcüğünden geldiğine ilişkin teoridir. Gürcü adının Aziz Giorgi’den türemiş olduğunu belirten kaynaklar da vardır. Bir başka olasılık ise, Eski Pers döneminde Gürcülerin "Gurcan", "Gurc" olarak adlandırıldığı ve Gürcü, Georgian gibi adların buradan türemiş olmasıdır. Bugünkü Gürcistan Taş Devrinden bu yana yerleşim yeri olmuştur. Dmanisi’de ortaya çıkarılan ve Homo georgicus olarak adlandırılan İnsansıgiller kalıntısı 1,8 milyon yıl öncesine tarihlenir. Klasik dönemde ülkenin doğusunda kurulan İberia Krallığı ve batısında kurulan Kolheti Krallığı, Gürcülerin kültürel gelişiminin ve devlet kurma geleneğinin başlangıcını oluşturdu. Yazılı kaynaklara göre Proto-Gürcülerin İÖ 12. yüzyıllarda tarih sahnesine çıkmışlardır. Arkeolojik buluntular ilk Gürcü siyasal yapılanmasının İÖ 7. yüzyıla kadar gerilere gittiğini gösterir. İÖ 4. yüzyılda ilk birleşik Gürcistan krallığı kuruldu. Kolhis ve İberya'da 337 yılında Hıristiyanlık resmî din olarak ilan edildi. Ülke, 13. yüzyılda Kraliçe Tamar döneminde küçük bir imparatorluk haline geldi ve Şota Rustaveli’nin ünlü destanını da yazdığı bu dönemde Altın Çağı’nı yaşadı. Yüzyıllar boyunca İran, Moğollar, Rusya ve Osmanlı Devleti’nin çekişmesine sahne olan Gürcistan, 1801’den itibaren Rusya tarafından ilhak edildi. 1918-1921 arasında Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti adı altında bağımsız bir devlet kuruldu. 1921’de ülkeye Kızıl Ordu girdi ve Gürcistan Sovyet cumhuriyetlerinden biri oldu. 1991 yılında yeniden bağımsızlığını kazandı. Antik çağlarda Eski Yunanlar ve Romalılar Gürcistan’ın doğusunu İberia, batısını Kolhis (Gürcüce: Kolheti) olarak adlandırıyordu. Hristiyanlıkla ilk tanışan yerler de ülkenin batı kesimleriydi. Hıristiyanlığın 337 yılında (son araştırmalara göre 319 yılında) yayılmaya başladığı kabul edilir. Ülkenin batısı aynı zamanda, Yunan mitolojisinde İason liderliğindeki Argonotların Altın Post’u ele geçirmeye gitti yer olarak bilinir. Kendi dilinde Egrisi veya Lazika olarak bilindiği Kolhis, Persler ve Bizans arasındaki savaş sonrasında Bizans İmparatorluğu’nun eline geçti. Hristiyanlık öncesi dönemde Kartli ve İberya Krallığı, batıdan Yunan, doğudan İran’ın baskısı altında kaldı. Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya’yı fethettiği İÖ 66 yılından itibaren Gürcistan yaklaşık 400 yıl Roma’nın egemenliği altında kaldı. İS 330’da Kral Mirian Hristiyanılğı kabul etti ve komşusu Bizans’la yakın ilişkiler kurdu. Böylece birkaç yüzyıl sürecek olan Bizans etkisi başlamış oldu. Gürcistan’daki krallıklar küçük feodal bölgelere ayrılıyordu. Bu durum 7. yüzyılda Arapların Gürcistan’ı fethetmelerini kolaylaştırdı. Zaman içinde bu bölgeler yeniden eski konumlarını kazandılar ve 11. yüz
yılda birleşik Gürcistan krallığı kuruldu. 12. yüzyılın başlarında Gürcistan yönetimi, Güney Kafkasya’nın büyük bölümünü, Anadolu’nun kuzeydoğu kesimini kontrol ediyordu. Kartli Krallığı’nın efsanevi hükümdarı Vahtang Gorgasal, krallığın başkentini Mtsheta'dan Tiflis'e taşımıştı. Sasani kralı Husrev, Kartli Krallığı’nın egemenliğine son vermiş, ardından Arap orduları ülkeye girerek 654'te Tiflis emirliğini kurmuşlardı. Kurucu Davit, Arap emirliğine son vererek 1122'de Tiflis'i de geri aldı. Gürcistan, Kraliçe Tamar döneminde (1184-1215) gücünün doruğuna ulaştı ve küçük bir imparatorluğa dönüştü.Ülke, 1200'lerde başlayan Moğol istilası uğrayarak parçalandı. Ülkeyi kuzeyden güneye ikiye ayıran Surami Dağlarının batısında kurulan İmereti Krallığı, Moğol istilasına karşı ayakta kalmayı başardı. 14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarında Timur'un istilası, Gürcistan'ı yerle bir etti. Ülke, ekonomik olarak tam bir felaketin eşiğine geldi. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u ele geçirmelerinin ardından Gürcistan’ın Avrupa ile bağları koptu ve Osmanlı Devleti ile İran arasında sıkışıp kaldı. Batıdan Osmanlı, doğudan İran ordularının saldırılarına uğradı. Zaman zaman Osmanlı Devleti ile İran arasındaki savaşlara sahne oldu. Osmanlılar, 16. yüzyılda Gürcistan’ın güneybatı kesimini ele geçirerek bu topraklara Çıldır Eyaleti’ni kurdular. Osmanlı orduları, 1510’da İmereti Krallığı topraklarına da girdi ve krallığın başkenti Kutaisi’yi ele geçirdi. Ardından İran şahı I. İsmail Kartli topraklarını yağmaladı. Osmanlılar 1578’de Tiflis’e girdiler ve böylece Gürcistan’ın batısı Osmanlıların, doğusu İran’ın denetimine geçti. Kral II. İrakli (1746-1798), Kartli ve Kaheti krallıklarını birleştirerek Gürcistan’ın doğusunu bütünleştirdi. Bu arada İmereti kralı I. Solomon da İmereti’den Osmanlıları çıkardı. İran’ın saldırılarından kurtulan II. İrakli, bu kez Dağıstan’ın Müslüman kabilelerinin saldırılarına uğradı. Bunun üzerine 1783’te Rusya ile Georgiyevsk Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmayla Rusya, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü ve sınırlarını koruma altına alıyordu. Ne var ki buna karşın İran saldırıları sürdü ve Rusya bu saldırılara karşı sessiz kaldı. İranlılar 1795’te Tiflis’e kadar ilerleyip kenti yakıp yıktılar. Ruslar, 1801’de krallığa son verip Kartli ve Kaheti’yi ilhak ettiler. İlki 1804’te çıkan pek çok halk ayaklanmasını kanlı biçimde bastıran Rusya, 1801-1864 arasında Gürcistan’ın öbür bölgelerini de ele geçirdi. Poti ve Batum limanları ile Gürcistan’ın güneybatısı kesimi bir süre daha Osmanlı yönetimi altında kaldı. Ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Ruslar bu bölgeleri de ele geçirdiler. Bu savaş sonrasında Gürcistan, tamamen Çarlık Rusya’sının bir parçası durumuna geldi. Gürcistan’da ulusal harekete, Pirveli Dasi (Birinci Grup) olarak adlandırılan edebi ve toplumsal hareketin kurucusu sayılan İlia Çavçavadze önderlik etti. Noe Jordania ile Karlo Çheidze’nin öncülük ettiği Marksist Sosyal Demokrat Parti de önemli hareketlerden biriydi. Bu partiye zamanla Menşevikler egemen oldu. 1917 Devrimi’nden sonra, 26 Mayıs 1918’de Gürcistan bağımsızlığını ilan etti. Almanya’nın korumasına giren ülkede Noe Jordania başkanlığında bir hükümet kuruldu. I. Dünya Savaşı sonunda Almanya ve müttefikleri yenilince İngilizler Gürcistan’ı işgal etti. Gürcistan, savaş sonrasında Paris Barış Konferansı’na katıldı ve bugünden daha geniş sınırlarıyla 22 ülke ve Milletler Cemiyeti tarafından tanındı. Ancak Bolşevik Rusya’nın tehdidi altındaydı. Buna karşın Mayıs 1920’de Moskova yönetimince de tanındı. Buna karşın Gürcü asıllı Stalin ve Orconikidze’nin yönetimindeki Kızıl Ordu, Gürcistan’ı işgal etti ve Mart 1921’de ülkenin bağımsızlığına son verdi. Tiflis’te Bolşevik yönetimi kuruldu. Gürcistan, Transkafkasya Sovyet Federe Cumhuriyeti’ne bağlandı. Bunun üzerine 1924’te geniş çaplı bir halk ayaklanması başladıysa da Sovyet yönetimince bastırıldı. 1936 Anayasası uyarınca Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu ve Gürcistan, Sovyetler Birliği’nin 15 cumhuriyetinden biri oldu. SSCB'nin dağılma sürecine girmesinin ardından, Gürcistan`da da 1990 yılında güçlü bir bağımsızlık hareketi başlamıştır. Bu süreç içinde Gürcistan Yüksek Sovyeti tarafından, 1921 Gürcistan-SSCB Anlaşması ile 1922 Birlik Anlaşması geçersiz ilan edilmiş ve 31 Mart 1991 tarihinde Gürcistan düzeyinde referanduma gidilerek bağımsızlık yetkisi alınmış, 28 Nisan 1991'de, Gürcistan Parlamentosu Gürcistan'ın bağımsızlığını ilan etmiştir. 1991 yılı Mayıs ayında Zviad Gamsahurdia halkın %86,5 oyu ile yeni kurulan Cumhuriyetin Başkanı oldu. 21 Aralık 1991 tarihinde başlayan iç çatışmalar, 6 Ocak 1992'de Zviad Gamsahurdia’nın ailesi ile birlikte ülkeyi terk etmesiyle son buldu. Ekim 1992’de yapılan seçimler sonucunda Eduard Şevardnadze Devlet ve Parlamento Başkanı seçildi. 2003 yılında yapılan seçimlerin ardından meydana gelen Gül Devrimi ile birlikte Mihail Saakaşvili seçimle devlet başkanlığı görevini üstlendi. Kasım 2007 tarihinde, Saakaşvili siyasal gösteriler sonrasında görevinden bir yıl erken ayrılmaya karar verdi ve yeniden devlet başkanlığı seçimlerine gidildi. 5 Ocak 2008'de yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde Miheil Saakaşvili yeniden devlet başkanı seçildi. 2003 yılında ABD merkezli sivil toplum örgütleri muhalefeti harekete geçirdi. Kadife Devrim diye adlandırılan ve ‘demokrasi’ vaatleri veren bu hareket sonucunda Devlet Başkanı Şevardnadze istifa etti. 2004 tarihinde yapılan seçimlerde Saakasvili, ezici çoğunlukla iktidarı ele geçirdi. (Ayrıca bkz.: Turuncu Devrim Bu olaylar daha sonraları özellikle batı basını tarafından Gül Devrimi diye adlandırıldı. Bu savaş sonucu Güney Osetya, bağımsızlığını ilan etmiştir. Karadeniz sahili ve Rion havzasında ılık, nemli ve yarı tropik bir iklim hüküm sürmektedir. Doğu Gürcistan'da daha karasal bir iklim hüküm sürmektedir. Kışları soğuk, yazları ise kuru ve sıcaktır. Mtkvari (Kura) (1515 km), Tergi (623 km) Alazani (351 km) Çoruh (438 km), Rioni (327 km), Enguri (213 km) Paravani, Hozapini, Paliastomi,Tabatskuri, Bazaleti Şara (5068 m), Kazbeg (5047 m), Rustavi (4960 m), Tetnults (4852 m) ve Uşba (4700 m) Sovyetler Birliği'nin dağılması Gürcistan ekonomisi üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve oldukça istikrarsız bir yapı ortaya çıkmıştır. Hammadde, enerji ve diğer endüstri ürünlerinin pazarlandığı diğer cumhuriyetlerle arasındaki bağların ortadan kalkması Gürcistan ekonomisini olumsuz etkilemiş, bireysel gelirlerde, tarımsal ve sanayi üretiminde, turizm gelirlerinde önemli düşüşler yaşanmış, enflasyon ve işsizlik önemli ölçüde artmıştır. 1991'de bağımsızlığını kazandıktan sonra Gürcistan'daki ekonomik durumunun oldukça istikrarsız olduğu gözlenmiştir. Bağımsızlığın ilk yıllarında, yüksek enflasyon, sanayi ve tarım ürünleri üretiminde azalma, ülkeye gelen turist sayısında düşüş ve işsizlik oranında artış görülmüştür. Bağımsızlığın ilan edilmesinden 1995 yılına kadar geçen sürede Gürcistan'ın GYSH'sı her yıl azalan bir seyir izlemiştir. 1995 yılında Türkiye tarafından başlatılan Ekonomik istikrar programlarının başarıyla uygulanması sonucunda, Gürcistan ekonomisinde gözle görülür bir düzelme kaydedilmiştir. 2003 yılında Gürcistan’daki GSYİH 8,465 milyar Lari'dir. Gürcistan'da serbest pazar ekonomisinin kurum ve kuruluşlarıyla tesis edilme çalışmalarının başlatılmasından bu yana özel sektörün GSYİH'deki payında artış eğilimi görülmektedir. Gürcistan'ın petrol ve doğalgaz rezervleri oldukça sınırlıdır. Ülkede çıkarılan başlıca mineraller manganez ve perlittir. Bunun yanı sıra ülkenin dünyaca meşhur şifalı su kaynakları ile kaplıcaları bulunmaktadır. Metal alaşımları üretiminde kullanılan ve önemli ihracat potansiyeline sahip manganez minerallerinin üretimi, hâlâ Sovyet döneminden kalma eski yöntemlerle sürdürülmektedir. Yeryüzündeki en zengin manganez rezervleri Gürcistan’ın Chiatura bölgesinde bulunmaktadır. Tarım Gürcistan ekonomisindeki en önemli sektörlerden birisidir. Nüfusun yaklaşık %40'ı tarım sektöründe istihdam edilmektedir. Tarım ve hayvancılık yüzde 20,3 ile GSYİH içindeki en önemli kalemdir (üzüm, narenciye, çay, fındık, sebze, patates, çiftlik hayvanları). Gürcistan topraklarının %13’ü düz arazi, %33,4’ü meyilli arazi, kalan kısmı da dağlık alandan oluşmaktadır.Toprağın yaklaşık %44’ü tarım amaçlı kullanılmaktadır.Tarım alanlarının %21’i sulu arazidir. Gürcistan, Karadeniz'e bakan sahil şeridi, dağları, kış turizmine elverişli tesisleri, tarihi ve kültürel zenginlikleri ile önemli ölçüde turizm potansiyeline sahiptir. Ayrıca zengin termal su kaynakları ve kaplıcaları da birçok turisti ülkeye çekmektedir. Diğer taraftan Avrupa'ya yakınlığı büyük bir avantaj oluşturmaktadır. 1990'lı yılların başında yaşanan güvenlik sorunları ve ekonomik durgunluk nedeniyle, ülkenin turizmi gelişme kaydedememiştir ve ülkeye gelen turist sayısında büyük düşüş yaşanmıştır. Konaklama, uluslararası ulaşım hizmetleri ve diğer birçok altyapı unsuru geliştirilmeye gerek duymaktadır. Gürcistan’da son yıllarda EBRD ve diğer uluslararası kuruluşlarla birlikte turizm sektöründeki altyapının geliştirilmesine yönelik olarak etkin ve ciddi adımlar atılmıştır. Dünya Turizm Örgütü (WTO) ve UNESCO'nun iş birliğinde "İpek Yolu Projesi"nin hayata geçirilmesi desteklenmiştir. Projenin amacı, katılımcı ülkeler arasındaki altyapı gelişiminin teşvik edilmesidir. Gürcistan nüfusu, etnik çeşitlilik göstermesiyle dikkati çeker. 4.483.200 (1 Ocak 2013) kişiden oluşan ülke nüfusun yaklaşık %83,8’ini Gürcüler, Acaralar, Lazlar, Megreller, Svanlar oluşturur. Diğer büyük etnik guruplar Azerbaycan Türkleri (%6,5), Ermeniler (%5,7), Ruslar (%1,5), Abhazlar ve Osetlerdir. Ülkede, Asuriler, Çeçenler, Çinliler, Gürcistan Yahudileri, Yunanlar, Kabardeyler, Kürtler, Tatarlar, Türkler, Zazalar ve Ukraynalılar gibi daha küçük gruplar yaşar. Gürcistan Yahudi cemaati, yeryüzündeki en eski Yahudi cemaatlerinden biridir. Gürcistan nüfusu, dilsel dağılım açısından da çok çeşitlilik gösterir. Güney Kafkas dilleri ailesinden Gürcüce, Megrelce, Svan
ca ve Lazca konuşan nüfus çoğunluğu oluşturur. Megrel, Svan ve Laz dilleri konuşan nüfusunun yanı sıra, Gürcü olmayan nüfus da kendi dillerinin yanı sıra Gürcüce konuşur. Gürcistan’ın resmî dili Gürcüce’dir; Abhazya Özerk Cumhuriyeti'nde Abhazca da resmî dil kabul edilmiştir. Güney Kafkas dillerini konuşan nüfusun oranı %83,8'dir (buna Gürcüce, Megrelce, Lazca ve Svanca dâhildir). Kalan nüfusun %6,5’i Azerice, %5,7’si Ermenice ve %4,5’i başka dilleri konuşur. Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında dağılması sırasında Abhazya ve Güney Osetya olarak adlandırılan bölgede ayrılıkçı yönetimler ortaya çıktı. Abhazya nüfusunun %46’sını (1989 nüfus sayımı) oluşturan Gürcü nüfusu tamamen göç ettirildi ve bu nüfusun ancak küçük bir bölümü Abhazya’nın Gali bölgesine geri dönebildi. Güney Osetya’daki çatışmalar sırasında Osetlerin bir kısmı Kuzey Osetya’ya göç etmek zorunda kaldı. Bugün Gürcistan’da yaşayan Oset nüfusun büyük çoğunluğu ayrılıkçı Güney Osetya bölgesinde dışında yaşar. 1944 yılında Gürcistan’dan göç ettirilen Meshet Türklerine (Ahıska Türkleri), Gürcistan parlamentosunun 2007’de aldığı kararla ülkeye geri dönme hakkı tanındı (Gürcü kimliğini kabul şartı ile). Ancak herhangi geri dönüş gerçekleşmedi. Etnik Gürcü nüfusunun yaklaşık %5’inin yurtdışına göç ettiği tahmin edilmektedir. 2006 istatistiklerine göre Gürcistan en büyük göçü Türkiye ve Çin’den almıştır. Gürcistan nüfusunun büyük çoğunluğu Ortodoks Hristiyan’dır ve nüfusun %81,9’u Gürcistan Ortodoks Kilisesi’ne bağlıdır. Dinsel azınlıklar başında Müslümanlar (%9,9), Ermeni Apostolikler (%3,9), Rus Ortodokslar (%2), Katolikler (%0,8) gelir. Ayrıca başka dinlere mensup küçük gruplar vardır. Gürcistan kültürü ülkenin uzun tarihi ile beraber gelişmiş, Gürcü dili ve alfabesi üzerine dayanan güçlü bir edebiyat geleneği ve eşsiz bir ulusal kültür barındırmaktadır. Bu özelliği güçlü bir ulusal kimlik sağlayarak tarih boyunca tekrarlanan yabancı işgali ve asimilasyon çabalarına rağmen Gürcü kimliğinin korunmasına yardımcı olmuştur. Gürcü alfabesi MÖ 5. yüzyılda bulunmuş ve MÖ 284'de İberia Kralı 1. Parnavaz tarafından geliştirilmiştir. Gürcistanin orta cağa ait kültürü büyük ölçüde Ortodoks Hristiyanlık, Gürcü Ortodoks ve Apostolik kilisesinden etkilenerek çoğu kez dini bağliliği yüceltmiş ve destek olmuştur. Bu çalışmalar kiliseler, manastırlar Gürcü azizlerin ikonlarını içeren sanat eserleri ve hagiografi (Aziz çalışmaları) içine almıştır. Bu eserlerle beraber dinden bağımsız olarak, millî tarih, mitolojiler ve hagiografik eserler de yazılmıştır. 17. yüzyıl ve sonrasını içeren modern dönemde Gürcü külturü büyük ölçüde Avrupadan gelen kültürel yeniliklerden etkilenmiştir. Gürcü dilini baskıda kullanan ilk matbaa İtalya'da 1620 yılında kurulmuş ve Gürcistan’a ilk defa Tiflis’e 1709 yılında getirilmiştir. Gürcistan tiyatrosu uzun bir geçmişe dayanmaktadır, en eski formu olarak bilinen "Sakhioba" MÖ 3. yüzyıldan MS 17. yüzyıla kadar var olmuştur. Gürcistan Millî Tiyatrosu 1791 yılında oyun yazarı ve diplomat olan Giorgi Avalishvili (1769-1850) tarafından kurulmuştur. Bu tiyatronun önde giden aktörleri olarak Aleksi-Meskhishvili, David Machabeli, David Bagrationi, Dimitri Cholokashvili ve diğerleri örnek gösterilebilir. Gürcistan Devlet Müzesi 1845 yılında kurulmuştur. Tiblis Devlet Opera ve Bale tiyatrosu ise birkaç yıl sonra 1851'de kurulmuştur. 19. yüzyılda Gürcü kültürünü temsil eden en önemli sanatçılar olarak Nikoloz Baratashvili (şair), Alexander Orbeliani (yazar), Vakhtang Orbeliani (şair), Dimitri Kipiani (yazar), Grigol Orbeliani (şair), Ilia Chavchavadze (şair ve yazar), Akaki Tsereteli (şair), Alexander Kazbegi (yazar), Rapiel Eristavi (şair), Mamia Gurieli (şair), Iakob Gogebashvili (yazar), Simon Gugunava (şair), Babo Avalishvili-Kherkheulidze (aktör), Nikoloz Avalishvili (aktör), Nikoloz Aleksi-Meskhishvili (aktör), Romanoz Gvelesiani (ressam), Grigol Maisuradze (ressam), Alexander Beridze (ressam), Ivane Machabeli (çevirmen), Okropir Bagrationi (çevirmen), Sardion Aleksi-Meskhishvili (çevirmen), Kharlampi Savaneli (opera şarkıcısı), Pilimon Koridze (opera şarkıcısı), Lado Agniashvili (yerel şarkıcı), Alioz Mizandari (besteci), ve benzerleri örnek gösterilebilir. Gürcistan’da ilk sinema Tiflis’de 16 Kasim 1896’da kurulmuştur. Gürcistan’ın ilk sinema belgeseli “Akaki Tsereteli’ nin Racha-Lechkhumi’ ye Yolculuğu“ Vasil Amashukeli (1886-1977) tarafından 1912'de çekilmiş, ilk uzun metrajlı filmi olan "Kristine" ise 1916’da Alexandre Tsutsunava (1881-1955) tarafından çekilmiştir. Tiflis Devlet Sanat Akademisi 1917 yılında kurulmuştur. 20. yüzyılda Gürcü kültürü, Sovyetler Birliği’nin yönetiminde büyük baskılara maruz kalmıştır. Rusifikasyon olarak adlandırılan Ruslaştırma siyasetine birçok Gürcü şiddetle karşı koymuştur. Gürcistan’ın 1991 de bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana kültürde yeni bir diriliş oluşmuş ancak buna rağmen ülkenin ekonomik ve politik sorunlarından dolayı bu gelişmeler Sovyet sonrası dönemde yavaşlamıştır. Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te yaklaşık 14 tiyatro faaliyet göstermektedir. Ülkedeki kötü ekonomik koşullar tiyatro ve diğer sanat dallarını olumsuz etkilemiştir. Ancak, Tiflis'teki kültürel hayatın imkânlar ölçüsünde canlı olduğu söylenebilir. Son zamanlarda sergi salonları sayısı artmakta, sinema salonlarının sayısı azalmaktadır. Televizyon ve radyo faaliyetleri de artmaktadır; iki devlet televizyon kanalı ile 7 özel televizyon kanalı yayın faaliyetinde bulunmaktadır. Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te yaklaşık 14 tiyatro faaliyet göstermektedir. Ülkedeki kötü ekonomik koşullar tiyatro ve diğer sanat dallarını olumsuz etkilemiştir. Ancak, Tiflis'teki kültürel hayatın imkânlar ölçüsünde canlı olduğu söylenebilir. Son zamanlarda sergi salonları sayısı artmakta, sinema salonlarının sayısı azalmaktadır. İki devlet televizyon kanalı ile 7 özel televizyon kanalı yayın faaliyetinde bulunmaktadır. Türlerine göre TV kanal listesi 11x11, 2000, 21, 7 Dge -(Kafkas), Abkhaziainfo, Abxazetisxma, Akcenti, Akhali 7 dge, Akhali Taoba, Alioni, Alternativa, Arili, Axali Epoxa, Axali Ivweieli, Axali Versia, Banki Plus, Batumelebi - (Acarca), BatumiNews - (Batumi, Acaristan Özerk Cumhuriyeti - Rusça ve İngilizce versiyonları var), Chance, Civil Georgia - (İngilizce, Gürcüce ve Rusça versiyonları var), Dilis Gazeti, Dimitri, Dro, Droni, Ellidia, Georgian Times, Guria News, Iberia-Spectri, Imeretis Moambe, Iveria, Iveria - Ekspresi, Kavkasioni, Komagi, Kvali - (Tbilis), Kviris Palitra, Lantshkhutiplus, Lelo, Letters, Literaturuli Sakartvelo, Macne, Meanabre, Menora, Meridiani 44, Mtsvanekvavila, Next Day 2003, Obshekavkazskaia Gazeta, Olimpi, Resonance, Reziume, Saguramo, Sakartvelo, Sakartvelos Ebraeloba, Sakartvelos Respublika, Sarbieli, Sport News, Svobodnaia Gruzia, Tbilisi, The Georgian Messenger - (İngilizce), Tshokhatauris Macne, Tsiskari, Veshernii Tbilisi, Writer, XX Century, Yeni Yol (Azerice) 2005'ten beri Poti kentinde düzenlenen Karadeniz Ülkeleri Arası Çocuk Halk Dansları Festivali'ne her yıl yüzlerce kişi gelmektedir. Bu festivale katılan ülkeler: Türkiye adına 2006 yılında Anadolu Güneşi adlı halk ve modern dans grubu gitmiş ve festival yarışma olmamasına rağmen "En Beğenilen Dans Grubu (veya ülke)" unvanını almıştır. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından 2008 yılında 22.'si düzenlenen Uluslararası Altın Karagöz Halk Dansları Yarışması'nda 'Altın Karagöz' ödülünü Gürcistan kazandı. Hacapuri, hingali, cakapuli, sasivi, soğuk salata ve balık çeşitleri ile ünlüdür. Yemeklerin lezzetinde doğal yetiştirilen meyve ve sebzelerin payı önemlidir. 1999-2000 eğitim yılı verilerine göre ülkede 3305 okul faaliyette bulunmaktadır. Bunların 104'ü özel paralı okuldur, diğerleri ise devlet okuludur. Okullarda öğrenim gören toplam öğrenci sayısı 725, 2 bindir. Ülke genelinde 24 devlet yüksek okulu ile 8 şubesi ve 163 özel paralı yüksek okul bulunmaktadır. Devlete ait 18 yüksek okul ile 5 şubesinde paralı bölümler de bulunmaktadır. Yüksek okullarda öğrenim gören öğrenci sayısı 131 bin olup bunun %45,3'u (59,6 bin öğrenci) parasız, %24,7'si (32,5 bin) devlete ait yüksek okulların paralı bölümlerde, %30'u (39 bin) ise özel sektöre ait yüksek okullarda öğrenim görmektedir. Gürcistan'da çalışma saatleri 9:00-17:00 veya 9:30-17:30 arasındadır. Gürcistan ile Türkiye arasında +1 saat fark vardır. Kurmanci Kurmançça ("Kurmancî" / "Kurmanci" / کورمانجی / Курманджи) veya Kuzey Kürtçe, Kürtçenin lehçelerinden olup dilbilimciler tarafından İran dillerinin kuzeybatı grubu içinde tanımlanmaktadır. Kürtçenin en fazla konuşulan lehçesidir. Zazaca'ya Tunceli yöresinde verilen ad (Kırmançça) ile birbirine karıştırılmamalıdır. Türkiye'nin Adıyaman, Ağrı, Aksaray, Ankara, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Kars, Erzurum, Mardin, Malatya, Mersin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak ve Van illerinde, kısmen de Gaziantep, Osmaniye, Elâzığ, Erzincan, Kahramanmaraş, Kayseri, Kırşehir, Konya, Sivas, Tunceli gibi illerinde konuşulmaktadır. Irak'ın Süleymaniye, Erbil, Dohuk, Şengal, Kerkük gibi illerinde konuşulmaktadır. İran'ın Horasan, Urmiye, Hoy, Miyanduab, Bukan, Mahabad, Salmas, Maku, Nakade, Piranşehr, Serdeşt, Şahindej, Takab, Uşnu ve Siyahçeşme gibi illerinde konuşulmaktadır. Suriye'nin Kamışlı, Kobani, Afrin, Halep gibi illerinde konuşulmaktadır. Kurmanci'nin birçok şivesi vardır. Bu şiveler içerisinden Botani bir anlamda merkez şive konumundadır. Aralarında ciddi telaffuz ve anlam farkları bulunur. Fatma Aliye Topuz Fatma Aliye Topuz (Fatma Aliye Hanım) (9 Ekim 1862, İstanbul - 13 Temmuz 1936, İstanbul), Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olarak tanınır. Zafer Hanım'ın 1877 yılında yayımladığı Aşk-ı Vatan adlı bir roman mevcutsa da yazarın tek romanı olduğu için Zafer Hanım değil, beş roman yayımlayan Fatma Aliye Hanım ilk kadın romancı unvanını almıştı. 9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğdu. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa ile Adviye Hanım'ın kızıdır. Kendisine özel bir eğitim verilmese de ağabeyi Ali Sedat Bey'in evde öze
l hocalardan aldığı dersleri dinlemesi sayesinde kendini geliştirdi. Fransızca merakının ortaya çıkması üzerine ders alarak bu dili çok iyi düzeyde öğrendi. Fatma Aliye Hanım, 17 yaşında iken 1877-78 Osmanlı Rus harbindeki Plevne Savunması ile ünlü Gazi Osman Paşa'nın yeğeni Kolağası Faik Bey ile evlendi ve dört kızı oldu. (Hatice, Ayşe, İsmet, Nimet) Evliliğinin ilk 10 yılında ancak eşinden gizli olarak kitap okuyabilen Fatma Aliye Hanım, eşinin bu konudaki tutumunun değişmesinden sonra onun izni ile tercümeler yapmaya başladı. Edebi yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet'in "Volonté" adlı romanını "Meram" adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla yayımlamıştır. Bu başarısıyla babasının dikkatini çeken Fatma Aliye Hanım, kendisinden ders almaya, fikir tartışmaları yapma olanağına kavuşmuştu. "Bir Hanım"'ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övüldü ve yazar kendisini manevi kızı kabul etti. Fatma Aliye Hanım, bu ilk çevirisinden sonraki çevirilerinde "Mütercime-i Meram" takma adını kullandı. 1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile birlikte "Hayal ve Hakikat" adlı romanı yazdı. Romanın kadın ağzından olan kısmı Fatma Aliye Hanım'ın, erkek ağzından olan kısmı Ahmet Mithat Efendi'nin kaleminden çıkmıştı. Eser, "Bir kadın ve Ahmet Mithat" imzasıyla yayımlandı. Bu romandan sonra ikili uzun süre mektuplaşmış ve bu mektupları Tercüman-ı Hakikat Gazetesi'nde yayımlanmıştır. Fatma Aliye Hanım, 1892 yılında "Muhadarat" adlı ilk romanını kendi adıyla yayımladı. Bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı. 1899 yılında yayımlanan "Udi" adlı romanında görevi üzerine gittiği Halep’te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı. Bu kitapta mutsuz bir evlilik yapan Bedia'nın hikâyesini dönemine göre çok yalın bir dille anlatmıştır. Reşat Nuri Güntekin, edebiyata ilgisini güçlendiren yapıtlar arasında lalasından dinlediği romanlardan sonra Fatma Aliye Hanım'ın Udi romanını sayar. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi mühim konuları işleyen Fatma Aliye Hanım'ın diğer romanları "Ref'et", "Enin", "Levayih-i Hayat" adlarını taşır. Yazar romanlarında bireyleşme çabasında olan, çalışan, para kazanan, erkeğe ihtiyaç duymayan kadın kahramanlar yaratır. Fatma Aliye Hanım, edebi eserlerinin yanı sıra kadın sorunları ile ilgili de eser vermişti. "Kadınlara Mahsus Gazete"'de kadın sorunlarına ilişkin makaleler yazdı ve muhafazakâr görüşlerden kopmadan kadın haklarını savundu. 1892'de yayımlanan "Nisvan-ı İslam" adlı kitabında Avrupalı kadınlara İslam'da kadının durumunu anlattı. Romanlarında daha modern kadın kahramanlar yaratan yazar, bu kitapta, makalelerinde olduğu gibi, eski gelenekleri savunmuştur. 1893 yılında Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan "Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu (Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti)" adlı kitap ününü arttırdı. Bu kitap Ahmet Mithat'ın Fatma Aliye'yi anlattığı yazıları ve Fatma Aliye'nin doğrudan kendisini anlattığı mektuplarından oluşmaktadır. Fatma Aliye mektuplarında bitmek tükenmez bilmeyen öğrenme coşkusunu anlatır. Fatma Aliye Hanım'ın edebiyat dışındaki uğraşı alanlarından bir başkası ise yardım cemiyetleri idi. 1897 yılında 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda yaralanan askerlerin ailelerine yardım amacıyla Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazılar yazdı, "Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti" adlı bir dernek kurdu. Bu dernek, ülkedeki ilk resmi kadın derneklerinden biridir. Fatma Aliye Hanım, Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin de ilk kadın üyesidir. 1914 yılında yazdığı "Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı" son yapıtıdır. Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır. Resmi tarih tezlerine muhalefet ediyor olması, edebiyat dünyasından dışlanmasına yol açmıştır. İlk Türk kadın romancı olma özelliği ile Avrupa ve Amerika basınında kendisinden söz edilen Fatma Aliye Hanım'ın “Nisvan-ı İslâm” adlı eseri Fransızca ve Arapça'ya, “Udî” adlı romanı Fransızca'ya çevrilmiştir. Émile Julliard adlı bir Fransız yazarının "Doğu ve Batı Kadınları" adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştirmesi Paris'te büyük yankı uyandırmıştı. Eserleri 1893 yılında Şikago'da "Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu"'nda sergilenmiştir. Fatma Aliye Hanım'ın II. Meşrutiyet yıllarına kadar yaygın bir ünü olmasına rağmen zamanla unutulmuştur. Fatma Aliye Hanım, soyadı yasasından sonra Topuz soyadını aldı. Fatma Aliye 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Cenazesi Feriköy Mezarlığı'na gömüldü. Fatma Aliye Hanım, ilk Osmanlı kadın feministlerden Emine Semiye Önasya'nın ablası, tiyatro ve sinema oyuncusu Suna Selen'in anneannesidir. Gavrilo Princip Gavrilo Princip (25 Temmuz 1894 - 28 Nisan 1918), 28 Haziran 1914'te Saraybosna'yı ziyarete gelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük Franz Ferdinand'ı öldürerek, I. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olan Saraybosnalı Sırp milliyetçisi genç. Gavrilo Princip Sırpça'da Prensip Müjdecisi anlamına gelmektedir. Bu suikast, I. Dünya Savaşı'nın gerçek nedeni olmamasına rağmen, barut fıçısına atılan bir kıvılcım etkisi göstermiştir. Avusturya-Macaristan, 1908 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun iç karışıklıklar içerisinde bulunmasından yararlanarak, bölgeyi topraklarına kattı. Bosna-Hersek'te Avusturya-Macaristan'ın yönetiminden memnun olmayan, ve burasını Sırbistan'ın bir parçası sayan önemli bir Sırp nüfus bulunmaktaydı. Bunları ayrılıkçıları da Sırbistan destekliyordu. Gavrilo Princip de Avusturyalıları Bosna Hersek'ten çıkarmayı amaçlayan Mlada Bosna ("Genç Bosna") adlı bir örgüte mensuptu. Bütün bu gelişmeler neticesinde Avusturya-Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand hem Bosnalı Sırplara hem de Sırbistan'a karşı bir gövde gösterisinde bulunmak amacıyla Saraybosna'yı ziyaret etmeye karar verdi. Gavrilo Princip ve içlerinde Muhammed Mehmedbasiç adlı Boşnak bir gencin de bulunduğu 4 kişiden oluşan bir grup, Arşidük'e Sarayova ziyareti sırasında suikast gerçekleştirmeye karar verdiler. Suikasti gerçekleştirecek kişiler yakalandıkları takdirde örgüt ve arkadaşları hakkında bilgi vermemek için yanlarında taşıdıkları siyanürü içerek intihar edeceklerdi. Franz Ferdinand'a karşı ilk suikast girişimi, Nedeljko Çabrinoviç tarafından el bombası ile gerçekleştirildi. Arşidük ve eşi arabalarının çok yakınında patlayan el bombasından yara almadan kurtulabildiler ve böylelikle ilk suikast girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Suikast teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandığından, yakalanacağını anlayan Çabrinoviç telaş içinde yanında taşıdığı siyanürü içererek, kendisini hemen yakınındaki nehre attı. Ancak içtiği siyanür bozulduğundan, ve nehrin yüksekliği 10 cm kadar olduğundan, baygın bir halde askerler tarafından yakalandı (Temmuz Ültimatomu). Olay yerinin hemen yakınında bulunan Gavrilo Princip ve arkadaşları telaşa kapıldılar ve bulundukları yerden hızla uzaklaşarak ormana doğru kaçtılar. Suikast girişiminden yara almadan kurtulan Arşidük ve eşi, arabalarıyla Saraybosna'da kalacakları yere geldiler. Arşidük birkaç saat önce suikast girişimine uğramasına, ve devlet görevlilerinin uyarılarına rağmen, eşiyle birlikte şehir turuna çıkmaya karar verdi. Bu sırada Gavrilo Princip de yemek yemek amacıyla ormandan ayrılarak, şehir merkezinde bir restoranta geldi. Restoranttan ayrıldığı sırada, tam karşısına Arşidük ve eşinin bulunduğu araba çıktı. Princip hemen silahına davranarak Arşidük'ü vurdu. Ferdinand'ın vücudundan çıkan kurşun karısına saplandı. Veliaht ve hamile eşi olay yerinde öldüler. Princip, suikastin hemen ardından kaçmaya çalışırken, çevredekiler tarafından yakalandı. Ferdinand'ın Saraybosna'da bir suikast sonucu öldürülmesi, Viyana'da büyük bir şok etkisi yaptı. Avusturya Polisi'nin olay ile ilgili yaptığı yoğun çalışmalar sonucunda, suikastle ilişkisi olduğu belirlenen bir kişi daha yakalandı. Dördüncü kişi olan Mehmedbasic ise kaçmayı başardı. Avusturya olayda Sırbistan'ın parmağının olduğunu düşünmekteydi. Yakalanan şahıslar ile ilgili yapılan soruşturmalar, Avusturya Hükümeti'nin haklı olduğunu ortaya çıkardı. Suikastte kullanılan silahın, Sırbistan tarafından verildiği ortaya çıktı. Mahkemeye çıkarılan üç şahıstan Princip ve bir arkadaşı, o zamanki Avusturya-Macaristan İmparatorluk Yasalarına göre, 20 yaşından küçük oldukları için idam cezası almaktan kurtuldular. 23 yaşında olan diğer arkadaşı ise idam edildi. Aslında Ferdinand Habsburg Ailesi'nin onaylamadığı bir evlilik yapmış olduğundan, hiçbir zaman Avusturya-Macaristan tahtına oturamayacaktı. Bu yüzden de, olayın gerçekte bu kadar büyütülmemesi gerekiyordu. Fakat Avusturya-Macaristan'ın Sırbistan'a savaş ilan etmesi, 1. Dünya Savaşı'na neden oldu. Princip'te savaşın son günlerine doğru, bugünkü Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'da bulunan, ünlü bir hapishane olan, Theresienstadt'daki hücresinde tüberküloz hastalığından yaşamını yitirdi. Abdi İpekçi Abdi İpekçi (9 Ağustos 1929 - 1 Şubat 1979), Türk gazeteci ve yazar. İlköğrenimini gördükten sonra Galatasaray Lisesini bitirdi. Sonra bir müddet Hukuk Fakültesine devam etti. Yeni Sabah, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres Gazetesi gibi çeşitli gazetelerde spor muhabiri, sayfa sekreteri ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Ali Naci Karacan'ın çıkardığı Milliyet Gazetesinin yazı işleri müdürü (1954), bir süre sonra da genel yayın müdürü oldu. 1961 senesinden öldürüldüğü 1 Şubat 1979 tarihine kadar aynı gazetenin başyazarlığını da yürüten Abdi İpekçi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Basın Enstitüsü Başkanlığı, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Uluslararası Basın Enstitüsünün ikinci başkanlığı, Basın Şeref Divanı genel sekreterliği gibi vazifelerde bulundu. Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savundu. 1970'li yıllardaki anarşi ve terörün önlenmesi için iktidarla muhalefet liderleri arasında da yapıcı bir diyalog kurulmasından yana olan, devlet yönetiminde partizanlığın ve d
uygusallığın yerini akılcı, çağdaş, ılımlı bir uygulamanın almasını isteyen İpekçi, 1 Şubat 1979 gecesi İstanbul Maçka'daki evinin yakınlarında arabasında iken Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü. Mehmet Ali Ağca'nın verdiği ifade de Abdi İpekçi'ye 5 - 6 el ateş ettiğini söylemiştir. Fakat olay yerinde 9 mermi ele geçirilmiştir. Bu da bir ikinci kişinin olduğunu göstermiştir. O da Oral Çelik'tir. Oral Çelik ve Mehmet Şener suikastı beraber planlamış Mehmet Ali Ağca da tetikçi olarak sonradan aralarına katılmıştır. Mehmet Ali Ağca, İpekçi suikastinden idamla yargılanırken 1979 yılında ülkenin en iyi korunan askeri cezaevlerinden biri olan Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırıldı. Abdullah Çatlı, Bedrettin Cömert suikastinden aranırken 1978 Ağustos’unda Sakarya’da yakalandı. 48 saat sonra serbest bırakıldı. Uğur Mumcu’nun İpekçi cinayetinin kilit ismi dediği Çatlı 1982 Şubat’ında bu kez ‘MHP’ davasıyla aranırken, Zürih’te Mehmet Şener ile birlikte sahte pasaportla yakalandı ve yine 48 saat sonra salıverildi. Uğur Mumcu; ‘Şener iade edilirse İpekçi cinayeti aydınlatılır, yitirilen her saniye önemli.’ Diye yazdı. Ama değil saniye aylar geçti Şener yargılandı ve delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Oral Çelik 1982 yılında İsviçre’de yakalandı. 10 gün sonra serbest bırakıldı. Türkiye’ye döndükten sonra Malatya’da süren bir cinayet davasında dosyada bir evrakın kaybolması üzerine tahliyesine karar verildi. Ağca’nın, İpekçi cinayetinde tetik çektiğini söylediği Yalçın Özbey ise 1983 yılında Almanya’da işlettiği lokalde gözaltına alındı ve 2 ay sonra salıverildi. “Yavuz (Çaylan), İpekçi'nin arabasının geldiğini bana bildirdi ve ben kaçmadan arabaya gidip çalıştırmasını söyledim. İpekçi'nin arabası köşede yavaşladığı zaman koştum ve 4 veya 5 el ateş ettim. Tekrar koşarak arabamıza geldim. Yavuz çalışır vaziyette ön tarafta oturduk son süratle kaçtık.” 1980 yılında anısı için, Türkiye ile Yunanistan'da ortak bir çalışma çerçevesinde, iki yılda bir verilmek üzere Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü konuldu. İstanbul'un Zeytinburnu ilçesinde Yedikule Zindanları civarlarında bulunan spor salonuna Abdi İpekçi Spor Salonu ismi verildi. Öldürülüğü Emlak Caddesi'nin adı da 6 Şubat 1979'da İstanbul Belediye Meclisi'nin kararıyla Abdi İpekçi olarak değiştirildi. 2000 yılında, saldırıya uğradığı noktada, heykeltıraş Gürdal Duyar'ın eseri olan, 70 santimetre granit kaide üzerinde oturan 3,5 metre yüksekliğinde bir anıt dikildi. Çağdaş Türk Romancılarından Ragıp Eşref Filiz'in 2013 yılında yayımlanan 'Raul Mendez Ölmeli' isimli romanında, Abdi İpekçi ismi, despotizmin ve ifade özgürlüğü karşıtı organizasyonların suikast kurbanı olan diğer Türk gazetecileriyle birlikte anılmaktadır Latife Tekin Latife Tekin, Türk edebiyat yazarı. 1957'de Kayseri'nin Bünyan ilçesine bağlı Karacahevenk köyünde doğdu. 1966'da 9 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Ortaöğrenimini Beşiktaş Kız Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Telefon Başmüdürlüğü'nde kısa bir süre çalıştı. İlk kitabı "Sevgili Arsız Ölüm" 1983'te yayınlandı. Anadolu'daki köy yaşamı ve insanlarını masalımsı bir atmosferde ve "Yüzyıllık Yalnızlık" (Gabriel Garcia Marquez) tadında anlattığı bu ilk romanıyla büyük ün kazandı. Büyülü gerçekçilik akımına da yakıştırılan bu romanının ardından peş peşe diğer romanları geldi. Eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Farsça ve Hollandacaya çevrildi. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla kuşağındaki edebiyatçıların önde gelen isimlerinden biri oldu. Latife Tekin Bodrum Gümüşlük'te bir "Edebiyat Evi" projesi başlatmıştır. Garanti Bankası tarafından desteklenen proje, mimar Hüsmen Ersöz'ün 1998 yılında hazırladığı mimari proje ile inşaata başlamıştır (1999). Ressam Hale Arpacıoğlu'nun, Koç Grubu şirketlerinden aldığı destekle, aynı mimari projenin bir parçası olarak Sanat Evi'nin yapımına başlanmıştır. Latife Tekin, Bodrum Gümüşlük'te, herkesin yazabileceği, tartışabileceği, sanatçıların büyük şehrin dağdağasından uzak eser üretebileceği bir mekanın tamamlanması için çalışmaktadır.Son olarak 2010'da "rüyalar ve uyanışlar" kitabı yayımlandı. 28 Aralık 2011 akşamı Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen Sözünü Sakınmadan etkinliğinde usta eleştirmenler Ömer Türkeş ve Semih Gümüş'ün konuğu olmuştur. Şair Eşref Şair Eşref, (d. 1847, Kırkağaç, Manisa - ö. 22 Mayıs 1912, Kırkağaç, Manisa), Türk şair ve kaymakam. Türk edebiyatının hiciv ustasıdır. Tanık olduğu yolsuzlukların üzerine çekinmeden gitti. Hicviyelerini daha çok gazel, kaside, muhammes ve özellikle kıtalar biçiminde yazdı. Asıl ismi Mehmet Eşref'tir. Babası nüktedan ve hoşsohbet bir din adamı olan Usulizade Hafız Mustafa Efendi, annesi hafız ve şair olduğu rivayet edilen Arife Hanım'dır. Gelenbe'de dünyaya geldi. Doğum yılı farklı kaynaklarda 1842-1853 arasında bir yıl olarak belirtilmiştir; Kaynakların çoğuna göre doğum yılı 1847'dir. Mehmet Zeki Pakal’ın, resmi sicili üzerinde yaptığı araştırmalar ise 1853 doğumlu olduğunu gösterir Büyük dedesi Türk alim ve matematikçilerinden Gelenbevi İsmail Efendi’dir. İlköğrenimini Gelenbe'de tamamladı. Manisa'da Hatuniye Medresesi'nde Arapça ve Farsça dersleri aldı. Özel öğretmenlerden matematik, tarih öğrendi. 1870'te Manisa Vilayeti Tahrirat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Turgutlu, Akhisar ve Alaşehir'de mal müdürlüğü yaptı. Fatsa kaymakamlığına atandı. Arkasından Ünye, Acıpayam, Buldan ve diğer birçok ilçede kaymakam olarak çalıştı. Doğu illerinde bulunduğu sırada Ermenice konuşmayı ve Fransızca okumayı öğrendi. Gördes kaymakamlığı görevi sırasında gördüğü yolsuzlukları şiirleriyle hicvetmesi ve gizli bir cemiyet kurduğu yolunda yapılan suçlamalardan dolayı bir yıl hapse mahkûm edildi. Cezasının ardından İzmir'de gözetimde tutuldu. Tekrar bir jurnalle hapse düşme kaygısından ötürü 1903'te Mısır'a kaçtı. Bir süre Fransa, İsviçre ve Kıbrıs'ta yaşadı. Tekrar Mısır'a döndü, "Curcuna" isimli mizah dergisinde yazılar yazdı. 1904-1908 yılları arasında altı kitabı yayımlandı. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra yurda döndü. İzmir'de "Edeb Yahu", İstanbul'da "Eşref" (daha sonra "Musavver Eşref" adını aldı) isimli mizah dergisinde başyazarlık yaptı. Bu arada Turgutlu kazasında kaymakamlık (1908), Adana'da vali Muavinliği (1909) görevlerinde bulundu. 1909'da emekliye ayrılıp Kırkağaç'a yerleşti. Yaşamının kalan bölümünü burada geçirdi. Kimi kaynaklara göre 1910, kimilerine göre 1912 yılının 22 Mayıs günü hayatını kaybetmiştir. Şair Eşref’in yergileri, Divan şiiri geleneğinin uzantısıdır; şekil bakımından Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın şiirleriyle aynı çizgidedir. Yergi şiiri alanına getirdiği yenilik,içerik yönündedir. Kullandığı “nazım biçimleri”, “gazel”, “kaside”, “mesnevi” ve “kıt’a”dır. Ölçü olarak, hece ölçüsüyle yazdığı bir tek dörtlük dışında, “aruz ölçüsü”nü kullanmıştır. Eserlerinde daha çok toplumsal konulara yer vermiştir.. 1980 yılından sonra, Buldan belediye meclisinin aldığı bir kararla, Cumhuriyet mahallesinde Akçalar Camii’nin altındaki yola, Şair Eşref caddesi adı verilmiştir. İzmir ilinin Karşıyaka İlçesi'nde bir ilkokula adı verilmiştir. Kaside Kaside, genellikle din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan divan edebiyatı şiiridir. Kaside şairlerine kaside-gü (kaside söyleyen), kaside-sera ya da kaside-perdaz (kaside yazan) denir. Türk edebiyatına 13. yüzyılda Araplardan geçmiş bir nazım şeklidir. Kasidenin methiye bölümünden bahsedilene göre kasideler sınıflandırılır. Kaside, nesip(teşbib) bölümünde anlatılana göre isimler alır. Baharın tasviri yapılıyorsa: "Bahariye", Kışın tasviri yapılıyorsa: "Şitaiye", Temmuzun tasviri yapılıyorsa: "Temmuziye", Ramazanın tasviri yapılıyorsa: "Ramazaniye", Atın tasviri yapılıyorsa: "Rahşiye", Hamamın tasviri yapılıyorsa: "Hamamiye vb." Kaside, redifindeki harf ya da kelimeye göre isimler alır. "Lamiyye", su kasidesi, Kerem kasidesi, Güneş kasidesi gibi Kasideler, sosyal ve kültür tarihi araştırmacısı için önemli bir belge ve bilgi kaynağı olarak değerlendirilebilirler. Resmî tarihi vesikalar kadar, edebî metinlerin de tarih araştırmacısı için önemli bir belge olduğunu ispatlayacak mühim kaynaklar arasındadır. Kasideler, ideal devlet adamı profili çizme, sosyal ve ekonomik konularda devrin özelliklerini yansıtma, sosyal hayatın değişik sahnelerini anlatma, tarihî şahsiyetlerin biyografik bilgilerine katkıda bulunma, siyasal ve kültürel tarihin pek çok değişik safhası için yazılmış edebi eserlerdir. Namık Kemal'in "Hürriyet Kasidesi" buna örnek verilebilir. Gazel Gazel Türkçe Divan edebiyatının en yaygın nazım şeklidir. Gazel sözcüğü sözlük tarifi ile "kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek" anlamina gelir. Gazel Arapça edebiyatda bir nazım şekli değildir bir kasidenin başında bulunan aşktan, sevgiliden söz eden kisimlara verilen addır. Diğer bir adla "nesîb" olarak bilinir. Fakat sonraları bir şairin bahar, aşk, sevgili, şarap vb. coşkulu haller karşısındaki duygularını, kisa veya uzun olarak, ele alan şiirlere gazel denilmiştir. Arap şiirinde nesib anlamında kadın ve aşktan söz eden kaside şeklinde yazılmış şiirlere "tegazzül" denir. Klasik Arap şiirinde gazel genel olarak üç başlık altında incelenmektedir. Bunlardan en önemlisi saf, temiz ve iffetli duyguların işlenmiş olduğu "'Uzrî Gazel"dir. Diğer ikisi ise "Sarih (Açık) Gazel" ve "Sınaî (Yapay) Gazel"dir. Her ne kadar Cemil b. Ma'mer'in ve Mecnunu Leylâ'nın öncülüğünü üstlendiği "'Uzrî Gazel" 2016 yılında dilimizde detaylı şekilde ele alındıysa da Arap gazelinin diğer iki kolu henüz Türkçede işlenmemiştir. Islâmiyet’i kabulünden sonra İran’da Arap şiirinin etkisi altında oluşturulan "yeni İran edebiyatı" içinde gazel lirik şiirin en tercih edilen nazim şekillerinden biri olmuştur. Yeni İran şiirinde Arap edebiyatında kasidenin bir bölümü olan gazel Fars edebiyatında nazım şekli haline gelmiştir. Farsça gazel söyleyen ilk "Şehidi Belhi"'dir Batı Türkçesi ile ilk gazel 13.yy. ikinci yarısında ve Anadolu'daki ilk menakıbname olan "Menakıbı Evh
aduddini Kirmani" adlı eserdeki gazel ile Mevlana'ya ait gazeldir. Kafiye örgüsü "aa,ba,ca" şeklinde olur. İlk beyite "matla", matladan sonraki beyite "hüsn-i matla"; son beyite "makta", maktadan önceki beyite "hüsn-i makta" denir. En güzel beyite "beyt'ül gazel" ya da "şah beyit" denilir. Şairin "mahlas"ının geçtiği beyite "Taç Beyit" ya da "tahallüs" denir. Matla mısrası gazelin sonunda tekrarlanırsa "reddi matla" denir. Matladan başka mısra tekrarlanırsa "reddi mısra" denir. Bu uygulama Tanzimat döneminde yapılmıştır. "Sebki hint" şairleri iki matla kullanır. Böyle gazellere "zul metali" denir. Gazeldeki beyitler sadece kafiye, vezin değil anlam bakımından da birbirine bağlanmış ise buna yek ahenk denir. Bütün beyitler aynı güzellikte ise yek avaz denir. Mahlas beyitten sonra birkaç beyit eklenerek biri övülürse ona müzeyyel gazel denir. Arapça,Farsça,Türkçe ile karışık söylenmiş gazellere mülemma gazel denir. İki şairin birlikte veya beyit beyit söyledikleri gazele müşterek gazel denir. Matladan sonra gelen beyitlerin ortalarI ilk beyit ile kafiyeli ise musammat gazel denir. Kafiyesine de iç "kafiye" denir. Musammat gazeller mefâ'ilün mefâ'ilün mefâ'ilün mefâ'ilün ya da Müstef’ilün / Müstef’ilün / Müstef’ilün / Müstef’ilün şeklinde yazılır. Her mısrada aks sanatı yapılmış gazellere "mükerrer gazel" denir. Gazellerde beyit sayısı genellikle 5-15 arası değişir. Ortalama olarak gazel beyit 5-7-9 arası yazılır. Gazeller her aruzun kalıbıyla yazılır. Bir şairi aynı vezin ve kafiyeyle gazeline başka gazel yazmaya "tanzir" denir. Gazele de "naziri" denir. Eğer nazire ters anlamda yazılmışsa buna "nakize" denir. Gazelde en çok aşk konusu işlenir. Rindlik, tasavvuf ,şarap zevki diğer konulardır. Aşkla ilgili gazellere "aşıkane"; beşeri aşkı anlatan gazellere "şuhane"; yaşamdan zevk almayı anlatan gazellere "rindane"; gazel öğretici gazellere "hakimane" gazel denir. Şehrengiz Şehrengiz, Divan edebiyatında bir şehri ve o şehrin güzellerini anlatan eserlerdir. Daha çok klasik mesnevî tarzında kaleme alınan bu yapıtlarda tevhid, münacaat, na't gibi Allah'ı, birliğini ve Muhammed'i anlatan kısımlara rastlanmaz. Bu eserlerin başında şehirle ilgili çok umumi bilgiler verilir ve şehre övgü düzülür. Bazen bahar ve tabiat tasvirleri yapıldıktan sonra, bir şehirdeki güzellerin bir veya iki beyitlik tanımları verilir. Bu güzeller güzellikleriyle şehri birbirine kattıklarından eserlere 'Şehr-engiz', yani Şehir Karıştıran denilmiştir. Divan edebiyatında ilk şehrengizi yazan Priştineli Mesihî’dir. 16. yüzyılın başında başlayan ve kısa zamanda çok yayılan şehrengiz geleneği on sekizinci yüzyılda sona ermiştir. Küçük Menderes Küçük Menderes, Ege yöresinde Bozdağlar'dan doğan bir nehirdir. Selçuk ovasını sulayarak Selçuk İlçesinin batısından denize dökülür. Küçük Menderes'in alüvyon getirip kıyı çizgisinden sürekli olarak ilerlemiş olması neticesinde, ilk çağların en önemli liman şehirlerinden biri olan Efes, bugün denizden 5–6 km içeride kalmıştır. Batı Anadolu'da isimleri Yunanca "Meandros", yani "suların dirsek yaptığı yer" anlamına gelen "Menderes" adlı üç akarsu vardır. Biga yöresinde Kazdağları'ndan inen sularla beslenip Çanakkale Boğazı'na dökülen ve Troya'yı denizden uzaklaştıran "Eski Menderes" ırmağı, Homeros'un İlyada'sındaki Skamandros ırmağıdır. Yukarıda anlatılmak istenen ve eski adı Kaystros ya da Astarpa olan "Küçük Menderes Nehri", İzmir'in Ödemiş İlçesi arkasında yükselen ve eski adı Tmolos olan Bozdağlar'dan doğarak 175 km yol kat eder, Selçuk ilçesinin Pamucak sahilinde denizle buluşur. Nehir taşıdığı alüvyal topraklarla Efes liman kentini denizden uzaklaştırmıştır. Türkiye'de ilk betonarme köprünün yapıldığı nehirdir. Ege Bölgesi'nin çatısı olan Bozdağlar'ın 2159 metrelik zirvesi ile 2070 metrelik Kumpınar Tepesi arasındaki Karakoyun Yaylası'ndan doğar. İlk adı Kadın Deresi'dir. Buradan sonra Kiraz ilçesine gelir. İlçeyi ikiye bölerek Kiraz Ovası'nı sular. Burada doğudan gelen Haliller Çayı ile birleşerek Beydağ Barajı'na gelir. Beydağ barajının çıkışında nehir batıya doğru kıvrılır. Bu sırada Tasavra Çayı ile birleşerek bereketli Küçük Menderes Ovası'nı sular. Bu ova dünyanın üç verimli ovasından biri kabul edilir. Nehir bu sırada güneyden ve kuzeyden birçok küçük kol ile birleşir. Bundan sonra nehrin büyük kollarından olan bademli çayı ile birleşir. Bu kol ile birleştikten sonra nehir ovada zikzaklar çizerek devam eder. Bu sırada sırası ile Aktaş, Eğridere ve Falaka Çayı ile birleşir. Eğridere kolu nehrin büyük kollarından biridir. Bundan sonra nehir iki kola ayrılır. Biri kuzeye, diğeri güneye devam eder. Güneye devam eden kola başka kaynak eklenmez. Kuzeydeki kola ise Ergenli, Uladı, Künk ve Tertek çayları eklenerek ovanın bayındır ve torbalı kısmı geçilir. Bundan sonra batıdan bir kol daha eklenir. Sonrasında ise iki büyük kol dar bir boğazda Belevi gölü ile bağlanır.Bundan sonra ise Küçük Menderes Nehri yüzyıllar önce doldurduğu deltaya girer. Efes antik kentini de geçerek büyük bir delta ovasından sonra denize dökülür. Suladığı bereketli ovadaki önemli yerleşim yerleri şunlardır: Selçuk, Ödemiş, Tire, Torbalı, Bayındır, Kiraz ve Beydağ. Bazı yükseltiler: Bozdağ 2159 metre, Kumpınartepe 2070 metre, Hacıkarlığı 1829 metre, Beydağ 1646 metre, Hacetdedetepe 1831 metre, Erentepe 1678 metre, Keldağ 1372 metre, Çaldağ 1590 metre, Çatmadağ 1450 metre ve Nif Dağı 1509 metredir. Kısaca Küçük Menderes Nehri Ege Bölgesi'ndeki jeolojik hareketlerle oluşan Bozdağlar ve Aydın Dağları arasından doğar ve Ege Denizi'ne dökülür. Küçük Menderes Nehri Akdeniz iklimindedir. Bu bölgede yazlar kurak ve sıcak, kışlar ılık ve yağışlıdır. Yağışların çoğu yağmur şeklindedir. Kar genellikle 900 metre ve üstüne yağar. Yıllık yağış miktarı 600–700 mm'dir. Yazları yağmur çok az yağar. Yani kısaca Küçük Menderes Nehri tipik bir Akdeniz iklimine aittir. Bu iklimin bitki örtüsü Akdeniz iklim bölgesinin bitki örtüsüdür. Ovada sebze ve meyve yetiştirilip tarım yapılır. Dağlarda ise Akdeniz ikliminin karakteristik bitki örtüsü olan maki bulunur. Kızılçam toplulukları da sıklıkla bulunur. Yüksek bölgelerde ise karaçam toplulukları bulunur. Dağ eteklerinde zeytin tarımı çok sık görülür. Küçük Menderes Nehri'nin rejimi düzensizdir. Daha çok yağmur suları ile beslenir. Nehir kışın yağan kar ile birlikte ilkbaharda akışının doruğuna ulaşır. Nehrin debisi 150 m/s'dir. Nehir çok çabuk kabarır, çok çabuk kurur. Özellikle yaz aylarında kuruma noktasına gelir. İlkbaharda ise deltasında birçok göl oluşur. Bunlardan ikisi Gebekirse ve Çatal gölleridir. Sakarya Nehri Sakarya Nehri Kızılırmak ve Fırat nehirlerinden sonra Türkiye'nin üçüncü en uzun, Kuzeybatı Anadolu'nun ise en büyük akarsuyudur. Nehir, ismini Yunan Mitolojisi'ndeki nehir tanrısı Sangarius'dan almaktadır. Uzunluğu 824 km olup, beslenme havzasının genişliği 58.160 km², havzaya yıllık düşen yağış miktarı 31.057 milyar m³'dür. Sakarya havzasına düşen ortalama yıllık yağış 524,7 mm/m², ortalama yıllık sıcaklık 14,5 C'dir. Sakarya havzası 58.160 km²'lik büyüklüğü ile Türkiye'nin %7,5'ini kapsarken, yılık taşıdığı 6,40 milyar m³ su ile toplam ülkesel akışın %3,4'ünü oluşturur. Havza alanı Türkiye arazisinin %7,46'sı büyüklüğündedir. Nehrin genişliği 60–150 m arasında değişir. Havzada tarım alanları %43,8, çayır ve mera alanı %19,6, orman ve fundalıklar %28,7, boş alan %2, yerleşme alanı %1,6 , su kaplı alanlar %1,5 oranındadır.. Sakarya nehri havzasını Kızılırmak, Batı Karadeniz, Gediz, Konya kapalı havzası, Marmara, Akarçay ve Susurluk havzaları tarafından kuşatılmıştır. Sakarya nehri havzasında şu dokuz ilin toprakları bulunmaktadır: Sakarya, Bolu, Ankara, Eskişehir, Bilecik, Bursa, Kütahya, Konya, Afyon. Sakarya nehrinin kolları: Porsuk Çayı, Ankara Çayı, Mudurnu Çayı, Koca Çay, Kirmir Çayı, Çark Suyu ve Darıçay Deresi'dir. Nehrin bir kolu Afyon'un kuzeydoğusundaki Bayat Yaylası'ndan, diğeri Eskişehir Çiftelerden doğar. Önce İç Anadolu’ya doğru akar sonra Kızılırmak'ın tersine bir kıvrımla, kuzeye döner, Polatlı yakınlarında en büyük kollarından biri olan Porsuk Çayı'nı ve Ankara Çayı'nı alır. Geyve Boğazı'ndan geçer ve Karasu'dan akarak Karadeniz'e dökülür. Sakarya Nehri'nin Aladağ ve Kirmir sularını aldığı yerde Türkiye'nin en büyük santrallerinden biri olan Sarıyar Hidroelektrik Santrali ile Gökçekaya Hidroelektrik Santralı ve Yenice Barajı kurulmuştur. Sakarya nehri yılda 5 milyar m³ su taşımaktadır. Akımın mevsimlere dağılımı şu şekildedir: %13 sonbahar, %30 kış, %44 İlkbahar, %13 yaz. Nehir üzerine Gökçekaya, Yenice ve Sarıyar barajları yapıldıktan sonra akım, taşkın ve aşındırma faaliyetlerinde değişmeler gözlemlenmiştir. Önceleri taşkınlarla çevresine zarar veren nehrin barajlardan sonra zararları azalmıştır. Aşağı Sakarya havzasında yıllık ortalama akımın barajların yapımıyla 195.7 m³/sn'den 158.1 m³/sn'ye (%19.2) düştüğü belirlenmiştir. Taşkın ihtimali nehrin orta kesimlerinde %45-51, aşağı kesimlerinde %31-37 azalmıştır. Barajlardan sonra nehrin maksimum debisi düşüp ortalama ve en az debileri artarak akım rejiminde düzenlenme görülmüştür. Nehrin taşıdığı askıda katı madde %40-65 oranında azalmıştır. Bunun sonucunda temiz suyun enerjisi artmış, yatağını derine ve yana doğru aşındırma gücü artmıştır. Sakarya'nın debisinde kışın fazla düşme olmaması karların fazla etkili olmadığını gösterse de, ilkbaharda artışta karların etkisi vardır. Sakarya'nın rejimi karların ikincil derecede etkili olduğu yağmurlu (yağmurlu-karlı) rejimdir. Sakarya Nehri 4,6.10 t/yıl sediment taşımakta iken 1972 yılında yapılan Gökçekaya Barajı'ndan sonra bu miktar 3,8.10 t/yıl'a düşmüştür. Sakarya Deltası'nın önünde, deniz tabanında eski bir kanyon bulunur. -50 M'den başlayan denizaltı kanyonu, -800 M'ye kadar 7 km uzunluğundadır. Denizaltı kanyonu Sakarya ağzı ve Küçükboğaz Gölü yakınlarında denizaltı deltasını kesen girinti oluşturur. Küçükboğaz Gölü'nün önündeki kanyon girintisi -50 m'den -800 m'ye kadar 10 km uzunluğundadır. -800 m derinlikten kuzeybatıya dönen
kanyonlar, -1000/-1100 metreler arasında daha geniş bir kanyon ile -2000 m derinliğe ulaşırlar. Sakarya Nehri'nin oluşumu/akış yönü ile ilgili değişik görüşler bulunur. Birinci görüş; Kuzey Anadolu Fayının kestiği alanda oluşan graben çukurunun akışı Sapanca Gölü-İzmit körfezine çevirdiği teorisidir. Sakarya, Sapanca Gölü'nün Marmara Denizi'nden ayrılması ile kuzeye akarak Karadeniz'e ulaşmıştır. Bu akış doğrultusunda Adapazarı Ovasının bulunduğu graben çukuruna getirdiği sedimentleri doldurduğundan, gelişkin bir delta oluşturamamıştır. Oysa Karadeniz'e dökülen Kızılırmak ve Yeşilırmak Bafra Ovası ve Çarşamba Ovası ile önemli çıkıntı yapan deltalar oluşturmuştur. Diğer bir görüş, ırmağın geç pliyosende oluştuğunu ve her zaman Karadeniz'e doğru aktığını iddia eder. Son buzul devrinde Karadeniz günümüze göre 120 m aşağıdaydı, son 8 bin yıl yükselerek günümüz seviyesine ulaşmıştır. Türkiye deltalarının hepsi bu yeni deniz seviyesine göre son 5-6 bin yıl içinde oluşmuştur. Gediz Nehri Gediz Nehri, Anadolu'dan Ege Denizi'ne dökülen Büyük Menderes Nehri'nden sonra ikinci büyük akarsudur. İç Batı Anadolu’daki Murat, Eğrigöz ve Şaphane dağlarından inen suların birleşmesiyle oluşan Gediz Nehri, batıya doğru ilerlerken, kuzeyden Kunduzlu, Selendi, Deliiniş ve Demrek Çaylarını, güneyden ise Kula volkanik yöresinden gelen küçük dereleri sularına katar. Uşak ilinin Banaz Çayı'ndan sonra ikinci önemli akarsuyudur. Akarsuyun bazı küçük kaynakları bu ilin sınırları içindedir. Önce Kütahya il sınırları içinde akan Gediz, Uşak merkez ilçeye bağlı Emirfakı Köyü'nün kuzeyinde Uşak topraklarına girer. Irmak, merkez ilçenin Güre Bucağı'na kadar kuzey-güney yönünde akar. Bu bucağın yakınlarında batıya döner ve Salihli ilçesinin kuzeydoğusundan Gediz Ovası’na girer ve güneyden Kemalpaşa Ovası’ndan gelen Nif Çayı'nı alarak Foça tepelerinin güneydoğusundan İzmir Körfezi’ne dökülür. Irmağın kaynağı olan Murat Dağı'ndan Ege'de denize ulaştığı noktaya kadarki uzunluğu 401 km olup su toplama havzası ise 17.500 km²'dir. Gediz'in Uşak'taki en önemli kolu Karabol Çayı'dır. Taşkın dönemlerinde sık sık yatak değiştiren Gediz Nehri, yaklaşık 40.000 ha’lık bir delta oluşturmuştur. Zaman içerisinde İzmir Körfezi’ndeki bazı adalar da kara ile birleşmiş ve delta ovası içerisinde kalmıştır. Yukarıdaki coğrafi bilgiler doğru olmakla birlikte Nehir üzerinde Manisa-Salihli İlçesi sınırları içerisinde Demirköprü Barajı inşa edilmiştir. Baraj bir yandan elektrik üretirken diğer yandan Gediz Ovasının tarımsal amaçlı sulanması için de kullanılmaktadır. Sulama hattının Gediz Ovasına dağıtımı Salihli-Adala beldesinden yapılmaktadır. Bugün için Gediz Havzasının en önemli sorunu ekolojik kirlilik olmuştur. Geçmişte, özellikle 1980'li yıllarda yoğun olarak kum ve çakıl ocaklarına ruhsat verilmiş olması, bir yandan doğal yapıyı bozarak faunayı olumsuz etkilerken diğer yandan nehrin su seviyesinin alçalmasına neden olmuş ve bu da içinden geçtiği ovanın yer altı sularını olumsuz etkilemiştir. Nehre, Demirköprü Barajına girmeden önce Uşak'ta başta dericilik olmak üzere çok sayıda sanayi tesisleri tarafından sanayi atıkları, keza Kula İlçesinde aynı şekilde her türlü atık ve Barajdan sonra da Salihli, Ahmetli gibi ilçelerin atıkları deşarj edilmektedir. Kirlilik o boyuttadır ki zaman zaman sığlaşan Nehri bırakın büyük bir su toplama havzası olan Barajda dahi özellikle rüzgarsız günlerde su üzerinde biriken pislikler, değişik renkteki kimyasal atık öbekleri, bir laboratuvar analizi değil fakat çıplak gözle dahi açıkça görülmektedir. Kirliliğin en önemli göstergesi özellikle Barajdan sonra Nehrin faunasında meydana gelen daralmadır. Bundan yaklaşık 20 yıl önce başta levrek olmak üzere sazan, yılan balığı, kefal gibi pek çok türün yaşadığı nehirde bugün artık çok sınırlı yerlerde ancak esasen bir çamur ve pis su balığı olan yayın bulunmaktadır. Zaten Nehrin suyunun rengi ve kokusu da durumu göstermeye yetmektedir. Yine yukarıda verilen coğrafi bilgiler arasında Nehrin kolları arasında sayılan Nif Çayı da kirlilikten payını almıştır. Nehir havzasının kirliliğinin engellenmesi vs amaçlar için bir Birlik kurulmuşsa da Devlet tarafından gerekli yaptırımlar uygulanmadığından geçen 6 yılda hiçbir ilerleme sağlanamadığı belirtilmektedir. Sonuç olarak eski çağın en önemli yerleşim havzalarından olan Gediz Nehrinin bugün için kilometrelerce uzunlukta bir açık kanalizasyon isale hattına dönüştüğü ifade edilmektedir. Bu şekilde, Nehrin flora ve faunasıyla can çekişmekte ve kendisiyle birlikte içinden geçtiği, Ovayı da ölüme götürdüğü dile getirilmektedir. Bunun sorumluları olarak çevre duyarlılığı olmayan açgözlü sanayici ve işletmeler, oy kaygısıyla hareket eden yerel yönetimler ve şüphesiz merkezi idare gösterilmektedir. Eğer dikkat edilmeyip önlem alınmazsa nehir ve ova 3 yıl sonra kendini bir çöle bırakacağı vurgulanmaktadır Ege Denizi Ege Denizi (Yunanca: Αιγαίο Πέλαγος: "Egeo Pélagos") veya Türkçe diğer adı ile Adalar Denizi, Balkan ve Anadolu Yarımadaları arasında, Akdeniz'e bağlı bir denizdir. Marmara Denizi ve Karadeniz'den Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile ayrılan bu denizin kuzey sınırları karalarla çizilmiş olmakla birlikte, güney sınırlarını Yunanistan'a bağlı adalar olan Rodos ve Girit çizer. Ege Denizinin tüm kıyıları Türkiye ve Yunanistan ile çevrilidir. Karadeniz üzerinden taşınan petrol ürünlerinin dünya pazarına ulaşmasında başlıca yoldur. Ege denizi ile ilgili kelime kökeni konusunda ortak bir görüş yoktur. Ama en yaygın ve eski görüş, ismin mitolojik köken anlatısıdır. Ama daha sistemetik yapılan modern araştırmalar kelimenin kökeni konusunda başka bakışlarınında ortaya çıkmasının sağlamıştır. Ege kelimesinin Türkçeye nasıl geçtiği konusunda ise, kelimenin bu denizin Fransızcadaki karşılığı olan ""Mer Égée"" den Türkçeye geçtiği düşünülmektedir. 1941 yılındaki 1. Coğrafya Kurultayında Ege ismi, coğrafi adlandırmalarda standartlaşmayı sağlamak için resmi olarak seçilmiş ve bu sayede yaygınlaşmıştır. Mitolojik, inanışa göre ismin kökeni Aegeus efsanesine dayandırılmaktadır. Bu efsaneye göre Atina'da düzenlenen bir bayram olan Panathenaia'da Girit Kralı Minos'un oğlu Androgues öldürülür. Buna karşılık Girit kralı Atina'dan her yıl yarı insan yarı boğa olan Minotaur'a kurban edilmek üzere yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini talep eder. Bundan hoşlanmayan Atina kralı Aegeus, oğlu Theseus'a Minotaur'u öldürme görevi verir. Bu görevi başarması halinde geri dönerken gemisine beyaz bayrak çekmesini, başaramaması halinde ise siyah bayrak çekmesini ister. Girit'e giden kralın oğlu Theseus, görevini başarıyla sonlandırır ve zafer sarhoşluğuyla geri dönerken babasının söylediklerini karıştırır ve gemisine yanlışlıkla siyah bayrak çeker. Bunu gören kral oğlunun başarısızlığa uğradığını düşünerek kendini denize atarak intihar eder. Bu olay sonunda kralın atladığı yer olan Atina Körfezi'ne "Aegeus Pontos" (Ege Denizi-Aegeus'un Denizi) denilmeye başlar ve isim yaygınlaşır. Bazı tarihi görüşler ise ""Pelagos"" ismi üzerine yoğunlaşır. Tarihi açıdan, Yunan soyunun öncüsü sayılan Hellenler Yunanistan bölgesinde yaşayan yerli bir halk değil, Balkanlardan gelen bir halktır. Batı Anadolu ve Yunanistan'da erken dönemde Pelasg adlı başka bir kavim yaşamaktadır. Hellenlerin denizin bu ilk sakinleri nedeniyle Pelasg Denizi olarak adlandırdığı savunulur. Kimi dil bilimsel görüşlerde deniz anlamının pontus sözcüğünden değil, kesin olmakla beraber anlamın Yunanca dalgalar anlamına gelen ""aiges"" kelimesinden türemiş olabilceğini söyler. Ege denizi isminin etimolojik olarak yunan dili ile açıklanamayan bir isim olduğu Bilge Umar'ın "Türkiye'deki Tarihsel Adlar" isimli eserinde savunulmaktadır. Aynı kitapta bu ismin eski Anadolu dillerinden olan Luvi dilinden gelen bir miras olduğu savunulmaktadır. Yunanca ""Aigaion Pelagos"" kelimesinin, Luvice toprak anlamına gelen ""Aia/İa"" kelimesinden türediğini iddia eder ve adı ana tanrıça kültü ile ilişkilendirir. Adalar denizi ya da takımada anlamından gelen Arşipel adı denizin teknotik yapısı neticesinde sahip olduğu çok sayıda adadan gelen tamamen coğrafya kökenli bir isimdir. Yabancı dillerde ""Archipelago"" olarak geçen adlandırma, ""üzerinde pek çok ada bulunan deniz; adalar grubu; takımadalar"" anlamındadır. Ege Deniziyle Türkler ilk olarak 1081 yılında karşılaşmış ve bu denize "Adalar Denizi" ismini vermişlerdir. Bu dönemden sonra Aydın Oğulları ve Osmanlı kaynaklarında bu denizden "Adalar Denizi" şeklinde bahsedilmektedir. Piri Reis'in 1519 yılında tamamladığı kitabı ""Kitab-ı Bahriye"" de,Piri reis şu ifadeyi kullanır, ""Şunu bilmek gerektir ki, 'adalar arası' denen yere "Erso Peloga" derler"". Bu şekilde denizin Türkçe ve yabancı ismini belirtir. Bir başka Osmanlı yazarı Katip Çelebi de benzer şekilde 1656 yılında yazdığı ""Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l-Bihar"" (Deniz Savaşları Hakkında Büyüklere Armağan) adlı eserinde Ege Denizi için ""Adalar Arası" derler" ifadesini kullanır. Avrupa'daki örnekler içinde de Archipelago ismi oldukça yaygındır. Bu ismi tercih eden kimi eserler ve yapımcıları 20.yy örneklerine bakarsak, 1913 yılında Ali Tevfik tarafından tamamlanan "Memalik-i Osmaniye'nin Coğrafyası" adlı eserde Adalar Denizi adı kullanılmaktadır. Aynı kaynağa göre 1931 yılında Latin harfleriyle basılan ve Mektep Haritaları Mürettibi Muallim Abdülkadir, Kuleli Askeri Lisesi Coğrafya Muallimi kaymakam Mehmet Rüştü ve Kandilli Lisesi Muallimlerinden Hattat Süreyya tarafından hazırlanan ""Mükemmel Umumi Atlas"" da Ege Denizi, Adalar Denizi adıyla belirtilmiştir. Aynı isim 1938 yılında Faik Sabri Duran'ın yazdığı lise 3. sınıf "Türkiye Coğrafyası" adlı ders kitabıda sayfa 70 ve 338'de sunulan haritalarda yer almıştır ve 26. sayfasında da geçmiş Ege bölgesi için ise Garbi Anadolu ifadesi kullanılmıştır. Ancak aynı kitabın farklı bir sayfasında Ege Denizi ifadesi de kullanılmıştır. Ege Denizi Anadolu ve Yunanistan Yarımadası arasında bulunan irili ufaklı 3000 kadar ada ve ada görünümündeki kara parçalarına da
