text
stringlengths
115
474k
Haklar
stringclasses
21 values
Kararın Bağlantı Linki
stringlengths
53
58
Başvuru Konusu
stringlengths
0
2.09k
labels
int64
0
1
Başvuru, naklen atama talebine muvafakat verilmemesi ve bu işleme karşı açılan davada sunulan deliller ve ileri sürülen iddialar tartışılmadan davanın reddedilmesi nedenleriyle adil yargılanma hakkı ile maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 21/10/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 23/10/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 25/2/2016 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş sunmamıştır. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, Jandarma Genel Komutanlığı Jandarma Kriminal Daire Başkanlığı Kimyasal İnceleme Şube Müdürlüğünde kimyasal inceleme uzmanı olarak görevine devam etmekte iken 2012 yılında Gümrük ve Ticaret Bakanlığında münhal bulunan kadroya naklen atanmak istemiş ancak hizmetine ihtiyaç duyulduğu gerekçesiyle muvafakat verilmemiştir. Başvurucu, muvafakat verilmemesi işleminin iptali istemiyle Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde (AYİM) dava açmıştır. AYİM İkinci Dairesi 5/3/2014 tarihli ve E.2013/102, K.2014/327 sayılı kararı ile davayı oyçokluğuyla reddetmiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:"Devlet Memurlarının bir kurumdan diğerine nakillerine ilişkin usul ve esaslar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 74’üncü maddesinde yer alan "Memurların, bu Kanuna tabi kurumlar arasında kurumların muvafakati ile kazanılmış hak dereceleri üzerinden veya 68’inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece yükselmesi suretiyle bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle girebilecekleri sınıftan bir kadroya nakilleri mümkündür" hükmü ile düzenlenmiştir.Kanun, memurların farklı kurumlar arasında mutabakatın oluşması halinde, bu kurumlar arasında naklen atanma imkânını tanımıştır. Bu hüküm ile kurumlar açısından naklen atanma işlemine muvafakat yetkisi takdiri bir yetki olarak düzenlenmiştir. Kurumlar kişinin atanması ile hizmetin yürütülmesinde aksaklık meydana gelip gelmeyeceği ve atamayı talep eden kişinin atama talebine esas menfaati arasındaki dengeyi gözeterek takdir yetkisini kullanmalıdır.İdare, işlem ve eylemlerini yaparken “kişi yararı” ve “kamu yararını” göz önünde bulunduracak, yasal sınırlar içerisinde takdir hakkını bu amaçları gerçekleştirmek için kullanacaktır. Ancak, söz konusu yetkinin kullanılma biçim ve esasları ile sınırı ne olmalıdır ki, atamaya yetkili makam hukuka uygun hareket etmiş olsun? Şu halde, söz konusu takdir hakkının davalı idarece hangi kriterlere göre kullanılması halinde hukuka uygun düşeceği hususu, hukuka uygunluk denetimi açısından önem arz etmektedir.Bilindiği üzere, idareye tanınan takdir hakkı (yetkisi) hiçbir zaman mutlak ve sınırsız değildir. Kamu hizmetinin verimliliği, etkinliği ve kamu yararı ile kişi yararı arasında bir denge kurulması zorunluluğu, bu hak ve yetkinin sınırını oluşturmaktadır. Takdir hakkının, idarece takip edilen amaca uygun olarak kullanıldığı, keyfilikten, kişisel ve duygusal, subjektif değerlendirmelerden kaçınıldığı ve uzak olduğu, objektif ve gerçek kıstaslara bağlı kalındığı sürece, yargı denetimi dışında tutulması gerektiğinde kuşku yoktur. Ne var ki, idarenin takdir hakkını yerinde kullanmadığının iddia edilmesi halinde, bu sınırların aşılıp aşılmadığının idari yargı organınca denetlenmesi de kaçınılmaz olmaktadır. Diğer bir deyişle, Anayasanın 125/4’üncü maddesinde düzenlenmiş bulunan “İdarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez’' tarzındaki hükmün; idarenin sınırsız ve mutlak takdir hakkına sahip olduğu ve böylece takdir hakkının idari yargı denetimine tabi olmadığı yönünde yorumlanması ve uygulanması, yine Anayasa ile öngörülen “hukuk devleti” ilkesi ile bağdaşmayacaktır. Bu nedenle, anılan yetkinin sınırlarının (takdir hakkının) özellikle “yüksek mahkemelerce” olmak koşuluyla, yargı yerlerince çizilebileceği ve hatta bu konuda hiçbir yasal sınırlamanın kabul görmeyeceğinin benimsenmesinde kamu yararı bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır.Dava konusu olayda, davacının kurumlar arası naklen atanması için Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Personel Daire Başkanlığına 2012 tarihli dilekçesi ile anılan Bakanlığa naklen atanma talebinde bulunduğu, ilgili Bakanlık tarafından 2012 tarihli yazı ile davacının görev yaptığı daireye muvafakat verilip verilmeyeceği hususunda başvuruda bulunduğu, Gümrük ve Ticaret Bakanlığının davacıya hitaben yazmış olduğu 2012 tarihli yazısı ile davalı idarenin 2012 tarihli yazısı ile söz konusu muvafakat talebine olumlu yanıt vermediği görülmektedir. Davalı idarenin davacının kurumlar arası naklen atanması için muvafakat verip vermeme hususunda takdir yetkisinin bulunduğu, ancak bu yetkinin objektif ölçütler doğrultusunda kamu yararı ile birey yararı gözetilerek kullanılıp, kullanılmadığının denetlemesi gerekmektedir.Bu kapsamda dava dosyası incelendiğinde; 05/12/2013 tarihi itibariyle Jandarma Kriminal Daire Başkanlığı [...] Şube Müdürlüğünde Kimyasal İnceleme Uzmanı (Astsubay) kadro sayısının 4, mevcudun 1; Kimyasal İnceleme Uzmanı(Sivil Memur) kadro sayısının 30 mevcudun 8 olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca 10 Astsubay ve 3 Sivil Memur uzman yardımcısının görev yaptığı, uzman yardımcılarının yetiştirilmelerini müteakip 2014 yılında yeni teşkil edilecek İstanbul ve diğer laboratuvarlarda görevlendirilecekleri belirtilmiştir. Davacı vekilince iddia edilen hususlar kapsamında Davacının muvafakat talebinden sonra davacıyla aynı birimde çalışan 4 sivil memurun muvafakat taleplerinin birisi eş durumu itibariyle olmak üzere uygun olarak karşılandığı Davalı idarenin 2014 tarihli yazısı ile anlaşılmış, bu işlemlere dayanak teşkil eden muvafakat taleplerinin Ağustos 2013, Eylül 2013, Ekim 2013 ve Kasım 2013 tarihlerinde gerçekleştiği belirtilerek Davalı İdarenin 2014 tarihli yazısı ile 2013 tarihinde alınan Komuta Katı Onayı ile özel nitelikli (A Grubu) kadrolara ilave olarak asaleti tasdik olan sivil memurlardan eşit ve daha alt statüdeki kadrolara muvafakat taleplerinin de olumlu değerlendirmeye başlandığı ifade edilmiştir.Tüm bu veriler ışığında 2013 tarihinde kayıt altına alınan dava dilekçesi ve davacının 09 2012 tarihindeki muvafakat talebi dikkate alındığında; davacının görevden ayrılması halinde personel zafiyeti olacağı, dolayısıyla hizmette aksamalara neden olabileceği, öte yandan dosyadaki delil durumuna göre; davacının bulunduğu görev yerinde değil de başka bir görev yerinde istihdamında kamu yararı bulunduğu kabul etmenin mümkün olmadığı, davacının “geçmek istediği kamu kurumunda statü ve özlük hakları açısından daha fazla imkana sahip bulunduğu” yönündeki iddialarının somut bilgi ve belgelerle ortaya konmadığı, muvafakat talebinin eş, sağlık ve kadro bulunmaması gibi nedenlere dayanmadığı, muvafakat verilen personelin yerine yenisinin temininde ve özellik arz eden personelin yetiştirilmesinde güçlük çekildiği ve sürdürülen kamu hizmetinin zaafa uğramaması ve hizmetin daha iyi işlemesi maksadıyla davalı idarece, hizmet ihtiyacı ve personel temininde güçlük çekilmesi gerekçe gösterilmek suretiyle davacıya muvafakat verilmemesi işleminde idarece kullanılan takdir yetkisinin kamu yararı ile birey yararı dengesi gözetilerek ve objektif kriterlere bağlı kalınarak kullanıldığı, bu nedenle davacının Gümrük ve Ticaret Bakanlığına naklen atanması için muvafakat verilmemesi işleminin hukuka aykırı olmadığı kanaatine varılarak davanın reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır." Karara katılmayan üyelerin karşıoyu ise şöyledir:"Dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden davacının muvafakat talebinin personel noksanlığı nedeniyle hizmet ihtiyacı gerekçesi ile reddedilmesini müteakip, davacıyla aynı kurumda aynı ünvanda görev yapan 4 adet Kimyasal inceleme uzmanının kurumlararası naklen atama talebine muvafakat verildiği, bu personelden sadece bir tanesinin muvafakat verilme gerekçesinin eşinin atandığı garnizonda kadrosunun bulunmaması olduğu, diğer üç personel için her hangi bir gerekçe belirtilmeden muvafakat taleplerinin kabul edildiği, dolayısıyla davalı idarenin bu konudaki takdir hakkını keyfilikten kişisel ve duygusal değerlendirmelerden kaçınarak talep edilen amaca uygun olarak kullanıldığının söylenemeyeceği, dolayısıyla objektif kriterlere uygun olarak tesis edilmeyen dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğu, bu nedenle iptaline karar verilmesi gerektiği kanaatinde olduğumuzdan aksi yönde oluşan sayın çoğunluk görüşüne katılmadık." Başvurucunun karar düzeltme istemi de aynı Dairenin 9/7/2014 tarihli ve E.2014/1205, K.2014/1073sayılı kararıyla oyçokluğuyla reddedilmiştir. Bu karar 29/9/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 21/10/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun Maddesi şöyledir:''Memurların bu Kanuna tabi kurumlar arasında, kurumların muvafakatı ile kazanılmış hak dereceleri üzerinden veya 68 inci maddedeki esaslar çerçevesinde derece yükselmesi suretiyle, bulundukları sınıftan veya öğrenim durumları itibariyle girebilecekleri sınıftan, bir kadroya nakilleri mümkündür. Kazanılmış hak derecelerinin altındaki derecelere atanabilmeleri için ise atanacakları kadro derecesi ile kazanılmış hak dereceleri arasındaki farkın 3 dereceden çok olmaması ve memurların isteği de şarttır.... 13/12/1960 tarihli ve 160 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi kapsamına giren kurumlarla bu Kanuna tabi kurumlar arasındaki nakillerde de yukarıdaki hükümler uygulanır. Aynı kanunun 4 üncü maddesi kapsamına giren kurumlarda çalışıp 657 sayılı Kanuna tabi olmayan personelden, hizmete giriş dereceleri 36 ncı madde ile tespit edilen giriş derecelerinin üzerinde olanların ilk ilerleme ve yükselmeleri için kanuni bekleme sürelerine yukarıda yazılı dereceler arasındaki sürelere tekabül eden süre kadar ilave edilir.''