içine alan yarı kapalı bir denizdir. Anadolu Yarımadasının batı kıyılarının çok fazla girintili ve çıkıntılı olması ve bu kıyılara çok yakın konumda çok sayıda ada bulunması, Ege denizinin daha önce büyük bir kara parçası olduğunu düşündürmektedir. Ege denizinin, başka yerlerde çok az görülen, girintili çıkıntılı kıyılara; bu kıyılarda bulunan çok sayıdaki koy, körfez, boğaz ve yarımadaya sahip olma gibi bir başka özelliği daha vardır. Ege Denizi, yakın bir geçmişte “Aegeis” ya da “Egeid” adı verilen bir kara parçasının, büyük bir bölümünün sular altında kalmasıyla oluşmuştur; üstündeki adaların çokluğu nedeniyle “Adalar Denizi” diye de adlandırılır. Ege'de gelgit önemsizdir ve yol açtığı düzey genişliği ancak bazı dar boğazlarda, rüzgarlarla meydana gelen yığılmaların da etkisiyle 30–40 cm'yi bulur. Adalar arasındaki bazı dar ve dolambaçlı boğazlar şiddetli ve karmaşık yerel akıntılara neden olur. Bunların en ünlüsü Eğriboğaz Körfezi'nde görülür. Ege Denizi'nde, kuzeyde Saros Körfezi'nden başlayarak güneye doğru “S” biçiminde uzanan, tabanının derinliği yer yer 1000 m'yi aşan bir oluk yer alır. Ege Denizi'nde çok sayıda ada bulunur. Toplam yüzölçümleri yaklaşık olarak 23.000 km² olan bu adalar, her yana serpilmiş gibi görünmelerine karşın, belli bir düzen ve gruplaşma gösterirler. Denizi üstünde egemen olan Akdeniz iklimi, bu büyük su kütlesinin etkisiyle bazı değişikliklere uğrar: Ege Denizi'nin etkisi, donlu günlerin sayısını azaltır. Denizi suyu sıcaklıkları da genelde kuzeyden güneye doğru artar. Bu artış kışın daha çok belirlidir. Kıyı ve adalarda kışları yağışlı bir Akdeniz iklimi görülür. Yazın bütün Ege Denizi ısınır. Kuzey ve güney yüzey suları arasındaki sıcaklık farkı, 1°-2 °C'a iner. Sıcaklığın en yüksek olduğu ayda Ege Denizi'nin her yanında deniz suyu sıcaklığı 23°-24 °C arasındadır. Ege Denizi'nde yıllık yağış tutarı kuzeyden güneye gidildikçe azalır. Yağışlar genellikle kış aylarında toplanmıştır. Komşu karalarda olduğu gibi, Ege Denizi alanında da yazlar çok kuraktır. Yazın Ege Denizi'nin her yanında, kuzeyden ve kuzeydoğudan “etezyen” adı verilen şiddetli bir rüzgar eser. Ege Denizi, biyoloji ve hidroloji özellikleri bakımından Karadeniz ile Akdeniz arasında bir geçiş alanı oluşturur. Genel olarak, Türkiye tarafından kullanılmasada, dünyada farklı kaynaklara göre Ege Denizi 3 alt kol barındırır. Bunlar; Güneyden Afrika Plakası, batıdan Anadolu Plakası tarafından sıkıştırılan Ege Deniz tabanı, volkanik faaliyetlerini hala sürdüren ve tarihsel olarak 7-8 şiddetinde pek çok deprem yaratan teknotik açıdan aktif bir bölgedir . Denizin kuzeyi, KAF fay sisteminin Marmara Denizinin altından Ege Denizine kadar uzanan fay hatlarıyla doludur. Orta kısımlarda, Türkiye'nin Ege bölgesindeki grabenlere paralel birçok fay hattı, denizin içine kadar uzanır.. Güneyde ise yay şeklinde Yunanistan kıyılarında, Rodos ve Türkiye kıyılarına uzanan aktif hatlar vardır. Volkanik açıdan Santorini, tarihsel olarak en bilinen örnektir. Ayrıca, antik çağda Limni adası açıklarında teknotik bir hareketlilik sonucu batan bir adadan (Chryse Island) söz edilir. Çanakkale Boğazı'ndan ve altüst akıntısıyla gelen ve besin tuzları, oksijen ve plankton bakımından zengin olan Karadeniz suları, kuzeydeki balık yaşamını olumlu yönde etkiler. Ege Denizi, oksijen bakımından zengin olmasına karşın, fosfat ve nitrat bakımından yoksuldur. Bu yüzden güney bölümü, dünyanın balık bakımından en yoksul denizlerindendir. Buna karşın denizin güney bölgesinde süngercilik, tarihsel olarak yapılan bir diğer iş koludur. Denizin kuzeyinde Batı Trakya açıklarında, Yunanistan tarafından 60 yıl boyunca işlenen bir petrol rezervi vardır. Ama artık ömrünü doldurmuştur. Ege Denizi'nin orta bölümleri, her ne kadar arada Yunanistan'a ait adalar olsa da, Türkiye ana kıta topraklarından 200 deniz mili daha yakında bulunmasından ötürü Türkiye'nin münhasır ekonomik bölgesi içinde kalır. B.M. Uluslararası Deniz Hakları Sözleşmesi'nin ilgili maddelerine göre; münhasır ekonomik bölge adı verilen ve petrol, madenler ve deniz servetlerini çıkarma hakkını veren bölge alanları tayin edilirken, bu münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlenmesinde adalar dikkate alınmamakta ve bu ekonomik alanın son hudutları, ana kıta topraklarından uzaklığıyla ölçülmektedir. Böylece Türkiye devleti, arada kalan Midilli, Sakız, Sisam ve Rodos gibi adaların 6 deniz mili karasularının üzerinden atlayarak bulunan Ege denizi orta bölümleri üzerinde—karasuları egemenliği anlamında değil—fakat ekonomik hakları bakımından deniz tabanı mülkiyetine sahip bulunmaktadır. Uluslararası Lahey Adalet Divanı da bu doğrultuda çeşitli ülkelerle ilgili kararlar vermiştir. (adaların deniz ekonomik bölgelerinin olamayacağı şeklinde...) Böylece Türkiye ülkesinin denizaltı yataklarını işletme hakları kendi kıyılarından çok uzaklara, Limni, Naksos ve Girit adaları yakınlarına kadar uzanmaktadır. Petrus Petrus, İsa'nın on iki havarisinden biri. İsa'nın diğer bir havarisi olan Andreas'ın kardeşidir. Ayrıca Simon/Simun, Peter, Kifas/Cephas/Kefas/Kepha isimleri ile de bilinir. Hristiyanlıkta adının önüne "aziz" unvanı getirilir. Celile, Filistin'de dünyaya gelmiştir. Asıl mesleği balıkçılıktı. Katolik Kilisesi'ne göre ilk Papa ve İsa'nın varisidir. 29 Haziran 67 tarihinde çarmıha gerilerek öldürüldüğüne inanılır. Petrus, Hristiyanlığa göre İsa'nın Kilisesini üzerinde kurmak istediği Kaya'dır (temel kişi). "Kaya" anlamına gelen Aramice "Kifas" (Latince "Petrus") künyesini kendisine İsa vermiştir. İsa'nın ölümünden sonra Hristiyanlar onun etrafında kenetlendiler, Romalıların tüm saldırılarına karşı inançlarını korudular, bunda Petrus'un büyük bir katkısı vardı. Bir gün Pavlus, Barnabas'ın himayesinde Petrus'a gelerek Kilise'ye katılmak istediğini söyledi, gördüğü vizyonlardan bahsetti. Ne kadar günahkar olsa da döndüğünü söyleyen kişiye şans tanımak gerektiğine inanan Petrus ona bu fırsatı tanıdı. HP HP, Hp veya hp aşağıdaki anlamlara gelebilir: Hewlett-Packard Hewlett-Packard Şirketi (kısaca HP), merkezi ABD'de Palo Alto, Kaliforniya'da bulunan çok büyük bir uluslararası şirkettir. Bilgi işlem, baskı sistemleri ve sayısal görüntüleme donanımları üreticisidir. Ayrıca yazılım ve hizmet sağlayıcısıdır.Şirket dünya çapında hükümet, sağlık ve eğitim sektörlerindeki müşteriler dahil tüketiciler, küçük ve büyük işletmeler için geniş teknoloji ürünlerle beraber çeşitli yazılım ve bilişim teknolojisi hizmetleri sunmuştur. Şirket 1 Ocak 1939 yılında 2 öğrenci arkadaş - William Hewlett ve David Packard tarafından ölçü ekipmanı ve ölçü cihazları üreticisi olarak kuruldu. Onlar 1935 yılında Stanford Üniversitesinden elektrik mühendisliği bölümünden mezun olmuşlar. Şirket ismini kurucularının isimlerinin ilk harflerinden oluşturuldu.Fazla düşüncelerden sonra Hewlett kendi harfini ilk yere koydu.Böylece Hewlett-Packard (HP) ismi yarandı. Başlangıç ​​sermayesi sadece 538 $ olan şirketin ilk ofisi Palo Altoda olan sıradan bir garaj oldu.İlk ürünü HP200A ismindeki hassas ses osilatörü idi.Onların yaptıkları yenilik devresi çıkış sinüs dalga genliği stabilize negatif geri besleme döngüsü kritik bölümünde direnç olarak bir sıcaklığa bağlı (bir "pilot ışığı" olarak da bilinir) küçük bir akkor ampul kullanımını oldu. Osilatörün ilk alıcısı The Walt Disney Company şirketi oldu,şirket üründen 8 adet almakla Fantasia filminin çekimlerinde kullandı.Kendi işlerinin kurulmasında genç öğrencilere hocaları Frederick Terman büyük katkı gösterdi.Birkaç yıllık yoğun çalışmalardan sonra HP şirket olarak 18 Ağustos 1947 tarihinde kuruldu ve 6 Kasım 1957 tarihinde halka arz edildi. HP, birçok yüksek kaliteli ürünler yaratmak için Sony ve Japonya'da Yokogawa Electric şirketleri ile 1960 yılında işbirliği yaptı. HP ve Yokogawa Japonyada HP ürünlerini pazarlamak için 1963 yılında bir ortak girişim (Yokogawa-Hewlett-Packard) kurdu.1966 yılında şirket dünyada ilk kez mini bilgisayar olan HP 2100/HP 1000 serisini tanıttı.Ürün Intel x86 mimarisine biraz benzer düzenlenmiş ve basit bir akümülatör tabanlı tasarımı vardı.1968 yılında ise masaüstü bilimsel hesap makinesi olan Hewlett-Packard 9100A modelini tanıttı.Bu model şirketin ilk kişisel bilgisayarı idi. 1970li yıllarda şirket gelişme devrine girdi.1972 yılında şirket RISC teknölöjisi esasında HP 3000 bilgisayarını sundu.Aynı yılda şirket dünyada ilk kez HP-35 bilimsel cep hesap makinesi başlattı ve 1974 yılında - yerine RAM 4 KB DRAM dinamik manyetik hafıza kullanarak dünyanın ilk HP-65 programlanabilir hesap makinesini tanıttı.1975 yılında ASCII terminalleri üzerine yaratılan yeni bir makine-HP 2640 serisi tanıtıldı.Bu seri WYSIWYG programı esasında HP 2100 modeli ile kombine edildi.1975 yılında şirket HP-IB arayüzünü geliştirdi,bu buluş çevresel cihazların bilgisayara bağlanması için uluslararası bir standart olarak kabul edildi.Teknik masaüstü bilgisayarların 98x5 serisi (HP 9800 ) 1975 yılında başlatıldı,daha ucuz 80 serisi ve 1979 yılında teknik bilgisayarı 85 serisi başlatıltı. Bu makineler BASIC programlama dili ile yaratılmış ve depolama için özel bir manyetik bant kullanılmıştır. Şirket 1984 yılında inkjet (mürekkep püskürtmeli), laser yazıcı ve tarayıcıları ile piyasaya girdi.Mayıs 1984 yılında şirket Canon ve Xerox teknolojisini kullanarak ünlü HP LaserJet yazıcı serisini piyasaya sundu. 3 Mart 1986 yılında dünyada 9-cu alan adı (domain) olan HP.com sitesini kaydını yaptırtı.1990'lı yıllarda masaüstü, dizüstü ve sunucu bilgisayarları üretimine başlamıştır. 2002 yılında Compaq şirketi ile birleşen HP şirketi, ayrıca HP-UX, Tru64 ve OpenVMS işletim sistemleri; PA-RISC, IA64 ve Alpha mikroişlemcilerini; HP 9000 ve ProLiant sunucu ve iş istasyonlarını ve OpenView gibi yönetim yazılımları üretmektedir. Hewlett-Packard ilk kez 1959 yılında çizici firması F.L. Moseley Company-ni bünyesine kattı. Daha büyük devralma 1989 yılı 4 Mayısda gerçekleştirdi;Apollo Computer şirketini $476 milyona bünyesine kattı. 1995 yılı eylül ayında Convex Computeri 150 milyon dol
ara satın aldı. 1995-1998 yılında İngilterenin Tottenham Hotspur FC kulübüne sponsorluk yaptı.1997 yılın nisan ayında Elektronik fatura ödeme şirketi VeriFone 1.18 milyar $'a şirkete katıldı. "Bluestone Software" şirketi 470 milyon $'a, "Comdisco Inc." 610 milyon $'a, StorageApps şrketi $350 milyona alındı. 3 mayıs 2002 yılında Hewlett-Packard bilgisayar üreticisi Compaq şirketini çok büyük fiyata-25 milyar $'a devralmakla tarihte en büyük işlemlerden birini gerçekleştirdi..2003 yılın mayıs ayında Procter & Gamble şirketi kendisinin İT bölümünü 3 milyara Hewlett-Packard şirketine sattı.2005 yılında Scitex Vision ve Peregrine Systems 230 milyon $ ve 425 milyon $'a şirkete katıldı. 2006 yılında Mercury Interactive $4.5 milyara,2007 yılında Opsware $1.6 milyara alındı. 2008 yılında NUR Macroprinters Ltd ve Exstream Software $457.076 milyon ve $371 milyona alındı. 2008 yılın ağustos ayında IT hizmetleri şirketi Electronic Data Systems büyük fiyata-$13.9 milyar karşılığında Hewlett-Packardın yan kuruluşuna dönüştü. 2010 yılın nisan ayında bilgisayar ağı konusunda uzmanlaşan 3Com şirketi $2.7 milyara şirket tarafından alındı. 2010 yılında cep bilgisayarı üreten Palm şirketi $1.2 milyara alındı.HP 3PAR $2.35 milyara,güvenlik yönetimi şirketi ArcSight $1.5 milyara devralındı.2011 yılın Kasım ayında bilgi yönetimi şirketi Autonomy Corporation $11 milyara şirketin bir kolu oldu. Compaq ile yapılan birleşmenin organizasyon anlamında yeterince hazmedilememesi ve hedeflenen performansın ortaya konulamaması sonucu, HP'nin CEO'su Carly Fiorina, 2005 yılı başında hissedarların talebi doğrultusunda görevinden ayrılmak durumunda kalmıştır. 2005 yılında şirketin başına CEO olarak Mark Hurd gelmiştir. Mark Hurd'un bu görevinden ayrılmasından sonra da 2011 yılından itibaren yeni CEO Meg Whitman olmuş ve şirket halen onun yönetimindedir. 6 Ekim 2014 tarihinde, Hewlett-Packard şirketi yeni döneme başlamak istediklerini duyurdular.Şirket kendi kurumsal ürün ve hizmetlere bölmek için planlarını açıkladı. 1 Kasım 2015 yılında resmen ilan edildi:Hewlett-Packard şirketi 2-ye ayrıldı, iki halka açık şirketler yaratıldı: HP Inc.-üretimi konusunda uzmanlaşıyor,şirketin tüm üretim ve satış işleri bu kuruma verildi.Hewlett Packard Enterprise ise İT, donanım, bilişim konusunda uzmanlaştı. Hesap makinesi Hesap makinesi, ilk zamanlar dört işlemi yapabilen, daha sonraları geliştirilerek her türlü sayısal işlemi yapar duruma getirilen elektronik ve mekanik bir araçtır. İlk hesap makineleri abaküsler idi. 1623 yılında Wilhelm Schickard ilk kez dört işlemi bir arada yapabilen hesap makinesini Almanya’daki Heidelberg Üniversitesinde geliştirdi. Schickard geliştirmiş olduğu araç ile astronomi, matematik, alan ölçümleri, yüz ölçümü hesaplama ve haritacılık işlemlerinde kullanmıştır. Geliştirmiş olduğu cihaz oldukça karmaşık ve herkesin kolaylıkla kullanamayacağı bir çalışma sistemine sahipti. Yaklaşık yirmi yıl kadar sonra, 1645 yılında Fransız filozof Blaise Pascal, vergi tahsildarı olan babasına yardımcı olmak için bir hesap makinesi tasarladı. 1799 yılına kadar kullanılan bu mekanik aygıt, kadranlarla girilen sayıları toplayıp çıkarıyordu. Gottfried Wilhelm Leibniz 1671 yılında toplama ve dört işlemi yapabilen mekanik bir aygıt geliştirdi. Ancak bu aygıtlar, çok yaygın olarak kullanılmamıştır. Bunlardan yaklaşık bir asır kadar sonra Charles Xavier Thomas’ın bulduğu dört işlemi ve karekök alma işlemini yapabilen Aritmometre, 1970’lere kadar kullanılmış olan mekanik hesap makinelerinin atası olmuştur. Daha sonra üretilen bu hesap makineleri, ara sonuçları toplayan, eski sonuçların saklanıp gerektiğinde kullanılabilmesini sağlayan, trigonometrik, istatistiksel ve ileri matematik işlevleri içeren ve yazılımlanabilme özellikleri ile daha çok bilgisayarlara benzeyen çok karmaşık elektronik cihazlar hale gelmiştir. Şeritli hesap makinesi : Genelde muhasebe alanında kullanılan, denetimi sağlamak için kağıda baskı yapabilen hesap makinesi Biyotin Biyotin, literatürde, H vitamini veya B vitamini olarak da adlandırılan ve güncel haberlerde karşımıza sıklıkla "güzellik vitamini" adıyla çıkan bir vitamindir. Kimyasal formülü CHNOS olan biyotin, suda çözünen bir B kompleksi vitaminidir. Kalın bağırsaktaki bakteriler tarafından da üretilen biyotin sağlıklı bir yaşam için gerekli olan önemli bir vitamindir. Yağ, protein ve karbonhidrat metabolizmalarında koenzimdir. Aynı zamanda hücre gelişimine katkıda bulunur, kanın şeker seviyesini ortalama düzeyde tutmaya yardımcı olur. Özellikle kemik iliği için çok önemli olmasının yanı sıra sağlıklı sinir dokuları için de gereklidir. Biyotinin son zamanlarda "güzellik vitamini" olarak anılmasının en büyük sebebi saçlara ve tırnaklara olan pozitif etkisidir. Bugün bu özelliği yüzünden, biyotin birçok kozmetik ürününde bulunmaktadır. Biyotin yetersizliği eğer müdahale edilmez ise çok tehlikeli olabilir. Biyotin hem bağırsaktaki bakteriler tarafından üretildiği, hem de genel olarak yiyeceklerde yeterli oranlarda bulunduğu için biyotin yetersizliği, doğuştan gelen bir faktör yoksa, sıklıkla rastlanılan bir durum değildir. Yine de biyotin yetersizliğinin semptomları olarak şunları sıralayabiliriz: Eğer zamanında önlem alınmazsa semptomlar artar ve ciddi nörolojik veya müsküler bozukluklara yol açabilir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar biyotin eksikliğinin hafif derecede depresif davranışlara yol açabileceğini kanıtlamıştır. Çiğ yumurta, içindeki avidin maddesi yüzünden biotin yetersizliğine sebep olur. Avidin, biotine tutunur ve onun bağırsaktan geri emilimine engel olur. Biyotini ortalama bir diyette yeterli oranda almak hiç de zor değildir. Zira biyotin birçok farklı besin maddesinde bulunmaktadır. Başta baklagiller ve et ürünleri olmak üzere, süt ve süt ürünleri, pişmiş yumurta sarısı, balık ve patates gibi gıdalarda bulunur. Makine Makine, herhangi bir enerji türünü başka bir enerjiye dönüştürmek, belli bir güçten yararlanarak bir işi yapmak veya etki oluşturmak için dişliler, yataklar ve miller gibi çeşitli makine elemanlarından oluşan düzenekler bütünü. Herhangi bir mekanik parçası olmayan elektronik veya organik aygıtlar da makine kapsamındadır. Makineler belirli bir işin gerçekleştirilmesinde ya da fiziksel bir işlevin yerine getirilmesinde, insan ya da hayvan gücüne yardımcı olmak veya tümüyle onların yerini almak için geliştirilmişlerdir. Kaldıraç, eğik düzlem, çıkrık gibi basit makinelerden, modern bir otomobil gibi çok karmaşık sistemlere kadar geniş bir yelpaze içindeki aygıtları kapsarlar. Makineler ısıl, kimyasal, nükleer ya da elektriksel enerjiyi mekanik enerjiye dönüştürerek ya da bunu tam tersi biçiminde çalışabilir veya yalnızca kuvvetleri ve hareketi aktarma ya da uyarlama işlevi görebilir. Bütün makinelerde birer giriş ve çıkış donanımı ile uyarlama ya da dönüştürme ve aktarma donanımları vardır. Giriş enerjilerini ("girdi"), rüzgâr, akarsu, kömür, petrol ya da uranyum gibi doğal kaynaklardan alan ve bu enerjiyi mekanik enerjiye dönüştüren makinelere birincil devindirici (primer motor) denir. Yeldeğirmenleri, su çarkları, türbinler, buhar makineleri ve içten yanmalı motorlar birincil devindiricilerdir. Bu makinelerden elde edilen çıkış enerjisi ("çıktı"), çoğunlukla döner millerin aracılığıyla elektrik üreteci, hidrolik pompa ya da kompresör gibi başka makinelere "girdi" olarak beslenebilir. Bu son üç aygıt ise üreteçler (jeneratör) sınıfına girer; bu aygıtların çıktısı olan elektriksel, hidrolik ve pnömatik enerjiler, elektrik, hidrolik ya da hava motorlarında "girdi" olarak kullanılabilir. Bu motorlardan, takım tezgâhları gibi malzeme işleme makineleri, paketleme ve taşıma makineleri ya da dikiş makinesi ve çamaşır makinesi gibi çeşitli türlerde "çıktı"lar üreten makinelerin çalıştırılmasında yararlanılır. Birincil devindirici, üreteç ya da motor sınıfına girmeyen makineler ise işlemci (operatör makine) denir; işlemciler kategorisi, hesap makinesi ve yazı makinesi gibi elle çalıştırılan bütün aletleri kapsar. Bazı durumlarda bütün kategorilerdeki makineler tek bir birim içinde toplanır. Örneğin, bir dizel-elektrikli lokomotifte, birincil devindirici dizel motorudur; bu motor elektrik üretecine güç sağlar, üreteç de tekerlekleri çeviren motorları çalıştırır. Palinoloji Botanik biliminin bir alt dalı olan palinoloji, polen sporlarını araştıran bilim dalının adıdır. Palinoloji terimi ilk kez Hyde ve Williams tarafından 1944'de kullanılmıştır. Etimolojik olarak, Hyde ve Williams "palinoloji"yi, Yunanca "paluno" (serpmek) ve "pale" (toz) kelimelerinden türetmiştir. Özellikle son yıllarda yapılan önemli araştırmalar ve bulgularla palinoloji çok gelişmiştir. Birçok altdalının (adli palinoloji, polen fizyolojisi, polen morfolojisi vb.) çıkmasının yanı sıra, palinoloji tıbbi araştırmalar açısından da fazla ilerleme kaydetmiştir. Tıbbi açıdan kaydedilen gelişmenin en büyük nedeni polenlerin alerjik reaksiyonlar oluşturup neden olduğu hastalıklar (astım vs.) üzerine yapılan yeni araştırmalardır. Aynı zamanda, pollenleri yiyecek olarak toplayan hayvanlar (bal arısı vb.) üzerinde yapılan araştırmalarda palinolojinin gelişmesinde ve yeni palinoloji alt dallarının oluşmasında büyük bir role sahiptir. Bunların dışında, palinoloji aynı zamanda fosilleşmiş polenleri de incelediğinden, jeoloji ile yakından ilgili yeni palinoloji alt dalları oluşmuştur. Kolera Kolera, Vibrio cholerae isimli bakterinin neden olduğu bağırsak enfeksiyonuna bağlı olan, akut ve şiddetli ishal ile seyreden bir hastalıktır. 1817′de Japonya’da, 1826′da Moskova’da, 1831′de Berlin’de, Paris’te ve Londra’da salgınlar başlamıştır. Sonrasında Londra’dan göçmenlerle Kanada’ya ulaşan salgınlar birçok insanın ölümüne neden olmuş, ve ardından 1892 yılında Hamburg’da salgın yapmıştır. Tarihte ülkemizdeki en büyük kolera salgını 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştır, ordu personeli ve muhacirler arasında ciddi zayiata sebep olmuştur. = Tedavi = Ölüm riski çok yüksek olan ve bugün hâlâ binlerce
insanın ölümüne yol açan koleranın tedavisi aslında fazlasıyla basittir. "Oral rehidrasyon tedavisi" (ağızdan sıvı tedavisi) olarak da adlandırılan tedavi ile kolera hastaları kısa sürede sağlıklarına kavuşabilirler. Bu tedavide, kaybedilen su ve elektrolit (sodyum, potasyum, klor, bikarbonat) kaybını yerine koyabilmek ve normal beslenemeyen hastaya enerji sağlayabilmek amacıyla, hastaya vücudun normal sıvı-elektrolit dengesine eşdeğer (izotonik) bir tür tuz ve glikoz karışımı içirilir. Herhangi bir şey içemeyecek durumda olan daha ağır hastalara (toplam hastaların yaklaşık %10-20'si) ise karışım damardan verilir. Durumu çok ağır ve acil olan hastalara ise tetrasiklin ve tetrasiklin benzeri antibiyotiklerle antibakteriyel tedavi uygulanır. Erken dönemde ağızdan uygulanacak etkin bir antibakteriyel ilaç ile 48 saat içinde "Vibrio cholerae" basillerinin yok edilmesi, dışkı hacminin %50’ye varan oranlarda azaltılması ve ishalin durdurulması mümkündür. Hangi ilacın seçileceğini hastalığa yakalananların dışkı örneklerinden yalıtılan "V. cholerae" suşunun hangi antibakteriyel(ler)e duyarlı olduğu belirler. Salgın Sebebi Olan "V. Cholerae" Suşlarının Genellikle Duyarlı Olduğu Antibakteriyel İlaçlar Şunlardır: Kalıcı dişlerinin tamamını henüz çıkarmamış (genellikle 8 yaşından küçük) çocuklara yönelik tedavide tetrasiklin, düşük olasılıkla da olsa dişlerde kalıcı renk bozukluklarına yol açmak gibi bir yan etkisi olduğu için, tercih edilmeyebilir. = Önlem = Her şeyden önce su kaynaklarının ve içme suyunun temiz olması çok önemlidir. Eğer kullanılacak suyun temizliğinden şüphe varsa, suyun önce kaynatılıp sonra kullanılması daha sağlıklı olacaktır. Dışkıların hijyenik bir biçimde yaşama ortamından uzaklaştırılması, düzgün bir kanalizasyon sistemi çok önemli bir faktördür. Pişmemiş yiyeceklerin yenmemesi, çiğ gıdalardan uzak durmak ve özellikle çiğ balık ve kabuklu deniz ürünlerinin tüketilmemesi koleraya karşı korunmak için önemlidir. = Aşı = Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez. Geçmişteki kolera aşılarından daha iyi bir bağışıklığa neden olsalar ve daha az yan etki barındırsalar da, bu aşılar hâlâ ideal seviyeye ulaşamamıştır ve bu yüzden de birçok ülkede kullanılmamaktadır. İdeal bir kolera aşısı için yapılan araştırmalar hâlâ devam etmektedir. Tercüman-ı Ahvâl Tercüman-ı Ahvâl, İstanbul'da 1860-1866 arasında yayımlanan ilk özel gazetedir. 22 Ekim 1860'ta Agah Efendi ve Şinasi tarafından çıkarıldı. Önceleri pazar günleri çıkan gazete 22 Nisan 1861'deki 25. sayısıyla birlikte haftada üç gün (Pazar, Salı , Perşembe) yayımlanmaya başladı. Gazete, zamanla "Ceride-i Havadis" gazetesiyle rekabet edebilmek için yayınını beş güne çıkardı. Bahçekapı'da bir matbaada basılan gazete, matbaanın altındaki bir tütüncü dükkânından satılıyordu. Ahmed Vefik Paşa, Ziya Paşa ve Refik Bey'in sık sık bu gazetede yazıları yer aldı. Bu yazılarda Osmanlı toplumunun geri kalma nedenleri ve ülkede olup bitenler tartışılıyordu. Ancak 24. sayısından sonra Şinasi ayrılmıştır. Ayrıca edebi eserlerin de yayımlandığı gazetede, batılı anlamda ilk Türkçe oyun olan Şinasi'nin "Şair Evlenmesi" de (1860) dizi olarak yayınlamıştı. Gazete, Ziya Paşa'nın kaleme aldığı sanılan ve eğitim sistemine sert eleştirilerde bulunan bir yazı yüzünden Mayıs 1861'de iki hafta süreyle kapatıldı. Bu olay Türk basınında yayın durdurmanın ilk örneği oldu. 792 sayı yayımlanan Tercüman-ı Ahval'in 11 Mart 1866'da yayınına son verildi. Henry David Thoreau Henry David Thoreau (12 Temmuz 1817 - 6 Mayıs 1862), ABD'li yazar, filozof, şair, tarihçi, kölelik karşıtı, vergi direnişçisi, kalkınma eleştirmeni ve natüralist. 1817 yılında Massachusetts eyaletine bağlı Concord'da doğdu. Harvard Üniversitesi'nden 1837 yılında mezun oldu. Hiçbir zaman geleneksel bir öğrenci olmamıştı, okul yıllarında transandantalizme ve Ralph Waldo Emerson'a olan ilgisi başladı. Harvard'dan mezun olunca bir süre babasının dükkânında çalıştı, daha sonra bir okulda öğretmenlik yaptı. Düşüncesel anlamda fazlasıyla etkisinde kaldığı, ve ömür boyu dostu olacak Emerson 1841'de onu evine davet etti, ve Thoreau 1843'e kadar sık aralıklarla Emerson'da kaldı. Emerson'ının asistanı gibiydi, "The Dial" isimli transendentalist dergiye şiir ve nesirleri ile katkıda bulundu. 1845 yılında Concord şehrinin dışında bulunan Walden Gölü kıyısında, Emerson'a ait olan bir arazinin üstüne bir kulübe inşa etti. Burada geçirdiği iki yılın meyvesi olarak ""Walden"" kitabını yazdı. Walden gölünün kıyısında geçirdiği doğayla bütünleşik ama yalnız iki yılın bir diğer meyvesi de, 1849'da yayınlanan, "A Week on the Concord and the Merrimack Rivers" (Concord ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta) idi. Thoreau'nun sağlığında yayımlayabildiği sadece bu iki kitabı vardır. Diğer eserleri ve günlükleri ölümünden sonra yayınlanmıştır. 1854'de yayınladığı başyapıtı "Walden" Amerika'nın en önemli entelektüel akımlarından biri olan New England Transendentalizmi için bir örnek eserdir. Eserde yer alan çevre konusundaki düşünceler ise modern çevreciliğin ve çevre korumanın en önemli satırlarıdır diyebiliriz. Amerikan düşünce tarihi, transendentalizm ve naturalizmde bıraktığı izler ne kadar önemliyse, ""Sivil İtaatsizlik"" (Civil Disobedience, 1849) isimli makalesi de siyasi tarihe bıraktığı iz de o kadar önemlidir. Meksika savaşı yüzünden, ki ona göre bu savaş sadece köleliği geliştirmek içindi, ödemeyi reddettiği vergi sonucu hapiste geçirdiği bir gece, onun "Sivil İtaatsizlik" isimli makalesini yazmasına neden olmuştur. Daha sonraları Gandhi'nin en büyük ilham kaynağı olacak bu makale Thoreau'nun belki de en ünlü eseridir. Gandhi'nin dışında Tolstoy ve Martin Luther King gibi önemli isimler de Thoreau'nun düşüncelerinden ve eserlerinden ilham almışlardır. Thoreau, 1862'de, birkaç küçük gezi ve Harvard'daki öğrencilik dönemi dışında hiç ayrılmadığı Concord şehrinde, geçirdiği tüberküloz yüzünden vefat etmiştir. Bütün eserleri 20 cilt halinde 1906'da basılmıştır. Baden-Württemberg Baden Württemberg Güneybatı Almanya'da bir eyalettir. Nüfusa ve alana göre üçüncüdür. Başkenti Stuttgart'tır. Diğer önemli kentleri ise Konstanz, Freiburg, Karlsruhe, Mannheim, Tübingen ve Heidelberg'dir. Almanya'nın en zengin eyaletlerinden birisidir ve işsizlik oranı %5'in altındadır. Almanya'nın otomobil endüstrisinin büyük bir bölümünü oluşturan firmalar bu eyalette bulunmaktadırlar. Ayrıca eğitim kalitesinin en yüksek olduğu eyaletlerden biridir. Yoğun şivenin konuşulduğu bir eyalettir. Özellikle, Badisch ve Schwäbisch konuşulur. Eyalet batıda Fransa ve Rheinland-Pfalz, güneyde İsviçre, kuzeyde Hessen, doğuda ise Bavyera ile komşudur. Kara Orman (Schwarzwald) ilin ana ormanını teşkil etmektedir. Baden-Württemberg Almanya'daki Freiburg, Heidelberg ve Tübingen gibi birçok eski, prestijli ve meşhur üniversitelerin merkezidir. Diğer üniversiteler Konstanz, Karlsruhe, Mannheim ve Ulm şehirlerinde bulunur. Ayrıca başkent eyalet olan Stuttgart da iki üniversite bulunur. Bunlar, Hohenheim Üniversitesi ve Stuttgart Üniversitesi. Ludwigsburg meşhur ulusal film okulu Filmakademie Baden-Württembergin merkezidir. Baden-Württemberg'in çoğu yerlerinde, Svabya dilinin farklı lehçesi ("Schwäbisch") ve 'Badisch'/Allemanic kullanılır. Fakat kuzey Almanların çoğu bu lehçeleri anlayamaz. Bu lehçeler kırsal kesimlerde daha yoğun kullanılır. Baden-Württemberg'in seçmeni komşusu Bavyera gibi muhafazakârdır. İlk seçim haricinde, bütün başkanlar Hıristiyan Demokrat Birliği üyesiydi. Ancak 2011 yılında Winfried Kretschmann, Almanya genelinde Yeşiller Die Grünen üyesi ilk eyalet başkanı oldu. Baden-Württemberg 35 ilçeye (Landkreise) ve 9 bağımsız şehre (Stadtkreise), ayrıca her biri Freiburg, Karlsruhe, Stuttgart ve Tübingen olmak üzere dört Yönetimsel Bölgede "Regierungsbezirk") gruplanır. Map Ayrıca hiçbir bölgeye bağlı olmayan dokuz şehir de şunlardır: 2006'daki Baden-Württemberg seçimi 26 Mart 2006'da Baden-Württemberg meclisini (Landtag) seçmek için yapıldı. CDU-FDP koalisyonunda başkan olan Günther Oettinger seçimden sonra tekrar CDU-Yeşiller koalisyonunda da başkanlık yaptı (eyalette bir seferlik için). Hüsn-ü Aşk Hüsn-ü Aşk (günümüz Türkçesiyle "Güzellik ve Aşk"), Şeyh Galip tarafından yazılan mesnevi. 2041 beyitten oluşan eser, aruz ölçüsünün "mefulü-mefailün-feülün" kalıbı ile kaleme alınmıştır. Kendisi bu eseri, 1782'de girdiği bir iddia üzerine 6 ayda yazmıştır. Son dönem divan edebiyatının en önemli örneklerinden biri olmasının yanı sıra, tasavvufi alt yapısı ve sembolizmi ile genel olarak edebiyat ve spiritualizm açısından çok önemli bir eserdir. Eserin kahramanları güzellik (hüsn) ve güzelliğe yönelişin sonucu olan aşktır. Eserin her bir satırında tasavvufi simgeler bulunur; kişi isimlerinden, yer isimlerine ve benzetmelere kadar. Sebk-i Hindî (Hint üslûbu) ile kaleme alınmıştır. "Hüsn-ü Aşk", kurgusal anlamda Hüsn (Güzellik) isminde bir kız ile Aşk isminde bir erkeğin aşkını anlatan, tasavvufi bir tema ve temele sahip bir mesnevidir. Mesnevide anlatılan hikâye şöyledir: "Sevgioğulları" ("Beni-mahabbet") isimli bir Arap kabilesi vardır. Bir gece bu kabilede bir kız bir de erkek çocuk doğar, erkeğe "Aşk" kıza "Hüsn" ismini verirler, bu ikisini birbirlerine nişanlarlar. Öğrenim zamanları gelince ikisi de "Edep" okuluna giderler, bu okulda "Mollâ-yı Cünun" isimli büyük bir hoca vardır. Bu sıralarda Hüsn Aşk'a aşık olur. İkisi zaman zaman "Mânâ gezinti yeri"`ne gitmekte gezinmekte, sohbet etmektedirler. Bu gezinti yerinde "Suhan" isimli bir mihmandâr (misafir ağırlayan kişi) vardır ki bu kişi her şeyi bilen çok büyük bir insandır. Fakat, "Hayret" isimli kudretli bir kişi Hüsn ile Aşk'ın görüşmesine mani olur. Bir süre Suhan yoluyla mektuplaşırlar. Aşk'ın "Gayret" adında bir lalası vardır ve sonunda ikisi Aşk'ın gidip Hüsn'ü kabile büyüklerinden istemesi konusunda anlaşırlar. Kabile büyükleri ise Aşk
'ın bu arzusuyla alay eder ve eğer Hüsn'e kavuşmak istiyorsa "Kalb" ülkesine gidip "Kimyâ"`yı alıp gelmesi gerektiğini söylerler. Yolun ne denli zorlu ve korkunç olduğunu da anlatırlar, Aşk yolda dev, cin ve cadılarla karşılaşacak, ateşten bir denizden geçmek zorunda kalacaktır. Aşk ile Gayret Kalb ülkesine yola koyulurlar ve başlarından birçok badireler geçer. Her badirede onları Suhan kurtarır. Mutlu sonla biten hikâyede; işin sonunda Aşk'ın Hüsn'ü kendinden ayrı sanmasının onu yanlış yollara düşüren şey olduğunu, aslında Aşk'ın Hüsn, Hüsn'ün de Aşk olduğunu, birlikte ikiliğin var olmayacağını aslın "birlik" (teklik) olduğu mesajı ile karşılaşılır. Kahraman ve yerlerin isimlerinden hikâyenin sonucuna kadar neredeyse her unsur tasavvufi bir anlam taşımaktadır. (Örneğin; Hüsn ile Aşk seven ve sevileni yani hüsn-ü mutlak (Allah) ile dervişi, edep; dergahı, Munlâ-yı Cünun; mürşidi, Kalp şehri; Allah’ın tahtı olan gönlü ve oraya yapılan seferin, çile dolu sevgi mücadelesinin simgeleridir.) Bu nedenle "Hüsn-ü Aşk" tasavvuf edebiyatı açısından çok önemli bir eserdir. Georges Pompidou Georges Pompidou, (5 Temmuz 1911 – 2 Nisan 1974, Paris). Fransız siyasetçi. 1962-1968 arası başbakanlık, 1969'dan ölümüne değin cumhurbaşkanlığı yaptı. II. Dünya Savaşı öncesinde öğretmen olan Pompidou, 1944-1946 arasında Charles de Gaulle'ün özel kurmayında görev aldı. 1946-1957 arasında Fransa'nın en yüksek idari mahkemesi olan Devlet Şurası'nda dilekçe görevlisi olarak çalıştı. 1955'de Rothschild Bankası'na girdi. 1959'da bankanın genel müdürü oldu. Haziran 1958-Ocak 1959 arasında de Gaulle'ün kabine direktörü oldu. De Gaulle Ocak 1959'da cumhurbaşkanı olunca Anayasa Konseyi üyeliğine getirildi. 1961'de Cezayir'e gönderildi ve ateşkesin sağlanmasında rol oynadı. Bunun üzerine de Gaulle, Nisan 1962'de kamuoyunda hiç tanınmayan Pompidou'yu başbakanlığa atadı. Aralık 1962-Ocak 1966, Ocak 1966-Mart 1967 ve Nisan 1967-Temmuz 1968 arasında üç ayrı hükümete başbakanlık etti. Mayıs 1968'de başlayan öğrenci eylemleri ve grev dalgasının sona ermesini sağlayan görüşmelere katıldı. Ertesi yıl görevinden ayrılan de Gaulle'ün yerine cumhurbaşkanı seçildi. 2 Nisan 1974'te Paris'te kanserden öldü. Georgi Dimitrov Georgi Dimitrov Mihaylov (), veya bilinen adıyla Georgi Mihayloviç Dimitrov () (18 Haziran 1882, Pernik - 2 Temmuz 1949, Moskova), Bulgaristan'da sosyalist yönetimin kurucusu ve ilk başbakanı olan Bulgar siyasetçidir. Öğrenimini yarıda bıraktı ve küçük yaşlarda çalışmaya başladı. Sofya'ya yerleştikten sonra 1902'de Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisi'ne girdi. Parti bölününce 1904'te Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde yer aldı. 1909'da Merkez Komitesi'ne seçildi. 1913'te milletvekili oldu. 1918'de savaş karşıtı propagandadan dolayı üç yıl hapse mahkûm oldu. Ama dört ay sonra serbest bırakıldı. Partinin 1919 yılında Bulgar Komünist Partisi adıyla yeniden örgütlenmesinde büyük rol oynadı. 1921'de SSCB'ye gitti. Komintern yürütme kuruluna seçildi. 1923'te Bulgaristan'da komünist ayaklanmayı yönetti. Ayaklanma bastırıldıktan sonra idama mahkûm edildi. Yurtdışına kaçarak Viyana ve Berlin'e geçti. 1929'da Komintern Orta Avrupa bölümünün başkanlığını yaptı. 27 Şubat 1933'teki "Reichstag" yangının çıkmasından sorumlu tutuldu ve başka komünistlerle birlikte yargılandı. Duruşmalarda Nazi iddialarını asılsız olduğunu savundu ve aklandı. Bu duruşmalarda yaptığı savunmayla dünya çapında ün kazandı. Ardından Moskova'ya yerleşti. Komintern'in kendini dağıttığı 1943'e kadar Nazi tehdidine karşı örgütlenmede önemli rol oynadı. 1944'te Bulgaristan'daki Mihver uydusu hükümete karşı direniş hareketini yönetti. 1945'te ülkesine döndükten hemen sonra komünistlerin egemenliğindeki Vatan Cephesi hükümetinin başbakanlığına getirildi. 1946'da Bulgaristan Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasını sağladı. 2 Temmuz 1949'da Moskova yakınlarında öldü. Of Of (Eski Lazca: Oput'e / ოფუტე), Trabzon ilinin doğusunda yer alan ve tarihi çok eskilere dayanan bir ilçedir. Arazisini, Of'tan Karadeniz'e dökülen Solaklı ve Baltacı derelerinin aşağı havzaları oluşturur. İlçenin güneyinde Hayrat ve Dernekpazarı ilçeleri, doğusunda Rize ili, batısında Sürmene ilçesi ve kuzeyinde Karadeniz bulunur. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında daha büyük bir yüzölçümüne sahip olan ilçenin sınırları 1948 yılında Çaykara'nın, 1990 yılında da Dernekpazarı'nın ve Hayrat'ın ilçe olmasıyla daralmıştır. "Ophiussa" veya "Ophiusa" Antik Yunanca'da "yılanların yaşadığı yer" anlamına gelmekte olup başta Portekiz, Rodos ve Marmara Denizi'ndeki Avşa Adası olmak üzere çok sayıda yerleşim yeri Antik Çağ'da bu adı taşımıştır. Gerçekte Antik Çağ yazılı kaynaklarında Of "Opiunte" adıyla geçmektedir ve "Oput'e" Eski Lazca'da "yerleşim yeri, köy" anlamına gelir. Günümüzde Pazar ve Hopa ilçelerinde de yerleşim yeri adı olarak kullanılmaktadır. Doğu Karadeniz Bölgesinin tarihi ve özellikle bölgenin en önemli şehri olan Trabzon'un tarihi ele alındığında, batılı tarihçilerin büyük çoğunluğu bölge tarihinin Yunan kolonileriyle başladığını vurgulamaktadırlar. Halbuki bölgeye Yunan koloniciler gelmeden önce birçok tarihçinin de belirttiği gibi bölgede yerli kavimler bulunmakta idi. Bu insanlar muhtemelen en eski çağlardan beri bu toprakların yerlileri olarak Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşamaktaydılar. Bölge muhtelif zamanlarda Yunanlar tarafından işgal edilmiş ve kısa süreli koloniler kurulmuştur. Bu koloni idareleri, yerli halkı kapsamıyordu. Bu koloni devletlerinin en güçlü oldukları zamanlarda bile hükümranlıkları ancak bulundukları surlar içinde sınırlı kalmıştır. Sur dışında yaşayan yerli kabileler bağımsız topluluklar olarak yaşamışlardır. Bölge, Roma İmparatorluğu'nun parçalanmasıyla Doğu Roma olarak bilinen Bizans'ın payına düşer. Bu hakimiyet, 1204 yılında Latinlerin İstanbul'u işgal etmesine kadar devam eder. Bu tarihten sonra 1461 yılına kadar (Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethi), yine Bizans İmparatorluğu'nun uzantısı olan, Bizans hanedanı Komnenosların kurmuş olduğu Trabzon İmparatorluğu'nun egemenliğinde kalır. 4. yüzyıl başlarında Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak kabul edilmesiyle, bu din halk arasında hızla ve serbestçe yayılmaya başladı. Daha önce Doğu Karadeniz'de yaşayan kavimler de Hıristiyanlığa geçmeye başladılar. Hıristiyanlaşan bu kavimler tedrici bir şekilde Doğu Kilisesi'nin resmi dili olan Yunanca'yı öğrenmek zorunda kaldılar. Özellikle 10. yüzyıldan sonra papazların telkinleriyle bu dili konuşmak daha da yaygınlaştı. Zira papazlar "İncil'in dili dışında bir dilde konuşulan her kelime cehenneme gitmek için işlenen bir günah olarak hesaplanacaktır" şeklinde telkinlerde bulunmakta idi. Bu durum, yerel halkın kendi dilleriyle karışık bir Yunanca ya da halk arasında bilinen adıyla Rumca konuşulmasına neden olmuştur. İzlenen bu Bizans siyaseti, yerel dillerin, inançların ve geleneklerin büyük çoğunluğunun belleklerden silinmesine, kısaca yerli unsurların asimile olmasına neden olmuştur. Of ve çevresi, 1461 yılında Trabzon'un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun eline geçmiştir. Bu tarihten sonra İslam dini yörede yayılmaya başlamıştır. 19. yüzyılda yaşanan ayanların isyanı bölgede etkili olmuştur. 1817 yılında Rizeli Tuzcuoğlu isyanında, Tuzcuoğlu Memiş Ağa 26 Ekim 1817 Of'ta yakalanarak idam edilmiştir. Of'un içerisinde olduğu bölge 1832 yılında Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa' nın, 1833’te de Tuzcuoğlu Tâhir’in ve 1834'te de yeniden Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa' nın isyanlarına sahne oldu. 1834'de Tuzcuoğlu Abdülkadir Ağa' nın öldürülmesiyle isyan sonuçlandırılmış ve bölgede nispeten daha sakin bir dönem yaşanmaya başlamıştır. Of kazası, yerleşimin ileri gelenlerinin talebi doğrultusunda 13 Mart 1881 tarihinde Lazistan Sancağı'na bağlandı. Ancak bu sancak yönetiminden memnun kalmayan halkın temsilcileri tarafından yapılan yoğun talepler neticesinde 24 Kasım 1888 tarihinde yeniden Trabzon Vilayeti'nin merkez sancağına katıldı. Bölge 1929 yılında pek çok köylünün ölümü ve evini kaybetmesine yol açan ve Of felaketi olarak nitelendirilen bir sel baskını yaşamış ve halkının bir bölümü Maçka ilçesine göç etmek zorunda kalmıştır. Of Belediyesi 1874 yılında kurulmuş köklü bir belediyedir. Of'un en büyük bulvarı olan Atatürk Bulvarı, Başkan İsmail Sefa SARIALİOĞLU tarafından yapılan düzenlemede pek çok kişinin haklarından feragati sayesinde oluşmuştur. 1976-1979 yılları arasında Fatsa Belediye Başkanlığı yapan Nazmiye KOMİTOĞLU'nun ardından Karadeniz'de göreve gelen ikinci "bayan" belediye başkanı olan Semahat SARIALİOĞLU 1998-1999 yılları arasında şehirde görev yapmıştır. Belediye başkanlığı görevini 1999-2011 yılları arasında Oktay SARAL, Oktay SARAL'ın 24.Dönem TBMM milletvekili olarak seçilmesi üzerine, 2011-2014 yılları arasında Murat SARAL yürütmüştür. Son olarak, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde ise Salim Salih SARIALİOĞLU belediye başkanı seçilmiş olup halen görevini sürdürmektedir.. Ruslar, 24 Şubat 1916'da Rize'yi, 15 Mart 1916'da Of'u, 18 Nisan 1916'da Trabzon'u işgal ettiler. Ruslara karşı ilk önemli direniş Of ile Rize arasındaki Baltacı Deresi'nde olmuştur. Bu direniş yaklaşık bir ay sürmüştür. Of'un işgaliyle Solaklı Vadisi'nde bir direniş meydana gelmiştir. Ruslar bu direnişi kırarak Soğanlı ve Demirkapı geçitlerinden Bayburt'a inmeyi düşünüyordu. Rusların bu tasarısı ilk aşamada pek faydalı olmadı. Zira bölgenin gerçek sahipleri olan Türkler, Rus kuvvetlerine büyük kayıplar verdirdiler. Fakat sayıca üstün olan Ruslar bir süre sonra Çaykara'nın aşağı köylerini işgal etmeye başladılar. Yöre halkı kıyıdan uzakta olduğu için daha çok dağlık kesime, iç kesimlere doğru çekilmek zorunda kaldı. Bu çekilme sırasında direnişlerine devam etmişlerdir. Geri çekilen askerler Of'un bütün köyleri ve yakın kazalardan toplanan gönüllüler ile Trabzon Hapishanesi'ndeki mahkûmların da izin alarak, müfreze halinde gönüllü olarak katılmalarıyla Baltacı Deresi'nin batı yanında Ruslara karşı savunma hattı oluşturuldu.
1057 yılında da Türkmen/Çepni öncüler Horasan'dan kalkarak Harşit Vadisi üzerinden Doğu Karadeniz'e ulaşmışlar ve akınlarını kıyılara yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta da 1072 yılında Trabzon, Türkler tarafından fethedilmiştir. 3 yıl süren bu yerleşimden sonra Trabzon, yeniden Theodor Gavras tarafından geri alınır. 1280'li yıllarda Çepni Türkleri büyük bir kitle olarak Doğu Karadeniz Bölgesi'ne yerleştiler. Türklerin bu yoğun akınları Rumları kalelere çekilip sığınma zorunda bıraktı. Zaten buralarda yoğun Rum kitleleri yoktu. Bölge ağırlıklı olarak Hıristiyan yerlilerden oluşmakta idi. Bunu, Trabzon İmparatorluğu'nun resmi kilise kayıtlarındaki yerli kişi isimleri ve bölgede yer alan bazı yerli kökenli yer adları kanıtlar niteliktedir. İlçe; toplam alanı 330 km², ortalama rakımı 10 metre olan, tabiatın bütün özelliklerini sergileyen, deniz ve karanın bütünleştiği eşsiz doğal güzelliklere sahip bir alan üzerinde kurulmuş şirin bir ilçedir. Trabzon'un yaklaşık 52 km doğusunda olan ilçenin, doğusunda Rize ili, batısında Sürmene ilçesi, güneyinde Hayrat ve Dernekpazarı ilçeleri, kuzeyinde Karadeniz bulunmaktadır. Yörenin en büyük akarsularından Solaklı Irmağı'nın taşımış olduğu alüvyal yığıntıları kıyıda biriktirerek meydana getirdiği düz ve fazla geniş olmayan bir alan üzerine kurulmuş bir sahil yerleşim birimidir. Çaykara ve Of ilçelerini birbirine bağlayan karayolu ilçeyi ikiye ayırır. Daha eski yerleşim yeri olan Solaklı Deresi'nin doğusundaki merkez, genel olarak ilçedeki idari birimlerin yer aldığı alandır. Yeni yapılanmalarla Solaklı Deresi'nin batısındaki alan da gelişmiştir. Bu alan ilçe sakinlerince Kalyon Mevkii diye adlandırılmaktadır. İlçenin yerleşim yerinin kuruluş alanı dar ve düz biçimde devam ettiği halde, hemen arka kısmında dağlar birdenbire yükselmekte, geçişi ve yükselmeyi engelleyici çok eğimli bir dağ sisteminin geldiği dikkat çekmektedir. Bu heybetli yükselişle dağlar, yeşilin tonlarının hepsini sergileyen bir güzelliğe sahiptir. Güneye doğru gidildikçe bu renk armonisi çok daha dikkat çekmektedir. Doğu Karadeniz Bölgesi'nin iklim tipi özelliklerine sahiptir. Yağışların her mevsimde bol olması ve sürekliliği, yöre iklimini etkiler. Yağışın en fazla olduğu dönem Sonbahar mevsimidir. Denizin düzenleyici etkisi termostat görevi gördüğünden, hem günlük, hem yıllık sıcaklık farklılıklarının fazla olması önlenir. Yaz aylarında fazla sıcak olmadığı gibi, kış aylarında da dondurucu soğuklar görülmez. Her mevsim yağışlı, yazları serin, kışları ılık geçer. Ardındaki dağların birden yükselmesi dolayısıyla yamaç yağışları gerçekleşir. Rüzgarların esiş yönleri ve şiddet dereceleri mevsim özelliklerine bağlı değişiklikler gösterir. Genel olarak Lodos, Poyraz ve Kıble rüzgarları görülür. İlçe yerüstü kaynakları bakımından zengin bir yöre özelliğindedir. Dağların denize paralel olarak uzanması yüzünden akarsular, sadece kuzeye bakan yamaçlardan denize doğru akar. Güneyde bulunan yüksek dağların yamaçlarından çıkan akarsular, sert akışlı, dar boğazlar içinden geçerek, derin vadiler boyunca denize ulaşırlar. Başlıca akarsular; Yörede bol yağış olmasından dolayı gür orman alanları mevcuttur. Yöredeki orman örtüsünün kendi kendini yenileyebilme özelliği vardır. Kesilen ağaçların yerine yenileri dikilmeden orman örtüsü kendi kendine büyüyüp gelişebilmektedir. Kıyı şeridinde orman yerine küçük ağaç toplulukları göze çarpar. Burada en yaygın çeşit olarak fındık, taflan, kızılcık, üzüm, muşmula, defne gibi küçük ağaçlar ile çalı ve sarmaşıklar yetişir. Bunun yanında narenciye ürünlerine rastlamak da mümkündür. Kıyı şeridinde nüfus yoğunluluğunun çok olmasından dolayı doğal bitki örtüsü tahrip edilmektedir. Denizden 300–400 m yüksekliğe kadar olan yerlerde kızılağaç, meşe, kestane, ceviz vb. olan orman tiplerine rastlanır. Daha yükseklerde ormanlar alan ve büyüklük olarak birleşir. Dağların denize bakan ve daha nemli olan kuzey yamaçları daha yeşildir. Yükselti 600–800 m'yi aşınca yüksek dağların etek ormanları gözükmeye başlar. Bu ormanlarda en yaygın olan türler; kışın yapraklarını döken meşe, gürgen gibi ağaçlardır. Ancak bu tür ormanların önemli bir kısmı orman kazanmak amacıyla insanlar tarafından tahrip edilmiştir. Yükseklik arttıkça dağ ormanları ortaya çıkmaya başlar. Bu yükseklik 1200 m'ye gelene kadar yapraklı ağaç çeşitleri ormanları meydana getirir. Bunlar arasında en çok meşe, kestane, şimşir, kızılağaç ve ıhlamur ağaçları göze çarpar. 1200–1600 m arasında orman çeşitleri yapraklı ve iğneli ağaçlardan oluşan karışık ormanlardır. 1600 m'den sonraki yükseklik kuşağında çam, ladin ve köknar gibi ağaçlardan meydana gelen iğneli ormanlar göze çarpar. Bu ormanlar 2000–2300 m'ye kadar uzanır. Daha yüksek yerlerde ormanlar kaybolur yerini çayırlar ve dağ otlakları alır. Genellikle sık ormanlar 1200–1600 m aralarında yer alır. 1600 m'den yüksek olan yerlerde en çok çam ormanları görülür. İlçenin yüzölçümü 330 km² olup, ortalama rakımı 10 m'dir. İlçenin önemli akarsuları Doğu Karadeniz Dağları'nın kuzey istikametinde doğup ilerledikçe yan kollar alarak büyüyen Solaklı, Baltacı ve İkizdere birbirlerine paralel olarak Karadeniz'e dökülür. Bu dereler ve yan kolları Karadeniz Dağları'nın ilçe sınırları içinde kalan bölümünü yine birbirlerine paralel şekilde bölmüştür. Böylece ilçe arazisi, sahilden güneye doğru giderek yükselen fakat doğu-batı yönünde birbirine hemen hemen paralel derin vadiler şeklinde engebeli bir konum içerisinde bulunmaktadır. Bu vadiler arasında yan yana uzanan sırtlar ya da yöre ağzıyla "Kıran"lar sıralanır. İlçe güneyindeki bu dağlık bölgenin eteklerinde çeşitli yüksekliklerde plato ve yaylalar bulunur. Bu platoların kuzey yönlerinde denize doğru alçalan ve özellikle vadi yamaçlarında ormanlar yer almaktadır. Esasen bol yağış alan yöre, bitki örtüsü bakımından da zengindir. Hemen her çeşit ağaç, çoğunlukla da kendiliğinden yetişerek, bölgeye orman görünümü vermektedir. İlçede, nüfusun önemli bir kısmı tarım sektöründe çalışmaktadır. Elde edilen başlıca tarım ürünü çaydır. Çay, ayrıca bölgenin başlıca geçim kaynağıdır. İlçe arazisinin engebeli oluşu (% 75) bölgede modern tarımın yapılmasını engellemektedir. Bu da, toprağın ve iklimin elvermesiyle, çay tarımının önünü açmaktadır. Ayrıca fındık tarımı da bölgenin geçimini sağlayan tarım ürünleri arasındadır. Diğer üretilen ürünlerinin çoğu ticari amaçla değil, kendi aile ihtiyacını karşılayacak şekilde üretilmektedir. Başlıca ürünler: Çay, fındık, mısır, patates, kara lahana, fasulye, kabak, elma, armut, erik, üzüm, incir, kiraz, kestane, karayemiş, narenciye ve kivi'dir. Son zamanlarda özellikle kivi üretimine özen gösterilmekte, üreticiler devlet tarafından teşvik edilmekte ve desteklenmektedir. Kivi, çaya alternatif ürün olarak yetiştirilmektedir. Bölgede; Yazları sıcaklıklardan kurtulmak ve hayvanlara gür otlaklar bulmak amacıyla yaylacılık yapılmaktadır. Günümüzde bu faaliyet yerini turizm amacına bırakmaya yönelmiştir. Hayrat Of'tan ayrıldıktan sonra, her ne kadar yaylası kalmadıysa da eski yaylalıları kendilerini halen Oflu olarak tanımlamaktadır. Bunların başlıcaları Sarmaşık(Büyük Mesoraş), Göksel(Küçük Mesoraş), Yeniköy(Halnut), Cuvamank'tır. Bunlar köy statüsünde olup; ayrıca bunlara bağlı yaylalar da vardır. Mesela Büyük Harman, Kadınlar, Çunis yaylaları gibi... Barok Barok, Avrupa'da yaygınlaşan sanatta bir anlatım biçimidir. Barok kelimesi, Portekizce düzensiz inci anlamına gelen "barroco" sözcüğünden türemiştir. Barok sözcüğü, birbirinden ayrı iki şeyi tanımlar; sanat tarihinde, Rönesans ile klasikçilik arasında kalan bir dönemi ve bütün çağlarda verilmiş bazı eserlerin tarzını,başlangıcı ve bitişi için kesin bir tarih verilememekle birlikte 14. ve 18. yüzyıllar arasında oluşup şeklini almış bir dönemdir. Mimarlık, müzik, resim ve heykelin etkileyici temalar altında birleştirilmesi amacını güder. Abartılı hareket duygusu ve net gözüken detayları ile dönemin müzik ve edebiyatında da kendini gösterir. Yoğun bir etki bırakan bu anlatım biçimi, kendi alanında fazla eser verildiğinden dolayı bir dönem adı olarak anılmaya başlanmıştır. 1699'da italya'da kilise etkisinde doğmuş ve tüm Avrupa'ya yayılmıştır. Mimaride Mimar Louis Le Vau ve bahçeci André Le Nôtre tarafından yapılan Versailles Sarayı, Barok mimarisinin en tipik örneklerindendir. Bunun yanında resimde Caravaggio, Rembrandt, Rubens, Vermeer; heykelde Gianlorenzo Bernini; müzikte Johann Sebastian Bach, Antonio Vivaldi, Domenico Scarlatti, Georg Friedrich Handel, Georg Philipp Telemann Barok tarzında eser vermiş kişilere örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca günümüzde de halen Barok tarzda eserler veren müzisyenler vardır. Örnek olarak ünlü gitar virtüözü Yngwie J. Malmsteen verilebilir. Barok tarzını en çok yansıttığı albümü ise Concerto Suite for Electric Guitar and Orchestra'dır. 1600’lü yıllarda Almanya’da edebiyat konu ve üslup yönünden karışıklık içindedir. Bununla bağıntılı olarak da bu durumu ortadan kaldırıp düzene sokmak çabaları vardır. Bu dönemde Barok edebiyatçıları bu bağlamda büyük uğraş vermişlerdir. Özellikle özgün yapıtlar ortaya çıkarmak, Almanca’yı edebi bir dil boyutuna getirmek, taklitçiliğin dışına çıkarak özgün eserler verebilmek için çaba harcamışlardır.Bu edebiyatçıların başında Martin Opitz gelir ki, Almanya’da Barok devri asıl olarak onunla başlar diyebiliriz. Barok devri kendinden önce dine, kendinden sonra ise felsefeye dayalı, reformasyon ve aydınlanma arasında gelişmiş bir devirdir. Edebiyatta ağırlık nazım ve dramdadır. Barok devrinde nazımda(lirik) genel olarak konu ölüm düşüncesidir. Bu döneme göre ölüm kaçınılmazdır ve hayat fanilikten ibarettir. Sone bu dönemde etkin olan lirik biçimidir. Özellikle bu alanda Andrea Gryphius ve İtalyan Petrus de Vinea Barok dönemi sonesinin belirleyici isimleridir. Andrea Gryphius’un sone tarzındaki eserleri kaydadeğerdir. Dinsel boyutta çok fazla sayıda eseri vardır ve bunları “Sonn- und Feiertagsonette” adlı kitabında toplamıştır. Şiirlerinin çoğu da yine dini boyuttadır v
e duayı andırır. Gryphius eserlerini genelde dini mistik bir tarzda ve ölüm korkusu, öte dünya konularını ele alarak işler. Roman ise daha çok burjuva konularına yönelen humarist roman doğrultusunda ilerler. Özellikle romanda epik kahramanlar yerini, kendisi, hayat tarzı ve dünya hakkında düşünen onları alaya alan bir anlatıcıya bırakır. Bu bağlamda İspanyol edebiyatında ün salmış olan komik roman (Schelmenroman) Cervantes’in Don Quijote’u Alman romanına örnek olur. Öte yandan Barok devrinde Almanca’yı yabancı dillerin etkisinden (İspanyolca, Fransızca, Latince vb.) kurtarmak için seferberlik başlatılmıştır. Bu bağlantıda Almanca yazmak ve Almanca'yı arılaştırmak düşüncesiyle hareket edilmiştir. Bu amaca yönelik olarak dil cemiyetleri kurulmuştur. 1617’de kurulan “Die Fruchtbringende Gesellschaft”, ”Palmenarden”, 1644’de kurulan “Pegnitzschäfer” ve “ Gekränte Blumenorden” bunlara örnek olarak verilebilir. Bunların içinden önemli olarak bahsedebileceğimiz “Die Fruchtbringende Gesellschaft” üyelerini asillerden ve burjuvalardan almıştır. Palmenarden dil kurumu Almanca’nın Fransızca etkisinden kurtulmasını, onu arı bir dil sayesinde kültür dili seviyesine yükseltmek niyetindeydi. 1642 yılında “Deutschgesinnte Genossenschaft” dil cemiyetinin kurucusu olan Zesen Yunan Tanrıça adlarına Almanca adlar vermiştir. Bundan başka Martin Opitz ise bu konuda bir de kuramsal kitap yazarak edebi dilin Almanca olması için uğraşlar vermiştir. Bu devirde Almanca edebi duygudan yoksundu ve çoğu edebi eserler taklitten ibaretti, ilkel ve çocuksu eserler ortaya konuluyordu. Bu dil çalışmalarıyla birlikte özgün eserler verilmeye çalışıldı. Bu dönemde yapılan poetik çalışmaları barok devrinde kaydadeğer çalışmalardı. Bu çalışmalarda edebiyatın tekniğini saptamış ve bunları bire ders kitabı olarak hizmete sunmuş önemli poetikçiler vardır. Bunlar: Martn Opitz-“Buch von der deutschen Poeterei” Harsdörfer-“Poetischer Trichter” Zesen-“Hochdeutscher helikon" Buchner-“Verskunst” Schottel-“Teutsche Sprachkunst"dir. Rokoko Rokoko, Barok stilinden sonra sanat akımlarına verilen addır. 18. yüzyılın ortalarına doğru Barok stilinde kullanılan doğru çizgilerden meydana getirilen süslemeye karşı tepki olarak doğmuş olan barok stilin hatları gibi eğri çizgili motiflerden ibaret olup Baroktan daha ince ve şekillerin kıvrımları daha zarif bir stildir. Barok stiline karşı tepki olarak klasik stilin yeniden ortaya çıkmasından sonra Rokoko deyimi modası geçmiş şey anlamına kullanılmıştır. 13. yüzyılda kalın malzeme inceltilmek suretiyle levhalar haline gelmiştir. İnceltilmiş olan demir malzeme Rokoko stilinde yapılmış süslü işlerde kullanılmıştır. Bu stilde malzemeyi şekillendirmede kullanılan takım izleri açık olarak bellidir. Uç kısımları boncuk baskı ile izlenerek sonradan kısaçla içe veya dışa doğru bükülmüştür. Yarmalar dövülerek, bitki yapraklarını stilize edecek şekilde yapılmıştır. Dövülerek inceltilen kesit değişmeleri bazı yerlerde geometrik şekiller meydana gelecek şekilde delinmiştir. İnceltilmiş olan kesit kurşun üzerinde bombe başlı çekiç ile çukurlaştırılarak diğer yüzde kabarıklar elde edilir. Bel (gövde) genellikle kare veya lama (dikdörtgen) gereçten yapılır. Rokoko stilinde yapılmış işlerde, sanatçı motifin her yerini en iyi işleme gayretini göstermiştir. Rokoko stilinde çerçeve kullanılmaz. Serbestlik esası konuya hakimse de simetrik konum çıkılmamıştır. Neoklasisizm Neoklasisizm Antik Yunan ve Antik Roma dönemine ait tarzların yeniden canlandırılmasıyla ortaya çıkan bir akımdır. Bu akımın en önemli özelliklerinden biri önceki dönemlerdeki Barok ve Rokoko Sanatı'ndaki aşırı süslemeciliğe duyulan tepkinin ortaya konulmasıdır. 1700’li yıllarda yapılan arkeolojik kazıların bu akıma önemli etkisi olduğu kabul edilmektedir. Bu kazıların önemli olanlarından bazıları Pompei’de yer almaktadır. Ayrıca James Stuart ve Nicholas Revett’in öncülük ettikleri Atina harabelerinin rölövesinin çıkarılması da bu hususta önemli aşamalardan birisi olarak kabul edilir. Bu akım ilk olarak İtalya’nın Roma şehrinde başladı, ardından barok ve rokoko akımlarının yaygın olarak bulunduğu Almanya gibi ülkelere sıçradı. Op sanatı Op art, optik resim olarak da bilinen 1960'ların bir resim akımıdır. Renk, çizgi gibi öğeler göz yanılsamaları yaratmak için kullanılır. Eserler genelde soyut olup, pek çok durumda siyah-beyazdır. Lekecilik ve hareket resmine karşı gelişen Op-art, sanat yapıtını kurallarla bilimsel olarak düzenlemeye önem vermiştir. Rastlantıya dayanan içgüdüsel otomatik yazı resmi( içgüdüsel-nonfigüratif), bu anlayışın tam karşıtı olmaktadır. Op-art resimde üçüncü boyut etkisini verme eğiliminin soyut sanatta ortaya çıkan şeklidir. Bunun için geometrik biçimler ritmik biçimde düzenlenmiş ve bu biçimler üzerinde renkle model yapılmıştır. Op-art, yeni konstrüktivist, geometrik biçimleme yöntemleriyle akrabadır ve onların olanaklarından geniş olarak yararlanmıştır. Josef Albers ile Vasarely’nin temsil ettiği Op-art, optik aldatmalara dayanan çalışmalara sahiptir. Resim sanatına, aldatıcı bilimsel perspektif resmine itibar etmeyen yeni bir konstrüktivizm ve doğal olmayan yeni bir optik görüntü getirmiştir. Fotorealizm Fotorealizm (fotogerçekçilik, süperrealizm, hiperrealizm, hipergerçekçilik), 1960'larda özelikle Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkmış olan "fotogerçekçi" resim akımının ürünlerinde bu eğilim açıkça gözlemlenebilir. Dönemin resimleri incelendiğinde üretilen görüntülerin konunun kendisinden çok, olası bir fotoğrafına benziyor olması özellikle dikkat çekicidir. Yaratıcılığın ve özgünlüğün tartışıldığı ve modern sanatın temellerinin atıldığı 1960'lı yıllarda, bir kısım sanatçı, özgün olarak nitelendirilen eserlerin aslında birbirlerine benzediği ve hatta sanatçının çoğu zaman kendi kendini tekrar ettiği düşüncesiyle, sanatı kendi özgün duygu ve düşüncelerinden arınmış olarak üretmeyi seçmişlerdir. Fotogerçekçi akımın önde gelen isimleri John Baeder, Richard Estes, John Kacere, Jack Mendenhall, Davis Cone ve Franz Gertsch olarak sıralanabilir. Bu akımın ressamlarının yapmaya çalıştıkları, aslında, prensip olarak klasik realizm ressamlarının amaçladıklarına çok benzemektedir. Ancak bu kez üretilecek olan temsiller fotoğrafla tanışık sanatçı ve izleyicilerle buluşacağından hedeflenen benzerlik düzeyi oldukça yükselmiştir. Fotogerçekçi yağlı boya ve akrilik tabloların üretim sürecinde çoğunlukla fotoğraf kullanılmıştır. Sanatçılar, bir fotoğrafı projeksiyon makinesiyle tuval üzerine yansıtarak üzerinden boyama tekniğini, tuvali gridlere ayırarak çalışmaya tercih etmişlerdir. Klasik gerçekçi ressamların yaptığı gibi tuvallerini konunun önüne taşımak yerine, konuyu fotoğraflayarak çalışma mekanlarına taşımışlardır. Hedeflediklerinin gerçekliği değil fotografik gerçekliği resmetmek olduğu yalnızca çalışma biçimleriyle değil, kullandıkları teknik her ne olursa olsun, resimlerin taşıdığı bazı ipuçlarıyla da ortaya koyulabilir. Fotogerçekçi ressamların seçtikleri konularda bir benzerlik gözlemlenmektedir. Pop art akımının bir uzantısı olarak değerlendirilebilecek fotogerçekçilik akımının ürünleri, genellikle, dönemin popüler kültürünün içinden seçilmiş nesne ve mekanları konu almaktadır. Amerikan yaşam tarzının izlerini taşıyan fotogerçekçi resimlerde, dönemin popüler kültürünün ikonaları sayılabilecek Amerikan yol üstü restoranları, otomobiller, motosikletler, renkli şekerlemeler, neon ışıklı tabelalar, gece kulüplerinin girişleri ve o dönemin insanları işlenmiştir. Sanat çevreleri tarafından hafif olarak nitelendirilen bu nesne ve mekanların seçiminden çok onların bulundukları yerdeymiş gibi resmedilmeleri ilginçtir. Fotogerçekçi ressamların kullandıkları dev tuvaller, fotoğraf makinesi ne kadar taşınabilirse o kadar taşınabilir izlenimi vermektedir. Seçilen konu olabildiğince gündeliktir ve bir fotoğrafçının gündelik yaşamı içerisinde karşılaşıp fotoğraflayacağı haliyle resmedilmiştir. Fotoğrafın kolay üretilir ve kolay tüketilir olmasından dolayı alışılagelen önemsiz/değersiz fotoğraf karelerinin benzerleri, çok fazla uğraş gerektiren fotogerçekçi resimlerde karşımıza çıkmaktadır. İnsan gözü farklı uzaklıktaki nesnelere çok hızlı odaklanabilen ve netlik sağlayabilen yapıdadır. Bu nedenle, insan, gündelik yaşamında görüş alanında bulunan fakat net olmayan alanların varlığını çok fazla algılayamamaktadır. Alan derinliği fotoğrafın ortaya çıkmasıyla görülebilir olmuştur; fiziksel göz kusurları dışında net olmayan bir görüntü o haliyle ancak bir fotoğrafta uzun süre izlenebilir. Fotogerçekçi resimlerde, konu klasik gerçekçi resimlerdekine benze bir portre bile olsa, çoğunlukla alan derinliği kavramının tuvale aynen yansıtıldığı görülmektedir. Klasik fotogerçekçi ressamlar resimlerinde yer alan her detayı en net haliyle resmetmişlerdir, çünkü o anda üzerinde çalıştıkları alanı tuvale aktarırken gözlerini o alana odaklamak durumunda kalmışlardır. Fotogerçekçi ressamlar ise çoğunlukla doğrudan bir fotoğrafın üzerinden çalıştıklarından, netliği gerçekte olduğu biçimiyle değil fotoğrafta yakalandığı biçimiyle aktarmışlardır. Barbizon ekolü Barbizon ekolü (1830 - 1870), 19. yüzyılda Fransız bir ressam grubu tarafından uygulanan manzara resmi tarzını tanımlamak için kullanılır. Ekol ismini ressamların bir araya geldikleri Fontainebleau (Fransa) yakınlarındaki Barbizon köyünden alır. Barbizon ressamları, görsel sanatlarda romantizmin baskın olduğu bir dönemde, gerçekçiliğe giden yolun bir parçası oldular. 1824 yılında Paris Salonu'nda John Constable'ın eserleri sergilendi. Ressamın, kırsal manzaraları bazı genç meslektaşlarını etkiledi. Bu genç ressamlar, şekilciliği reddedip doğadan esinlenerek tablolar yapmaya başladılar. Doğa manzaraları, dramatik olaylar yerine tablolarının ana konusunu oluşturmaya başladı. 1848 Devrimleri boyunca, ressamlar Barbizon'da buluşup Constable'ın fikirlerini takip ettiler ve oradaki doğayı resmettiler. Bu ressamlardan biri olan Jean-François Millet manzara resmi yapma fikrini geliştirdi
ve köylü figürleri, köy yaşamı ve tarlalarda çalışan insanları betimlemeye başladı. 1857'de yaptığı "Des glaneuses" isimli tabloda hasatta çalışan üç köylü kadını çizdi. Tablo hiçbir hikâye anlatmıyordu ya da bir dram betimlenmemişti. Sadece işlerini yapan üç kadın vardı. Barbizon ekolünün önde gelen isimleri arasında Jean-Baptiste Camille Corot, Théodore Rousseau, Jean-François Millet ve Charles-François Daubigny gelir. Diğer üyeleri ise Jules Dupré, Constant Troyon, Charles Jacque, Narcisse Virgilio Diaz, Charles Olivier de Penne, Henri Harpignies, Gabriel Hippolyte LeBas (1812-1880), Albert Charpin, Félix Ziem, François-Louis Français ve Alexandre DeFaux'dur. Hem Rousseau (1867) hem de Millet (1875) Barbizon'da öldüler. Louis de Bernières Louis de Berniéres (d. 8 Aralık 1954, Londra), İngiliz roman yazarı. 8 Aralık 1954 yılında Londra'da doğdu. Manchester Üniversitesi'nde öğrenim gördü. Kolombiya'da öğretmenlik, sığır çobanlığı, bahçıvanlık ve araba tamirciliği yaptı. 1991'de yayımlanan ilk romanı The War of Don Emmanuel's Nether Parts ile Commonwealth Writers 'En İyi İlk Kitap' Ödülü'nü, ikinci romanı Senor Vivo and the Coca Lord ile 1992'de yine Commonwealth Writers 'En iyi Kitap' Ödülü'nü aldı. Halen Londra'da yaşayan Bernières, Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini kitabıyla 1995 yılında bu kez Commonwealth Writers Ödülü'nü aldı. 1993'te Granta Dergisi tarafından "En İyi 20 Genç İngiliz Romancısı" ödülüne layık görülen Bernières'in Yunanistan'ın Kefalonya adasında geçen Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini adlı romanı Avrupa'da, deyim yerindeyse bir fenomen oldu. Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini, Hollywood tarafından filme alındı. En son romanı Kanatsız Kuşlar (Birds Without Wings), Anadolu'da Fethiye yakınlarında Eskibahçe adlı bir sahil kasabasında yaşayan Müslüman ve Hıristiyan ailelerin fertlerini, iç içe yaşamlarını, aşklarını, dramlarını, Anadolu topraklarında yaşanan savaş yıllarını konu alan bir romandır. Türkçeye çevirisi Bahar Öcal Düzgören yapılan Kanatsız Kuşlar, Altın Kitaplar Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Kitabın diğer bir özelliği, bu romana paralel olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’te doğumundan, Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar yaşamını detaylı biçimde ele almasıdır. Kâtip Çelebi Kâtip Çelebi ya da Hacı Halife (Şubat 1609, İstanbul - 6 Ekim 1657, İstanbul), tarih, coğrafya, bibliyografya ve biyografya ile ilgili çalışmalar yapmış Türk-Osmanlı bilim insanı ve aydını. Dünya bilim edebiyatında en ünlü ve bilinen eseri; İslam dünyasının en değerli eserlerini içeren 15.000 kitabı ve 10.000 müellifi (yazar) alfabetik dizin sistemine göre tanıtan Keşf ez-zunûn 'an esâmî el-kutub ve-l-fünûn (‏كشف الظنون عن أسامي الكتب والفنون‎) ve daha sonra İbrahim Müteferrika tarafından basılan meşhur coğrafya ansiklopedisi Cihannüma ile tanınır. 1609'da İstanbul'da doğdu. Babasının adı Abdullah’dı. Babası, Osmanlı devlet ve siyâset adamlarının yetiştirildiği Enderûn kurumunda eğitim görerek yetişmiş bir askerdir. Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa bin Abdullah'tır. Ordu kâtipliğinde bulunduğu için ulema ve halk arasında Kâtip Çelebi lakabı ile tanındı. Diğer lakabı ise Hacı Halife'dir. Hacca gittiği ve uzman memur (halife) olduğundan ötürü bu lakap ile de anılmıştır. Altı yaşına geldiğinde, ilk eğitimini almak için babası tarafından görevlendirilen İmam İsa Halife El-Kırımî'den Kur'an okumayı, tecvid kurallarından "Mukaddime-i Cezeriyye"yi ve namazın şartlarını öğrendi. Devrin adeti üzerine, öğrendiklerini Mesih Paşa Darülkurrası'nda ezbere dinletti. Zekeriyya Ali İbrahim Efendi ile Nefes-zâde'den ders gördü, Kur'an'ı yarısına kadar ezberleyerek, aynı Darülkurrâ'da okudu. İlyas Hoca'dan tasrif (anlatılan bir kavramı farklı yollardan yeniden anlatmak) ve avâmil (Arapça kelime sonlarının okunmasını öğreten bir bilim dalı ve aynı adla anılan kitap) öğrendi. Böğrü Ahmet Çelebi adlı hattattan yazı dersleri aldı. On dört yaşına geldiğinde, babasının aylığından 14 dirhem harçlık bağlanılarak, babasının yanında Anadolu Muhasebesi Kalemi'nde şakird (stajyer) olarak devlet görevine başladı (1622-23 yılları). Bu ofisteki halifelerin (uzman memur) birinden hesap-muhasebe sistemini, "Erkam" adı verilen yazışma kurallarını ve dönemin devlet belgelerinde kullanılan "Siyakat" yazısını öğrendi. 1624 yılında Abaza Mehmed Paşa İsyanı'nı bastırmak amacıyla hazırlanan ordunun defterlerini tutan birimde (Silâhdar Alayı) yer alarak, babası ile birlikte Tercan seferine katıldı. Kayseri yakınlarında Abaza Mehmed Paşa birlikleri ile yapılan savaşa (7 Eylül 1624) tanıklık etti. Eseri Fezleke'de bu seferin ayrıntılarını ve anılarını bildirmektedir. Ordu ile birlikte Musul'a geldiklerinde (Ağustos - Eylül 1626) babası vefat etti ve Cami-i Kebir Mezarlığı'na defnedildi. Babasının vefatından bir ay sonra, aynı sefer kuvvetinde görev yaptıkları amcası da, Nusaybin - Cerahlu bölgesinde öldü. Kâtip Çelebi bunun üzerine orduda görev yapan başka bir akrabası ile birlikte Diyarbakır'a geldi. Diyarbakır'da kaldığı sırada, babasının arkadaşlarından Mehmed Halife adlı bir yüksek bürokrat tarafından Süvari Mukabelesi'ne tayin edilerek İstanbul'a döndü (1627-1628). Burada Kâdızâde'nin derslerini takip etmeye başladı. Aynı yıl içinde Erzurum kuşatmasına katıldı. Erzurum'dan Tokat'a dönüş yolunda, kış mevsiminin bastırması sebebiyle orduyla birlikte büyük zorluklar yaşadı. 1630'da Hüsrev Paşa'nın maiyetinde bulunarak, Hamedan ve Bağdat seferine katıldı. Kâtip Çelebi bu seferle ilgili olarak, Cihannüma'da ve Fezleke'de uğradığı şehir ve bölgelerle birlikte, ordu tarafından ele geçirilen şehir, kale ve menzillerin bilgilerini vermektedir. Bağdat Kuşatması'nda ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek Kâdızâde’nin derslerine katıldı. Bu zaman aralığında, Kâdızâde'den Tefsir, İhya-i Ulûm, Şerh-i Mevakıf, Dûrer ve Tarikat(Tarikat-ı Muhammediyye) okudu. 1633-1635 Halep Seferi'nde hacca gitme fırsatı buldu. Çatışma ve sefer olmadığı zamanlarda, Halep'te kitapçıları ve kütüphaneleri gezerek, ileride yazacağı büyük eseri "Keşf ez-zunûn 'an esâmî el-kutub ve-l-fünûn" (‏كشف الظنون عن أسامي الكتب والفنون‎) için, biyografik ve bibliyografik temeli teşkil edecek notları hazırlamaya başladı. Halep Seferi yıllarında, sahaflarda kitap toplayıp, elde ettiği hazineyi okuyarak kendini geliştirdi. Dönüşte bir kış Diyarbakır'da kalıp oradaki bilgin ve aydınlarla görüştü. 1635 senesinde IV. Murad ile Revan Seferine katıldı. On yıl kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü ve çeşitli alanlardaki bilimlerle uğraşır oldu. A’rec Mustafa Efendi, Ayasofya dersiâmı (öğretim görevlisi) Abdullah Efendi ile Süleymâniye dersiâmı (öğretim görevlisi) Mehmed Efendiden ders aldı ve A'rec Mustafa Efendiyi kendisine üstâd edindi. Bir taraftan kendisi öğrenirken, diğer yandan birçok öğrenciye ders verdi. 1645'te Girit Seferi'ne katılması sayesinde haritaların nasıl yapıldığını inceleme fırsatını buldu ve bu konuyla ilgili eserlerde çizilen haritaları gördü. Bu arada görevinden ayrılarak, üç yıl devlette çalışmadı. Bu üç yıl içinde kimi öğrencilerine çeşitli konularda dersler verdi. Yine bu zaman içinde sık sık hastalandığı için, tedavi çareleri bulmak amacıyla, çeşitli tıp kitaplarını okudu. Pek çok eserini bu yıllarda yazmıştır. Kâtib Çelebi 1657 yılında vefât etti. Mezarı, Vefa'dan Unkapanı’ndaki Unkapanı Köprüsü'ne inen büyük caddenin sağ kenarındadır. Kâtip Çelebi çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok yazan biri olarak bilinir. Arapça, Farsça yanında Lâtince'yi de bilirdi. Osmanlı Devleti'nde Batı bilimleriyle fazla ilgilenen ve Doğu bilimleriyle karşılaştırıp sentezini yapan ilk Türk bilim adamlarından biridir. Unesco tarafından doğumunun 400. yılı münasebetiyle 2009 yılı Kâtip Çelebi yılı ilan edilmiştir. Adalar (anlam ayrımı) Adalar sözcüğüyle aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Eminönü Eminönü, İstanbul'un bir semtidir. İstanbul'un Tarihî yarımada olarak bilinen kısımda, Haliç'in batısında yer alır. 7 Mart 2008 tarihine kadar ilçe belediyesi olan Eminönü bu tarihte lağvedilerek kanunla Fatih ilçesine bağlanmıştır. Bütünüyle İstanbul kentinin tarihi çekirdeği olan sur içinde yer alır ve merkezi alanın en canlı bölgelerinden birini oluşturur. Osmanlı döneminde Deniz Gümrüğü ve Gümrük Eminliğinin burada bulunması sebebiyle Eminönü adını almış, Fatih ilçesiyle birlikte cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul'un merkezi ilçesi olmuştur. İlçe olduğu dönemde yüzölçümü bakımından Adalar'ın ardından İstanbul en küçük ilçesiydi. Nüfusu 1955 yılına kadar artmaya devam eden Eminönü'nün önemli semtleri, zamanla konut alanı olmaktan çıkıp, ticaret bölgesine dönüşünce, nüfus da azalma sürecine girmiştir. 1990 yılında 83.444 olan nüfusu, son nüfus sayımında 55.548 olarak tespit edilmiştir. Yüzölçümü 5 km²'dir.Toplam 33 mahalleden oluşmaktadır. İstanbul'un Haliç girişinde, kentin kurulduğundan bugüne var olan limanın, Sirkeci’yle birlikte önemli bir bölümünü Eminönü semti oluşturmaktadır. Kent yaşamının önemli bir odağı olduğu kadar, dünyanın en önemli limanlarından birinin merkezi olan bu semt, Unkapanı yolu üzerinde yer alan İstanbul Ticaret Üniversitesi'nin Eminönü Kampüsü'nden başlayıp İstanbul Ticaret Odası’nın binası ile devam eden ve Sirkeci'ye kadar uzanan kıyı şeridi ve onun hemen arkasındaki çarşı bölgesini kapsamaktadır. Semtin Bizans döneminde “Neorin Kapısı” (Başçe Kapısı) ile “Porta Drungari” (Odun Kapısı) arasındaki kıyı ve liman bölgesi olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır. Byzantion’un ilk kurulduğu yerin bugünkü Topkapı Sarayı çevresi ile Sarayburnu ve Sirkeci bölgesi olduğu sanılmaktadır. Sarayburnu’nun batısından başlayarak Sirkeci-Eminönü sahilinin tümüyle liman olduğu, Sirkeci Garı’nın bulunduğu kesimin sonradan dolduğu bilinmektedir. Bizans devrinde bugünkü Sirkeci ve Cağaloğlu’nun kuzey kesimlerine “Eugeniu” denilmekteydi. Bölge günümüzde Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surların bulunduğu yerde olması gereken Byzantion surlarının hemen dışında; Septimus Severus surunun içinde kalıyordu.
Bizans İmparatorluğu Dönemi'nde, Neorion Limanı zamanla dolmuş, 697’de imparator Leontios tarafından temizletilmiş, bu sırada çıkarılan cüruftan kaynaklandığı ileri sürülen bir veba salgını kenti kasıp kavurmuştu. 10. yüzyıldan sonra Cenevizliler ve Pisalılar başta olmak üzere Latin kolonileri, Eminönü-Sirkeci civarında imtiyazlı bölgeler elde edip buralara yerleşmişler ve limanda kendi ticaret iskelelerini kurmuşlardır. Eminönü ile Sirkeci arasında, Yeni Cami’nin hemen arkasında bulunan Bahçekapı semti, adını İstanbul’un deniz surlarının Haliç ağzına açılan kapılarından biri olan “Bahçe Kapısı”ndan almaktadır. Bizans döneminde bu kapıya “Porta Neorion” denildiği belirtilmektedir. Bu kapının çevresindeki nüfusun çoğunluğunu o dönemde Museviler oluşturduğundan, kapıya “Porta Hebraica” ya da “Porta Judeca” denilmiş, Türkler tarafından ise Çıfıt Kapısı (Şuhut Kapısı) olarak adlandırılmıştır. Bizans Dönemi'nde bu kapının yakınında bir kule olduğu, Haliç’in ağzına gerili zincirin bir ucunun kuleye, diğer ucunun da Galata Kulesi’ne bağlı bulunduğu rivayet edilmektedir. Kapının yerinin bugünkü Yeni Cami arkasında Arpacılar Caddesi üzerinde olduğu sanılmaktadır. Bizans Dönemi'nde olduğu gibi, Osmanlı Dönemi'nde de kentin ithal ettiği malların boşaltılıp, saklandığı, binlerce denizci ve tüccar ile onlara hizmet verenlerin işlerini gördüğü yoğun bir iş merkezi olmaya devam eden Eminönü, aynı zamanda İstanbul'un büyük bir liman semti idi. Dolayısıyla bu bölgede çok sayıda yer alan dini anıtların yanında, hanlar ve çarşılar da yoğun bir alanı kaplamaktaydı. Özellikle meydanı, pek çok yabancı seyyahın gravüarlerine konu olan Eminönü'nün deniz tarafından bakıldığında fark edilen eski hali, limanın sıkışık, insan ve etkinlik dolu atmosferi, deniz üzerinde sandallar, ilginç profilleriyle büyük kayıklar, Yeni Camii'nin silüeti, deniz kenarına sıkışmış ahşap dükkânlardan oluşan mimari karakteri oldukça değişikliğe uğramıştır. Bu değişimde İstanbul'u birbirine bağlayan özellikle Galata Köprüsü'nün rolü büyüktür. Böylece eskiden kıyıda oluşan kent mekanı, Galata'ya doğru uzanan bir şekillenmeye yönelmiştir. Buharlı gemilerin yapılmaya başlanması, Şirket-i Hayriye, Sultan Abdülaziz Dönemi'nde demiryolunun Sirkeci'ye gelişi, tünelin yapılması, atlı ve daha sonra da elektrikli tramvaylar, 19. yüzyıl sonunda Galata ve Sirkeci'de yapılan yeni rıhtımlar ve depolar, Eminönü'nün ve meydanının görüntüsünü tümüyle değiştirmiştir. Eminönü ilçesi'nin önemli semtlerinden biri olan Sirkeci, Osmanlı Dönemi'nde Topkapı Sarayı'na yakın oluşu, sonra da Babıali'nin, yani hükümet konağı merkezinin iskelesi olması sebebiyle önemini korumuştur. Bu yöre hem ulaşım, hem de ticaret açısından Babıali'nin denize doğru uzantısı durumundaydı. Demiryolları ve Sirkeci Garı'nın yapılması buranın daha da önem kazanmasına yol açtı. Gar, semte canlılık ve farklı bir işlev kazandırdı. Bu dönemde Bahçekapı'nın, sadrazamlığa terfi edenlerin saraya götürülmek üzere geçirildikleri kapı olduğu bilinmektedir. Kente getirilen zahire ve her türlü ticari metanın da bu kapıdan geçirildiği kaynaklarda belirtilmektedir. Akşamları şehir kapıları kapandıktan sonra geç kalanların şehre girdikleri kapı da burası idi. 1569'da Demirkapı'dan başlayıp Bahçekapı'ya kadar uzanan yangında semtin Yahudi Mahallesi bütünüyle yanmış, kapı ve çevresindeki surlar 1865 yangını ve sonra da yol genişletme çalışmaları sırasında yıktırılmıştır. Eminönü ilçesi'nin Cağaloğlu semti Evliya Çelebi'nin belirttiğine göre, Osmanlı döneminde Ekabir Saraylarının bulunduğu bir semtti. Bunda semtin saraya yakın oluşunun önemli payı olmalıdır. 16. yüzyılın son çeyreğinde sadrazamlık yapan Çiğalazade Sinan Paşa'nın sarayının ve yaptırdığı hamamın bu bölgede bulunması semtin "Çiğalaoğlu" adını almasına sebep olmuştur. Çiğalaoğlu adı daha sonra halkın ağzında "Cağaloğlu"na dönmüştür. Osmanlı devletinin sadaret makamı ve devletin yönetim merkezi olan Babıali'nin varlığı semte daha 18. yüzyıldan itibaren özellik kazandırmış ve burası Osmanlı bürokrasisinin, sadaret mensuplarının, paşaların yaşadığı bir bölge halini almıştır. 1870'lerden sonra ise Cağaloğlu, Türk basının merkezi haline gelmeye başlamıştır. Osmanlı döneminde Eminönü meydanının mimari karakterinin değişmesinde Sirkeci Garı'nın yapılması, Dördüncü Vakıf Han ve Postane gibi yapılar ile Sultan I. Abdülhamid döneminin ticarit yapılarının da tesiri vardır. Ancak Eminönü'nün 19. yüzyıldaki fiziki yapısı, asıl cumhuriyetin ilanından sonra, özellikle vali ve belediye reisi Lütfi Kırdar zamanında (1938-1949) değişmeye başlamıştır. 1928'de Fatih'ten ayrılarak ilçe olmuştur. Yeni Camii'nin önündeki yapılar, köprü için bilet kesen kulübeler ortadan kaldırılarak meydan açılmıştır. Mısır Çarşısı'nın etrafı açılarak restore edilmiş, 1955-56 yıllarında Unkapanı - Eminönü yolunu açma çalışmaları sırasında balıkçı ve meyhaneleriyle ünlü Balıkpazarı da yok olmuştur. Eminönü'nün eski silüeti bir ölçüde 1986 yılına kadar ayakta kalabilmişse de 1984-89 yılları arsında, Haliç uygulamaları sırasında Yemiş İskelesi ve çevresi tamamen ortadan kalkmıştır. 1980'li yıllarda ise meydanda yapılan yaya köprüleri semtin eski karakterini bozmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca Sirkeci, ucuz otellerin, gurbetçilerin nakliyat şirketlerinin merkezi olmuştur. Özellikle garın arkasındaki oteller gurbetçilerin mekanıydı. Ayrıca etrafta küçük lokanta, büfe ve işyerleri de mevcuttu. Ancak Sirkeci, tarihin her döneminde rıhtım olarak hizmet vermiştir. Diğer yandan Babıali caddesi ve onun devamı olan Ankara Caddesi'nden aşağı, denize ve Galata Köprüsü'ne inen trafiğin bağlantı noktası olma özelliğini yine her dönemde korumuştur. 1957-59'da açılmaya başlanan Sirkeci-Florya sahil yolu Sarayburnu'nu sahilden dolaşarak Sirkeci trafiğinin hafiflemesini sağlamıştır. 1960'lardan sonra Sirkeci'deki ucuz otellerin Laleli-Aksaray semtlerine kaymasıyla, semtte ticaret ve iş merkezi niteliği ağır basmıştır. Semtin sahil kesiminde feribot iskelesi ile Sirkeci Garı'nın karşısına gelen kısımda Harem-Sirkeci araba vapuru iskelesi yer almaktadır. Eminönü İlçesi'nin Bahçekapı semti 1960'lara kadar konutların da bulunduğu bir bölge iken daha sonra tamamen bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Galata köprüsünün ayağının doğusunda, Eminönü meydanından Sirkeci'ye doğru şehrin Rumeli yakasını, Anadolu yakasına ve Boğaziçi'ne bağlayan şehir hatları vapur iskeleleri sıralanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Cağaloğlu semti siyasal nitelik ve ağırlığını kaybetmiştir. Ancak Osmanlı döneminde olduğu gibi bu dönemde de basın merkezi olma özelliği öne çıkmıştır. 5747 Sayılı Kanun ile 7 Mart 2008'de Fatih ilçesine bağlanmıştır. Orhan Kemal Roman Armağanı Orhan Kemal Roman Armağanı, Türk yazar Orhan Kemal'in anısına 1972'den bu yana her yıl verilen roman ödülüdür. Haldun Taner Öykü Ödülü Haldun Taner Öykü Ödülü, Milliyet Gazetesi tarafından yazar Haldun Taner anısına 1987'den beri düzenlenmekte olan öykü ödülü. Ödül, o yıl yayımlanmış öykü kitapları veya yeni yazılmış, henüz yayımlanmamış öyküler arasında seçilen bir öyküye verilir. Ödüle aday olanlar arasından Seçici Kurul tarafından o yılın en iyi öyküsü olarak belirlenen öykünün sahibine ödül takdim edilir. Jüri, ödülü bir öyküye verebildiği gibi en fazla üç kişi arasında bölüştürebilmektedir. Haldun Taner’in eşi Demet Taner, Seçici Kurulu’n doğal üyesidir. Yeditepe Şiir Armağanı Yeditepe Şiir Armağanı, 1955 yılından itibaren verilmeye başlanmış şiir ödülü. Hüsamettin Bozok tarafından Yeditepe dergisi ve yayınları adına kurulmuştur. Bir önceki yılın, seçiciler kurulunca en beğenilen şiir kitabına verilir. Ödülün verilmesi 12 sene sürdükten sonra 9 yıl ara verildi ve tekrar başladı. Son şiir armağanı, 1984 yılında Necati Cumalı'ya verildi. Abdülkadir Kemali Öğütçü Abdülkadir Kemali Öğütçü (d. 10 Ağustos 1889 - ö. 21 Temmuz 1949), Türk avukat, ilk Büyük Millet Meclisi'nde Kastamonu milletvekili, İstiklal Mahkemesi başkanı, Ahali Cumhuriyet Fırkası'nın kurucusu, aktif politikacı. Romancı Orhan Kemal'in babasıdır. Taha Toros, “yaman bir muhalif” olarak nitelendirdiği Abdülkadir Kemali Öğütçü'yü şöyle tanıtır: "TBMM’nin ilk dönem milletvekili; üç günlük bakan; İstiklal Mahkemesi’nin hem reisi hem sanığı; hükümetin yaman eleştiricisi; güçlü bir gazeteci; 1930’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın kurucu başkanı; din üzerine eserler yazan bir bilgin, şifalı bitkileri inceleyen bir kamus yazarı; ceza hukukunda içtihatlara kaynak olan görüşüyle uzman bir hukukçu; yakın politika tarihimizin bir renkli siması ve dinlenmesine doyum olmayan bir hatibi." 1889'de Adana'ya bağlı Cebelibereket (Osmaniye) sancağında doğdu. Manastır Askeri İdadisine girdiyse de annesinin oğlunun asker olmasını istememesi yüzünden bu okuldaki öğrenimini yarıda bıraktı. 15 yaşında iken İstanbul’a gelerek iş buldu. İstanbul Hukuk Mektebi'ni 1912'de tamamladı. 1908 yılında, İkinci Meşrutiyet’in ilanı üzerine, ittihatçılarca öğrenciler içerisinde örgüt kurmakla görevlendirilmiş, Talat Paşa’nın gözüne girmişti. Talat Paşa sevgisi öylesine yer etmiştir ki, üçüncü çocuğu kız olmasına rağmen adını Talat koymuştur. Birinci Büyük Millet Meclisi'ne 1920'de Kastamonu'dan milletvekili seçildi. 25 Kasım 1920'de Pozantı İstiklal Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptı. İlk Millet Meclis'inde İkinci Grup içinde yer aldı ve en şiddetli muhaliflerden biri oldu. "Nahiyeler Kanun Tasarısı" üzerine yaptığı eleştiriler, köy ve köylüleri yakından tanıması açısından ilginçtir. 24 Eylül 1921 günü yapılan 81. Meclis toplantısında, köylüye ağır yük getiren söz konusu tasarıyı, özetle şöyle eleştirmiştir: " ...Halk bütün servetini, bacağındaki donunu, sırtındaki gömleğini verdiği halde, bunlar yetmiyormuş gibi bedenen çalışma zorunluluğunu, halka doğru gitmek isteyen bir hükümet, halkın üzerine yüklemek istiyor. Bu şu demektir ki, geberinceye kadar bedenen de çalışacaksınız ... Halka doğru gitmek, halkın başına bela olan gereksiz formaliteleri kaldırarak, yerine daha iyi, daha uygun yöntem kurmakla o
lur ... memleketi kurtarmak için gözümüzü her hâlde aşağı doğru, yani halka çevirmek zorundayız..." 1923 yılında milletvekilliği sona erdi ve Adana'da avukatlık yapmaya başladı. 24 Eylül 1930'da Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu, Ahali gazetesini çıkartarak muhafelet etti; "Toksöz Gazete"si'ni yayınladı. Partisi, Türkiye'nin ilk çok partili sisteme geçiş denemesi başarısızlığa uğrayınca kapatıldı; kendisinden "bir daha muhalefet etmeyeceğine" dair senet alındı, partinin yayın organı olan "Ahali Gazetesi"'nin yayımı yasaklandı. Abdülkadir Bey, tutuklanacağını haber alınca İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmamak için 24 Aralık 1930'da Suriye'ye kaçtı; Beyrut'a yerleşerek lokanta işletti. 1939'da afla yurda döndükten sonra avukatlık ve yargıçlık yaptı. 21 Temmuz 1949'da Ankara'da öldü. Kahire Kahire (, "El Kahire", "Gâlip", "Üstün Gelen"), Mısır'ın başkenti, Arap dünyası ve Afrika'nın en büyük kenti. Büyük bölümü Nil Nehrinin doğu kıyısında, nehrin Reşid ve Dimyat kollarına ayrıldığı noktanın biraz aşağısında yer alır. 1300 yılı aşkın süredir aynı alanda, aynı adla yer alan kent, Doğu ve Batı'nın, eski ile yeninin gelişigüzel bir bileşimini yansıtır. Şehrin ismi Mısırlılar tarafından çoğu kez ülkenin ismi olan Arapça "Misru", Mısır Arapçası "Masr" olarak adlandırılır. Kahire, şehir merkezinde 7.9 milyon, banliyöleriyle birlikte toplam 20 milyona yakın bir nüfusa sahiptir. Kahire Mısır ve çevre ülkelerinin politik, ekonomik ve kültürel merkezi konumundadır. Mısır hükümeti, parlamentosu, devlet daireleri ve diplomatik temsilciliklerin birçoğu Kahire'de bulunmaktadır. Kahire barındırdığı birçok üniversite, yüksek okul, tiyatro, müze ve anıtlarıyla ülkenin atardamarı konumundadır. Eski Kahire, 1979 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde bulunmaktadır. Kahire Müzesi, Piramitler bölgesi, Nil Nehri civarı turistlerin rağbet ettikleri önemli mekanlardandır. Kahire kenti Kahire iliyle ("muhafaza") hemen hemen aynı alanı kaplar. Çöl yükseltileri arasında sıkışmış olan güneydeki dar kesimi ve nehir deltasına doğru genişleyen kuzey kesimiyle bir yelpazeyi andırır. Arazi yapısı ve sulama giderlerinin fazlalığı çöle doğru genişlemesini engellediğinden, yüzyıllar boyunca önce nehire doğru, daha sonra da kuzey ve güney yönünde büyümüştür. Tipik bir çöl ikliminin egemen olduğu kentte gece-gündüz sıcaklık farkı çok yüksektir. Yazın gündüzleri ortalama 33 °C-34 °C'yi bulan sıcaklık, geceleri Nil'den gelen esintilerin etkisiyle 20 °C-22 °C'ye kadar iner. Kısa süren kış aylarında Yengeç Dönencesi'nde bulunan Güneş gündüzlerin ılık geçmesini sağlar, ama geceler oldukça serin ve nemlidir. Kentin yağış aldığı tek mevsim kıştır. Geçmişte yörede Memfis ve Babil gibi antik yerleşmelerin bulunmasına karşın, bugünkü kentin gelişmesi Mısır'a İslamı yayan Arapların 641'de eski Babil sitesinin karşısında kurduğu el-Fustat (askeri kamp anlamına gelen Latince "fossatum"'dan) kasabasıyla başladı (bugün Mısr ül-Kadime (Eski Kahire)). Sonraki yüzyıllarda el-Fustat çevresinde bir dizi yeni yerleşim alanı açıldı; Abbasiler 751'de el Asker'i, Tolunoğulları 870'te Ktai'yi kurdular. 969'da kenti ele geçiren Fatımilerin komutanı Cevher, var olan yerleşimin kuzeydoğusunda surlarla çevrili dikdörtgen planlı bir kent kurdu. Başlangıçta el-Mansuriye olarak anılan kente, Fatımilerin merkezi olmasından (973-974) sonra Kahire adı verildi. Eyyubilerin kurucusu Selahaddin Eyyubi, Kahire ve Fustat'ı tek bir sur içine alarak, Kahire'yi büyük bir kent durumuna getirdi ve geniş bir alanı kaplayan topraklarını buradan yönetti. Memlûk sultanı Baybars zamanında Memlûklerin merkezi olan kent, ortaçağ boyunca en parlak dönemini Memlûk yönetimi altında yaşadı. 1340'larda 500 bine ulaşan nüfusuyla Afrika, Avrupa ve Ortadoğu'nun en büyük kenti durumuna gelmenin yanı sıra Doğu ile Batı arasındaki ticarette kilit bir bağlantı noktası niteliğini kazandı. El-Ezher Üniversitesi kentin aynı zamanda İslam bilimlerinin merkezi olmasını sağladı. Memlûklere bağlı zengin topraklardan gelen vergiler önemli bir gelir kaynağıydı. Kentteki en önemli mimari yapılar bu dönemde inşa edildi. Kentin veba salgını (1348) ve Timur'un doğu sınırlarındaki istilasıyla (1400) başlayan gerilemesi, keşiflerin baharat yolunun önemini azaltmasıyla daha da hızlandı. Osmanlıların Mısır'ı ele geçirmesiyle (1517) siyasal özerkliğini yitiren Kahire, yalnızca bir eyalet merkezi durumuna geldi. Napoléon Bonaparte'ın 1798'deki Mısır seferiyle Kahire'de kurduğu yönetim temmuz 1801'e değin sürdü. 1805'te valiliğe atanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın kurduğu hanedan Kral I. Faruk'un iktidardan devrilmesine (1952) değin Mısır'ı yönetti. Mehmed Ali ve ardıllarının saltanatı ve onu izleyen Britanya yönetimi dönemlerinde ve en sonra da bağımsızlıktan bu yana, kent işlevlerine göre çeşitli bölgelere ayrılmıştır (bakanlıklar, ticarethaneler, lüks konutlar). Kentin bugünkü yapısı tarihiyle yakından ilgilidir. Kalabalık bir nüfusu barındıran ve Batı tipinde kurulmuş kesimi çevreleyen gecekondu görünümündeki üç eski mahallenin en büyüğü Fatımilerce kurulan yerleşim alanıdır. Burada Baybars Camisi ve Salaheddin Kalesi gibi çok sayıda tarihsel yapı vardır. Öteki eski mahalleler geçmişte kentin banliyöleri olan Bulak ve Mısrü'l-Kadime'dir (el-Fustat). Kentin modern merkezi olan el-Azbakiye ile yakınındaki büyük ticaret merkezileri ve konut alanları yoksul eski mahallelerle çarpıcı bir karşıtlık oluşturur. Kentin ana caddesi Nil'e koşut uzanan ve televizyon binası, katedral, belediye binası ve lüks otellerin çevrelediği el-Kurniş Caddesi'dir. Nil kıyısındaki modern kesimler ile eski mahalleler arasında bulunan kesimde alt orta sınıflar yaşar. Ulusal Kitaplık ve İslam Sanatları Müzesi burada yer alır. Metropoliten alanın doğusunda din büyüklerine ve Memlûk sultanlarına ait mezarlar bulunur. Ölüler Kenti adı verilen ve dünyada başka örneği bulunmayan bu yörede nüfusun en yoksul kesiminin bir bölümü (250 bin kişi kadar) yaşar. Belediye hizmetlerinden yoksun olan yörede, II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan hızlı nüfus artışının etkisiyle yapılmış olan görece modern, yeni yapılara da rastlanır. Son yıllarda kentin batı ve kuzey kesimleri konut alanları olarak hızla büyümektedir. Tarımsal topraklardan ya da sulama yoluyla çölden elde edilen alanlarda Heliopolis ve Nasr kenti gibi çeşitli yerleşmeler kurulmuştur. Kahire Mısır, Roma, ortaçağ Arap ve Osmanlı mimarisinden zengin örnekler barındırır. Kentin tescil edilmiş olan 400'den fazla tarihsel anıtı MS 130 ile 19. yüzyıl başları arasındaki dönemden kalmadır. En eski kesimlerde üstü sıvalı ve iki-dört katlı tuğladan evler egemendir. Bazı eski evlerde yöreye özgü ahşap pencere kafesleri (müşrefiye) bulunur. Geleneksel konutlar çeşmeli bir avluya açılır; erkek ve kadınların yaşadığı bölümler ayrıdır. Kentin 19. yüzyılda inşa edilen kesimindeki binaların taştan yapılmış zengin bezemeli dış yüzeylerinde, kubbeciklerinde ve romanesk eşiklerinde abartılı Avrupa etkisi görülür. 20. yüzyıl başlarında kurulan Batı etkisindeki kesimlerin fazla yüksek olmayan taş ya da betonarme binaları Paris'teki yapılar örnek alınarak yapılmıştır. Nil kıyısındaki Akdeniz tipi binalarda eski Mısır mimarisinin bazı özellikleri korunmuştur. Geçmişte dinsel ve etnik açıdan karmaşık olan kent nüfusu giderek türdeş bir yapı kazanmaktadır. Günümüzde nüfusun yüzde 90'ını Müslümanlar oluşturur; geri kalanların çoğunu Kopt Kilisesi'ne bağlı Mısırlı Hıristiyanlardır. Ayrıca az sayıda Katolik ve Protestan (çoğu Avrupa kökenli) ile küçük bir Yahudi topluluğu vardır. Kentin çok yüksek olan nüfus artış hızı ciddi sorunlar doğurmaktadır. Kahire'nin ekonomisi başlangıcından bu yana yönetsel işlevlerine, iç ve dış ticarete ve sanayi üretimine dayanmıştır. Büyük ölçekli sanayileri dokumacılık (genellikle pamuklular), demir-çelik, gıda ve tütün işlemenin yanı sıra tüketim mallardır. El emeğine dayanan geleneksel sanayiler de önemli bir yer tutar. Mısır'ın en önemli banka ve finans kuruluşları ile ulaşım şirketlerinin merkezleri Kahire'dedir. Kahire Üniversitesi, Ayn Şems, El-Ezher Üniversitesi ve Kahire Amerikan Üniversitesi gibi kurumlarıyla yükseköğretim merkezi olan Kahire'ye öteki Arap ülkelerinden çok sayıda öğrenci gelir. Kentteki başlıca müzelerden biri Tutanhamon'a ait hazinelerin sergilendiği Mısır Müzesi'dir. 1900 yılında Fransız mimar Marcel Dourgnon tarafından neo-klasik tarzda inşa edilen müze, dünyadaki en geniş Antik Mısır koleksiyonuna sahip. Giriş katında 42 odada, üst katta ise 47 odada eserler sergileniyor. Diğer müzeler İslam öncesi döneme ait ikon, dokuma ve taşların sergilendiği Kopt Müzesi, Memlûk Kuran'ları ile ahşap, pirinç ve cam eşyaların sergilendiği İslam Sanatları Müzesi'dir. Han el-Halili Çarşısı Ortadoğu’da kurulan en büyük pazarlardan, Kahire’nin ve Mısır’ın en çok turist çeken noktalarından biridir. Tahrir Meydanı’nın doğusunda yer alır ve sokakları İslami mimarinin birçok örneğine ev sahipliği yapar. Gümüş, bakır, altın ve kaymaktaşı gibi madenlerden yapılmış çeşit çeşit hediyelik eşya ve takılar, deri ve daha birçok kumaşın kullanıldığı rengârenk kıyafetler, ruhu canlandıran, bedeni dinçleştiren kokularıyla Doğu’nun egzotik baharatları ve ara sokaklara serpiştirilmiş kahveciler hem hediyelik eşyalar almak hem de Kahire’nin oryantal yüzüne ışık tutan bir tur yapmak isteyen ziyaretçilerin uğrak noktasıdır. Nil'in Kahire'den geçen kısmındaki adalardan en büyüğü seçkin Cezire adasıdır. Gelir seviyesi yüksek ailelerin ikamet ettiği Zamalek Mahallesi, Kahire Kulesi, Cezire Spor Kulübü, Modern Sanatlar Müzesi ve Opera Binası bu adada gezilebilecek noktalar arasındadır. Özellikle 182 m uzunluğundaki Kahire Kulesi'nden şehir manzarasını izlenebilir. Bankalar, alışveriş merkezleri ve restoranların sıralandığı Kahire merkezinin ortasında yüksek binaların mesken tuttuğu Tahrir Meydanı bulunmaktadır. Işıklı panolarla süslü meydan, bürokrasinin de merkezidir. Arap Birliği binası, çeşitli bakanlıklar ve devlet dairelerini barındıran Mugamma binası ve Kahire Amerikan Üniversi
tesi bu meydanda yer almaktadır. Meydan’ın güneyine doğru çıkarsanız 120 bin eserlik bir koleksiyona sahip olan Mısır Müzesi’ne ulaşılır. Ayrıca batıda, Nil kıyısında yer alan ünlü oteller Tahrir Meydanı’na çok kısa mesafede yer almaktadırlar. Han el-Halili çarşısının güneyinde, 15 dakikalık mesafede yer alır. Kendi içindeki yapıların çokluğundan dolayı burası bir şehir gibidir. Camiler, müzeler ve restoranlar ile, Kahire şehir merkezinin karmaşasından uzak ve sakin bir nokta olan Kahire Kalesi'nden Kahire manzarası da görülebilir. Kale sınırları içerisinde bazı yapıları: Süleyman Paşa Camisi, Mehmed Ali Paşa Camii, En-Nasır Camisi, Askeri Müze, Araba Müzesi, Polis Müzesi, Gawhara Sarayı'dır. Kale’nin batısında kentin simgelerinden olan Sultan Hasan Medresesi ile Er-Rifai Camisi, güneybatısında ise Tolunoğlu Camisi ile Gayer-Anderson Müzesi de dikkate değer yapılardandır. Spiral minaresiyle Kahire’de tek olan Tolunoğlu Camisi ve İslam ve Avrupa sanatına dair paha biçilmez parçaların sergilendiği Gayer-Anderson Müzesi Kahire Kalesi içindedir. Kahire ülkenin öteki kentlerine demiryollarıyla bağlanır. Heliopolis yakınında uluslararası bir havalimanı vardır; Kahire Uluslararası Havalimanı Kahire'nin 15 km kuzeydoğusunda yer alır. Kent içinde yaygın olarak kullanılan atlı araba, eşek ve develer yerini otomobillere, otobüs ve 1987'de kullanılmaya başlayan ve Afrika'daki ilk yeraltı taşımacılığı örneği olan metroya bırakmıştır. Mısır ve Kahire'deki en popüler spor dalı futboldur. Kentin en ünlü iki futbol takımı Al-Ahly ve Zamalek yalnızca Mısır'ın değil Afrika ve Arap dünyasının önde gelen futbol kulüplerindendir. İki takım da iç saha maçlarını Kahire Uluslararası Stadyumu'nda oynamaktadır. Yassıada Demokrasi ve Özgürlük Adası ya da bilinen adıyla Yassıada, Marmara Denizi'nde İstanbul'a yakın küçük bir adadır. Biri sivri, diğeri yassı görünümlü olan, birbirine yakın iki metruk adadan yassı olanıdır. Eni 185, boyu 740 metre, yüzölçümü 18.3 hektar olan adanın arazisi düzdür, ancak sahilleri genellikle denize dik olarak iner. Sivriada'ya 0.9, Burgaz Adası'na 2.67 ve Kadıköy'e (Fenerbahçe Adası) 6.27 deniz mili uzaklıktadır. 27 Mayıs Darbesi döneminde burada gerçekleştirilen ve Demokrat Partililerin (DP) yargılandığı Yassıada Yargılamaları ile de tanınır. Darbenin izlerini silmek için adanın adı Demokrasi ve Özgürlük Adası olmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu döneminde 4. yüzyıl'dan itibaren bir sürgün yeri olarak kullanılan Yassıada'ya, Bizans İmparatoru Theofilos (hükümdarlığı 829-842) Platea Manastırı diye bir manastır inşa ettirmiştir. 860'ta bu adada sürgün olarak kalan patrik İgnatios adanın tam ortasına bir kilise inşa ettirmiştir. Daha sonraları bu kilisenin altındaki dehlizler zindan olarak kullanıldı. 12. yüzyıl'da Latinlerin ve 15. yüzyıl'da Rusların istilasına uğradı. İstanbul'un Fethi'nden sonra uzun süre adayla ilgilenen olmamıştır. 1859'da adayı satın alan Birleşik Krallık'ın İstanbul sefiri Sir Henry Bulwer, sahilde burçları olan kaleye benzer bir bina ile adanın ortasına enteresan bir mimari üslupta, şato büyüklüğünde bir köşk inşa ettirdi. Bulwer 1837 yılında Birleşik Krallık'ın İstanbul Büyükelçiliği kâtipliğinde bulunurken önemli bir ticaret anlaşması imzalamıştır. St. Petersburg, Madrid, Washington D.C. ve Floransa'dan sonra tekrar Mayıs 1858'de İstanbul'a gönderilmiş ve 1865 yılı Ağustos ayına kadar Büyükelçi olarak kaldığı sırada, dört tarafı kayalık, ıssız yeri beğenerek Sultan Abdülmecit'in de onayını alarak Yassıada'yı satın almıştır. Lüks eşyalar taşınarak burada küçük bir şato şeklinde, biri batı tarafında, biri ortada olmak üzere iki bina, limonluk inşa ettirir ve asma kütükleri diktirip bahçe kurdurur. Bahçıvanlardan üretimi sorarken, bir taraftan da misafirlerini karşılar. Bahar ve yaz ayları bitince, İngiliz elçisinde birden sıkıntı görülür. Bunun üzerine Londra'da Times gazetesine ilan vererek adayı satışa çıkarılır. Osmanlı Hükümeti için bu hiç de uygun bir davranış değildi. Kendisine epeyce dil döküldükten sonra bu kararından vazgeçirilir. Burada dikkate değer bir rivayet de şudur: inşaat yapılırken lahit içinde çok değerli mücevherler çıkar, bunun üzerine Osmanlı hükümeti Bulwer'den adayı bir Türk'e satmasını ister. Bu kez arazi, bahçe, bağ ve binalar Mısır Hidiv'i İsmail Paşa'nın ilgisini çeker ve satın alır. Fakat o da, kısa bir süre sonra, bu şehirden uzak olan Yassıada'dan sıkılır. Tekrar birkaç bekçi ve martılardan oluşan ıssız günler başlar. Yassıada 1947'de Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınmış, 1949'da inşaata başlanmış ve 1952'de eğitim hizmetlerine açılmıştır. Komutanlık kuzey iskele yanındaki, bugün de duran Bulwer'in şato tipi yuvarlak köşkünü muhafaza ederek, subay ve erler için yüksek katlı lojmanlar, spor sahası, tesisler, buz deposu, yemekhane, silahhane gibi birçok yeni bina yaptırdı. 27 Mayıs Darbesi'nden (1960) sonra burada kurulan mahkemelerde Demokrat Partililer yargılanmıştır. Mahkeme sonunda idam cezasına mahkûm edilen 15 sanıktan Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun cezaları İmralı Adası'nda infaz edildi. . Davaya bakan hakim ve savcılar kaldıkları Heybeliada Panorama otelinden buraya gemi ile gelip gitmişlerdir. Yassıada Yargılamaları bittikten sonra, ada yeniden Deniz Kuvvetlerine teslim edilmiş ve buradaki eğitim faaliyetleri 1978'e kadar sürmüştür. Deniz kuvvetleri de burayı boşalttıktan sonra adanın ıssız günleri tekrar başlamıştır. 1993'te İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi için uygun bir çalışma yeri olarak görüldüğünden, enstitü buraya taşındı. Günde iki kez şehir hatları vapurları, hoca ve öğrencileri getirip götürmesine rağmen, uzaklık, gerekli ihtiyaçların karşılanmasını zorlaştırdığı için Fakülte 1995'te adayı terk etmiştir. Marmara Denizinin tek balık çiftliği burada bulunmaktadır. Gökkuşağı alabalığı ("Oncorhynchus mykiss"), 1–4 kg'lık Çelikbaş Alabalığı yetiştirilmektedir. İstanbul'a yakın ve deniz trafiğinden uzak olduğu için hafta sonlarında şehirdeki dalış kulüpleri için eğitim alanı olarak kullanılmaktadır. Hüsn-ü tabir için adanın adı Demokrasi ve Özgürlük Adası olmuştur. Demokrat Parti İstanbul milletvekili olduğu için 27 Mayıs Darbesi sonrası Yassıada'da tutuklu olan Faruk Nafiz Çamlıbel'in dizileri. Orhan Kemal Müzesi Orhan Kemal Müzesi Yazar Orhan Kemal'in anısını yaşatmak üzere İstanbul Beyoğlu'nda, üç katlı bir binada kurulmuş bir müzedir. Müzede yazarın çoğu Ara Güler tarafından çekilmiş 70 kadar fotoğrafı, aile fotoğrafları, kitaplarının orijinal ilk baskıları, özel mektuplar, hakkında yazılan tez ve makaleler, kullandığı daktilo, özel eşyaları, öldüğünde yüzünden alınan maske gibi nesneler sergilenir. Müze binasında ayrıca bir kitaplık ve "İkbal Kahvesi" adlı bir kahve de bulunur. Müze, Orhan Kemal Kültür Sanat Merkezi tarafından 2000 yılında kurulmuştur. Ahali Cumhuriyet Fırkası Ahali Cumhuriyet Fırkası, Abdülkadir Kemali Öğütçü tarafından Adana'da kurulan ve 29 Eylül 1930 - 21 Aralık 1931 tarihleri arasında faaliyet gösteren siyasi partidir. Abdülkadir Kemali Bey, 1924 yılında kurma girişiminde bulunduğu “"Müdafaa-i Umumiye Fırkası"”nı 1930 yılındaki çok partili sisteme geçiş denemesi sırasında “"Ahali Cumhuriyet"” ismiyle kurmayı başardı. Genel Başkanlığını Abdülkadir Kemali Bey’in üstlendiği fırkanın diğer kurucuları Ali Vehbi, Bekir Sıtkı, Mustafa Ziya, Çiftçi Hasan, Yedek subay Ali Bey idi. Bazı Güneydoğu illerinde zayıf biçimde örgütlenen fırka kuruluşundan sonra sadece Arif Oruç’un çıkardığı "Yarın" gazetesi tarafından olumlu karşılandı. Daha önce çıkardığı "Toksöz" gazetesini yeniden çıkarmak isteyen Abdülkadir Ali Bey, izin alamayınca "Ahali" gazetesini partinin yayın organı olarak kullandı. Parti programında ordunun erzakını kendisinin temin etmesi, demiryolu dahil bütün inşaatın durdurulması savunulmuş, elli sene boyunca telif eserlerin yasaklanıp hep tercüme yapılması ve iptidaî mekteplerin hep leylî olması vurgulanmıştır. Tam hazır olmadan 1930 belediye seçimlerine giren fırka, başarılı olamadı. 21 Aralık 1930’da Bakanlar Kurulu kararıyla “"idare heyeti gösteremediği"” gerekçesiyle kapatıldı. Başbakanlığın hakkında kovuşturma açılmasını istemesi üzerine Abdülkadir Kemali Bey, İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmamak için 24 Aralık 1930'da (Menemen Olayı’nın ertesi günü) Suriye'ye kaçtı. Gdańsk Gdańsk (Almanca: Danzig), Polonya'da bulunan bir şehirdir. Gdańsk (Eski adı Danzig), 12. yüzyıldan beri Polonya ile Almanya arasında ihtilafa konu olmuştur. İki ülke de şehri kendi toprakları altına almak ister. Almanya I. Dünya Savaşı sonunda yenildiğinde ve özgür Polonya deklare edildiğinde, Versay Antlaşması'yla Gdańsk, nüfusunun %95'i Alman asıllı olmasına rağmen, "özgür şehir" olarak ilan edildi ve yetkisi Milletler Cemiyeti'ne verildi. Böylece Polonya'nın erişebileceği ve kullanacabileceği bir liman olacaktı. 1933'de, seçimler sonrası şehir parlamentosunun büyük bir kısmı Nazilerden oluşuyordu. 1939'da, Polonya'nın Almanlar tarafından işgali ile, Gdańsk yeniden Almanya'ya katıldı. II. Dünya Savaşı'nın sonunda ise, Gdańsk adını alarak Polonya'ya bağlı bir şehir oldu. Şehirde bulunan Almanlar ise gitmeye zorlandılar. 1980'lerde şehir Solidarność (Türkçe: Dayanışma Sendikası) hareketinin yuvası oldu. 1990'da ise şehrin Polonya'ya bağlı olduğu, resmen Almanlar tarafından kabul edildi. Gdańsk, tarihteki olayda yer almış önemli bir Avrupa şehridir. Aynı zamanda birçok büyük düşünürün de zaman zaman evi olmuştur. Heinrich Himmler Heinrich Luitpold Himmler (7 Ekim 1900, Münih - 23 Mayıs 1945, Lüneburg), Alman politikacı ve asker. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin (NSDAP) liderlerindendi ve 1929-1945 arasında Schutzstaffel'in (SS) başkomutanlığını yapmıştı. Üçüncü Reich'ın önde gelen devlet adamlarından biriydi. 7 Ekim 1900'de Bavyeralı bir öğretmenin oğlu olarak Münih'te doğdu. 1919-1922 yılları arasında Münih Teknik Üniversitesi'nde ziraat eğitimi aldı. 1923'teki Birahane Darbesi'nde yer aldı. 1925'te nasyonal sosyalistlerin güvenlik teşkilatı
SS'e (Schutzstaffel) katıldı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne katılmadan önce ziraat fakültesinde kümes hayvancılığı üzerine eğitimini sürdürmekteydi. 1929'da ise SS'in başına getirilmişti. Hitler onu SS başkanı olarak atadı. SS’te o zamanlar 300’e yakın kişi vardı ve bu kişiler Hitler’in korumalarıydı. SS mevcudunu 1933’e kadar 50.000 kişiye çıkardı. 30 Ocak 1933'te nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesiyle, Alman polisinin SS kontrolüne geçmesini sağladı. Daha sonraları sıkı bir güvenlik ağı oluşturarak nasyonal sosyalizm karşıtı birçok kişiyi yok etti ve Yahudiler ile Çingenelerin imhasını yönetti. 1936’da, Almanya’daki polis gücünü artırdı ve 7 Haziran’da Alman Polisinin başı oldu. Onun kontrolündeki bütün polis organları sayesinde, özellikle Gestapo (gizli halk polisi) sayesinde gücü limitsizdi. Diğer sorumluluklarına ek olarak, güvenlik servislerinden (Sicherheitsdienst) ve toplama kamplarından da sorumluydu. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği dönemlerde Himmler’in Yahudi "avlamak" amacıyla kurulan Einsatzgruppen adlı birlikleri Polonya sınırında Hitler’in isteğini getirmek için bekliyorlardı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Avrupa'da kurduğu toplama kamplarında Yahudilerin ve rejime karşı olanların imhasını gerçekleştirdi. Savaşın devamında Himmler sayesinde alınan ve kazanılan başarılar sayesinde 1943'te Wilhelm Frick'in yerine İçişleri Bakanlığı'na getirildi. 20 Temmuz 1944'te Hitler'e karşı düzenlenen başarısız suikastten sonra SS Teşkilatının yanı sıra ülkedeki bütün güvenlik güçleri üzerine denetim kurdu. 1943 yılında Ocak 1945'te Hitler Himmler'i sırf kendine olan sadakatinden dolayı Sovyet taarruzunu durdurabileceğini düşünerek Vistül Ordular Grubu Komutanlığına getirdi. Başından beri Hitler’in en sadık adamlarından olmuştu. Hitler onu ""der treue Heinrich"" (Sadık Heinrich) diye çağırırdı. Hitler’in, Yahudileri ortadan kaldırma fikri ortaya gelince, bunu Himmler kabul etti mi, yoksa buna başka bir çözüm mü buldu? Yahudileri kendilerinden ayırmanın başka bir çözümü yok muydu? İşte Hitler’in yaptığı da buydu. Tam tarih bilinmese de Himmler’in verilen emri kabul ettiği bilinmektedir. İlginçtir ki Himmler bazı konuşmalarında antisemit olmadığını söylemektedir. Müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilen belgelere göre, verilen bütün emirleri büyük bir istekle yerine getirmiştir. İlk kurbanlar "Einsatzgruppen" tarafından vurularak öldürülüyordu. Ama daha "etkili" bir metot bulunmalıydı. Bu metot, ölümleri hızlandırmalı ve SS birliklerinin Yahudileri öldürmekten kaynaklanan psikolojik çöküşlerini engellemeliydi. Karar, Polonya'daki tüm gaz odalarında Zyklon-B adlı zehirli bir gaz (hidrosiyanik asit ve karbonmonoksit) kullanılması yönündeydi. Nihai Çözüm olarak adlandırılan bu eylem planı sonucunda, 6 milyon Yahudi kesin bir sonla Avrupa'dan silinmek amacıyla öldürülmüştür. 1944'ün kış aylarında Himmler'in Waffen-SS birliği tam 910.000 (dokuz yüz on bin) ve Allgemeine-SS ile birlikte sadece kâğıt üzerinde toplam 2.000.000 (iki milyon) üyeye sahipti. Buna rağmen 1945 yılının ilkbaharında, özel doktoru ve masörü Felix Kersten ve SS generali ve Abwehr Yabancı İstihbarat Şefi Walter Schellenberg ile yaptığı tartışmaların ardından hayatını adadığı Almanya'nın zaferinden kuşku duymaya başladı. Nasyonal sosyalist rejimin hayatta kalmasını İngiltere ve Birleşik Devletler ile yapacağı barış görüşmelerine bağladı. Sonuç olarak, General Schellenberg'in de teşvikiyle İsveç diplomatı Kont Folke Bernadotte ile Danimarka sınırında bulunan Lübeck'te temas kurup görüşmelere başladı. Himmler'in planı batıda barışı sağlamak, ardından Sovyetler Birliği ve Birleşik Devletler'in, Wehrmacht'ın kalan güçleriyle savaşmasını izlemekti. Adolf Hitler bu olayları duyunca Himmler'i vatan haini olarak ilan etti, intihar etmeden bir gün önce Himmler'in bütün yetkilerini ve rütbelerini aldı. Hitler'in ardından, kariyeri boyunca Himmler'le birçok kez karşı karşıya gelen Joseph Goebbels Şansölye oldu. Ayrıca Hermann Goering de Hitler tarafından vatan haini ilan edildi. Himmler bu olaylar yaşanırken, Reichsführer-SS (SS Lideri), Alman Polis Şefi, İçişleri Bakanı, Volkssturm Komutanı (Nazi Almanyası'nın son aylarında savaşan birliklerden biri), Vatan Ordusu Komutanı ve Almanya Hükümet Temsilcisi rütbelerine sahipti. Kont Bernadotte ile yaptığı görüşmeler sonuç vermedi. Berlin'e de dönemeyeceği için Plön yakınlarında batı bölgesinin kuzeyinde savaşan ve o zaman bütün Alman kuvvetlerinin komutanı olan Amiral Karl Dönitz'e katıldı. Fakat Dönitz, Himmler'i derhal yanından uzaklaştırdı ve kendisine Alman hükümetinde yeri olmadığını söyledi. Hayatta kalma çabalarını sürdürmeye devam ediyordu. Son çare olarak Birleşik Devletler'e iltica etmeye kalktı. General Dwight Eisenhower'ın karargahıyla temasa geçti ve NSDAP lideri olarak mahkemeye çıkarılmaması halinde bütün Almanya'yı Müttefiklere teslim edeceğini söyledi. Himmler'in akli dengesinin durumu Eisenhower'a yaptığı başvuruda savaş öncesi Almanya'da polis şefi olmak istediğini ve Eisenhower'a Hitler selamı mı vermesi gerektiğini yoksa elini mi sıkması gerektiğini sormasıyla anlaşıldı. Eisenhower, savaş suçlusu olarak ilan edilen Himmler ile herhangi bir şekilde muhatap olmayı reddetti. Eski meslektaşları tarafından reddedilmesi ve Müttefikler'in kellesini istemesi Himmler'i çıkmaza sokmuştu. Çaldığı her kapı suratına kapanan Himmler, Danimarka sınırındaki Dönitz hükümetinin başkenti Flensburg'da 21 Mayıs'a kadar dolandı durdu. Tutuklanmaktan kurtulmak için, kendisinin Gizli Ordu Polis Şefi olduğunu gizledi ve adını "Heinrich Hitzinger" olarak değiştirdi. Hiç kesmediği bıyığını tıraş etti ve sol gözüne de bant taktı. Üstüne de askeri üniforma giydi. Bundan sonraki tek planı Bavyera'ya dönebilmekti. Sınırlardan geçebilmek için sahte evraklar düzenledi ve yanına 11 SS Subayını alarak grup halinde yola koyuldular. Friedrichskoog'dan 11 Mayıs'ta güneye doğru yöneldi. Neuhaus'a geldiklerinde grup ayrıldı. 21 Mayıs tarihinde, Himmler ve iki yardımcısı eski Sovyet savaş esirlerinin tarafından kurulmuş bir kontrol noktasında durduruldu ve gözaltına alındı. Çünkü bu evrakların incelenmesi sonucu sahte oldukları anlaşılmıştı. Takip eden iki gün içinde, birkaç kampa taşındı ve 23 Mayıs'ta, Lüneburg yakınlarındaki İngiliz 31. Sivil Sorgulama Kampına getirildi. Nöbetçi subayı Yüzbaşı Thomas Selvester, rutin bir sorgulama başlattı. Himmler kim olduğunu itiraf etti ve Himmler'i yakalatarak Lüneburg'daki 2. Ordu karargahına gönderdi. Himmler daha sonra Nürnberg'te NSDAP liderlerinin yargılanacağı mahkemeye gönderilmek üzere hazırlandı. Karargahta üzerindeki elbiseler çıkartıldı, arandı. Elbisesinin içinde herhangi bir zehir saklamış olması ihtimaline karşı üstüne bir İngiliz askeri elbisesi giydirildi. Ama araştırma iyi yapılmamıştı. Himmler ağzındaki bir boşlukta potasyum siyanür kapsülü saklamıştı. 23 Mayıs'ta General Montgomery'nin karargahından yeni bir İngiliz haber alma subayı geldi ve askeri doktora Himmler'in ağzını aramasını emretti. Doktor Himmler'in ağız içini incelemeye çalıştı, ama Himmler isteksiz bir şekilde başını geriye salladı. Himmler hemen ağzındaki siyanürü ısırdı ve 12 dakika içinde öldü. Midesi yıkandığı ve kusturulduğu halde kurtarılamadı. Bu siyanür kapsülleri SS subaylarının dişlerinin içine Holokost'tan önce yerleştirilmişti. Takma dişin içinde bulunan kapsül herhangi olağanüstü bir durumda intihar edebilmeleri için hazır bulunuyordu. Himmler'in son sözleri "Ich bin Heinrich Himmler!" (Ben Heinrich Himmler!) oldu. Hemen ardından Himmler'in cesedi Lüneburg yakınlarında bilinmeyen bir mezara defnedildi. Himmler'in mezarının yeri günümüzde de bilinmiyor. Himmler'in intiharının ardından bazı iddialar ortaya sürüldü. Lüneburg'da intihar edenin Himmler olmadığı fakat ona çok benzeyen birinin Himmler için intihar ettiği iddia edildi. Daha sonra ODESSA (Organisation der ehemaligen SS-Angehörigen) (Eski SS Üyeleri Derneği) tarafından daha değişik ifadeler ortaya atıldı ve iddialar ilginç bir boyuta ulaştı. ODESSA'ya göre Himmler, Waldviertel yakınlarındaki ufak bir köy olan Strones'a kaçmıştı. Burası Alois Hitler'in doğum yeri olan Avusturya'da Viyana'nın kuzeyinde kalan bir yerdi. Buraya yerleştikten sonra sürgün edilen ve tekrar doğan bir SS birliğini yönettiği iddia edildi. Himmler'in değil de bir ikizinin intihar ettiği iddiası Hugh Thomas tarafından 2001'de piyasaya sürülen SS-1: The Unlikely Death of Heinrich Himmler (SS-1 Heinrich Himmler'in Şüpheli Ölümü) kitabında da yer buldu. Ayrıca kanıtlı bir şekilde. Thomas, Himmler'in otopsi kayıtlarının detaylı bir şekilde eksiksiz raporuna ulaştı. Bu raporda cesedin kulaklarındaki kıla kadar detaylar yazılmıştı. Himmler'in çocukluğunda eskrim yaparken yaralandığı, sol yanağının altındaki belirgin yara izinden bahsedilmemişti. Aynı zamanlarda piyasaya sürülen ve Amerikalı nasyonal sosyalizm ve Üçüncü Reich yazarı Joseph Bellinger'ın kaleme aldığı "Himmler's Death" (Himmler'in Ölümü) kitabı, bu iddialara başka bir boyut kazandırdı. Teoriye göre Himmler, İngiliz ordusu tarafından 1945 yılının Mayıs ayında suikaste uğradı. Martin Allen'in kitabı "Himmler's Secret War" (Himmler'in Gizli Savaşı) da İngiliz arşivlerinden yola çıkarak buna benzer iddialarda bulundu. David Irving de Himmler'in İngiliz soruşturmacılar tarafından dövülerek öldürüldüğünü ve ayrıca dövüldükten sonra burnunun da kırıldığını iddia etti. Pendik Pendik, İstanbul'un Anadolu yakasında yeralan ve Marmara Denizine sahili olan bir ilçesi. İlçenin bilinen en eski adı Pantikapeun'dur. Roma, Bizans, Doğu Roma ve Latin İmparatorluğu dönemlerinde her tarafı duvarla çevrili beş duvarlı anlamına da gelen Pantichion, Panlihion ve Tayni Tiyni isimleride kullanılmıştır. Bu isimler Osmanlı döneminden itibaren değişikliğe uğrayarak günümüzde olduğu gibi Pendik olarak kullanılmaktadır. Pendik'teki en eski yerleşim olarak Makedonlar bilinse de yapılan kazılarda 3-4 bin yıllık insan kalıntıları bulunmuştur. Roma ve Doğu Roma hakimiyetinin ardından 1080-1083
'de Selçuklularda kaldıysa da, tekrar Latin İmparatorluğu eline geçmiştir.1306'da ise Osmanlı hakimiyetine girmiştir ancak bu Bizansın geri kazanma çabalarını doğurmuş ve 1329-1330 tarihlerinde Pelekanon savaşıyla bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. 1400 yılında Yıldırım Bayezid döneminde Abdurrahman Gazi alana dek boş kalmış olan Pendik, bu tarihten itibaren tamamen Türk hâkimiyetindeki bir yerleşim yeri olmuştur. Osmanlı hâkimiyetinde küçük bir balıkçı kasabası durumunda bulunan Pendik, geçirdiği büyük bir yangınla tamamen kül olmuştur kaynaklara göre 1200 hane ve dükkânı kül eden 50 saatlik yangından sonra Ayan Meclisi Senato Hariciye Encümen Reisi Azaryan Efendi Paris'ten mühendis ve mimarlar getirterek yeni yerleşimin planlarını çizdirmiştir. Planlara da şehir merkezine adının ilk harfini koydurtarak imzasını atmıştır. Günümüzde Gazipaşa-İsmetpaşa ve Orhan Maltepe Caddelerinin oluşturduğu çizgiler hala ilçenin en işlek merkezi durumundadır. Osmanlı döneminden Gebze ilçesine bağlı bir köy iken daha sonra Üsküdar Mutasarrıflığına bağlı Kartal Sancağı bünyesinde bir nahiye olmuştur. Nihayet 04.07.1987 tarihinde 19507 sayılı Resmi Gazete de yayınlanan 3392 sayılı kanun ile ilçe olmuş ve teşkilatlanmasını tamamlayarak 11.08.1988 tarihinde fiilen faaliyete geçmiştir. İlçede, Kaynarca ve Pendik arasında sahile 50 metre uzaklıkta, neolitik dönemden kalma ve M.Ö. 6500 yılında kurulduğu sanılan, 32 mezarın ve ev temelleri kalıntılarının bulunduğu eski bir yerleşim bölgesi bulunmuştur. İstanbul ilinin doğu yarısında yer alan Pendik, güneydoğu'da Tuzla doğuda Gebze, kuzeyde Şile ve Çekmeköy, batıda Kartal, Sancaktepe ve Sultanbeyli, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrilmiştir. Yaklaşık 200 km² lik bir alana yayılmış olup 9 km sahil şeridi bulunmaktadır. Pendik'in yüzey şekilleri genel olarak engebelidir. Deniz kıyısı kil ve kum ile kıyıdan itibaren kuzeye doğru silislerle kaplıdır. İstanbul'un tek ve en yüksek dağı olan Aydos ile sınır olan Pendik, Ballıca Ağılbayırı, Karabayır tepelerine de sahiptir. Ayrıca üzerinde İBB Sosyal tesislerini barındıran Gözdağı'da en yüksek noktalardan biridir. Riva Deresi, Ballıca Deresi Ömerli Barajına dökülen akarsulardır. Büyükdere Kurtköy' den çıkarak Tuzla sınırlarına gider. İstanbul'un en büyük su kaynaklarından olan Ömerli Barajı'da Pendik sınırlarındadır. Çok geniş topraklara sahip Pendik'te TEM güneyi tamamen yerleşim yerleriyle kaplıdır, kuzeyde ise yalnızca 5 köy bulunmaktadır. Pendik karadenizin yağışlı iklimi ile akdenizin ılıman iklimi arasında geçit teşkil eder yani klasik Marmara iklimine sahiptir. Kışın Balkan yarımadasından gelen soğuk rüzgârlar ve karadenizin yağışlı havası ilçede etkisini gösterir, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yarı nemli bir iklime sahiptir. Yıllık Ortalama sıcaklık 14,1 derece Kışın Ortalama Sıcaklık 5,6 derece Yazın Ortalama Sıcaklık 28,6 derecedir. Hâkim rüzgârlar poyraz ve lodostur. Pendik ilçesinde sağlık işlemlerini Sağlık Grup Başkanlığı yürütmektedir. Sağlık Grup Başkanlığına bağlı 23 Sağlık Ocağı, 3 Sağlık Evi hizmet vermektedir bunun yanında 1 Ana çocuk Sağlığı ve Aile planlama merkezi,1 Verem Savaş Dispanseri ve 1 Halk Sağlık laboratuvarı vardır. Pendik Devlet Hastanesi ise Pendik Merkezin dışında Kaynarca, Sapanbağları ve İstasyon Semt Poliklinikleriyle Hizmet Vermektedir. Anadolu Yakası'nın en büyük hastanesi olma özelliğini taşıyan 540 Yataklı Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi hizmet veriyor. 4 özel hastane, 8 poliklinik, 8 tıp merkezi, 5 ağız ve diş polikliniği, 100 ün üzerinde muayenehane, 41 adet çeşitli branşlarla ilgili laboratuvar, 2 diyaliz merkezi ve 13 sağlık kabini ile 144 eczane sağlık sektörü adına hizmet vermektedir. 1870 yılında kurulan Pendik Gar müdürlüğü günümüzde de hizmet vermeye devam etmektedir. İstanbul kalkışlı tüm trenler (Haydarpaşa-Bostancı ve Pendik de tüm trenler durur) ile İstanbul içinde hizmet veren banliyö trenleride Pendik sınırlarındaki Pendik, Kaynarca, Tersane, Güzelyalı istasyonlarında hizmet vermektedir. 1998 den beri hizmet veren Pendik-Eminönü deniz otobüsü ve 2004 den beri Pendik-Yalova hızlı feribotu deniz ulaşımını sağlamaktadır. İstanbul'daki hava ulaşım merkezlerinden biri olan Sabiha Gökçen Havalimanı da Pendik'de bulunmaktadır. Ana arter olarak E-5 TEM ve Sahil Yolu ve bu yolları birbirine olan bağlantısını sağlayan ara yollarıyla karayolu ulaşımı sağlanmaktadır. Şehir içi trafiği içinse minibüs ve taksilerin dışında İETT ile pek çok noktaya ulaşım mümkündür. Şişli (251), Üsküdar (16A) ile Kartal ve Maltepe den de geçen Kadıköy(16, 17, 222) seferleri Pendik merkez kalkışlıdır. Ayrıca Tuzla istikametinden gelen 130, 130A Kadıköy hatları dışında 500T Tuzla-Topkapı, 500ES Tuzla-Esenler Otogar, 133T Tuzla-Bostancı da Pendik den geçmektedir. Bunların dışında havalimanı kalkışlı E-9 Bostancı, E-10 Kadıköy ve E-3 4.Levent seferleri mevcuttur. 16, 16D, 16A ,16K, 16C, 16B, 16S, 16Y, 17, 17K, 132, 132A, 132AP, 132F, 132K, 132P, 132V, 133, 133A, 133K, 133Ş, 133D, 134, 133T, 134TK Pendik ilçesi sınırlarından geçen ve çeşitli noktalara ulaşan hatlardır. Kadıköy'den Kartal'a kadar uzanacak olan metro hattı daha sonra Pendik Kaynarca'ya uzayacak, Kaynarca'da, Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan Sultanbeyli istikametine uzanan metroyla birleştirilecektir. 1924 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesinden sonra Drama ve Yanyadan gelen Müslüman Türk nüfus Pendik’e yerleşti. Pendik’ten giden Rumlar da Selanik yakınlarında Pendik adında bir yerleşim yeri kurdular. Dramalılar, Yanyalılar ve 1950’lerde Erzincanlıların da katılımıyla yeni Pendik’in çekirdeği oluşturulmuş oldu. Bu yapıya 1960 sonrasında Yugoslavya’dan göç eden Boşnaklar da eklendi. Bu göçmen nüfus 1960-70 arası Pendik İstasyon Üstü Mahallesi’ne, Sapanbağlar ve Yeşilbağlar’a yerleşti. Genel olarak seksenli yıllara kadar yazlık yerleşim merkezi olarak gelişen Pendikte 1 Temmuz 1982'de Pendik Tersanesinin açılması, seksenli yılların Pendik'in en fazla göç aldığı dönem olmasında büyük rolü vardır. Tersanenin açılması ve sanayi kuruluşlarının büyük gelişme göstermiş olması ile beraber artan göçler nedeni ile Pendik yazlık yerleşim yeri olmaktan çıkmış bahçeli evlerin yerini apartmanlar almaya başlamıştır. 1989 yılında Bulgaristan’ın çeşitli şehirlerinden yurdumuza zorunlu olarak göç eden soydaşlarımız için 1990 yılında Pendik–Kurtköy’de 3 bin 150 konut inşa edilmiştir. Pendik günden güne göç almakta olup ilçede çoğunluğu Erzurum, Erzincan, Kastamonu, Giresun, Ordu, Sivas, Bilecik ve Afyon illeri kökenli yurttaşlar ile Boşnak ve Balkan göçmeni kökenli yurttaşlar oluşturmaktadır. Nüfus bakımından Pendik, TUİK 2011 verilerine göre İstanbul'un 4. büyük ilçesidir. Halil Rifat Paşa Halil Rıfat Paşa (1827, Selanik - 1901, İstanbul) II. Abdülhamid saltanatında, 7 Kasım 1895-9 Kasım 1901 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış, bunun öncesinde de Sivas ve İzmir valilikleri hizmetlerinde bulunmuş bir Osmanlı devlet adamıdır. Osmanlı Devleti'nin 1827 yılında Selanik vilayetinin Siroz sancağına bağlı Lika köyünde "Bölükbaşı ailesi" olarak tanınan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Osmanlı bürokrasi kademesinin en altı olan tahrirat kaleminden, en üst makam olan Sadrazamlığa kadar yükselmiş önemli bir devlet adamıdır. Sıbyan mektebinde yeteneği fark edilip bölge eşrafından bir zatın himayesinde İstanbul'da Mülkiye Mektebi'nde eğitimini tamamlamıştır. Kâtip olarak memuriyete başlayarak bürokrasi içinde yetişti. Çeşitli vilayetlerde divan kâtipliği, mektupçuluk, mutasarrıflık, valilik ve sonra Dahiliye Nazırlığı ve Sadrazamlık vazifelerinde bulundu. Memuriyet hayatındaki en parlak icraatlarını Sivas, Aydın (İzmir) ve Manastır valilikleri dönemlerinde gerçekleştirdi. Balkanlarda eşkıyaya karşı orijinal mücadele taktikleri ve Anadolu'da bayındırlık alanında vatandaş-devlet iş birliği ile gerçekleştirdiği çalışmalarla şöhrete ulaştı. 1882'de o devirde eyalet merkezi olan Sivas'a vali olarak gönderilmiştir. Yol, içme suyu, tarım, orman alanlarında bölgeye çok hizmet vermiştir. Yol davasındaki şu sözü tarihe geçmiştir: "Gidemediğin yer senin değildir." Bütün bu hizmetleri sonunda Sivas’tan görev icabı ayrılarak İzmir’e tayin olmuştur. 1885-86 ve 1889-1891 yılları arasında iki dönem İzmir valiliği yapmıştır. 19. yüzyıldaki yüzlerce vali arasında özellikle yol yapımı konusunda isim bırakan tek şahsiyettir. Dahiliye Nazırlığı ve Sadrazamlığının ilk yıllarında en fazla meşgul olduğu mesele Ermeni isyanlarıydı. Dahiliye Nazırlığı görevindeyken başlattığı Darülaceze projesinin sadrazamlığının altıncı ayında tamamlanmasıyla resmi açılışını bizzat yapabilmiştir. Bir idare binası, sekiz aceze dairesi, çocuk yuvası, revir ve hastane, cami, kilise, sinagog, iş ocakları, aş ocağı, fırın, hamam, çamaşırhane, gasilhane, berberhane, hemşire ve bakıcılar için personel lojmanları, rehabilitasyon merkezi, hayvan kesimhanesi, demirbaş eşya deposu, kuru gıda ambarı, yaş sebze ve meyve muhafaza deposu, buzhane gibi üniteleri içine alan 20 binadan oluşan Darülaceze din, mezhep, dil, ırk, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç kimsesiz, yaşlı ve sakat insanlarla, sokağa terk edilmiş 0-6 yaş arası çocuklar ücretsiz olarak, her türlü ihtiyaçları karşılanarak barındırılmak amacı ile kurulmuştu. II. Abdülhamid döneminde bütün işlerin saraydan yürütüldüğü ve Sadrazamların nispeten az rolünün bulunduğu bir zamanda, yumuşak huyluluğu ve Padişaha sadakati sayesinde 9 Kasım 1901'de vefat edene kadar makamını muhafaza edebilmiştir. 6 yıllık bu sadrazamlık görevi esnasında da başarılı hizmetlere imza atmıştır. 1901 yılında vefat etmiş, Eyüp'te defnedilmiştir. Türbesi Bostan İskelesi Sokağı ile Boyacı Sokağının birleştiği yerdedir. Sadrazam Halil Rıfat Paşa bir karakter olarak Elveda Rumeli dizisinde de canlandırılmıştır. Terimi yeniden yazma Terimi yeniden yazma , Matematik, bilişim biliminin bir dalı olan evrensel cebir de iki terimin eşit olduğunu ya da olmadığını ispat etmek için kullanılan bir hesap tekniği. Örnek: Grup teorisini
n aksiyomlarını tekrar edelim: Şimdi "e · X = X" eşitliğin doğru olup olmadığını terimleri (aksiyomları uygulayıp) yeniden yazarak ispatlayabiliriz. Kanıt: Franz Baader, Tobias Nipkow. "Term rewriting and all that". Cambridge University Press. Of (anlam ayrımı) Kurtköy, Pendik Kurtköy, İstanbul'un Pendik ilçesine bağlı bir mahalledir. Önceleri Kartal ilçesine bağlıydı. Pendik'in ilçe olmasının ardından ilçeye bağlı bir semt olmuştur. Kurtköy, kuzeybatısında bulunan Aydos Dağı eteklerine kurulmuştur. Güneyde Tuzla Aydınlı, batısında Pendik Yayalar Mahallesi, doğusunda Tuzla Orhanlı ve Akfırat beldeleri, kuzeyinde Sultanbeyli ve Şile ilçeleri bulunmaktadır. TEM Otoyolu Kurtköy sınırları içinden geçmekte ve Kurtköy gişeleri ile D-100 (E-5) Karayolu'na bağlanmaktadır. Ömerli su havzasının büyük bölümü bu sınırlar içinde kalmaktadır. Çevresini İSKİ ve Orman Bakanlığı koruma altına almıştır. Harem otogarı'nın yıkılıp Anadolu Otogarı olarak Kurtköy'de inşa edilmesi projelenmiştir. Kadıköy-Tavşantepe metrosunun Sabiha Gökçen Havaalanı'na bağlanması için yapılan çalışmalar devam etmektedir. Evrensel cebir Evrensel cebir, matematiğin bir dalı olup bütün cebirsel yapılara ortak olan özellikleri inceleyen bilimin adıdır. Evrensel cebirde, bir (soyut) cebir bir birim formula_1 ve onun tanımlı olan operasyonlardan oluşur. (Operasyon sembolları sadece "fonksiyonların ismi" olarak kullanılır). Operasyonların toplamına "imza" (en. "signature") adı verilir formula_2. 0,1 gibi operasyonlara "sabit" denilir. Operasyonlar soyut bir şekilde eşitliklerle tarif edilebilir. Mesela alttaki eşitliklerin tümüne "E" diyelim. Yukardaki imza formula_13 bir cebir doğasal sayılardır formula_14. Burada formula_15 bildiğimiz "arti" fonksiyonudur. Bu cebir yukardaki formula_16 adı verdiğimiz tüm eşitlikleri "kabul eder" (en. "satisfy")formula_17. Başka bir deyimle, N yapısı E'nin bir modelidir. E'nin başka bir bir modelini daha tanimlayalım.formula_18 Bunun bir model olduğunu (yani formula_29 ifadesini) kanıtlamak kolaydır. Evrensel cebirde önemli sorulardan birkaç tanesi: Kadıyânîlik Kadıyânîlik, Mirza Gulâm Ahmed tarafından Hindistan'ın Pencap eyâleti sınırlarında kalan Kadiyan kasabasında kurulan dinî hareket. Kadiyânîlik’e, kurucusu Mirzâ Gulam Ahmed'in adına izâfetle “"Mirzâiyye"” ya da ortaya çıktığı yere nisbetle “"Kadîyâniyye"” adları da verilmektedir. Gulam Ahmed, 4 Kasım 1900'de bir bildiri yayımlayarak kurduğu hareketin adını Muhammed'in isimlerinden biri olan "Ahmed"e işâret ederek “"Ahmediyye"” olarak ilân etti. 1908’den itibaren cemaati de, başta İngilizler olmak üzere batılılar da “"Ahmediyye"” ismini kullanmaktadırlar. Kadıyânîler, her ne kadar İslâm'ın temel kaynakları olan Kur'an, her ne kadar sünnet ve hadisi yok saymıyor olsalar da, Mirza Gulam Ahmed'in düşünceleri, fikirleri ve de kendisine ilham olunduğuna imân ettikleri vahiylere neredeyse daha fazla önem atfetmektedirler. Müslümanlar ise, Müslüman âlimlerin ""Ahmediyye"" isminin İslâmî telakkîye uygun olmadığı hususunda görüş birliğinde olmalarına dayanarak İslâmî anlayışa daha uygun buldukları “"Kadiyaniyye"” ismini için tercih etmişlerdir. Yakın döneme âit hemen hemen bütün İslâm kaynaklarında da bu isim kullanılmaktadır. Gulam Ahmed, Hindistan'ın Pencap eyaletinin Gurdaspür bölgesinde Kadiyan kasabasında , kendi ifâdesiyle 1839 yılında doğdu. Ailesi, Babürlüler devletinin kurucusu Babür Şah döneminde Hindistan'a göç etmiş. Halk hekimi olan dedesi ve babası, İngiliz idaresine bağlılıklarından dolayı elde ettikleri topraklarda tarımla uğraşırlardı. Gulam Ahmed, küçük yaştan itibaren Kur'an-ı Kerim, Arapça ve Farsça öğrendi. Daha sonra mantık ve felsefe dersleri de aldı. Âilesinde de hekimlik ve geleneksel tıp hakkında bilgi edindi. Babası Ahmed’in hukukçu olmasını istiyordu. 1864’te onu hukuk eğitimi almak üzere Siyalküt kentine gönderdi. Memur olarak bu kente giden Gulam, hukuk imtihanında başarılı olamadı. 1868’de Kadiyan'a geri döndü ve inzivaya çekildi. Kendi kendine "vahiy" dediği bazı sesler duyduğunu ileri sürmesi de bu dönemde başladı. 1876 yılından itibaren Gulam Ahmed’in Hindular ve Hıristiyanlara karşı kaleme aldığı yazıları gazetelerde yayımlanmaya başladı. 1857’de tamamen İngiliz hakimiyeti altına giren Hindistan'da Hindularla Hıristiyanların Müslümanlara zulmettiği bir dönemde, İslam'ı ve Müslümanları savunmak amacıyla kaleme alınan bu yazılar, dikkat çekti. Gulam Ahmed ismi de bu yazılar neticesinde duyuldu. Yavaş yavaş şöhret kazanmaya başlayan Gulam Ahmed, Hindu ve Hıristiyanlara karşı elli ciltlik bir reddiye yazacağını iddia ederek para toplamaya başladı. “"Berahin-i Ahmediyye"” adını verdiği eserinin ilk cildi 1880’de neşredildi. Eser, Hint Müslümanları tarafından ilgiyle karşılandı ve 1884’e kadar 3 cilt daha yayımlandı. Bu arada Gulam Ahmed, kendisine ilham geldiğini, kerametler görüldüğünü iddia etmeye başladı. Kaleme aldığı eserinde vahyin sona ermediğini, Muhammed ile bağ kurabilen kişilerin ona bahşedilen zahirî ve batınî bilgilerle donatılacağını da iddia etti. Gulam Ahmed, diğer yandan da İngiliz hükümetini övüyor, silahlı mücadeleyi yeriyor, “cihad” çağrılarına karşı çıkıyordu. Başlangıçta elli cild olacağı ilân edilen “Berahin-i Ahmediyye” 1905 yılında beşinci cildinin neşredilmesiyle tamamlandı. Beşinci cildin önsözünde “50” ile “5” arasındaki farkın “0” olduğu söyledi. 1885 yılında Gulam Ahmed, kendisinin 19’uncu yüzyılın “müceddîd”i olduğunu ilân etti. 1888’de, Allah'ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini duyurdu. 1891’de daha da ileri giderek vahiy aldığını, Allah'ın kendisini Hıristiyanların ve Müslümanların beklediği mesih ve mehdi olarak görevlendirdiğini açıkladı. Bu konulardaki görüşlerini de 1891’de peşpeşe yazdığı “Feth-i İslâm”, “Tavzih -i Merâm” ve “İzale-i Evham” ismini verdiği kitaplarda savundu. Bu aşırı iddialarından dolayı Müslümanlar ve Hıristiyanlar gibi, yine aynı dönemde Hindistan’da ortaya çıkmış “arya samac” mezhebinin mensupları da Gulâm Ahmed’e şiddetle karşı çıktılar. Önceleri Gulam Ahmed’i ve eseri “Berâhîn-i Aĥmediyye”yi metheden isimler ve çevreler dahi artık onun küfre saptığını söylemeye başladılar. Hicrî 29 Ramazan 1308, milâdî 8 Mayıs 1891 tarihinde, Gulam Ahmed’in kâfir olduğuna dâir bir fetvâ verildi. Gulam Ahmed ise 1893’te yazdığı “Kerâmâtü’s-Sâdıķîn” “"Hamâmetü’l-büşrâ"” ve 1894’te yazdığı “"Nûrü’l-Hakk"” ve “"Sırrü’l-Hilâfe"” başlıklı eserlerinde iddialarını sürdürdü. Kendisine karşı gelenlerin başlarına gelecek felâketler ve hatta ölümleri ilgili kehânetlerde bulundu. 1899’da da İngiliz hükümetine ve kraliçeye bağlılığını beyân ettiği “T"uhfe-i Kayzeriyye"” ve “"Sitâre-i Kayzeriyye"” adlı kitaplar yayımlandı. Bu eserlerinde İngiliz idaresini ve kraliçeyi methediyor ve kendilerine dua ediyordu. 11 Nisan 1900 günü, kurban bayramı namazında Arapça bir hutbe okudu. İlk defa bu hutbeden sonra kendisine “nebî” ve “resul” şeklinde hitap edilmeye başlandı. Gulam Ahmed de yeni bir kitap getirmediğini, fakat Allah’ın seçilmiş bir kulu olarak Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu ilân etti. Bu konudaki itirazlara yönelik 1902'de ""Tuhfetü’n Nedve"" ve 1907'de ""Hakîkatü’l Vahy"" adıyla iki risâle yayımladı. Gulam Ahmed, 26 Mayıs 1908’de Lahor’da beklenmedik bir şekilde vefât etti. Ertesi gün memleketi Kadıyân’da taraftarları için ayrılan “"Bihiştî Makbere"”ye defnedildi. Gulam Ahmed, 1905’te ilân ettiği vasiyetinde ardından hareketin başına kimin, ne şekilde getirilmesi gerektiğini bildirmişti. Cenaze namazının öncesinde vasiyeti gereğince cemaatin ileri gelenleri arasında yapılan seçim sonucunda, Hakim Nûreddin, “"mesîhin ilk halifesi"” ünvânıyla hareketin başına getirildi. Hakim Nûreddîn, 1841’de Pencap’ın Sargoda bölgesinin Biheyre şehrinde doğdu. 1880'de "Tasdîk-i Berâhîn-i Ahmediyye" adıyla bir kitap yazdı ve daha sonra Gulâm Ahmed ile aralarında sağlam bir dostluk başladı. Hakim Nûreddîn, Gulâm Ahmed’e nazaran daha iyi bir eğitim gördü. Hem Arapça ve Farsça bilgisiyle, hem de dinî ilimlerdeki bilgisiyle Kadıyânîler arasında ön plana çıktı. Hatta hareketin fikir babası olduğu, Gulam Ahmed'i onun idare ettiği dahi iddia edilmiştir. Hakîm Nûreddin döneminde Kadıyânîlik içinde, 1913'te yaşanan Kanpûr Camii ayaklanması hariç, bir bölünme olmamıştır. Hakîm Nûreddin, 13 Mart 1914’te ölümünden önce yerine halîfe olarak Gulam Ahmed’in oğlu Mirza Beşîrüddîn Mahmud Ahmed’i aday göstermişti. Bu arada Mevlânâ Muhammed Ali adındaki bir kişi ve takımı da Gulâm Ahmed’in vasiyeti gereğince halife yerine mezhebin işlerini "Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye"nin yürütmesi gerektiği fikrini ileri sürdü. Ancak yaklaşık 1500-2000 kadar olduğu tahmin edilen Hakîm Nûreddîn taraftarları ağır bastı ve Mahmud Ahmed "mesîhin ikinci halifesi" ünvânıyla halifeliğe getirildi. Mevlânâ Muhammed Ali ve beraberindeki 50 kadar taraftarı da Kadıyân’ı terk ederek Lahor’a yerleştiler. Böylece Kadıyânîlik, iki gruba ayrıldı. Bugün halifelik ve Mirza Beşîrüddîn Mahmud Ahmed taraftarları, Türkçe ""Ahmediye Müslüman Cemaati"" ve İngilizce asıl ismiyle ""Ahmadiyya Muslim Jamaat"" adı altında bir teşkilat oluşturmuşlardır. Teşkilatın başı 1984'ten beri Londra'da oturan "halîfe"dir, teşkilat merkezi ise Kadıyân'dır. Ahmediye Müslüman Cemaati'ni 2003 yılında göreve getirilen Mirza Masrur Ahmed idâre etmektedir. Kadıyânîlik'nin Türkiye şubesi de bu kola bağlıdır. İnanışlarına göre Mirza Masrur Ahmed, Kadıyânîler tarafından ""Mesih'in Beşinci Halifesi"" olarak kabul edilmektedir. "Halife" sıfatıyla Avrupa Parlamentosu'na davet edilmiş ve 4 Aralık 2012'de parlamento huzurunda bir konuşma yapmıştır. Ahmediye Müslüman Cemaati, Gulâm Ahmed’in peygamber olduğuna, ona inanmayanların da kâfir olduğuna imân etmiştir. "Mesih'in halîfesi"nin bütün dünyanın halifesi sayıldığına inanırlar. 1947'de Pakistan kurulduktan sonra Kadıyân Hindistan sınırları içinde kalmış, cemaat de merkezini Pakistan’da yeni kurulan Rebve şehrine taşımıştır. 1965'te ölen Mahmud Ahmed'in yaklaş