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/16590
Başvuru, naklen atama talebine muvafakat verilmemesi ve bu işleme karşı açılan davada sunulan deliller ve ileri sürülen iddialar tartışılmadan davanın reddedilmesi nedenleriyle adil yargılanma hakkı ile maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonu Başkanlığı tarafından verilen tazminatın düşük olması ile yargılama giderleri ve vekâlet ücretinin ödenmesine hükmedilmemesi nedenleriyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiği iddiaları hakkındadır. Başvuru, 3/7/2014 tarihinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Birinci Komisyonunca 31/3/2015 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında 12/3/2004 tarihinde gözaltına alınmış; 16/3/2004 tarihinde tutuklanmış, 6/5/2004 tarihinde düzenlenen iddianame ile hakkında kamu davası açılmıştır. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesince (CMK madde ile görevli) yapılan yargılama sonunda 4/5/2011 tarihli kararla başvurucunun müebbet hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiş, Yargıtay Ceza Dairesinin 25/9/2012 tarihli ilamıyla hüküm onanarak kesinleşmiştir. Başvurucu, hakkında açılan ceza davasının makul sürede sonuçlandırılmaması nedeniyle 4/9/2012 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvuruda bulunmuş; başvuru 73347/12 numaralı dosyaya kaydedilmiştir. Başvurucu, hakkında açılan ceza davasının makul sürede sonuçlandırılmaması nedeniyle 17/5/2013 tarihinde Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonu Başkanlığına (Komisyon) başvuruda bulunmuş, 000 TL manevi tazminat ile AİHM’e yapılan başvuru sonucu ortaya çıkan fotokopi, kırtasiye, posta masrafları ve avukatlık ücretinin ve Komisyona yapılan başvuru nedeniyle ortaya çıkan başvuru giderleri ve avukatlık ücretinin ödenmesini talep etmiştir. Komisyon, 22/11/2013 tarihli ve K.2013/1815 sayılı kararında, iki dereceli bir yargılamada 8 yıl 6 ay 13 gün süren yargılamanın makul olmadığı ve başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle AİHM’in uzun yargılama konusundaki yerleşik içtihatları da dikkate alınarak başvurucuya 000 TL tazminat ödenmesine; Komisyonun inceleme yetkisinin, yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmaması ve mahkeme kararlarının icra edilmemesine yönelik iddialar ile sınırlı olduğundan diğer talepler hakkında yetkisizlik nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir. Başvurucu anılan karara, manevi tazminat miktarının AİHM içtihatlarına aykırı biçimde düşük belirlendiği, ayrıca AİHM ve Komisyona başvururken yapılan masraflar ve avukatlık ücretinin ödenmediği iddiasıyla itiraz etmiştir. İtirazı inceleyen Ankara Bölge İdare Mahkemesi Kurulu, 9/4/2014 tarihli ve İ.2014/143, K.2014/377 sayılı kararında “yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmaması nedeniyle hükmedilen tazminatın mahiyeti gereği manevi tazminat niteliğinde olduğu, Komisyon tarafından hükmedilen tazminatın makul sürenin aşımıyla orantılı olarak belirlendiği, hakkaniyete ve AİHM içtihatlarına uygun olduğu, Komisyonun yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı ve mahkeme kararlarının icra edilmediğine yönelik iddiaları incelemekle yetkili olduğundan, bu hususlar dışındaki iddialar hakkında yetkisizlik nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesinin 6384 sayılı Kanun hükümlerine aykırı olmadığı, yine gerek Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde, gerekse 6384 sayılı Kanun'da; bu Kanun kapsamında Komisyona yapılan başvurularda vekil ile temsil olunması halinde, başvuran lehine vekâlet ücreti hesaplanacağı ve varsa yapılmış olan masrafların ödenmesine karar verileceği yolunda bir kuralın bulunmaması karşısında, Komisyonca başvuranlar lehine vekâlet ücreti tahakkuk ettirilmemesinde ve varsa yapılmış olan giderlerin ödenmesine karar verilmemesinde de usul ve yasa hükümlerine aykırılık görülmediği" gerekçeleriyle itirazın reddine karar vermiştir. Karar 4/6/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 3/7/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun’un maddesi şöyledir:“Bu Kanunun amacı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılmış bazı başvuruların tazminat ödenmek suretiyle çözümüne dair esas ve usullerin belirlenmesidir.” 6384 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“(1) Bu Kanun;a) Ceza hukuku kapsamındaki soruşturma ve kovuşturmalar ile özel hukuk ve idare hukuku kapsamındaki yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı,b) Mahkeme kararlarının geç veya eksik icra edildiği ya da hiç icra edilmediği,iddiasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılmış başvuruları kapsar.…” 6384 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“(1) Bu Kanun kapsamında yapılacak müracaatlar hakkında karar vermek üzere Bakanlığın merkez, bağlı ve ilgili kuruluşlarında çalışan hâkim ve savcılar arasından Adalet Bakanı tarafından atanacak dört kişi ile Maliye Bakanı tarafından Maliye Bakanlığı personeli arasından atanacak bir kişiden oluşan toplam beş kişilik bir Komisyon kurulur. Komisyon Başkanı bu üyeler arasından Adalet Bakanı tarafından seçilir.…(4) Komisyonun sekretarya hizmetleri Bakanlık tarafından yürütülür.…” 6384 sayılı Kanun’un maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:“(1) Komisyona müracaat, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru tarihini ve numarasını gösteren resmi kayıt kabul mektubu, başvuru formu ve diğer ilgili bilgi ve belgelerle birlikte, müracaat edenin kimlik bilgilerini içeren imzalı bir dilekçeyle yapılır.(2) Başvuran, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde Komisyona müracaat edebilir. Bu süre içinde müracaatta bulunmayanlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin münhasıran iç hukuk yollarının tüketilmemiş olması gerekçesine dayanan kabul edilemezlik kararının kendilerine tebliğinden itibaren bir ay içinde de Komisyona müracaat edebilirler.” 6384 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“(1) Komisyon;a) Müracaat konusu başvurunun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince öngörülen iç hukuk yollarının tüketilmesi koşulu dışındaki diğer kabul edilebilirlik şartlarını taşımadığını,b) Komisyona süresinde müracaat edilmediğini,c) Müracaat edenin hukuki menfaati olmadığını,ç) Müracaatın 2 nci madde kapsamına girmediğini,tespit ederse müracaatı reddeder.…” 6384 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“(1) Komisyon, müracaat hakkında dokuz ay içinde karar vermek zorundadır.(2) Komisyon, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin emsal kararlarını da gözetmek suretiyle müracaat konusunda gerekçeli olarak karar verir.(3) Komisyon kararlarına karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde Komisyon aracılığıyla Ankara Bölge İdare Mahkemesine itiraz edilebilir. İtiraz dilekçesi müracaata ilişkin diğer tüm belgelerle birlikte derhal itiraz merciine gönderilir. Bu itiraz öncelikli işlerden sayılarak üç ay içinde karara bağlanır. Mahkeme tarafından Komisyon kararı yerinde görülmezse işin esası hakkında karar verilir. İtiraz üzerine verilen kararlar kesindir.(4) Ödenmesine karar verilen tazminat, kararın kesinleşmesinden itibaren üç ay içinde Bakanlık tarafından ödenir. Ödemeye ilişkin düzenlenecek kâğıtlar damga vergisinden, yapılacak işlemler harçlardan müstesnadır.” 6384 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“(1) Bu Kanun, 23/9/2012 tarihi itibarıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde kaydedilmiş başvurular hakkında uygulanır.…”19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun maddesi şöyledir:“Avukatlık ücreti, avukatın hukukî yardımının karşılığı olan meblâğı veya değeri ifade eder.…” 1136 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“Yargı mercilerince karşı tarafa yükletilecek avukatlık ücreti, avukatlık ücret tarifesinde yazılı miktardan az ve üç katından fazla olamaz.”Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin maddesi şöyledir: “(1) Mahkemelerde, tüm hukuki yardımlarda, taraflar arasındaki uyuşmazlığı sonlandıran her türlü merci kararlarında ve ayrıca kanun gereği mahkemelerce karşı tarafa yükletilmesi gereken avukatlık ücretinin tayin ve takdirinde, Avukatlık Kanunu ve işbu tarife Hükümleri uygulanır. (2) Taraflar arasında akdi avukatlık ücreti kararlaştırılmamış veya kararlaştırılan akdi avukatlık ücretinin geçersiz sayılması halinde; mahkemelerce, dava konusu edilen tutar üzerinden işbu tarife gereğince hesaplanacak avukatlık ücretinin altında bir ücrete hükmedilemez. İş bu tarife Avukatlık Kanununun maddesinin fıkrası doğrultusunda gerçekleştirilecek olan akdi avukatlık ücreti belirlenmesinde sadece asgari değerin hesaplanmasında dikkate alınır. Diğer hususlar Avukatlık Kanunundaki hükümlere tabidir. (3) İşbu tarife hükümleri altında kararlaştırılan akdi avukatlık ücretleri, tarife hükümleri üzerinden yapılmış olarak kabul edilir.” 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun maddesi şöyledir:“(1) Yargılama giderleri şunlardır:a) Celse, karar ve ilam harçları.b) Dava nedeniyle yapılan tebliğ ve posta giderleri.c) Dosya ve sair evrak giderleri.ç) Geçici hukuki koruma tedbirleri ve protesto, ihbar, ihtarname ve vekâletname düzenlenmesine ilişkin giderler.d) Keşif giderleri.e) Tanık ile bilirkişiye ödenen ücret ve giderler.f) Resmî dairelerden alınan belgeler için ödenen harç, vergi, ücret ve sair giderler.g) Vekil ile takip edilmeyen davalarda tarafların hazır bulundukları günlere ait gündelik, seyahat ve konaklama giderlerine karşılık hâkimin takdir edeceği miktar; vekili bulunduğu hâlde mahkemece bizzat dinlenmek, isticvap olunmak veya yemin etmek üzere çağrılan taraf için takdir edilecek gündelik, yol ve konaklama giderleri.ğ) Vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücreti.h) Yargılama sırasında yapılan diğer giderler.” 6100 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“(1) Kanunda yazılı hâller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir.…”
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/11359
Başvuru, Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonu Başkanlığı tarafından verilen tazminatın düşük olması ile yargılama giderleri ve vekâlet ücretinin ödenmesine hükmedilmemesi nedenleriyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiği iddiaları hakkındadır.