ık 50 yıllık idâresinde genel eğitim öğretim, propaganda ve tanıtım, iç ve dış işleri, maliye, ağırlama ve yerleştirme, basın yayın ve kutlu-mezarlık gibi birtakım teşkilâtlar kurulmuştur. 1902'den itibaren aylık olarak "Review of Religions", 1913'ten itibaren Urduca "el-Fazl", Amerika Birleşik Devletleri'nde "The Muslim Sunrise" ve Londra’da aylık "The Muslim Herald" isimli dergiler yayımlanmaktadır. 1969'da Gulam Ferid, Kur'an-ı Kerîm'i İngilizce'ye tercüme etmiştir. Bu tercüme de çeşitli Avrupa ve Afrika dillerine tercüme edilmiştir. "Sadr-ı Encümen-i Ahmediyye" ve Mevlânâ Muhammed Ali taraftarları ise "Lahor Ahmediyye Hareketi" olarak ""Ahmadiyya Anjuman Ischat-i-Islam Lahore"" adı altında örgütlenmişlerdir. Ahmediye'nin bu kolunun merkezi Lahor'dur. Cemaatin başında hâlen 2002'den beri "emir" ünvânıyla görev yapan Abdülkerim Saîd Paşa bulunmaktadır. Gulam Ahmed'den nakledildiği şekilde Kadıyânîler, İsa'nın çarmıhta ölmediğine, öldü sanılarak mezara konduktan sonra kendine geldiğine, yaralarını ""merhem-i İsa"" denen bir ilaçla iyileştirip İncil'i yaymak ve özellikle kayıp "on İsrail koyunu"nu aramak üzere Keşmir'e geldiğine, Keşmir'de yaklaşık olarak 120 yaşında öldüğüne, Srinagar'da gömüldüğüne inanmaktadırlar. Âhir zamanda gelmesi beklenen Mesih Meryemoğlu İsa değil, yaratılış bakımından ona benzeyen ve fakat Muhammed ümmetinden bir kimse olacaktır. Müslümanların beklediği "mesih" ile "mehdî" aynı kişi olup, bu da bizzât Mirza Gulam Ahmed Kadiyânî'nin kendisidir. Kadıyânî inanışına göre, Gulam Ahmed, hem Muhammed'in, hem de İsa'nın ruhunu taşıdığı için barışçıdır. Barıştan yana olduğu için, "cihad"ını kılıçla değil tebliğle yaparak İslam'ı yayacaktır. Gulam Ahmed, Allah tarafından görevlendirildiğini kerâmetleri, kendisine indirilen vahiy ve kendisine bahşedilen mucizeler ile ispatlamıştır. Ona imân etmek farzdır. Bu konudaki itirazlara Gulam Ahmed henüz sağlığında "Tuhfetü’n-nedve" ve "Hakîkatü’l-vahy" adlı eserleriyle cevap vermiştir. Gulâm Ahmed’in bu yorumlarından sonra, kendisinden sonra ikiye ayrılan taraftarları arasında ciddi tartışmalara sebep oldu. Ahmediye Müslüman Cemaati, onun gerçek anlamda nebîliğini ileri sürerken, Lahor Ahmediye Hareketi ise Muhammed’in son peygamber olduğunu, ondan sonra hiçbir nebînin gelmeyeceğini, Gulâm Ahmed’in sadece müceddid yahut mesîh ve mehdî olduğuna imân eder. Ahmediye Halifeliği'nin şiarı "Herkesi sev, kimseden nefret etme"dir. Bu şiar, İspanya'daki Başarat Camii'nin temel taşının yerine oturtulması sırasında yaptığı konuşmada, cemaatin üçüncü halifesi olan Mirza Nasır Ahmed tarafından dile getirilmiştir.Ayrıca Kadıyani Beyaz Minaresi, Ahmediye Cemaatinin bir sembolü ve ayırt edici özelliği olmakla birlikte, bayraklarındaki sembollerden de biridir. Dünya çapında Müslim TV Ahmadiyya (MTA) adlı Türkçe yayınlar da yapan bir TV kanalları bulunmaktadır. Genellikle devletin yetersiz kaldığı Afrika ve Asya'nın birçok ülkesinde okulları hastaneleri vardır ve din, dil, ırk ayrımı yapmadan cemaat üyelerinin fedakarlıklarıyla hizmet üretirler. Bugün hâlâ yoğun bir şekilde İslam'ı bütün dünyada tebliğ ediyor ve Ahmediye cemaatini gönüllü olarak tanıtmaya devam ediyorlar. Cemaatin masrafları ve maddî ihtiyaçları, her cemaat üyesinin verdiği "zekât" ile karşılanmaktadır. Tarihte Nobel ödülünü kazanan ilk Müslüman bilim adamı Prof. Abdüsselam bu cemaatin bir üyesidir. Yine Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı başkanlığı yapmış Sir Zaferullah Han da bu cemaat üyesidir ve Pakistan'da da dış işleri bakanlığı yapmıştır. Diğer yandan, Almanya'da 1920'lerden beri faaliyette bulunan Ahmediye cemaati, bu ülkenin Hessen eyaleti ve Hamburg şehrinde resmen tanınmıştır. Bugün Hindistan, Pakistan, Afrika, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'ın da dahil olduğu 207 ülkede faaliyetlerini sürdüren Kadıyânîler'in sayısının yaklaşık 10 milyondan fazla olduğu söylenmektedir. Müslüman kesimlerce, İngiliz fidanı olmakla suçlanmış ancak bu iddiaları kesin bir dille "iftira" olarak nitelendirmişlerdir. Piridoksin Piridoksin, bir diğer adıyla B vitamini, özellikle protein metabolizmasında çok önemli bir koenzimdir ve birçok nörotransmitterin sentezinde rol alır. Besinler Piridoksamin ve Piridoksal şeklinde de bulunabilir. Aktif şekli Piridoksalfosfat'tır (PLF). Kolaylıkla bozulur, bu yüzden güneş ışığından, bazik ortamlardan uzak tutulmalıdır. İşlenme ve pişirme sırasında da kolaylıkla bozulur. Her şeyden önce protein metabolizmalarında yaklaşık 60 enzime koenzimdir. Bu da onu yaşamsal açıdan önemli kılar. Amino asit dönüşümlerinde, nükleik asit sentezinde, ve amino asitlerin ince bağırsaktan kana absorpsiyonunda (emiliminde) görev alır. Asetilkolin, GABA, serotonin gibi nörotransmitterler için gereklidir. Vücudun B absorpsiyonuna pozitif etki eder. Ayrıca, magnezyum ve çinko gibi birçok mineralin vücut içindeki işlevlerine de pozitif etki eder. Hemoglobin sentezinde görevlidir. Triptofan metabolizmasında görevlidir. Görüldüğü gibi piridoksin vücudun birçok önemli reaksiyonları için "şart"tır. Özellikle hormonal denge ve nörolojik yapıya olan katkısı küçümsenemez. Kompleks B vitamin eksikliği dışında eksikliği nadiren görülür. izoniazid kullanımında, alkoliklerde ve laktasyon esnasında görülebilir. Nörolojik bozukluklar başta olmak üzere piridoksin eksikliğinin birçok semptomu vardır, sıralarsak: Kırmızı et ve et ürünleri (özellikle karaciğer), çiğ sebzeler, beyaz et, ve bir miktar da süt ve süt ürünlerinde bulunur. Uygun bir diyet ile gerekli günlük piridoksin ihtiyacımızı kolaylıkla karşılarız. Çocuklar için günlük piridoksin ihtiyacı yaklaşık 1–2 mg'ken, yetişkinlerin günlük piridoksin ihtiyacı yaklaşık 2 mg'dir. Hamile ve emzikli kadınların piridoksin ihtiyacı artar. 1990'ların sonunda fazlasıyla ünlenen bir vitamin olan piridoksin birçok doktor tarafından diyete takviye olarak, birçok hastalık tedavisinde, ilaç şeklinde önerilmektedir. Yine de önerildiği birçok hastalığa veya soruna etkisinin olup olmadığı klinik düzeyde kanıtlanmamıştır. Piridoksin yüksek miktarlarda dahi toksik olmadığı için, doz aşımlarında büyük sorun yaratmasa da, bazı hastalarda uzun bir süre kullanılan yüksek dozda piridoksinin nörolojik bozukluklara yol açtığı bilinmektedir. Bunların ötesinde piridoksinin birçok hastalığın tedavisinde katkı sağladığı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Piridoksinin kullanılacağı yerleri sıralarsak: Bunların dışında piridoksinin pozitif etki ettiği birçok tedavi vardır. Mustafa Balbay Mustafa Ali Balbay (d. 8 Ağustos 1960, Yeşilova), Türk gazeteci, siyasetçi ve yazar. 24. Dönem İzmir 2 . Bölge milletvekili, Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu üyesi, Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu üyesi, Cumhuriyet Gazetesi eski Ankara Temsilcisi, Cumhuriyet Gazetesi'nin baş sayfasında "Gündem" adlı köşenin yazarı olan Balbay’ın gezi, inceleme, siyaset ve çocuk edebiyatı alanında 29 kitabı vardır. 6 Mart 2009 da hükümeti düşürmeye teşebbüs suçlamasıyla tutuklandı. 5 Ağustos 2013'te İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından karara bağlanan Ergenekon davasında 34 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. 9 Aralık 2013 tarihinde tahliye edildi, 10 Aralık 2013 tarihinde milletvekili yemini ederek göreve başladı. TBMM XXIV. ve XXV. Dönem İzmir milletvekilidir. Balbay, evli ve iki çocuk babasıdır. 1960 yılında Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Güney beldesinde doğdu. İlkokulu doğum yeri olan Güney beldesinde, ortaokul ve liseyi Aydın'ın Nazilli ilçesinde okudu. 1981 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni birincilikle bitirdi. Öğrenciliği sırasında 1980’de İzmir'in yerel yayın organı "Gazete İzmir"'de gazeteciliğe başladı. 1981'de "Milliyet Gazetesi" İzmir bürosunda ve daha sonra "Cumhuriyet Gazetesi" İzmir bürosunda muhabir olarak çalıştı. 1985'te Cumhuriyet Gazetesi İzmir Bürosu İstihbarat Şefi, 1989'da Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu Haber Müdürü, 1992'de Cumhuriyet Gazetesi İstanbul Haber Merkezi Müdürü oldu. 1993 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nin Ankara Temsilcisi oldu. 1993'ten itibaren köşe yazarlığına başladı. Gazetenin baş sayfasında, daha önce Uğur Mumcu'nun "Gözlem" başlıklı köşe yazılarının yayımlandığı köşede “"Gündem"” başlıklı köşe yazılarını yayımlayan Balbay, köşe yazarlığı ve gazetenin Ankara Temsilciliği görevini birlikte yürüttü. Balbay, Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilciliğini sürdürmekte iken 1996 - 2003 yılları arasında TRT'de yayımlanan “"Pazar Panorama"” adlı haber programına yorumcu olarak katıldı; 1996 - 2009 yılları arasında hafta içi her sabah Ümit Zileli'nin yaptığı radyo programına 15 dakika günlük yorumla katıldı. 1999 - 2003 yılları arasında NTV'de Emin Çölaşan ve Yavuz Donat'la birlikte “"Kapalı Kapılar Ardında"” adlı haftalık tartışma programını yaptı. 2004-2009 arasında Avrasya TV adlı televizyon kanalında Emin Çölaşan ile birlikte haftanın olaylarının tartışıldığı “"Ankara Rüzgarı"” adlı bir programını gerçekleştirdi. Gazeteci-köşe yazarı ve yönetici kimliğinin yanı sıra siyaset, güncel konular ve gezi içerikli otuz iki kitap kaleme almıştır. Balbay, 1 Temmuz 2008 sabahı Ergenekon soruşturması kapsamında Ankara'daki evinde gözaltına alındı. Balbay'ı evinde gözaltına alan polisler tarafından Balbay’ın evinde yapılan aramanın ardından bilgisayarına el konuldu ve kendisi sivil polislerin eşliğinde evden çıkarılarak gözaltına alındı. Susma hakkını kullandığını belirten Balbay, 5 Temmuz 2008 günü mahkeme tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Balbay, mahkeme çıkışı yaptığı açıklamada kendisini ""terör yaralısı"" hissettiğini belirtti. Mustafa Balbay, 5 Mart 2009 Perşembe günü sabahı, Ergenekon soruşturması kapsamında ikinci kez gözaltına alındı. 6 Mart 2009 günü çıkarıldığı mahkeme tarafından "hükümeti düşürmeye teşebbüs" suçlamasıyla tutuklandı. Balbay’ın hükümeti düşürme teşebbüsüyle suçlaması bilgisayarından elde edildiği ileri sürülen ve “darbe günlüğü” diye anılan notlara dayanır. Balbay’a atfedilen bu günlüklere dayanarak Balbay’ın İlhan Selçuk ve diğer Cumhuriyet Gazetesi yazarları ve bazı
komutanlar ile birlikte 2000-2005 yılları arasında askeri darbe planları yaptığı iddiası ortaya atlmıştır. Günlüklerin bir bölümü 16 Mart 2009 günü tempo24.com.tr internet haber sitesinde yayınlanmıştır. 24 Mart 2009 günü avukatı aracılığıyla bir açıklama yapan Balbay, kendisine ait olduğu ileri sürülen günlüklerle ilgili olarak, ""Medyada tartışılan şekilde bir günlüğüm yoktur. Birbirinden farklı notlar montaj yapılarak birileri tarafından işlenmiş, yorumlar eklenmiş ve tahrif edilmiştir"" dedi. 6 Mart 2009'da beri Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Balbay, Ergenekon davasında hükümeti ve meclisi ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlamasıyla yargılanmakta ve 28 Şubat 2011’den bu yana bir hücrede tutulmaktaydı. Balbay, 9 Aralık 2013 tarihinde tahliye edildi. Ergenekon Davası'nın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin verdiği kararı 21 Nisan 2016 tarihinde bozdu. Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilciliği görevi, 12 Nisan 2010 tarihinde, tutukluluk hali ileri sürülerek Utku Çakırözer'e devredilen Balbay, kitap yazmayı ve köşe yazılarını ve kitap yazmayı cezaevi koşullarının elverdiği ölçüde sürdürür. Balbay, 12 Haziran 2011'de yapılan genel seçimde Cumhuriyet Halk Partisi'nden aday oldu ve İzmir 2. Bölge milletvekili seçilmiştir. Milletvekili seçilmesinin ardından tahliye talebinde bulunan Balbay'ın talebi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. "3. Yargı Paketi" olarak bilen “"Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yoluyla İlişkin Deva Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun Tasarısı"”nın TBMM'den geçip yasalaşmasından hemen sonra 5 Temmuz 2012 günü tahliyesini tekrar talep etti.; bu talep de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. 9 Aralık 2013 tarihinde tahliye edildi. Anayasa Mahkemesi, Mustafa Balbay'ın adil yargılanma ve uzun tutuklulukla ilgili başvurusunu değerlendirerek, haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Bu kararın ardından Mustafa Balbay'ın avukatı, hemen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne tahliyesi için başvurdu. Talebi değerlendiren mahkeme Anayasa Mahkemesi'nin kararına uyarak tahliyesine karar verdi ve 9 Aralık 2013 tarihinde Mustafa Balbay tahliye edildi. Emin Çölaşan Mustafa Emin Çölaşan, (d. 14 Mart 1942, Ankara), Türk gazeteci ve yazar. 14 Mart 1942'de Ankara'da doğdu. Atatürk döneminin Adalet Bakanlarından Refik Şevket İnce'nin torunu, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'nün ilk müdürlerinden Prof. Dr. Ümran Çölaşan'ın oğludur. Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji'nde okudu. 1965'te ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi'nden mezun oldu. Daha sonra sırasıyla Devlet Planlama Teşkilatı, Maliye Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve PETKİM'de çalıştı. 1972 ve 1974 yıllarında İcen Börtücene ile beraber hazırladığı araştırma çalışmalarıyla Milliyet gazetesinin düzenlediği Ali Naci Karacan Yazı Yarışması'nda üst üste iki yıl birincilik ödülünü kazandı. Gazeteciliğe 1977 yılında Milliyet gazetesinde başladı. 1985 yılında Hürriyet gazetesine geçti, 1989'da bu gazetede köşe yazarı oldu. Emin Çölaşan'ın, Hürriyet gazetesindeki köşe yazarlığına 14 Ağustos 2007 tarihinde son verildi. Ayrılışının ardından Sözcü gazetesinde 2 yıl kadar Hürriyet'te yazdığı eski yazılarına yer verilen Çölaşan, 13 Ekim 2009'dan beri "Sözcü"de yazarlık yapmaktadır. 2007 Sertel Demokrasi Ödülü'ne layık görülmüştür. İstanbul'un ilçeleri İstanbul ilinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, 6 Mart 2008 tarihinde kabul edilen ve 22 Mart 2008 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan 5747 sayılı yasa uyarınca 39 ilçesi vardır. Bunlardan 25'i Avrupa Yakası'nda; 14'ü ise Anadolu Yakası'nda bulunur. Avrupa Yakası'nda yer alan ilçeler için telefon alan kodu "212", Anadolu Yakası'nda yer alan ilçeler içinse "216"'dır. İlk belediye benzeri teşkilâtın 1855 yılında "Şehremaneti" adıyla kurulduğu İstanbul'da, Cumhuriyet sonrası belediye hizmetleri uzun süre Valilik tarafından verildi. 3 Nisan 1930'da çıkarılan 1580 sayılı belediyeler yasasıyla İstanbul, 10'u il belediyesi sınırlarına dâhil olan toplam 16 şubeye bölündü. Aynı yasayla "şehremaneti" ve "şehremini" gibi terimler de kullanımdan kalktı. 1950'li yıllara kadar aynı şekilde yönetilen İstanbul'da ilk olarak 1954 yılında Şişli, 1957 yılında ise Zeytinburnu'nun ilçe olmasıyla idarî sınırlarda ilk değişiklikler yaşandı. Giderek genişleyen şehir sınırları ve artan nüfuslar nedeniyle bunu izleyen yıllarda yeni değişiklikler görüldü. 1963 yılında Gaziosmanpaşa; 1987 yılında Büyükçekmece, Kâğıthane, Pendik ve Ümraniye; 1989 yılında Küçükçekmece; 1990 yılında Bayrampaşa; 1992 yılında Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Güngören, Maltepe Tuzla, Sultanbeyli; 1993 yılında ise Esenler bağlı bulundukları ilçelerden koparılarak bağımsız ilçeler hâline getirildiler. Son olarak 2008 yılında Arnavutköy, Ataşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Çekmeköy, Esenyurt, Sancaktepe ve Sultangazi'nin de ilçe statüsüne kavuşmasıyla birlikte İstanbul iline bağlı 39 ilçe, 782 mahalle, 152 köy bulunmaktadır. Tüm ilçeler, 22 Temmuz 2004 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlanan yasayla İstanbul Büyükşehir Belediyesi hizmet alanı içine dâhil edilmiştir. Yapılan düzenlemeyle il sınırları içindeki tüm belde belediyeleri de feshedildi. İstanbul İl Nüfusu: 15.029.231 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 5.461 km²'dir. İlde km²'ye 2752 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 42.424 kişi ile Güngören’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,52 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 39 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 960 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Başakşehir (% 7,28)- Beşiktaş (-% 2,06) Osmanlı İmparatorluğu'nda idari bölünme oldukça karmaşık ve düzensizdi. Büyükten küçüğe kabaca; eyalet, sancak ve kazâ olarak bölünen Osmanlı topraklarında kimi önemli şehirler sınırları içinde olduğu eyalete değil, doğrudan başkent İstanbul'a bağlı olurlardı. Osmanlı döneminde İstanbul vilayeti Kandıra, Adapazarı, İznik, Mudanya, Gemlik, Yalova, Orhaneli, Bandırma, Çorlu ve Kıyıköy gibi yerleri de kapsıyordu. Yüzyıllar boyunca bu sistemle yönetilen İstanbul'da merkezî yönetimin bölünmesi için ilk girişim 1839 yılında yayınlanan Gülhane Hatt-ı Hümayunu'ndan sonra oldu. Bu dönemde ilk kez Fransa idari bölünme sistemi örnek alınarak İstanbul'da reformlar yapıldı. Belediyecilik hizmetlerinin verilmesi için hiçbir resmî kurumun bulunmadığı İstanbul'da semtlerin ya da mahallelerin hiçbir hukuksal dayanağı yoktu. Çevre düzenlemeleri ve günümüzde belediyeler tarafından yürütülen pek çok iş, o dönemde vakıflarca üstlenilmişti. Günümüz belediye zabıtalarının görevlerini ise kadılar yürütürdü. Batılılaşma ve yenilik hareketlerinin görülmeye başlanınca, 1826 yılında "İhtisap Nezareti" adında bir devlet kurumu kuruldu ve belediye hizmetlerinin bir bölümü bu kuruma yüklendi. Bu kurumun başlıca sorumluluk alanı şehrin yönetimi ve güvenliğiydi. Bu iki görev daha sonra kurulan "Zaptiye Nezaret"'ine aktarılınca, İhtisap Nezareti'nin sorumluluk alanı pazar ve esnaf denetimine indirgenmiş oldu. Bir süre böyle işleyen düzen, 1874 yılında ilk resmî belediye örgütünün kurulmasıyla sona erdi. "Şehremini" unvanıyla atanan bir başkanın yönettiği Şehremaneti, günümüz anlamında belediyecilik hizmetleri vermeye başladı. Şehremini'nin iki yardımcısı olur ve şehir esnafının ileri gelenlerinin oluşturduğu bir meclis de yönetime katılırdı. Meclis kuruluşundan bir yıl sonra şehircilik alanında bilgi sahibi olan uzman bulunamaması nedeniyle dağıldı. Yerine, her biri İstanbul'da yaşayan farklı cemaatlere mensup 7 kişiden oluşan bir komisyon oluşturuldu. Yalnızca bir Türk üyesi bulunan komisyonun resmî dili Fransızcaydı. Belediye kayıtları Fransızca tutulur, harita ve belgeler Fransızca hazırlanırdı. Yabancı uzmanlarla da çalışan bu komisyon İstanbul'u günümüz anlamıyla ilçelere bölmeyi öngören bir tasarı hazırladı. "Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnamesi" adı verilen belediye tüzüğü ile İstanbul her birine "daire" adı verilen 14 ilçeye ayrıldı. Daha sonra kaynak yetersizliği nedeniyle pek çoğu kapanan 14 daire şunlardı: Cumhuriyet'in kurulmasının ardından yapılan ilk idari düzenlemelerde İstanbul ili, yalnızca Avrupa Yakası'ndaki topraklardan oluşuyordu ve bugünkü durumuna oranla oldukça küçük bir bölgeyi içeriyordu. Bu ilin merkez ilçesinin adı da İstanbul'du. Anadolu Yakası ise Üsküdar adında ayrı bir il olarak yönetilmekteydi. Ancak çok kısa bir süre sonra, 1926 yılında bu düzen feshedilerek Üsküdar, Üsküdar'a bağlı tüm kazalar ve Adalar İstanbul'a ilçe olarak bağlandı. İki yıl sonra, 1928 yılında da İstanbul merkez ilçesi, Eminönü ve Fatih olarak ikiye bölündü. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk'ün özel isteği üzerine 2 Haziran 1929 tarihinde Yalova da ilçe olarak İstanbul sınırlarına dâhil edildi. Çok büyük bir alan kaplayan Üsküdar ilçesindense, ilerleyen yıllarda Kadıköy, Kartal ve Beykoz gibi yeni ilçeler oluşturuldu. 1950'lere gelindiğinde İstanbul'un iki yakada toplam 16 ilçesi vardı. Bunlardan merkeze bağlı olarak yönetilenler: Eminönü, Fatih, Bakırköy, Beyoğlu, Beşiktaş, Eyüp, Sarıyer, Beykoz, Üsküdar, Kadıköy ve Adalar; İstanbul belediyesi sınırı dışında kalanlarsa Çatalca, Silivri, Şile, Kartal ve Yalova'ydı. 1950'li yıllardan itibaren hızla iç göç alan İstanbul'da yoğun nüfuslu yeni yerleşim bölgeleri ortaya çıktıkça bu bölgeler bağlı bulundukları merkezlerden kopartılarak ayrı ilçeler hâline dönüştürüldü. 1950'lerde Şişli ve Zeytinburnu, 1963'te Gaziosmanpaşa ilçeleri kuruldu. 1980'li yıllardan itibaren 3030 sayılı yasayla İstanbul'da yeni ilçeler oluşturulmaya başlandı. 1987'de Avrupa yakasında Büyükçekmece, Kâğıthane, Küçükçekmece, Anadolu yakasında Pendik ve Ümraniye ilçeleri kuruldu, Bayrampaşa'nın da ilçe olmasıyla 1990'a gelindiğinde İstanbul'un 25 ilçesi bulunuyordu. 1992 yılında kurulan Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Güngören, Maltepe, Sultanbeyli ve Tuzla'ya 1993 yılında Esenler eklendi. Yıllar içinde yeni ilçeler oluş
turulmaya devam ederken, hızla gelişen ve İstanbul'la kara sınırı bulunmayan Yalova, merkeze uzaklığının sorun olması nedeniyle 1995 yılında Kocaeli ve Bursa illerinden de toprak alınarak ayrı bir il hâline getirildi. Yalova'nın ayrılmasıyla İstanbul'un ilçe sayısı 32 oldu. 2000'li yılların sonlarında resmî rakamlara göre nüfusu 13 milyonu aşan İstanbul ilinde belediyecilik hizmetlerinin yürütülmesinde yaşanan güçlükler nedeniyle, yeni ilçeler oluşturma fikri yine ortaya atıldı. İlde nüfusu 1 milyonu aşan ilçeler ve merkeze uzak onlarca belde belediyesi bulunuyordu. Büyükşehir Belediyesi sınırıları içinde yeni ilçeler oluşturmak için hazırlanan 5747 sayılı yasayla 2008 yılında İstanbul'un Anadolu Yakasında 3, Avrupa Yakası'ndaysa 5 olmak üzere toplam 8 yeni ilçe kurulurken, Eminönü ilçesi feshedilerek Fatih'e katıldı. İstanbul'da kurulan son ilçeler: Arnavutköy, Ataşehir, Başakşehir, Beylikdüzü, Çekmeköy, Esenyurt, Sancaktepe ve Sultangazi'dir. Aynı düzenlemeyle büyükşehir ve ilçe belediyelerine yakın yetkilere sahip olan belde belediyeleri çarpık kentleşme sorununu büyüttükleri gerekçesi tümüyle kaldırırldı. Belde belediyelerine bağlı tüm mahalleler, merkez ilçelere katıldı. Bu nedenle ilçe merkezinden kopuk ve kilometrelerce uzaklıkta yer alan yeni mahalleler ortaya çıktı. Birbirine yakın bazı beldeler ise birleştirilerek yeni ilçeler kuruldu. Büyükşehir belediyelerinin yetki alanı, il genelindeki tüm ilçeleri kapsayacak biçimde genişletildi. Bu uygulama yalnızca İstanbul ve Kocaeli illerine özgüdür. Son düzenlemelerden önce 32 ilçesi 151 köyü, 817 mahallesi ve 41 ilk kademe belediyesi olan İstanbul'un bugün; 39 ilçesi, 783 mahallesi ve 151 köyü bulunuyor. İstanbul'da belediye hizmetleri, 1957 yılına değin merkezden atanan valiler tarafından yürütülüyordu. 11 Temmuz 1958 tarihinde İstanbul Belediye Meclisi'nde yapılan oylamada Kemal Aygün İstanbul belediye başkanlığına seçildi. 27 Mayıs Darbesi'nden (1960) sonra yeni seçimlere kadar belediye başkanlarının görevlerine son verilerek Belediye Kanununun 94. maddesi gereğince atama yoluyla başkanların göreve getirilmesi kararlaştırıldı. 1963 yılında yapılan belediye seçimiyle birlikte İstanbul belediye başkanları doğrudan halk tarafından seçilmeye başladı. Haşim İşcan İstanbul'un doğrudan halk oyuyla seçilen ilk belediye başkanıdır. 1980 yılındaki askerî müdahaleyle yine yürürlükten kaldırılan bu uygulamaya 1984 yılında geri dönüldü. 1984 yerel seçimleriyle birlikte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tesis edildi. Kornea Kornea, gözün en ön kısmında yer alan, ışığı odaklamak ve gözü dış etkenlerden korumak için özelleşmiş saydam ve eğimli doku. Korneanın ön yüzeyi gözün temel kırıcı bileşenidir (diğer kırıcı bileşen ise lenstir). Kornea ve lens, dış ortamdan gelen ışığın etkin bir şekilde retinaya odaklanmasını sağlar. Korneanın kırıcılık gücü değişken değildir, buna karşın lensin kırıcılık gücü değişkendir. Hayvanlarda kornea, evrimsel olarak lens ve/veya iris içeren gözlerde bulunur. İnsanlarda ise gözün dış yüzeyinin 1/6'sını oluşturan oval bir yapıdır. Dışarıdan ölçüldüğünde yatay çapı yaklaşık 12,6 mm, dikey çapı ise yaklaşık 11,7 mm'dir. Orta kısımdaki kalınlığı 0,5 mm, kenar kısımlarında ise 1,2 mm'dir. Kornea, ışığın net bir şekilde kırınımı için saydam olmak zorundadır. Bu nedenle yapısında kan damarları içermez. Korneanın oksijenlenmesini ve beslenmesini dışta gözyaşı salgısı iç kısımda ise göz içi görme sıvısı sağlar. Kornea, yapısında birçok sinir lifi içerdiğinden dış etkenlere karşı çok hassastır. Sinir lifleri, göz kırpma refleksi ve destekleyici özellikleri ile korneanın sağlığını korur ve devamını sağlar. Kornea, embriyolojik olarak saç, tırnak ve deri gibi ektoderm kökenli olduğundan sürekli olarak yenilenir. Kornea da tüm canlı dokular gibi hastalık yapan nedenlerin tümünden etkilenebilir. Bu hastalıklar, doğumsal veya edinsel olabilir. Korneanın şekli, saydamlığı ve metabolizması doğumsal bazı hastalıklar sonrası bozulabilir, örneğin kornea doğumsal olarak olması gerekenden daha küçük olabilir, bu duruma mikrokornea adı verilir. Korneanın edinsel hastalıklarının önemli bir bölümü değişik mikroorganizmalar tarafından enfekte edilmesi sonrası gelişir, kornea enfeksiyonu, virüsler, bakteriler, mantarlar veya protozoalar tarafından oluşturulabilir, kornea enfeksiyonlarına keratit adı verilir. Kornea otoimmün hastalıklardan etkilenebilir, bu otoimmün hastalıkların bir kısmı yalnızca kornea ve çevre dokularını özel olarak etkilerken, bazı sistemik otoimmün hastalıklar da korneayı tutabilir, örneğin, otoimmün bir hastalık olan romatoid artrit, kuru göz sendromu yaparak kornea sağlığını tehdit edebilir. Değişik bazı sistemik hastalıklar veya sistemik enfeksiyonlar da korneayı etkileyebilir, söz gelimi sistemik bir hastalık olan diyabet bazal membran kalınlaşması veya sinir hasarı yaparak iyileşmeyen epitel açılmalarına neden olabilir. Kornea alerjik hastalıklardan da etkilenebilir, örneğin, bir çeşit alerjik konjonktivit olan vernal konjonktivit korneada hasar yaratabilir. Korneaya özgü bazı distrofik hastalıklar da vardır, bunların birçoğu ailesel geçiş gösterir, keratokonus korneada incelme ve buna bağlı ileri astigmatizma ve görme bozukluğu ile kendini gösteren distrofik bir hastalıktır. Korneada yaşlanmaya ve morötesi (ultraviyole) ışın hasarına bağlı bazı dejeneratif hastalıklar da görülebilir. Kornea gözün en dış kısmında yer aldığı için sıklıkla travmaya uğrayabilir, bu travmalar mekanik, termal, veya kimyasal olabilir, radyasyon tüm dokuları etkilediği gibi korneayı da etkileyebilir. Kornea travmaları sonrası göz küresinin bütünlüğü bozulabilir, bu acil olarak tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Gözün asit veya alkali kimyasal maddeler ile teması sonrası yapılacak en önemli şey gözün ve çevre dokularının derhal suyla bolca yıkanması ve gerekli donanıma sahip bir tıp merkezine başvurulmasıdır, gözün bazı durumlarda litrelerce suyla yıkanması gerekebilir, göz kapakları çevrilerek arada kalmış kimyasal madde artıkları mutlaka temizlenmelidir. Kornea cerrahisi, korneanın bütünlüğünü, saydamlığını veya optik özelliklerini değiştirmek amacı ile yapılır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, kornea nakli, cam gibi sentetik veya, insanlardan ve hayvanlardan alınan dokular gibi organik birçok değişik maddeyle denense bile başarılı olamamıştır. Ancak artık kornea nakli diğer bir deyişle keratoplasti, 20. yüzyıl son çeyreğindeki cerrahi teknik ve malzeme ile medikal tedavinin gelişimi sonrası başarı şansı yüksek bir transplantasyon cerrahisidir. Miyopi, hipermetropi veya astigmatizma gibi kırıcılık kusurlarının düzeltilmesi için günümüzde yaygın olarak kornea cerrahisi yapılmaktadır. Özel mikrometrik bıçaklarla, kornea kesileri yapılarak, kornea eğiminin değiştirildiği cerrahi radial keratotomi olarak adlandırılır, bu cerrahi teknik eskiden olduğu kadar yaygın değildir. Excimer lazerlerle yapılan cerrahi ise temel olarak fotorefraktif keratektomi (photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK) olmak üzere ikiye ayrılır. Köy enstitüsü Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel bizzat yönetti. Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Çalıkuşu romanındaki karakter gibi gönüllü ve özverili öğretmenlerin sayısı azdı. Oysa okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80'lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek "köye göre öğretmen" fikrini savunmuştu. 1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Türkiye'de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine "iş için, iş içinde eğitim" ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50'lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi. 1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti. Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etmiştir. Hasan Ali Yücel'den sonra Milli Eğitim Bakanı Olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te
kapatılmıştır. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir. Listedeki adlar köy enstitüler kurulduğunda sahip olduğu adlardır. Yıllara göre enstitülerin, bu enstitülerde görevli öğretmenlerin ve öğrencilerin sayılarındaki artış tabloda görülmektedir. 1939 - 1950 yılları arasında Köy enstitülerinde yetişen köy öğretmenlerinin toplam köy öğretmenleri içindeki yeri. Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülerin alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü, diğer köy enstitülerini kuran köy enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmişti. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu. Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanlığı döneminde dünya klasiklerini Türkçeye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyordu. Aşık Veysel köy enstitülerinde müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını gösteriyordu. Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler kızlı ve erkekli zeybek ve halk oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra kahvaltı ardından zorunlu okuma saati vardı. Kahvaltıyı kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu. Bu bakımlardan köy enstitüleri yaparak öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur. Aşağıdaki çizelgede Köy Enstitülerinde uygulanan derslerin 5 yıla dağılımı görülmektedir. Beş yıllık eğitim süresince kültür derslerinin içeriğinin toplam saatleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. Köylerde büyümüş öğrencilere klasik müzik enstrümanları ve geleneksel sazları çalması öğretiliyordu. Aşık Veysel, enstitüleri gezip öğrencilere saz çalmasını gösteriyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü bu konuda en zengin enstrüman envanterine sahipti. Daha sonra açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ndeki derslere Ankara Konservatuvarı öğretmenleri geliyordu. Köy kökenli öğrencilerden kurulu orkestralar müzik eserlerini seslendiriyordu. Mandolin, taşınması ve öğreniminin kolaylığı nedeniyle yaygınlıkla kullanılan enstrümanlardan biriydi. Müzik grupları, 17 Nisan şenlikleri, sınıf geceleri veya okulu ziyaret eden bir yönetici için kısa hazırlık provaları yaptıktan sonra konserler vermekteydi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde gerçekleştirilen bir bitirme töreni programı, enstitülerde yapılan sanatsal faaliyetlerin kapsamı konusunda örnek olarak gösterilebilir. İstiklal marşı ile başlayan programda sırasıyla; konuşma korosu (sağlık kolu mezunları), marş ve türküler (Akın Marşı, Halay Başı Türküsü), oyunlar (Arpazlı, Biço), mandolin konseri (Arılar, Semada Yıldızlar - öğretmen kolu mezunları), marş ve türküler (Vatan Marşı, Ördek isen Göle Gel Türküsü - yüksek kısım mezunları), oyunlar (Bengi, Dağlı), keman konseri (Mozart'tan rondolar; Allegro Vivo, Allegretto, Allegro A'la Turca - güzel sanatlar kolu), koro (Asker Dönüşü, Köy Okulu, İndim Dere Beklerim, Çoban - güzel sanatlar kolu), temsil (Anton Çehov'un Teklif adlı oyunu), konuşma ve diploma töreni, İleri Marşı (topluca), zeybek ve oyunlar (dışarıda topluca) yer almıştı. Programda ayrıca şiirler okunmuş ve müzik dersliğinde piyano ve saz konserleri verilmiştir. Sergilenmiş olan, yönetmenliğini Cüneyt Gökçer'in yaptığı oyunun yanı sıra enstitüde son bir yıl içinde sergilenen diğer tiyatro oyunları Molière'in Zoraki Tabip ve Kibarlık Budalası adlı oyunları, Sofokles'in Kral Oedipus'u, Gogol'ün Müfettiş'i ve Shakespeare'in Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı oyunudur. Enstitülerde hazırlanan programlar, toplumun sanat ve kültür hayatına katkıda bulunulması amacıyla çevre il ve köylere de götürülerek sergilenmiştir. 1945 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ndeki müzik enstrümanları listesi şöyleydi. II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru 1945 yılında Sovyetler Birliği lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin ve Ardahan'ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Millî Şef de ABD'den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve Millî Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve "Köy Enstitüleri"leri gibi Sovyet sistemine benzer uygulamaların kaldırılmasını talep etti. 1946 yılında hükümetin yaklaşan seçimleri yitirme kaygısıyla CHP içinden muhalif milletvekillerinin başını çektiği örgütlü muhalefetin kampanyasıyla, müfredatında ve yapılanmasında kuruluş amaçlarından uzaklaşan değişiklikler yapıldı. İlerleyen yıllarda da, daha önceleri sıkı sıkıya bağlı olduğu "iş için iş içinde eğitim" ilkesinden uzaklaştırıldı. Öğretmen okullarına dönüştürülerek 1954'te kapatıldılar. Cumhuriyet Halk Partisi içinden "Köylüyü topraklandırma Yasasına" karşı çıkan bir kesim milletvekili Demokrat Partiyi kurdu. Bu parlamenterler içinde Atatürk Devrimlerine karşı olup tek parti yönetiminde bu düşüncelerini açığa vuramayanlar olduğu, Atatürk devrimlerine muhalefet hisleri besleyen ancak bu karşıtlıklarını ortaya koymaya cesaret edemeyen siyasi ve toplumsal yapının bir karşı devrim atağı başlatarak Köy Enstitülerinin kapatılmasını sağladığı iddia edilmiştir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün eski müdürü Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köy Enstitülerinin kapatılmasının Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir "karşı devrim" hareketi olduğunu söylemişlerdi. 1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı. Parlamentoda bütçe görüşmelerinde milletvekili Emin Sazak'ın "Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar" demesi üzerine Hasan Âli Yücel, "Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir" şeklinde cevap vermişti. Köy enstitüleri 1954 yılında kapatılmıştı. Köy Enstitülerine yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler birkaç ana başlık altında toplanabilir. Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere komünistlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan polisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı. Bu zorlamalar köylülere angarya olarak geliyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları eleştirilmekteydi. Köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikayet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu. Halk arasında yayılan bir kısmı kasıtlı söylentiler de etkili olmuştu. İvriz Köy Enstitüsü'nden M. Ali Eren (1911-2001) "Düşünceler ve Anılar II" adlı eserinde şunları aktarmaktadır : Kurtuluş savaşı sonrasında vatandaşların sadece %3-4 'ünün okuma yazması vardı. Halkın %80'i köylerde yaşıyordu. Atatürk ilk defa Köy Enstitülerinin kuruluş yasalarını çıkardı. İlk önce askerliğini çavuş olarak yapmış erlerden köy öğretmeni yetiştirilip köylerine öğretmen olarak gönderilme projesini önerdi ve bu proje uygulandı. İsmet İnönü 1966 yılında geride bıraktığı hayatı boyunca hatırlanacak en önemli eserlerinin Köy Enstitüleri ve çok partili hayata geçiş olacağını söyledi. 1941 yılında Köy Enstitüleri hakkında şu ifadeleri dile getirmişti: Yoğun muhalefet ortaya çıkmadan önce Köy Enstitülerinin arkasında durdu ve her türlü desteği verdi. Toprak reformunu desteklediğini açıklamıştı. 1946 seçimlerinde CHP'ye oy kaybettireceği endişesi ile Köy Enstitüleri'nin kapatılmasına karar verdi. Ölümsüz Oyun Ölümsüz Oyun, Adolf Anderssen - Lionel Kieseritzky (1851) Satranç tarihi boyunca pek çok oyun satranççıların hayranlığını kazanmıştır. Tüm bunlar arasında haklı olarak "Ölümsüz Oyun" ismini alan aşağıdaki oyunun ayrı bir önemi vardır. Modern satrancın temellerinin yeni yeni atıldığı bir dönemde Anderssen o günün romantik anlayışına uygun bir stille aşağıdaki şaheseri çıkarmıştır. Günümüzün bilgisayar destekli saniyelik analizlerinde iki tarafın da hatalı hamleleri kolayca fark edilebilir. Ama Kasparov'un da dediği gibi güzellikleriyle insanları etkileyen her oyunda mutlaka bir hata vardır. Hamleler: 1.e4 e5 2.f4 exf4 3.Fc4 Vh4+ 4.Şf1 b5 5.Fxb5 Af6 6.Af3 Vh6 7.d3 Ah5 8.Ah4 Vg5 9.Af5 c6
10.g4? Af6? 11.Kg1 cxb5 12.h4 Vg6 13.h5 Vg5 14.Vf3 15.Fxf4 Vf6 16.Ac3 Fc5 17.Ad5! Vxb2 18.Fd6!! Fxg1 19.e5 Vxa1+ 20.Şe2 Aa6 21.Axg7+ Şd8 22.Vf6+! Axf6 23.Fe7# 11 Eylül saldırıları 11 Eylül saldırıları (İngilizcede 9/11 olarak da bilinir), El-Kaide'ye bağlı kişiler tarafından kaçırılan uçakların 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'ndeki iki farklı hedefe intihar saldırısı düzenlemesiyle gerçekleşen bir dizi saldırı. Saldırılar sonucunda 19 hava korsanı dahil 2.996 kişi hayatını kaybederken, 10 milyar $'ın üstünde maddi hasar meydana geldi. 11 Eylül günü, Amerika Birleşik Devletleri'nde iç sefer gerçekleştiren dört yolcu uçağı, el-Kaide üyesi 19 kişi tarafından kaçırıldı. American Airlines'ın 11 sefer sayılı uçuşu ile United Airlines'ın 175 sefer sayılı uçuşu, New York'ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi'nin sırasıyla kuzey ve güney kulelerine çarptı. İki saat içinde 110 katlı her iki bina da çökerken, 7 Dünya Ticaret Merkezi'nin de arasında bulunduğu çevresindeki bazı yapılar yıkıldı ve bazıları hasar gördü. Kaçırılan üçüncü uçak, American Airlines'ın 77 sefer sayılı uçuşu, Virginia eyaletine bağlı Arlington County'de yer alan Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı karargâhı Pentagon'a çarptı. Saldırı sonucunda binanın batı cephesinin bir kısmı yıkıldı. Kaçırılan dördüncü uçak olan United Airlines'ın 93 sefer sayılı uçuşu ise Washington, DC'yi hedeflemişti. Ancak yolcuların uçağı kaçıranlara yaptığı müdahale sonrasında uçak, Pensilvanya eyaletindeki Shanksville yakınlarına düştü. Uçaklardaki 19 hava korsanı ve 227 kişi de dahil olmak üzere saldırılar sonucunda 2.996 kişi hayatını kaybetti. FBI tarafından yürütülen araştırma neticesinde saldırıları gerçekleştiren kişilerin, Usame bin Ladin'in liderliğindeki el-Kaide ile bağlantılı olduğu belirlendi. Saldırıdan birkaç gün sonra yaptığı açıklamayla saldırıların sorumluluğunu reddeden bin Ladin, 2004 yılında yayınladığı videoyla birlikte saldırıların sorumluluğunu kabul etti. Olay sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından Terörizmle Savaş adı verilen bir kampanya başlatıldı ve bir süre sonra, bin Ladin'in yaşadığı ve Taliban'ın koruması altında el-Kaide'nin etkin olarak faaliyet gösterdiği Afganistan'a karşı, birçok ülkenin de desteklediği savaşa girişildi. Usame bin Ladin ise Mayıs 2011'de Amerika Birleşik Devletleri kuvvetleri tarafından düzenlenen bir operasyonla öldürüldü. Yerel saatle 08:46:30 da Amerikan Hava Yolları'na ait kaçırılan bir yolcu uçağı Dünya Ticaret Merkezi Kuzey Kulesi 94.-98. katları arasına kulenin kuzey tarafından çarptı. Bina çarpmadan 102 dakika sonra yıkıldı. Yerel saatle 09:02:59 da ikinci bir uçak Dünya Ticaret Merkezi güney Kulesi 77.-85. katları arasına kulenin güney tarafından çarptı. Bina çarpmadan 56 dakika sonra yıkıldı. Yerel saatle 10:03:11'de Washington, DC'nin 240 km (150mil) kuzey batısına, Pensilvanya Shanksville kırsalıda dördüncü bir uçağın düştüğü açıklandı. Olay yerinde büyük bir uçak enkazına rastlanmadığı söylentileri dolaştı. Resmî makamlarca uçak enkazının olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca birçok uçak parçaları da bulunmuştur. ABD hükümetinin açıklamalarına göre olaylar şöyle gelişti: 11 Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York'taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D.C.'de Pentagon’a çarptı. Sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil uzakta, Pensilvanya kırsalında düştü. Dünya Ticaret Merkezi kulelerine çarpan uçaktaki eylemcilerden birinin pasaportu uçağın kuleye çarpmasından sonra aşağıya fırlamış ve bölgedeki bir polis tarafından bulunmuştur. Eylemcilerin havaalanına gelirken kullandıkları ve havaalanının otoparkına bıraktıkları araçta uçak kullanım kılavuzu bulunmuştur. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve 11 Eylül Komisyon Raporu'na göre yolcu uçakları Usame bin Ladin'in lideri olduğu El-Kaide örgütünün 19 üyesi tarafından kaçırıldı ve eylem gerçekleştirildi. Olaylarda 19 hava korsanı ile uçaklarda ve yerde bulunan 2,974 kişi hayatını kaybettiği açıklanmıştır. Kayıp durumda olan 24 kişinin ise öldüğü varsayılmaktadır. 11 Eylül saldırıları olarak adlandırılan olaylar ile ilgili çeşitli komplo teorileri bulunmaktadır. Kimi iddialara göre 11 Eylül olayları Amerikan hükümeti ve gizli servisleri tarafından uygulanan bir sahte bayrak operasyonu, Orta Doğu'ya ve Afganistan'a yönelik işgal faaliyetlerini meşrulaştırmak, ülke ve dünya kamuoyunun desteğini almak amacıyla düzenlenmiş senaryolardır. Saldırı, dünya medyası tarafından "medeniyetler çatışması" olarak yorumlandı. 11 Eylül saldırılarını gerekçe gösteren başkan George W. Bush, önce Afganistan, ardından da Irak'ı işgal etti. ABD Başkanı George W. Bush Terörizmle Savaş Kampanyası başlattı ve bu kampanya ile NATO'nun 5. maddesini işletmeye başlattı. Bu Kampanya'da ABD'ye başta Birleşik Krallık olmak üzere birçok ülke destek olmaktadır. 11 Eylül saldırıları sonucu, başta ABD olmak üzere batılı devletlerde Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarında büyük artış görüldü. Saldırılarla ilgili sinema filmleri çekilmeye başlanmıştır. İlk film olan United 93 adlı film 1 Eylül 2006'da vizyona girmiştir. Film kırsal alanda düşen United Airlines adlı şirkete ait 93 sefer sayılı uçağın mürettebat ve yolcularının o gün yaşadıkları dehşeti varsayımlara dayanarak anlatmaktadır. Nicolas Cage'in başrolünde oynadığı 2006 yılı yapımı Dünya Ticaret Merkezi adlı filmde de kuledeki insanları kurtarmaya giderken enkazın altında kalan iki polisin hikâyesi anlatılmıştır. Aynı zamanda "Remember Me" adlı yapıtta da 11 Eylül Saldırısı sonucunda hayatını kaybeden genç rolünü Robert Pattinson oynamıştır. Yapay sinir ağları Yapay sinir ağları (YSA), insan beyninin bilgi işleme tekniğinden esinlenerek geliştirilmiş bir bilgiişlem teknolojisidir. YSA ile basit biyolojik sinir sisteminin çalışma şekli taklit edilir. Taklit edilen sinir hücreleri nöronlar içerirler ve bu nöronlar çeşitli şekillerde birbirlerine bağlanarak ağı oluştururlar. Bu ağlar öğrenme, hafızaya alma ve veriler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarma kapasitesine sahiptirler. Diğer bir ifadeyle, YSA'lar, normalde bir insanın düşünme ve gözlemlemeye yönelik doğal yeteneklerini gerektiren problemlere çözüm üretmektedir. Bir insanın, düşünme ve gözlemleme yeteneklerini gerektiren problemlere yönelik çözümler üretebilmesinin temel sebebi ise insan beyninin ve dolayısıyla insanın sahip olduğu yaşayarak veya deneyerek öğrenme yeteneğidir. Biyolojik sistemlerde öğrenme, nöronlar arasındaki sinaptik ("synaptic") bağlantıların ayarlanması ile olur. Yani, insanlar doğumlarından itibaren bir "yaşayarak öğrenme" süreci içerisine girerler. Bu süreç içinde beyin sürekli bir gelişme göstermektedir. Yaşayıp tecrübe ettikçe sinaptik bağlantılar ayarlanır ve hatta yeni bağlantılar oluşur. Bu sayede öğrenme gerçekleşir. Bu durum YSA için de geçerlidir. Öğrenme, eğitme yoluyla örnekler kullanarak olur; başka bir deyişle, gerçekleşme girdi/çıktı verilerinin işlenmesiyle, yani eğitme algoritmasının bu verileri kullanarak bağlantı ağırlıklarını ("weights of the synapses") bir yakınsama sağlanana kadar, tekrar tekrar ayarlamasıyla olur. YSA'lar, ağırlıklandırılmış şekilde birbirlerine bağlanmış birçok işlem biriminden (nöronlar) oluşan matematiksel sistemlerdir. Bir işlem birimi, aslında sık sık transfer fonksiyonu olarak anılan bir denklemdir. Bu işlem birimi, diğer nöronlardan sinyalleri alır; bunları birleştirir, dönüştürür ve sayısal bir sonuç ortaya çıkartır. Genelde, işlem birimleri kabaca gerçek nöronlara karşılık gelirler ve bir ağ içinde birbirlerine bağlanırlar; bu yapı da sinir ağlarını oluşturmaktadır. Sinirsel ("neural") hesaplamanın merkezinde dağıtılmış, adaptif ve doğrusal olmayan işlem kavramları vardır. YSA'lar, geleneksel işlemcilerden farklı şekilde işlem yapmaktadırlar. Geleneksel işlemcilerde, tek bir merkezi işlem birimi her hareketi sırasıyla gerçekleştirir. YSA'lar ise her biri büyük bir problemin bir parçası ile ilgilenen, çok sayıda basit işlem birimlerinden oluşmaktadır. En basit şekilde, bir işlem birimi, bir girdiyi bir ağırlık kümesi ile ağırlıklandırır, doğrusal olmayan bir şekilde dönüşümünü sağlar ve bir çıktı değeri oluşturur. İlk bakışta, işlem birimlerinin çalışma şekli yanıltıcı şekilde basittir. Sinirsel hesaplamanın gücü, toplam işlem yükünü paylaşan işlem birimlerinin birbirleri arasındaki yoğun bağlantı yapısından gelmektedir. Bu sistemlerde geri yayılım metoduyla daha sağlıklı öğrenme sağlanmaktadır. Çoğu YSA'da, benzer karakteristiğe sahip nöronlar tabakalar halinde yapılandırılırlar ve transfer fonksiyonları eş zamanlı olarak çalıştırılırlar. Hemen hemen tüm ağlar, veri alan nöronlara ve çıktı üreten nöronlara sahiptirler. YSA'nın ana öğesi olan matematiksel fonksiyon, ağın mimarisi tarafından şekillendirilir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, fonksiyonun temel yapısını ağırlıkların büyüklüğü ve işlem elemanlarının işlem şekli belirler. YSA'ların davranışları, yani girdi veriyi çıktı veriye nasıl ilişkilendirdikleri, ilk olarak nöronların transfer fonksiyonlarından, nasıl birbirlerine bağlandıklarından ve bu bağlantıların ağırlıklarından etkilenir. Yapay sinir ağlarının üstünlüklerinin yanı sıra bazı sakıncaları da vardır. Bu sakıncalar şu şekilde listelenebilir: Nörobilgisayar, genellikle çok hız gerektiren ve büyük boyuttaki problemlerin çözülmesi için tamamen yapay sinir ağı teknolojisine dayanarak geliştirilmiş bilgisayar türüdür. Siemens tarafından geliştirilmiş synapse 1 nörobilgisayarı, bir ana bilgisayara ethernet kartı ile bağlanıp çalışabilen bir bilgisayardır. 8 Tane MA-16 sistolik dizi yongası kullanmaktadır. Bu bilgisayarın performansı 25 mhz ile saniyede 3.2 milyar çarpım ( 16 bit*16 bit ) ve toplama işlemi yapabilecek bir güce sahiptir. Biyofizik Biyofizik, biyolojik süreçlerin aydınlatılmasında ve biyolojiye ilişkin sorunların çözümünde fiziksel bilimlerin ilke ve kavramlardan yararlanan bilim dalı. Biyofizik çok çeşitli olan ilgi
alanı içinde, sinir iletisini sağlayan elektrik ya da kas kasılmasını sağlayan mekanik kuvvet gibi fiziksel etkenlere bağlı olan biyolojik işlevleri, canlıların ışık, ses ya da iyonlaştırıcı ışınımlar gibi fiziksel etkenlerle etkileşimini ve yüzme, uçma, yürüme gibi yer değiştirme ya da iletişim yoluyla çevreleriyle kurdukları ilişkileri inceler. Bu çalışmalarda çok gelişmiş yöntemlerden ve araçlardan yararlanır. Moleküler Biyofizikte kullanılan en yaygın yöntemler arasında X-ışın kırınımı ve X-ışını kristalografisi, Nükleer magnetik rezonans spektroskopisi, soğurma ve floresans spektroskopi ve ultrasantrifüjle çökeltme yer almaktadır. Hayvan ve bitki makromoleküllerinin yapısı ve özellikleri bu yöntemlerle kesin bir biçimde tanımlanabilmiştir. Ahmet Hakan Ahmet Hakan Coşkun (d. 11 Ağustos 1967, Sorgun), Türk gazeteci ve televizyoncu. Günümüzde Hürriyet gazetesi CNN Türk ve Kanal D'de çalışmaktadır. Yozgat'ın Sorgun ilçesinde doğdu. Babasının memuriyeti dolayısıyla Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde dolaştı. Çocukluğu Ağrı, Amasya, Çanakkale, Balıkesir gibi illerde geçti. İmam Hatip Lisesini bitirdi. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde bir süre okudu. Sonra, İstanbul'a geldi, bir süre de burada okudu. Büyükçekmece Hürbakış (yerel) gazetesinde bir süre genel yayın ve haber müdürlüğü yaptı. Üniversitedeyken hikâyeler yazardı; birkaçı Yedi İklim dergisinde yayınlanmıştı. 1993-1994 yıllarında muhabir olarak TGRT'de çalıştı. 'Yankı' isimli bir haber programı yapan ekipteydi. Kanal 7 kurulurken Genel Müdürü Mustafa Çelik'le temas kurup kadroya dahil oldu. Bir süre muhabir olarak çalıştıktan sonra 1995-2003 arasında Kanal 7 Televizyonu Haber Müdürlüğü'nü ve ana haber spikerliğini üslendi. Kanal 7'de İskele Sancak programını yaptı ve bazı bölümlerini kitaplaştırdı. 2004'te Kanal 7 ile anlaşamayarak istifa etti. Köşe yazarlığı serüvenine ilk Yeni Şafak'ta başladı. Daha sonra, Sabah'ta çalıştı ve şu anda Hürriyet'te yazıyor. CNN Türk'te Tarafsız Bölge programını sunmaktadır. 16 Ocak 2017’den itibaren Kanal D Ana Haber bültenini sunmaya başladı, aynı zamanda Kanal D haber dairesi başkanlığı görevini üstlendi. "Star" gazetesi yazarı Cem Küçük, 9 Eylül 2015 tarihli köşe yazısında Ahmet Hakan'ı şu sözlerle tehdit etti: “"Şizofreni hastaları gibi hala kendini Hürriyet'in Türkiye'yi yönettiği günlerde zannediyorsun. İstersek seni sinek gibi ezeriz. Bugüne kadar merhamet ettik de hala hayatta kalabiliyorsun".” Bunun üzerine Ahmet Hakan, aynı gün Cem Küçük'e dava açtı. CHP Milletvekili Eren Erdem, bu olayla ilgili TBMM Başkanlığı'na soru önergesi verdi. Yeni Şafak yazarı Abdulkadir Selvi de bu olayı köşesinde “"Bunlar doğru şeyler değil. Türkiye ve AK Parti bunu hak etmiyor."” diyerek eleştirdi. Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Ahmet Abakay, “"Hrant, çok sayıda tehdit aldıktan sonra öldürüldü. Metin Göktepe de aynı şekilde. Bu tür cinayetler böyle başlıyor."” dedi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi gibi kuruluşlar ve diğer pek çok gazeteci bu saldırıyı kınadı. AKP Milletvekili Abdurrahim Boynukalın, "Hürriyet" gazetesine 24 saat arayla düzenlenen ikinci saldırının ardından çekildiği ileri sürülen bir videoda, Ahmet Hakan'a yönelik “"Ben bugün Nişantaşı'na evinin önüne gitmeyi düşünüyordum, tek başıma. Gidecektim oraya bekleyecektim, gel bakayım buraya diyecektim. Bizim hatamız bunlara zamanında dayak atmamak olmuş."” ifadelerini kullandı. Hakan, 1 Ekim 2015'te evinin önünde dört kişinin saldırısına uğradı. Burnu ve kaburgası kırılan Hakan'ın daha önceleri koruma talebinde bulunduğu fakat konuyla ilgili başvuruya hiçbir şekilde yanıt verilmediği ortaya çıktı. Saldırganlardan ikisinin Adalet ve Kalkınma Partisi Fatih İlçe Teşkilatı üyesi oldukları ortaya çıktı. Salmonelloz Bir tür gıda zehirlenmesi olan Salmonellosis, "Salmonella" genusuna (cinsine) bağlı olan patojenik bakteriler yüzünden meydana gelir. Salmonellosis bir tür akut bağırsak enfeksiyonudur. Bunun yanında zoonozdur. Kirli yiyecek veya su yolu ile bulaşır. Enfeksiyonun birincil kaynağı bağırsaklarında "Salmonella" bakterileri bulunan hayvanlardır. Bakterinin bulunduğu gıdalar (et ve et ürünleri, çiğ yumurta ve pastörize edilmemiş süt vb.) ile bakteriler vücuda girer. 8 ila 48 saat arasında değişen bir kuluçka süresine sahiptir. Belirtileri (semptomları) sıralarsak: Hastalık genelde 2-5 gün sürer , bazen birkaç hafta da sürebilir. Buzağılarda, 1 haftalık yaştan küçüklerde görülmemekle beraber hastalık perakut, akut ve subakut formda seyredebilir.Perakut form oldukça hızlı seyreder ve öldürücüdür.Akut formda ise belirgin bir ishal, ateş ve dehidratasyon ile seyreder.İshal, sarı-grimtrak renkte ve kötü kokuludur.Bazen kan veya mukus görülebilir. Nekropside: Histopatolojik inceleme: Kanatlılarda, gençlerde "S.pullorumun neden olduğu pullorum hastalığı ve erginlerde "S.gallinarumun neden olduğu kanatlı tifosu görülür. "Salmonella"'nın birçok türü vardır. "Salmonella typhi", tifoid hastalığına neden olur ve bir tür endotoksin üretir. "Salmonella enteriditis" ise sıkça görülen basit gıda zehirlenmesine neden olur. Burada rahatsızlığın ana nedeni yüksek sayılarda bulunan bakterilerden ibarettir. Glikoz fermentasyonu ile bu bakteriler büyük miktarda gaz üretiler. Enfeksiyonun ağır olduğu hastaları dışkılarının her gramında yaklaşık bir milyon "Salmonella" baterisi bulunabilir. Çoğu hasta rehidrasyon (su verilmesi) terapileriyle tedavi edilebilmektedirler. Bazı durumlarda damardan (intravenös) rehidrasyon gerekli olabilir.Gıda temizliğine dikkat edilmeli hayvansal gıdalar başta olmak üzere tüketilirken hijyen kurallarına uyulmalıdır Odeion Odeion, antik mimaride içinde müzik dinlenmesi için yapılmış özel yapılara verilen isimdir. Hellenistik çağda ortaya çıkan bu yapıların genelde üstleri örtülüdür ve ufak bir amfiteatr şeklindedirler. Bazı zamanlarda müzik dinletisinin yanı sıra resmi toplantılar için de kullanılırlardı. Bu yapıların bir diğer adı da "Odeum"`dur. Sirinks Sirinks uzunluklarına göre yan yana dizilmiş 7 kamıştan oluşan bir tür panflüttür. Frigya mitolojisine göre, Pan'ın (kırların ve çobanların tanrısı) icat ettiği ve elinden düşürmediği müzik aletidir, bir efsaneye konu olmuştur; Efsaneye göre kırların, çobanların ve sürülerin tanrısı ve koruyucusu olan Pan, Sirinks (frigce ) isimli güzel bir periye aşık olur. Pan'dan kaçmak için Sirinks kendisini su kamışı bitkisine çevirir. Bu güzel perinin onuruna, ve ona olan aşkı için Pan bu kamışlardan biraz keser ve bugün "sirinks" veya "Pan flütü" olarak adlandırdığımız müzik aletini yapar. Ebiyoniler Ebiyoni, İbranice, "fakir, yoksul" gibi manalara sahiptir. Yahudi kökenli, ilk Hristiyanlardan bir zümredirler. Diğer Hristiyan akımlardan ve gruplardan en büyük farklılıkları İsa'nın ilahlığını kabul etmemeleridir. Diğer birçok Hristiyan gruptan farklı olarak sünnet olurlar. Kendilerine lider olarak kaynaklarda İsa'nın kardeşi olarak geçen Yakub'u kabul ederler. İsa'yı bir Tanrı olarak kabul etmeseler de, onu son peygamber olarak kabul ederler. Komünyona inanmazlar, önemli ibadetlerinin çoğunu cumartesi günü yaparlar. İslâmdaki gusul abdesti benzeri bir tür boy abdestleri vardır. Pavlus'u bir zındık olarak görürler. Şarap içmezler, domuz eti yemezler. Genel kanı onların 7. yüzyıl sıralarında yok olduklarını söylese de, bugün bile bireysel ebiyonilere veya ebiyoni inanca yakın Hristiyan gruplara rastlanmaktadır. Nasturiler Asya'nın çeşitli ülkelerinde mensupları olan bir Hristiyanlık mezhebi. Nasturiler kendilerine Nasturi (İngilizce: "Nestorian") yerine Asuri (İngilizce: "Assyrian") veya Doğu Kilisesi (İngilizce: "Church of the East") veya Doğu Asurileri (İngilizce: "Eastern Assyrian") adını vermeyi tercih ederler. Tarihi merkezleri Kuzey Irak'ın Musul ve İran'ın Urmiye kentlerinde bulunan mezhebin günümüzde en büyük cemaati Güney Hindistan'daki Kerala eyaletindedir. Türkiye'de 1915-24 yıllarına dek Nusaybin, Siirt ve Hakkâri yöresinde önemli bir Nasturi topluluğu vardı. Kuzey Mezopotamya Asuri toplumunun büyük bir bölümü 16. yüzyılda Papa'nın üstünlüğünü kabul ederek Katolik kilisesi ile birleşmiştir. Katolik sayılan bu Asuriler Keldani (İngilizce: Chaldean) adıyla tanınır. Mezhep, adını 428-431 yılları arasında İstanbul Patriği olan Nestorius'tan alır. Hocası olan Mopsuestia'lı Theodoros'un öğretisini izleyen Nestorius, İsa'ya 30 yaşındayken Kelam'ın indiğini, ancak o zamandan sonra İnsan ve Tanrı karakterlerini taşıdığını, Meryem'in, Tanrı olan İsa'nın değil, insan olan İsa'nın annesi olduğunu söylemiş ve dolayısıyla da, Meryem'e "Tanrı'nın annesi" (Theotokos) denmesine karşı çıkmış ve Tanrı'nın doğurulamayacağını, doğurulmadığını belirtmiştir. Nestorius'a göre İsa'nın insani kimliği ile tanrısal kimliği birbirinden ayrıdır; bu nedenle Nestorius öğretisi bazı kaynaklarda diofizit ("iki tabiatçı") olarak adlandırılır. Bu görüşe göre çarmıha gerilirken tanrısal tabiat İsa'dan ayrılmış, sadece insan olan İsa acı çekmiş, çektiği acılar Tanrı olan İsa'ya dokunmamıştır. Nestorius'un görüşleri Batı ve Doğu Roma kiliselerinde yoğun tartışmalar doğurmuş ve nihayet 431 yılında Efes'te toplanan 3. Genel Konsil Nestorius'u sapkın ilan ederek aforoz etmiştir. Bu olayı izleyen yıllarda Nestorius taraftarları özellikle Anadolu ve Suriye'de yoğun takibata uğramıştır. 457 yılında ünlü Urfa Akademisi'nden kovulan Nestoriusçuların önderi olan Rabban Barsawma İran'a sığınmış ve Şah Fîrôz'u (457-484) ikna ederek, o tarihte İran sınırları içinde bulunan Nusaybin'de (Nisibin, Nisibis) etkisini yüzyıllarca sürdürecek olan bir akademi (medrese) kurmuştur. Nusaybin Akademisi bundan böyle ateşperest (Zerdüştçü) İran'da en önemli Hristiyan düşünce merkezi olurken, Nasturi kilisesi de İran'ın yarı-resmi azınlık mezhebi olarak tescil edilmiştir. İran Nasturileri Asya ülkelerine yönelik yoğun bir misyonerlik faaliyetine girişmişlerdir. Moğolistan ve Çin'de ilk Hristiyan cemaatleri 630 yılı dolayında Nasturiler tarafından kurulmuştur. 9. yüzyılda Uygur Türklerinin büyük bir bölümü
Nasturi mezhebini kabul etmişlerdir. (Uygur Türkçesiyle yazılmış Nasturi dini metinleri Türkçenin en eski yapıtları arasında yer alırlar.) Güney Hindistan'daki Malabar sahilindeki Hristiyan cemaatinin de 9. yüzyılda Nusaybinli Mar Thoma tarafından kurulduğu rivayet edilir. İslamiyetin doğumundan sonra Nusaybin Akademisi etkinliğini kaybederken, Bağdat ve Musul'daki Asuri topluluklarının siyasi ve kültürel önem taşımaya devam ettikleri, bilhassa antik Yunanca tıp, felsefe ve mantık metinlerini Arapça'ya çevirmekte baş rolü oynadıkları görülür. 1552 yılında kilise içinde doğan bir ihtilaftan ötürü Diyarbakır metropoliti VIII. Mar Yohannan Papa ile görüşerek Katolik mezhebine bağlanmayı kabul etmiştir. Katolik olan Asurilere Keldani adı verilir. Keldani kilisesinin merkezi Diyarbakır'dan Musul'a ve daha sonra Bağdat'a taşınmıştır. Katolik mezhebini benimsemeyen Asuriler 1662'de Katoliklerden ayrılan Diyarbakır metropoliti XIII. Mar Şimun Denha önderliğinde yeniden örgütlenerek Hakkari'nin Kodşanis/Koçanis köyünü patriklik merkezi olarak benimsemişlerdir. Nasturi patrikleri 1918 yılına kadar bu köyde ikamet etmişlerdir. 19. yüzyıl ortalarına dek Hakkari nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Nasturiler, 1843 ve 1846'da Osmanlıya isyan çıkarmış Cizre Emiri Bedirhan Bey ile Hakkari Emiri Nurullah Bey'in düzenlediği isyan bastırmada önemli ölçüde zayiat vermişlerdir. 1915-18 döneminde Kürt aşiretleri ile çatışan Hakkari Nasturileri önce İran'da Urmiye yöresine ve daha sonra İngiliz yönetimine giren Irak'a iltica etmişler, 1924'te isyan çıkarmışlar 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında yürütülen Şemdinli Harekâtı ile tenkil edilerek geri püskürtülmüşlerdir. Artık Türkiye'de Nasturi nüfus bulunmamaktadır. Ancak Hakkari, Pervari, Eruh, Şırnak, Cizre ve Nusaybin dolaylarında hemen her köyde eski Nasturi kiliselerinin kalıntılarına rastlamak mümkündür. Türkiye'deki eski Nasturi yerleşim alanının tamamıyla 5.-7. yüzyıldaki Bizans-İran sınırının doğusuna denk gelmesi ilgi çekicidir. Nasturi/Asuri kilisesinin önderi olan Patrik IV. Mar Dinkha() 26 Mart 2015'e kadar ABD'nin Chicago kentinde ikamet etmektedir. Irak'ta Keldaniler halâ kayda değer bir nüfusa sahip olduğu halde, Asuri toplumu sayıca çok küçülmüştür. Nasturiler ayin ve ibadetlerinde Asurice'nin Doğu lehçesini kullanırlar. Mnemosyne Mnemosyne (; ), Yunan Mitolojisi'nde hafızanın tecessümü olan Titan, tanrıça, Gaia ve Uranüs'nın kızı. Yakışıklı bir çoban kılığına girmiş Zeus'la dokuz gece beraber olduktan sonra, ilham perileri olarak bilinen, dokuz kızları olmuştur: Mnemosyne aynı zamanda yeraltı dünyasında (ahiret - hades) akan bir nehrin adıdır. Lethe'nin zıddı olan bu nehir, kendisinden içenlere (ki bunlar reenkarne olmaya hazırlanan ölü canlardır) geçmiş yaşamları hakkındaki her şeyi hatırlatır. On İki Olimposlu On İki Olimposlular ya da sadece Olimposlular ("Olimpiyan"), Yunan Mitolojisinde Dünya'yı yöneten tanrılar grubudur. Kendilerinden önceki tanrı grubu olan Titanları, Titanlar Savaşında yenerek yönetimi ele geçirmişlerdir. ""Tanrıların Kralı"" sıfatıyla Zeus, Olimposluların lideridir. Kraliçe sıfatı ise Zeus'un eşi Hera'ya aittir. Olimpos adı Yunanistan'ın en yüksek dağı olan Olimpos Dağı'ndan gelir. Tanrıların dağın zirvesinde bulutların arasında sarayları olduğuna inanılır. On iki sayısı ise karşımıza birçok mitte çıkan bir rakamdır; Yahudilikte On iki İsrail kabilesi, Çerkeslerde 12 büyük kabile, Hristiyanlıkta İsa'nın 12 Havarisi; Şiilikte On İki İmam, Zodyak'taki 12 burç gibi. Sayıya yüklenen bu bakış açısından dolayı Yunan tanrıları da 12 tanedir ve 13 sayısının uğursuzluğuna inanılır. Örneğin İskandinav mitolojisinde tanrıların yemek masasına oturan 13. tanrı Loki, iyilik tanrısı Balder'in ölümüne neden olur. Bu açıdan önceden On İki Olimposlu arasında gösterilen Hestia, Dionisos Olimpos'a gelince 13 tanrı olmasın diye yerini ona bırakıp insanların arasına karışır. Hades'in yeraltında, Poseidon'un denizin altında olmak üzere Olimpos dışında da sarayları vardır. Ayrıca Demeter ve Hestia örneklerinde olduğu gibi tanrılar isterlerse Olimpos'tan tamamiyle ayrılabilirler ya da Herkül gibi yarı-tanrılar ya da Ganymedes gibi ölümlüler de Olimpos'a kabul edilebilir. Olimpos tanrıları başlıca iki gruba ayrılır. Birinci kuşak denilen ilk doğanlar, Titan soyundan gelir. İkinci kuşak tabir edilen sonradan doğanlarsa tamamiyle baştanrı Zeus'un çocuklarıdır. Bu durumun yalnız iki istisnası vardır.Afrodit'i, titan Kronos'un babası Uranüs'ün denize düşen cinsel organından doğup, titan soyundan gelmiştir. Diğeri de Hephaistos'tur; tanrıça Hera, Hephaistos'u tek başına doğurmuştur. On İki Olimposlu, kimi kaynaklarda farklı farklı gözükür. Aşağıdaki listede as olan 11 tanrı ve 12. tanrı olarak adları geçen tanrılar yer almaktadır; Hestia Olimpos'taki yerini Dionisos'a bırakarak insanlar arasında yaşamaya başlamıştır. Yer altı ve ahiretin tanrısı olan Hades ise, çoğu zaman Olimpiyan sayılmasına karşın genelde yer altında yaşadığı için sürekli Olimpos'ta yaşamaz. Demeter'in kızı olan Persephone da 3 ay yer altı dünyasında kocası Hades ile yaşar, 9 ay ise Olimpos'ta diğer tanrılar ve Demeter'le yaşar. Olimpos'da yaşayan diğer tanrılar şunlardır; Tanrılarla ilgili başlıca eserler, Homeros'un İlyada ve Odysseia destanları ve o dönemde yazılmış Hesiodos'un İşler ve Günler adlı eseri ile Tanrıların Doğuşu (Teogoni) adlı şiirlerdir. Bu edebiyat eserleri Eski Yunan dini hakkında bilgi verir ve karmaşıklığını gösterir. Asıl yunan tanrıları, İsa'dan iki bin yıl önce Akalar ve Dorlar tarafından; Kuzey'den getirilmişti. Bu tanrıların başında ışıklı gökyüzünün tanrısı vardı ve bu tanrı, klasik yunan panteonunda, tanrıların başı Zeus'a dönüşecekti. Daha sonra yüzyıllar boyunca bu tanrı ve tanrıçalar Doğu'dan gelen tanrı ve tanrıçalarla karıştı ve onların tanrısal özellikleri daha önceki tanrılara da verildi; mesela Afrodit, özelliklerinin çoğunu İştar veya Astarte adlı Doğu tanrıçalarından almıştır. Hera ise Akhalılar'ın eski bir tanrıçasının özellikleri ve Giritlilerin ana tanrıçasıyla Küçük Asya kavimlerinin ana tanrıçasının izleri görülür. Zeus: Jüpiter, yay burcu. Aynı zamanda balık burcunu da gece yönetir. Kronos: Satürn, oğlak burcu. Uranüs: Uranüs, kova burcu. Afrodit: Venüs, boğa ve terazi burçları Poseidon: Neptün, balık burcu. Apollon: Güneş, aslan burcu Artemis: Ay, yengeç burcu Hermes: Merkür, ikizler ve başak burçları Ares: Mars, koç burcu. Aynı zamanda akrep burcunu da gece yönetir. Hades: Plüton, akrep burcunun yöneticisi. Bia (mitoloji) Yunan mitolojisinde Bia, titan (dev) Pallas ile Stiks'in kızıdır. Şiddetin, gücün tecessüsüdür (cismanileşmesi). Zelus ("Şevk"), Nike ("Zafer") ve Kratos'un ("Dayanıklılık") kardeşidir. Aşanti mitolojisinde Bia, Nyame ile Asase Ya'nın en büyük oğludur. Nöroloji Nöroloji genel olarak beyin, beyin sapı, omurilik ve çevresel sinir sistemiyle kasların hastalıklarını inceleyen, teşhis ve cerrahi dışındaki tedavi uygulamalarını içeren tıp bilimi dalıdır. Nöroloji zamanla içine kapalı ve sınırlı bir dal olmaktan çıkmış, epilepsi, hareket bozuklukları, beyin damar hastalıkları, bunamalar, uyku bozuklukları gibi ayrıca özelleşmişlik gerektiren alt disiplinlere bölünmüştür, bunun yanı sıra 19. yüzyılda ruh hastalıklarıyla birlikte ele alınırken, 20. yüzyıldan itibaren psikiyatri ayrı bir dal olarak ayrılmıştır. Tüm bu alanlardaki ciddi laboratuvar arka planının yanı sıra günümüze nöroloji pek çok başka tıp alanı ile multidisipliner bir ilişki içindedir. Vücudun sinir sistemiyle ilgili hastalıklara nörolojik hastalıklar denilmektedir. Beyin, omurilik ya da sinirlerin elektriksel yapısındaki anormallikler birçok semptoma yol açabilmektedir.Bu semptomlara örnek; inme, kas zayıflıkları,koordinasyon problemleri, his kaybı, nöbet geçirme, sersemlik, acı ve şuur kayıplarıdır. Birçok tanımlanmış nörolojik hastalık bulunmaktadır, bazıları nispeten yaygındır fakat genellikle az görülmektedir. Beyin, omurilik ve sinir hastalıklarını şu şekilde listelenmiştir ; Odabaşı, Yunak Odabaşı, Konya'nın Yunak ilçesine bağlı bir mahalledir. odabaşı köyü ismini misafir perverliğinde almıştır yunak ilçesinin en büyük köylerinden biridir. bilindiği üzere köy malatya'dan gelen bir kürt aşireti kurmuştur. Konya iline 195 km, Yunak ilçesine 21 km uzaklıktadır. Mahallenin iklimi, karasal iklimdir. Köy sakinlerinin geçim kaynakları tarım, hayvancılık ve ticarettir. Mahallede ilköğretim okulu vardır. taşımalı eğitim Yapılıyor. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır. Kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur. PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı yoktur. Sağlık evi yoktur. Süt kooperatifi vardır. Levent Yüksel Levent Uğur Yüksel, ya da bilinen adıyla Levent Yüksel (d. 21 Ekim 1964, Antalya), Türk pop müzik şarkıcısı. Sezen Aksu'nun yetiştirdiği yorumculardandır. Levent Yüksel ilk ve orta öğrenimini doğum yeri Antalya'da tamamlamıştır. Antalya Lisesi'nden mezun olduktan sonra yeni adı "İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı" olan Belediye Konservatuvarı'nın kontrbas bölümünü bitiren sanatçı konservatuvar eğitimi sırasında gece kulüplerinde bas çalmış ve birçok sanatçıya eşlik etmiştir. Askerliğini yaptıktan sonra bir gece kulübü orkestrasında Fatih Erkoç ve 1990 ile 1996 yılları arasında evli olduğu Sertab Erener'le birlikte 2 sene çalışmıştır. Çalışmalarını sürdüren Yüksel, Aykut Gürel aracılığıyla Sezen Aksu'yla tanışmıştır. Sertab Erener ile evli olan Yüksel 18 Haziran 1996 yılında boşanmışlardır. Yüksel, boşanmalarıyla ilgili olarak, ""Sertab ile yaşadıklarımız herkes için örnek alınacak bir evlilik, örnek bir boşanma ve örnek bir ayrılıktır. Bunu her söylediğimde, insanlar nedense kendilerine değil de tuhaf tuhaf suratıma bakıyorlar."" demiştir. İlk albümü "Med Cezir"i 1993 yılının Mayıs ayında çıkaran Levent Yüksel, 1995 yılında kariyerinde ikinci stüdyo albümü olan "Levent Yüksel'in 2. CD'si" çıkarmıştır. 1997 yılının Temmuz ayında çıkardığı "Bi'Daha" tekli albümü o yılın en çok satan albümü olmu
ştur. 1998'in Nisan ayında ise "Adı Menekşe" albümünü çıkarmış, 2000 yılı Ekim ayında 14 şarkıdan oluşan "Aşkla" albümünü çıkararak yoluna devam eden sanatçı, 27 Mayıs 2004 tarihinde "Uslanmadım" albümünü yayınlamış ve bu albümde Orhan Gencebay'ın şarkısı "Yarabbim"'i yeniden seslendirmiştir. Kadın sanatçıların seslendirmiş olduğu eski şarkıları yorumladığı 26 Mart 2006 tarihinde çıkardığı "Kadın Şarkıları" albümü Yüksel'in toplamda yedinci albüm çalışması olmuştur. Yüksel albümü için bir röportajında, yeni albümünde neden sadece kadın şarkılarına yer verdiğini, "Tanju Okan'ın, "Kadınım" şarkısı gibi erkeklere ait eserler var." Emre Altuğ ve Yaşar ile de çalışmıştır. "İbret-i Alem" ve "Sıcak" albümündeki bazı şarkıları Emre Altuğ, Levent Yüksel ile düet yaparak söylemiştir. Red Kit Red Kit (Özgün adı: Lucky Luke), Belçikalı karikatürist Morris (1923-2001) tarafından çizilen çizgi romandır. Çizgi romanın maceralarından bazıları Fransız René Goscinny (1926-1977) tarafından yazılmıştır. Morris'in ölümünden sonra bazı maceralar Fransız Achdé tarafından çizilmiştir. Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy "Red Kit" sadık beyaz atı "Düldül (Jolly Jumper)" ve sevimli köpeği "Rin Tin Tin (Rantanplan)" ile beraber suçluların ve adaletsizliğin amansız düşmanıdır. Suçluları temsil eden "Dalton kardeşler"; "Joe, William, Jack ve Averel" birçok macerada yer alırlar. Diğer unutulmaz karakterler "Kalamiti Jane, Billy Kid, Yargıç Roy Bean, Jesse James, Akbaba", Posta arabası sürücüsü Hank ve "Cenaze Levazımatçı"'sıdır. Lucky Luke, Türkiye'de Red Kit isminin verilmesinin hikâyesi şöyle; Ferdi Sayışman'ın, daha sonra isim babası olacağı Red Kit ile tanışması 1954-56 arasında rastlıyor. ""O zaman Lucky Luke'un maceraları Fransız Spirou dergisinde çıkıyordu. Burada da yayınlamaya karar verince, Türkçe ne isim koyalım, diye düşünmeye başladık. Bir arkadaşın çıkarmak istediği Red Rider (Kızıl Sürücü) diye bir dergi vardı. Ben de Bil Kit diye başka bir derginin kopyasını yapıyordum. Red kısmını Red Rider'dan Kit kısmını da Bil Kit'ten aldık, Red Kit oldu."" "Not 1": Türkiye'de başlarda birçok çizgi romanda yapılmış olduğu gibi Red Kit'de de kopya çizgilere yer verilmiş olmakla birlikte, hiçbir zaman yerli üretim bir Red Kit çizilmemiştir. Oysa aynı dönemlerde 9 adet yerli yapım Tenten macerası üretilmişti. Red Kit'in ilk birkaç macerasında çizer Morris'in farklı çizgi tekniğinden ötürü bu maceralar yanlış olarak 'yerli yapım Red Kitler' olarak tanımlanmıştır. "Not 2": Red Kit'in maceralarının tamamı henüz Türkiye'de eksiksiz olarak yayımlanamadı. Bu seride Red Kit'in çocukluğunda geçen maceralara yer verilmiştir. Red Kit'in köpeği Rintintin (Rantanplan)'ın çevresinde gelişen olayların işlendiği ayrı bir seri. Paul Schuurmans'ın 1970'li yıllarda yazıp çizdiği bir de Red Kit parodisi vardır. Erotik olmaktan da öte, pornografik bir albüm olan "Les aventures sexuelles de Lucky Luke" ("Red Kit'in Cinsel Serüvenleri") adlı bu kitapta Morris'in yarattığı birçok özgün karakter birebir kullanılmıştır. Bu Fransızca albümün formatının Red Kit'in özgün formatından bir farkı siyah beyaz oluşudur. Bu albümün "Sex-Avonturen Van Lucky Luke" adında Felemenkçe bir versiyonu da mevcuttur. Bu çizgi roman önce Rosie adlı bir erotik dergide aylık periodlarla tefrika edilmiş, sonra albüm haline getirilmiştir. Red Kit 1970'li 1980'li yıllarda Milliyet Yayınları tarafından çıkartılırken kullanılan albüm isimleri sonraki yıllarda İnkılâp Kitabevi ve Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan albümlerin isimlerinden bazı farklılıklar gösterir. Her üç yayınevinin albümleri yayımlama sıraları da farklıdır. Üçünün de yayım sırası albümlerin özgün yayım sırasına uymaz. Bu listede Milliyet'in albümleri kendi yayım sırasıyla ve Milliyet'in verdiği adlarla sıralanmıştır. Birçok Red Kit öyküsü albüm haline gelmeden önce Journal de Spirou adlı resimli roman dergisinde yayımlanmıştı. Bunlardan birçoğu da bir albümü dolduramayacak uzunlukta oldukları için ancak ikisi veya üçü birleştirilerek bir albüm oluşturulmuştur. Bu öykülerden oluştulan albümlere bazen birinci başat öykünün adı veriliyor ya da yeni bir ad bulunuyordu. Bazı öyküler yeterince uzun oldukları için tek bir albüme sığabiliyordu. Bazen de önceden doğrudan albüm olarak çıkmış bir öykü dergide yayımlanıyordu. Birçok albüm de dergide hiç yayımlanmamıştır. Red Kit dünyada pek çok defa animasyon ve televizyon serisi olarak filme çekilmiştir. 1983'den sonraki maceralarında sigarayı bırakmış ve ağzında bir saman parçası tutmaya başlamıştır. Dünyada ilk kez Türkiye'de sinemaya aktarılmıştır. 1967'de Öztürk Serengil'in başrolünü oynadığı filmde Öztürk Serengil gördüğü bir rüyada kendini Red Kit sanır ve vahşi batıda maceradan maceraya koşar. 1971 yılında ise İzzet Günay Red Kit olur ve Daltonlarla mücadele eder. 1974 yılında Aram Gülyüz'ün yönetiminde çevrilen Atını Seven Kovboy adlı filmde ise son Red Kit Sadri Alışık'tır. Sadece sinema filmleri alınmıştır. Çizgi diziler bu listede yoktur. Küçük Prens Küçük Prens (Fransızca özgün adı: "Le Petit Prince"), Fransız yazar ve pilot Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılan ve 1943'te yayımlanan masal. Dünyanın en çok satan ve okunan kitaplarından biridir. Eserde bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyası anlatılır. Sahra Çölü'ne düşen pilotun Küçük Prens'le karşılaşması ile başlayan kitap yirmi yedi bölümden oluşur. Özellikle Küçük Prens'in yurdundan ayrılıp altı ayrı gezegene yaptığı gezileri anlatan bölümlerde bazı tipik yetişkin yaşam biçimlerinin eleştirisi yapılır. Kralın gezegeni otorite tutkusunu, sanatçının gezegeni, kendini beğenmişliği ve sanatçının toplumla yitirmiş olduğu iletişimsizliği, sarhoşun gezegeni, umutsuzluk ve buna dayanan unutma isteğini, işadamının yaşadığı gezegen, amaçsız sahip olma tutkusunu, fenercinin gezegeni anlamsız ve sorgulamaksızın yerine getirilen görev duygusunu, coğrafyacının yaşadığı gezegen ise bilimi kimin için yaptığını unutan bilim adamını ve bilim anlayışını sembolize eder. Yazar, New York'ta bir otel odasında kaleme aldığı hikâyenin çizimlerini de yapmıştır. Exupéry hem çizimleri hem de hikâyeleri bir çocuk kitabı gibi kurgulamış olsa da, bu kitap onun moderniteye ve II. Dünya Savaşı'nın etkilerinin sürmekte olduğu topluma eleştirisini ifade ettiği bir kitap olarak da değerlendirilir. Yazarın ilhamını kendi başından geçen olaylardan aldığı düşünülür. Bir pilot olan Exupéry, 1935 yılında bir hız rekorunu denerken, Sahra Çölü’nün ortasına düşmüştü. Ayrıca karısı Consuelo’nun Küçük Prens gibi bitmek bilmeyen arzuları ve korunma arzusu olduğu, Küçük Prens’in gezegeni gibi volkanlarla dolu El Salvador’da yaşamıştı. Hikâye ilk defa 6 Nisan 1943’te hem Fransızca hem İngilizce olarak yayımlandı. Günümüzde 210 ayrı dil ve lehçeye çevrildi. Türkçede 15 farklı dilde çevirisi bulunur. Sumru Ağıryürüyen, Fatih Erdoğan, Selim İleri, Azra Erhat, Nihal Yeğinobalı, Tomris Uyar ve Cemal Süreya eseri Türkçeye çevirenler arasındadır. Yazar eseri, dostu Leon Werth’in çocukluğuna adamıştır. Küçük Prens opera, tiyatro ve şarkılara ilham vermiş, 12 kez sinemaya uyarlanmıştır. Küçük Prens ve Exupéry'nin resmi Fransa'da, 50 franklık banknotların üzerine basılmıştır. Banknotların üzerine gözle görülemeyecek küçüklükte yazılmış alıntılar işlenmişti. Küçük Prens telifli olarak Türkiye'de sadece Mavibulut Yayıncılık tarafından basılmıştır. 2015 Ocak ayı itibarı ile telifinin serbest kalması ile birlikte 204 yayınevi tarafından basılmıştır. Yazarın uçağı bozulur ve Sahra Çölüne iniş yapmak zorunda kalır. Çölde Küçük Prens ile karşılaşır. Küçük Prens yazara yaşadığı yeri, yaşadığı maceraları anlatmaya başlar. O, B612 Asteroidinde tek başına yaşayan bir prenstir. Gezegeninde çok sevdiği güle özenle bakar. Gülüne nasıl daha faydalı olabileceğinin yollarını araştırmak istediği için diğer gezegenleri gezmek zorunda kalmıştır. Kralın gezegeninde otorite tutkusunu, sanatçının gezegeninde kendini beğenmişliği, sarhoşun gezegeninde saplantıyı, işadamının gezegeninde amaçsız sahip olma tutkusunu, fenercinin gezegeninde öğrenmeden, değişmeden emir yerine getirmeyi coğrafyacının gezegeninde elitizmi görür. Hepsinden mutsuz ayrılır. Son gezegen ise dünyadır. Dünya, diğerlerinden farklı olarak büyük ve kalabalık bir gezegendir. insanların kendi değerlerinden daha çok giysileriyle anlam ve değer kazandıkları bir yerdir. Kitapta, Küçük Prens’in yaşadığı asteroid olan B-612’yi bulan ama, fes takıyor diye 1909 yılında katıldığı astronomi kongresinde görüşleri dikkate alınmayan Türk astronomun, ülkesinde bir diktatörün halkına Avrupalı gibi giyinmeyi emretmesinden sonra 1920’de şık bir giysiyle kongreye katılması ve bildirisinin kabul edilmesi ile ilgili olan paragraf Türkiye’de tartışmalara yol açmıştır.< Bu bölüm, kitabın Türkiye’deki kıyafet devrimine gönderme yaptığı ve Atatürk’ü eleştirdiği şeklinde yorumlanmış; Türkçe çevrilerde metne farklı şekillerde müdahale edilmiştir. Eser, 2005 yılında ilköğretim öğrencilerine önerilmek üzere hazırlanan 100 Temel Eser arasından da bu yüzden çıkarılmış, daha sonra tekrar eklenmiştir. Analitik geometri Analitik geometri (Osmanlıca: Tahlili hendese, Fransızca: "Géometri analytique"), geometrik çalışmaya cebrik analizi uygulayan ve cebrik problemlerin çözümünde geometrik kavramları kullanan bir matematik dalı. Bütün bunlar "kartezyen sistem" denilen bir koordinat sisteminin kullanılmasıyla mümkündür. Kartezyen kelimesi, batıda analitik geometride ilk bilimsel çalışmayı yapan René Descartes'tan gelmektedir. Fransız düşünürü Descartes'ın çok önemli bir buluşudur. Descartes'a gelinceye kadar geometri problemleri ayrı ayrı yöntemlerle, sistemsiz olarak ve anlak gücüyle çözümleniyordu. Descartes'ın Kartezyen koordinat sistemini kullanarak ve cebir dilini geometriye uygulayarak bulduğu bu yöntemle geometri problemleri cebir denklemelerine çevrildi ve cebirle çözümlendikten sonra geometri diliyle açıklandı. Birçok fizik probleminin çözümü de bu yöntemle kolaylaşmış oldu. Uzay analitik geometri
de temel bir konu, bir eğrinin veya belirli şartlar altında herhangi bir doğru veya noktanın kendi hareketiyle meydana getirdiği yüzeyin denklemidir. Denklem, eğriyi meydana getiren her bir nokta kümesi tarafından sağlanan sayısal terimlerle ifade edilir. r, dairenin yarıçapı ise daire denklemi: Mesela, merkezi başlangıçta olan birim yarıçaplı daire, başlangıçtan, birim uzaklıktaki noktalar kümesidir. Bir çember üzerindeki herhangi bir nokta (x,y) koordinatlarına sahipse, birim yarıçaplı çemberin denklemi : Bu denklem, çember üzerindeki her noktanın koordinatları tarafından sağlanır. Benzer şekilde x² + y²= 4 denklemi merkezi başlangıçta ve yarıçapı iki birim olan çemberin denklemidir. Bazı geometrik ifadeler eşitsizliklerle ifade edilebilir. Mesela; x² + y² 1 denklemi de dışındaki bütün noktaları ifade eder.1 < x² + y² < 4 eşitsizliği x² + y² = 1 ve x² + y² = 4 denklemi bu iki çember arasındaki alanın noktalarını gösterir. Analitik geometri, x ve y eksenlerine bir noktada dik olan üçüncü bir z ekseni ile genişletilir. x, y ve z eksenleriyle gösterilen bir denklem yüzey ifade eder. Mesela, x² + y² + z² = 1 merkezi başlangıçta yarıçapı bir birim olan kürenin denklemidir. Yüzeylerin ve eğrilerin önemli özelliklerini araştırmada kullanılan analitik geometri metotları son üç asırda bilimin en önemli araçlarından biri haline gelmiştir. Augustinus Augustinus ya da Aurelius Augustinus, (d. 13 Kasım 354 - ö. 28 Ağustos 430) Aziz Augustinus (Augustinos) olarak bilinen filozof ve tanrıbilimci. Augustinus (354 - 430) yılları arasında yaşamış olan ünlü Hristiyan düşünürdür. Devleti tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar. Temel eserleri: Civitas Dei ("Tanrı Devleti" veya "Tanrı'nın Şehri"), Confessiones (İtiraflar), Epistolae (Mektuplar)’dır. Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları tanrıbilimsel olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Sonradan modern felsefe de tartışılacak olan pek çok tartışmayı Augustinus'un yürüttüğü görülür. 354'te Roma İmparatorluğu’nun kuzey batı Afrika eyaleti Thagaste’de doğdu. Pagan bir baba olan Patricius ve Hristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma'nın çöküşüne, ve Hristiyanlığın kabulunün hemen ertesine denk gelir. Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiçbir dil öğrenmez. 17 yaşında Kartaca’ya gider. Bir yandan Roma Afrikası’nın başkentinde yaşayan öğrencilerin çalkantılı yaşamına katılırken bir yandan da Latin tarihçileri ve şairleri inceleyerek retorik konusunda kendisini yetiştirir. Akıl dışı masallardan ibaret gördüğü Kitab-ı Mukaddes’in karşısına koyduğu felsefeyi, Hortensius’nda keşfeder. Aynı dönemde kendisine 15 yıl bağlı kalacağı bir eş seçer. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus, dokuz yıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “"iyi ile kötü arasında paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır".” Böylece bu felsefeye bağlılık onda ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur. Manici Piskopos Faustus’la tanışmasının yarattığı düşkırıklığı, irade yetisini kabul etmeyen ve insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü inkar edici düşünceden kopuşunu hızlandırır. Augustinus 384’te Milano’da retorik hocalığına atanır. Bu arada arayışı sürmektedir. Yeni Platoncuların eserleri onda yeni bir değişikliğe sebep olur. Bu dönemde okuduğu başka bir kaynak da Pavlos’un mektuplarıdır. Bu eserle birlikte Augustinus Hristiyanlara yaklaşır. Belli bir süre bu kendi içinde çalkantılara sebep olduktan sonra 386 yılında Hristiyan olmaya karar verir. 386’da Akademisyenlere karşı, Mutlu yaşam, Düzen adlı üç eserini kaleme alır. 387 yılında Afrikaya döner. 395’te Piskopos olan Augustinus, 396’da Hippo Regius’ta Valerius’un yerine geçer. Bu dönemde Afrika kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan piskopos Donatus’un mirasçıları bir arınmışlar kilisesini savunmaktadırlar. Augustinus, Donatusçuluğa ve şiddet yoluyla Katoliklerin denetimine karşı direnenlere karşı yürütülen mücadelede ve öğreti tartışmalarında çok önemli bir rol oynar. Donatusçuların, dini sapkınları cezalandıran bir yasaya tabi tutulmalarını öngören bir imparatorluk fermanının yayınlandığı 405’te, Afrika’daki Donatusçu kilise’nin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur. 410’da Roma’nın Gotlar tarafından işgal edilmesi üzerine Tanrı Devleti eserini kaleme alır. Augustinus, Donatusçu kilise karşısında zaferden sonra Pelagius’la mücadeleye girişir. Pelagius, verdiği vaazlarla Afrika’dan Britanyaya kadar etkisi olan bir Piskopostur. İnsan iradesine büyük bir önem atfeden Pelagius, ilk günahı reddetmektedir. Augustinus Pelagius karşısında kendi “"Tanrısal bağışlayıcılık"” anlayışını geliştirir. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesi nezdindeki birçok girişimden sonra, hasımlarını aforoz ettirmeyi başarır (418). 429-430’da Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar. Telaşa kapılan Augustinus, son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos 430’da ölür. Augustinus 1303 yılında Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir. Augustinus yaşamını İtiraflar adlı ünlü kitabında, Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma formlarında anlatmıştır. En çok önem verdiği konu, insanın kendini araştırmasıdır. Hakikatin insanın içinde olduğunu savunur. Hakikat ise, bizzat Tanrının kendisidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de tanrıdadır. Bunu anlamaya çalışmak felsefedir. Felsefe insanın kendisiyle uğraşmasıdır. ‘"Anlayabilmek için, inanıyorum"’ anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için, Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır. İnancı temel alan Augustinus’a göre, aklın görevi, Tanrısal vahiy temeli üzerinde, inanç yoluyla bilinen şeylerin açıklanması ve aydınlığa kavuşturulmasıdır. Aşkın, yalnız bireyin değil, fakat bireylerden meydana gelen bir toplumun da itici gücü olduğunu öne süren filozof, yine aşk öğretisinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayrımına ulaşmıştır. Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk, diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayrımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere, iki devlet anlayışı vardır. Augustinus, işte bu çerçeve içinde, Tanrı’ya yönelmek yerine maddeye yönelen, Tanrı’dan çok yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini, buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup, ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı’yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini söylemiştir. Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır. İnsanlık tarihini gökyüzü devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle, insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus’a göre, yeryüzü devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen. şeytanın krallığıdır. Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hristiyanlık inancı ve kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. Yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler. Onun gözünde, Hristiyanlık ve kilise, gökyüzü devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır. Augustinus Zaman üzerine yapilan tartışmalarda sıklikla anılan bir isimdir. İtiraflar adlı kitabının en çarpicı bölümlerinden birisidir bu konu.Ona göre, kavradığımız ve bildigimiz Zaman ile gerçek Zaman birbirinden ayri şeylerdir. İnsan kavrayışı Zamanın gercekligine ulasamaz bir niteliktedir.İnsan yalnızca zamanın gecişini algılayabilir. Gecmiş zaman, gelecek zaman, ve şimdiki zaman bölümlemeleri, gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir. Augustinus'un etkileyici bir akıl yürütmeyle Geçmiş zamanın "artık" varolmadığını, Gelecek zamanın ise "henüz" varolmadığını, elimizde kalan tek zaman olarak Şimdiki zamanında boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir.Ölcüp birimlere ayırdığımız "Zaman", geçişini algıladığımız Zaman'dır, oysa zamanın geçip geçmedigini ya da kendisinde zamanın ne olduğunu bilmiyoruz. Zaman bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır, ve bu nedenle biz bu akışın niteliğini, yönelimini, yayılımını, boyutlarını bilmeyiz; gercek zaman her zaman dışımızda kalır. Böylece Zaman kavramı üzerinden gerçeklik ile bilgi temel olarak ayrılmış olmaktadır, ki modern felsefeye gelindiğinde bu ayrım Kant örneğinde olduğu gibi, temel bir felsefi eğilim olacaktır. Hitit Güneş Kursu Hitit Uygarlığı ve sanatının simgesi sayılan bir nesnedir. Güneşi simgeleyen dairesel biçimin etrafına yerleştirilmiş öğelerden oluşur. Bazılarının üstünde ses çıkarması için sallanan parçalar, kimisinin üstünde barışı simgeleyen geyik imgesi, kimisinde ise üremeyi simgelemek üzere kuş, ağaç figürleri vardır. Ahşap asaların ucuna takılarak dini törenlerde veya at koşum takımlarının arasında kullanıldığı sanılmaktadır. Genellikle tunçtan yapılır. En seçkin örnekleri Çorum yakınlarında Alacahöyük’te bulunmuştur. Hitit’lerin sembolü haline gelmesine rağmen, aslında Anadolu’nun en eski uygarlığı olan Hattilere ait bir eserdir. Hatti Kralları öldükleri zaman güneş kursu ve benzeri 4-5 sembolle birlikte gömülmekteydi. Eskiden astrologlar tarafından yıldızların birbirlerine göre konumlarını belirlemekte kullanıldığı, daha sonra bu amaçla başka araçlar geliştirilince törensel bir nesneye dönüştüğü sanılmaktadır. Ortadoğu uygarlıklarında hükümdarl
ığın simgesi olan “alem” lerin atası kabul edilir. Çorum Alacahöyük'te bulunmuş olan bu tarihi eser, Çorum'un simgesi olarak valilik ve belediye dahil birçok resmi ve sivil kurum tarafından kullanılmaktadır. Çorum’un sivil toplum kuruluşlarının itirazına rağmen Türk Patent ve Marka Kurumu (TPE), "Güneş Kursu"nu, Ankara Üniversitesi’nin marka ve logosu olarak tescilledi. Bu konudaki tartışmalar devam etmektedir. Ankara’nın Sıhhiye Meydanı’nda yapılmış olan "geyik figürlü güneş kursu anıtı" yine Alacahöyük'te ki kazılarda ele geçirilmiş bir Hatti eserinin kopyasıdır. 1973'te belediye başkanı Vedat Dalokay tarafından şehrin simgesi yapılmış ve 1995'te yine belediye tarafından değiştirilmiştir. Bu konudaki tartışmalar sürmektedir. Hatti krallarının mezarlarından çıkan Güneş Kursu örnekleri Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde görülebilir. Mehmet Ali Aybar Mehmet Ali Aybar (5 Ekim 1908 - 10 Temmuz 1995), Türk siyasetçi, atlet. Türk sosyalist hareketinin önde gelen isimlerinden, kapatılan Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) eski lideri ve Sosyalist Devrim Partisi'nin (SDP) kurucu genel başkanıydı. 5 Ekim 1908'de İstanbul'da doğan M. Ali Aybar, Galatasaray Lisesi'nden sonra İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Aynı fakültede Anayasa hukuku asistanı, hukuk doktoru ve devletler hukuku doçenti oldu. 1946'da yazıları nedeniyle doçentlik görevine son verildi. Aynı yıl bağımsız milletvekili adayı oldu; ancak seçilemedi. Önce "Hür", sonra "Zincirli Hürriyet" gazetelerini çıkardı ve buralardaki yazıları nedeniyle 1949'da 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1950'deki genel afla serbest bırakılan Aybar iki yıl sonra avukatlığa başladı. 1962'de TİP'in genel başkanlığına getirildi. 1965 ve 1969 genel seçimlerinde bu partiden İstanbul milletvekili seçildi. Aynı dönemlerde Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'yı işgaline karşı çıktı ve "Türkiye’ye özgü sosyalizm" şeklinde ifade ettiği sosyalizm anlayışını savundu. Bu görüşlerine karşı çıkanlar arasındaki anlaşmazlığın büyümesi üzerine 1969' genel başkanlıktan, 1971' de de parti üyeliğinden istifa etti. 1975'te, kısa bir süre sonra Sosyalist Devrim Partisi adını alacak olan ve 12 Eylül 1980'de diğer partilerle birlikte kapatılan Sosyalist Parti' yi kurdu. "Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm" (1968), "12 Mart'tan Sonra Meclis Konuşmaları" (1973), "Örgüt Sorunu" (1979) ve TİP Tarihi (BDS Yayınları) isimli kitapları bulunan Aybar ABD'nin Vietnam'daki savaş suçlarını yargılamak üzere oluşturulan Uluslararası Russell Mahkemesi'ne yargıç olarak da seçilmişti. Gençlik yıllarında sporda gösterdiği başarılarıyla da tanınan Aybar 1928-1935 arası Türk Milli atletizm takımında yer almış, bu dönemde 100 ve 200 metre bayrak yarışlarında Türkiye rekorları kırmıştı. Aybar, 1931'de Balkan şampiyonu olan 4 X 100 bayrak takımının da başarılı koşucuları arasındaydı. Galatasaray Atletizm Takımında uzun süre spor yaptı. Mehmet Ali Aybar, İstanbul'da tedavi edildiği Florence Nightingale Hastanesi'nde 10 Temmuz 1995 tarihinde kalp yetmezliği sonucu öldü. Kemal Sunal Ali Kemal Sunal (10 Kasım 1944, İstanbul - 3 Temmuz 2000, İstanbul), Türk televizyon, sinema ve tiyatro oyuncusu. Oynadığı karakterlerle önemli çıkış yakalayan Kemal Sunal, Türk sinema tarihine damga vuran oyunculardandır. Tiyatro ile sanat hayatına başlayan sanatçı, Ertem Eğilmez'in kendisini fark etmesiyle sinema filmlerine yönelmiştir. İlk amatör tiyatro oyunu, Vefa Lisesi'nde okurken rol aldığı "Zoraki tabip"tir. Kenterler, Ulvi Araz, Ayfer Feray ve son olarak Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda profesyonel olarak rol aldıktan sonra Ertem Eğilmez'in kendisini fark etmesiyle, 1972 yılında "Tatlı Dillim" filminde rol alarak sinemaya ilk adımını atmıştır. Filmlerinde oynadığı "iyi, saf adam" rolleriyle beğeni kazanmıştır. Sanatçı, komedi filmleri ağırlıkta olsa da, dram türündeki filmlerde de rol almıştır. Oynadığı filmlerdeki karakterlerin genel özelliği haksızlıkların karşısında duran, iyiliği ve saflığı yüzünden başına sürekli iş açılan, zekasıyla kötülerle mücadele eden ve insanlara doğru yolu gösteren, daima "gülen" adamdır. Kendisini ""çok az konuşan, çok soğuk bir adamım"" diyerek tanımlayan Kemal Sunal'ın sinema izleyicileri tarafından benimsenmesi ve sevilmesinin en büyük sebeplerinden birisi, filmlerin çekildiği dönemlerde yaşanan sosyolojik-sosyo ekonomik ve siyasi gelişmelerin filmlerinde yer almasıdır. Zamlar, insanları dolandıran kişiler, geçim sıkıntısı, işsizlik, göç ve töre gibi konuların sinemasında işlenmiş olması, filmlerine birçok anlam daha kazandırmaktadır. Bunlar, güldürü içerisinde sosyal mesajlar vermek ve bazı konuları mizahi dille eleştirmektir. Sanatçı, güldürü filmlerinin yanı sıra dram filmlerinde yer almış, ancak oynadığı tüm filmlerde "halkın içinden" "içimizden biri" imajını hiçbir zaman bozmamıştır. Aynı zamanda Kemal Sunal, öğretmenden bekçiye, kapıcılıktan çöpçüye kadar birçok karakteri oynayarak, beğeni kazanmıştır. Yüksek lisansını "TV ve sinemada Kemal Sunal güldürüsü" isimli tezi ile yapmıştır. 82 filmde rol almış sanatçının son filmi 1999 yılında vizyona giren "Propaganda"dır. 3 Temmuz 2000 tarihinde, "Balalayka" isimli filmin çekimleri için bindiği uçakta, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiştir. Sanatçı, "Gülen adam" lakabıyla anılmaktadır. İstanbul Küçükpazar semtinde Malatyalı bir ailenin çocuğu olarak doğan oyuncunun babası Migros'tan emekli Mustafa Sunal, annesi Saime Sunal'dır. Ailenin büyük çocuğu olan Kemal Sunal'ın, Cemil ve Cengiz isminde iki kardeşi vardır. İlkokulu Mimar Sinan İlkokulu'nda okuyup, Vefa Lisesi'nden mezun olmuştur. Liseyi 11 yılda tamamlayan sanatçı, ""bu benim tembelliğimden, salaklığımdan ileri gelen bir şey değildi. 15-20 kişilik bir grubumuz vardı. Beraber geçiyorduk, beraber kalıyorduk. Anlaşmış bir gruptu. Bir nevi haylazlıktı tabii…" " sözleriyle açıklamıştır. Yüksek tahsiline Marmara Üniversitesi Gazetecilik bölümünde başlasa da, bu bölüme devam edememiştir. Eğitim hayatı boyunca çeşitli işlerde çalışan sanatçı, Emayetaş Fabrikasında çalışmış, ayrıca elektrikçide çıraklık yapmıştır. İş yaşantısını,""Ekonomik durumumuz iyi değildi. Babam Migros'tan emeklidir. Yaz tatillerinde ayakkabı, kitap parasına yardımcı olmak için çalışırdım"" diye açıklamıştır. 35 yaşında askere giden sanatçı, diğer askerlerin kendisini görünce gülmeye başlaması sebebiyle, ""birliğin düzenini bozuyor"" denilerek, eğitimlere katılmamış, kademede görev almıştır. Usta birliğinde "armoni mızıkası" isimli moral grubuna dağıtımı olmuş, bu vesile ile Türkiye'nin birçok bölgesinde askerlik yapmıştır. Sanatçı, Devekuşu kabare tiyatrosundayken, 1972-1973 tarihindeki Ankara turnesi sırasında sonradan eşi olacak Gül Sunal ile tanışmış, 1975 Nisan ayında Beyoğlu evlendirme dairesinde evlenmişlerdir. Bu evlilikten Ali ve Ezo isimli iki çocukları olmuştur. 12 Eylül döneminde yarım bıraktığı üniversiteyi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü'nden mezun olarak 1995 yılında bitirmiş ve ardından yüksek lisans yapmıştır. Yüksek Lisansını "TV ve sinemada Kemal Sunal güldürüsü" isimli teziyle yapmıştır. Sanatçı kendi profilinin, oynadığı karakterlere göre farklı olduğunu şu sözlerle belirtmektedir; ""Ben özel hayatımda çok az konuşan, çok soğuk bir adamım"" ""aynı zamanda iş ve ev yaşamında titizim"" sözleriyle dile getirmiştir. Eşi tarafından yazılan anı kitabında, ev halkına sanatçı olduğunun ağırlığını hiç hissettirmemiş, eşinin tanımına göre "aile babası" profilini hiçbir zaman bozmamıştır. Akşam yemeklerine daima vaktinde yetişen, aile ilişkilerine önem veren ve bu düsturda çocukları ile çok iyi arkadaş olan, iş, aile ve komşuluk ilişkilerinde daima sohbeti aranan, herkes tarafından sevilen sanatçı; filmlerinin aksine, çok fazla gülmeyen ve sululuktan hoşlanmayan bir yapıya sahiptir. Dinlemeyi anlatmaya tercih eden sanatçı, kendi iç dünyasında da duygusal bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda çok da iyi bir arşivci olan sanatçı, kendisi ve ailesiyle ilgili belge, fotoğraf, anı yazısı, kendisine gelen mektuplar gibi manevi değeri olan eşyaları, büyük bir titizlikle ve düzenle saklamış, çocuklarının çizdiği resimlere kadar her şeyi titizlikle ve özenle saklamıştır. Renkli kıyafetler giymeyi seven sanatçının, kıyafet alışverişlerini çoğu zaman eşi yapmıştır. Kendisine gelen mektupların hepsini okuyan sanatçı, yine aynı özenle bu mektuplara cevaplar vermiş ve bizzat kendisi postaneye götürüp gönderimlerini yapmıştır. Kemal Sunal, hem yüzünün fizik yapısı hem de mimik ve jestleriyle Fransız komedyen ve şarkıcı Fernandel'e benzetilmektedir. Fernandel 1930'lu yıllardan 1960'lı yıllara kadar tıpkı onun gibi sayısız komedi filmi çevirmiştir. Kendisiyle yapılan bir röportajda Sunal, kendisi için 'at suratlı' gibi benzetmeler bile yapıldığını, ama en çok Zeki Müren'in kendisini 'Fernandel'le Jean-Paul Belmondo karışımı' diye tanımlamasının hoşuna gittiğini belirtmiştir. Vefa Lisesindeki felsefe hocası Belkıs Balkır'ın sanatçıyı Müşfik Kenter ile tanıştırmasının, Kemal Sunal'ın kariyerinde önemli yeri vardır. Sanat hayatı, Vefa Lisesi'nde amatör olarak ""Zoraki Tabip"" adlı tiyatro oyunuyla başladı. Lise öğrenimi sırasında oynadıkları bir oyunla, "Akşam Gazetesi Liselerarası tiyatro yarışması"nda "En iyi karakter oyuncusu" seçilmiştir. Belkıs Balkır'ın kendisini Müşfik Kenter ile tanıştırmasıyla, Kenterler Tiyatrosu'nda profesyonel oyuncu olarak çalışmaya başlayan sanatçının, bu tiyatrodaki ilk rolü "Fadik kız"dır. Burada 150 lira maaş alan sanatçı daha sonra aynı tiyatroda "Deli İbrahim" rolünü oynamış ve maaşı 300 lira olmuştur. Buradan ayrılıp, Ulvi Uraz Tiyatrosu'na geçen sanatçı bu tiyatroda 4 sene sahneye çıkmıştır. Bu tiyatroda Orhan Kemal'in İspinoz isimli eserindeki "taşkasaplı" karakterini canlandırmıştır. Daha sonra "Bekçi Murtaza" isimli oyunda bekçiyi, oyunun ikinci perdesinde ise bir kahveciyi oynamıştır. Bu tiyatrodan ayrılarak Ayfer Feray Tiyatrosu'na geçen sanatçı burada bir sene çalışmıştır. Son tiyatro deneyimi olan Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda 1500 lira maaş
ı olan sanatçı, artık daha büyük rollerde oynamaya başlamıştır. "Dün-bugün" isimli bir oyunu oynadıkları sırada, kendisinden daha önce sinemaya geçmiş olan Zeki Alasya, Ertem Eğilmez'in yeni filmi için aradığı oyuncuları seçmesi için kendisini bu tiyatroya davet etmiştir. Bu oyun sırasında, Kemal Sunal'ı çok beğenen Ertem Eğilmez, sanatçının ilk sinema deneyimi olan "Tatlı Dillim"'de rol almasına karar vermiştir. Sanatçı, sinema kariyerine 1972 yılında başlamıştır. Kemal Sunal kendi ağzından, ilk yıllarını ve komediye yönelişini şu sözlerle dile getirmektedir; ""Nasıl oldu bilmem, ben kendimi sahici bir sahnede seyircilerin arasında buldum. Ses Tiyatrosu'ndaki ilk rolüm çok kısaydı. Üç dakika sahnede ya kalıyor ya kalmıyordum. Öyle pek bir şey söylediğimi de hatırlamıyorum. Sahnenin bir ucundan girip öbür ucundan çıkıyordum. Ne yaptığımı da pek hatırlamıyorum; ama seyirci kahkahadan kırılıyor. Bu da benim hoşuma gitmişti. Bildiğiniz gibi o gün bugündür insanları güldürmeyi seviyorum."" Tiyatroya neden devam etmediniz sorusuna, ""Film, tiyatro provalarına engel oluyordu. Aksatmaya başlayınca, bırakmamın daha iyi olacağını düşündüm."" diyerek cevap vermiştir. Yönetmen Ertem Eğilmez'in kendisini keşfedip 1972 yapımı "Tatlı Dillim" filminde Tarık Akan'ın basketbolcu arkadaşı rolünü vermesiyle birlikte, Kemal Sunal için bir dönüm noktası yaşanmıştır. İlk filmiyle ilgili, "İlk gün en arkaya gittim, oturdum. Perdede 8 kere ancak gözüküyorum. Her görünüşümde salonda kıyamet koptu. Suratımı görür görmez büyük alkış ve gülmeler. Lafları duymuyorlardı. Suratım enteresan geldi seyirciye. Sıcak ve kendinden biri buldu sanıyorum. O zaman şöyle arkama yaslanıp, "Bu iş tamamdır” dedim."" yorumunu yapmıştır. Yönetmen Ertem Eğilmez, bu filmden sonra, 1973 yapımı "Canım Kardeşim" filminde kendisine Kayseri şiveli bir yolcu rolü vermiştir. Yine aynı yıl, "Oh Olsun", "Güllü geliyor Güllü", "Yalancı Yarim" filmlerinde rol almıştır. 1974 yılında, Kayseri şivesinin halk tarafından benimsendiğini gören Ertem Eğilmez, Salak Milyoner filmini çekmeye karar vermiştir. Bu film büyük ilgi görünce, devam filmi niteliğinde olan "Köyden İndim Şehire" çekilmiştir. Her iki filmin senaryosu Sadık Şendil'e aittir ve Kemal Sunal'ın büyük rollerde oynadığı ilk iki filmdir. Yine aynı yıl çekilen, "Mavi Boncuk" filminde kaymakamı canlandıran Sunal, Ertem Eğilmez'in herkese eşit rol vermesiyle birlikte daha çok perdede görünmeye başlamıştır. 1974 yılının bir diğer gözden kaçırılmaması gerekilen noktası ise, Kemal Sunal'a, Meral Zeren'in eşlik etmesidir. Aynı yıl çekilen "Hasret" filminde, yönetmen Zeki Ökten ile çalışan sanatçı, bu filmden sonra ilk başrolünü alacaktır. Yine aynı yıl sanatçıya başrol verilir ve bu filmin adı "Salako"'dur. Bu kez yönetmen Atıf Yılmaz'dır. Takvimler 1975 yılını gösterdiğinde, Zeki Ökten'in iki filminde rol alan sanatçının bu filmleri, "Şaşkın Damat" ve "Hanzo"'dur. Bu filmlerde Meral Zeren ile beraber olan sanatçı, artık başrollerde oynamaktadır ancak Ertem Eğilmez filmlerindeki başarısından çok uzaktadır. Bu dönemde Ertem Eğilmez, bir efsaneye dönüşecek olan Rıfat Ilgaz romanı olan "Hababam Sınıfı"'nı sinemaya uyarlamaya karar verir. Bu filmde herkesin rolü eşit olduğundan, Kemal Sunal perdede daha fazla görünmektedir. Sanatçının oynadığı "İnek Şaban" rolü, sonraki yıllarda adının "Şaban" olarak kalmasıyla hatırlarda kalacaktır. 4 "Hababam Sınıfı" filminde rol alan sanatçı, 1975 yılında, kendisiyle beraber birçok filmde rol alacağı Şener Şen ile tanışır. İkilinin birbirini tamamlamasıyla birlikte rol aldıkları filmler ardı ardına gelmiştir. 1976 yılına gelindiğinde, Kartal Tibet filmi olan "Tosun Paşa" çekilir. Bu filmin senaryosunu Yavuz Turgul yazmıştır. Aynı yıl, "Süt Kardeşler" filmi için Ertem Eğilmez yeniden yönetmen koltuğuna geçer ve Şener Şen ile Kemal Sunal'ı yeniden bir araya getirir. Yine aynı yıl, Ergin Orbey'in yönetmenliğinde "Meraklı Köfteci" filmi çekilir ve ardından Natuk Baytan'ın yönettiği "Sahte Kabadayı" filminde rol alır. Natuk Baytan'ın farklı mizah anlayışıyla birlikte, "Şaban" karakterine "kahraman" özelliği de eklenmiştir. Sunal "saf ve halkın kahramanını canlandırdığı yapımlarda kötülerle mücadele etmiş ve mizahi bir sunuşla haksızlıklarla karşı durmuştur. Suavi Sualp'in kaleminden olan "Sahte Kabadayı" filminde bu durum daha belirgindir. 1976 yılında tam altı film çeken sanatçının bir sonraki filmi, "Hababam Sınıfı Uyanıyor"'dur ve yönetmen koltuğunda yeniden Ertem Eğilmez vardır. Bu "Hababam Sınıfı" filminin afişinde Kemal Sunal ismi en üstte yer alır. Bu yılın son filmi kendisine daha sonra "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü getirecek olan "Kapıcılar Kralı" filmidir. Umur Bugay'ın kaleminden olan bu filmi Zeki Ökten çekmiştir. Şaban karakterinden tamamen bağımsız olan bu filmdeki "Seyit" rolü, zeki,kurnaz, paragöz ve işgüzar bir karakterdir ve bambaşka bir Kemal Sunal'ın gözüktüğü ilk filmidir. 1977 yılında toplam beş film çeken sanatçının bu filmleri, son "Hababam Sınıfı" filminde rol aldığı, Ertem Eğilmez yönetmenliğinde "Hababam Sınıfı Tatilde", Natuk Baytan imzalı, "Sakar Şakir", Umur Bugay'ın yazdığı ve Zeki Ökten'in yönettiği "Çöpçüler Kralı" ve son olarak bir Atıf Yılmaz filmi olan "İbo ile Güllüşah"'tır. Sanatçı bu yıl, Antalya Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü "Kapıcılar Kralı" filminde almıştır. Aynı filmle, Sinema Yazarları Derneği'nce "En İyi Erkek Oyuncu" seçildi. Bu ödülleri sanatçı şöyle yorumlamaktadır; ""Antalya Film Festivali’nde Kapıcılar Kralı filmiyle, en iyi erkek oyuncu ödülünü aldım. Antalya’da ve Türk sinema tarihinde böyle bir şey yok. Komedyene değil, bu ödül hep jönlere verilmiş. İlk defa ben yıktım o sistemi. Sonra Sinema Yazarları Derneği’nin ilk ödülünü, yine aynı filmle ben aldım. Ondan sonra da başarılı filmler yapmadım değil ama festivallere göndermedik. O nedenle başka ödül çıkartamadık."" 1978 yılında Fatma Girik ile payları ortak bir şirket kurulmuştur. Bu film şirketi "Can Film"dir. Yapımcılığını Fatma Girik ve Kemal Sunal'ın yaptığı "Yüz Numaralı Adam" filmiyle, şirket ilk filmini o yıl çekmiştir. Bu filmin senaryosu ve yönetmenliği Osman F. Seden'e aittir. Reklamların yanıltıcı yönünü ele alan bu film Sunal sineması için önemli bir noktadır. Meral Zeren'den sonra bu filmde Sunal'a Oya Aydoğan eşlik etmektedir. Aynı yıl, Atıf Yılmaz ile, Müjdat Gezen eseri olan "Köşeyi Dönen Adam", Senaryosu ve yönetmeni Osman F. Seden olan "İyi Aile Çocuğu", "İnek Şaban", yönetmenliği Natuk Baytan'a ait olan "Avanak Apti" ve dönemin en ses getiren filmi "Kibar Feyzo" çekilir. "İyi Aile Çocuğu" filminde, Sunal'a bu kez Harika Avcı eşlik etmektedir. "Kibar Feyzo" filmi, yapımcılığını Ertem Eğilmez'in yaptığı, politik bir filmdir. Arzu Film'e ait olan bu film, politik duruşu sebebiyle birçok sahnesinde sansüre uğramış olsa da, Türk sinemasında önemli bir yeri vardır. Bu filmde Sunal'a Şener Şen'in yanı sıra, Müjde Ar, İlyas Salman, Adile Naşit gibi isimler eşlik etmektedir. Senaryosu İhsan Yüce'ye ait olan bu filmin yönetmeni Atıf Yılmaz'dır. Töre, geçim derdi, ağalık gibi kavramlar sıkça filmde işlenmektedir. 1979 yılında, Sunal beş filmde rol almıştır. Bunlar; "Umudumuz Şaban", "Şark Bülbülü", "Korkusuz Korkak", "Dokunmayın Şabanıma" ve "Bekçiler Kralı" filmleridir. Bu filmlerde, sırasıyla, Kartal Tibet, (Umudumuz Şaban,Şark bülbülü), Natuk Baytan ve Osman F. Seden ("Dokunmayın Şabanıma", "Bekçiler Kralı") ile çalışmıştır. Sunal, "Dokunmayın Şabanıma" ve "Bekçiler Kralı" filmlerinin yapımcılığını Fatma Girik ile birlikte üstlenmiştir. İki yapımcı bu filmleri, kendi film şirketleri olan Can Film'e değil, Uğur Film'e yapmıştır. Şark bülbülü filminde, kısa sürede şöhret olan ünlülere göndermeler vardır. Yine Umudumuz Şaban filminde yer eden toplumsal yaralar, güldürü unsuru içerisinde izleyiciye aktarılmaktadır. 1980'de dört filmde rol alan Sunal'ın bu filmleri, bir romandan uyarlanan "Zübük", "Gol Kralı", "Gerzek Şaban" ve "Devlet Kuşu"'dur. Sunal bu filmlerde Kartal Tibet, ("Zübük", "Gol Kralı") Natuk Baytan ve Memduh Ün ile çalışmıştır. Zübük filmi, politik eleştirilere sahiptir ve "İbrahim Zübükzade" karakteriyle akıllarda yer etmiştir. 1980 askeri darbesiyle birlikte o dönem çekilen filmlerin büyük çoğunluğu sansüre uğramış, önemli oyuncuların bazıları da yurtdışına çıkmıştır. Sunal, zaman zaman politik filmlerde rol alsa da, kutuplaşmalardan her zaman uzak kalmıştır. 1981 ve 1985 yılları arasında birçok "Şaban" filmi çekilmiştir. Bu filmler, Sunal sineması adına kaliteden yoksun olsalar da, izleyiciyi güldürmeyi başarmış yapımlar olarak tarihe geçmiştir. 1981 yılında, "Üç Kağıtçı" filminde Natuk Baytan, "Kanlı Nigar" filminde Memduh Ün ve "Davaro" filminde yeniden Kartal Tibet'le çalışan sanatçı, üç filmde rol almıştır. 1982 yılında iki filmde rol alan Sunal'ın bu filmleri, "Yedi Bela Hüsnü" (Natuk Baytan) ve "Doktor Civanım" (Kartal Tibet)'dır. "Yedi Bela Hüsnü" filminde, sanatçıya Oya Aydoğan eşlik etmiştir. 1983 yılında "Tokatçı", (Natuk Baytan) "Kılıbık", (Uğur İnan) "En Büyük Şaban" (Kartal Tibet) ve "Çarıklı Milyoner" (Kartal Tibet) filmlerinde rol almıştır. Kılıbık filminde Nevra Serezli eşlik etmiştir. 1983 yılında olduğu gibi, 1984 ve 1985 yılında da ağırlıklı olarak Kartal Tibetle çalışan sanatçı, bu dönemde birçok "Şaban" filminde rol almıştır.1984'te Şabaniye, (Kartal Tibet) Postacı, (Memduh Ün) Ortadirek Şaban, (Kartal Tibet) Atla Gel Şaban (Natuk Baytan) filmleri çekilmiştir. Postacı filminde Sunal'a, Fatma Girik eşlik etmiştir. 1985 yılı, "Şaban" filmlerinin sonuncusu olan Gurbetçi Şaban filminin çekildiği yıldır ve sanatçı toplam altı filmde rol almıştır. Bu filmlerin tamamında rejisör Kartal Tibet'tir. Bu dönem, Perihan Savaş, Nevra Serezli ve Müge Akyamaç sanatçıya eşlik eden isimler olmuştur. Sanatçı "Şaban" filmleri ile ilgili görüşlerini şöyle aktarmıştır; ""Bundan sonra filmlerde Şaban adını koymasak bile, değişen bir şey olacağını zannetmiyorum. Millet Şaban olarak biliyor. Bu yıl, firma yanlışlık yaptı. Film adım Niyazi.