0
Başvurucu, işçi alacaklarının tahsili istemiyle, 3/9/2003 tarihinde açtığı davanın makul sürede sonuçlanmadığını belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, ihlalin tespiti ile manevi tazminat talebinde bulunmuştur. Başvuru, 3/7/2014 tarihinde Erbaa Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede dosyanın Komisyona sunulmasına engel bir durumunun bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 30/9/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 6/3/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Adalet Bakanlığının 19/3/2015 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, işçi alacaklarının tahsili istemiyle, 3/9/2003 tarihinde, işveren Erbaa Belediye Başkanlığı aleyhine dava açmıştır. Erbaa Asliye Hukuk Mahkemesi (İş Mahkemesi sıfatıyla), 15/10/2008 tarihli ve E.2003/448, K.2008/321 sayılı kararıyla davanın kısmen kabulüne hükmetmiştir. Tarafların temyiz istemi üzerine karar, Yargıtay Hukuk Dairesinin 1/4/2011 tarihli ve E.2009/5277, K.2011/9699 sayılı ilâmıyla, eksik incelemeye dayalı hüküm kurulduğu gerekçesiyle bozulmuştur. Mahkeme bozma ilâmına uyarak yeniden yaptığı yargılama sonucunda, 19/12/2013 tarihli ve E.2011/239, K.2013/650 sayılı kararıyla davanın kısmen kabulüne hükmetmiştir. Tarafların temyiz istemi üzerine karar, Yargıtay Hukuk Dairesinin 8/5/2014 tarihli ve E.2014/11941, K.2014/14917 sayılı ilâmıyla onanmıştır. Onama kararı, 26/6/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, 3/7/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun maddesi ve maddesinin (1) numaralı fıkrası, 30/1/1950 tarihli ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası, maddesinin birinci fıkrası ve maddesi (bkz. B. No: 2013/6792, 18/6/2014, §§ 16–20).
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/11411
Başvurucu, işçi alacaklarının tahsili istemiyle, 3/9/2003 tarihinde açtığı davanın makul sürede sonuçlanmadığını belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, ihlalin tespiti ile manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
1
Başvuru, kamulaştırılan taşınmazın bedelinin düşük belirlenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Ankara-İzmir Hızlı Tren Projesi kapsamında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğü (TCDD/İdare) tarafından kamulaştırma kararı alınmıştır. Bu doğrultuda başvurucunun maliki bulunduğu Uşak ili Merkez ilçesi Karahasan köyünde kâin 554 parsel sayılı 700 m² yüz ölçümündeki taşınmazın 01 m² yüz ölçümündeki kısmı hakkında acele kamulaştırma kararı verilerek 569,04 TL acele kamulaştırma bedeli başvurucu adına bankaya depo edilmiştir. Tarafların kamulaştırma bedeli hususunda uzlaşmaya varamamaları üzerine İdare tarafından başvurucu aleyhine 10/8/2018 tarihinde Uşak Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescili davası açılmıştır. Mahkemece hükme esas alınan 5/4/2019 tarihli bilirkişi raporunda taşınmazın kuru tarım arazisi niteliğinde ve aktif kullanımda kapama meyve (badem) bahçesi olduğu vurgulanmıştır. Raporda net gelir yöntemi esas alınarak 25 adet badem ağacı ve arazide yetişmesi mutat münavebe ürünleri dikkate alınarak 385,69 TL kamulaştırma bedeli hesaplanmıştır. Mahkemece bu bilirkişi raporuna itibar edilerek 31/5/2019 tarihinde davanın kabulüyle taşınmazın İdare adına tesciliyle 385,69 TL kamulaştırma bedeline hükmedilmiştir. Tarafların istinaf talebi üzerine İzmir Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi (Daire) 28/11/2019 tarihinde mahkeme kararı kaldırılarak kesin olmak üzere 771,15 TL kamulaştırma bedeline hükmedilmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir: "...taşınmazın kuru tarım arazisi olarak nitelendirilerek, buğday-nohut-arpa-haşhaş münavebesi uygulanmak suretiyle, Uşak İl Tarım ve Orman Müdürlüğünün 2017 yılına ait üretim masraflarıyla hasat dönemindeki ortalama toptan kg. satış fiyatı üzerinden hesaplama yapılarak ve değerlendirme/dava tarihi olan 2018 yılına endeks uygulanmak suretiyle değer belirlenmesi doğru bulunmamıştır. Zira, Kamulaştırma Kanununun 11/1-f maddesi uyarınca; o yörede mutad olarak ekilen münavebeli ürünleri ve münavebeye alınan ürünlerin dekar başına verim miktarları, değerlendirme tarihi olan dava yılı dekar başına üretim masrafları ile hasat dönemindeki ortalama toptan kg. satış fiyatlarının İl/İlçe Tarım Müdürlüğünden sorulmasından sonra taşınmazın olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelirine göre bedel belirlenmelidir.Bu nedenle, Uşak İl Tarım ve Orman Müdürlüğüne ait 2018 yılına ilişkin maliyet cetveli, istinaf incelemesi için dairemize gelen başka dosyadan, dosya arasına alımı sağlanılarak raporun denetimi yapılmış olup, bu verilere göre gelir hesabının yapılması mümkün olduğundan, usul ekonomisi de dikkate alınarak, bu hususta ek rapor alınmamış ve dairemizce yeniden değerlendirme yapılmıştır....Uşak İl Tarım ve Orman Müdürlüğü'nün 15/11/2019 tarih ve E.3514221 sayılı cevabi yazısında, 2018 yılı itibariyle, 15 yaşında bir adet badem ağacının il ortalamasına göre fiyatı 398,00-TL - 567,00-TL arasında olacağı bildirilmekle;-Kamulaştırılan kısımda bulunan 15 adet badem ağacının bedeli : (567,00-TL/adet x 15 adet) = 505,00-TL..." Başvurucu nihai hükmü 15/12/2019 tarihinde öğrendikten sonra 14/1/2020 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Komisyonca, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/2796
Başvuru, kamulaştırılan taşınmazın bedelinin düşük belirlenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; bir kamu kurumu aleyhine verilmiş, ekonomik değere ilişkin ve icra edilebilir bir yargı kararının uzun süre icra edilmemesi ve kurum aleyhine başlatılan icra takibinin de sonuçsuz kalması nedeniyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 6/8/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:A. Uyuşmazlığın Arka Planı Başvurucu 1958 doğumlu olup Aydın'ın Sultanhisar ilçesinde ikamet etmektedir. Başvurucu 15/7/1997 tarihinde Atça Çiftçi Malları Koruma Başkanlığında çalışmaya başlamış ve daha sonra 12/11/2012 tarihli ve 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un ilgili maddeleri uyarınca işyeri devri nedeniyle Sultanhisar Çiftçi Koruma Başkanlığına iş sözleşmesi devredilmiştir. Başvurucu 25/9/2016 tarihinde emeklilik nedeniyle iş sözleşmesini tek taraflı olarak feshetmiştir. B. İcra Takibi ve Şikâyet Davası Süreci Başvurucu tarafından 25/8/1971 tarihli ve 1475 sayılı mülga İş Kanunu'nun maddesi uyarınca ödenmesi gereken kıdem tazminatının tahsili istemiyle Nazilli İcra Müdürlüğünde (İcra Müdürlüğü) Sultanhisar Çiftçi Koruma Başkanlığı (Koruma Başkanlığı) aleyhine ilamsız icra takibi başlatılmıştır. Takibe itiraz edilmesi üzerine başvurucu tarafından Nazilli Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) itirazın iptali ve takibin devamı istemiyle Koruma Başkanlığı aleyhine 17/1/2017 tarihinde dava açılmıştır. Mahkemenin 26/10/2017 tarihli kararında davanın kısmen kabulü ile 964,06 TL asıl alacak, 073,66 TL faiz yönünden itirazın iptaline ve takibin devamına hükmedilmiştir. Mahkeme kararının gerekçesinde, başvurucunun 1475 sayılı mülga Kanun'un maddesi uyarınca emeklilik nedeniyle iş sözleşmesini feshettiği ve yaşlılık aylığı almaya hak kazandığı, anılan madde gereğince işçinin kıdem tazminatına hak kazandığı hukuki gerçeğine işaret edilmiştir. İtirazın iptali kararı icrai işleme konu edilmek için kesinleşmesi gereken kararlardan olmadığından başvurucu tarafından 21/12/2017 tarihinde bahse konu işçilik alacağının tahsili amacıyla haciz işlemi başlatılmış ancak Koruma Başkanlığının ödeme gücünün olmaması nedeniyle söz konusu alacak tahsil edilememiştir. Taraflar, itirazın iptali kararına karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 28/6/2018 tarihli kararıyla tarafların istinaf istemlerini reddetmiştir. Nihai karar başvurucu vekiline 9/7/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 6/8/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İcra Müdürlüğü tarafından 5/8/2019 tarihinde borçlu Koruma Başkanlığına muhtıra gönderilerek borç miktarı olan 071,02 TL'nin muhtıranın tebliğinden itibaren yedi gün içinde ödenmesi, aksi hâlde cebri icra yoluna başvurulacağı hususu açıkça bildirilmiş olmasına rağmen belirtilen sürede Koruma Başkanlığınca herhangi bir ödeme yapılmamıştır. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre de yedi günlük sürenin sona ermesinin ardından arada geçen süre zarfında da Koruma Başkanlığı tarafından başvurucunun takibe konu alacağına ilişkin herhangi bir ödeme yapılmadığı anlaşılmıştır. 2/7/1941 tarihli ve 4081 sayılı Çiftçi Mallarının Korunması Hakkında Kanun'un maddesi şöyledir:"Bu kanuna göre korunacak çiftçi malları aşağıda yazılıdır:I - Ekili, dikili veya kendiliğinden yetişen bütün nebatlarla Orman Kanununun şumulüne girmeyen ağaçlar ve ağaçlıklar,II - Ziraatte kullanılan veya ziraatle alakalı olan her nevi menkul ve gayrimenkul mallar,III - Su arkları, set ve bentlerle hendek, çit, duvar ve emsali manialar, tarla ve bahçe yolları.'' 4081 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"Koruma ve ihtiyar meclislerinin, çiftçi mallarını koruma bakımından, vazife ve salahiyetleri şunlardır:I - Koruma kadro ve bütçesini ve senelik koruma ücreti tarifelerini tesbit ve her iki hususu murakabe heyetinin tetkik ve tasdikına sevketmek.II - Koruculuk için Köy Kanununda yazılı hükümlere göre bekçiliğe ehil gördüklerini seçerek tayinlerini vali veya kaymakamın tasdikına arzetmek, bekçilerin adedlerini ve çalışma müddet ve şartlarını tesbit eylemek, vazife görecekleri mıntakaları ayırmak ve bunlara para veya mal olarak verilecek aylık veya yıllığı kararlaştırmak ve vazifelerini iyi görmeleri için lüzumlu tedbirleri almak, hayvanlar için müşterek çoban tutmak,III - Suların mezruat ve yollara yapacağı tahribatı önlemek ve su arkları ve hendeklerle tarla ve bahçe yollarını tamir ettirmek ve bu yüzden doğacak masrafları bütçe harici olarak alakalılar arasında istifadeleri nispetinde taksim ve tahsil etmek (Alakalılardan fiilen çalışmak isteyenler çalışabilirler),IV - Suların sivrisinek yetişmesine müsait birikintiler yapmasına mani olmak ve bu maksat için açılan kanallar ve mecraları ve kurutulmuş olan toprakları muhafaza etmek,V - Elli liraya kadar olan zarar ve ziyan işlerine 26 ncı maddede yazılı hükümler dairesinde bakmak,VI - Ondördüncü maddede gösterilen inzibat cezalarını vermek ve bu kanunda yazılı diğer vazifeleri görmek.'' 4081 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"Köy sınırları veya ikinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı saha içindeki ekilmiş arazi ile bağ, bahçe veya ağaçlıklara fiilen tasarruf etmekte olanlardan ve gelip geçici olmayan ve kendi hayvanlarını idare edecek kadar şahsına ait veya icarla merası bulunmayan sürü sahiplerinden 15 inci maddede gösterilen tarifede yazılı senelik koruma parası veya bunun mukabili olan mahsul veya mal alınır. Koruma parasına tabi olanların bunun miktarı hakkında kendilerine veya ikametgahlarına yapılacak tebliğden itibaren on gün zarfında murakabe heyetine itiraz hakları vardır.'' 4081 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"Her koruma ve ihtiyar meclisi nezdinde 16 ve 17 nci maddelerde yazılı gelirlerden bir koruma sandığı teşkil olunur. Bekçi ücretlerinden başka zarar ve ziyan mukabili olarak tahsil edilmiş olan miktar, peşin olarak ödenen zararlar dolayısiyle tükendiği veya zararın ödenmesine kafi gelmediği takdirde sandık mevcudu tarifede yazılı esaslar dairesinde mükelleflerden yapılacak tahsilatla tamamlanır. Bu suretle yapılacak tahsilatta zarar ve ziyan karşılığı olarak 15 inci maddenin son fıkrasına göre tesbit edilmiş olan nisbet daima muhafaza olunur.'' 4081 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"Koruma sandığındaki paraların sarfedilebileceği yerler şunlardır:I - Bekçilerin ücretleri,II - 29 uncu maddeye göre ödenecek zararlar,III -Her mahallin hususiyet ve ihtiyaçlarına göre koruma ve ihtiyar meclisleri tarafından bu kanunun tesbit ettiği hizmetlerin ifası için yapılacak zaruri masraflar. Bu masrafların senelik yekünu hiç bir halde bekçi ücretleri yekünunun yüzde onunu tecavüz edemez.'' 4081 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"Korunma sandığının mevcudu Devlet malı hükmündedir. Korunma gelirleri ve korunma sandığındaki paraya haciz konamaz. Korunma sandığı gelirinin cibayet ve sandık mevcudunun sarf sureti ve her sene sonunda hesabların nasıl kapatılacağı Ziraat Vekaletince tesbit olunur.'' 4081 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"Bu Kanun ile vazifedar olanların vazifeleri dolayısıyla işledikleri suçlarla ilgili olarak Türk Ceza Kanununun kamu görevlilerine ilişkin hükümleri tatbik olunur.Bu gibilerin ifa ettikleri vazifeden dolayı kendilerine karşı görevleriyle bağlantılı olarak işlenen suçlar kamu görevlileri aleyhine işlenmiş sayılır'' 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun "Haczi caiz olmıyan mallar ve haklar" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Aşağıdaki şeyler haczolunamaz: Devlet malları ile mahsus kanunlarında haczi caiz olmadığı gösterilen mallar,...''