Adının Atla Gel Niyazi olması lazım. Afişler, lobiler hepsinde Atla Gel Şaban oldu. Seyircilerden bir kişi çıkıp da, filmdeki adın Niyazi, afişte Şaban, demedi. Farkına bile varmadı. Kemal Sunal’ın adı, Niyazi olsa ne olur, Şaban olsa ne olur?"" Sunal sinemasında artık "Şaban" filmi yoktur ve sineması adına bambaşka bir sayfa açılmıştır. 1986 yılında "Yoksul" ve "Davacı" ile Zeki Ökten'le, "Tarzan Rıfkı"'da Natuk Baytan'la, "Garip" filminde Memduh Ün'le, "Deli Deli Küpeli" filminde Kartal Tibet'le çalışmıştır. "Yoksul" filmi duru anlatımıyla öne çıkarken, "Davacı" ve "Deli Deli Küpeli" filmleri "siyasi taşlama" olarak ön plana çıkmaktadır. Ayrıca "Garip" filmi dram yönüyle ön plana çıkmaktadır. Sunal bu dönem, halkın içinden hikâyelerle izleyici karşına çıkmıştır. 1987 yılında üç filmde rol alan sanatçının bu filmleri, "Yakışıklı", "Kiracı" (Orhan Aksoy) ve "Japon İşi" (Kartal Tibet) filmleridir. "Kiracı" filminde, o dönemin konut sorununa göndermeler bulunmaktadır. 1988 senesi, Sunal sineması için önemli olan filmlerin çekildiği yıldır ve Sunal'a yeni bir ödül getirecektir. "Uyanık Gazeteci", "Sevimli Hırsız", "İnatçı", "Öğretmen", (Kartal Tibet) "Polizei", (Şerif Gören) "Düttürü Dünya", (Zeki Ökten) "Bıçkın" (Orhan Aksoy) bu dönem rol aldığı filmlerdir. "Polizei", "Öğretmen" ve "Düttürü Dünya" filmleri diğer filmlerden ayrılmaktadır. "Polizei" filminde gurbetçilerin yaşadığı sıkıntılara değinilirken, "Öğretmen" filminde geçim sıkıntısı, ulaşım ve konut problemleri gibi sorunlara değinilmiş ve "Düttürü Dünya" filminde küçük insanların büyük hayallerine yer verilmiştir. Sanatçı bu filmiyle, Ankara Uluslararası Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü almıştır. Bu filmin senaristi, Umur Bugay'dır. 1989 yılında Sunal, üç filmde yer almıştır, bunlar "Zehir Hafiye", (Orhan Aksoy) "Talih Kuşu", "Gülen Adam"'dır. (Kartal Tibet) 1990 yılında Sunal üç filmde rol almıştır. Bunlar, "Koltuk Belası", (Kartal Tibet) "Abuk Sabuk Bir Film" (Şerif Gören) ve "Boynu Bükük Küheylan" (Erdoğan Tokatlı)'dır. 1991 yılında tek bir filmde rol alan sanatçının bu filmi "Varyemez"'dir ve rejisör Orhan Aksoy'dur. 1999 senesi, sanatçının son rol aldığı sinema filmi olan "Propaganda"'nın çekildiği yıldır ve bu filmde kendisine Metin Akpınar eşlik etmektedir. Sinan Çetin filmi olan "Propaganda", Sunal'ın sinema kariyerinde yeri bambaşka olan bir yapımdır. Zira sanatçı, "gümrük memuru Mehdi" rolünü, tıpkı diğer tüm mesleki rollerinde olduğu gibi benimsemiştir ve izleyici karşısına dram yönü ağır basan bir Kemal Sunal koymuştur. 2000 yılında "Balalayka" filminde rol almayı kabul etmiştir. "Ana madde:" Kemal Sunal filmografisi Kemal Sunal bazı dizilerde rol almıştır. Bu diziler düşük bütçeli olup, dönemin çeşitli kanallarında gösterilmiştir. Sanatçı sık sık, dizilerin çok çabuk çekildiğinden, senaryoların çabucak oluşturulduğundan ve dizilerin sanatçıların yeteneklerini körelttiğini söylemiştir. Bu diziler, 1992'de, "Saygılar Bizden", 1993 "Şaban Askerde", 1994 "Bay Kamber" ve son olarak 1997'de "Şaban ile Şirin" dizileridir. Sunal, kişisel yaşamı ve kariyeri boyunca yaptığı yolculuklarda daima kara taşıtlarını tercih etmiş, uçak ve deniz taşıtlarından korktuğunu dile getirmiştir. Çeşitli festivallerde, ödül törenlerine kara taşıtıyla yetişemeyen sanatçının uçak fobisi yaşamı boyunca yenemediği bir korkusu olarak kalmıştır. 3 temmuz 2000 tarihinde, Balalayka isimli filmin çekimleri için bindiği Trabzon uçağında kalp krizi geçirmiştir. Ölümüne bir dizi ihmaller zincirinin neden olduğu düşünülmektedir. Zeki Alasya, Sunal'ın vefatıyla ilgili görüşünü şöyle dile getirmiştir; ""Kimseleri filmin çekileceği yere otobüsle gitmek sıkıntısında bırakmamak için kendini zorlayarak bindi o uçağa, imkanı yok binmez."" Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin haberine göre, uçaktaki personel ilk yardım konusunda bilgisizdi ve çağırılan ambulansta doktor yoktu. "International Hospital" hastanesine kaldırılan sanatçının doktoru, Sunal'ın kalp rahatsızlığı olduğunu dile getirmiş ve kalp ilaçları kullandığını açıklamıştır. NTV'nin haberine göre, Kemal Sunal'la aynı uçakta bulunan DSP İstanbul milletvekili Erol Al, sanatçının ölümünde ağır ihmal ve tedbirsizlik olduğunu belirtmiştir. Uçağın kabin ekibi, sanatçıya tıbbi müdahalede bulunamadıklarını belirterek, "bunun için eğitimimiz yok, yalnızca rahatlatmaya çalıştık" açıklamasını yapmıştır. Sağlık ekiplerinin uçağa 12 dakikada ulaşması ve sanatçının 35 dakika sonra uçaktan indirilip hastaneye götürülmesi gibi konularda DHMİ ve Medline çeşitli açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamaların ve havalimanındaki sağlık tedbirlerinin yetersiz olduğu düşünülmektedir. Sanatçı için ilk tören, Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenmiştir. Bu tören, sanatçının naaşının 08.30'da sahneye getirilmesiyle başlamış, ailenin yerini almasıyla birlikte 09.45'te büyük salonda büyük ekranda sanatçının filmlerinden bölümler gösterilmiş, sanatçı dostları ve sevenleri naaşının başında saygı duruşunda bulunmuştur. AKM'den polis bandosuyla Teşvikiye Camii'ne götürülmek için çıkarılan Sunal'ın naaşına, gümrük muhafaza memurları da eşlik etmiştir. 1999'da çekilen Propaganda filminde "Gümrük Muhafaza Memuru Mehdi" karakterini canlandıran Sunal'ın oğlu ile filmde çekilmiş bir fotoğrafını İstanbul Gümrük Muhafaza Başmüdürlüğünden altı memur taşımıştır. Taksim'den Teşvikiye Camii'ne kadar kortej oluşturan sevenleri, yoğun ilgi sebebiyle Cami'ye ulaşmakta zorlanmıştır. Öğle namazının akabinde kılınan cenaze namazında, yoğun ilgi sebebiyle polis güvenlik önlemi almış, gümrük muhafaza memurları tabutun başında saygı nöbeti tutmuştur. Cenaze namazının ardından eller üzerinde Rumeli caddesine kadar taşınan sanatçının naaşı, buradan sonra araca konulmuş ve Zincirlikuyu Mezarlığına doğru yola çıkmıştır. Sunal'ın ismi, vefatının hemen ardından sokaklara, caddelere ve duraklara verilmiştir. Vefatının ardından anısını yaşatmak için çeşitli kurum ve yerleşkelere adı verilmiştir. 11 Kasım 2014 tarihinde Google Türkçe arama motorunda Kemal Sunal'ın doğum günü sebebi ile özel doodle hazırlayarak yayınlamıştır. 3 Temmuz 2015 tarihinde İETT, vefa durakları kapsamında Kemal Sunal ismini taşıyan durağı düzenlemiştir. Sanatçının vefatının 15. yılı sebebiyle, İETT, aynı ismi taşıyan durağı "vefa durakları" kapsamında düzenlemiştir. Durak, Sunal'ın rol aldığı filmler ve sanatçının fotoğraflarıyla kaplanmıştır. İstanbul ilinin Beyoğlu ilçesinde kurulmuş Özel Sektöre Bağlı Kültür Merkezi olan Vakıfbank Sanat Merkezi Kemal Sunal’ın ismini taşımaktadır.. Mezun olduğu Vefa Lisesi’nde Kemal Sunal anısına bir anket düzenlenmiş ve anket sonucunda başarılı ve sevilen sanatçılara "Kemal Sunal Kültür ve Sanat Ödülü" verilmesi kararlaştırılmıştır. Hemera Hemera (Yunanca: Ημέρα), Yunan mitolojisinde, Gün'ün tanrıçası. Erebus'dan doğmuştur. Bazı kaynaklarda Nyx'in (Gece) kız kardeşi gibi bir benzetme ile geçer, bazı kaynaklarda ise Erebus ile Nyx'in kızı olarak geçer. Nyx, yani gece, Tartarus'dan ayrılırken, Hemera, yani gün, Tartarus'a girer. Nyx Tartarus'a dönerken ise, Hemera Tartarus'dan ayrılır. Hemera ile erkek kardeşi Aether'in (Atmosferin en üst parlak tabakası), Thalassa isminde bir kızları vardır. Thalassa, bir erken dönem deniz tanrıçasıdır. Rasyonel sayılar Rasyonel sayılar ya da oranlı sayılar, iki tam sayının birbirine oranı ile ifade edilebilen sayıların oluşturduğu kümedir. Rasyonel sayılar tam sayıların bir genişlemesidir ve formula_1 ile gösterilir. formula_1 kümesi genelde şöyle tanımlanır: formula_3(a ve b tam sayı ve b sıfır olmamak üzere a/b şeklindeki sayılara rasyonel sayı denir) formula_4 ve formula_5 veya formula_6 eşdeğer rasyonel sayılardır. Dolayısıyla her rasyonel sayı sonsuz şekilde ifade edilebilir. Rasyonel sayıların en basit biçimi formula_7 ve formula_8 tam sayılarının ortak bölen'inin olmadığı formula_9 ifadesidir. Her tam sayı rasyonel sayıdır. Çünkü formula_10 veya formula_11 veya formula_12 şeklinde yani Rasyonel sayı tanımına uygun biçimde yazılabilirler. Rasyonel sayılar kümesi formula_1, tam sayılar kümesi formula_14'yi kapsar. Yani formula_15. Daha ince bir tanımı ise tam sayılar üzerinden tanımlanacak bir denklik bağıntısıyla yapılabilir. Böylece her denklik sınıfı bir rasyonel sayı olarak anılır. formula_16 kümesinden seçilmiş keyfi "(a,b)" ve "(c,d)" ögeleri için "~" bağıntısı formula_17 olarak tanımlansın. Bunun bir denklik bağıntısı olduğu kolaylıkla kanıtlanabilir. Bu durumda, denklik sınıfları formula_18 olurlar. Rasyonel sayı ise basitçe formula_19 şeklinde tanımlanır. Tanımda paydanın sıfır olmama şartı formula_20 ifadesinin tanımlanmamış olmasındandır. Bir sayının sıfıra bölümü tanımsızdır. Sıfırdan büyük olan rasyonel sayılara pozitif rasyonel sayılar, sıfırdan küçük rasyonel sayılar da negatif rasyonel sayılar denir. Pozitif rasyonel sayılar kümesi formula_21ile, negatif rasyonel sayılar kümesi formula_22ile gösterilir. Yandaki şekilde, bir yuvarlak pasta 4 eş parçaya bölünmüş ve bu 4 eş parçalardan her birisi formula_23 olarak görülmektedir. Ancak bir parça alınmış olduğundan kalan eksikdir. Geriye kalan, dört eşit parçaya bölünmüş bütünün üç tane parçası (yani 3'te 4 oranı) veya (kesiri)dir. Bu formula_24 ifadesi şeklinde gösterilir. Burada ifadede kesir çizgisinin üstündeki değere (yani 3'e) pay, kesir çizgisinin altındaki değere (yani 4’e) payda denir. Bu kesir, “üç bölü dört” ya da “dörtte üç” diye okunur. Rasyonel kelimesi İngilizcedeki "rational" olup İtalyanca "quoziente", "quotient" kelimesinin başharfi olarak Q işareti ile gösterilir. Rasyonel sayılar aşağıda gösterildiği gibi birbirlerine eklenir: Rasyonel sayılar arasındaki çarpma işlemlerinin kuralı aşağıdaki gibidir: Rasyonel sayılar arasındaki bölme işlemi aşağıda gösterildiği gibidir: Toplamaya ve Çarpmaya göre terslik özellikleri rasyonel sayılar içinde geçerlidir: İki rasyonel sayının eşitliği, o sayıların pay ve paydalarının rasyonel olmasıyla anlaşılır. formula_30 olmak üzere formula_31 ve formula_32 iki rasyonel sa
yı ise bu iki sayı ancak formula_33 olduğunda eşittir. Bu koşul, yukarıdaki tanımdan çıkartılabilir. İki rasyonel sayı aynı denklik sınıfındaysa birbirine eşittir, Denklik bağıntısı da zaten formula_33 koşulunu içermekteydi. İki rasyonel sayı arasına bir ya da birkaç rasyonel sayı yerleştirme işlemine denir. Tethys (mitoloji) Yunan mitolojisinde bir titan olan Tethys, denizin, bereketli okyanusun tecessümüdür. Deniz tanrıçası olan Tethys, Uranus ile Gaia'nın kızıdır. Kocası ve erkek kardeşi olan Okeanos'dan birçok çocuğu olmuştur. Antik çağda onun dünyadaki büyük nehirlerin (Nil nehri vb) annesi olduğuna inanılırdı. Aynı zamanda Tethys Okeanos'dan çok güzel 3 bin kadar peri kızı doğurmuştur.Bütün insan oğluna bakıcılık yapmaktadır.Bazı kaynaklarda Hera'nın kocasıyla birlikte bakıcılığını üstlenmiştir, sonraları Hera da araları dargın olan bu iki çiftin arasını yeniden yapar. Oğlu, Yunan deniz tanrılarından biri olan Peneus'tur. Deniz tanrıçası Tethys'in adı antik bir okyanus olan, Tetis Okyanusu'na verilmiştir. Muradiye (anlam ayrımı) Pausanias (coğrafyacı) "Pausanias (Gezgin)", MS 2. yüzyılın sonlarında yaşamış Lidyalı gezgin ve coğrafyacı. Yunanistan’dan Mısır’a kadar yaptığı seyahatlerinde gördüklerini "Periegesis tes Hellados" (Yunanistan'ın Tasviri) isimli ünlü 10 ciltlik eserinde aktardı. Roma imparatorlarından Antoninus Pius (MS 138-161) ve Marcus Aurelius (MS 161-180) zamanında yaşamıştır. Hayatı hakkında bilinenler azdır. Magnesia ad Sipylum (Manisa) şehrinden olduğu düşünülür. "Yunanistan'ın Tasviri" adlı eserini aşağı yukarı 150 yılında yazdığı sanılır. Eser, dönemin Yunan mitolojisi, kültleri ve dinleri ile dönemin anıtları ve topografyası açısından çok önemlidir. Klasik çağ üzerine yapılan modern arkeolojik çalışmalarda sıklıkla kullanılmıştır. Olympia ve Delphi'nin mimarisinden ve dinî özelliklerinden, yolculuğunda gördüğü her türlü dinî gruptan ve doğal özelliklerden bahsetmiştir. Seyyah, Orta Doğu (Kudüs dahil), Mısır, İtalya ve Makedonya'yı gezmiş; eserinde tüm bu bölgelerdeki yaşantı hakkında bilgi vermiştir. Rudolf Hess Walter Richard Rudolf Hess (26 Nisan 1894, İskenderiye, Mısır Hidivliği – 17 Ağustos 1987, Berlin, Batı Almanya), Nazi Almanyası'nın önde gelen isimlerindendi. Aralık 1933'ten itibaren SS-Ehrenführer (SS onursal lideri) olarak Obergruppenführer formasını giyme hakkına sahipti. Adolf Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ndeki vekiliydi. Sovyetler Birliği ile savaşın arefesinde Birleşik Krallık ile barış görüşmeleri yapmak üzere uçağıyla İskoçya'nın Glasgow şehrindeki Maryhill kışlasına gitti ancak tutuklandı. Nürnberg mahkemelerinde yargılandı ve Spandau hapishanesinde ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1987 yılında burada öldü. Neo-Naziler ve Yahudi düşmanları arasında bilinen bir isimdir. Hess, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı Mısır Hidivliği’nin İskenderiye kentinde doğdu. Çok başarılı bir tüccar ve katı bir disiplin sahibi olan babası Fritz Hess, oğlunu disiplini az olduğu gerekçesi ile Protestan mektebi yerine özel hocalarla okuttu. Genç Hess babasının aksine, kendine güveni olmayan, çabuk sıkılan, yalnızlığı seven ve kesinlikle disiplinsiz biriydi. Kendisinin Gökbilim veya Fizik eğitimi almak istemesine karşın, babası oğlunun kendisi gibi iyi bir tüccar olmasını istiyordu. 1908 yılında ailesi Almanya’ya taşınma kararı alınca Hess İsviçre’deki Ticaret Okulu’na yatılı olarak başladı. 1914 yılında I. Dünya Savaşı patlak verince Hess bu vatani görev için orduya gönüllü katıldı ve 7. Bavyera Sahra Topçu Alayın’da piyade olarak görev aldı. Burada çok cesur ve başarılı işler çıkarttığı için İkinci Derece Şeref Madalya’sı aldı. Savaş sırasında iki defa ciddi şekilde yaralandı ve daha güvenli olacağı düşüncesiyle İmparatorluk Hava Kuvvetlerine başvuruda bulundu. İlk talebi reddedilmesine karşın yılmadı ve ikinci başvurusunda İmparatorluk Hava Kuvvetlerine Teğmen rütbesiyle katıldı. Burada kısa süre görev alabildi çünkü savaş bitmiş ve Almanya teslim olmuştu. Savaştan sonra Münih'de İktisat, Coğrafya ve Jeopolitik okudu. Thule Cemiyeti ve Epp Gönüllüler Birliği üyesi oldu. 1 Temmuz 1920'de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ne katıldı (Üye no: 16). Münih'teki Birahane Darbesi'ne kadar partinin içerisinde normal görevler aldı. Fakat adını Hitler’le beraber hapis yatması ile duyurdu. Birahane Darbesine katıldığı için kalebentlik cezasına çarptırıldı. Hitler’in "Kavgam" ("Mein Kampf") kitabının yazım ve düzenleme işlerini kendisi yürüttü. Hapisten çıktıktan sonra Rudolf Hess, Hitler'in sekreteri oldu. 20 Aralık 1927'de 27 yaşındaki Hannoverli Ilse Pröhl ile evlendi. 1937 yılında Wolf Rüdiger Hess adında bir oğulları oldu. 1932'de NSDAP'nin Merkez Komitesi Başkanı oldu. Hitler 30 Ocak 1933'te iktidara gelip Başbakan olduktan sonra, 21 Nisan 1933'te Hitler'in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'ndeki vekilliğine atandı. Aynı yıl SS-Obergruppenführer onursal rütbesi aldı. 1938'de Gizli Hükümet Konseyi üyesi, 1939'da ise Savunma Bakanlığı Konseyi üyesi oldu. Joseph Goebbels gibi Hess de Almanya'nın Britanya ile savaşta olmasından rahatsızdı. 1941 yılında kendisinin kullandığı Messerschmidt Bf-110 uçağıyla barış görüşmeleri için gizlice İngiltere’ye uçtu. Uçağı Bf 110 ile sahili geçtikten sonra irtifa kaybetmeye başladı. Kilmarnock üzerinde alçaktan uçtu ve Clyde Firth'in üzerinde yükselişe geçti. Saat 22:25'te, Northumberland Chatton yakınlarındaki Kraliyet Gözlem Kolordusu tarafından farkedildi. Hess uçaktan paraşütle atladı ve İskoçya'nın Eaglesham köyü yakınlarına indi. İniş sırasında bileğini yaraladı. Hess, onu görüp yanına koşan David McLean adlı çiftçiye kendisini "Yüzbaşı Alfred Horn" olarak sahte bir isim ile tanıttı ve Hamilton Dükü için önemli bir mesajı olduğunu söyledi. Çiftçinin yetkililere haber vermesiyle beraber kısa bir süre sonra Busby'de 3. Tabur Yurt Güvenlik Komutanlığı'na götürüldü. Glasgow'daki Maryhill Kışlasına aktarılmadan önce Giffnock Karakoluna götürüldü. Daha sonra Glasgow Kraliyet Kolordu Yardımcısı Grubu Görevlisi Binbaşı Donald tarafından sorgulandı. Hess, kısa bir açıklama yaptı ve Hamilton Dükü için "gizli ve hayati bir mesajı"nın olduğunu ve hemen onu görmesi gerektiğini tekrarladı. Hess herhangi bir ayrıntıyı bildirmeyi de reddetti. Hess'in amacı, 1936 yılındaki Berlin Olimpiyatları sırasında tanıştığı ve ileriki yıllarda Hamilton Dük’ü olacak Douglas Douglas-Hamilton’ı görmekti. Dükün kendisini Churchill ile görüştürebileceğini düşünüyordu. Fakat çok büyük bir hayal kırıklığı Hess’i bekliyordu. Yetkililer tarafından haberdar edilen Dük, hastanede Alman esiri ziyaret etti. Churchill ile değil görüşme ayarlamak, kendisini Olimpiyatlar'da görüştüğünü inkar edip Hess’i hapse attırdı. Çünkü Dük Douglas, 1936 yılında Olimpiyat Oyunları için Almanya'yı ziyaret ettiğini ve bu süre içinde, Alman bakanlarının da katıldığı birden fazla büyük kamu fonksiyonlarında bulunduğunu, böyle bir vesileyle onu görmüş olabileceğini ama tanımadığını belirtmiştir. Hess, savaşın bitimine kadar Güney Galler'de, Abergavenny'deki esir kampında tutuldu. 15 Ekim 1941'de hapishanede intihar teşebbüsünde bulundu. Rudolf Hess'in İngiltere'ye gitmesindeki asıl amacı aslında çok farklıydı. Hess'in öğretmeni Karl Haushofer Büyük Avrasya Projesini hedefliyordu. Bu proje kısaca Doğu ülkelerini tek bayrak altında toplamaktı. Ancak SSCB 'nin de içinde bulunduğu bu proje Hitler'in Sovyetlere saldırı düşüncelerinden dolayı iptal olma eşiğine geldi. Bunu gören Haushofer İngiltere ile bir barış yapılması gerektiğini gördü. Eğer cephe genişlerse bu Üçüncü Reich'ın sonu olabilirdi. Bu sebeplerden ötürü Haushofer'ın diktesiyle Hess İngiltere'ye uçmuştur. Ayrıca, Hess'in astroloji meraklısı olması gibi sebeplerle bu tip çılgınca bir hareket yapması mümkün olabildi. Hess'in bu hareketini öğrenen Hitler ertesi gün onu psikopat ve hain ilan etti. Hess, savaşın sonuna kadar Britanya tarafından alıkondu. Savaşın ardından Nürnberg mahkemesinde yargılandı ve Berlin’deki Spandau hapishanesinde ömür boyu hapis cezası aldı. Yargılamalar sırasında Hess tüm sanıklar içinde aklî yönden en dengesiz olanıydı. Mahkeme sırasında kendi kendine konuşuyor veya sebepsiz yere kahkahalar atıyordu. Rudolf Hess Nürnberg Mahkemesi'nde kendisine verilen son söz hakkında şunları söylemiştir: Bu ifadesinden sonra 1 Ekim 1946 tarihinde hakkında verilen kararda Rudolf Hess ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. Baldur von Schirach ve Albert Speer'in 1966'da serbest kalmalarının ardından, Rudolf Hess Spandau hapishanesindeki tek mahkûm olarak kaldı. Gardiyanların anlattıklarına göre akıl sağlığı giderek bozuldu ve hafızasının büyük bölümünü yitirdi. Yirmi yıl boyunca tek ahbabı hapishane müdürü Eugene K. Bird idi. Bird 1974'te Hess ile ilişkisini anlattığı bir kitap yazdı. 1967 yılında Kurt Rüdiger Hess, babasının serbest bırakılması için bir kampanya başlattı. İngiltere'de Churchill, Almanya'da ise Willy Brandt gibi önemli politikacılardan destek aldı. Babasının ileri yaşı ve kötüleşen sağlığına rağmen çabaladı ama başarılı olamadı. Hess, 17 Ağustos 1987 yılında Spandau hapishanesinde intihar ederek yaşamına son verdi. Cebinde ailesine yazdığı kısa bir teşekkür notu bulundu. Öldüğünde 93 yaşındaydı ve Almanya'daki en yaşlı mahkûmdu. Başlangıçta nasyonal sosyalizm sempatizanları tarafından ve medyanın ilgisini veya gösterileri önlemek için gizli bir yere gömüldü. Ölümünün hemen ardından Spandau hapishanesi, bir neo-Nazi türbesi haline gelmesini önlemek için yıkılmıştır. Rudolf Hess 17 Mart 1988'de Wunsiedel'de bir aile mezarlığına yeniden gömüldü. 1995 yılında Rudolf Hess'in ölen eşi de onun yanına gömülmüştür. Rudolf Hess'in ölümüne ilişkin çeşitli çelişkiler vardır. İngiliz kaynaklarına göre Hess elektrik kablosuyla kendisini asarak intihar etmiş fakat Hess'in ailesinin iddialarına göre 93 yaşında yaşlı bir adamın bunu yapması imkânsızdır. Çeşitli çevrelere göre İngiliz MI6 ajanları tarafından hapishane bahçesinde vurularak infaz edilmiştir. Bunun sebebi o günlerde Hess'i
n çeşitli çevrelerden artık tahliye edilmesi isteğiydi. Çok yaşlanmış olduğu için batılı devletler onu serbest bırakmak istedilerse de Sovyetler'e bunu kabul ettiremediler. Almanya ve Avrupa'daki neo-Naziler, Wunsiedel'de her yıl gerçekleşen Hess'in ölüm yıl dönümü için bir anma yürüyüşü, benzeri gösteriler ve toplantılar düzenlediler. Bu toplantılar, 1991 yılından 2000 yılına kadar neo-Naziler tarafından diğer şehirler ve ülkelerde (örneğin, Hollanda ve Danimarka gibi) yapıldı. Wunsiedel'deki gösteriler, 2001 yılında tekrar yasallaştırıldı. Neo-Naziler tarafından yapılan gösterilerle ilgili sıkı Alman mevzuatı Mart 2005 tarihinde kabul edildikten sonra gösteriler yeniden yasaklandı. Hess'in mezarı 20 Temmuz 2011 sabahı yeniden açıldı ve kemikleri yakılarak kısa süre sonra külleri denize dağıtıldı. Bunun Hess'in ölüm yıl dönümünde gösterilerin yapılmasını durduracağı düşünülmüştür. Mehmet Başaran Mehmet Başaran (25 Nisan, 1926, Kırklareli - 27 Haziran 2015, İstanbul), köy edebiyatı hareketinin şiirdeki temsilcilerinden biri olan ozan, eğitimci ve yazar. 1926'da Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesindeki Ceylanköy’de doğdu. Kepirtepe Köy Enstitüsü’nü (1943) ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirdi (1946). Köy Enstitülü Hatun Birsen Başaran ile evlendi. Askerliğini yaparken Yedeksubay Okulu’ndan çavuşa çıkarıldı. Köy enstitüsü öğretmenliği, gezici başöğretmenlik, ilkokul öğretmenliği, Türkçe öğretmenliği yaptı, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kuruluş çalışmalarına katıldı, 1979’da emekli oldu. 1950’li ve 1960’lı yıllarda güçlenen köy edebiyatı hareketinin şiirdeki önde gelen temsilcilerinden birisidir. İlk şiiri Köy Enstitüleri Dergisi’nde yer aldı. Adam Sanat, Gösteri, Kıyı, Varlık, Yansıma, Yazko Edebiyat, Yeditepe, Yeni Biçem, Yeni Ufuklar, Yücel gibi dergilerde şiirleri yayınlandı. Toplumcu düşünceyi didaktizme düşmeden şiirlerine sindirmeyi bildi. Şiirlerinde direnme ve umut temalarını iç içe işledi. Aynı temalar gözlem ve deneyimleriyle bütünleşmiş olarak "Ahlat Ağacı" ve "Nisan Haritası"ndan sonra şiir kitaplarına damgasını vurdu. 27 Haziran 2015 tarihinde hayatını kaybeden Başaran'ın cenazesi doğduğu yer olan Ceylanköy’de toprağa verildi. Hatun Birsen Başaran Hatun Birsen Başaran (1927-1997) Eğitimci. Yazar Mehmet Başaran'ın eşi. Başaran'ın roman ve öykülerinde Elif adıyla anılan kişidir. Kayseri, Pazarören yakınında küçük bir köyde doğdu. Bir toprak davasından cezaevine düşen babası içerde ölünce annesi yirmi yaşlarında dul kaldı. Zor yaşama koşullari içinde çocukluğunu yaşayamadı. Pazarören Köy Enstitüsü'ne girişi kurtuluş oldu. Çalışkan bir öğrenciydi.Burayı bitirdikten sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'ne girdi. Bitirme tezi Kömagil Köyü'nde Giyim'di. Yüksek Köy Enstitüsü'nün çıkardığı "Köy Enstitüsü" dergisine yazdığı Elif Teyze adlı yazı, köy kadınının ve kadınlarımızın çilesini dile getiren çarpıcı gerçekleri sergiliyordu. Hasan Ali-Kenan Öner Davası sırasında karşı tarafça suçlanan bir yazı oldu. Yüksek Bölümü bitirince Mehmet Başaran'la nişanlandı. Başaran yedek subay okulundan çavuş olarak çıkarılınca üç yıl onu bekledi. Kaynarca köyünde ilkokul öğretmeni olarak çalıştı. Sonra Balıkesir Havran-Edremit ilkokullarında öğretmenlik yaptı. İstanbul Erenköy Kız Lisesi’nde müdür yardımclığı görevini yaptığı sırada başarısı ödüllendirilerek bir yıllığına Londra'ya gönderildi. Buradan İngiltere eğitimi üzerine gözlemlerini ve izlenimlerini İmece dergisine yazdı. Elif Teyze'yle başlayan yazarlığı gizli yazarlık olarak sürmüştü. Hatun Başaran’ın meslek hayatı başarıyla sürerken, özel hayatı acılar içinde geçti. İlk kızı Filiz Başaran'ın kalbinde bir delikle doğmuştu. Açık kalp ameliyatı geçirdi. İkinci kızı Deniz, İktisat Fakültesini bitirdi. O zamanlar olaylı yıllardı. Kızı Deniz, bir devrimci grubun üyesiydi ve yaşamına intihar ederek son verdi. Hatun Başaran bu olaydan çok etkilendi; kızının ölümünden yedi yıl sonra, 1997’de akciğer kanserinden öldü. Ölümünden sonra günlüklerinin kanserle savaştığı dönemi anlatan bölümü eşi tarafından Can Evimde Mor Isırgan adlı kitapta yayımlandı. Vedat Günyol Vedat Günyol (d. 6 Mart 1912, İstanbul – ö. 9 Temmuz 2004, İstanbul), Türk çevirmen, eleştirmen, yayıncı ve yazar. Çıkardığı "Yeni Ufuklar" dergisiyle Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Türk hümanizmini kurmaya çalışmıştır. Arnavutluk'tan gelen bir baba ile Diyarbakırlı bir annenin çocuğu olarak İstanbul Fatih'te doğdu. Orta öğrenimini 1934’de Saint Benoit Fransız Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. İlk çevirilerini üniversite yıllarında yaptı. Paris’te başladığı Devletler Hukuku doktorasını 2. Dünya Savaşı yüzünden yarım bırakmak zorunda kaldı ama 10 yıl sonra geri dönerek tamamladı. Paris’te bulunduğu sürede Halide Edip Adıvar ve eşi Adnan Adıvar ile yakın dost oldu. Halide Edip Adıvar ile ortak çeviriler yaptı. 1941’de Cemal Nadir ve Arkadaş adlı haftalık çocuk dergisini yayınladı. Şirket-i Hayriye ve Yücel dergilerinde çevirmenlik yaptı. İstanbul Hukuk Fakültesi'nde amme hukuku asistanlığı ve Fransızca okutmanlığı (1939-40); Vefa Lisesi (1940) ve Gedikpaşa Ortaokulu'nda Fransızca öğretmenliği; Ankara MEB'de neşriyat müdürlüğü ve tercüme bürosu üyeliği (1942-50); aynı tarihlerde Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, Ankara Gazi Lisesi'nde ve İtalyan Lisesi'nde Fransızca öğretmenliği (1950); Banko Di Roma'da hukuk müşavirliği (1955-60) görevlerinde bulundu. 1950’de İstanbul barosuna 2550 sicil numarası ile kaydoldu, 8 yıl avukatlık yaptı. 1962 yılında Çan Yayınlarını kurdu. 1972 yılında Atatürk Erkek Lisesi (Taksim) Fransızca Öğretmenliğinden emekli oldu. Birçok ansiklopedide edebi kurul üyeliği yapmıştır. İki defa yargılanmıştır. Sabahattin Eyüboğlu ile beraber çevirdikleri ve Devrim Yazıları adıyla yayınladıkları bir kitap yüzünden 2 yıl yargılandıktan sonra serbest bırakıldı; 1971’de ise Komünist Parti Kurucularından olduğu iddiasıyla Sabahattin Eyüboğlu ve eşi, Azra Erhat, Yaşar Kemal ve eşi ile birlikte tutuklandı ama ilk celsede beraat ettiler. Maltepe Üniversitesi bünyesindeki Özel Marmara Radyo Televizyon ve Gazetecilik Anadolu Teknik Lisesi'nde Türker Gedik ile birlikte İnsan Hakları ve Demokrasi dersleri veren Vedat Günyol'a Nisan 2002'de Maltepe Üniversitesi tarafından fahri doktorluk unvanı verildi. Üniversitenin Cevizli Kampusu'nda 2 Mayıs 1998'de Vedat Günyol'un bağışlarıyla açılan bir Vedat Günyol Kitaplığı da bulunuyor. 21 Nisan 2002 tarihinde Hürriyet Gazetesi muhabiri İhsan Yılmaz, Vedat Günyol ile söyleşisini yayınlar: “Türkiye’ye döndüklerinde onlarla görüştüm, asistanlık yaptım. Halide Edip ile Türk’ün Ateşle İmtihanı’nı İngilizce’den Türkçe’ye çevirisini birlikte yaptık. O dikte ediyor ben yazıyordum. Hastalanınca Vedat sen git tercüme edip getir bana diyor, bu sefer ben tercüme ediyorum, o düzeltiyor. Kitabın orijinali Turkish Ordeal’di Ama kitabın İngilizce baskısında Atatürk aleyhine yazdığı yerleri Türkçe’ye çevirirken almadı. Yani o bölümleri kendisi sansürledi.” Kaynak: Halide Edip Beni 13 Yıl Sömürdü; İhsan Yılmaz - Vedat Günyol Söyleşisi, Hürriyet Gazetesi Pazar Eki, 21 Nisan 2002 1998’de 19. Tüyap Kitap Fuarının onur yazarı seçildi. 1999’da 60. sanat yılını bir törenle kutladı. 9 Temmuz 2004’te İstanbul’da öldü. Ölümünden sonra anısına Vedat Günyol Deneme Ödülü düzenlenmiştir. Gine-Bissau Gine Bissau ya da resmî adı ile Gine Bissau Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batı bölümünde bulunan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Senegal ve Gine oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Bissau'dur. Ülkenin ismi bir Tuareg kelimesi olan "aginaw" sözcüğünden gelmekte olup, sözcük "siyahi" anlamına gelmektedir. Bu kelimeden yola çıkarak ülke ismi "siyahilerin yaşadığı ülke" anlamında kullanılmaktadır. Ancak komşusu olan Gine ile aynı ismi taşımamak adına ülke isminin sonuna başkent Bissau adına eklenerek günümüzde de kullanılan Gine-Bissau ismi ortaya çıkmıştır. Ülkenin toplamda sahip olduğu 724 km'lik sınırın 338 km'si kuzeyinde bulunan Senegal, 386 km'si ise doğusunda bulunan Gine devleti ile oluşmaktadır. Ülkenin ayrıca batısında bulunan Atlantik Okyanusunu 350 km'lik bir kıyısı mevcuttur. Ülke toplamda 28.120 km²'si yeşil alan, 8.005 km²'si ise su alanı olmak üzere 36.125 km²'lik bir alana sahiptir. Afrika kıtası geneline bakıldığında Gine-Bissau bu veriler ile kıtanın küçük ülkelerinden biri konumundadır. Ülkenin iç kesimlerinde düz ovalar görülürken, bu alanlar kıyı kesimlerine doğru var olan erozyonun da etkisiyle bataklık alanlar ile birleşmektedir. Ülkenin en yüksek dağı deniz seviyesinden 262 m yükseklikte bulunan Madina do Boé dağıdır. Ülke içerisindeki en önemli nehirleri ise Río Gêba, Río Cacheu ve Río Corubal nehirleri oluşturmaktadır. Ülkenin ana kara kıtası dışında sahip olduğu Bissagos Takımadaları toplamda 88 adet adadan oluşmaktadır. Ülke genelinde tropikal bir iklim yaşanmaktadır. Yıl boyu nemli ve sıcak bir havaya sahip olan ülkede ortalama sıcaklık 24 °C 'dır. Özellikle Aralık ile Nisan ayları arasında Harmattan çöl rüzgarlarının da etkisi ile kurak bir dönem yaşanırken, Mayıs ayından Ekim ayı sonuna kadar yağmur yağmaktadır. Bu aylar içerisinde özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında yağmur şiddetini ve miktarını arttırmaktadır. Gine-Bissau'da son olarak 2009 yılında gerçekleştirilen sayım sonuçlarına göre 1,449,230 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumundadır. Gine-Bissau'da Temmuz 2015 tahmini nüfus bilgilerine göre ise 1,726,170 kişi yaşamaktadır. Bu nüfus sayısı ile ülke dünya genelinde 153. sırada yer almaktadır. Gine-Bissau genç bir nüfusa sahip olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %59,45'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,4'ü 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %39.28 (erkek 344,976/kadın 346,102) 15-24 yaş: %20.17 (erkek 176,050/kadın 178,842) 25-54 yaş: %32.53 (erkek 285,258/kadın 286,955) 55-6
4 yaş: %4.62 (erkek 31,030/kadın 50,215) 65 yaş ve üzeri: %3.4 (erkek 22,121/kadın 37,610) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %49,3 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %1,88 düzeyindedir. Nüfusun %99'u Afrika kökenli olup, Avrupa kökenlilerin ülke genelinde mevcudiyeti %1 oranındadır. Ülke içerisinde farklı dil, kültür ve sosyal yapıya sahip 25 adet etnik grup yaşamaktadır. Bu 25 farklı etnik grup ülke nüfusu içerisinde %85'lik bir dilimi oluşturmaktadır. Etnik gruplar içerisinde en kalabalık topluluklar %28 ile Balanta, %19 ile Fulbe ve %14 ile Manjaco etnik grubudur. Ülkenin resmî dili Portekizcedir. Okul çağından itibaren tüm derslerin Portekizce olmasına rağmen ülke genelinde bu dili bilen çok az sayıda kişi bulunurken standart olarak Portekizceyi herhangi bir sıkıntı yaşamadan konuşabilen kesim ise nüfusun %14'lük bir kısmını oluşturmaktadır. Her bir etnik grubun kendi içerisinde konuştuğu o gruba özgü dilleri vardır. Bu diller o topluluğun aynı zamanda anadilini oluşturmaktadır. Bunun dışında günlük hayatta Portekizce başta olmak üzere birkaç dilin karıştırılması ile oluşturulan Gine-Bissau Kreyol dili konuşulmaktadır. Ülke genelinde tüm okullarda Portekizce olan öğretim dilinin Gine Bissau Kreyol dili ile değiştirilme girişimleri günümüze kadar başarılı olamamıştır. Her ne kadar böyle bir istek söz konusu olsa da, eğitim öğretim için gerekli olan gereçlerin bu dilde olmaması bu girişimi başarısız kılmaktadır. Ülke nüfusunun %50'lik bir kesmi İslam inancını benimsemektedir. Yerel dinlere inananın oranları %40 iken, Hristiyan inancına göre yaşayan halkın oranı %10'dur. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %79,3'ü temiz su kaynaklarından su temin edebilmektedir. Ancak bu oran şehirlerden kırsal kesime ilerlendiğinde düşmektedir. Bunun yanı sıra nüfusun sadece %20,8'i tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabildiği ülkede, nüfusun %79,2'si ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde humma, menenjit, ishal, hepatit, sıtma, tifo ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2014 tahmini verilerine göre %3,69 düzeyindedir. Gine-Bissau genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %59,9 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %71,8 iken, kadınlarda %48,3 seviyesindedir. Zorunlu eğitimin dokuz yıl olduğu ülkede okuma çağında olan ne kadar erkek ve kız çocuğunun okula gittiği yönünde bir bilgi bulunmamaktadır. Eğitim çağına girmek üzere olan ya da eğitim çağında olan 226,316 çocuğun çocuk işçi statüsünde çalıştığı bildirilmektedir. Bu veri ile 2010 tahminine göre ülkenin çocuk nüfusunun %57'si çocuk işçi olarak çalışmaktadır. Günümüzde ülkenin varlığını sürdürdüğü bölge 13.yy sonlarından itibaren yerleşim alanı olarak kullanılmaya başlanmış, 1537–1867 yılları arasında da Kaabu Krallığı'nın hakimiyet sürdüğü bir bölge olmuştu. Bu varlıklarını 1446 yılında günümüzdeki Gine kıyılarının üst bölgelerine gemiler ile gelen ilk Portekizli tüccarlar, bu bölgeleri yer edinmiştir. Portekiz 1879 yılına kadar Yeşilburun Adaları bölgesinden yönettiği bölgeyi, aynı yıl içerisinde bölgeyi Portekiz Ginesi adı ile kendine bağlı bir il yapmıştır. Amilcar Lopes Cabral önderliğinde 19 Eylül 1956 tarihinde kurulan PAIGC, 1963 ile 1974 yılları arasında bölgenin bağımsızlığı ile mücadele vermiştir. Ülke üzerindeki birçok noktada hakimiyeti ele geçiren PAIGC, 24 Eylül 1973 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiş, bu ilan ise Portekiz tarafından ancak bir yıl sonra 10 Eylül 1974 tarihinde kabul edilmiştir. Gine Bissau ülke genelinde sekiz bölgeye ve ayrıca özerk başkent alanı Bissau'a ayrılmıştır. Bu sekiz bölge kendi içerisinde ayrıca 37 alana ayrılmış durumdadır. Bu sekiz bölge ülke genelinde üç il içerisine bölünmüş konumdadır. Bu iller Leste (Doğu: Bafatá, Gabú), Norte (Kuzey: Biombo, Cacheu, Oio) ve Sul (Güney: Bolama, Quinara, Tombali) 'dur. Gine-Bissau'un 1 Ocak 2005 verilerine göre en büyük ve en kalabalık şehirleri şu şekildedir: Bissau 388.028 kişi, Bafatá 22.521 kişi, Gabú 14.430 kişi, Bissorã 12.688 kişi, Bolama 10.769 kişi ve Cacheu 10.490 kişi. Ülke 1984 yılında gerçekleşen anayasa değişikliği ile başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. 1991 yılına kadar tek partili sistemin işlediği ülkede, bu yıldan itibaren çok partili sisteme geçiş gerçekleştirilmiştir. 28 Mart 2004 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonrası Milletvekili dağılımı (Toplam:102): Seçimlere katılım oranı %75. 16 Kasım 2008 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonrası Milletvekili dağılımı (Toplam:100): Toplam: 100 Milletvekili. Seçimlere katılım oranı %82. 13 Nisan 2014 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonrası Milletvekili dağılımı (Toplam:102): Toplam: 102 Milletvekili. Seçimlere katılım oranı %88,57. 18 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde ise PAIGC adayı José Mário Vaz, diğer aday Nuno Gomes Nabiam'a karşı oyların %61,92'sini elde ederek devlet başkanlığı makamına seçilmiştir. Bu seçimlerde katılım oranı %78 olarak açıklanmıştır. Gine-Bissau dünya genelinde en yoksul ülkelerden sayılmaktadır. Her ne kadar son yıllarda ekonomik açıdan ülke büyüme gösterse de, 2009 verilerine göre ülkede kişi başı GSYİH 512$ düzeyindedir. Ülkenin dış ticaret açığı çok yüksek seviyelerde bulunmaktadır. Ülke kaynaklarının yurt dışına ihraç edilmesi, devlet için bir kaynak oluşturmaktadır. Endüstriyel ürünlerin tüm gereksinimleri, parçaları başta Avrupa olmak üzere çoğunlukla diğer ülkelerden ithal edilmektedir. Bu sebepten dolayı satışa çıkan ürünler, komşu ülkelere göre çok daha pahalıya satılmaktadır. Gelir dağılımının eşit olmadığı ülkede, aile bireyleri günlük ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk yaşayabilmektedir. Ekvator Ekvator, kuzey ve güney yarımküreleri birbirinden ayıran hayalî dairesel hattır. Kuzey ve Güney kutup noktalarına eşit uzaklıkta olan noktaların birleştirilmesiyle elde edilen çizgidir. Ekvator'un enlemi tanım gereği 0° dir. Yerküre'nin ekvatorunun uzunluğu 40.076,4 km'dir. Asamblaj Asamblaj terimi ilk defa Jean Dubuffet tarafından 1953'te doğal veya hazır malzemelerin parçalarından oluşturulan sanat eserlerini tanımlamak için kullanılmıştır. Bazı eleştirmenler bu terimin, iki boyutlu olan kolajdan ayrı olarak sadece üç boyutlu nesneler için kullanılması gerektiğini ifade etseler de konuda ulaşılmış bir fikir birliği yoktur. Genel anlamıyla asamblajın, fotomontajlardan mekân düzenlemelerine kadar geniş bir yelpazede yer alan sanat eserlerini kapsadığı söylenebilir. Kolaj Kolaj (Fransızca "collage") ya da kesyap, düz bir yüzey üzerine fotoğraf, gazete kâğıdı ve benzeri nesnelerin yapıştırılmasıyla ve bazen boya ile de karıştırılarak uygulanan bir resimleme tekniğidir. Resim alanından gelme bu terim, hazır ünitelerin bir araya getirilmesiyle oluşan kompozisyondur. Kâğıt üzerine yapılan fıkra veya benzeri şeylerin fotoğrafların üzerlerine farklı malzemeler ile yapıştırma sanatıdır. Resimde de görüldüğü gibi kolaj, eski fotoğrafların saklanmasında da büyük rol oynar. Daire (anlam ayrımı) Daire, bir çember ile sınırlandırılmış geometrik alan demekle birlikte ayrıca şu manalara da gelebilir: Vartan İhmalyan Vartan İhmalyan (d. 22 Mart 1913, Konya — ö. 1987, Moskova), gizli Türkiye Komünist Partisi üyelerinden Türkiye Ermenisi yazar. İhmal Amca olarak bilinen Vartan İhmalyan, yazdığı masallarla tanınır. Ressam Jak İhmalyan'ın kardeşidir. 22 Mart 1913 tarihinde Konya'da doğdu. İstanbul Kadıköy Lisesi'ni bitirdikten sonra İkinci Dünya Savaşı nedeniyle askere alındı. Askerliğini 1937-1939 yılları arasında er olarak Denizli'nin Çivril ilçesinde taş kırarak yaptı. 1944 yılında Robert Kolej'in inşaat mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nde mimarlık eğitimine başladı. Mimar olarak çalışırken bir yandan 20 yaşında okul arkadaşı Rasih Güran aracılığı ile girdiği Türkiye Komünist Partisi'nde çalıştı. 1944'te yakalanıp Sirkeci'deki Sansaryan Han'da yargılandı. 1946'da tekrar yargılanıp Sansaryan Han'da 3 ay yattı ve Türkiye'yi terk etmeye karar verdi. Eşiyle birlikte Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne geçmek düşüncesiyle Paris'e gitti, ancak Paris'e varıncaya kadar göç durdurulduğu için transit vizesi ile sekiz yıl Fransa'da yaşamak zorunda kaldı. 1956'da Türkiye Komünist Partisi tarafından Budapeşte Radyosu Türkçe bölümüne gönderildi. Macaristan'da karşı-devrim yapılması üzerine Çekoslovakya'ya sığındı. Prag'da Nâzım Hikmet ile tanışarak yakın dost oldu. Onun aracılığı ile Varşova'ya atandı. Varşova Radyosu Türkçe bölümün kapanınca Pekin Radyosu Türkçe servisinde çalışmak üzere Polonya'dan Çin'e gönderilir. Çin-Sovyet anlaşmazlığı üzerine 1961'de Çin'den ayrılıp Moskova'ya geldi ve Moskova Radyosu Türkçe Servisi’nde çalıştı. 1987'de Moskova'da öldü. Nâzım Hikmet'in yönlendirmesi ile masal yazmaya başlamıştır. İlk masal kitabı Bulgaristan'da Türkçe olarak yayınlanan "Sihirli Çiçek" adlı kitaptır. 1972’de "Duş" adlı masalı Türkiye'de bir yarşmada ödül kazandı. "Şeytan Uçurtması", "Güneşe Vurgun Çocuk", "Eşek Eşekken" ve "Boyalı Kırlangıç" adlı masal kitapları vardır. Türkiye'de, çocuklar için yazdığı "İhmal Amca" adlı öykü kitabı ile "Bir Yaşamın Öyküsü" adlı hatıraları Cem Yayınevi tarafından piyasaya sunuldu. Jak İhmalyan Jak İhmalyan Türkiye Ermenilerinden ressam. 2013 Şişmanoğlu Megaro, İstanbul 1993 Galeri MD, İstanbul 1991 Galeri Marie-Therese Cochin, Paris 1985 Galeri İstasyon Sanat Evi, İstanbul 1982 Eçmiyadzin Katedrali Müzesi, Vagharshapat 1980 Ankara 1980 Bakü, Tiflis, Erivan 1979 Moskova 1979 Ankara 1978 Tartu 1973 Astronomi Shternberg Enstitüsü, Moskova 1972 Asya ve Afrika Kültür Evi Enstitüsü, Moskova 1971 Vilnius 1968 Yaratıcı İşçiler Merkezi, Moskova Yeşil Yeşil renk elektromanyetik tayf'ın insan gözüyle görülebilen renklerinden
biridir. Turuncu ve mor ile birlikte ara renklerden birini oluşturur. Dalgaboyu 550 nanometre kadardır. karşıt rengi sarı'dır. Bitkilerin yaprakları klorofil maddesi yüzünden yeşildir. Yeşil renk, çevreci hareketler tarafından da kullanılmaktadır. Yeşil renginin hex değeri "#00FF00", RGB değeri "0, 255, 0", ve CMYK değeri "100, 0, 100, 0" dır. Yeşil Türkçe bir sözcüktür. "Taze, diri" anlamındaki "yaş"tan (yaş meyve ve sebzelerin rengi) önce yaşıl sonra yeşil olarak bugüne ulaşmıştır. Yeşil ışık, elektromanyetik tayfın "(spektrum)" yaklaşık 510 nm'lik dalga boyuna sahip aralığına denk gelen kısmıdır. Örneğin, çimen yeşildir çünkü görünür ışığın yeşil hariç diğer tüm dalga boyları çimeni oluşturan moleküller tarafından emilir. Söz konusu moleküller tarafından emilmeyen ve geri yansıtılan tayf aralığı da insan gözü tarafından yeşil olarak algılanır. Yeşil ayrıca iki ana rengin "(mavi ve sarı)" birleşmesinden oluşan bir ara renktir. Küresel ölçekte ise trafik kurallarına göre "geç, hareket et", siyasal bilimlerde ve halk arasında da "onay" vermek veya almak anlamına gelebilir. Renk körlüğü Renk körlüğü bir canlının görme merkezinde özel bir pigment molekülünün bulunmaması veya gerektiğinden az bulunmasıdır. Bu eksiklik sonucunda çeşitli renklerin çevresindeki renkler ayırt edilemez. Kırmızı, yeşil ve mavi renklerden bir ya da birden fazlasını ayırt edememeyle ortaya çıkan bozukluktur. Renk körlüğü olan erkeklerin kız çocukları renk körü olmamakla birlikte renk körlüğünün taşıyıcısı durumundadırlar. Taşıyıcı kadınların erkek çocuklarının yarısı da renk körü olarak doğmaktadır. Baba renk körü, anne taşıyıcı ise doğacak her çocuk %50 olasılıkla renk körü olacaktır. Çünkü renk körlüğü X kromozomu üstünde taşınan bir genle tetiklenen bir durumdur. Renkli görme yeteneği insanın yanı sıra balıklar, amfili boyunlar, bazı sürüngenler, bazı kuşlar, arılar ve kelebeklerde de bulunur. Gözde, ağ tabakada koni olarak bilinen hücreler renklerin algılanmasını sağlar. Bu hücrelerin mavi-mor, yeşil ve sarı-kırmızı dalga uzunluklarındaki ışığa duyarlı olan üç türü vardır. Zedelenen ya da olmayan hücrenin türü, renk körlüğünün türünü belirler. Renk körlüklerinin büyük bir bölümü eşeye bağlı çekinik kalıtımla kuşaktan kuşağa geçer. Buna ek olarak bazı ağ tabaka hastalıkları ve zehirlenmelerde de gerçekleşebilen renk körlüğünün bilinen bir tedavisi yoktur. Renk körlüğünün açığa çıkarılması ve ayrıca renk körlüğü veya renk görme eksikliği tipinin belirlenmesine yarayan pek çok test vardır. Ishihara, farnsworth munsell D-15 ve farnsworth lantern bunlara örnektir. Renk körlüğü hastalığı tam renk körlüğü ve kısmi renk körlüğü olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Renk körlüğü kalıtsal nedenlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Çocukluk veya ergenlik çağında başlar ve ilerleyebilir. Renk körlüğünün ortaya çıkmasındaki diğer bir etken kalıcı beyin hasarları ya da retina hasarıdır. Ayrıca çocukluk çağında maruz kalınan yüksek ultraviyole ışınlar kalıcı olarak renk körlüğü yapabilmektedir. Renk körlüğünün en yaygın kaynağı çocuklukta alınan yüksek ultraviyole ışınlardır. Renk körlüğü kırmızı-yeşil veya mavi-sarı renk eksik görme veya renk algılayamama olarak belirlenir. Normal bir insanın renkleri eksiksiz algılayabilmesi, üç ayrı cins koni hücresinin uyum içinde çalışması ile mümkün olmaktadır. Normal olarak renkleri algılayan görme "trikromat" olarak tanımlanmıştır. Eğer insan renk görme ve algılamada sadece iki koni hücresine sahip ise sadece iki koni hücresinin algıladığı renkleri ve renklerin karışımlarını görmektedir. Bu durumda eksik olan koni hücresine ait dalga boylarındaki renkleri göremez bu durumdaki kişiler "dikromatik renk körü" denir. Bireyde kırmızı renge duyarlı olan koni hücreleri yok ise (Protonopia) kırmızı renk körlüğü, mavi renge duyarlı koni hücreleri yok ise mavi renk körlüğü, yeşil renge duyarlı koni hücreleri yok ise (Deuteranopia) yeşil renk körlüğü yaşıyordur. Kırmızı rengi ayırt eden koni hücresinin olmadığı bir durum olan protonopia renk körlüğünde sadece koyu kırmızı renk algılanmaz. Kişinin gördüğü renkler koni hücreleri durumu ile ilgili olarak yeşil, mavi ve bu iki rengin karışımıyla görülen renkler olur. Yeşil ayrımı yapan yeşile duyarlı konilerin bulunmadığı deuteronopia renk körlüğü durumunda ise, yalnızca kırmızı ve mavi renkler ile bunların karışımı görülür. Yeşil renkler ayırt edilemez. Yalnızca tek renk konisinin mevcut olduğu durumlarda, diğer iki renk konisinin olmadığı renk görme sorununa monokromatik renk körlüğü denmektedir. Örnek verecek olursak sadece mavi rengi algılayan mavi renk konilerinin mevcut olduğu bir durumda, kırmızı ve yeşil renk konilerinin bulunmadığı durumlarda kişi yeşil ve kırmızı renkleri ayırt edemeyecektir. Monokromatik renk körleri sadece mavi ve sarı renkleri tanımlayabildiğinden, bu durum kırmızı-yeşil renk körlüğü olarak adlandırılabilir. Renk görme ile ilgili olarak eğer üç konide yok ise bu durumdaki bir kişi renkleri yalnızca siyah ve beyaz olarak algılayabilir (Anopia). Bu durumdaki kişi tam renk körü olarak nitelenir. Bazı insanlar trikromat olmakla birlikte renk ayırabilme kabiliyetleri zayıf olabilir. Bu durumdaki kişilerin sıkıntısı renk görme bozukluğu olarak adlandırılır. Yezîdîler Yezidiler ya da Ezidiler (Arapça: , Farsça: , Kürtçe: veya Êzidîtî), çoğunlukla Kürtçe konuşan etnik-dinî bir topluluğa verilen isimdir. Bu topluluğun Zerdüştlük ve eski Mezopotamya dinlerinden uzanan dinî inançlarına Yezidilik ya da Ezidilik denilmektedir. Ezidiler, temel olarak târihte Asurluların bir parçası olan Irak'ın Ninova bölgesinde yaşamaktadırlar. Yezidilerin bir kısmı Kürt kimliğini benimsemiş olsa da, özellikle Ermenistan'da yaşayan Yezidiler, kendilerini Kürtlerden ayrı tutmaktadır. Ermenistan, Gürcistan, Suriye ve Türkiye gibi ülkelerde yaşayan Yezidi toplulukları gittikçe azalma ve Avrupa'ya, daha çok da Almanya'ya göç etme eğilimindedirler. Ermenistan, Gürcistan, İran, Suriye ve Türkiye'de de cemaatleri bulunan Yezidilerin bugünkü toplam sayısının 800.000 civârında olduğu tahmin edilmektedir. Bâzı bilimsel araştırmalar ise Yezidilerin nüfusunun çok daha fazla olduğu yönündedir. Ayrıca başta Almanya ve İsveç olmak üzere Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Yezidi yaşamaktadır. 1970'li yıllara kadar Urfa, özellikle de Viranşehir'de yoğun olarak yaşayan ve sayıları 80.000'i bulan Türkiye Yezidileri, 1980'lerle beraber ülke dışına göç etmeye başlamışlardır. 1985 yılında 23.000'e inen sayıları, 2007 yılında 377'ye kadar (Urfa'da 243, Batman'da 72, Mardin'de 51, Diyarbakır'da 11 kişi) gerilemiştir. Türkiye Yezidilerinin büyük bir kısmı bugün Almanya'da yaşamaktadır, Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknas Uca ve Sol Parti üyesi Ali Atalan bunlardandır. "Ezidi" kelimesinin bu dinin tanrısı olan Azda kelimesinden türetildiği iddia edilmektedir. Kürt dilinde "Tanrı" ismini karşılayan iki kelime mevcuttur: Bunlar "Ezda" ve "Xweda"'dır. Ezda beni yaratan, veren ve var eden anlamlarına gelmektedir. Xweda ise kendiliğinden var olan anlamına gelmektedir. Yezidiliğin önceki ilahî dinlerde anlatılan Düşmüş Melek'in yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun tüm Evren'e ispâtıdır ve yaratıcı tarafından sınanmıştır. İşte bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmış diye düşünülür. Ancak burada Düşmüş Melek'in sahip olduğu özellikler, diğer dinlerden farklıdır. Yezidilikte tanrı, Dünya'nın sadece yaratıcısıdır, sürdürücüsü değildir. Tanrısal iradenin vücut bulması için Düşmüş Melek, bir nevi aracılık rolü üstlenmiştir. Düşmüş Melek, Melek Tavus olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Gururlu bir melek olduğundan tanrıya isyan etmiş, ceza olarak 40.000 sene orada yanmış, sonunda döktüğü göz yaşları bu ateşi söndürmüştür. Artık tanrıyla barışıktır. Düşmüş Melek, yemek pişiren ve yangın çıkaran ateş gibi, Dünya gibi hem iyi, hem de kötüdür. Yezidiler için Melek Taus, en güçlü melek ve aynı zamanda affedilmiş Şeytan'dır. Bu ismi ağzına almak, mukaddes olduğundan yasaktır. Tanrı, özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil, içi kötülüklerle dolu olana, Tavus'a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus'tur. Âhiret inancı gibi sonradan hesap verilecek bir yerin varlığı söz konusu değildir. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre Dünya Cennet'e de, Cehennem'e de dönüşebilir. Melek Tavus, bütün bu işlerin denetleyicisi ve tanrının bu Dünya'daki gölgesidir. Ayrıca Yezidilikteki Melek Tavus inancı, eski Zerdüştlük ve Mitraizm'den etkilenmiştir. Günümüzde Yezidiler oldukça kapalı ve geleneklerine bağlı olarak kültürlerini devam ettirmektedirler. Kuşlara ve yılanlara olan hürmetin 6000 sene öncesine dayanan kuşa tapan inançlardan gelmiş olması muhtemeldir. Başlangıçta Tanrı Azda, kendi ateşinden Melek Tavus'u yaratır ve ona Evren'i ve insanı yaratma görevini verir. Bununla birlikte yaradılış işinde Tavus'a yardımcı olacak altı melek daha yaratır. Bunun üzerine Melek Tavus, Azda'nın verdiği buyruk doğrultusunda ve yine Azda'dan aldığı bir toz ile Erkek ile Kadın'ı ve Evren'i, ayriyeten ayak işlerini görmesi için dört cin yaratır. Daha sonra Melek Tavus, yarattığı bu iki insanı takdim etmek üzere Azda'nın yanına gider ve Azda, Melek Tavus'a "Bundan sonra bu iki insana tâbî olacaksın" der. Bunun üzerine Melek Tavus, "Bu iki insanı yaratan, yoktan vareden benim. Niçin onlara tâbî olayım? Ben sadece beni yaratan sana tâbî olur, sana ibadet ederim" der. Bu ilk iki insandan toplam 80 çocuk Dünya'ya gelir. Daha sonra bu ilk iki insan, ideal insan konusunda anlaşmazlığa düşerek kavgaya tutuşurlar ve sınavdan geçirilmelerine karar verilir. Her ikisi de ruhlarını, düşüncelerini bir küpe doldururlar ve ağzını kapatırlar. 40 gün sonra Erkek olanın küpünden Şahid bin Car adında güzel bir genç çıkar. Kadınınkinden ise akrepler, çıyan
lar, sürüngenler. Adam, Şahid bin Car'ı o kadar sever ki diğer 80 çocuğuyla artık ilgilenmez olur. Bu da kadın ve 80 çocuğu arasında kıskançlık ve nefrete neden olur. Karar verirler, Şahid bin Car öldürülecektir. Kadın, bir parola belirler ve suikastın yapılacağını bu parolayla bildireceğini söyler. Ancak her şeyi bilen ve duyan Melek Tavus'u hesaba katmamıştır. Melek Tavus, yarattığı dört cine emir verir ve cinler gece olunca bu 80 çocuğun ağızlarına üflerler. Uyandıklarında 80'i de farklı dil konuşmaktadırlar. Bu sebeple annelerinin söylediği parolayı da anlayamazlar. Şahid bin Car, böylelikle Melek Tavus'un sayesinde kurtulur. Daha sonra Şahid bin Car'a dişi bir melek gönderilir ve bundan olan çocuklar, Yezidilerin atalarını oluşturur. Diğer 80 çocuktan Dünya'ya gelenlerse diğer insanları oluştururlar. Yezidiler kendilerine "Azday Halkı" adını verirler. İnançları arasında şu esaslar vardır: Yezidilerin iki kutsal kitabı olduğu söylenir: 1. Meshaf Reş: 2. Kitab el Celve: Bugün çağdaş dil bilimcileri, bu eserlerin aslında Yezidilerin kutsal kitabı olmadığını kabul ederler; yukarıda geçen iki eserin de eski çağlara dayanmadığı kanıtlanmıştır. Bunun en büyük sebebi Yezidiliğin büyük ölçüde sözlü bir edebî geleneğe dayanmasıdır. Bu sebeple büyük İbrahimî dinlerdeki gibi bir yazılı kutsal metin mevcut değildir. Bununla birlikte son zamanlarda Yezidiler, ritüellerde kullandıkları şarkılar gibi çeşitli dinî sözlü edebiyatı yazılı forma geçirmeye ve basmaya başlamışlardır. Arap kökenli Şeyh Adî tarafından kurumlaştırılan bu dinde inananların çoğunluğu Kürtçe konuşmakta olup ağırlıklı olarak Irak'ın Musul kentinde yaşamaktadırlar. Bununla birlikte, anadili Arapça olan Yezidiler de vardır Bâzı araştırmacılara göre Yezidiler, Kürtler tarafından asimile edilmiş Asurilerdir Tarih öncesi dönemlerden beri Asurlularda kuş şeklinde simgeleştirdikleri ve kutsal kabul ettikleri bir Şeytan'a tapmaktadırlar. Şeyh Adî Suriye'den Laliş'e taşındığında orada Şeyh Şems ed-Dîn, Şeyh Fahr ed-Dîn, Şeyh Sacâdîn ve Şeyh Nâsir ed-Dîn isimli dört aziz kişiyle tanışmış. Bu kişiler Ēzdîna Mîr adlı bir adamın oğulları olup bu gruba daha sonra Yezidiler tarafından "al-Hassan al-Basrî" olarak anılan Şeyh Hesen de katılmış. Bu beş kişi, Şeyh Adî ve Melek Taus ile birlikte Yezidilerin Heft Sirr dedikleri "Yedi Sır"'ını oluşturur. Meymuniye Meymuniye, Hariciler mezhebinden oluşan bir gruptur. Meymûn ibn-i Hâlid el-Acrâd'ın taraftarları tarafından kurulmuştur. Farsi geleneklerden gelen bir doktrinleri vardır, zaten antik İran medeniyetlerinde sıkça rastlanan bir gruptur. Meymuniye, birçok antik gelenekten ve efsanelerden etkilenmiştir. Meymuniye grubu, Yusuf Suresi'nin kutsal bir anlam taşımadığını, aksine bir aşk hikâyesi olduğunu savunurlar. İslam dininde bulunan birçok yasağı mübah görürler. Örneğin; kişilerin kendi çocuklarının kızlarıyla veya kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla evlenebilmesi mübahtır. Bu grubun kurallarıyla İslam'ın bazı kuralları çeliştiğinden dolayı bu iki grup birbirlerini reddetmişlerdir. Gen Gen, bir kalıtım birimidir. Bir kromozomun belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisidir. Popüler ve gayrıresmi kullanımda gen sözcüğü, "ebeveynden çocuklarına geçen belirli bir karakteristiği taşıyan biyolojik birim" anlamında kullanılır. Kromozomun kesitleri olan genler birbirinden çok farklı işlevlerde ve büyüklüklerde (uzunluklarda) olabilirler. Genlerin büyüklükleri ve işlevleri her zaman doğru orantılı değildir. Gen, genom dizisinde yeri tanımlanabilen, transkripsiyonu yapılan, düzenleyici ve/veya fonksiyonel bölgeleri olan bir bölgedir. Gen regülasyonu ve transkripsiyonunun karmaşıklıklarını içeren, yeni ve öz bir tanıma göre gen, "aynı sınıftan (protein veya RNA) işlevsel ürünler şifreleyen, potansiyel olarak birbiriyle örtüşen, genom dizilerinin birleşimidir". Gen, kalıtımın temel fiziksel ve işlevsel birimidir. Her gen, protein veya RNA molekülü gibi özel bir işlev taşıyan kromozomların belli bir noktasındaki nükleotid dizilerinden oluşur. Klasik genetikte, aynı biyolojik işlevleri yöneltip yöneltmemelerine ve karşılıklı rekombinasyon yapıp yapmamalarına göre alel ve alel olmayan genler vardır. Alel genler, aynı özellik üzerinde etkili olan genlerdir. Klasik genetikte gen bir alt birim olarak kullanılır. Mutasyon ve kombinasyonların genlerde oluştuğu kabul edilir. Kalıtım olayı, doğrudan kromozomların mitoz ve mayoz bölünmeler ve döllenme deki davranışlarına bağlıdır. Her bir kromozomda sayısız kalıtım birimleri, genler bulunur. Bir karakter kalıtımı ancak birbirlerine zıt iki durum olduğu zaman incelenebilir. Mendel'in çalışmalarında bezelyelerde ele aldığı şekil morfolojisinde düzgün ve buruşuk tohum özellikleri gibidir. Canlı birey böyle zıt durumlardan sadece birini gösterebilir. Bu nedenle "alel genler"den söz edilir. Homolog kromozomların aynı lokusunda yer alan, iki veya bazen daha fazla sayıda alternatif karakterlerin genlerine "alel genler" denir. Düzgün ve buruşuk tohum morfolojislerini belirleyen genler gibi. Genler, fenotipte baskın olarak gösterdikleri özelliklerinin isimlerinin genellikle kelimenin baş harfi ile simgelenir. Örneğin, farelerde siyah renk baskın olduğu için farelerdeki kalıtımda siyah renk "S" harfi ile, kahverengi çekinik olduğu için "s" harfi ile simgelenir. Baskın olan genler genelde yabanıl genlerdir. Çekinik genler ise, baskın genin mutantı olarak kabul edilir. Diploid canlılarda bir özellik üzerinde etkili olan, yani alel olan iki gen olduğundan her zaman genotip iki harfle yazılır. Örneğin saf siyah SS, saf kahverengi ss, melez Ss olarak gösterilir. Son zamanlarda homozigot çekinik fenotip özelliğin küçük baş harfi, mutasyona uğramış geni göstermek için kullanılmaktadır. Bununla beraber, "s", "+" ya da "+" gibi simgeler de baskın geni göstermek için kullanılır. Bir çaprazlamada bireylerin eşeylerini dikkate almak gerekiyorsa, önce dişinin genotipi, arkasına dişi işareti (♀), daha sonra çaprazlamanın simgesi olan "X" işareti ve onun sağ yanına erkeğin genotipi ve sonra işareti yazılır. Örneğin, SS (ss)♀ X ss (ss). Erkek ve dişi işartei olmadığı zaman sağdaki simge dişiye, soldaki simge erkeğe ait kabul edilir. Geri çaprazlama yapılırken, ataların eşeyleri gen çifti açısından yer değiştirir. Örneğin SS ♀ X ss yerine, ss ♀ X SS gibi. Gametlerde alel çiftler birbirinden ayrıldığı için ve haploid organizmalarda genler tek bir harfle gösterilir. Örneğin; S ve s gibi. Batı Sahra Batı Sahra (Arapça: الصحراء الغربية "Al-Sahrā' al-Garbiyyah", İspanyolca: "Sahara Occidental", Berberice: "Taneẓroft Tutrimt"), Afrika kıtasının kuzeybatısında yer alan ve 1975 yılında koloni ülkesi İspanya tarafından terk edildikten sonra Fas tarafından hak iddia edilen ve günümüzde de üçte ikisini fiilen yöneten bölgedir. Bölgenin tümü üzerinde 1976 yılında bağımsızlığı ilan edilen Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti'nin bu ilanı Fas tarafından kabul edilmemektedir. Bölgenin sınır komşusu olarak kuzeyinde Fas, kuzeydoğusunda Cezayir, doğu ve güneyinde Moritanya yer alırken, bölgenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Bölgenin toplamda sahip olduğu 2.049 km sınırın 41 km'si Cezayir, 1.564 km'si Moritanya ve 444 km'si bölgenin üçte ikisini ilhak ederek elinde bulunduran Fas ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu ile 1.110 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır. Toplamda 266.000 km² bir alana sahip olan Batı Sahra'da kıyı kesiminden iç kesimlere ilerledikçe 400 m'ye çıkan yükseltiler yer almaktadır. Bölgenin en yüksek noktasını 805 m ile Cezayir sınırına yakın konumda yer alan ve herhangi bir ismi bulunmayan nokta oluşturmaktadır. Batı Sahra bölgesinde 2013 tahmini nüfus sonuçlarına göre 570.866 kişi yaşamaktadır. Batı Sahra genç bir nüfusa sahip olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %57,46'sı 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,75'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %37.83 (erkek 109,147/kadın 106,789) 15-24 yaş: %19.63 (erkek 56,412/kadın 55,624) 25-54 yaş: %33.93 (erkek 95,296/kadın 98,391) 55-64 yaş: %4.87 (erkek 12,974/kadın 14,829) 65 yaş ve üzeri: %3.75 (erkek 9,406/kadın 11,998) Asıl Batı Sahralılar "Sahravi" olarak bilinmektedir. Bunun haricinde bölgede Araplar ve araplaştırılmış Berberiler yaşamaktadır. Bölge genelinde Arapça'nın yanı sıra belli bir kesim tarafından eski koloni ülkesi İspanya'dan miras kalan İspanyolca konuşulmaktadır. Bölgede yaşayan nüfusun neredeyse tamamı sünni islam inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Fas kontrolü altında tuttuğu bölge üzerine kendi idari yapılanmasına uygun bir idari yönetim planlaması yapmaktadır. Buna göre Batı Sahra olarak adlandırılan bölgede Fas'ın on iki idari bölgelerinden olan Guelmim-Oued Noun bölgesinin küçük bir kısmı ile birlikte Laâyoune-Sakia El Hamra ve Dakhla-Oued Ed Dahab idari bölgeleri bulunmaktadır. Fas bölgenin sadece üçte ikisini fiilen elinde tutmasına rağmen bölgenin tamamında hak iddia etmektedir. Bölgenin geri kalan üçte biri üzerinde yönetimi elinde tutan ve bu bölgeleri "özgür bölge" olarak adlandıran Polisario ise ilan ettiği Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti ile Batı Sahra üzerindeki iddiasını sürdürmektedir. Kromozom Kromozom, (Yunanca, "chromos" (renk), "soma" (vücut)); DNA'nın "histon" proteinleri etrafına sarılmasıyla, yoğunlaşarak oluşturduğu, canlılarda kalıtımı sağlayan genetik birimlerdir. Mikronla ölçülüp ancak elektron mikroskobuyla görülebilirler. Hücre, bitkisel ya da hayvansal her türlü yaşam biçiminin en küçük birimidir. Her hücre bir sitoplazma ve çekirdekten meydana gelir. (Prokaryot canlılar hariç) Kromozomlar hücre çekirdeği içinde bulunurlar ve ipliksi yapıdadırlar. Kromozomlar, molekül yapıları çok iyi bilinen DNA (deoksiribo nükleik asit) zinciri ile "histon" denilen protein zincirinden oluşur. DNA zincirleri de özgül proteinleri sentezlemekle görevli gen adı verilen birimlerden oluşur. Karyokine bölümü sırasında mitoz bölünmenin interfaz evresinde kromatin ağı şeklinde bulunan DNA, profaz evresinde kısalıp kalınlaşmaya başlar ve metafaz ev
resinde en kısa duruma gelir. Yaklaşık 10.000 kat kısalmış haliyle ışık mikroskobunda 100'lük objektifte incelenebilir. Kromozomlar, İ, V, J harfleri gibi biçimlerde görünür ve boyutları mikronla ölçülür. Kromozomların sayısı canlı türlerinde değişiklik gösterir. Örneğin sirke sineğinde 8, kurbağada 26, farede 42, köpekte 78 kromozom vardır. İnsanın kromozom sayısı ise 46'dır. 22'si çift otozom kromozomdur. İnsan hücresinde 1 çift de eşeysel kromozom bulunur ve toplam sayı 46 eder. Eşey kromozomları kadınlarda XX, erkeklerde XY dir. Döllenme sırasında annenin yumurtasındaki 23 kromozom, babanın spermindeki 23 kromozomla birleşir. İşte bu 46 kromozom insanın yaşamında belirleyici rol oynar. Kromozomlarda yer alan ve sayıları 25 bin ile 30 bin arasında olduğu tahmin edilen genlerin oluşturduğu zincir, kişinin göz renginden boyuna, yaşam süresinden yakalanacağı hastalıklara kadar pek çok şeyi programlar. Bu genetik programlar, nükleotit denen (A, T, C, G) yapıların farklı dizilimleriyle şifrelenir. Kromozomların mikroskop altında incelendiği bilim dalına "Sitogenetik" adı verilir. Bu şekilde kromozom sayısında (ör. Down sendromunda 47, Turner sendromunda 45) veya yapısındaki (delesyon veya translokasyon vb.) değişiklikler bu şekilde saptanabilir. Ancak kromozomlardaki bir değişikliğin mikroskopta görülebilmesi için en az 3 milyon nükleotitlik bir kısmın değişmesi gerekir, daha küçük değişiklikler ancak moleküler genetik yöntemlerle incelenebilir. Hücrede bölünme zamanının dışındaki dönemlerde DNA uzun ve ipliksi şekil alır. Bu şekle "kromatin ağ" denir. Bölünme esnasında kromatin ağ kısalır ve kalınlaşır. Böylece kromozomu oluşturur. Kromozomun yapısında DNA ve protein vardır. Kromozomların şekli, büyüklüğü ve sayısı her tür için farklı ve sabittir. Aynı kromozom sayısına sahip olma iki canlının birbirine benzemesini gerektirmez. Canlıların benzerliği farklılık ve gelişmişlik kromozom sayısına değil DNA'daki bazı dizilişlere bağlıdır. İnsanda 46 adet kromozom bulunur. Bunların içerdiği baz sayıları şöyledir: İbnü'l Cevzî İbnü'l Cevzî (1116 - 1201), 12. yüzyılda yaşamış Arap din, tarih ve tıp bilgini. Tam ismi 'Ebu'l-Ferec İbnü'l Cevzî Ebu Abdurrahman bin Ebi'l Hasan' olan İbnü'l Cevzî, 1116 yılında doğmuştur. Doğum tarihi üzerinde bazı ihtilaflar olmuştur, bazı alimler doğum tarihinin 1116 değil, 1114 olduğunu söylerler. Daha çok küçük yaşlarda dönemin büyük alimlerinin yanına girmiş, onların himayesinde yetişmiştir. Özellikle hadis ve tefsir alanında birçok çalışmaya imza atmıştır. Her ne kadar en çok hadis ve tefsir alanında kaleme aldığı eserlerle adı duyulsa da, özellikle tarih üzerine birçok önemli eseri vardır. Bunların dışında dil üzerine de bazı çalışmaları olmuştur. 1201 yılında vefat etmiştir. Çok fazla okumaya düşkünlüğüyle bilinir ölmeden kısa süre önce hala öğrenmeye doymadığını söylemektedir. 'İKRA' ile başlayan dinimizde islam ile okumanın nasıl yakın olduğunu göstermiştir. Çok fazla okumasıyla eşit şekilde yazmıştır. Çoğu eseri günümüze ulaşmamıştır. Ölmeden önce ev hapsine mahkûm edilmiştir. Beş yıl orada kalmış ve kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılamış hapsi bittikten bir hafta sonra vefat etmiştir. Üçü erkek sekiz çocuğu olduğu söylenmektedir. İyi bir aile babasıdır. Çok fazla maddi sıkıntı çekmemesi, kitaplara düşkünlüğü ve kütüphanesini geliştirmekteki avantajlarından olmuştur. El-Muntazım fi tarihil-mûluk vel-ümem adlı 10 ciltlik eseri vardır. Ahmed Vefik Paşa Ahmet Vefik Paşa (d. 3 Temmuz 1823, İstanbul – ö. 2 Nisan 1891, İstanbul), Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı. İlk ilmî Türkçülerden biridir. İki defa Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanı) yaptı; ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda İstanbul vekili olarak yer aldı ve başkanlığı üstlendi; 4 Şubat 1878 - 18 Nisan 1878 ve 1 Aralık 1882 - 3 Aralık 1882 tarihleri arasında iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevine getirildi. İlk Türkçe sözlüklerden birisi olan “"Lehçe-i Osmânî"”’nin yazarı olan Paşa, devlet adamlığının yanı sıra 16 dil bilen bir bilim adamıdır. Bursa valiliği sırasında bu kentte bir tiyatro yaptırmakla ün kazanmıştır. Kimi kaynaklara göre 3 Temmuz 1823’de İstanbul’da doğdu (ancak doğum tarihi hakkında 1813’ten 1823’e kadar değişik kaynaklar gösterilir.) Yunan kökenliHariciye Nezareti memurlarından Ruhittin Efendi’nin oğludur. Dedesi Yahya Naci Efendi, Müslüman Osmanlı memurlara yabancı dil öğretmek için kurulan ve devletin yıkılışına kadar varlığını sürdüren Tercüme Odası’nın ilk Müslüman çevirmenidir. Babası da Fransızca bilirdi ve çevirmenlik yapmış, Tercüme Odası’nda çalışmış bir kişiydi. Türk edebiyatının büyük şairlerinden Abdülhak Hamid Tarhan’ın babası Hayrullah Efendi ile de kardeş çocuğu olan Barış Özkul, Ahmet Vefik Paşa’nın yetiştiği aile çevresi onu dil öğrenmeye, çevirmenlik yapmaya yöneltmiştir. 1831 yılında İstanbul’da başladığı eğitimini, babasının görevi nedeniyle gittiği Paris’te dönemin gözde okullarından "Saint Louis Le Grand Lisesi"’nde tamamladı. Babası, Paris’e elçi olarak atanan Mustafa Reşit Paşa’nın tercümanlığını yapmaktaydı. Kendisi de Paris’te bulunduğu süre içinde Fransızcayı ana dili gibi öğrendi. Fransızcanın yanı sıra İtalyanca, Yunanca ve Latince de öğrendi. 1837’de yurda döndüğünde Tercüme Odası’nda memuriyet hayatına başladı. 1840’da elçilik katibi göreviyle Londra’ya gitti ve İngilizce öğrendi. İki yıl sonra Sırbistan’da, İzmir’de, Memleketeyn’de (Eflak ve Boğdan) geçici ve özel görevler aldı. Bu arada İstanbul’a döndükçe aşaması yükseltilerek Tercüme Odası’na atandı. Kısa bir süre pasaport dairesinde müdürlük yaptı. Sonra uyrukluk işlerini çözmek ve sonuçlandırmak için İzmir’e gönderildi. 1845 yılında İzmir’den dönünce görevi yükseltilerek “"Tercüme Odası Mümeyyiz’i"”, 1847’de “"mütercim-i evvel"” (baş çevirmen) oldu. 1847’de devletin ilk resmî salnamesinin hazırlanması işi kendisine verildi. 1849’da mütercim-i evvel rütbesinin yanı sıra başmümeyyizlik rütbesini aldı. Aynı yıl Reşit Paşa tarafından kendisine Aydın’da bir çiftlik hediye edilen ünlü Fransız şair Alphonse de Lamartine’in rehberliği ile görevlendirildi, onunla bir buçuk ay geçirdi. 1849 yılında Macaristan mültecileri olayını çözmek için görevlendirildi. Olağanüstü yetkilerle Memleketeyn’de komiser vekili olarak görevlendirilen Ahmet Vefik Paşa, İstanbul’a döndüğünde Memleketeyn ile ilgisini kesmedi ve bu yerler hakkında rahatça bilgi edinebilmek için Rumence öğrenmeye başladı. 1851’de pek çok konudaki derin bilgisi nedeniyle, diğer resmî görevlerinin yanı sıra, yeni kurulan Encümen-i Daniş adlı bilim kuruluna üye seçildi ve bu üyeliğin gerektirdiği çalışmaların içinde yer aldı. Vefik Paşa, 1851’de Encümen’i Daniş’de görevlendirilmesinin hemen ardından Tahran’a elçi olarak atandı ve dört yıl bu görevi sürdürdü. Tahran’da elçilik binasını Osmanlı Devleti toprağı olarak ilan edip bayrak çektiren Ahmet Vefik Paşa, elçilik binalarına bayrak asma adetini getiren kişi oldu. Paşa, gittiği yerlerde resmî görevlerinin yanı sıra özel olarak dillerini , kültürlerini, geleneklerini öğrenmek adetinde idi. İran’da Fars dilini ve İran tarihinin kökenlerini öğrendi; bu ülkenin edebiyat, felsefe ve din konuları ile de yakından ilgilendi. Tahran’da doğu dillerini incelemesi ve dillerin tarihsel gelişimine kafa yorması onu Osmanlıcanın Farsça ve Arapçanın etkisinden kurtarılması düşüncesine sevketti. Türkçü bir tutum geliştirdi. Küçük yaşlardan beri kendisini koruyan Reşit Paşa’nın Abdülmecit’e sadrazam olması ile önemli görevlere getirilen Ahmet Vefik Paşa, “"Meclis-i Valay-i Ahkâm-ı Adliye"” üyeliği (1855), “"Deavi Nazırlığı"” (1857), Paris elçiliği (1860) yaptı. Paris büyükelçiliği sırasında III. Napolyon ile aralarında yaşanan gerilim, fıkralara konu oldu. Paris sefaretinden İstanbul’a döndükten sonra 1862’de Darülfünun’da "Hikmet-i Tarih" (tarih felsefesi) hocası, aynı sene içinde Bursa’da "Evkaf Nâzırı" oldu. Darülfünun hocalığı sırasında “Şecere-i Türkiye” (Türklerin soy kütüğü) adlı eseri Çağatay Türkçesi’nden İstanbul Türkçesi’ne çevirdi; Türklerin tarihinin Osmanlı tarihi ile başlamadığını savundu. Ayrıca “Lehçe-i Osmânî” (Osmanlı lehçesi) ve Türk lugati hazırlayacak değişik Türk lehçelerinin varlığını gösterdi. Evkaf Nazırlığı görevi sırasında çeşitli zelzelelerde, özellikle de 1855 depreminde hasar görmüş ve o güne kadar onarım görmemiş Osmanlı yapılarını tamir ettirdi. 29 Mayıs 1862 yılında Padişah Abdülaziz tarafından Divan-ı Muhasebat Reisliği’ne tayin edilen Ahmet Vefik Paşa bugünkü adıyla Sayıştay’ın ilk başkanlığını yapmıştır. 1864 yılında halkın şikayetleri üzerine Bursa’daki görevinden alınarak yıllarca resmî bir görev verilmedi, bu süre içinde Türk tarih ve edebiyatına yeni eserler ve tercümeler kazandırdı. Mehmet Emin Ali Paşa’nın ölümünden sonra Mahmut Nedim Paşa’nın sadrazam olması ile kendisine yeniden devlet görevleri verildi. 1872’de birinci defa olarak Maarif Nâzırı olarak atandı ama 1873’de görevden alındı. Kısa bir süre Edirne Valiliği yaptı. 1876’da Petersburg Bilim Akademisi’ne üye seçildiği için Petersburg’a gitti. "Lehçe-i Osmânî" adlı eserini ortaya çıkarmasında, ona Türk lehçelerini inceleme fırsatı veren bu seyahat etkili olmuştur. 18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebusan’ın İstanbul üyesi olarak seçilen Vefik Paşa, Mebusan’ın başkanlığını yaptı. Divan-ı Muhasebat Reisi oturumlarını diktatörce idare ettiği yolunda eleştirilere uğradı. 1878’de tekrar Maarif Nazırı, daha sonra da sadrazam oldu ve yüzyıllardır kullanılan “"sadrazam"” sözcüğünü “"başvekil"” olarak değiştirdi. Bu göreve geldiği sırada İmparatorluk, 93 Harbi’nden yenik çıkmıştı. Rusya ile yapılan ağır anlaşma koşullarını hafifletmek için çalıştı ve donanmanın teslimini önledi. Abdülhamid’i hal edeceği yönündeki bir jurnal nedeniyle 18 Nisan 1878’de görevinden azledildi. 1879-1882 yılları arasında Bursa valisi olarak görev yaptı. Valiliği sırasında Bursa yolları ve caddelerini Paris belediye başkanı George Euègene Haaussmann’dan esinlenerek yaptırdı. Bursa’da z