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/26625
Başvuru, bir kamu kurumu aleyhine verilmiş, ekonomik değere ilişkin ve icra edilebilir bir yargı kararının uzun süre icra edilmemesi ve kurum aleyhine başlatılan icra takibinin de sonuçsuz kalması nedeniyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru; terör olayı nedeniyle uğranılan manevi zararın tazmin edilmesi istemiyle açılan tam yargı davasında hukuk kurallarının açık bir biçimde hatalı uygulanması nedeniyle hakkaniyete uygun yargılanma hakkının, aleyhe vekâlet ücretine hükmedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının, yıkılan ev ve zayi olan eşyalar için tazminat ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının, sokağa çıkma yasağı tedbirinin uygulandığı dönemde çocukların uzun süre okula gidememesi nedeniyle de eğitim hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 16/4/2019 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur. Birinci Bölüm tarafından 14/10/2020 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:A. Arka Plan Bilgisi Kısa adı PKK olan Kürdistan İşçi Partisinin terör örgütü olduğu ulusal ve uluslararası makamlar tarafından kabul edilmiş tartışmasız bir olgudur. Anılan örgütün gerçekleştirdiği terörist şiddet; bölücü amaçları dolayısıyla anayasal düzene, millî güvenliğe, kamu düzenine, kişilerin can ve mal emniyetine yönelik ağır tehdit oluşturmaktadır. Bu yönüyle ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan PKK kaynaklı terör, onlarca yıldır Türkiye'nin en hayati sorunu hâline gelmiştir (Gülser Yıldırım (2) [GK], B. No: 2016/40170, 16/11/2017, §§ 7-18). Kamuoyunda demokratik açılım süreci, çözüm süreci, Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi gibi farklı isimlerle ifade edilen süreç içinde 2012 yılının son döneminden itibaren PKK tarafından gerçekleştirilen terör saldırıları önemli ölçüde azalmıştır. Ancak Suriye'de son yıllarda yaşanan iç savaşın Türkiye'nin güvenliği üzerinde etkileri olmuş, PKK ve DAEŞ kaynaklı terör olayları yeniden artmaya başlamıştır. Kamuoyunda 6-7 Ekim olayları ve hendek olayları olarak bilinen terör eylemleri bunların başında gelmektedir (Gülser Yıldırım (2), §§ 19-30). Türkiye, 2015 yılı Haziran ayından itibaren yeniden yoğun bir şekilde terör saldırılarına maruz kalmıştır. Bu kapsamda PKK tarafından Şırnak'ın merkezi ile Cizre, Silopi ve İdil ilçelerinde, Hakkâri'nin Yüksekova ilçesinde, Diyarbakır'ın Silvan, Sur ve Bağlar ilçelerinde, Mardin'in Dargeçit, Nusaybin ve Derik ilçelerinde, Muş'un Varto ilçesinde cadde ve sokaklara hendekler kazılıp barikatlar kurularak, bu barikatlara bomba ve patlayıcılar yerleştirilerek teröristler tarafından bu yerleşim yerlerinin bir kısmında öz yönetim adı altında hâkimiyet sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda çok sayıda terörist, halkın bu yerlere giriş ve çıkışını engellemek istemiştir. Güvenlik güçleri, hendeklerin kapatılması ve barikatların kaldırılması suretiyle yaşamın normale dönmesini sağlamak amacıyla operasyonlar yapmış; teröristlerle çatışmaya girmiştir. Aylarca devam eden bu operasyon ve çatışmalar sırasında yaklaşık iki yüz güvenlik görevlisi hayatını kaybetmiş, tonlarca bomba ve patlayıcı imha edilmiştir (Figen Yüksekdağ Şenoğlu, B. No: 2016/25187, 4/4/2018, § 18).B. Somut Olaya İlişkin Bilgiler Bireysel başvuru formu ekinde yer alan belgelere göre 1979 doğumlu olan başvurucu 1/3/2007 tarihinden 12/4/2016 tarihine kadar Nusaybin ilçesinde ikamet etmiştir. Başvurucu 12/4/2016 tarihinde Mardin merkez Artuklu ilçesine taşınmış ve 1/3/2017 tarihine kadar burada yaşamıştır. Bu tarihte tekrar Nusaybin ilçesine taşınan başvurucu hâlen burada ikamet etmektedir. Başvurucunun ikamet etmekte olduğu ilçede Hendek olayları nedeniyle Mardin Valiliği tarafından 14/3/2016 tarihinde sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Mardin Valiliğince 25/7/2016 tarihinde yapılan açıklamayla uygulanan sokağa çıkma yasağı altı mahalle dışında kısmen kaldırılmıştır. Nusaybin ilçesinde uygulanan sokağa çıkma yasağı 20/4/2018 tarihinde tümüyle sona ermiştir. Başvurucu, İçişleri Bakanlığına sunmuş olduğu 25/7/2017 tarihli dilekçe ile manevi tazminat talebinde bulunmuştur. Başvurucu anılan dilekçede özetle ikamet etmekte olduğu Nusaybin ilçesinde meydana gelen terör olayları nedeniyle 14/3/2016-25/7/2016 tarihleri arasında ilan edilen sokağa çıkma yasağı sürecinde evinden ayrılmak zorunda kaldığını, ailevi ve iktisadi düzeninin bozulduğunu belirterek uğradığı manevi zararın giderilmesini istemiştir. İçişleri Bakanlığı konunun Mardin Valiliğince değerlendirilmesi gerektiğini ifade ederek 2/8/2017 tarihli yazısıyla dilekçenin iade edildiğini bildirmiştir. Başvurucu 27/9/2017 tarihli dilekçesiyle Mardin Valiliğine başvurarak ikamet etmekte olduğu taşınmazın yıkıldığına dair belge verilmesi talebinde bulunmuştur. Valilik 2/10/2017 tarihli yazısıyla tapu kaydı Ö.B. üzerine kayıtlı olan taşınmazın yıkıldığını bildirmiştir. Başvurucu, aynı iddiaları ileri sürerek 000 TL manevi tazminat ödenmesi istemiyle 3/10/2017 tarihinde Mardin İdare Mahkemesinde (Mahkeme) tam yargı davası açmıştır. Mahkeme 18/4/2018 tarihli kararıyla davanın reddine karar vermiştir. Gerekçeli kararda özetle şunlar ifade edilmiştir:i. Kusurlu sorumluluk ilkesi yönünden idarenin hukuki sorumluluğundan söz edilebilmesi için ortada bir zararın bulunması ve bunun idareye yüklenebilen bir işlem veya eylemden doğması, başka bir deyişle zararla idari faaliyet arasında uygun illiyet bağının bulunması gerekmektedir. Uyuşmazlık konusu olayda ise idareye atfedilebilecek bir kusurun bulunmadığı, alınan tedbirlerin vatandaşın mal ve can emniyetini tehdit eden bölücü terör örgütü mensuplarını etkisiz hâle getirme amacını taşıdığı, dolayısıyla bölücü terör örgütü mensuplarının faaliyetlerinin idari faaliyet ile varsa ortaya çıkan zarar arasındaki uygun illiyet bağını kestiği, idareye atfedilebilecek bir kusurun olmadığı görüldüğünden davalı idarenin kusurlu sorumluluğundan söz etmeye olanak bulunmamaktadır. ii. Bilimsel ve yargısal içtihatlarla geliştirilen sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bir ferdi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağan dışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmaktadır. Bu amaçla 17/7/2004 tarihli ve 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun çıkarılarak terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddi zarara uğrayan kişilerin bu zararlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar belirlenmiştir. Bu Kanun'la, maddi zarara uğrayan vatandaşların zararlarının en kısa sürede ve sulh yoluyla karşılanmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır.iii. Başvurucunun manevi zarar kalemine ilişkin istemlerinin 5233 sayılı Kanun kapsamında bulunmadığı açık olduğundan uyuşmazlık konusu olay genel hükümler kapsamında incelenerek karara bağlanacaktır.iv. Başvurucu, Nusaybin ilçesinde giderek artan ve yaygınlaşan şiddet ve terör olayları ile mücadele kapsamında 14/3/2016-25/7/2016 tarihleri arasında ilan edilen sokağa çıkma yasağı tedbirinin uygulandığı dönemde uğradığını belirttiği manevi zararların tazminini istemiş ise de sokağa çıkma yasağı bölücü terör örgütü mensuplarınca mayın ve patlayıcılarla tuzaklanmış hendek ve barikatları bertaraf etmek, vatandaşların can ve mal güvenliğini korumak, kamu düzenini sağlamak amacıyla ilan edilmiştir. Yasaklar süresince ağır silahların kullanıldığı çatışmalar yaşanmış, kamu düzeni olağan hayatı kesintiye uğratacak şekilde bozulmuştur. Bu süreçte yaşanan olaylarla birçok yapı ve altyapı hasar görmüş; çatışmalı bölgelerden vatandaşların tahliyesi, gıda temini, sağlık ve barınma konularında gerekli tedbirler alınmıştır. Başvurucunun yaşadığı yeri terk etmesi, çocuklarının eğitimlerinin belli bir süre aksaması alınan idari tedbirlerin doğal bir sonucudur. Vatandaşların can ve mal emniyetini korumak adına alınan tedbirler kamu yararı amacıyla adil, dengeli ve ölçülüdür. Meydana gelen terör eylemlerinin esasen tüm toplumun geleceğini ilgilendirdiği, terör olayları nedeniyle yaşanan çatışmalarda onlarca güvenlik görevlisinin şehit edildiği, bu şehitlerin cenazelerinin ülkenin dört bir yanına gönderildiği, bu durumun tüm toplumu infiale sürüklediği, dolayısıyla eylemler nedeniyle ortaya çıkan maddi ve manevi zararların münhasıran sokağa çıkma yasağının uygulandığı ilgili il ya da ilçeyle sınırlı olmadığı, tüm topluma yayıldığı anlaşılmaktadır. v. Başvurucunun manevi zararının toplumun diğer bireylerinin uğradığı zararlardan ayrılabilir ve olağan dışı özellikli bir yönünün bulunmadığı, sosyal devlet olma gereklerinin devlet üzerine aşırı yük oluşturarak devleti mali anlamda işlevsiz kılacak şekilde yorumlanmaması gerektiği açık olduğundan davalı idarenin kusursuz sorumluluk ilkesi (nedensellik bağına dayalı olmayan) uyarınca davacının uğradığını ileri sürdüğü manevi zararlarını tazmin sorumluluğunun bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Başvurucu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur. Başvurucu istinaf dilekçesinde, yoğun terör olayları nedeniyle yaşadığı ilçeden ayrılmak zorunda kaldığını ve evinden ayrılarak gittiği yerde yeni bir düzen kurmakta zorlandığını ifade etmiştir. Aile düzeninin bozulduğunu ve çocuklarının eğitimlerinin aksadığını dile getiren başvurucu hayatının geçtiği pek çok yerin ağır şekilde tahrip olmasından yakınmıştır. Başvurucu; evinin eşyalarıyla birlikte zarara uğraması nedeniyle ağır psikolojik buhran geçirdiğini, insanların can ve mal güvenliğini tehdit eden bu kadar yoğun patlayıcının, hendek ve barikatların olmasının kamu hizmetinin kuruluş ve işleyişinde kusur ve aksaklık olduğunu ortaya koyduğunu ileri sürmüştür. Öte yandan manevi zararların genel hükümlere göre sosyal risk ilkesi esasları çerçevesinde karşılanması gerektiği yönünde Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları bulunduğunu belirten başvurucu, bu nedenlerle kararın istinaf yoluyla kaldırılması ve davanın kabul edilmesi isteminde bulunmuştur. Gaziantep Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi (Bölge İdare Mahkemesi) istinaf başvurusuna konu kararın hukuka ve usule uygun olduğu, kararın kaldırılmasını gerektirecek yasal bir sebebin bulunmadığı tespitiyle 31/1/2019 tarihinde istinaf başvurusunun reddine oyçokluğuyla kesin olarak karar vermiştir. Karara muhalif kalan üye başvurucunun uğradığı zararın özel ve olağanüstü olduğunu, bu zararın sosyal risk ilkesi gereğince verilecek sembolik bir tazminatla hafifletilmesi gerektiğini belirtmiştir. Karar 19/3/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 16/4/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 5233 sayılı Kanun'un "Amaç" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Bu Kanunun amacı, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddî zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemektir." 5233 sayılı Kanun’un "Karşılanacak zararlar" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Bu Kanun hükümlerine göre sulh yoluyla karşılanabilecek zararlar şunlardır:a) Hayvanlara, ağaçlara, ürünlere ve diğer taşınır ve taşınmazlara verilen her türlü zararlar.b) Yaralanma, engelli hâle gelme ve ölüm hâllerinde uğranılan zararlar ile tedavi ve cenaze giderleri.c) Terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle kişilerin mal varlıklarına ulaşamamalarından kaynaklanan maddî zararlar." 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun "İdari dava türleri ve idari yargı yetkisinin sınırı" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:" İdari dava türleri şunlardır: ...b) İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları, ..." 2577 sayılı Kanun'un "Doğrudan doğruya tam yargı davası açılması" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir: "İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süratle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir." Danıştay Onuncu Dairesinin 8/10/1996 tarihli ve E.1995/2225, K.1996/5901 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"Dava, [A.T.nin] Bitlis İli Tatvan ilçesi Kokarsu Köyüne gitmekteyken içinde bulunduğu aracın teröristlerce durdurularak öldürülmesi nedeniyle eşi ve çocukları için toplam ... lira maddi ve ... lira manevi zararın olay tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmıştır.Van İdare Mahkemesince, hizmetin iyi işlememesi nedeniyle kişilerin uğradığı zararın hizmeti yürütmekle görevli idarece tazmininin gerektiği, ayrıca idarenin hizmet kusuru bulunmasa bile olağanüstü halin yürürlükte olduğu bir zaman ve yerde kamu hizmetlerinin yürütülmesi sırasında ortaya çıkan olağan dışı zararların objektif sorumluluk ilkesi gereği idarece tazmininin gerektiği yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda ... lira maddi, ... lira manevi tazminat ödenmesine ... karar vermiştir.İdare Mahkemesince, davalı idarenin tazmin sorumluluğu belirlenirken hem hizmet kusuru ilkesine, hem de, kusursuz sorumluluk ilkesine dayanılmıştır. Oysa hem kusur hem de kusursuz sorumluluk ilkesine dayanılarak idarenin tazmin sorumluluğuna gidilmesi hukuken mümkün değildir. Olayın oluşumu ve zararın niteliği irdelenip önce hizmet kusuru araştırılarak hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkesinin uygulanıp uygulanamayacağı incelenmek suretiyle idarenin tazmin sorumluluğunun belirlenmesi gerekmektedir.Kamu hizmetinin yürütülmesi sırasında bireylerin uğradığı özel ve olağandışı zararların idarece tazmini gerektiği idare hukukunun bilinen ilkelerindendir. İdarenin belirtilen hukuki sorumluluğu, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti olma niteliğinin doğal sonucudur. İdarenin hukuki sorumluluğu sadece kusur esasına, hizmet kusuru teorisine dayanmamakta; İdare, kusur koşulu aranmadan da sorumlu sayılabilmektedir. Kural olarak idare, yürüttüğü hizmetin doğrudan sonucu olan nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlüdür. Ancak sözü edilen kuralın istisnası olarak, idarenin faaliyet alanıyla ilgili, önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bir takım zararları da nedensellik bağı aramadan tazmin etmesi gerekmektedir. Kollektif sorumluluk anlayışına dayalı, sosyal risk adı verilen ilke, öğretide ve yargısal içtihatlarla kabul edilmiştir.Ülkemizin belli bir yöresinde yoğunlaşan terör eylemlerinin Devlete yönelik olduğu, Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçladığı, bu tür olayların zarar gören kişi ve kurumlara karşı kişisel husumetten ileri gelmediği bilinmekte ve gözlenmektedir.Sözü edilen eylemler nedeniyle zarara uğrayan, terör eylemlerine her hangi bir şekilde katılmamış olan kişiler kendi kusur ve eylemleri sonucu değil toplum içinde ortaya çıkan bu olaylardan zarar görmektedirler. Başka bir değişle toplumun birer parçası olmak sıfatıyla zarar gören kişilerin belirtilen şekilde ortaya çıkan zararlarının özel ve olağan dışı nitelikleri dikkate alınıp nedensellik bağı aranmadan, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre tazmini gerekir. Esasen terör olayları sonucu ortaya çıkan zararların idarece tazmini böylece topluma pay edilmesi hakkaniyet gereği olduğu, gibi sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir. Olayda da, devletin ve ülkenin bütünlüğüne yönelik yaygın terörist faaliyetlerinin bir sonucu olarak davacıların murisinin öldüğü anlaşılmaktadır.Bu itibarla uyuşmazlık konusu olayda idareye yüklenebilecek bir hizmet kusuru bulunmasa bile niteliği belirtilen terör eylemi nedeniyle ortaya çıkan olağandışı bireysel zararların sosyal risk ilkesi gereği idarece tazmini gerektiğinden, tazminata hükmedilmesi yolunda verilen temyize konu karar sonucu itibariyle yerinde bulunmaktadır." Danıştay Onbeşinci Dairesinin 13/2/2018 tarihli ve E.2014/8997, K.2018/1434 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"Dava, davacının Hakkari İli, Yüksekova İlçesi, Yeşiltaş Mevkisinde gerçekleştirilen bombalı terör saldırısı sonucunda bir gözünü kaybetmesi nedeniyle ... manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır.Van İdare Mahkemesince; davacının zararının terör eyleminden kaynaklandığı ve 5233 sayılı Kanun kapsamında olduğu, 5233 sayılı Kanun kapsamında manevi tazminat talebinin karşılanmasının ise mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.Davacı vekili tarafından, anılan Mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenip bozulması istenilmektedir.Anayasanın maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu, maddesinde; devletin temel amaç ve görevlerinin, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olduğu, maddesinde; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtildikten sonra, aynı maddenin son fıkrasında, idarenin eylem ve işlemlerinden doğan (maddi ve manevi) zararı ödemekle yükümlü olduğu hükme bağlanmıştır.İdarenin hukuki sorumluluğu, kamusal faaliyetler sonucunda, idare ile bireyler arasında bireyler zararına bozulan ekonomik dengenin yeniden kurulmasını, idari etkinliklerden dolayı bireylerin uğradığı maddi zararlar yanında manevi zararların da idarece tazmin edilmesine olanak sağlayan bir hukuksal kurumdur. Bu kurum, kamusal faaliyetler nedeniyle bireylerin malvarlığında ortaya çıkan eksilmelerin ya da çoğalma olanağından yoksunluğun giderilebilmesini, yine bu surette oluşan manevi zararların karşılanabilmesi için aranılan koşulları, uygulanması gereken kural ve ilkeleri içine almaktadır.İdare, Anayasanın maddesinde de belirtildiği üzere, kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar, idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. Bunun yanında, idarenin faaliyet alanıyla ilgili, önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bir takım zararları da nedensellik bağı aramadan tazmin etmesi gerekmektedir.İdarenin kusura dayalı ya da kusursuz sorumluluğu yanında, Anayasanın öngördüğü sosyal hukuk devleti anlayışına uygun olarak ve bu temel üzerinden, kollektif sorumluluk anlayışı çerçevesinde bilimsel ve yargısal içtihatlar ile geliştirilen sosyal risk ilkesi, Anayasa'nın yukarıda öngördüğü amaçların gerçekleştirilmesine yöneliktir.Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Genel bir ifade ile 'terör olayları' olarak nitelenen eylemlerin, Devlete yönelik olduğu, Anayasal düzeni yıkmayı amaçladığı, bu tür olaylarda zarar gören kişi ve kuruluşlara karşı kişisel husumetten kaynaklanmadığı bilinmekte ve gözlenmektedir. Sözü edilen olaylar nedeniyle zarara uğrayan kişiler, kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olmaları nedeniyle zarar görmektedirler. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların ise, özel ve olağandışı nitelikleri dikkate alınıp, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece, yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre, topluma pay edilmesi suretiyle tazmini hakkaniyet gereği olup, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir.Terör eylemleri nedeniyle mağdur olan bireylerin zararlarının sulh yoluyla ödenebilmesi amacıyla 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkındaki Kanun 27/07/2004 tarihinde yürürlüğe girmiş, Kanunun yürürlüğe girmesinin ardından AİHM nezdinde açılan davalarda hükümetin yaptığı itirazlar yerinde görülmüş ve 5233 sayılı Kanun'un etkin bir başvuru yolu olduğu belirtilmiştir. Anılan Kanunun gerekçesinde, 'Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçlayan terör eylemlerine hedef olan kişiler kendi kusur ve fiilleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olarak zarar görmektedirler. ... Ortaya çıkan bu zararın paylaştırılması, toplumun diğer kesimleri ile zarara uğramış kişiler arasında fedakarlığın denkleştirilmesi, hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin bir gereğidir. ... Bu çerçevede... Terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması ... amacıyla bu Tasarı hazırlanmıştır.' denilmekle birlikte, komisyonlarda tartışılan manevi zararlara ilişkin olarak Kanunda olumlu ya da olumsuz her hangi bir ibare yer almamaktadır.Yine konuya ilişkin yasama çalışmalarından anlaşıldığı üzere, sözü edilen kanunun temel amaçlarından biri de yargı dışı bir yöntem geliştirerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bu konuda yapılan başvuruları sona erdirip, bireyler aleyhine oluşan dengenin iç hukukta geliştirilen usullerle yeniden kurulmasını sağlamaktır. Bu çerçevede, 5233 sayılı Kanun çıkarılmadan önce Danıştay İçtihatları ile terör olayları nedeniyle uğranılan manevi zararların Anayasa'ya dayalı olarak sosyal risk ilkesi uyarınca tazmini olanaklı iken, yasama organınca, özellikle yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yol açar nitelikte ve manevi tazminat ödenmesini engellemek amacına yönelik böyle bir kanunun yürürlüğe konulduğu söylenemez.Terör eylemleri sonucu oluşan olaylar incelendiğinde, bir taraftan hayvanlara, ağaçlara, ürünlere, ev ve ev eşyalarına ve diğer taşınır ve taşınmazlara verilen zararlar, yaralanma, engelli hale gelme ve ölüm nedeniyle uğranılan zararlar yada kişilerin malvarlıklarına ulaşamamalarından kaynaklı maddi zararlar yanında, esasen terör eylemlerine maruz kalan vatandaşların hayatları boyunca çektikleri ve çekecekleri üzüntü, acı, elem ve psikolojik buhran, vb. gibi manevi zararların da mevcut olduğu ve bu manevi zararların büyük sıkıntılara yol açacağı hususu inkar edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla, idare hukuku kuralları çerçevesinde Anayasa'ya dayalı olarak geliştirilen bir ilke uyarınca manevi zararların karşılanma olanağının, içeriği itibariyle engelleyici bir hüküm taşımayan yasa ile ortadan kaldırıldığından bahsedilmesi olanaksızdır.Kaldı ki, manevi tazminat, patrimuanda meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Başka türlü giderim yollarının bulunmayışı veya yetersiz kalışı, manevi tazminatın parasal olarak belirlenmesini zorunlu hale getirmektedir. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmekte ise de, tam yargı davalarının niteliği gereği takdir edilecek miktarın aynı zamanda duyulan elem ve ızdırabı giderecek bir oranda olması gerekmektedir. İşte bu niteliğinden dolayı sorumluluk hukukunun genel çerçevesinde manevi tazminatın miktarı her bir olay ve birey yönünden yargı yerlerince farklı şekilde değerlendirileceğinden, manevi tazminat miktarının idare organlarınca takdir edilmesini sağlayacak şekilde yasayla belirlenmesi de müessesenin niteliği ile bağdaşmayacağından, yasa koyucunun bunu Kanunda açıkça öngörmesini beklemek de gerçekçi değildir.Bununla birlikte Elazığ İdare Mahkemesi tarafından, 5233 sayılı Kanun'un, terör veya terörle mücadeleden dolayı zarara uğrayanların manevi zararları dışında yalnızca maddi zararlarının tazminine ilişkin hükümlerinin Anayasanın , , , , ve maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'ne yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi'nce verilen 2009 tarih, E:2006/79, K:2009/97 sayılı kararın manevi zararlara ilişkin bölümünde, '...5233 sayılı Yasa, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının özellikle yargı yoluna gitmelerine gerek kalmadan, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması amacıyla hazırlanmış bir yasadır. Yasa bu yönüyle zarara uğrayan vatandaş ile devlet arasındaki uyuşmazlıkta yargı yoluna gidilmeden alternatif bir çözüm yöntemi getirmiştir...5233 sayılı Yasa, idarenin eylem ve işleminin sonucu olmayan ve herhangi bir idari işlem veya eylemle doğrudan nedensellik bağı da bulunmayan, ancak terör ve terörle mücadele sırasında meydana gelen zararların da tazmini yolunu açan, bu anlamda idarenin kusursuz sorumluluk alanını genişleten bir yasadır. Bu Yasa idarenin kusursuz sorumluluk alanını genişletmekle birlikte, aynı zamanda terör ve terörle mücadele sırasında meydana gelen zararlardan sadece 'maddi' olan kısmının sulh yoluyla tazminine ilişkin esas ve usulleri belirlemektedir. Yasa’da bu zararlardan 'manevi' olan kısmın idareden talep edilemeyeceğine ilişkin bir hükme yer verilmediği gibi, maddede 'sulh yoluyla çözülemeyen uyuşmazlıklarda ilgililerin yargı yoluna başvurma hakları saklıdır' denilerek Anayasa’nın maddesinin birinci fıkrasına paralel bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu nedenle itiraz konusu ibare, idarenin sorumluluk alanını daraltan veya idari işlem veya eylemlere karşı yargı yolunu kapatan bir hüküm içermemektedir....' gerekçelerine yer verilmiştir.Anılan Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere, 5233 sayılı Kanun, idarenin terör olaylarına dayalı kusursuz sorumluluk alanını genişleten, oluşan zararların yargı yoluna başvurmadan sulh yoluyla ödenmesini öngören, bu yönüyle uyuşmazlığın sadece maddi zararlara ilişkin kısmının yargı dışı alternatif bir yöntemle giderilmesini sağlayan, ancak manevi zararların karşılanmasını da engellemeyen nitelikte bir Kanundur.Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 18888/02 nolu başvuruya konu 12/01/2006 günlü Aydın İçyer - Türkiye kararının paragrafında, 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Kaynaklanan Zararların Karşılanması Hakkında Kanunla ilgili olarak 'Tazminat kanununda yalnız maddi zararlar için tazminat talep etme olanağının bulunduğu doğru olsa da kanunun maddesinin idari mahkemelerde manevi zarar için tazminat talep etme olanağı verdiği görülmektedir.' ifadesine yer verilmiştir.Dolayısıyla, terör olayları nedeniyle meydana gelen ve sosyal risk ilkesi kapsamında bulunup 5233 sayılı Kanun uyarınca karşılanmayan ilgililerin ileri sürdükleri manevi zarara bağlı tazminat taleplerine ilişkin uyuşmazlıklarda, idare hukukunun tazminata ilişkin ilke ve kuralları çerçevesinde 2577 sayılı Kanunun öngördüğü usullere tabi olarak manevi tazminat ödenip ödenmeyeceğine ilişkin yargısal incelemenin yapılması gerekmektedir.Bu durumda, İdare Mahkemesince manevi tazminat istemi hakkında bir değerlendirme yapılması gerekirken, manevi zararların 5233 sayılı Kanun kapsamında bulunmadığı gerekçesiyle reddinde hukuka uyarlık görülmemiştir." Danıştay Onuncu Dairesinin 7/7/2020 tarihli ve E.2019/3811, K.2020/2667 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"...Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır.Sosyal risk ilkesinin, terör olaylarına ilişkin olarak 5233 sayılı Kanun ile yasalaşması karşısında, terör eylemleri nedeniyle uğranılan maddi zararlara yönelik istemlerin anılan Kanun çerçevesinde karara bağlanması gerektiği açıktır. Ancak, 5233 sayılı Kanun, sosyal risk ilkesi dışında, nedensellik bağına dayalı hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk sebebine dayanılarak 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun maddesine göre tam yargı davası açılmasına engel oluşturmadığı gibi, olayda idarelerin hizmet kusurunun ya da kusursuz sorumluluğunun saptandığı durumlarda, olay terör eylemi olsa bile uyuşmazlığın 5233 sayılı Kanun kapsamında çözümlenemeyeceğinde duraksama bulunmamaktadır. Dairemizin konuyla ilgili yerleşik içtihadı da; terör eylemi sonucu bir zararın ortaya çıkması durumunda, öncelikle söz konusu olayın meydana gelmesinde idarelere atfı kabil bir hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk hallerinin bulunup bulunmadığının araştırılması, idarenin gerek hizmet kusuru gerekse kusursuz sorumluluk hallerinin olayda bulunmaması durumunda 5233 sayılı Kanun kapsamında gerekli inceleme ve araştırma yapılarak karar verileceği yönündedir. Tazminat hukukunda asıl olan, ortaya çıkan zarar ile idari faaliyet arasında nedensellik bağının bulunması olup, hizmet kusuru nedeniyle idarenin sorumluluğuna gidebilmek için ortaya çıkan zarar ile idari faaliyet arasında nedensellik bağının bulunması şarttır. Zarar ile idari faaliyet arasında nedensellik bağının kurulabildiği hallerde öncelikle idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkesine göre zararın tazmin edilip edilmeyeceğinin belirlenmesi gerekmektedir. Bu sebeple, hizmet kusurundan dolayı sorumluluk, idarenin sorumluluğunun doğrudan ve asli nedenini oluşturmaktadır.Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Genel bir ifade ile 'terör olayları' olarak nitelenen eylemlerin, Devlete yönelik olduğu, Anayasal düzeni yıkmayı amaçladığı, bu tür olaylarda zarar gören kişi ve kuruluşlara karşı kişisel husumetten kaynaklanmadığı bilinmekte ve gözlenmektedir. Sözü edilen olaylar nedeniyle zarara uğrayan kişiler, kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olmaları nedeniyle zarar görmektedirler. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların ise, özel ve olağandışı nitelikleri dikkate alınıp, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece, yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre, topluma pay edilmesi suretiyle tazmini hakkaniyet gereği olup, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir.... Bakılan dava, davacılar tarafından, patlama olayı nedeniyle uğradıklarını öne sürdükleri maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun maddesine göre açılmış bulunmaktadır. Bu halde; patlamanın, dolayısıyla davacının yaralanmasının terör eylemi sonucu gerçekleştiği sabit ise de; söz konusu olayın meydana gelmesinde idarenin kusur veya kusursuz sorumluluğu bulunup bulunmadığının irdelenmesi gerekmektedir. Aktarılan hususun açıklığa kavuşturulması amacıyla Dairemizin E:2009/10416 sayılı dosyasının 14/10/2009 tarihli ara kararıyla, olayın meydana gelmesinden önce terör eylemiyle ilgili olarak herhangi bir ihbar ya da istihbari bilgi intikal edip etmediği ve olayla ilgili ceza soruşturmasının sonucu davalı idareden sorulmuş; ara kararına cevaben gönderilen bilgi ve belgelerin incelenmesinden; eylemle ilgili herhangi bir ihbar ya da istihbari bilginin bulunmadığı, hazırlık soruşturmasının ise eylemi gerçekleştiren terör örgütü mensubunun olay sırasında ölmesi nedeniyle kovuşturmaya yer olmadığı kararı ile sonuçlandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, oluşan zararda idarenin kusur veya kusursuz sorumluluğunu gerektirecek herhangi bir işlem ya da eylemi olmadığı görülmekte olup, 2577 sayılı Kanun'un maddesi kapsamında, davalı idarenin olayın meydana gelmesinde hizmet kusuru ya da kusursuz sorumluluğu bulunmamaktadır.Bu itibarla dava konusu olayda idarenin hizmet kusuru / kusursuz sorumluluk hali bulunmamasına rağmen idarenin hizmet kusuruna dayalı olarak karar verilmesinde hukuka uyarlık görülmemiştir....Manevi tazminat yönünden ise; manevi tazminat, patrimuanda meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmekte ise de, tam yargı davalarının niteliği gereği takdir edilecek miktarın aynı zamanda duyulan elem ve ızdırabı giderecek bir oranda olması gerekmektedir.Dava konusu olayda, olayın gerçekleşme şekli, zararın niteliği ve kalıcılığı dikkate alındığında, Mahkemece takdir edilen manevi tazminat miktarının, uğranılan zarara göre orantısız ve düşük kaldığı, duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa giderecek düzeyde olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla Mahkemece takdir edilen manevi tazminat miktarı yetersiz bulunduğundan, manevi tazminatın amaç ve niteliği dikkate alınarak yukarıda belirtilen ölçütlere göre manevi tazminatın miktarının yeniden belirlenmesi uygun görülmüştür."B. Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:"Herkes davasının medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar[ın] ... esası konusunda karar verecek olan ... bir mahkeme tarafından ... görülmesini isteme hakkına sahiptir..." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) iç hukukun yorumlanmasında öncelikli görevin ulusal otoritelere ait olduğunu vurgulamaktadır. AİHM’in görevi ulusal hukuk mercilerinin yorumlarının etkilerinin Sözleşme ile uyumlu olup olmadığını tespit etmekle sınırlıdır (Waite ve Kennedy/Almanya, B. No: 26083/94, 18/2/1999, § 54). AİHM kural olarak kendisinin ulusal mahkemelerin yerine geçerek değerlendirme yapma görevinin bulunmadığını, ulusal hukukun yorumlanmasına ilişkin sorunları çözmenin öncelikli olarak ulusal otoritelerin -özellikle ulusal mahkemelerin- yetkisinde olduğunu vurgulamaktadır. AİHM bu sebeple ulusal mahkemelerin iç hukukun yorumuna ilişkin tartışmalarına karışmayacağını belirtmektedir. Ancak AİHM keyfîliğin bulunduğu, diğer bir ifadeyle ulusal mahkemelerin iç hukuku açıkça hatalı veya keyfî ya da hakkın tesliminden kaçınacak şekilde uyguladıklarını gözlemlediği hâllerde bunu sorgulayabileceğini ifade etmektedir (Anđelkovıć/Sırbistan, B. No: 1401/08, 9/4/2013, § 24). AİHM, objektif bir temelde bireyleri koruyan bir insan hakları anlaşması olarak Sözleşme’nin amacının ve hedeflerinin Sözleşme hükümlerinin onu işlevsel ve etkili kılacak şekilde yorumlanmasını ve uygulanmasını gerektirdiğini vurgulamaktadır. AİHM’e göre taraf devletler, Sözleşme’ye uyumun en azından Avrupa kamu düzeninin temelini koruyacak düzeyde denetlenmesini sağlama yükümlülüğündedir. Avrupa kamu düzeninin temel unsurlarından biri hukukun üstünlüğü ilkesidir ve keyfîlik ise bu ilkeyi izale eder. AİHM, iç hukukun yorumlanması ve uygulanması gibi ulusal otoritelerin geniş takdir yetkisini haiz olduğu alanlarda bile keyfîlik yasağı yönünden denetim yaptığını ifade etmektedir (El-Dulimi ve Montana Management İnc./İsviçre, B. No: 5809/08, 21/6/2016, § 145).
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/14642
Başvuru, terör olayı nedeniyle uğranılan manevi zararın tazmin edilmesi istemiyle açılan tam yargı davasında hukuk kurallarının açık bir biçimde hatalı uygulanması nedeniyle hakkaniyete uygun yargılanma hakkının, aleyhe vekâlet ücretine hükmedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının, yıkılan ev ve zayi olan eşyalar için tazminat ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının, sokağa çıkma yasağı tedbirinin uygulandığı dönemde çocukların uzun süre okula gidememesi nedeniyle de eğitim hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, tutukluluğun yasal dayanağının olmadığı ve makul olmayan bir süredir devam ettiği iddiasına ilişkindir. Başvuru, 28/10/2013 tarihinde İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca 6/1/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 3/2/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Adalet Bakanlığına (Bakanlık) başvuru konusu olay ve olgular bildirilmiş, başvuru belgelerinin bir örneği görüş için gönderilmiştir. Bakanlığın 21/2/2014 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün birçok ilde eş zamanlı yürüttüğü yasa dışı MLKP (Marksist Leninist Komünist Parti) örgütüne yönelik operasyon kapsamında 8/9/2006 tarihinde gözaltına alınmış ve 12/9/2006 tarihinde tutuklanmıştır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 17/5/2007 tarihinde 2006/1013 Soruşturma sayılı iddianamesiyle başvurucu hakkında anayasal düzeni silahlı ayaklanma yoluyla değiştirmeyi amaçlayan silahlı terör örgütünü yönetme, sahte kimlik kullanma, patlayıcı madde bulundurma, 10/7/1953 tarihli ve 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun’a muhalefet etme suçlarını işlediği iddiasıyla kamu davası açmıştır. İddianamenin kabul edilmesinden sonra İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinin E.2007/303 sayılı dosyasında yürütülen davanın ilk duruşması 26/10/2007 tarihinde yapılmıştır. Başvurucu, yargılama süresince birçok kez tahliye talebinde bulunmuş ancak bu tahliye talepleri benzer gerekçelerle reddedilmiştir. Son olarak İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 2/9/2013 tarihli kararıyla başvurucunun tahliye talebini reddetmiştir. Bu karara karşı başvurucu 4/9/2013 tarihinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesine itiraz etmiş, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 24/9/2013 tarihli ve 2013/448 Değişik İş sayılı kararı ile itirazın reddine karar vermiş ve bu karar 11/10/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiştir. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 5/11/2013 tarihli ve E.2007/303, K.2013/192 sayılı kararıyla başvurucunun, üzerine atılı suçların bir kısmı yönünden mahkûmiyetine ve tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Bu karar temyiz edilmiş olup temyiz incelemesi devam etmektedir. Başvurucu 28/10/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinin kapatılmasından sonra İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 8/5/2014 tarihinde yurt dışına çıkmamak suretiyle başvurucunun adli kontrol altına alınmasına ve tahliye edilmesine karar vermiştir.B. İlgili Hukuk Anayasa’nın maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:“Kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez.” 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un maddesinin (3) numaralı fıkrası şöyledir:“Mahkemece iptaline karar verilen kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü veya bunların belirli madde veya hükümleri, iptal kararının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Mahkeme gerekli gördüğü hâllerde, Resmî Gazetede yayımlandığı günden başlayarak iptal kararının yürürlüğe gireceği tarihi bir yılı geçmemek üzere ayrıca kararlaştırabilir.” 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun maddesinin beşinci fıkrası şöyledir:“Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.” 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:“Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.” 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun maddesi şöyledir:“(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.(2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.b) Şüpheli veya sanığın davranışları; Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa.(3) Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir:a) 2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan; … Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315)”
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/7917
Başvuru, tutukluluğun yasal dayanağının olmadığı ve makul olmayan bir süredir devam ettiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurular, süresi içinde yapılmıştır. Başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ekli tabloda yer alan başvurular bu başvuru ile birleştirilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2022/54144
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; başvurucunun infaz hâkimliğine yaptığı şikâyette duruşmanın başvurucu hazır edilmeksizin Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) kullanılarak yapılması nedeniyle adil yargılanma hakkı kapsamındaki duruşmada hazır bulunma hakkının, Cumhuriyet savcısının mütalaasına karşı kendisine söz hakkı tanınmadığı, olaya tanıklık eden gardiyanların dinlenilmediği ve bilirkişi incelemesi yapılmadan karar verildiğine ilişkin iddialar yönünden silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvurucu, nihai hükmü 26/7/2019 tarihinde öğrendikten 5/8/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucuya ceza infaz kurumu tarafından verilen 30 gün haberleşme veya iletişim araçlarından yoksun bırakma veya kısıtlama disiplin cezasına karşı yapılan şikâyeti inceleyen infaz hâkimliği şikâyetin reddine karar vermiştir. İnfaz hâkimliği kararına karşı başvurucunun yaptığı itiraz reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir. İtirazı inceleyen ağır ceza mahkemesine verilen Cumhuriyet savcısı mütalaası da itirazın reddi yönündedir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/30086