arar görmüş pek çok önemli anıtın onarımı şehre getirttiği Fransız mimar Leon Parvillee tarafından gerçekleştirildi. Ayrıca şehre Hükümet Konağı, Memleket Hastanesi, Belediye Binası, Tiyatro binası yaptırdı. Yaptırdığı tiyatro binasında çevirdiği Molière eserlerinin sahneye konulmasını sağladı; İstanbul’da yıktırılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun oyuncularını himayesine alarak Bursa’ya getirtti; sahnelenecek oyunların dekorundan provalarına kadar her şeyiyle ilgilendi. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu bu tiyatro, İstanbul dışında Anadolu’da kurulan ilk tiyatro idi. Onun izinden giderek Adana valisi Ziya Paşa da 1880 yılında Adana’da bir tiyatro yaptırdı. Paşa, ayrıca valiliği sırasında “"Müntehabât-ı Durub-ı Emsal"” (Atalar Sözlüğü) adlı yapıtının içeriğini 5000 maddeye çıkarıp Hüdevandigar Matbaası’nda yeniden bastırdı (1881). 1882’de Bursa valiliği görevinden alınan paşa, Mehmet Sait Paşa’dan boşalan başvekillik makamına tekrar başvekil atandı ama üç gün sonra görevden alındı ve bir daha kendisine resmî bir görev verilmedi. Padişah II. Abdülhamid’in onu başvekilliğe atayıp üç gün sonra görevden almasının bâzı vekillere gözdağı vermek için olduğu öne sürülür. Ahmet Vefik Paşa, bu olaydan sonra ölümüne kadar Rumelihisarı’ndaki evinde ilmi ve edebi çalışmalar yaptı. Oluşturduğu kütüphane, “"İstanbul’un en zengin kütüphanesi"” olarak tanındı. (2 Nisan 1891’de (bâzı kaynaklara göre 1890’da) İstanbul’da Rumelihisarı’ndaki köşkünde hayatını kaybetti; Rumelihisarı’nda Kayalar Mezarlığı’na defnedildi. Ahmet Vefik Paşa’nın ünlü kütüphanesi, ölümünden sonra kısım kısım satılmış, satış 1902’ye kadar sürmüştür. 1902’de kütüphane binası ve kalan kitaplar Rıza Paşa adında biri tarafından satın alındı. "Rıza Paşa Koleksiyonu" daha sonra Maarif Nezareti tarafından satın alınmış ve Darülfünun’a verilmiştir. Kütüphane binası ise 1927 yılında satıldı. Anadolu Medeniyetleri Müzesi Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara'nın Altındağ ilçesinde bulunmaktadır. Ankara’da, Anadolu’nun arkeolojik eserlerini sergileyen ve dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan bir müzedir. Atpazarı semtinde, Ankara Kalesi’nin dış duvarının güneydoğu kıyısında, yeni işlev verilerek düzenlenmiş iki Osmanlı yapısında yer alır. Bu yapılardan biri Veli Mahmud Paşa tarafından yaptırılan Mahmut Paşa Bedesteni, diğeri Rum Mehmet Paşa tarafından yaptırılan Kurşunlu Han’dır. Başlangıçta sadece Hitit dönemine ait eserlerin sergilendiği müze, daha sonra diğer uygarlıklara ait eserlerle zenginleşmiş ve Hitit Müzesi olmaktan çıkıp, Anadolu Medeniyetleri Müzesi haline gelmiştir. Bugün kendine özgü koleksiyonları ile dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan bu müzede, Paleolitik Çağdan başlayarak günümüze kadar Anadolu arkeolojisi sergilenmektedir. Avrupa Konseyi’ne bağlı Avrupa Müze Forumu (European Museum Forum) tarafından verilmekte olan Avrupa Yılın Müzesi Ödülü’nü 1997 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde 68 müze arasından birinci seçilerek almıştır. Türkiye’de bu ödülü kazanan ilk müzedir. Müzede yer alan ve MÖ 6200 yıllarına tarihlenen Çatalhöyük kent planını içeren harita, dünyanın bilinen en eski haritasıdır. Bursa Arkeoloji Müzesi Bursa Arkeoloji Müzesi, Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş MÖ 3000’den Bizans devri sonlarına kadar olan devirlere ait eserlerin sergilendiği Bursa müzesidir. 1904 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin bir şubesi olarak kurulan müze, İstanbul Arkeoloji Müzesi (1899) ve Konya Arkeoloji Müzesi'nden (1902) sonra Türkiye'nin en eski üçüncü müzesidir. Günümüzde Bürsa Kültürparkı içinde yer alır. Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı müzede 25 bin eser bulunur, 2 bin kadarı sergilenmektedir. Bithynia ve Mysia bölgesinde bulunmuş, MÖ 3000 yılından Bizans dönemi sonuna kadar devirlere ait ele geçen buluntular, 1904 yılından itibaren Bursa İdadi-i Mülkîsi'nin (Bursa Erkek Lisesi) bir bölümünde toplanmaya başlandı. Sultan II. Abdülhamit'in tahta çıkış yıldönümü olan 1 Eylül 1904'te, Bursa Maarif Müdürü Azmi Bey'in (Akalın) çabaları ve valilik onayı ile lise binasının bir bölümünde Müze-i Hümâyun'un şubesi açıldı. Müzenin ilk kataloğu Fransız arkeolog "Gustav Mandel" tarafından hazırlandı. 1908 yılında basılan bu Fransızca katalog, 189 sayfadan oluşmaktaydı. Müzeyi 1929'a değin içinde bulunduğu lisenin ilgilileri tarafından yönetildi. 1929'da lisedeki yapıtlar Yeşil Medrese'ye taşındı ve 8 Nisan 1930'dan itibaren bu yeni yerinde sergilenmeye başladı. Müze, 1972 yılında mimar Ertem Yücel'in projesi uyarınca Bursa Kültürpark içinde inşa edilen yeni binaya taşındı 15 Temmuz 1972'de ziyarete açıldı. Müzenin MÖ 650 yılından MS 1453'e kadar ikibin yılık döneme ait sikkelerden oluşan “"sikke teşhir kataloğu"” 2007 yılında, Türkçe- İngilizce olarak arkeolog Recep Okçu tarafından hazırlandı. 2010-2013 arasında restorasyon nedeniyle kapalı bulunan müze, Mayıs 2013'te yeniden ziyarete açılmıştır. Müzede sergilenen eserler arasında; 15 milyon yıl öncesine dayanan fosiller; Aktopraklık Höyüğü'nden Kalkolitik Döneme ait kadın cesedi ve diğer buluntular; Yortan kültürüne ait pişmiş toprak mezar buluntuları; Antandros (Edremit) Nekropolü'nden figürin, kap kacak ve süs eşyaları; Bursa ovasında bulunmuş Greko-Pers mezar steli (ikisi İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde olan dünyadaki üç örnekten birisidir); Roma dönemine ait taş eserler; Zeus ve Herakles tasvirleri, Kibele heykelleri, Athena ve Apollon'un bronz büstleri; değişik formdaki keramik kaplar, Bizans dönemine ait gümüş, bronz ve pişmiş toprak eserler ile Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait altın, gümüş ve bronz sikkeler bulunmaktadır. Müze bahçesinde ise zengin bir stel koleksiyonu sergilenmektedir. Bursa Kent Müzesi Bursa Kent Müzesi, 2004 yılından bu yana kentin eski adliye binasında hizmet veren, Bursa’nın 7000 yıllık bir zaman diliminde geçirdiği değişim ve dönüşümlerin sergilendiği müzedir. Müze, 14 Şubat 2004 tarihinde dönemin DSP'li Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan Bilenser tarafından oluşturuldu ve ziyarete açıldı. Müze binası 1926 yılında Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından Adliye Binası olarak inşa edildi. Mimarının Kemalettin Bey olduğu sanılmaktadır. 1999 yılında Adliye’nin yeni binasına taşınmasından sonra boşalan bina, 2001-2004 yılları arasındaki restorasyon sürecinden sonra müze binası haline geldi. Binanın müzeye dönüştürülmesi sürecinde yüksek mimar Naim Arnas görevini aldı. 2 katlı binanın, birinci katında kronolojik, ikinci katında tematik bir düzenleme vardır. Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı padişahının balmumu heykelleri, geleneksel ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin topografik maketi gibi objelerle şehir hakkında bilgi sunulmaktadır. Bursa Kent Müzesi, kentin merkezi konumundaki Heykel Meydanı'nda, Atatürk Anıtı'nın güneyinde, Bursa Valilik Binası'nın yanında yer almaktadır. Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi Bursa'da 2004 yılından beri hizmet veren özel müze. Muradiye Külliyesi'nin hemen karşısında, Şair Ahmet Paşa Medresesi içinde yer alan müze, 18 Eylül 2004’te açıldı. Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu üyelerinden Esat Ulumay’ın 40 yılda topladığı 18 değişik koleksiyonu sergileniyor. 17. yüzyıla kadar uzanan Osmanlı Anadolu ve Rumelisi'nden 70 kıyafet ve 400 parça takının bulunduğu müzede ayrıca Türk kahvesi, hamamı, atçılığı ile ilgili malzemeler, silah, bıçak, kılıç, boncuk türü eşya sergileniyor. Şair Ahmet Paşa Medresesi’nin restorasyon masraflarını Bursa Ticaret Sanayi Odası gerçekleştirdi. Müzeye giriş ücretli. İçinde Osmanlı Çay Bahçesi bulunuyor. Vietnam Savaşı Vietnam Savaşı ya da İkinci Çinhindi Savaşı, Doğu Bloku ülkeleri olan Kuzey Vietnam, Çin ve Sovyetler Birliği ile ABD destekçisi olan anti-komünist Güney Vietnam ve başta ABD arasında yaşanan savaştır. Kore Savaşı'ndan sonra Soğuk Savaş'ın ikinci sıcak çatışması olmuştur. ABD 1963 yılından 1973 yılına kadar savaşa dahil olmuş ve 60.000 kadar asker kaybetmiştir. Çinhindi; İngiliz ve Fransız sömürgesiydi. III. Napolyon döneminde Fransızlar Annam, Kamboç, Koşen ve öteki bazı bölgeleri ellerine geçirmişler ve bu arada Hindistan ve Birmanya yoluyla Çinhindi'ne giren İngilizlerle Mekong'da çatışmışlar ve sonunda bu akarsuyu sınır yapmışlardır. II. Dünya Savaşı'nda Çinhindi, Japonya'nın eline geçti. Bu devlet, 1945 yılında yenileceğini anlayınca buradaki milliyetçi duyguları körüklemiş ve bölge halkını silahlandırmıştır. Çinhindi'nde üç bağımsız devletin (Vietnam, Laos ve Kamboçya) kurulduğunu ilan ederek Vietnam'ı İmparator Bao Dai'nin yönetimine bırakmıştır. 1945 yılında Fransız Çinhindi'ne gelen ilk birlikler İngiltere'ninkilerdi. Bunlar Saygon'a geldiklerinde durumu karışık buldular. Çünkü, milliyetçi gruplar savaş sonu düzensizliğinden yararlanarak denetim kurmak için çaba gösterirken, 1946 yılının sonuna gelindiğinde "Hür Fransa"ya bağlı birlikler de bölgedeki Fransızların hayatını korumak için mücadeleye başlamışlardı. Truman domino teorisi uyarınca Vietnam'da komünist bir iktidarın çevre bölgelere sıçrayacağını düşünerek bunu engellemek istemiştir. Truman'ın başkan olduğu dönemde, Fransızlar Vietnam'da hakim durumdaydı ve Ho Chi Minh liderliğindeki komünistlere karşı savaş vermekteydiler. ABD ise Fransa'ya cephane yardımında bulunuyordu. Dwight Eisenhower döneminde Fransızlar Vietnam'dan çekilmişti ve Vietnam'da Komünistler ve milliyetçiler arasında iç savaş vardı. ABD de Fransa Vietnam'dan çekilince, Birleşmiş Milletler'le beraber, 17. paraleller sınır olmak üzere Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmasını sağlamıştır. O dönemde Eisenhower'ın politikası barışçıl yollarla çözüldü. Eisenhower, başkanlığı döneminde her zaman barışçıl bir politika yürütmüştür; öte yandan Vietkong (komünist gerillalar) Güneye saldırınca bölgeye asker göndermiş ancak bu askerler sadece Güney askerlerini eğitmek amacıyla orada bulunmuş, herhangi bir mücadeleye girmemişlerdir. John F. Kennedy döneminde asker sayısı 16 bini aşmış ancak yine mücadeleye girmemişlerdir. Başkan Lyndon Baines Johnson ve Richard Milhous Nixon döneminde mü
cadeleye girmiştir. Dünyadaki birçok yerde, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan alt-bölgesel örgütlerin büyük çoğunluğu ise, sıkı iki kutuplu sistemde batı blok lideri ABD’nin, doğu blok lideri SSCB’yi çevreleme politikası doğrultusunda oluşturulmuşlardır. 1949 NATO, 1954 Balkan İttifakı, 1955 Bağdat Paktı örgütleri ile müttefiklerden bir hat oluşturma yolundaki stratejinin Uzak Doğu ayağını da, 1954 yılında kurulan Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı (SEATO) oluşturmuştur. Vietnam'ın 20. yüzyıl tarihinin otuz senesinde savaş hüküm sürdü. Komünistlerin Fransız koloni kuvvetlerine karşı 1945'te başlattıkları mücadele, Saygon ve ülkenin tamamının kontrolünün 1975'te ellerine geçmesine dek sona ermedi. Kuzeyde mevzilenmiş komünist güçler, komünist lider Ho Şi Minh liderliğinde 1954 yılında Fransızları bozguna uğrattılar. Ülke, yapılan anlaşmalarla komünist kuzey ve Amerikan yanlısı güney olmak üzere ikiye bölündü, arada askerden arındırılmış bir bölge vardı. Kalıcı bir çözüm için ülke çapında seçim sözü verildi ama bu asla gerçekleşmedi. Beş yıl içinde komünistler, güneyde gerilla savaşı başlattılar. 1964 Brinks Hotel bombalı saldırısı sonrası ABD başkanına bombalama seçeneği sunulsa da başkan bunu reddetti, fakat 1965 yılında Kuzey Vietnam devriye botlarının Tonkin Körfezi'nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi 'Maddox'a ateş açmış olmaları gerekçe gösterilerek Amerika da Kuzey'i bombalamaya başladı. Bu saldırı sadece Kuzey'i bombalamak gibi bir avantaj sağlamakla kalmadı, ABD Kongresi'nin, Başkan'a yeni yetkiler veren 'Tonkin Körfezi Kararnamesi'ni onaylamasını da sağladı. Buna göre, Amerikan başkanı saldırganları püskürtecek ve yayılmasını engelleyecek her türlü yetkiyle donatılmış bulunuyordu. Amerika'nın Vietnam Savaşındaki komploları bundan ibaret değildi. Kasım 1963'te Güney Vietnam devlet başkanı Diem askeri bir darbe sırasında öldürüldü. Bu cinayetin ABD istihbarat örgütü CIA tarafından işlendiği iddia edildi. Komünistlerle savaşmak üzere bölgeye yüz binlerce Amerikan askeri gönderildi. Bu, nihayetinde pahalı ve başarısız olacak, sivil huzursuzluğa ve uluslararası şaşkınlığa yol açacak bir süreçti. Amerika Birleşik Devletleri bilhassa domino teorisine dayanarak komünizmin yayılacağı yönündeki Soğuk Savaş kaygısıyla hareket etmişti. Vietnam savaşı çok çetin geçtiği kadar iki tarafın da birbirine acımadığı bir savaş olarak akıllara kazınmıştır. Vietkonglar akla gelebilecek her türlü işkenceyi ele geçirdikleri Amerikan askerlerine yapmaktan geri kalmamış, keza Amerikan askerleri de yakaladıkları Vietkonglar'ı diri diri helikopterle alçaktan (ölümleri geç ve can çekişerek olsun diye) atmışlardır. Toplu halde yapılan işkenceler, insanları canlı canlı yakmalar, biyolojik saldırılar, napalm bombaları, köy baskınları, toplu cinayetler ve yağmalar sıradan hale gelmiştir. ABD'den 19.000 km uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960'lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkartmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun %60'ı savaş karşıtı olmuştur. Ülkenin dağlık orta bölgelerinde bir kasaba olan Buon Ma Thuot'nın ele geçirilişiyle savaşın kaderi değişmiş ve Kuzey Vietnam güçleri iyice güçlenmiş ve moral kazanmış, ve nihayet iki ay sonra 30 Nisan 1975 tarihinde Güney'in başkenti olan, o zamanki adıyla Saygon'a girmiştir. (Saygon artık Vietnam'ının kurucusu Ho Şi Min'in adını taşımaktadır). 'Vietnam Savaşı' uzun ve kanlı bir savaş oldu. Hanoi hükümeti, 21 yıl süren çatışmalarda Kuzey ve Güney'de toplam dört milyon sivil ile bir milyondan fazla komünist savaşçının hayatını kaybettiğini söylemiştir. ABD'nin verilerine göre ise , 220 ile 320 bin Güney Vietnamlı asker ile 60 bin Amerikan askeri öldü ya da kayboldu. Ho Şi Minh anılarında savaş yıllarını ve sonuçlarını şu şekilde anlatır: Vietnam 1,5 milyon yurttaşını ve zehirlenme sonucu topraklarının 3'te birini kaybetmesine rağmen savaştan galip çıktı. Amerikalılar ise bölgede 58 bin ölü bırakırken, savaş sonrası Vietnam'dan ülkelerine dönen askerlerin önemli bir kısmı da intihar ederek yaşamlarına düşman kurşunlarıyla değil de kendi elleri ile son verdiler. Amerika ayrıca savaş boyunca, çoğunluğu uçaksavar ateşiyle düşürülen 10 bine yakın hava aracını yitirdi. Buna karşılık Kuzey Vietnam'ın kaybı 200 civarındaydı. Vietnam Savaşının başlangıcında Çin-Sovyet ilişkilerinin düzeleceği varsayılıyordu. Fakat algı farklılıkları ilişkilerin daha da bozulmasına sebep olmuştur. Sovyet-Çin farklılıklarının derinleşmesi, çok kutupluluğu güçlendirerek yumuşama sürecinin hızlanmasına sebep olmuştur. Böylece, ABD'nin Vietnam'ı bölme planı suya düşerken, Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam 1975 yılında birleştiler. Ekrem Hakkı Ayverdi Ekrem Hakkı Ayverdi (d. 22 Aralık 1899, İstanbul- ö. 24 Nisan 1984, İstanbul), Türk mühendis, mimar, tarihçi, yazar. Türk mimarisine çok sayıda eser kazandırmış ve pek çok eseri de restore etmiştir. Ekrem Hakkı Ayverdi, 22 Aralık 1899'da İstanbul Şehzadebaşı'nda, Kalenderhane Mahallesinde doğdu. İstanbul Fetih Derneği kurucusudur. Kubbealtı Akademisi, İstanbul Enstitütsü, Yahya Kemal Enstitüsü gibi birçok kuruluşta aktif rol aldı. 'Osmanlı Mimarisinin İlk Devri', 'Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri', 'Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri' gibi pek çok kitabın yazarıdır. İstanbul'da, 24 Nisan 1984'de Fatih’teki evinde vefat etmiştir. Yazar Samiha Ayverdi’nin ağabeyidir. Ünlü sanat tarihçisi Profesör Semavi Eyice, Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984) için "Osmanlı devri Türk mimarisini meçhul olmaktan kurtaran adam" diyor. Eyice'nin bu sözle kastettiği; merhum Ayverdi'nin başta İstanbul olmak üzere Bursa ve Edirne'de restore ettiği onlarca tarihi eser olmasa gerek. Asıl kastedilen Ayverdi'nin Türk kültürüne armağan ettiği sekiz ciltlik mimarlık şaheseri olmalı. İlk dört cildi Ertuğrul Gazi'den Fatih Sultan Mehmed döneminin sonuna kadarki eserleri, son dört cildi ise Avrupa'daki Osmanlı eserlerini anlatan bu külliyat, Avrupa ve Anadolu'daki Türk mirasının tapu senetleri olarak adlandırılıyor. Türk sanatı tarihine damgasını vurmuş bir bilim insanı olarak öne çıkan Ekrem Hakkı Ayverdi, sadece eski eserlere hayat veren bir restoratör değil, aynı zamanda geleneksel sanatlara tutkulu bir koleksiyonerdi de. Aristo mantığı Aristo mantığı, MÖ 4. yüzyılda yaşamış olan Yunan filozofu Aristo'nun mantık bilimine ve yorumuna verilen isim. "Organon" isimli kitabı Aristo mantığı ve düşüncesi üzerinedir. Aristo'nun "Organon" adı altında toplanan 6 kitap vardır. Bunlar: Fasulyacıyan Topluluğu Fasulyacıyan Topluluğu, Osmanlı döneminin ilk tiyatro topluluklarındandır. Ermeni aktör Tomas Fasulyacıyan tarafından kurulmuştur. Ahmet Fehim ve Küçük İsmail toplulukta yer alan diğer ünlü isimlerdir. Topluluk, Bursa'da dönemin Osmanlı valisi Ahmet Vefik Paşa himayesinde yerleşik bir salonda oyunlar sergilemiş, bizzat Ahmet Vefik Paşa'nın çevirdiğı veya adapte ettiği Moliere oyunlarını başarıyla sahnelemiştir. Topluluğun Bursa'daki çalışmaları Paşanın valilikten ayrılması ile sona erdi. İhsan Doğramacı İhsan Doğramacı (d. 3 Nisan 1915, Erbil, ö. 25 Şubat 2010, Ankara), Iraklı Türkmen doktor ve akademisyen, ilk YÖK başkanı. 10 Aralık 1981 - 10 Temmuz 1992 tarihleri arasında YÖK Başkanlığı'nda bulunan İhsan Doğramacı, son olarak Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı görevini sürdürmekte iken 25 Şubat 2010 tarihinde vefat etmiştir. Osmanlı Devleti'nde, bugünkü Irak'ın Erbil şehrinde, Kale Mahallesi'nde doğdu. V. Murad zamanında yaşamış olan Doğramacızade Kara Mehmed'in soyundan gelen Doğramacızade Ali Paşa'nın en büyük çocuğudur. İlk öğrenimini Erbil İbtidaiyyesi'nde, orta öğrenimini Beyrut’ta Beyrut Amerikan Üniversitesi'ne bağlı International College'de ( 1932) tamamladı. Üç yıl Bağdat tıp fakültesinde devam ederek sonra İstanbul tıp fakültesinde tamamlayarak 1938’de doktor olarak mezun olmuştur. İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan (1938) sonra ihtisas çalışmalarını Ankara Numune Hastanesi'nde, Harvard Üniversitesi'ne bağlı Boston Children's Hospital ve Washington Üniversitesi'ne bağlı St. Louis Children's Hospital'da sürdürdü.1942 yılında Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın yeğeni,(Irak Başbakanlığı da yapmış olan) Hikmet Süleyman Bey'in kızı Bağdat Amerikan Kız Koleji öğrencisi Ayser Hanım ile tanışır ve evlenirler.Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Doçent (1949) ve Profesör (1954) oldu. Çocuk Sağlığı Enstitüsü'nün, Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi'nin ve Hacettepe Üniversitesi'nin kurulmasında büyük hizmeti geçti. Bu eğitim kuruluşlarında entegre tıp eğitimi sistemini ve öğretim üyelerinin tam gün çalışma düzenini gerçekleştirdi. Ankara Üniversitesi Rektörlüğü (1963-1965), Orta Doğu Teknik Üniversitesi Müteveli Heyet Başkanlığı (1965-1967), Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü (1967 - 1975) görevlerinde bulunan Doğramacı, bundan sonra Paris V Üniversitesi'nde öğretim üyeliğine atandı. 1964-1973 yılları arasında Avrupa Rektörler Konferansı (Standing Conference of Rectors, Presidents and Vice-Chancellors of the European Universities - CRE) yönetim kurulu üyeliği, 1981'den ölümüne kadar Uluslararası Yükseköğretim Konferansı (International Conference on Higher Education - I.C.H.E.) kuruluşunda yönetim kurulu üyeliği, başkanlık ve onursal başkanlık görevlerinde bulunan Doğramacı, bu suretle çeşitli ülkelerin yükseköğretim yönetim sistemlerini yakından inceleme olanağı buldu. Ayrıca Doğramacı Dünya Sağlık Örgütü tarafından Kamerun - Yaounde, Nijerya-İfe, Brezilya-Brasilia ve Kanada-Sherbrooke'da tıp fakültelerinin kurulması ve eğitim programlarının düzenlenmesinde danışmanlık görevlerini yaptı. 10 Aralık 1981 - 10 Temmuz 1992
tarihleri arasında YÖK Başkanlığı'nda bulunan İhsan Doğramacı, Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı görevini yürüttü. İhsan Doğramacı Almanya "Akademie der Naturforscher" Leopoldina, Hindistan National Academy of Medical Sciences, Fransa Académie Nationale de Médecine, Amerika Academy of Pediatrics, Azerbaycan Elmler Akademiyası ile İngiltere Royal College of Physicians'ın asli üyesi ve İngiltere Royal College of Pediatrics and Child Health'ın kurucu üyesidir. Doğramacı, tedavi gördüğü Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde, çoklu organ yetmezliği nedeniyle vefat etti. Naaşı Bilkent Doğramacızade Ali Paşa Camisi'nin bahçesinde hazırlanan anıt mezara defnedildi. `İhsan Doğramacı Barış Vakfı`nın ve Erbil Vakfı'nın kurucusudur. Erbil Vakfın mal varlığı 15 bin ABD Doları ve 18 bin 600 TL olarak belirlendi. Merkezi Ankara olan vakfın kuruluş amacı eğitim, kültür ve sağlık faaliyetlerine destek ve katkıda bulunmak. “Erbil Türkmenleri Listesi”ni Erbil asıllı olan İhsan Doğramacı, Erbil’de kurmuş olduğu İhsan Doğramacı Vakfı aracılığıyla desteklemektedir. Bölgede İhsan Doğramacı Vakfı’nın sağlık, sosyal, eğitim ve kültürel alanda birçok projesi bulunmaktadır. Şu anda Erbil’de vakfa ait birçok okulun yanı sıra bir de hastane bulunmaktadır bunun yanında yine Erbil’de Bilkent Üniversitesi’nin bir fakültesi kurulmaktadır. İhsan Doğramacı en başta 12 Eylül askeri darbesini yapanlarla işbirliği yaptığı için eleştirilir. Türk eğitim hayatına, özellikle de yüksek öğretimin kurumsallaştırılıp batı tarzı bir bilimselliğe kavuşturulmasına büyük katkılarda bulunmuştur. Ancak bunun yanı sıra özgür ve rasyonel üniversite realitesini zayıf düşürmekle de itham edilmiştir. Özellikle de, 12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte temel hak ve özgürlüklere yönelik yasaklamaların üniversite dünyasına taşınmasında manivela işlevi gören YÖK'ün (Yüksek Öğretim Kurumu) gizli mimarlarından biri olduğu iddia edilmiştir. Bu doğrultuda İhsan Doğramacı sol tandanslı hocaların (ki aralarında İdris Küçükömer, Bülent Tanör, Taner Timur, Murat Belge, Faruk Sönmezoğlu gibi isimler de yer almıştır) üniversitelerden uzaklaştırılması, doçentlik ya da profesörlük atamaları gelenlerin atamalarının yıllarca ertelenmesi, yine bıyık-sakal kontrolü yapılarak öğretim üyelerinin akademik kimliklerinin rencide edilmesi, üniversitelerin polis devletin bir uzantısı olarak polis-jandarma üsleri haline getirilmesi, kamu arazisi olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi ormanlığının bir kısmının gayrımeşru yollarla satın alınarak Ankuva Alışveriş Merkezi, Meteksan Holding Yerleşkesi ve Bilkent Konutları'nı inşa etmek üzere tahsis edilmesi gibi pek çok suçlamayla karşılaşmıştır. Üniversitede okumak için harç uygulaması Doğramacı'nın başkan olduğu YÖK tarafından konuldu. Öldürülen gazeteci Uğur Mumcu'nun gündeme taşıdığı olaya göre İhsan Doğramacı “Annenin El Kitabı” adlı eserini, Amerikalı bilim adamı tıp doktoru Benjamin Spock’un "Baby and Child Care" adlı kitabından bire-bir tercüme ettiği halde kendi eseri imiş gibi intihal yapmakla suçlandı. Kendisini eleştiren bir kapak yaptığı için Nokta dergisi hakkında "Bunu yapanları hapse attıracağım, bu yayını yapan şirkete öyle bir tazminat ödettireceğim ki bir daha böyle bir terbiyesizlik yapamayacaklar." demiş ve eleştirildiği için tazminat davası açmıştır. Odense Odense, Danimarka'nın üçüncü büyük şehridir. Nüfusu 150 binden fazladır. Ayrı zamanda Fyn adalarının başkentidir. Ünlü yazar ve şair Hans Christian Andersen, 2 Nisan 1805 günü Odense şehrinde doğmuştur.Odense şehrinin 2010 nüfus sayımına göre nüfusu 166.305 tir. İsmi Odense tanrısı Norse'den gelir. Bölgesi Syddanmark'tır. Ünlü top model Tülin Şahin bu şehirde dünyaya gelmiştir. Juju (anlam ayrımı) Niksar Niksar, 2014 sonu itibarıyla 35.694 ilçe merkez nüfusa, 64.254 toplam nüfusa sahip Orta Karadeniz Bölümünün iç kesiminde yer alan Tokat ilinin bir ilçesidir. Niksar 1891 yılında belediyelik olmuştur. Pers İmparatorluğu’nun sona ermesiyle kurulan Pontus Krallığı döneminde Caberia adıyla anılan Niksar; Sayfiye alanlarına pek çok tapınak, saray ve yerleşim birimi inşa edilmiştir. MÖ 72 yıllarında Romalılarla Pontuslular arasında cereyan eden Mithridat savaşlarının üçüncüsü Niksar’da yapılmış ve şehir Romalıların eline geçmiştir. Romalılar, şehre "Neocaesarea" (Kayser'in yeni şehri) adını vermiş ve Niksar ismi Neocaesarea'dan dönüşmüştür. Niksar, Romalılar döneminde ayrıca "Diospolis", "Sebaste" isimleriyle anılmıştır. 1672 yılında Niksar’a gelen Evliya Çelebi ise Seyahatname’sinde Niksar ismi hakkında uydurulan şöyle bir hikâyeyi nakleder; demektedir. Roma İmparatorluğu'nun MS 395 yılında ikiye bölünmesiyle Niksar, Bizans egemenliğine girmiştir. 11. yüzyılda Türklerin Anadolu’ya yaptıkları akınlarda 1067 yılında Alp Arslan'ın komutanlarından Afşin Bey tarafından fethedilmiş, ancak 1068 yılında tekrar Bizans’ın eline geçmiştir. Malazgirt Meydan Muharebesi sonrasında ise Artuk Bey tarafından fethedilen Niksar, 1073'te tekrar elden çıkmıştır. Niksar’ın asıl fatihi Danişmendli Devleti’nin kurucusu olan Melik Danişmend Gümüştekin Ahmet Gazi olmuştur. Danişmend Gazi fetihten sonra Niksar’ı sahil Rumlarına karşı mücadelede kendisine hem bir üs hem de bu devletin başkenti olarak seçmiştir. Bu dönemde Niksar ilim ve kültür merkezi haline gelmiştir. 1175’te II. Kılıçaslan zamanında Selçuklu topraklarına katılan Niksar, Moğol istilası ile 1341’de önce Eretna Devleti’nin daha sonra da Tacettinoğulları Beyliği’nin hâkimiyetine girmiş ve bu beyliğin merkezi olmuştur. 1387 yılında Niksar’ı ele geçiren Kadı Burhaneddin’in bir savaşta öldürülmesi üzerine bölge halkı Yıldırım Bayezid’tan yardım istemiş ve Yıldırım Beyazıt’ın oğul Süleyman Çelebi 1398’de Niksar’ı Osmanlı topraklarına katmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon seferi, Yavuz ve Kanuni’nin doğu seferleri sırasında uğradıkları tarihi şehir, Osmanlıların son yıllarında Tokat Sancağı’na bağlı bir kaza merkezi olarak varlığını sürdürdü. Tarihi geçmişinin simgesi olarak Roma, Bizans, Selçuklu, Danişmendli ve Osmanlı Devleti’nden kalma pek çok eser hala şehrin tabii bir parçası olarak ayaktadır. İstiklal Savaşı sırasında Rum ve Ermeni çetelerinin baskılarıyla karşılaşan Niksar, diğer taraftan memleketimizi işgal eden düşmanlara karşı, 16 Haziran 1919’da İzmir’in işgalini protesto etmek amacıyla Anadolu’daki ilk mitinglerden birini gerçekleştirerek Cumhuriyetten bugüne kadar varlığını sürdürmektedir. 20 Haziran 1919’da İzmir’in Yunanlar tarafından işgal edilmesi üzerine Tokat’taki ilk miting Niksar’da yapmıştır. Binlerce kişinin katıldığı miting sonunda Redd-i İlhak Cemiyeti Reisi Hacı Mahir Bey’in imzası ile İtilaf Devletleri temsilcilerine aşağıdaki metinle telgraf çekilmiştir. Niksar'ın rakımı ortalama 350 metre olup kuzeyinde Canik Dağları, güneyinde Dönek Dağı ve bu iki dağın arasında ise Niksar Ovası yer almaktadır. Canik Dağları Karadeniz’e paralel uzanan platolarla kaplıdır. Bu platolardan Çamiçi Yaylası yalnız Niksar’ın değil Tokat’ın da en önemli yaylalarındandır. Akarsular bakımından oldukça zengin olan Niksar topraklarını Kelkit Çayı ve bu çayın irili ufaklı kolları sular. Kelkit Çayı’nın suladığı ve taşıdığı alüvyonlarla bereketine bereket kattığı Niksar Ovası, Karadeniz Bölgesi’nin en önemli ovalarından birisidir. Tarım arazisi bakımından elverişli bir ovaya sahip olan ilçenin %53’ü orman ve fundalıklarla, %12’si çayır ve meralarla kaplıdır. İlçe topraklarının %32’si ekilip dikilirken, yalnızca %3’ü tarıma elverişli değildir. Niksar’ın kuzeyindeki yüksek kesimlerde kayın, çam, gürgen, ladin; alçak kesimlerdeki düzlüklerde kavak ve söğüt; ovada otsu bitkiler; vadilerde ise meyvelikler bitki örtüsünü oluşturur. Dağ ve ormanlarda yaşayan başlıca av hayvanları sansar, tavşan, kurt, tilki, vaşak, ayı ve domuzdur. Kuş türleri içinde ise keklik, yaban ördeği ve bıldırcın önemli yer tutar. Niksar’da Orta Karadeniz Bölümü iklimiyle, İç Anadolu İklimi arasında bir geçiş iklimi görülür. Kışlar genellikle ılık ve yağışlı, yazlar sıcak geçer. Her ay yağış alan ilçenin yıllık yağış ortalaması 563 mm, yıllık sıcaklık ortalaması ise 13,9 °C’dir. İlçede ekonomik hayat geniş ölçüde tarıma dayalı olmakla birlikte, son yıllarda sanayide de önemli ölçüde ilerlemeler kaydedilmiştir. Kelkit ırmağının suladığı Niksar ovası tümüyle tarıma ayrılmıştır. Ayrıca Karadeniz ile İç Anadolu arasında bir geçit bölgesinde yer alan ilçede iklim şartları da tarımsal üretime elverişli bir ortam yaratır. Ekime elverişli alanların % 37,8 gibi büyük bir bölümünde tahıl üretimi yapılmaktadır. İlçede tahıl üretimi yapılan alanları sırasıyla meyvelikler, endüstri bitkileri, sebzelikler ve baklagil üretimi yapılan alanlar izlemektedir. İlçede yetiştirilen başlıca tahıllar; buğday, arpa ve mısırdır. Bunun yanında şekerpancarı, tütün, ayçiçeği, patates ve mahlep gibi sanayiye hammadde olan ürünlerde üretilmektedir. İlçede en çok yetiştirilen meyveler; üzüm, elma, kiraz, şeftali ve cevizdir. Cevizin Niksar’da önemli bir yeri vardır. İlçe ekonomisine büyük bir katkı sağlayan ceviz, kırım atölyelerinde içleri çıkarıldıktan sonra genellikle yurtdışına satılmaktadır. Tokat’taki ormanların % 12'si Niksar ilçesi sınırları içerisinde kalır. Niksar’da büyük ölçüde kavak üreticiliği de yapılmaktadır. Çamiçi Yaylası ile yayla turizminin önemli merkezlerinden biri olma yolunda ilerleyen Niksar geçmişte düzenlemiş olduğu Yayla Şenlikleriyle bu konuda önemli adımlar atmıştır. Önceleri daha çok tarıma ve küçük sanayiye dayanan sanayi yapısı günümüzde büyük ölçüde gelişme göstermiş, başta gıda, konfeksiyon, dokuma ve ağaç işleme sanayiinde birçok işyeri kurularak önemli ölçüde istihdam sağlayan teşebbüsler haline gelmiştir. Dünyanın en yumuşak ve içimi en leziz olan Niksar Ayvaz Suyu'nunda ilçe ve ülke ekonomisine büyük bir katkısı vardır. Dolum tesislerinde şişelenen sular yurdun her bölgesine dağıtılmakta ve yurt dışına ihraç edilmektedir. İbrahim Sesigüzel İbrahim Sesigüzel (d. 1950 Balıkesir - ö. 26 Ekim 2003 İstanbul) Tür
k şarkıcı. Norveç'te pedagoji eğitimi aldı. Türkiye'de 1970’li yıllarda 'Benim Balonlarım Vardı' adlı şarkı ile ünlenen Sesigüzel İbo adıyla tanınıyordu. Katıldığı bir yarışma sonucu birinci gelerek 14 yıl boyunca Norveç televizyonu orkestrasında solist olarak görev yaptı. İbrahim Sesigüzel’in müzikle ilk karşılaşması, lise yıllarına dayanır aslında. İlhan Feyman orkestrasında görünür ilk olarak, Daha sonra, Alaaddin Dal ve İstanbul Gelişim Orkestralarında solist olarak arz-ı endam eder. Daha sonra pedagoji eğitimi için gittiği Norveç’de.devam eder solistliğe. İbrahim Sesigüzel’in yeniden Türkiye macerası, ilk olarak, 1968-1969 yıllarına denk gelir. Cüneyt Algür önderliğinde kurulan, Ender Koray, Bilgin Özbay, Recep Harman (solist) oluşan ve Kendilerine Burç Altılısı ismini veren grup daha sonra, gruba, Baterist Güngör Turgal’ın katılımıyla ismini Kontlar olarak değiştirirler. Grubun, ilk solisti olma özelliğine sahiptir, İbrahim Sesigüzel. 1969 yıllarından sonra hep müziğin içinde olmuştur, İbrahim Sesigüzel. Ama daha bildik popüler macerası ise 1977 yılında, basında çıkan bir haberle olur. Haber şöyledir; “Türk şarkıcısı İbrahim Sesigüzel Almanya'da yapılan Eurovision elemelerini Attila Atasoy'un bestesiyle Silver Convention'u geride bırakarak kazandı.” “Buna ilk şaşıranların başında Atilla Atasoy gelir. Çünkü böyle bir şeyden haberi bile yoktur. İşin aslı hemen ortaya çıkar. Çünkü Almanya'da o seneki Eurovision Yarışması için ulusal bir yarışma yapılmamış, doğrudan Silver Convention topluluğuna Almanya'yı temsil görevi verilmiştir.” Bu haber üzerine türlü spekülasyonlar yapılır. Bu haber bir “asparagas”dır. Ama kim ve niye yapmıştır? Birçok kişi, bunun İbo tarafından yapıldığından hemfikirdir. Nasıl ve niye yapıldığı ayrı bir konu olmakla beraber, bu haberin İbo’nun işine yaradığı bir gerçektir. Bu haber sonrası Ajda Pekkan’ın vokalisti olarak görürüz. O dönemde Ajda’yla yaşadığı anlaşmazlıklar daha da “olay adam” yapar İbo’yu. Bütün bu gündemde olma ilk meyvesini verir ve 1977 yılında ilk 45’liğini yayınlar. A Yüzü, Benim Balonlarım Vardı, B Yüzü, Şarkılar Ölmez’dir. Benim Balonlarım Vardı, hemen çok sevilir. Sevimli, göbekli, ama neşeli biri vardır karşımızda. Kocaman göbeğinin yanında kocaman gözlükler takar. Hatta kocaman papyonları bile vardır. Artık şişko, farklı bir şarkıcımız vardır ve biz de onu çok sevmişizdir. Üç kez evlenen Sesigüzel ilk ve ikinci evliliğinden birer kız çocuğu var. Sesigüzel, altı yabancı dil biliyordu. 3 kez Türkiye Eurovision Finallerinde yarışan İbo, 1981'deki "Nerde O Eski Tangolar" şarkısıyla 5., 1986'da Nil Burak'la birlikte söylediği "Yaşa Yaşa" şarkısıyla 3. oldu, 1992'de "Ölüm" şarkısıyla yarıştı. 23 Ekim 2003 günü Edremit'e bağlı Altınoluk beldesindeki yazlığında fenalaşan Edremit Devlet Hastanesi'ne oradan da İstanbul'a götürülen şarkıcı 3 gün sonra kalp damarı tıkanıklığından vefat etti ve vefatının ertesi günü Altınoluk beldesinde toprağa verildi. Georg Cantor Georg Ferdinand Ludwig Philipp Cantor (3 Mart 1845 - 6 Ocak 1918), Alman matematikçi. Kümeler kuramının kurucusudur. Kümeler arasında birebir eşlemenin önemini ortaya koymuş, "sonsuz küme" kavramına matematiksel bir tanım getirmiş ve gerçel sayıların sonsuzluğunun doğal sayıların sonsuzluğundan "daha büyük" olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca kardinal sayı ve ordinal sayı kavramlarını ortaya atmış ve bu sayıların aritmetiğini tanımlamıştır. Cantor'un buluşlarının matematik ve felsefede önemli yeri vardır. Cantor'un "sonsuzötesi sayılar" fikri sezgilerimizle ters düştüğü için, zamanın matematikçileri tarafından yoğun şekilde eleştirilmiştir. Henri Poincaré, Cantor'un fikirlerini "matematiği istila eden korkunç bir hastalık" olarak nitelendirmiş, Leopold Kronecker ise Cantor'u "şarlatan"lıkla suçlamıştır. Cantor'un 1884'ten hayatının sonuna kadar yaşadığı depresyon nöbetlerinin, kısmen bu saldırılardan kaynaklandığı iddia edilmişse de, nöbetlerin asıl sebebi muhtemelen bipolar bozukluktur. Günümüzde, Cantor'un fikirleri matematikçilerin büyük çoğunluğu tarafından doğru kabul edilmekte ve matematik tarihinin en önemli paradigma değişimlerinden biri olarak tanınmaktadır. David Hilbert, "Cantor'un yarattığı cennetten bizi kimse kovamayacaktır" diyerek Cantor'un katkılarının önemini vurgulamıştır. Cantor, 3 Mart 1845'te, Rusya'nın o zamanki başkenti Sankt-Peterburg'da dünyaya geldi. Babası Georg Waldemar Cantor, Danimarka kökenli bir tüccardı ve St. Petersburg borsasında simsarlık yapıyordu. Annesi Maria Anna Cantor ise Avusturya kökenliydi ve yetenekli bir müzisyendi. Babanın sağlığı bozulunca, aile 1856'da Almanya'nın Frankfurt kentine taşındı. Cantor, Darmstadt'ta bir yatılı liseye yazıldı, ve 1860'da buradan yüksek başarıyla mezun oldu. 1862'de ise Zürih Politeknik Enstitüsü'ne (bugün ETH Zürih) girerek matematik okumaya başladı. Bir yıl sonra babası ölünce Almanya'ya döndü ve Berlin Üniversitesi'ne yazıldı. Burada, zamanın büyük matematikçileri Ernst Kummer, Karl Weierstrass ve Leopold Kronecker'den dersler aldı. 1867'de sayılar kuramı üzerine yazdığı tezini sunarak üniversiteden mezun oldu. Bir süre Berlin'deki bir kız okulunda öğretmenlik yaptıktan sonra, 1869'da Halle Üniversitesi'nde doçent olarak çalışmaya başladı. Cantor, Halle Üniversitesi'ndeki meslekdaşı Eduard Heine'nin etkisiyle sayılar kuramından uzaklaşıp analizle ilgilenmeye başladı. 1870'de, bir fonksiyonun birden fazla trigonometrik seri açılımı olamayacağını kanıtlayarak adını duyurdu. Cantor'dan önce, Heine'nin yanı sıra Lejeune Dirichlet, Rudolph Lipschitz ve Bernhard Riemann gibi pek çok matematikçi bu problemle uğraşmış ama sonuca ulaşamamıştı. 1870-72 arasında Cantor trigonometrik serilere ilişkin bir dizi makale yayımladı, ve 1872'de Sıradışı Profesör unvanını kazandı. Aynı sene yazışmaya başladığı meslekdaşı Richard Dedekind, gerçel sayıları "Dedekind kesitleri" olarak tanımladığı meşhur makalesinde, Cantor'un trigonometrik seri makalelerinden birini referans olarak gösterdi. Cantor 1873'te rasyonel sayıların doğal sayılarla birebir eşlenebildiğini, bir başka deyişle rasyonel sayıların sayılabilir sonsuzlukta olduğunu kanıtladı. Aynı yıl, cebirsel sayıların (yani katsayıları tam sayı olan herhangi bir polinomun kökü olarak yazılabilen gerçel sayıların) da sayılabilir olduğunu kanıtladı. 1874'te ise gerçel sayıların tamamının sayılabilir "olmadığını" gösterdi. Böylece gerçel sayıların çok küçük bir kısmının cebirsel olduğu, neredeyse tamamının aşkın sayılar olduğu ortaya çıktı. Cantor bundan sonra, boyut sayıları farklı olan kümelerin, mesela bir birim uzunluğundaki (tek boyutlu) bir doğru parçasıyla bir birimkare alana sahip (iki boyutlu) bir karenin, birebir eşlenip eşlenemeyeceğini araştırmaya başladı. 1877'de bulduğu sonuç oldukça şaşırtıcıydı: Bir birim uzunluğunda bir doğru parçasının üzerindeki noktalar, "p" boyutlu uzayın tüm noktalarıyla birebir eşlenebiliyordu. Arkadaşı Dedekind'e bu sonuçtan bahsederken "Je le vois, mais je ne le crois pas!" ("Görüyorum, ama inanmıyorum!") diye yazdı. 1878'te yazdığı bir makalede, birebir eşleme, sayılabilirlik ve boyut kavramlarına açıklık getirdi. Cantor, kendi fikirlerine açıkça karşı çıkan Kronecker'in muhalefetinden korktuğu için bu makaleyi yayımlanmadan önce geri çekmek istemiş, Dedekind ve Weierstrass'ın desteğiyle bundan vazgeçmişti. 1879 ve 1884 arasında yayımladığı altı makaleyle, kümeler kuramının temellerini attı, "sonsuzötesi" (kardinal ve ordinal) sayılar fikrini anlattı. Bu makaleleri yayımlayan "Mathematische Annalen" dergisinin editörleri, aslında büyük bir cesaret örneği sergiliyorlardı, çünkü Cantor'un fikirleri, Kronecker'un başını çektiği bir grup nüfuzlu matematikçi tarafından şiddetle eleştiriliyor ve hatalı bir düşünce şekli olarak yorumlanıyordu. Bu kuvvetli muhalefetin farkında olan Cantor, makalelerinde eleştirilere uzun uzun cevap vermeye özen gösteriyordu. Mayıs 1884'te ilk ağır depresyon nöbetini geçiren Cantor, birkaç hafta içinde kendini toparladıysa da matematiğe dönmek için yeterli özgüveni bulamadığından, felsefe ve edebiyatla ilgilenmeye başladı. Sonsuzluk ve kümeler hakkında kendi geliştirdiği fikirlerin felsefi ve teolojik sonuçlarıyla ilgileniyor, ve bu konuda pek çok filozofla yazışıyordu. Bu yazışmaların bir kısmını 1888'de yayımladı. Edebiyatta ise Shakespeare'in tiyatro eserlerini inceliyor, bunların aslında Shakespeare değil Francis Bacon tarafından yazıldığını kanıtlamaya çalışıyordu. Shakespeare ve Bacon konusundaki bu garip saplantısından hayatı boyunca vazgeçmeyecek, bu konuyla ilgili araştırmalarını 1896 ve 1897'de iki kitapçık halinde yayımlayacaktı. (Saplantının sebebi büyük ihtimalle bipolar bozukluk idi.) 1890'da, Alman Matematikçiler Cemiyeti'nin ("Deutsche Mathematiker-Vereinigung") kurucularından biri oldu, ve bu cemiyetin 1891'deki ilk toplantısına başkanlık etti. Bu toplantıya, bir türlü iyi geçinemediği Leopold Kronecker'i de davet ettiyse de, karısı bir dağcılık kazasında ciddi şekilde yaralanınca Kronecker toplantıya katılamadı. Bu toplantıda Cantor, yeni kurulan Cemiyet'in ilk başkanı seçildi. Cantor, son önemli makalesini 1895 ve 1897'de iki kısım halinde yayımladı. Bu makalede, kümeler kuramıyla ilgili bugün alışık olduğumuz bazı kavramları (altkümeler gibi) tanımlıyor, kardinal ve ordinal aritmetiği tekrar gözden geçiriyordu. Cantor bu makalesinde süreklilik hipotezinin de bir kanıtını sunmak istemiş, ama çok uğraştığı halde kanıtı bulamamıştı. (Süreklilik hipotezi, eleman sayısı olarak doğal sayılardan büyük, gerçel sayılardan küçük bir kümenin varolmadığını söyler. Kurt Gödel ve Paul Cohen 20. yüzyılda göstermişlerdir ki, geleneksel kümeler kuramı aksiyomlarından yola çıkılarak bu hipotezin doğruluğu da yanlışlığı da kanıtlanamaz.) Aralık 1899'da en küçük oğlunun ani ölümüyle bir kez daha depresyona girdi ve bir daha asla tam anlamıyla toparlanamadı. Pek çok kez işinden izin alıp çeşitli senatoryumlarda tedavi gören Cantor, bu sancılı döneminde de bir taraftan matematikle uğraşmayı bırakmadı. "Deutsche Ma
thematiker-Vereinigung"'un 1903'teki toplantısında, kümeler kuramının paradoksları üzerine bir dizi konuşma yaptı, ve Heidelberg'deki 1904 Uluslararası Matematikçiler Kongresi'ne katıldı. 1911'de İskoçya'daki St. Andrews Üniversitesi'nin 500. kuruluş yıldönümü kutlamalarına davet edilince çok sevindi. Burada, kümeler kuramının yeni yıldızı Bertrand Russell ile tanışmayı umuyordu, ama sağlık problemleri sebebiyle Almanya'ya erken dönmek zorunda kalınca bu umudu gerçekleşmedi. 1912'de St. Andrews Üniversitesi Cantor'a fahri doktora verdi, fakat Cantor yine sağlık problemleri yüzünden İskoçya'ya gidip doktorasını alamadı. Cantor 1913'te emekliye ayrıldı, ve I. Dünya Savaşı koşulları yüzünden fakirlik içinde yaşamaya başladı. 1915'te, Halle'de Cantor'un 70. yaşgünü için planlanan kutlamalar savaş yüzünden iptal edilince Cantor yaşgününü evinde daha mütevazı koşullarda kutladı. Haziran 1917'de tekrar bir senatoryuma giren Cantor, burada 6 Ocak 1918'de (72 yaşında) geçirdiği bir kalp krizi sonucunda hayata gözlerini yumdu ve Halle'deki Giebichenstein Mezarlığı'na gömüldü. Cantor, Ağustos 1874'te kızkardeşinin arkadaşı Vally Guttmann ile evlendi, ve bu evlilikten altı çocuğu oldu. Üniversiteden aldığı maaşın çok düşük olmasına rağmen, babasından kalan miras sayesinde ailesini geçindirebildi. Lucina Lucina, Roma mitolojisinde doğum tanrıçasıdır. Daha sonraları, evlilik, aile ve doğum tanrıçası olan Juno'ya (Yunan mitolojisinde Hera) hitaben kullanılan bir isim olmuştur. Latince ""lux"", ışık kelimesinden türemiştir. Kullanılırken anlamı genelde ""bebekleri ışığa getiren""dir. Zaman zaman bereket ve ay ile ilgili tanrıçalar (Diana vs.) için bir hitabet tarzı olarak kullanılmıştır. Concordia (mitoloji) Concordia, Roma mitolojisinde barış, esenlik, anlaşma ve uyum tanrıçasıdır. Zıddı Discordia'dır. Ona tapılan birçok tapınak mevcuttur, bunlardan en eskisi MÖ 376 tarihinde Marcus Furius Camillus tarafından yaptırılan ve Forum Romanum'da bulunan tapınaktır. Bu tapınak aynı zamanda Roma senatosu için bir toplantı yeri haline gelmiştir, Roma senatosu sık sık burada toplanmıştır. Çoğu zaman bir kâse ve barışın, zenginliğin sembolü olan içinden meyveler fışkıran bir boynuz (cornucopia) ile resmedilmiştir. Dea Dia Dea Dia, Roma mitolojisinde büyüme, gelişmenin tanrıçasıdır. Sıklıkla Ceres (Yunan mitolojisinde Demeter) ile beraber anılır. "Fratres Arvales" diye anılan rahipleri, Mayıs ayında düzenlenen Ambarvalia festivalinde onu anarlar, kutlarlardı. Spes Spes, Roma mitolojisinde umut tanrıçasıdır, umutun tecessümüdür, cismanileşmesidir. "Son tanrıça" olarak anılırdı, bu umudun insana kalan son kaynak, son şans olduğuna bir göndermedir. Forum Holitorium'da ona adanmış bir tapınağı bulunurdu. Genellikle elinde barışı ve bolluğu temsil eden meyve saçan boynuz - "cornucopia" ve bir çiçek ile resmedilmiştir. Yunan mitolojisinde Elpis olarak geçer. Akçe Akçe (), Osmanlı Devleti'nin ilk zamanlarından itibaren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk akçe Bursa'da Orhan Gazi tarafından 1327 yılında bastırılmıştır. Akçe Osmanlı Devleti'nin temel para birimiydi. Bu para biriminde ilk dönemlerde üzerine basılı bir tarih bulunmamasıyla birlikte, padişah I. Bayezid ile birlikte akçeler üzerine tarih basılma uygulamasına geçilmiştir. Bazı kaynaklara göre üç akçe bir paraya eşitti. Yüz yirmi akçe ise bir kuruşa eşitti. 1687’de Osmanlı para sistemindeki akçe birimi kaldırılıp paralar, kuruş usulüne göre basıldı. Bu tarihten sonra akçe adıyla para basılmayıp, sadece hesaplarda kullanılan bir birim haline geldi. Bu kuruşun küsuratı olarak da mangır denilen bakır para bastırıldı. İki mangır bir akçeye geçmek üzere, bir kıyye halis bakırdan 800 mangır para basıldı. 1870'lerde ise kuruş yerini liraya bırakmıştır. İlk sikkesi gümüşten îmâl edildiği için Ak (beyaz, temiz, parlak) para mânâsında akçe denilmiştir. Ak akçe kara gün içindir atasözü de bu paranın beyaz gümüşten îmâl edildiğini ifade ettiği gibi, geçerliliğini de belirtmektedir. İlk zamanlar gümüş para mânâsında kullanılan akçe, on beşinci yüzyıldan sonra umûmî mânâda Osmanlı parası karşılığı olarak kullanılmıştır. Osmanlı para biriminde olan Akçe-i Osmânî adıyla kullanıldığı gibi, padişahların zamanlarına göre değişik isimler almıştır. On beşinci asırdan itibaren para manasında kullanılan akçeye; Lala Yürgüç akçesi, Avarız akçesi, Geçer akçe, Kalp akçe gibi çeşitli adlar verilmiştir. Ayrıca değer düşüşü neticesinde; Züyuf akçe, Kırpık akçe, Kızıl akçe, Çil akçe adlarını da almıştır. Çürük akçe deyimi ile kullanılan para ise bakır sikkeyi ifade etmektedir. Osmanlılara mahsup olan bu para biriminin ilki, doksan ayar gümüşten olup, altı kırat 1,154 gram ağırlığındaydı. Zamanla düşük ayarda ve değişik ağırlıklarda akçeler bastırılmıştır. Umumi olarak bir yüzünde ülkenin inanç sistemini anmak maksadı ile Kelime-i Şahadet ve İslamiyet'in Dört Halifesinin isimleri, arka yüzünde ise dönemin padişahının ismi yer almaktaydı (para üzerinde Osmanlı İmparatorluğu'nun bunalımlı bir devrine tekabülen (Fetret Devri) Timur Han'ın ismi de yer almış, daha sonraları ise Timur'un ismi para üzerinden kaldırılmıştır). Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Selçuklular veya diğer devletler tarafından bastırılan çeşitli paralar kullanılıyordu. İlk Osmanlı sikkesini Osman Gazi bastırmıştır. Bu gümüş para, 15 mm. çapında ve 0.68 gr. ağırlığındaydı. Basıldığı yer ve tarih belli olmayan bu paranın yüzünde ""Darebe Osman Bin Ertuğrul"" ibaresi yer almaktaydı. Elde mevcut olan en eski Osmanlı akçesi, ikinci Osmanlı padişahı Orhan Gazi tarafından bastırılmıştır. Bu akçe 1327 (H. 727) tarihinde Bursa'da bastırılmıştır. Basılan akçenin bir tarafında Kelime-i Şehadet ile etrafında İslamiyet'in Dört Halifesinin isimleri, diğer tarafında ise Orhan bin Osman ve basıldığı yeri gösteren Bursa ismi, altında ise Orhan Gazi'nin beyliğe geçişinin üçüncü senesini işaret eden siyakat rakamı ile üç sayısı ve kenarlarında da paranın basıldığı yıl 727 ile Osmanlıların mensub oldukları Kayı boyunun damgası yer almaktaydı. Orhan Gazi zamanında, tarihsiz ve üzerindeki yazılar geometrik motiflerden müteşekkil bir çerçeve içine alınmış İlhanlı paralarına benzer paralarda basılmıştır. Bu paralar çerçevisiz olup üzerinde, Orhan halledallahü mülkehu ibaresi bulunmaktaydı. Basıldığı yer ve tarih belli olmayan bu akçelerin Orhan Gazi'nin beyliğin idaresini ele aldığı ilk senelere ait olduğu tahmin edilmektedir. Orhan Gazi'den sonra padişah olan I. Murad zamanında gümüş akçeler bastırıldığı gibi, üzerlerinde basılış yeri bulunmayan pul, fels ve mangır özelliğinde bakır paralarda basıldı. I. Bayezid zamanında basılan gümüş ve bakır paralar üzerinde darb yeri olmamasına rağmen tarih mevcuttu. Basılan bu gümüş paraların ayarı %90'dı. I. Bayezid zamanında devletin altın parası bulunmaması sebebiyle, Venediklilerin altın dukası kullanılıyordu. Bir Venedik dukası, kırk akçe değerindeydi. Fetret devrinde Musa Çelebi, Edirne'de kendi adına para bastırmıştır. I. Bayezid'in büyük oğlu Süleyman Çelebi de kendi adına bastırdığı paranın üzerine tuğra koydurmuştur. I. Mehmed zamanında Amasya, Ayaslug (Selçuk), Bursa, Edirne ve Serez şehirlerinde basılmış akçeler vardı. Timur’un Osmanlılar üzerinde hâkimiyet kurmasından sonra, I. Mehmed 1404 (H. 806)’da Bursa’da bastırdığı paralara kendi adıyla birlikte Timur'un da adını bastırmış ve hâkimiyetini tanımıştı. Vezin ve ayar yönünden diğer Osmanlı paralarıyla aynı olan bu paranın bir yüzünde Kelime-i Şahadet, Duribe Bursa 806”, diğer yüzünde ise; “Demûr (Tîmûr) Han Gürgân, Muhammed ibni Bâyezîd Hân halledallahü mülkehû” yazılıydı. On sene sonra Osmanlı birliğini yeniden kurup, istiklâlini kazanınca paralardan Timur’un ismini kaldırdı. I. Mehmed’in zamanına kadar Osmanlı paralarında hiçbir lakab ve ünvân yazılmadığı hâlde o, ilk defa “Sultan” ve “Han” ünvânlarını kullandı. Bastırdığı akçelerin üzerine “Sultân ibni Sultân Muhammed ibni Bâyezîd Han” İbaresini yazdırdı. Ayrıca “Halledallahü mülkehû” ibaresini kaldırıp, son Osmanlı paralarına kadar devam eden “Azze nasruhü” ibaresini yerleştirdi. II. Murad zamanında da Edirne, Bursa, Ayaslug, Bolu, Engüriye (Ankara), Karahisar, Serez, Tire ve Amasya şehirlerinde akçe bastırıldı. Bursa’da bastırılan ve mangır adı verilen paranın üzerinde ikinci Murâd Han’ın isminin altında Osmanlıların Kayı boyundan geldiğini gösteren bir damga vardı. Bu damga sadece Bursa ve Edirne’de basılan paralar üzerinde idi. II. Murad’ın sağlığında pâdişâh olan II. Mehmed (Fatih) tarafından bastırılan akçenin ölçüsü 6 kırattan 5,25 kırata indirildi. II. Murad, ikinci defa tahta geçmek mecburiyetinde kalınca kendi adına 100 dirhem gümüşten 375,5 akçe kestirdi. II. Mehmed babasının vefâtından sonra 1451 (H. 855)’de tekrar Osmanlı pâdişâhı olunca, babası zamanında basılan akçeleri tedavülden kaldırarak; Edirne, Ayaslug, Bursa, Serez, İstanbul, Üsküp, Amasya, Tire ve Novar gibi şehirlerde 5,25 kırat ağırlığında yeni akçeler kestirdi: 1460 (H. 865)’de 4,75 kırat, 1470 (H. 875)’de 4,25 kırat, 1481 (H. 886)’da ise 3,25 kırat ağırlığında akçeler bastırdı. Bütün bu akçelerin ayarı % 90 idi. İstanbul ve Novar’da on akçelik paralar bastırdı. Bu akçelerin ön yüzünde “"Sultân’ül-Berreyn ve Hâkân-ül-Bahreyn es-Sultân İbn-is-Sultân"” ibaresi, diğer yüzünde ise “"Muhammed ibni Murâd Han halledallahü mülkehû duribe fî Kostantiniyye sene 875"” yazılıydı. Ayrıca II. Mehmed zamanına kadar hiç altın para basılmamıştı, 1478 (H. 883)’de sultanî adı verilen altın paralar bastırıldı. Basılan ilk altın paranın bir adedi 3,510 gram ağırlığında olup, 23,5 ayar idi. II. Mehmed zamanında, Osmanlı akçesi’nin küsuratı olarak mangır veya pul denilen bakır paralar da basılmıştı. Bir dirhem bakırdan bir mangır kesilerek sekizi bir akçe kabul ediliyordu. Bu mangırlardan yarım dirhem ağırlığında olanlara yarım mangır; rub’iye (1/4) dirhem ağırlığında olanlara cırık mangır deniliyordu. II. Mehmed’in ölümünden sonra oğlu Cem Sultan, 1481 (H. 886)’da Bursa’ya girdiği zaman, 18 günlük hâkim
iyeti sırasında kendi adına para bastırdı. II. Bayezid zamanında, babasının zamânındakilerden daha noksan olarak 4 kırat, hattâ 3,5 kırat ağırlığında akçeler bastırıldı. Bu zamana kadar akçelerin ayarı 90 olduğu hâlde, onun zamanında 85 ayara düşürüldü. Bu paralar; İstanbul, Amasya, Bursa, Edirne, Gelibolu, Kratova, Kastamonu, Konya, Novar, Serez, Tire, Trabzon ve Üsküp’de bastırıldı. II. Bayezid zamanında çıkarılan bir emirle has altının miskalinin 57 akçe, sultânı ve frengi florisinin 47 akçe, eşrefi (Mısır altını) ve engürüsün (Macar parası) ise 45 akçe üzerinden muamele görmesi kararlaştırıldı. Saltanatının son senelerine doğru ise, akçenin değeri düşürülüp, bir altını 60 akçe değerinde muamele gördürüldü. Aynı devirde on akçelikler de bastırıldı. I. Selim zamanında da İstanbul, Amasya, Edirne, Amid, Bursa, Cezire, Dımaşk, Harput, Mardin, Musul, Mısır, Urfa, Serez, Siirt ve Tire’de para bastırıldı. I. Selim’in bastırdığı akçelerin en ağırı 3,5 kırat olup, bir dirhem gümüş 4,5 akçe ve bir altın da 13 akçe değerinde idi. I. Selim, Mısır’da altın ve gümüş paralardan başka bakır paralar da bastırdı. I. Selim’in, Mısır’da bastırdığı paralar üzerinde sadece Sultan ünvânı olup, bu paralara sultanî veya eşrefi adı verilirdi. Böylece Osmanlı altınları da eşrefi, şerifi adlarıyla anılmaya başlandı. I. Süleyman (Kanuni) zamanında, I. Selim zamanındaki yerlere ilâveten Bağdâd, Belgrad, Canca, Cezayir, Haleb, Koçaniye, Maraş, Modova, Rûha (Urfa), Serborniçe, Siroz, Trablus, Zebit gibi yerlerde para basıldı. Bu devirde basılan akçeler 3,75, 3,50, 2,75, 2,50 kırata kadar düştü. Sonunda yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilerek değişmez bir hâle sokuldu. II. Selim zamanında ilk önce 85 ayarında 100 dirhem gümüşten 525 akçe kesildi. Daha sonra gümüşün ayarı giderek düşürüldü. Her tarafta basılan akçelerin resim ve nakışları aynen korunmuş olup, ölçüleri eksiltilmiştir. Bu devirde hemen hemen evvelkilerin aynı veya iki-üç habbe eksik ağırlıkta altın paralar da bastırıldı. Ayrıca Mısır’da Medîni adlı bir altın para da bastırıldı. Bir Sultanî altını, 41 Medînî altını değerindeydi. II. Selim zamanında ticâretle uğraşan bâzı yahûdîler, akçeleri kırparak paraların bozulmasına sebep oldular. Sonuçta Sokollu Mehmed Paşa, bunun, önüne geçmek için, bâzı tedbirler aldı. Aynı devirde Selîmî adıyla yeni paralar basıldı. II. Selim zamanında bir altın, 60 akçe ve beş akçe bir dirhem gümüş değerindeydi. Altınların ayarı ise, milim hesabı ile binde 993 idi. III. Murad zamanında hat ve nakışları II. Selim zamanındakilerin aynısı olmakla birlikte, ağırlığı daha düşük akçeler bastırıldı. Para düzenindeki ve ekonomik durumdaki bozulmalar sebebiyle daha önce yüz dirhem gümüşten 500 akçe basılırken 800 akçe kesildi. Böylece bir akçe, 3 veya 2,5 kırata kadar düştü ve bir dirhem gümüş, sekiz-on akçe karşılığı muamele gördü. III. Murad’tan îtibâren mağşuş akçelerin ortaya çıkması, devletin para sisteminde değer ölçüsü olan akçenin kıymetini iyice kararsız hâle getirdi. Hattâ yüz dirhemden 2.000 züyuf akçe kesildi. Bir dirhem gümüş 12 akçe, bir altın 120 akçe, 45 akçe olan kuruş 80 akçeye çıktı. Bu devirde Haleb ve Bağdat’da ilk defa olarak tuğralı dirhemler basıldı. Paranın değerinin kararsız hâle gelmesi sebebiyle daha sonra bâzı tedbirler alınıp, bir dirhem gümüşten 8 akçe kesilmesi kararlaştırıldı. Bu akçeler ilk çıkan akçelerin yarısı kadardı. III. Mehmed zamanında bir dirhem gümüşten 8 akçe kesilmesine devam edildi. Bozuk ve züyuf akçeler toplatılıp, akçe değeri yükseltildi. Bu sayede bir altın, 220 akçe değerinden muamele görürken 180 akçe değerinden muamele görmeye başladı. 1600 (H. 1009)’da para sisteminde yapılan bazı düzenlemelerle bir altın 120 akçeye indirildi. Bu devirde altın paraların ağırlık ve ayarında bir değişiklik olmadığı gibi, resim ve nakışlarına da dokunulmadı. I. Ahmed zamanında 1,5 kırat ağırlığında ve ayarı 80 olan akçeler bastırıldı. I. Mustafa zamanında Amid, Haleb ve Mısır’da para basıldı. II. Osman (Genç Osman) zamanında da çeşitli yerlerde para bastırıldı. Bu zamanda basılan akçenin ağırlığı 1,5 kırat olup ayarı 80 idi. I. Mustafa’nın tahttan indirilip yerine II. Osman’ın getirildiği sırada eksik ve ayarı düşük züyuf paralar çoğaldığından akçenin değeri düşmüştü. II. Osman’ın cülûsunu müteâkib basılı paraların ıslâhına ihtiyaç duyulduğundan, eksik ölçülü ve düşük ayarlı paralar toplatılıp, yeni 1,5 kıratlık akçeler bastırıldı. Hatta büyük alışverişlerde kolaylık olmak üzere mevcut akçelerin on adedine müsavi olarak bir dirhem ağırlığında onluk Osmânî paralar bastırıldı. I. Mustafa’nın ikinci defa tahta geçmesinden sonra II. Osman’ın bastırdığı onluklar, ağırlığı eksik olarak bastırıldı. Bu sırada bir altın 150 akçeye yükseldi. IV. Murad zamanında İstanbul, Bağdat, Bursa, Mısır, San’a, Trablus ve Yenişehir gibi yerlerde çeşitli paralar basıldı. Bu devirde basılan akçelerin ağırlığı 1,25 kırat, ayarları 75 idi. Yine İstanbul’da basılan altınlar da öncekilerden bir kırat eksik idi. IV. Murad zamanında zuhur eden harpler ve dört defa cülus bahşişi ödenmesi yüzünden akçenin değeri kalmadığı için, altın 250 akçe değerinden muamele gördü. Buna bir çare olmak üzere, sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tedbir ve teşebbüsüyle beş kırattan biraz daha ağır olan gerçek ayarlı para isimli yeni bir sikke kestirildi. Böylece altının değerinin 120, kuruşun da 80 akçeye düşürülmesi sağlandı. Bu devirde akçenin ağırlığı 1,5 kırat ve on tanesi bir dirhem itibar olunan yeni kesilen paranın ağırlığı ise İki akçeye eşit şekilde ayarlandı. Sultan İbrahim zamanında da çeşitli merkezlerde para bastırıldı. Ayarı iyi olan 1,5 veya 2 kırat noksan altın paralar bastırıldı. Bu devirden itibaren paraların üzerine basılan tuğralarda “"El-Muzaffer dâimâ"” ibaresi konulmaya başlandı. Bu devirde basılan akçeler, züyûf ve mağşuş olduğu için, kuruş 125, altın 250 akçeye çıktı. Bu yüzden piyasada büyük sıkıntılar meydana geldi. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından basılı paraların yeniden ıslahı için bazı tedbirler alındı. 1,25 kırat ağırlığında akçe, bir dirhem ağırlığında onluk ve yarım dirhem ağırlığında 5 akçelik ve para denilen üç akçelik sikkeler basılmak suretiyle kuruş 80, altın 160 akçeye indi. Esedî denilen yabancı kuruşlar 60 akçeye, daha önce 4 akçeye geçen Mısır parası da 2 akçeye düşürüldü. Akçe'nin yerine kullanılan ve ilk kez 1687 yılında Osmanlı padişahı II. Süleyman tarafından bastırılan kuruş saltanat döneminin sonuna kadar kullanılmıştır. IV. Mehmed devrinde de İstanbul, Cezayir, Haleb, Mısır, Trablusgarb ve Tunus gibi şehirlerde paralar bastırıldı. Bu devirde de mâlî sıkıntılar devam ettiği için kuruş 120, esedî 110 akçeye yükseltildi. Piyasadaki mevcûd paralar bâzı kişilerce kırpılarak eksiltildi. Bu paralar esnaf ve sarraflar tarafından tartılarak alınmaya başlandı. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kuruşu 120 akçe, esedîyi 110, parayı 3 akçe değerlerinde sabit tutup diğer kızıl ve kırpık paraları tedavülden kaldırdı. Akçelerin ağırlığı bir kırata ve ayarı da yüzde 50’ye düşürüldü. II. Süleyman zamanında da mâlî sıkıntıların giderilmesi için bâzı tedbirlerin alınması düşünüldü. Piyasada "İbrâhim Çelebi" diye anılan ayarı düşük yaldız altını vardı. Bunlar arasında ayarı yüksek olanlar da görüldü. Ayarı yüksek olanlara çift; düşüklere ise tek damga vuruldu. Damgasız paraların geçerli olmayacağı îlân edildi. 1687 (H. 1099)’da Osmanlı para sistemindeki akçe birimi kaldırılıp paralar, kuruş usûlüne göre basıldı. Bu târihten sonra akçe adıyla para basılmayıp, sadece hesaplarda kullanılan bir birim hâline geldi. Bu kuruşun küsuratı olarak da mangır denilen bakır para bastırıldı. İki mangır bir akçeye geçmek üzere, bir kıyye hâlis bakırdan 800 mangır para basıldı. Bu devirde büyük para olarak altın para da bastırıldı. Kuruş 120, şerîfî altını 270, yaldız altını da 300 akçe değer üzerinden muamele gördü. Daha sonra harp hâlinin zuhur etmesi sebebiyle savaş masraflarını karşılamak için kuruş 160, şerîfî altın 360, yaldız altını 400 ve paranın da 4 akçe değerinde muamele görmesi emredildi. II. Ahmed, 1691 (H. 1102)’de pâdişâh olunca, İstanbul, Hanca, Mısır gibi yerlerde para bastırdı. Bu sırada mangır denilen bakır paralar geçmez oldu ve piyasadan kaldırıldı. Bu sene içinde esedî 150, altın 335, frengi altını 375 mangıra çıktı. Yine altın ve kuruşa yeni değer konuldu. II. Ahmed zamanında basılan kuruş ve altınların ağırlığı ve ayarı, kardeşi II. Süleyman zamanında basılanlar ile aynıydı. II. Mustafa, 1695 (H. 1106)’da pâdişâh olunca İstanbul, Edirne, Erzurum, İzmir, Mısır, Trablusgarb gibi yerlerde para bastırdı. 1696 (H. 1107)’de sefer masraflarının çokluğu ve sefer müddetinin uzaması sebebiyle, o zamana kadar 3 akçeye geçen paranın 4 akçeye geçmesi kararlaştırıldı. Ayrıca piyasadaki yabancı devlet paralarını ortadan kaldırmak için yabancı kuruş ve zoltalar toplatılıp üzerlerindeki latin harf ve ibareler silinerek, bir yüzlerine “Sultân-ül-Berreyn” ve diğer yüzüne de kesim yeri ve târihi yazıldı. III. Ahmed zamanında da İstanbul’da 70, Mısır’da 60 ayarında ve ağırlığı eksik gümüş paralar bastırıldı. Bâzıları bu farklı durumdan istifâde ederek Mısır parasıyla İstanbul parasını değiştirmeye başladılar. Bunun üzerine hükümet, halkın elinde bulunan paraları toplattı. 1715 (H. 1128)’de Cedîd Zer-i İstanbul adlı para basıldı. Bunların yüz tanesi 110 dirhem olup, kenarı zincirli ve dâiresinin etrafı nakışlı idi. Bir yüzüne tuğra, diğer yüzüne de “"Duribe fî İslâmbol"” yazılı idi. Üç kuruşa denk gelen bu paralar, Mısır’da funduk diye anıldı. III. Ahmed zamanında İstanbul ve Mısır”‘da basılan tuğralı eşrefî altınları, II. Mustafa devrindeki altınlara benzemekteydi. Ayrıca bu devirde II. Mustafa devrinde iki altınlık eşrefî altınlarına ilâveten üçlük, dörtlük, beşlik, onluk altınlar da basıldı. 1725 (H. 1138)’de Tebriz, Tiflis ve Revan gibi şehirlerde darbhaneler açılarak para basıldı. I. Mahmud tarafından çeşitli merkezlerde 970 ayarında cedîd İstanbulî veya funduk ve 952 ayarında zer-i mahbub denilen şekil ve ağı
rlıkları eskileriyle aynı olan altın paraların yanında cedîd İstanbulî altınlarının yarısı olan nufîye ve 1, 5, 2, 3 ve 5 altınlık sikkeler de basılmıştır. III. Osman devrinde, I. Mahmud’un zamanındaki gibi paralar basıldı. Üzerinde İstanbul, Cezâyir, Mısır v.s. şehir adları bulunan bu paralardan büyük beşibirlikler çıkarıldı. III. Mustafa devrinde basılan altın ve gümüş paralar ayrı bir hususiyet taşır. Bu paralarda basıldığı seneler yazılıdır. Ayrıca 1760 (H. 1174)’de bu paraların üzerinden Kostantiniyye ibaresi kaldırılıp islâmbol yazıldı. 1770 (H. 1184) senesinde altın piyasadan çekilince, fiyatlarda bir yükselme görüldü. Altınların piyasaya çıkarılması gayesi ile diğer paralara zam yapıldı. Böylece daha önce 110 para değerinden muamele gören zer-i mahbub 120 paraya, 155 para kıymetindeki zer-i funduk 165 paraya yükseltildi. Yine bu devirde ilk olarak 60 para değerinde çifte zolta basıldı. I. Abdülhamid zamanında da üzerinde; İslâmbol, Dâr-üs-saltanat el-âliyye, Cezâyir, Mısır, Trablusgarb, Tunus gibi yer adları bulunan altın paralar basıldı. Bu devirde 9 dirhem ağırlığında 60’lık yâni çifte zolta ve 30 paralık tek zolta, bir kuruşluk, ikilikler (çifte kuruş) 20, 10 ve 1 paralık sikkeler, ayrıca 36 mm. çapında büyük bakır paralar basıldı. III. Selim devrinde de belli merkezlerde çeşitli paralar basıldı. IV. Mustafa'nın kısa süren saltanatı sırasında İstanbul, Cezâyir ve Mısır gibi yerlerde ayarları düşük ve ağırlıkları eksik olan çeşitli paralar basıldı. II. Mahmud devrinde de üzerlerinde; tekrar Kostantiniyye, Dâr-ül-hilâfet-ül-âliyye, Dâr-ül-hilâfet-is-sâniye, Edirne, Bağdat, Cezayir, Mısır, Trablusgarb, Tunus gibi yer adları bulunan paralar bastırıldı. 1809 (H. 1224)’de piyasada altının kıymeti diğer paralara göre biraz arttığı için, darbhânede altın eski fiyattan muamele görünce, devlet zarara uğradı. Bu sebeple, mevcut paralara yeni kıymetler konuldu. Ayrıca altın fiyatları çeşitli rayiçlere göre değerlendi. II. Mahmud’un cülûsunun on, yedinci senesinde 60 paralık yeni sikkeler bastırıldı. 1833 (H. 1249)’da 240 para kıymetinde 6’lık yâni 6 kuruş ve kısımları çıkarıldı. I. Abdülmecid zamanında da çeşitli merkezlerde sikke kesildi. Bu pâdişâh zamanında para sisteminde ıslâhat yapılıp, altında, İngilizlerin 22 ayarı esas kabul edildi. Sikke ayarlarında yeni değişiklikler yapıldı ve ilk defa kâğıt para çıkarıldı ise de sonra vazgeçildi. 1843 (H. 1259)’da 100 kuruşluk yeni bir liralıklar basıldı. 1844 (H. 1260)’da on kuruş kıymetindeki mecidiye ve 5 kuruş kıymetinde yarım mecidiye bastırıldı. 1845 (H. 1261)’de 1 kuruş, 1847 (H. 1264)’de gümüş 20 paralık basılarak piyasaya çıkarıldı ve 50 kuruş kıymetinde yarım liralıklar bastırıldı. 1851 (H. 1268)’de ikinci defa kâğıt para çıkarıldı. İlk zamanlar 50 kuruşluklardan küçük altın para bastırılmamaya karar verildiyse de, 1854 (H. 1271)’de 25 kuruşluk çeyrek altın liralar basıldı. 1855 (H. 1272)’de 500 kuruşluklar (beşibirlik) ile 250 kuruşluklar yani 2,5’luk altın basıldı. Ayrıca bakırdan 40, 20, 10, 5 paralıklar çıkarıldı. Sultan Abdülaziz zamanında çeşitli merkezlerde 500, 250’lik 100, 50, 25 kuruşluk altın, ayrıca gümüş paralar basılırken, 1862 (H. 1279) senesinde Osmanlı târihinde üçüncü defa kâğıt paralar bastırıldı. Ayrıca kâime denilen 10, 20, 50 ve 100 kuruşluk paralar bastırıldı. Bu durum kâğıt paranın büyük ölçüde değer kaybetmesine sebep oldu. Altın fiyatları yükseldi. Bir müddet sonra kâğıt para kullanımından vazgeçildi. Para istikrarının temini için İngiltere’den 8 milyon sterlin borç alındı. V. Murad’ın kısa süren saltanatı döneminde de çeşitli merkezlerde para bastırıldı. İstanbul’da basılan altınlarda tuğranın biraz yukarısında ayyıldız, Mısır’da basılan altınların tuğrasının yanında ise bir çiçek dalı vardı. Onun zamanında 100, 50, 25 kuruşluk altın paralar bastırıldı. Aynı zamanda 20, 5 ve 1 kuruşluk gümüş paralar da bastırıldı. II. Abdülhamid devrinde de, mecidiye, 10, 5, 2, 1 kuruşluk ve 20’lik basıldı. 1877 (H. 1294)’de Osmanlı Bankası hesabına dördüncü defa kâğıt para bastırıldı. 1879 (H. 1296) senesinden sonra ise, mecidiye bastırılmadı. 22 ayarda 500, 250, 100, 50 ve 25’lik altın paralar bastırıldı. Ayrıca 500, 250, 100, 50, 25 ve 12,5’luk ziynet altınları çıkarıldı. 1898 (H. 1316) senesinde, terkibinde % 10 gümüş ve bakırla karışık 10 ve 5 paralık ile halk arasında metelik denilen karışık paralar basıldı. V. Mehmed (Reşad) zamanında İstanbul, Bursa, Edirne, Kosova, Manastır, Selanik gibi şehirlerde çeşitli paralar basıldı. Osmanlı parasının ıslâhı için bâzı çalışmalar yapıldı 1913 (H. 26 Mart 1332) târihinde Tevhid-i Meskukat Kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre bütün paraların temel ölçüsünün altın olması ve para biriminin kuruş olması kararlaştırıldı. Para birimi olan ve altın makamına geçen ve 40 para îtibâr olunan kâime denilen nikel kuruşlar basıldı. Kuruşun parçaları olan 20, 10 ve 5 paralıklar nikelden; 2, 5, 10 ve 20 kuruşluk paralar gümüşten; 25, 50, 250, 500 kuruşluk paralar altından bastırıldı. Bu devirde basılan gümüş paralar üzerine de, altın paralar üzerinde olduğu gibi pâdişâhın tuğrasının sağ tarafında cülûsunun yedinci senesine kadar "Reşad" ve ondan sonrakilerde "El-Gâzî" unvanı vardı. Bu devirde 10, 40, 5 para olmak üzere nikel meskukât bastırıldı. VI. Mehmed (Vahideddîn) zamanında 22 ayar altından, V. Mehmed devrinde basılan paralara benzeyen, tuğranın sağ tarafında herhangi bir yazı veya çiçek bulunmayan paralar basıldı. Bu uygulama, gümüş paralar için de aynı idi. Bu devirde 500, 250, 50, 25 kuruşluk altın paralar basıldı. 500, 250, 100, 50, 25 ve 12,5’luk ziynet altınları; ayrıca yine bu devirde 20, 10, 5, 2 kuruşluklar da basıldı. % 75 bakır ve % 25 nikel karışımından 40 paralıklar basıldı. Osmanlı Devleti zamanında basılan altın ve gümüş paralar, cumhuriyet döneminde bir müddet yeni çıkan paralarla birlikte kullanıldı. Altın paralar ise, halen tedavülde bulunmaktadır. Zaman içerisinde akçe ile ilgili çeşitli deyim ve tabirler ortaya çıkmıştır: Kuruştan önce Osmanlı para birimi olarak kullanılan para Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa basılan akçelere bu devletin kurucusunun adına izafeten Osmanî ismi verilirdi. Bu paranın millî ve hususi bir unvanla anılması aynı zamanda saltanat hükumetinin teşekkül ettiğine dair bir işaretti. Yavuz Selim’in saltanatının sonuna kadar Osmânî adı kullanıldı. Fakat devlet memurlarına verilecek maaşların tayin ve tahsisinde akçe tâbiri kullanılınca, bu isim kullanılmaz oldu. Fakat Akçe-i Osmânî tâbiri çok yaygın kullanıldı. Bir müddet sadece akçe tâbiri kullanıldıysa da, II. Osman devrinde yeniden on akçelik Osmânî paralar bastırıldığı için tekrar kullanılmaya başlandı. Eski akçe, dirhemin dörtte biri olduğu hâlde, on akçelik para bir dirhem idi. Bundan sonraki devirlerde de, Osmanlı altınına özel olarak Osmânî denildi. Sarrafların ve resmi dairelerdeki veznedarların üzerinde para saydıkları tahtanın adıdır. İki ucu açık, kenarlı ve ucuna doğru darlaşıp oluk halinde uzun bir tahtadır. Geniş tarafında sayılan para oluk kısmından dökülürdü. Bazı akçe tahtaları üzerinde sayılan paraların, sayılmayan paralarla karışmaması için ayrı bir kısım bulunur.Akçeleri sayacak olan kişi akçeleri geniş kısma yığar, dar olan boğaza doğru sayımı yapar ve kenarı olmayan dar olan boğazdan akçeleri, keseye, eline veya akçeyi vereceği kişinin eline düşürür. Bazı minyatürlerde akçe tahtalarına rastlamak mümkündür, yine Nasreddin Hoca'nın "Gölge Kadısı" isimli fıkrasında "Akçe tahtası" geçmektedir. 2014 yılının Aralık ayında Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonunda Osmanlı döneminden kalma bir adet akçe tahtası eklenmiştir. Çeşitli devletlerin paralarını veya bir devletin çeşitli paralarını değiştiren sarrafların, iki paranın değişimi neticesinde hasıl olan farka verilen isim. Ayrıca, devlet tarafından iki paranın değişimi neticesinde hazineye gelir kaydedilmek üzere alınan farka da bu ad verilirdi. Devlet hazinesi vaktiyle bir altın, yüz; mecidiye, on dokuz kuruştan alınır; altın, yüz iki buçuk; mecidiye de yirmi kuruşa satılırdı. Alışla satış arasında görülen fark, devlet kayıtlarında akçe farkı adıyla gelir olarak gösterilirdi. Tanzimattan önce belli vergi ve resimlerden başka sulh zamanında devlet harcamalarındaki açıkları kapatmak için, imâdiyye-i hazâriyye ve harp zamanında harp için gereken paraları bulmak için imâdiyye-i seferiyye ve iâne-i cihâdiyye adı altında umumi olarak tekâlif-i örfîyye denilen bir takım vergiler alınırdı. Bazen de bunların yetmeyeceği dikkate alınarak iç borçlanma yoluna gidilirdi. Bu şekildeki borçlanma karşılığı olarak re’sül-mâl, güzeşte ve akçe başı adıyla akçe farkına benzer bir fark ödenirdi. Buna akçe başı adı verilirdi. Sikke tecdîdi, sikke tağşişi, sikke tashîhi tâbirlerini de akçe tarihiyle yakından ilgilidir; Osmanlı pâdişâhları tahta geçer geçmez ilk iş olarak kendi adlarına hutbe okuturlar ve para bastırırlardı. Sultan, kendi adına bastırdığı yeni akçeleri tedavüle çıkardığında, kendinden önceki padişahın bastırdığı paraların tedavülünü yasaklardı. Bunun üzerine tedavülde bulunan eski paralar ya hurda gümüş olarak veya devletçe tespit edilen bir nisbette yeni akçeyle değiştirilirdi. Ancak yasak uygulaması bazen pek katı olmazdı. Eski akçe sahiplerine değeri kadar yeni akçe verilirdi. Sikke tecdîdi ve eski akçe yasağı hazîneye darb hakkı ve darb ücretinden ileri gelen bir gelir sağlardı. Darphaneler ne kadar fazla gümüş işlerse, bu gelir o kadar artardı. Bazen sikke tecdîdiyle birlikte paranın ağırlığı da düşürülerek tağşiş edilir, böylece küçük çapta bir devalüasyon yapılırdı. Bazen sikke tecdîdi sebebiyle yeniçeriler ayaklanırlardı. Akçenin ayar ve ağırlığını düşürülmesidir. Hükümetin kararıyla yapılan sikke tağşîşi, sikke tecdidinin bir kısmıdır. Bazen darphanelerin emirsiz ve izinsiz olarak da sikke tağşişine gittikleri ve paraların ağırlıklarından çaldıkları görülürdü. Bu yüzden padişahın emriyle pek çok darphane kapatılırdı. Resmî veya gayr-i resmî akçe tağşişleri, piyasada sıkıntıya sebep olduğu, savaş veya başka bir sebeple acele tedbir alınmadığ
ı zamanlarda akçe kırpıcılığı zuhur ederdi. Bunu çoğu zaman sarraflıkla uğraşan gayrimüslimler, özellikle Yahudiler paraların kenarını kırparak gümüşünü çalarlardı. Bu kargaşalığa son vermek için pâdişâhlar, sikke tecdidinde yaptıklarını sikke tashîhi adıyla yaparlardı. Sikke tashihinde yeni akçeler ya eski ayar ve ağırlıkta veya bir mikdâr ağırlığı düşürülerek tedavüle çıkarılırdı. Gerek sikke tecdidi, gerek sikke tağşîşi ve gerekse sikke tashîhi suretiyle yapılan akçe ayarlamaları neticesinde eşya fiyatları arttığı gibi, altın paraların rayiçleri de yükselirdi. Bu sebeple önemli para ayarlamaları yapıldığında eşya fiyatları yeniden tespit edilir ve umumi narh cetvelleri yayınlanırdı. 1584 ayarlamasından sonra Koca Sinan Paşa, böyle bir narh listesi çıkartmıştır. 1600’de bu liste üzerinde değişiklik yapılmış, 1641 sikke tashihinde yeni bir narh listesi düzenlenmiştir. Akçe-i büzürg veya Gümüş-i Sultaniye, ilk olarak 1470 (hicri 875) yılında II. Mehmed döneminde basılmış olan yaklaşık 9 gram ağırlığında ve 10 akçe değerindeki gümüş paradır. Tunus Tunus Cumhuriyeti () kısaca Tunus (), Kuzey Afrika'da, Akdeniz'e kıyısı olan bir Arap İslam ülkesidir. Kurucusu Habib Burgiba'dır. Batısında Cezayir, doğusunda Libya ve Akdeniz, Kuzeyinde de Akdeniz yer alır. Ülkenin güney kısmını Büyük Sahra Çölü kaplar. Kuzey Afrika'da bulunan Tunus, Mağrip Bölgesi'nin en küçük ülkesidir. Sicilya Boğazı ile Avrupa kıtasından ayrılan Tunus, Avrupa'ya 140 km uzaklıktadır. Dağlar kıyıya paralel uzanmaktadır. Ülkenin güneyinde birçok mevsimsel sığ gölü ve büyük tuz gölleri vardır. Tunus'un Cezayir ile 965 km, Libya ile 495 km sınırı vardır. Tunus, Fenike kökenli Kartaca Uygarlığıyla anılır. Kartacalılar, Sicilya ve İspanya'ya kadar koloniler kurmuşlardır. Yeni kurulmakta olan Roma İmparatorluğu için ilk gerçek tehdit olmuşlardır. Ama Pön Savaşları sonucu yenilip Tunus'tan sürülmüşlerdir. Roma egemenliğinde Afrika Eyaleti olarak yönetilmiştir. Başşehir Tunus 1574 yılına kadar tekrar Hafsi Hanedanlığının elinde kaldı. Bu arada Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut Reis 1556’da Gafsa’yı, 1558’de Kayrevan’ı ele geçirdiler. Tunus’un doğu ve güney sahilleri Türklerin eline geçti. Cerbe Adası deniz üssü olarak kullanıldı. Barbaros Hayreddin Paşa, İspanya’daki Endülüslü Müslümanlardan 100.000 kadarını kurtararak Kuzey Afrika’ya getirdi. Nihayet 1574’te Uluç Ali Reis ile Sinan Paşa, Tunus şehrini (Halkul-Vad Kalesini), ele geçirmek suretiyle bütün Tunus, Osmanlı Devletinin bir eyaleti haline geldi. 1881'de Fransa ile yapılan Bardo antlaşması ile bu ülkenin himayesine girmiştir. 1956'da Fransa'dan bağımsızlığını kazanan Tunus 1957 ile 1969 arası başbakanlık makamını kaldırmıştır. Tunus'ta halkın pahalılık isyanı 23 yıllık lideri devirdi. Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali Tunus'u terketti. Bazı akrabaları tutuklandı. Bin Ali'nin Suudi Arabistan'da olduğu doğrulandı. Ülkede etkili Müslüman birliklerinin çağrısıyla düzenlenen gösteride, Başbakan Samir Rifai'nin hükümetinin devrilmesi çağrısı yapıldı. Tunus, Arap Baharının ardından çok partili demokrasiye geçen ilk ülkedir. 23 Ekim 2011 tarihinde ilk seçimi En Nahda'nın kazanmasını ardından ülkede rejim tartışmaları başladı. Tunus halkı, İslamcıların yapısal değişiklik girişimlerine karşı yoğun sokak gösterileri düzenledi. En Nahda, diğer Arap ülkelerine göre daha eğitimli bir nüfusa, güçlü bir orta sınıfa ve sendikalara sahip olan Tunus'ta 2011 seçimlerini kazanmasına rağmen iktidarın tamamını elde edemedi. Şeriat hükümlerini anayasaya aktarma kararı alındığında da büyük bir dirençle karşılaştı. Tepkiler, düzenlenen suikastler, En Nahda'nın iktidardan adım adım çekilmesine neden oldu. Şubat 2013'te ülkenin önemli solcu liderlerinden Şükrü Belayi'nin öldürülmesi üzerine hükümet düştü ve Enahda başbakanlığın kendisinde kalması şartıyla bir teknokratlar hükümeti kurmayı kabul etti. Temmuz 2013'te yine muhalif bir lider olan Muhammed Brahmi'nin öldürülmesi üzerine bu hükümet de düştü ve En Nahda iktidarı teknokrat hükümete devretmek durumunda kaldı. Seçim barajı olmaması ve laik kesimin çok parçalı olması nedeniyle En Nahda yine iktidar adayı olarak önde geliyordu. Fakat 26 Ekim 2014 seçimlerinde Nida %37.6 ile ilk sırayı alarak hükümet kurma yetkisini alırken, En Nahda %27.8'de kaldı. Ardından ikinci turu 21 Aralık 2014 tarihinde yapılan ve En Nahda'nın aday çıkartmadığı Cumhurbaşkanlığı seçimini yine Nida Tunus Partisinden El Bacı Kaid El Sebsi %55.7 ile kazandı. Tunus halkının %99 kadarı Müslüman'dır ve Arapça konuşur. Ülkenin güneyinde yaşayanlar Berberice konuşur. Bu kesim Müslüman nüfusun %1'i kadardır. Ülkedeki yabancılar genellikle Fransız veya İtalyan'dır. Tunus genel olarak bir tarım ülkesidir. Ülke topraklarının %55'i tarıma elverişlidir. Ancak bu alanın % 35'i ekilebilir topraklardan oluşmaktadır. Tunus, zeytincilikte dünyadaki ilk 10 ülkeden biridir. Sanayi faaliyetleri pek gelişmemiştir. Ancak deri, kâğıt, gıda, elişi gibi hafif sanayi kollarının önemli etkinliği vardır. Bunun yanı sıra, petrol, selüloz, çelik, elektrikli ev aletleri üretimi de bulunmaktadır. Ülkede son yıllarda gelişen turizm olgusu, bu alanda yatırımların artmasına neden olmuştur. Bu yüzden de, ülkeye gelen turist sayısında önemli artışlar yaşanmıştır. Karl Weierstrass Karl Theodor Wilhelm Weierstraß (31 Ekim 1815, Ostenfelde Münster - 19 Şubat 1897, Berlin), Alman öğretmen ve matematikçi. Meslek yaşamına Münster'de, Deutsch-Krone'de ve Braunsberg'te ilkokul öğretmeni olarak başladı, daha sonra 1856'da Berlin Meslek Enstitüsü'nde çalıştı, 1864'te de Berlin Üniversitesi matematik profersörlüğüne atandı ve ölümüne dek ders verdi. Derslerinde, çözümlemenin yeniden doğmasına önemli katkılarda bulundu ve bütün bir matematikçiler kuşağı üzerinde çok büyük bir etki yarattı. Kummer ile birlikte Almanya'daki ilk matematik seminerini düzenledi. Bolzano, Abel ve Cauchy'nin başlattığı matematiği kurallar bağlama çabasını daha da ileri götürerek bir sayı dizisinin limiti, sürekli değişken vb. kavramlarına ilişkin henüz yeterince açık olmayan formülleştirmeleri aritmetik eşitsizlikler biçiminde ifade etti ve böylece matematikte sezginin rolünü daha da azalttı. Bu kavramları iyice irdeleyerek sürekli ve hiçbir noktasında türevi alınamayan bir fonksiyonun kurulması problemini ortaya attı. Bu fonksiyonu düzgün yakınsak sonsuz bir seriyle tanımladı. Çözümlemeyi aritmetiğe dayandırmak istedi ve aritmetiğin mantık temelinden yoksun oluşunu gidermek için bir gerçek sayılar kuramı geliştirdi. Karmaşık analizin geliştirilmesine büyük katkıda bulundu. Yaklaşımı yereldi: tam serileri yakınsaklık çemberleri içinde inceledi ve analitik uzantı yönteminin yardımıyla fonksiyonların değerini varlık alanlarının her noktasında elde etti. Analitik fonksiyonlara karşı ilgisi, eliptik fonksiyonları incelerken doğdu ve bu yolla temel hedefine ulaştı; Abel integralleri'ne ve onların ters fonksiyonlarına, Abel fonksiyonları'na ilişkin genel bir kuram geliştirdi. Çalışmalarının büyük bir bölümünü yayımlamayan ve derslerinde açıklamakla yetinen Weierstrass, Gauss ve Riemann'dan sonra 19. yüzyılda yaşamış üçüncü büyük Alman matematikçi olarak anılmaktadır. 31 Ekim 1815'de Karl doğdugunda, babası Wilhelm Weierstrass (1790-1869) Ennigerloh'a baglı Ostenfeld belediyesinde memurdu. Karl'ın doğumundan az sonra, aile babanın gümrük memuru olduğu Vestfalya'nın Westernkotten bölgesine yerleşti. Weierstrass, çocukluk yıllarının en mesut günlerini burada geçirdi. Karl'ın 1904 yılında ölen Peter adlı bir erkek kardeşi ile Clara (1823-1896) ve Elise (1826-1898) adında iki kız kardeşi vardı. Anneleri, Elise'nin doğumundan biraz sonra, 1826 yılında öldü. Babaları ertesi yıl yeniden evlendi. Bu nedenle, Karl'ın annesi Teodora Forst hakkında pek az şey biliyoruz. Karl'ın üvey annesi ev kadınıydı ve çocukların zihni gelişmesinde pek etkisi olmadı. Diğer yandan baba pozitif bir idealist ve kültürlü bir adamdı. Hayatının son on yılını Berlin'de ünlü olan oğlunun evinde, iki kızı ile birlikte rahatlık içinde geçirdi. Çocuklarından hiçbiri evlenmedi. Bir ara evliliğe heveslenmiş olan Peter'i babası ile kız kardeşleri bu düşüncesinden vazgeçirdiler. Babanın sertliği, otoritesi ve inadı, aile içinde geçimsizliklere neden oluyordu. Baba Weierstrass, ufak oğluna kırk yaşına kadar öğüt vermeye ve işlerine karışmaya devam etti, Karl'ı da, parlak yeteneklerini dikkate almadan ona uygun olmayan bir mesleğe zorladı. Karl, Bonn Üniversitesine hukuk okumak üzere gitti. Ancak sevmediği bu okulda kendini içkiye ve düellolara verdi. 4 yıllık hukuk eğitiminin sonunda diploma alamadan geri döndü. Fakat düello ve içki alemleri arasında matematikle ilgilendi. Laplace'ın Gök Mekaniğini inceledi. Diferansiyel denklem sistemlerini okudu. Karl, yöredeki Münster Akademisine, meslek öğretmenliği sınavlarına kendi kendine hazırlandı. Kendini matematiğe verdi. 22 Mayısta Münster Akademisine girdi. Christophe Gudermann (1798-1852) öğretmen olarak bu Akademide bulunuyordu. 1839 yıllarında, Gudermann eliptik fonksiyonlar meraklısıydı. Carl Gustav Jacob Jacobi, 1819 yılında ""Fundamenta Nova"" sını yayınlamıştı. Gudermann yıllarını kuvvet serilerine verdi. Fakat, istediği sonucu alamadı. Bu sonuçları almak ancak Weierstrass'a nasip oldu. Weierstrass, Münster Gymnasium'unda stajını bitirdikten sonra, analitik fonksiyonlar üzerine bir çalışma yaptı. Cauchy İntegral Teoremine ayrı bir yoldan yaklaştı. Cauchy'nin çalışmasını ancak 1842 yılında haber aldı. Aynı yolda bir çalışmayı Gauss 1811 yılında bitirmiş ve gizli tutmuştu. Weierstrass, yirmi altı yaşında orta öğretimde öğretmenliğe başlamıştır. Matematik ve fizik dışında, küçük çocuklara, Almanca, coğrafya ve yazı öğretiyordu. 1845 yılında bu derslere bir de beden eğitimi dersleri eklendi. Hayatının en verimli on beş yılını öğretmenlik yaparak geçirmiştir. Weierstrass 1842-1843 yıllarında küçük Deutsch-Krone kasabasında sonraki yıllarda yayınlayacagı Kompleks fonksiyonlar teorisi üzerine çalıstı. Bu çalışma, 1828'den bugüne kada
r yayınlanan ""Journal für die reine und angewandte Mathematik"" (Crelle's Journal olarak da bilinir) adlı matematik dergisinde ancak on dört yıl sonra, 1856'da, yayınlanmıştır. Crelle'nin, bu çalışmadan sonra Weierstrass'ı övdüğünü görüyoruz. Weierstrass, büyük eserinin temelini de bu küçük Deutsch-Krone kasabasında atmıştır. Bu eserinde, Abel teoreminden ve Jacobi'nin keşfi olan çok değişkenli, çok katlı ve devirli fonksiyonlardan başlayarak, Abel'in ve Jacobi'nin eserlerini tamamlamayı düşünüyordu. Çünkü, Abel genç yaşta ölmüştü Jacobi de çalışmalarının gerçek anlamını Abel'in teoreminde olduğunu açıkça göremedi. Burada çalışmaya başladı. Çok zamanını alan bu konuda çalışırken, epeyce yan ürün elde etti. 1848 yılında Braunsberg'deki Katolik lisesine atandı. Bu lisede altı yıl öğretmenlik yaptı. 1848-49 yılında okul programında Weierstrass'ın bir çalışması vardı. Bu çalışma Alman matematikçiler tarafından fark edilmedi. İsveçli Mittag-Leffler'in söylediği gibi, ortaokul programlarında kuramsal matematik üzerinde bir çalışmayı arayıp çıkarmak kimsenin aklına gelmezdi. 1853 yılının yazında tatilini geçirmek için Westernkotten'a babasının yanına gitti. Orada, Abelyen fonksiyonlar üzerine bir çalışmayı kaleme aldı ve Crelle'nin dergisine gönderdi. 1854 yılında bu yazı yayınlandı. Bu çalışmanın ilginç bir öyküsü de vardır. Weierstrass Braunsberg'deki okulda öğretmenken, okulun müdürü, Weierstrass'ın sınıfında gürültüler duyar. Oraya koşar, Weierstrass'ı sınıfta bulamaz. Evine endişe ile koşar. Öğretmeni, perdeler kapalı, lambası yanıyor halde çalışma masasının başında bulur. Tüm gece çalışmış ve güneşin doğduğunu fark edememişti. Müdür, sabah olduğunu ve sınıfında gürültülerden dolayı kendisini aradığını söyler. Weierstrass, önemli bir keşif peşinde olduğunu, ilim dünyasında büyük bir ilgi uyandıracağını ve çalışmasını kesmeyeceğini söyler. Hiç kimsenin adını işitmediği bir köy okulunda tanınmamış bir köy öğretmeninin kaleminden çıkan ve 1854 yılında Crelle'nin dergisinde yayınlanan bu çalışma büyük bir yankı yaptı. Weierstrass, çalışmasının hiçbir parçasını daha önce yayınlamamış ve tam olarak bitirdikten sonra yayınlamıştı. Bu nedenle de ünlü matematikçilerin dikkatini çekti. Bu çalışma yayınlandıktan sonra, Weierstrass büyük bir matematikçi olarak saygı görmeye başladı. Königsberg Üniversitesinde matematik profesörü olan ve Jacobi'nin yerine geçen Richelot, bu büyük keşfin değerini anladı ve üniversitesini, Weierstrass'a fahri doktorluk unvanının verilmesi için razı etti. Diplomayı vermek için Braunsberg'e gitti. Gymnasium'un müdürü tarafından Weierstrass şerefine verilen öğle yemeğinde Richelot, ""Hepimiz Weirstrass'ın şahsında hocamızı bulduk"" dedi. Eğitim bakanı Weierstrass'ı hemen terfi ettirdi ve ilmi çalışmalarına devam etmesi için kendisine bir yıllık tatil verdi. Bu sırada, Crelle'nin sahibi olan Karl Wilhelm Borchardt, dünyanın en büyük analizcisini kutlamak için Braunsberg'e gitti. Borchardt'ın ölümüne kadar tam yirmi beş yıl Weierstrass'la bu dostluk sürdü. Weierstrass, 1 Temmuz 1856 günü Berlin'deki Krallık Politeknik Okuluna matematik öğretmenliğine, aynı yılın sonbaharında Berlin üniversitesinde yardımcı profesörlüğe getirildi ve Berlin Akademisine üye seçildi. Weierstrass, 1864 ile 1897 yılları arasında Berlin Üniversitesinde matematik profesörü olarak çalıştı. Derslerde, dinleyicileri ve karatahtayı görecek bir yere oturuyor, formüllerini birine yazdırıyordu. Şöhreti ve ünü tüm Avrupa'ya yayıldığında izleyicileri epey kalabalık oluyordu. Bu şöhret daha sonra Amerika'ya da yayıldı. Weierstrass, öğrencileri için yanına yanaşılabilir bir adamdı. Gençlerin matematikte ve hayattaki güçlüklerine ilgi gösterirdi. İnsanlardan uzak durmazdı. Öğrencileri ile olduğu kadar meslektaşları ile de çok güzel ilişki kurabiliyordu. Özellikle, meslektaşı Kronecker'la evine kadar gidip sohbet ederek dönmekten zevk alırdı. Bu sohbet çoğu kez ilmi konularda olurdu. Bir kadeh şarap ve öğrencileriyle bir masa başında oturmak onu mesut ediyor ve gençleşiyordu. Yenilip içilenin parasını vermekte ısrar ediyor ve kesinlikle kendisi ödüyordu. Mittag-Leffler, 1873 yılında, Stockholm'den Paris'e, Hermite'in analiz derslerini izlemek üzere gider. Kendisini karşılayan Hermite şöyle söyler ""Yanılıyorsunuz. Berlin'e gidip Weierstrass'ın derslerini izlemelisiniz. O, hepimizin hocasıdır."" Gerçekten, Mittag-Leffler daha sonra Berlin'e gider ve Weierstrass'ı da dinler. Dünya'nın her yanından dinleyicileri gelir, öğrenir ve ülkelerine giderek Weierstrass'ı anlatırlardı. Kuvvet serilerinin yakınsaklığı, limit, süreklilik ve yakınsaklık kavramlarının çıkardığı güçlükler, Weierstrass fonksiyonu adı verilen kuramını geliştirdi. Bu kurama Kronecker o kadar şiddetli hücumlar yaptı ki, yaşlı Weierstrass'ın çalışmalarına ara verdi. Weierstrass, 18 Şubat 1897 günü seksen iki yaşında uzun bir hastalıktan sonra kendi evinde öldü. Weierstrass hiç evlenmedi. Öğrencisi olan Sofia Kovalevskaya'ya düşkündü. Bernard Bolzano Bernhard Bolzano (5 Ekim 1781, Prag - 18 Aralık 1848, Prag), İtalyan asıllı bir Çek filozof ve matematikçi. Babası bir İtalyan göçmeni ve küçük bir esnaftı. Annesi de, Prag'da madeni eşya ile ilgilenen bir ailenin kızıydı. Bolzano, Prag Üniversitesi'nde, felsefe, fizik, matematik ve ilahiyat çalıştı. 1807 yılında Prag'da aynı üniversiteye din ve felsefe profesörü olarak atandı. 1816 yılına kadar bu üniversitede başarılı dersler verdi. 1816 yılında, Hristiyan kilisesince benimsenen inanç, duygu ve düşünceye ters düştüğü için, bu inançlarından dolayı suçlandı. 1820 yılında Avusturya hükümeti Bolzano'nun bu yıkıcı ve kendileri için kırıcı olan konuşmalarından dolayı onu ülkeden uzaklaştırdı. Bolzano, İtalya asıllı bir Çek filozofuydu. Aynı zamanda iyi bir mantıkçı ve çok iyi de bir matematikçiydi. Bolzano, 1820 yılında daha çok akılcılıkla suçlandı. Onun matematiğe dayalı bir felsefesi ve düşüncesi vardı. Bu nedenle Kant'ın idealizmine karşı çıktı. Kendisi aslında bir Katolik papazıydı. 1805 yılından sonra Prag Üniversitesi'nde din felsefesi okuttu. Matematikte, sonsuzluk ve sonsuz küçükler hesabı üzerinde çalıştı. ""Sonsuzluk Üzerine Paradokslar"" adlı kitabı 1851 yılında yayımlandı. Noktasal kümeler üzerine de çalışmaları olmuştur. Bolzano'nun en acıklı yılları, 1819 ile 1825 yılları arasına rastlar. Prag Üniversitesi'nce, tam 7 yıl ders vermeme ve yayın yapmamak üzere cezalandırılır. Bu üniversitece profesörlüğü de elinden alınır. Tüm bu baskılara karşı onun yüksek kafası hiç durmadan çalışmıştır. Analizde, geometride, mantıkta, felsefede ve din üzerinde çok sayıda yayınını gerçekleştirmiştir. Bugün, analizde bildiğimiz ünlü Bolzano-Weierstrass teoremi'ni ilk kez ""Fonksiyonlar"" adlı kitabında o kullandı. Fakat, teoremin ispatını daha önceki çalışmalarında yaptığını ve kaynak olarak da bu çalışmasını verir. Fakat, sözü edilen bu çalışma ve kaynak bugüne kadar bulunamamıştır. Çok kullanılan ve kendisinin de çok kullandığı bir teoremin ispatının Bolzano tarafından verilmiş olması olasılığı çok fazladır. Zaten bu teoremin ispatı verilmeseydi, Bolzano tarafından bu kadar çok kullanılmazdı. Sonraki yıllarda bu teoremin ispatı tam olarak Weierstrass tarafından verilmiştir. Bu nedenle, bu teorem analizde Bolzano-Weierstrass teoremi olarak bilinir. Bolzano'nun temel çalışmaları, sonsuzlar paradoksu üzerinedir. Bolzano'ya yayın yapma yasağı konduğu için, yaşamı sürecinde bu eserlerini ne yazık ki yayınlayamamıştır. ""Sonsuzlar Paradoksları"" adlı çalışması ancak onun ölümünden iki yıl sonra 1850 yılında basılmıştır. Bu çalışması, sonsuz terimli serilerin birçok özelliğini içerir. Diğer birçok matematikçide olduğu gibi yaşam sürecinde çok hırpalanan, şanssızlıklarla ve baskılarla horlanan Bolzano, 18 Aralık 1848 günü Prag'da öldü. Cevher Dudayev Cahar Dudayev, (Rusça:Джоха́р Муса́евич Дуда́ев) (d. 15 Şubat 1944 – 21 Nisan 1996). Çeçenistan'ı özgürlüğü kavuşturan Cahar Dudayev, Çeçenistan'ın Yalho köyünde doğdu. 23 Şubat 1944'te Sibirya'ya sürgün edilenlerin arasına katıldığında henüz, annesinin kucağında, 15 günlük bir bebekti. Çocukluk yılları Sibirya bozkırlarında çok güç şartlar altında geçti. Orta öğrenimini Sibirya'da tamamladı. 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da "Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu"'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis unvanını kazandı. SSCB hükümeti tarafından kendisine '12 madalya verildi. Tümgeneralliğe yükseldi. Sovyet tarihinde stratejik hava kuvvetleri'nde tümen komutanı olmayı başaran ilk müslüman olarak adından bahsettirdi. 1989'da Estonya'da stratejik hava kuvvetleri filoları komutanlığında görev yaparken Baltık Ülkeleri'nde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova'dan emir aldı. Ancak bu emri yerine getirmedi ve adı isyancı generale çıktı. Moskova bu itaatsizliği hazmedemedi ve Dudayev, ceza olarak askeri birliği ile birlikte Grozni'ye sürgüne gönderildi. 1990 yılının Mayıs ayında görevinden istifa etti. Rusya bu "isyancı" komutanın önderlik edeceği birçok olaya gebeydi. Kasım 1990'da toplanan Çeçen Halkının Kurultayı'na davet edildi ve sonradan "Çeçen Milli Kongresi" adını alan bu halk meclisinin icra kurulu başkanlığına seçildi. 19-21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Sonrasında, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti'ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. Demokratik güçler, aydınlar ve tüm Çeçen halkı kendisini destekledi. 27 Ekim 1991'de yapılan seçimlerde %85 oranında oy alarak Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Cahar Dudayev, Rusya'nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan'a karşı başlattığı askeri harekete karşı halkına "Cihad" emrini verdi. Böylece Çeçenistan karşı saldırılara geçti. Dudayev'in önderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam eden bağımsızlık mücade
lesi verdi. Cahar Dudayev 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu hayatını kaybetti. Ölümünün ardından Rus asıllı eşi Alla Dudayeva, Cahar Dudayev'in mücadelesini anlatan "Milyon Birinci" isimli kitabını yazdı. Kitap, Türkçeye de çevrildi. OPEC Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü ya da kısaca OPEC, (İngilizce: "Organization of Petroleum Exporting Countries") net petrol ihraç eden ve bilinen dünya petrol rezervlerinin üçte ikisini ellerinde bulunduran 12 ülkenin oluşturduğu konfederasyondur. İlk olarak ham petrol fiyatlarındaki düşüşü durdurmak gayesiyle Venezuela’nın teklifiyle, Bağdat'ta 10 Eylül 1960 tarihinde başlayan kongreye, Venezuela, İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt katıldı. Kongre sonunda, İngilizce "Organization of Petroleum Exporting Countries" terkibinin baş harflerinden meydana gelen “OPEC” diye meşhur olan Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı, 14 Eylül 1960'ta kuruldu. Daha sonra sırasıyla Katar, Libya, Endonezya, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Nijerya, Ekvador ve Gabon da Teşkilat'a katıldılar. OPEC’in başlangıçta Cenevre'de olan merkezi 1965'te Viyana'ya taşındı. Teşkilatın takip edeceği politikalar üye ülkelerin temsilcilerinin katıldığı, yılda en az iki defa toplanan konferanslarda tespit edilir. Kararlar oy birliğiyle alınır. Üye ülkeler tarafından tayin edilen yönetim kurulunun başkanı konferanslar sırasında seçilir. Viyana’da bir idare ve araştırma sekreterliği vardır. Dünya petrol üretiminin denetimini elinde tutan ve dünya petrol üretiminin yaklaşık yarısını sağlayan OPEC ülkeleri ham petrol rezervlerinin üçte ikisine ve doğal gaz rezervlerinin de üçte birine sahip bulunmaktadır. Bu sebeple dünya petrol piyasasında zaman zaman etkili olmaktadır. 1973 sonbaharında Viyana’da toplanan 35. konferansta alınan kararla petrol fiyatlarının yüzde 70 oranında arttırılmasıyla OPEC’in kararları dünya petrol piyasasında önemli rol oynamaya başladı. Teşkilat içinde ağırlığı elinde tutan Ortadoğu ülkeleri, birbirini takip eden fiyat artışlarını Ekim 1973 Arap-İsrail Savaşı'nda İsrail' i destekleyen batılı devletlere karşı siyasi silah olarak kullandılar. Bu maksatla petrol fiyatları Aralık 1973’te Tahran’ da toplanan konferansta yüzde 130 oranında arttırıldı ve ABD ile Hollanda’ ya petrol sevkiyatı bir müddet için durduruldu. Daha sonraki senelerde yapılan fiyat artışları petrolün varil fiyatının 30 ABD dolarına yükselmesine sebep oldu. Bu fiyat artışları OPEC üyesi ülkelerin bütçe gelirlerinde büyük artışlar sağladı. Üye ülkeler bu gelirlerin bir kısmını kalkınma projelerine harcarken, önemli bir bölümüyle de sanayileşmiş ülkelerde özellikle de ABD’de büyük yatırımlara giriştiler. ABD bankalarına yatırılan petrodolarların büyük bölümü bu bankalarca gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere verilen borçların finansmanında kullanıldı. Ayrıca Avrupa para piyasasına bir miktar para aktarılarak gelişmekte olan ülkelere yardım gayesiyle OPEC Milletlerarası Kalkınma Fonu kuruldu. OPEC’in 1980’den itibaren dünya petrol fiyatları üzerindeki etkisi azalmaya başladı. Batılı sanayileşmiş ülkeler başta kömür ve nükleer enerji olmak üzere farklı enerji kaynaklarına yöneldiler. Kendi ülkelerinde petrol arama ve çıkarma çalışmalarına ağırlık verdiler. Petrol ihtiyaçlarını da Meksika, SSCB gibi OPEC dışındaki petrol ihracatçısı ülkelerden karşılamaya başladılar. Enerji talebini kısmaya yönelik tasarruf politikaları uyguladılar. Bu çabaların neticesinde Batılı ülkelerin OPEC ülkelerinde üretilen petrole olan bağımlılığı azaldı ve OPEC 1982’de petrol fiyatlarını düşürmek ve üretimi kısmak zorunda kaldı. Batılı ülkelerin petrol talebinin azalması, teşkilatın iç çekişmeler ve 1980’de başlayan İran-Irak savaşı sebebiyle zaten zayıflamış olan iç bütünlüğünü daha da sarstı. Suudi Arabistan teşkilat içindeki etkisi bugün büyük ölçüde azalmış olmakla birlikte OPEC’in en fazla petrol ihraç eden üyesi olarak uzun yıllar petrol fiyatlarının tespitinde belirleyici rol oynamıştır. Organizasyon şimdi on iki üye devlete sahiptir. Bunlar aşağıdaki listede giriş tarihlerine göre sıralıdır. Afrika Orta Doğu Güney Amerika Güney Doğu Asya Eski Üyeler Üyeliği Beklenenler 9-14 Eylül 1960 tarihinde Bağdat’ ta toplanan bir konferans sonucunda resmen kurulmuştur. Kurucu üyeleri; Suudi Arabistan, İran, Kuveyt, Irak ve Venezuela’ dır. Kuruluşa, sonradan Katar (1961), Libya (1962), Endonezya (1962), Ekvador (1963-1993), Birleşik Arap Emirlikleri (1967), Cezayir (1969), Nijerya (1971), Gabon (1975-1995) ve Angola (2007) katılmışlardır. Kurucu üyelerin yeni üyelerin kuruluşa kabul edilmesinde sahip oldukları veto hakkından başka ayrıcalıkları yoktur. Net petrol ihracatçısı olan ve petrol konusundaki çıkarları OPEC üyeleriyle aynı doğrultuda olan ülkeler kuruluşa katılabilirler. OPEC bir kartel değil, bağımsız petrol üreten ülkeler arasında işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bir kuruluştur. Öte yandan petrol fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirlemesi açısından kartel özelliği göstermektedir. Ancak uygulamada Örgüt'ün aldığı kararlara uyulmasını fiilen sağlayacak bir mekanizma yoktur. Bu sebeple örgüt üyelerinin çoğu kez örgütün aldığı kararlara uymadıkları gözlemlenmiştir. Bolzano-Weierstrass teoremi Bolzano-Weierstrass teoremi klasik matematik analizin temel teoremlerinden biridir. İlk kez "Fonksiyonlar" adlı kitabında Bernhard Bolzano tarafından kullanıldı. Sonraki yıllarda bu teoremin ispatı tam olarak Karl Weierstrass tarafından verilmiştir. Bu nedenle, bu teorem analizde Bolzano-Weierstrass teoremi olarak bilinir. formula_1, reel sayılar kümesinin, sınırlı ve sonsuz elemana sahip her alt kümesinin en az bir yığılma noktası vardır.Bir diğer deyişle R de her sınırlı dizinin yakınsak bir alt dizisi vardır.Bu teoremin ispatından önce 2 lemma ispatlanırsa daha anlaşılabilir aşağıdaki ispata göre. 1.Lemma:Bütün sınırlı monoton diziler yakınsar. 2.Lemma:Bütün dizilerin monoton bir altdizisi vardır.Bu iki lemma ispatlandıktan sonra elimize bir sınırlı dizi aldığımızda 2. Lemma ya göre monoton bir alt dizisi elde edilir sonra 1. lemma kullanılarak bu monoton altdizinin yakınsadığı sonucuna ulaşılarak teorem ispatlanır. ispat: reel sayılarda sınırlı ve sonsuz elemanlı bir küme A olsun. Reel sayılar tamlık aksiyomunu sağladığından A kümesinin supremum ve infimum'u vardır. infA=x, supA=y olsun. Bu durumda her aЄA için x≤a≤y elde edilir. [x,y] aralığını iki kapalı aralığa bölelim. Bu aralıklardan en az bir tanesi sonsuz eleman kapsar. Böylece devam edilerek tümevarımla artan(x) ve azalan (y), x<y dizilerini oluştururuz. [x,y] aralığının uzunluğu y-x=y-x/2 ve A∩[x,y] kümesinin sonsuz çoklukta elemanı vardır. (x) artan sınırlı, (y) azalan sınırlı dizi olduklarından yakınsar. limx=supx=p ve limy=infy=q olsun. y-x=y-x/2 olduğundan supx=infy=p olur. ε>0 verilsin. y-x<y-x/2 olacak biçimde nЄN seçelim. bu durumda y-p≤y-x<ε ve p-x≤y-x<ε elde edilir. (p-ε,p+ε)aralığı A∩[x,y] kümesinin sonsuz çoklukta elemanını kapsadığından p noktası A kümesinin bir yığılma noktasıdır. Dünya Sağlık Örgütü Dünya Sağlık Örgütü (İngilizce: "World Health Organization - WHO)", Birleşmiş Milletler'e bağlı olan ve toplum sağlığıyla ilgili uluslararası çalışmalar yapan örgüt. 1945 yılında ABD’nin San Francisco kentinde toplanan Birleşmiş Milletler Konferansı, bu dönemde bütün halkların sağlığının, dünyada barış ve güvenliğin sağlanması açısından temel önem arz ettiğini kabul ederek Çin ve Brezilya’lı delegelerin bir "Uluslararası Sağlık Örgütü" kurulması amacıyla toplantı düzenlenmesi oybirliğiyle kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler (BM) Ekonomik ve Sosyal Konseyi, söz konusu toplantının hazırlanması için Belçika’lı Prof.Dr. Rene Sard başkanlığında 15 kişilik bir teknik komite oluşturmuştur. Teknik komite kısa bir süre içinde toplantının gündemini saptamış, kurulacak uluslararası sağlık örgütü için Anayasa taslağını hazırlamış ve alınması gereken kararları belirlemiştir. 19-22 Temmuz 1946 tarihlerinde New York’da düzenlenen Uluslararası Sağlık Konferansı’nda BM’e üye 51 ülkenin temsilcisi ile Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), OIHP (Merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Halk Sağlığı Bürosu), PAHO, Kızılhaç, Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu ve Rockefeller Vakfı temsilcileri Dünya Sağlık Örgütü anayasasını oluşturmuşlardır. DSÖ Anayasası 22 Temmuz 1946 tarihinde 61 ülkenin temsilcisi tarafından imzalanmıştır. DSÖ Anayasası en az 26 üye ülke tarafından resmen kabulu ile yürürlüğe girecektir. Bu süre içerisinde DSÖ işlevlerini yerine getirecek bir Ara Komisyon seçilmiştir. Bu Ara Komisyon iki yıl süreyle DSÖ’nün görevlerini yürütmüştür.Yugoslav Prof. Dr. Andrija Stampar başkanlığındaki Ara Komisyon tüm çalışmalarını tamamlamış ve 26 üye ülkenin onayı 7 Nisan 1948’de gerçekleşmiştir. DSÖ Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 7 Nisan her yıl "Dünya Sağlık Günü" olarak kutlanmaya başlanmıştır. Prof. Stampar başkanlığındaki Ara Komisyon DSÖ Genel Kurulu’nun 24 Haziran 1948 tarihinde toplanması için tüm hazırlıklarını tamamladı ve Genel Kurul bir aylık çalışması için İsviçre’nin Cenevre kentinde BM Sarayında 48 ülkenin temsilcileri ile toplandı. Genel Kurul (Asamble) bir aylık çalışmasını tamamladığında üye sayısı 55’e çıkmıştır. Asamble sırasında DSÖ Genel Direktörlüğüne Kanada’lı Dr. Brock Chisholm seçilmiş, DSÖ’nün yıllık programı, personeli ve bütçesi onaylanmış, İcrâ (Yönetim) Kurulu’nu oluşturan 18 üye belirlenmiştir. İlk Asamble’de ayrıca, bölgesel örgütlenme de tartışılmış ve oluşturulan Komisyonun yaptığı çalışma sonucu Bölge Ofisi kurulması kararlaştırılmıştır. Bölge Ofis’lerinin başlıca amaçlarından biri de DSÖ ile Ulusal Hükümetler arasında etkin bir ilişkinin sağlanmasıdır. DSÖ’ne, Mayıs 2000 itibarıyla 191 ülke üyedir ve 2 ülke de ortak üye durumundadır. Örgütün amaçları vardır ve bu amaçları yerine getirmek için uygulanan görevler bunlardır, Wright Kardeşler Wright Kardeşler, Orville (d. 19 Ağustos 1871 - ö. 30 Ocak 1948), Wilbur (d. 16 Nisan 1867 - ö.
30 Mayıs 1912), motorlu uçak uçuran Amerikalı kardeşler. 18 Ağustos 1871 yılında Alphonse Pénaud, ilk defa yapısal dengeli model uçağı Tuileries Bahcesi (), Paris'te Société de Navigation Aérienne kurumu gözetiminde 11 saniyede 40 m uçurarak havacılıkta yeni bir çığır açmıştı. “Planophore” adını verdiği bu model uçak, tarihte ilk yapısal dengeli uçaktır. Buna benzer bir oyuncak, Wright kardeşlerin çocukken çok ilgilerini çekmişti. 1891’de ilk Aerodrome model uçak ile denemelere başlayan Samuel P. Langley, dört senelik çalışmalarının sonunda, buhar gücü ile çalışan Aerodrome No.V’ in 30 m yükselerek 1006 m yol katetmesini sağlamıştır. ("Aerodrome Latince'de - Hava Koşusu demektir") Sürati ise saatte 32 km idi. Bir sonraki modeli Aerodrome No.VI ise Kasım 1896’da bu sefer 1280 m uçmuş ve 1 dk.’dan fazla havada kalmıştır. Bu pilotsuz uçuşlar ABD Savaş Bakanlığı ($50,000) ve Smithsonian Enstitüsü ($20,000) tarafından, pilotlu uçuş için desteklenmişti. Ohio, Dayton'lu iki bisiklet ustası olan Wilbur ve Orville Wright, 1890'da kuşların nasıl uçtukları hakkında kendilerine ipucu verebilecek her şeyi sistemli bir şekilde incelemeye başladılar. Bilimsel eserlerde ve eski insanların deneyimleri arasında kendi işlerine yarayacak hiçbir şey olmadığını kısa sürede anlayan Wright kardeşler sadece Berlin yakınlarındaki bir tepe üstünden planörle uçuş denemeleri yapan ve bu konuda çok dikkatli notlar tutan Alman mühendisi Otto Lilienthal'in çalışmaları ile işe başladılar. Wilbur ve Orville Wright bilimsel öğrenim görmemişler, liseden sonra yüksek bir okula da gitmemişlerdi. Fakat uçma alanındaki çalışmalarını yürütürken kendi yöntemlerini de model uçaklar, uçurtmalar, insan taşıyan planörler ile yaptıkları yüzlerce deney sayesinde bu konuda ilerlettiler. Havacılıktaki gelişmelerden ülke olarak geri kalmamak için, Smithsonian Enstitüsü - ABD, Lilienthal’in Lift & Drag tablosu ile birlikte Wenham ve John Browning’in 1871’deki rüzgar tüneli çalışmasını daha 1895 yılında Wright kardeşlere vermişti. Lilienthal kuşların uçmalarını çok yakından incelediği için planörünün bir kuşu andırmasına fazla şaşırmamak gerekir. Lilienthal uçabilecek bir uçağın havayla temas halinde olan sabit bir kanadı olması gerektiğini gösterdi. Kararlı bir uçuşu gerçekleştirebilmek için gerekli kontrol sadece onun söylediği böyle bir kanat tarafından sağlanabilirdi ve bu konuda Wright Kardeşler Lilienthal çalışmalarını esas aldılar. Amerika Birleşik Devletleri'nde tek kanatlı ve buhar motorlu havadan ağır uçan ilk pervaneli uçak, Alman Gustav Weisskopf tarafından Nisan 1899 da Pittsburgh, Pennsylvania sonra 14 Ağustos 1901’de Bridgeport Connecticut, daha sonra da 17 Ocak 1902 de 11,300 m’lik Connecticut uçuşu ile başlamıştı. Gustav Weiskoff (ona İngilizce tercümesi ile Whitehead derlerdi) Amerikan vatandaşlığına geçmemekte ısrar ettiğinden, Smithsonian Enstitüsü Wright Kardeşleri desteklemeye devam etti. Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903'te Kuzey Karolina'da Orville'in kontrolünde havalanan ilk uçağı aerodinamik ses teorisine bağlı kalınarak yapılmıştı. Bu uçak iki pervaneliydi. Pilotla birlikte ağırlığı 335 kg'dı. Orville birinci denemede 12 saniye uçtu ve sadece 37 metre mesafe kat etti. O günkü son denemesinde ise, bu süre 59 saniyeye çıkmıştı ve 260 metrelik bir mesafeye uçmuştu. Wright Kardeşler artık uçabilen bir uçak yapmışlardı ama onu nasıl uçuracaklarını bilmiyorlardı. Smithsonian Enstitüsü lider havacılardan Louis Mouillard, Gabriel Voisin, John J. Montgomery, Louis Blériot, Alberto Santos Dumont ve Percy Pilcher ile yazışarak elde ettiği tüm bilgileri, Wright Kardeşlere iletmeye devam ediyordu. 4 Haziran 1908 senesinde ABD'nin ilk ‘resmi’ uçuşunu Kanadalı Glenn H. Curtis, June Bug adını verdiği dışarıdan yardım almadan kalkabilen bir uçak ile yaptı.Bu uçuş Amerika’nın ilk resmi “Havadan Ağır Uçağı ve Uçuşudur”. Curtis 1 numaralı Pilot Lisansı sahibidir, Wright Kardeşler ise 4 ve 5 nolu lisansları almışlardır. Avrupa'daki hızlı havacılık gelişmeleri ve Kanadalı Glenn H. Curtis ile çalışmaya başlayan ABD Savaş Bakanlığı ve Smithsonian Enstitüsü, yarışa başlamakta bile zorlanan Wright Kardeşleri artık “İlk Uçuş” ile pazarlamaya devam edecekti. Nitekim ABD, 12 Aralık 1928 tarihinde İlk Uçuş’un 25'ci yılı adı altında bir Uluslararası Sivil Havacılık konferansı düzenledi. Dünyaya 'İlk Uçuşun 25. Yılı' diye ilan edilen bu konferansa, “İlk Uçuş yalanı” yüzünden hiçbir devlet katılmadı. Tarihte kayıtlara "Güzel bir kutlama" diye geçti. (12-14 Aralık 1928) Rumeli Hisarı Rumeli Hisarı (Boğazkesen Hisarı olarak da bilinir), İstanbul'un Sarıyer ilçesinde Boğaziçi'nde bulunduğu semte adını veren hisar. Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethinden önce boğazın kuzeyinden gelebilecek saldırıları engellemek için Anadolu yakasındaki Anadolu Hisarı'nın tam karşısına inşa ettirilmiştir. Burası boğazın en dar noktasıdır. Mekânda uzun yıllardır Rumeli Hisarı Konserleri düzenlenmektedir. Sarıyer, İstanbul'da bulunan Rumeli Hisarı, 30 dönümlük bir alanı kapsamaktadır. Anadolu Hisarı'nın karşısında İstanbul Boğazı'nın 600 metrelik en dar ve akıntılı kısmında inşa edilmiş bir hisardır. 90 gün gibi kısa bir sürede tamamlanan hisarın üç büyük kulesi, dünyanın en büyük kale burçlarına sahiptir. Rumeli Hisarı'nın adı Fatih vakfiyelerinde Kulle-i Cedide; Neşri tarihinde Yenice Hisar; Kemalpaşazade, Aşıkpaşazade ve Nişancı tarihlerinde Boğazkesen Hisarı olarak geçmektedir. Hisarın inşaatına 15 Nisan 1452'de başlanmıştır. İş bölümü yapılarak her bölümün inşaası bir paşanın denetimine verilmiş, deniz tarafına düşen bölümün inşaasını da Fatih Sultan Mehmet bizzat kendisi üstlenmiştir. Denizden bakıldığında sağ taraftaki kulenin yapımına Saruca Paşa, sol taraftakinin yapımına Zağanos Paşa, kıyıdaki kulenin yapımına da Halil Paşa nezaret etmiştir. Buralardaki kuleler de bu paşaların adlarını taşımaktadırlar. Hisarın inşası 31 Ağustos 1452'de tamamlanmıştır. Hisarın yapımında kullanılan keresteler İznik ve Karadeniz Ereğlisi'nden, taşlar ve kireç Anadolu'nun değişik yerlerinden ve spoliler (devşirme parça taş) çevredeki harap Bizans yapılarından temin edilmiştir. Mimar E. H. Ayverdi'ye göre hisarın yapımında yaklaşık olarak 300 usta, 700-800 işçi, 200 arabacı, kayıkçı, nakliyeci ve diğer tayfa çalışmıştır. 60,000 metrekare alanı kapsayan eserin kargir hacmi yaklaşık 57,700 metreküptür. Rumeli Hisarı'nın Saruca Paşa, Halil Paşa ve Zağanos Paşa adlarında üç büyük ve Küçük Zağanos Paşa ile 13 adet irili ufaklı burcu bulunmaktadır. Zemin katları ile birlikte Saruca Paşa ve Halil Paşa kuleleri 9 katlı, Zağanos Paşa Kulesi ise 8 katlıdır. Saruca Paşa Kulesi'nin çapı 23,30 metre, duvar kalınlığı 7 metre, yüksekliği ise 28 metredir. Zağanos Paşa Kulesi'nin çapı 26,70 metre, duvar kalınlığı 5,70 metre, yüksekliği ise 21 metredir. Halil Paşa Kulesi'nin çapı 23,30 metre, duvar kalınlığı 6,5 metre ve yüksekliği de 22 metredir. Rumeli Hisarı, 1509 Büyük İstanbul Depreminde büyük zarar görmüş ancak hemen onarılmıştır. 1746 yılında çıkan yangında ahşap kısmı harap olmuştur. Hisar tekrar III. Selim (1789-1807) döneminde onarılmıştır. Hisarın kulelerini örten ahşap külahlar yıkılınca, kale içi küçük ahşap evlerle dolmuştur. 1953 yılında cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın talimatı ile üç Türk kadın mimar Cahide Tamer Aksel, Selma Emler ve Mualla Eyüboğlu Anhegger hisarın onarımı için gerekli çalışmaları başlatmış, kale içindeki ahşap evler kamulaştırılarak yıkılmış ve restorasyon gerçekleştirilmiştir. Rumeli Hisarı müze ve açık hava tiyatrosu olarak kullanılmaktaydı. Hisarda açık teşhir yapılmakta, sergi salonu bulunmamaktadır. Toplar, gülleler ve Haliç'i kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler, bahçede sergilenmektedir. Rumeli Hisarı ayrıca İstanbul'un Sarıyer ilçesine bağlı bir semttir. Her yılın yaz döneminde konserlerin başladığı mekân olarak da bilinir. Ayrıca çok sayıda balık restoranı mevcuttur .Rumeli Hisarı’nda . Danıştay; İstanbul İdare Mahkemesi’nin; Rumeli Hisarı’ndaki tarihi Boğazkesen Mescidi yerinde bulunan platform ve tiyatro alanında yapılacak faaliyetler (konser ve tiyatro oyunu) sonucu ortaya çıkacak etkilerin sarnıca zarar verebileceğini, bu durumun da tarihi ve kültürel olarak arz eden yapı açısından olumsuzluklar doğuracağına yönelik kararını onaylayarak Rumeli Hisarı’nda konser yapılmasını hukuken yasakladı. Hamburg Hamburg, resmî adıyla Hür Hansa Şehri Hamburg, Almanya'nın ikinci büyük şehri olup kendi başına ayrı bir eyâleti oluşturur. Aynı zamanda Avrupa Birliği'ndeki en büyük 6. metropoldür. Almanya'nın Dünya'ya açılan kapısı da denilen bu şehir, Almanya'nın en büyük limanına da sahiptir. Rotterdam'dan sonra Avrupa'nın en büyük ikinci limanı olup Dünya'da da 9. sıradadır. Şehir, adını İmparator Şarlman'ın MS 808 yılında yaptırdığı kaleden almaktadır. Alster ve Elbe nehirlerinin arasındaki bataklıktaki kayalık bir bölgede inşa edilen kale, Slav akınlarına karşı kurulmuştur. "Hammaburg" adındaki kalenin ismindeki burg kelimesi kale manasındadır. Hamma kelimesinin anlamı ise "hamme" kelimesinden gelmekte olup bataklık içindeki ağaçlık tepe, ağaçlık gibi anlamlara gelmektedir. Konumu Alster ile Bille arasında Petrikirche adındaki kilisenin güneyindedir. Nazi Almanyası döneminde Hamburg, 1934 yılından itibaren 1945 yılına kadar bir Gau idi. II. Dünya Savaşı sırasında Hamburg'un liman alanları harap edilerek Müttefik hava akınlarına uğradı ve yangın bombalarıyla tahrip edilen şehirlerdendir. Bu yoğun nüfuslu işçi sınıfının yaşadığı ilçelerde alevler içinde can veren binlerce insanlar gibi bir sonucu olarak dramatik bir demografik değişimi yaşadı. II. Dünya Savaşı sırasında 23 Temmuz 1944 tarihinde İngiliz ve Kanada uçakları geceleri, ABD uçakları da gündüzleri Hamburg'u bombaladı. Kasım'da operasyon bittiğinde 9.000 ton patlayıcı atılmış, 30.000'den fazla insan ölmüş ve 280.000 bina yıkılmıştır. RAF tarafından Gomora Operasyonu kod adı ile en az 42.600 sivil öldü. Ölenlerin kesin sayısı bilinmemektedir. 1 milyon sivil baskınl
ar sonrasında tahliye edildi. 42.900 ölen insandan az olmamakla beraber savaş sonunda salgın hastalıklar nedeniyle Neuengamme toplama kampı (bataklıklar içinde şehrin dışında 25 km uzaklıkta bir yer) ve tahliye gemilerinin bombardımanı sırasında yok olduğu düşünülmektedir. Hamburg Almanya'nın kuzeyinde yer alır. Kuzey Denizi'ne akan Elbe nehri kıyısındadır. Şehrin tam merkezinde Binnen- ve Aussenalster Gölleri adıyla büyük iki iç göl yer alır. Ayrıca şehrin içinden bir sürü nehir akmakta olup bu özelliğinden dolayı şehirde tıpkı Amsterdam veya Venedik gibi çok sayıda irili ufaklı köprüler bulunmaktadır. Avrupa'nın en fazla köprüsüne sahip şehridir. Amsterdam ve Venedik'in köprülerinin toplamı bile Hamburg'un köprü sayısını geçmemektedir. Dünya genelinde bir kıyaslama daha hiç yapılmadığı için sadece Avrupa genelinde kıyaslamayla kalmıştır. Elbe Nehri genişletilerek Dünya'nın en büyük limanlarından biri yapılmıştır. Hamburg Eyâlet'i Schleswig-Holstein ve Niedersachsen eyâletlerinin arasında yer alır. Hamburg'dan Elbe'nin hâricinde Alster, Bille, Düpenau, Eilbek, Este, Flottbek, İsebek, Kollau, Osterbek ve Wandse nehirleri de geçmektedir. Denize yakın bir konumda bulunmasının etkisinden dolayı iklimi nispeten diğer kuzey şehirlerine göre ılımandır. En sıcak ayı olan temmuzda hava sıcaklığı ortalama 25 °C civarındadır. Hamburg, gerek ticarî, gerek hizmet sektörü açısından kuzey Almanya'nın en büyük sanayi kentidir. Özellikle havacılık sektörü, uçak üretiminde Dünya'nın en büyük 3. şehridir. Kimya, makina, gemi inşaatı ve bankacılık sektörleri oldukça önemli yer tutmaktadır. 2008 yılında Hamburg'un kişi başına düşen yıllık gelir ortalama 50.073 € olarak belirlenmiştir. Fakat Hamburg'un 2007 sonundaki borcu 21,8 milyar Avroyu geçmiştir. Hamburg'daki en büyük işverenler (2006 senesi) Diğer kuzey Alman şehirleri gibi Hamburg'un da mimarisi Backsteingotik tarzından etkilenmiştir. Tamamen düz olan şehri özellikle güzel havalarda yürüyerek gezmek son derece keyiflidir. Şehrin içinde bir sürü park bulunmaktadır. Ayrıca küçük turistik gezi tekneleri ile Binnen- ve Aussenalster göllerinde ya da limanda (Hafen) veya kanallarda tekne ile şehir gezilebilir. Alster tekne turları tarihî bir mekân olan Jungfernstieg'den kalkmaktadır. Hamburg'da Amsterdam'daki kırmızı lamba bölgesini (red light district) andıran St. Pauli bölgesinde Reeperbahn Caddesi bulunmaktadır. Bu bölgede çok sayıda gece kulübü ve diskotek bulunmaktadır. Turistik açıdan 22&nbso;m yüksekliğindeki Belediye Binası'nın (Rathaus) kulesine çıkarak şehrin güzelliğini tepeden de görebilirsiniz. Şehirdeki başlıca müzeler ve görülecek yerler ise Halen Alman 1. Futbol Ligi'nde (Bundesliga) Hamburger SV şehrin en büyük takımıdır. Ayrıca FC St. Pauli futbol takımı da vardır. Sevilen bir başka spor dalı ise buz hokeyidir. Hamburg da 2006 Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmış olan şehirlerden biridir. Almanya'nın ilk özel Hukuk Yüksekokulu Bucerius Law School burada kurulmuştur. Hamburg Üniversitesi, Hamburg-Harburg Teknik Üniversitesi, Hafen-City Üniversitesi ve Hamburg Fachhochschule adındaki üniversiteler de bu şehirdedir. Alman Die Zeit gazetesi Hamburg'da basılmaktadır. Almanya'nın resmî haber ajansı olan Deutsche Presse Agentur (DPA)'nın merkezi de bu şehirde bulunmaktadır. Almanya'nın en çok satılan Bild gazetesi ve ona ait Axel Springer Verlag bünyesindeki birçok gazete Hamburg'da basılmaktadır. Ayrıca şehir, film sektöründe çok gelişmiştir. Münih Münih (Almanca: "München"), Berlin ve Hamburg'dan sonra Almanya'nın en büyük üçüncü kentidir. Bavyera eyâletinin en büyük şehri ve başkentidir. Avrupa Birliği'nin onikinci en büyük şehridir. Şehir, 2006 sayımına göre 1,3 milyon nüfusa sahiptir. Civarındaki nüfusla bu rakam 2,6 milyona ulaşır. Büyük Münih şehirleşmiş bölgesinde (Augsburg, Ingolstadt, Rosenheim, Landshut ve Landberg) 5 milyondan fazla insan yaşamaktadır. Münih, Bavyera Alpleri'nin kuzeyinde ve İsar nehri kıyısında kurulmuştur. Şehri tanımlayan Slogan (Motto) uzun zaman "Die Weltstadt mit Herz" (yürekli dünyâ şehri) idi. Fakat son zamanlarda bu "München mag dich" (Münih seni seviyor) şekline dönüştü. Münih'in Almanca ismi München eski dilde 'keşişlerin yeri' anlamına gelen Munichen'den gelmektedir. Bu nedenle Münih'in armasında bir râhip vardır. Siyah ve altın sarısı - Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu rengi - Kral Ludwig zamanından beri şehrin resmî renkleridir. Almanya'nın önemli finansal kaynaklarından biri olan Münih, yüksek yaşam standartları ile birçok göçmenin tercih ettiği bir şehirdir. Her yıl Eylül ayının son haftası ile Ekim'in ilk haftası düzenlenen ve binlerce turistin de ziyaret ettiği "Ekim Festivali" (Oktoberfest) adlı bira festivaline ev sahipliği yapar. Bu festival, dünyanın en büyük 10 festivali arasında sayılır ve her ne kadar biralarıyla bilinse de, yalnızca bu bağlamda değerlendirilmemekte, Bavyera geleneklerinin tanıtımı için bir ortam teşkil etmektedir. Şehrin kuruluş tarihi MS 1158 olarak kabul edilmiştir çünkü bulunan en eski belgelerde bu tarih vardır. Bu tarihten yaklaşık 20 yıl sonra Münih resmi olarak şehir haline gelmiştir. 1328 yılında Loius IV Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun başına geçmiş ve şehrin gelirini arttırarak Münih'i daha güçlü bir duruma taşımıştır. 15. yüzyılda Gotik Sanat etkisi altına giren şehrin merkezi büyütülüp birçok gotik yapı inşa edilmeye başlanmıştır. Şehrin en büyük katedrali olan ve 1468 yılında başlanarak 20 yılda tamamlanan Frauenkirche bu gotik yapılara bir örnektir. Şehir II. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler tarafından yoğun bombardıman tahrip edilmiştir. Şehir altı yıllık bir süre içinde 71 hava saldırılarına uğradı. Münih, yukarı Bavyera'nın üst düzlüklerinde yaklaşık 50 kilometreye yayılır. Kuzey Alp Dağları'nın kuzeyinde ve deniz düzeyinin 520 metre üzerindedir. Burada bulunan kumlu plâtonun kuzey bölümünde toprak çok bereketlidir. Güneyi ise buzul çağından kalma taşlardan oluşmuştur. Münih'in nüfusu 1 Aralık 2006'da 1.326.000 olarak belirlenmiştir. Bunun 300.129'u yabancılardan oluşur. Şehir nüfusununda önemli bir azınlıklarını Türk ve Balkan ülkeleri vatandaşları oluşturur. Yabancılar arasında guruplar, büyükten küçüğe doğru sırasıyla Türkler (43.049), Hırvatlar (24.866), Yunanlar (22.486), Avusturyalılar (21.411) ve İtalyanlar (20.847)dır, Sırplar (10860). Burada oturan yabancıların %37'sini Avrupa Birliği'inden gelenler oluşturur. Almanya'nın teknoloji başkenti kabul edilen Münih, Münih Teknik Üniversitesi'nin de payıyla BMW, MAN, Siemens gibi firmaların genel merkezlerine ev sahipliği yapmakla beraber, Google, Microsoft, IBM, Intel gibi uluslararası firmaların da Almanya ofislerini bulundurmaktadır. 2008 yılı OECD istatistiklerine göre 1,38 milyonluk nüfusu ve gayrısafî yurtiçi hâsılaya (GSYİH) kazandırdığı 64 milyar dolar ile Almanya'da finans başkenti Frankfurt'tan sonra en yüksek kişi başına düşen GSYİH'ya sahiptir. Eski râhip geleneklerinden gelen Weißbier [vaysbîa, "beyaz bira"] üreticilerinin olduğu şehirdir. Schneider, Fransizkaner, HB gibi ünlü üreticilerin birahaneleri buradadır. Bunlardan tarihi açıdan en önemlisi Hofbräuhaus'dur [hofbroyhaus, HB]. Hitler, alt ve orta sınıftan insanlara ulaşmaya çalışırken yaptığı konuşmaların birçoğunu burada yapmış, ilkinde burada yüz kişinin üzerinde bir katılım sağlamıştır. Münih'in görevdeki belediye başkanı Christian Ude (doğum: Münih, 26 Ekim 1947) Almanya Sosyal Demokrat Parti (SPD) üyesidir. Münih, hemen hemen II. Dünya Savaşı'ndan beri SPD hükümetlerine rekor seviyede oy veren yerdir. Bu, Bavyera'nın geri kalan seçmenleri tutucu olduğundan özellikle dikkate değerdir. Hıristiyan Sosyal Birliği (CSU), salt çoğunluğu kazanan seçmenler içinde hemen hemen bütün belediye, devlet ve federal seçimlerde kazanır. Bavyera'nın başkenti olan Münih, Almanya'nın önemli politik merkezlerindendir. pek çok ulusal ve uluslararası yazar Münih'te yaşar. Alman Vergi Yüksek Mahkemesi ve Avrupa Patent Dairesi'nin merkezleri buradadır. 2005 yılında: Sure Sure (Arapça: سورة), Kur'an'da ayetlerden meydana gelen 114 bölümden her biri. Bugünkü mushaflarda ilk sure Fatiha ve son sure ise Nas'dır. Surelerin sıralanması kronolojik veya tematik bütünlüğe göre değil, kabaca en uzun olanından en kısa sureye doğru yapılmıştır. En uzun sure 286 ayetten meydana gelen Bakara Suresi, en kısa sure ise 3 ayetten meydana gelen Kevser Suresidir. Kuranda Tevbe Suresi dışındaki sureler besmeleyle başlar. Surelerin yerlerinin Peygamber tarafından tayin edildiğine ve üçüncü Halife Osman'ın, Hicret'in 25. senesinde yazdırdığı altı mus'haf'ta bu sureleri yerlerine konulduğuna inanılır. Sure'nin İbranice sıra, Arapça sur' veya Suriye dilinde yazıt anlamına gelen bir kökten türemiş bir kelime olduğuna inanılmaktadır. Kur'an yazımının ilk vahiy ile birlikte başlamadığı, yazım işlemine Mekke dönemi sonları veya Medine dönemi başlarında başlandığı bilinmektedir. Mekke dönemi; Kur’an yazımında 13 yıl kadar süren ve hacimsel olarak Kur'an'ın 2/3 kısmını oluşturan Mekke dönemi "sözlü kültür dönemi" olarak değerlendirilir. Bu dönemde ayet ve surelerin hemen yazıya geçirilmesi gibi bir uygulamanın bulunmadığı, sözlü olarak ezberlendiği, bu dönemde Kur’an'ın şiirselliğinin ezberlenerek korunmasına yardım ettiği, daha sonraki hicrete yakın birkaç yıl ile Medine dönemi olarak ifade edilen yazım döneminde bu hafıza bilgilerine dayanılarak ayetlerin kayda geçirildiği ifade edilmektedir. Surelerin kronolojik sırasını veren birkaç liste bulunmakla birlikte bu listeler birbiri ile uyumsuzdur. Genellikle tarihsel sıralamada ilk sure Alak ve son sure Nasr kabul edilir. Kur'an ayetleri ve surelerinden Mekke'de yazılanlara "Mekki", hicretten sonra Medine'de yazılanlara ise "Medeni" ismi verilir. Araştırmacılar arasında farklı görüşler olmakla birlikte, Mekki surelerin sayısı 86, Medeni surelerin sayısı ise 28' olarak ifade edilir. Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahman ve Ra'd sureleri Medeni Sureler arasında yer almıştır. Fakat çağdaş araştırmacılara göre bu
sureler Mekke döneminde yazılmıştır. Üslup ve içerik itibarıyla incelendiğinde bu sureler Mekki sureler ile benzerlik göstermektedir. Thomas More Thomas More, (7 Şubat 1478 - 6 Temmuz 1535) İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçu. Yaşamında önde gelen bir hümanist bilgin ünvanına kavuşup birçok kamu görevi üstlendi. 1516'da yazdığı Ütopya adlı eserinde ideal hayalî bir ada ülkenin siyasi sistemini tarif etti. Bu eseri ile edebiyatta yeni bir nesil yarattı. More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep oldu. Ölümünden 400 yıl sonra, 1935’de Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edildi. 7 Şubat 1478'de, Londra'da doğmuştur. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More'dur. Ailesi sonradan aristokratlık kazanan, burjuva kökenli bir aileydi. 1490-1492 yılları arasında Canterbury Başpiskoposu John Morton'nun hizmetine girdi ve burada eğitimine başladı. Bu dönemde Rönesans'tan da etkilenmeye başladı. Eğitimini tamamladıktan sonra Başpiskopos Morton'un sayesinde Oxford Üniversitesi'ne girmeye hak kazanan Thomas More, burada geçirdiği 2 yılda yazılar yazmaya başladı. Antik Yunan ve Latin edebiyatına ilgisi de bu dönemde başladı. Ancak bu 2 yılın ardından babasının ısrarıyla Oxford'u bırakıp Londra'ya geri döndü ve 1496 yılında hukuk öğrenimi görmeye başladı. 21 yaşında geldiğinde bir avukat olarak Londra Barosu'na kaydoldu. Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda manastır yaşamı yaşamaktaydı ve bir rahip olmak isteğiyle yanıp tutuşmaktaydı. 1501-1504 yılları arasında keşiş olmak amacıyla bir manastıra çekilen More, 1504'te Avam Kamarası seçimlerine katılmaya karar verdi. Parlamentoya seçilince manastır hayatına son veren More, ertesi sene Jane Colt ile evlendi. 1499'da Hollandalı yazar Erasmus ile tanıştı aralarında sıkı bir dostluk başladı. Öyle ki Erasmus, 1509'da basılan Deliliğe Övgü adlı eserini Thomas More'a adadı. Hem avukatlık yapan hem de Parlamentoda yasama faaliyetlerine katılan More, kralların mutlak iktidarına şiddetle karşı çıkıyor ve bu düşüncesini etrafıyla paylaşıyordu. Bu yüzden zamanla Kral VII. Henry'nin öfkesini üzerine çekti. Kralın öfkesinden kurtulmak için seyahate çıkmak zorunda kalan More, VII. Henry'nin 1509'da ölmesi üzerine ülkesine geri döndü. Ertesi yıl yargıçlığa atanan More, hümanist tutumuyla halkın sevgisini kazanmaya başladı. Örneğin Chelsea'de bir huzurevi kuran More, 1517'ye ayaklanan yoksul halkı yatıştırarak isyanı önleyecek, isyanın elebaşlarını da idamdan kurtaracaktır. More, üst düzey devlet görevlerine karşı isteksizdi ancak Kral VIII. Henry, 1517'de More'u hizmetine alır ve özel danışmanı yaptı. Bu dönemde Kral tarafından Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken'e elçi olarak gönderilen More, bu başarılı diplomatik görevinin ardından 1521'de şövalye unvanını elde etti. More, diplomatik görevinin ardından Hazine Bakanlığı'nda yardımcı veznedar olarak görev yapmaya başladı. Kariyeri gittikçe parlayan More, kısa süre sonra Kralın sekreteri olarak da görev yapmaya başladı. Zamanla yetki ve görevleri arttı; resmî belgeleri yazmaya, yabancı elçileri karşılamaya, Kral VIII. Henry ile Lordlar Kamarası başkanı Kardinal Thomas Wolsey arasında iletişimi sağlayan birilcil kişi hâline gelmeye başladı. Thomas More, 1523 yılındaki seçimlerde şövalye ünvanıyla Middlesex kentinden Lordlar Kamarası'na seçildi. 2 yıl sonra mevcut Meclis Başkanı Thomas Wolsey'in istifası üzerine Avam Kamarası Başkanı seçildi. Aynı yıl Lancaster Düklüğü'nün şansölyesi oldu ve Britanya'nın kuzey topraklarında geniş yetkiler elde etti. O dönemde Kral VIII. Henry, mevcut eşi Catherine d’Aragon'dan boşanıp Anne Boleyn ile evlenmek istedi. Bu evlilikle ilgili kendisine yeterince yardım edemeyen mevcut başkan Thomas Wolsey'i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More'u Lordlar Kamarası Başkanı ilân etti. Başlarda Kralın düşüncelerini paylaşan More, zamanla Kralın protestanlığa olan artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Catherine d’Aragon'dan boşanmak isteyen Kral'a özellikle Papalık karşı çıkıyordu. Papalık'a karşı Thomas More'u ve Lordlar Kamarası'nı kendi safına çekmek isteyen Kral, 1532'de "Act of Supremacy" adlı yasayı çıkarttı. Bu yasaya göre Kral, kendisini İngiltere Kilisesi'nin başı ilân ediyordu ve ülkesini Katolik dünyadan kopartarak Anglikan mezhebini kuruyordu. Thomas More ise kişisel olarak Protestanlığı doğru bulmuyor; Katolikliği benimsiyordu. Bu dönemde protestanlığı eleştiren kitaplarıyla Kral ile olan ilişkisini gerdi. Böylece 1531'de Kral'a bağlılık yemini etmeyi reddetti. Ancak kısa süre sonra hem katolikliğe bağlı olduğu için, hem de Kral'la çatışmak istemediği için sağlık problemlerini bahane eden More, 1532'de istifa etti. İstifasına rağmen Kral, More'un peşini bırakmadı. Önceli mallarına en konulan, ardından göstermelik nedenlerle sorgulanan More, 1533'te Anne Boleyn'in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Yalan davalar ve dedikodular başladı. Parlamentonun Anne Boleyn'i İngiltere'nin kraliçesi olarak ilân edebileceğini kabul etmesine rağmen, bağlılık yemini etmeyi reddetti. Zira bu durum Papa'ya karşı bir davranış olacaktı. Kralı kilisenin başı olarak görmemeyi sürdüren Thomas More, Mart 1534'te "Act of Supremacy"'yi kabul ettiğine dair yemin etmeye zorlandı. Bu yasaya direnmesi üzerine tutuklandı ve Londra Kalesi'ne hapsedildi. Aynı yıl yargılanmaya başlanan More, başlarda sessiz kalmak istedi. Ancak hakkında vatan hainliğine varan asılsız iddialar öne sürülmesi üzerine konuşmaya başladı. Konuştuğunda "Act of Supremacy"'nin Tanrı'nın yasalarına aykırı olduğu ve parlamentonun kimseyi Kilise'nin başı olarak ilân edemeyeceğini söyledi. Bu sözleri üzerine ölüm cezasına çarptırılan More, 6 Temmuz 1535'te idam edildi. İrhas İrhas, bir peygamberin, vahiy gelmeden (peygamber olarak gönderilmeden) önce, ileride peygamber olacağını gösteren, buna delil olan olağanüstü olaylardır. Örnek olarak, İsa'nın beşikte iken konuşması verilebilir. (Meryem sûresi 29-33. ayetler) İslamda Muhammed'in doğumu, çocukluğu ve gençlik dönemine ait anlatılan birçok irhasat haberi bulunmakta, bu rivayetlerin ilk dönem siyer anlatılarında çok az görülen örneklerinin sonraki dönem yazmalarında giderek çoğaldığı üzerinde durulmaktadır. Charles Baudelaire Charles Baudelaire (9 Nisan, 1821 – 31 Ağustos, 1867) 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden. 1821’de Paris'de doğdu. Mutsuz bir çocukluk geçirdi. Babası 1827'de öldü. 1839'da okuduğu okuldan disiplinsizlik yüzünden atıldı. Hukuk öğrenimi görmeye zorlanan Baudelaire, buna başkaldırarak Quartier Latin'de bohem bir hayatı seçti. Burada Frengiye yakalandı. 20 Yaşında Hindistan'a gitmek üzere yola çıktı. 1842’de Fransa’ya döndü. Sonradan metresi olan Jeanne Duval ile tanıştı. Babasının mirasını aldı ancak bu parayı hesapsızca harcadığı için ailesi miras hakkını geri aldı. 1846'dan sonra "Kötülük Çiçekleri" kitabına girecek şiirlerini yazmaya başladı. 1847'de Edgar Allan Poe'yı keşfetti ve eserlerini Fransızcaya çevirmeye başladı. 1848'de devrimcilerin yanında yer aldı. 1857'de "Les Fleurs du Mal" (Kötülük Çiçekleri) (Elem Çiçekleri) kitap olarak yayınlandı, içindeki altı şiir kamu ahlâkına aykırı bulunduğu için Baudelaire hakkında dâvâ açıldı. 1860’da "Yapay Cennetler"i yayınladı. Bu eserde de uçlarda gezinen bir kişilik sergiledi. Bir tür otobiyografi olan "Çırılçıplak Soyulan Yüreğim" üzerine çalıştığı ve 1862’de "Paris Sıkıntısı" adıyla düzyazı şiirlerini yayımladığı sırada frenginin yan etkileri giderek kendini daha fazla hissettirmeye başladı. İki yıl kaldığı Belçika’dan dönüşünde felç olan sanatçı 31 Ağustos tarihinde Paris’te 46 yaşındayken öldü. Mezarı Paris Cimetière du Montparnasse'dadır. Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal-1857) ve Paris Sıkıntısı (Le Spleen de Paris-1869), Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin çarpıldığı, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili kılavuzları olur. Gerek klasik geleneğe, gerekse egemen çağdaş zihniyetlere karşı isyanı ve gerçekliğe kafa tuttuğu imgelemi, zamanında şiirlerinin yasaklanmasına kadar varan düşmanlıklar uyandırır. Sonradan bu başkaldırı ve imgelem, avangard sanat ve edebiyatın çekirdeğini oluşturacaktır. Pisa Kulesi Pisa Kulesi, İtalya'nın kuzeyindeki Pisa şehrinde "Piazza dei Miracoli"'de (İtalyanca "Mucizeler Meydanı") yer alan ve 1063-1090 yıllarında yapılan şehir katedralinin çan kulesi, ana yapıdan ayrı olarak 1173'te yapılmıştır. Kule üst üste bindirilmiş yuvarlak 6 sütun dizisinden meydana gelmiştir. 56 metre yüksekliktedir. Üzerine 294 basamaklı bir merdivenle çıkılır. En üstteki çanların bulunduğu 8. kat silindir biçimindedir. Pisa Kulesi bitirildiği tarihten itibaren güneye doğru eğilmeye başlamıştır. Bunun sebebi temeldeki yumuşak zemindeki bir çökmedir. Günümüzde, kulenin tepesinden güney yönünde aşağı sarkıtılan bir çekül 4,3 metre açığa inmektedir. Ancak yapının ağırlık merkezinin izdüşümü kendi temel dairesinin içinde kaldığı için kule devrilmemektedir. Kule her yıl milimetrenin onda yedisi kadar (100 yılda 0,7 cm) eğilmektedir. Kulenin şu andaki eğimi 5,5° kadardır. Kule, Pisa'nın gücünün ve zenginliğinin bir sembolü olarak Cenova ve Venedik'e rakip olarak yapılmıştır. Galileo'nun, bütün cisimlerin aynı hızla ve aynı fizik kanununa uyarak düştüklerini farklı ağırlıklardaki iki top güllesini bu kuleden aşağı bırakarak gözlemlediği iddia edilmiştir. Bilginin kaynağı Galileo'nun bir öğrencisi olmasına rağmen bu iddia geniş çevrelerce bir efsane olarak kabul edilir. Kule 1990-2001 yılları arasında onarım için kapalı tutulmuştur. Bulunduğu zemindeki çökme nedeniyle yıkılma aşamasına gelen İtalya’nın ünlü Pisa Kulesi, 20 mi