Başvuru; başvurucunun infaz hâkimliğine yaptığı şikâyette duruşmanın başvurucu hazır edilmeksizin Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) kullanılarak yapılması nedeniyle adil yargılanma hakkı kapsamındaki duruşmada hazır bulunma hakkının, Cumhuriyet savcısının mütalaasına karşı kendisine söz hakkı tanınmadığı, olaya tanıklık eden gardiyanların dinlenilmediği ve bilirkişi incelemesi yapılmadan karar verildiğine ilişkin iddialar yönünden silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, itirazın iptali davasına konu uyuşmazlığın dayanağı olan sözleşmenin geçerlilik süresinin Mahkemece hatalı değerlendirilmesi neticesinde davanın reddine karar verilmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 8/7/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 13/9/2013 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Birinci Bölüm tarafından 9/1/2014 tarihinde yapılan toplantıda başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Adalet Bakanlığına (Bakanlık) başvuru konusu olay ve olgular bildirilmiş, başvuru belgelerinin bir örneği görüş için gönderilmiştir. Bakanlığın 13/2/2014 tarihli yazısında Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, Ankara ilinde emlak komisyoncusu olarak çalışmakta olup Ankara ili Çankaya ilçesindeki konut niteliğindeki taşınmazın satımına veya kiralanmasına aracılık etmek üzere sözü edilen taşınmazın maliki (satıcı) ile 10/8/2010 tarihinde sözleşme imzalamıştır. Taraflar arasındaki sözleşmede taşınmazın satış fiyatının 000 TL ile 000 TL arasında olacağı kararlaştırılmıştır. Sözleşmenin bazı hükümleri şöyledir:i. “... emlakın 10/04/2011 gününe kadar satılması / kiraya verilmesi için müşteri T.’nin aracılığını kabul eder.”ii. “Hizmet gerçekleştiğinde müşteri emlak satılır ise satış fiyatının %2 + KDV’sini … T.’ye ödemeyi kabul ve taahhüt eder.” iii. “Taraflar sözleşme süresinin bitiminden en az 15 gün önce yazılı fesih bildiriminde bulunurlarsa sözleşme dönem sonu itibarıyla, fesih bildiriminde bulunulmazsa uzama süresi sonunda sona erecektir. Uzama süresi otuz gündür.”iv. “Sözleşme ve uzama süresince, söz konusu emlaka T.’ce alıcı / kiracı bulunmasına rağmen müşteri herhangi bir sebepten dolayı satışı / kiralamayı engellerse, … satış bedelinin % 4 + KDV’sini … T.’ye ödemeyi kabul ve taahhüt eder.” Başvurucu, anılan sözleşmeye istinaden yürüttüğü çalışmalar sonucunda taşınmaza alıcı bulmuş; 850 TL satım bedelinde anlaşıp protokol yapmış ve satıcıyı bilgilendirmiştir. Bunun üzerine satıcı, satım işlemlerini kendisi adına yapması için noter tarafından düzenlenmiş bir vekâletname ile H.yı vekil tayin etmiştir. Başvurucu, satıcının vekili ve alıcılar satış işlemini gerçekleştirmek üzere 24/9/2010 tarihinde ilgili tapu müdürlüğüne başvurmuşlardır. Ancak işlemler sırasında satıcı vekilinin, satıcının satımdan vazgeçtiğini bildirmesi üzerine tapu işlemleri tamamlanamamıştır. Başvurucu ve alıcı tarafından düzenlenen tutanakla bu durum tespit edilmiştir. Başvurucu, taşınmaza alıcı bulmasına rağmen satıcının satımdan vazgeçtiği gerekçesiyle başka alacaklarla birlikte 10/8/2010 tarihli sözleşmede “satış bedelinin % 4 + KDV’si” şeklinde kararlaştırılan tellaliye alacağının ödenmesi için icra takibi başlatmıştır. İcra takibi kapsamında borçlu sıfatı olan satıcının ödeme emrinin tellaliye alacağına ilişkin kısmına itiraz etmesi üzerine takip durmuş, bunun üzerine başvurucu Ankara Sulh Hukuk Mahkemesi nezdinde itirazın iptali davası açmıştır. Ankara Sulh Hukuk Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda 1/10/2012 tarihli ve E.2011/174, K.2012/1579 sayılı karar ile dava konusu tellallık sözleşmesinin süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesi şöyledir: “Tellallık sözleşmesinin 30 gün süreli olduğu, sürenin işlem yapılmadan dolduğu anlaşılmakla, hükümsüz kalan sözleşmeden dolayı davalının hizmet alımını tamamlamadığından, satışın gerçekleşmediğinden, davacının talep ettiği takibe konu ücreti davalıdan talep edemeyeceğinden davacının davasının reddine karar vermek gerekmiştir.” Başvurucu anılan kararı temyiz etmiş; temyiz dilekçesinde davaya konu sözleşmenin 10/4/2011 tarihine kadar geçerli olduğunu, 30 günlük sürenin ise sözleşmenin sona ermesinden sonra uygulanacak uzatma süresine ilişkin olduğunu, bu çerçevede edimini sözleşmenin geçerli olduğu dönemde yerine getirdiğini, bu nedenle davanın reddedilmesinin haksız olduğunu temyiz nedeni olarak ileri sürmüştür. Temyiz incelemesini yapan Yargıtay Hukuk Dairesi 2/5/2013 tarihli ve E.2013/3312, K.2013/10997 sayılı ilamı ile başvurucunun temyiz itirazlarını yerinde görmeyerek İlk Derece Mahkemesi kararının onanmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir: “Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre yerinde olmayan bütün temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA, … karar verildi.” Karar 11/6/2013 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiş, başvurucu 8/7/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun maddesi şöyledir:  “Bir akdin mevzuu, kanunun gösterdiği hudut dairesinde, serbestçe tayin olunabilir. Kanunun kat'i surette emreylediği hukuki kaidelere veya kanuna muhalefet; ahlaka (adaba) veya umumi intizama yahut şahsi hükümlere müteallik haklara mugayir bulunmadıkça, iki tarafın yaptıkları mukaveleler muteberdir.” 818 sayılı mülga Kanun’un maddesinin birinci fıkrası şöyledir:  “Yaptığı hazırlık veya icra eylediği tavassut akdin icrasına müncer olunca, tellal ücrete müstahak olur.” 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanunu’nun maddesi şöyledir:  “Takip talebine itiraz edilen alacaklı, itirazın tebliği tarihinden itibaren bir sene içinde mahkemeye başvurarak, genel hükümler dairesinde alacağının varlığını ispat suretiyle itirazın iptalini dava edebilir. ...”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/5017
Başvuru, itirazın iptali davasına konu uyuşmazlığın dayanağı olan sözleşmenin geçerlilik süresinin Mahkemece hatalı değerlendirilmesi neticesinde davanın reddine karar verilmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; terör örgütü mensuplarının defni sırasında yaşanan silahlı çatışma sonucu meydana gelen ölüm nedeniyle yaşam hakkının, bu olay temelinde açılan tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle de adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvurucuların müşterek çocuğu olan E.F. terör örgütü mensuplarının Diyarbakır'da defnedilmesi sırasında gelişen, 28/3/2006 tarihinde başlayıp birkaç gün devam eden protesto gösterileri esnasında yaşanan silahlı çatışmada yaralanmış; kaldırıldığı sağlık kurumunda hayatını kaybetmiştir. Olay tarihinde 17 yaşında olan E.F.nin otopsi raporuna göre ölümü kafasına isabet eden ateşli silah ürünü yaralanmasına bağlı olarak gerçekleşmiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının (Başsavcılık) ölümün gerçekleşmesini takiben yürüttüğü soruşturma kapsamında 2014 yılına değin olayın aydınlatılması adına aktif olarak girişimlerde bulunduğu (tanık, kamu görevlisi, müşteki ifadelerini alma, olay yeri incelemesi, emniyet birimleri ve diğer idari birimlerle yazışma yapma, haber ajanslarından görüntü ve bilgi talep etme, kamera, MOBESE kayıtlarını isteme vb.) görülmüştür. Başsavcılık, olayın nasıl gerçekleştiğinin, şüphelilerin kim olduğunun anlaşılamaması üzerine 1/12/2009 tarihinde vakadaki şüphelilerin tespit edilebilmesi için zamanaşımı tarihine kadar arama kararı vermiş ve ilgili emniyet birimlerine müzekkere göndermiştir. Başsavcılık soruşturma sürecindeki son edimini 2014 yılında, olay yeri çevresindeki iki işyerinin sahibinin ifadesine başvurarak gerçekleştirmiştir. Takip eden yıllarda (2015, 2016) daimî arama kararına dair emniyetle rutin yazışmalar yapılmıştır. En son 27/11/2023 tarihinde emniyet birimleri tarafından düzenlenen tutanaktan şüpheli şahıs aramasına yönelik çalışmaların devam ettiği ancak bir sonuca ulaşılamadığı anlaşılmaktadır. Bu süreçte başvurucular beyanlarına göre 2012 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde bireysel başvuruda bulunmuş olup başvurucuların başvuruları derdesttir. Başvurucular 2007 yılında, oğullarının kolluk kuvvetinin açtığı ateş sonucu ölmesi nedeniyle hizmet kusuru temelinde tam yargı davası açmıştır.Diyarbakır İdare Mahkemesi (Mahkeme) davanın reddine karar vermiş, karar gerekçesinde öncelikle hizmet kusuru ve tazmin sorumluluğuna ilişkin ilkeleri detaylı olarak aktarmış, Başsavcılık soruşturmasındaki bilgiler dâhil olaya ilişkin sürece yer vermiştir. 28/3/2006 tarihinde başlayan olaylarda genel güvenliğin ve asayişin sağlanmasından sorumlu olan idarenin bozulan asayişi beş gün boyunca yeniden tesis edememesi, genel güvenliği de sağlayamaması nedeniyle hizmet kusuru olduğunu tespit eden Mahkeme, bununla birlikte tazmin sorumluluğunun doğabilmesi için E.F.nin ölümünün kolluğun ya da göstericilerin müdahalesi ile gerçekleşmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu kapsam içinde vakayı irdeleyen Mahkeme, Başsavcılığın elde ettiği veriler çerçevesine E.F.nin kamu görevlilerinin ya da göstericilerin eylemi sonucu hayatını kaybettiğine dair bir bulguya rastlanmadığını belirtmiştir. Sonuç olarak zarar ile idari eylem/eylemsizlik arasında bir illiyet bağı bulunmadığını ifade eden Mahkeme, ölümün faili tespit edilemeyen münferit bir olaydan kaynaklandığı kanaatine ulaşarak zararın idarece tazminine olanak bulunmadığını belirtmek suretiyle ret hükmünü gerekçelendirmiştir. Kararın esasa ilişkin kısmı (Karar, vekâlet ücretine ilişkin kısım yönünden bozulmuştur.) temyiz ve karar düzeltme aşamalarından geçerek kesinleşmiştir. Başvurucular tazminat talebine ilişkin kesin hükmü 3/3/2020 tarihinde öğrenmelerinin ardından 22/6/2020 tarihinde (COVID-19 pandemisi nedeniyle 25/3/2020 tarihli ve 7226 sayılı Kanun'un geçici maddesi uyarınca bireysel başvuru dâhil yargı makamlarına başvuru sürelerinin 13/3/2020 tarihinde durdurulup 15/6/2020 tarihinde başlatıldığı dönem) bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Yaşam hakkı-Kötü muamele yasağı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/20288
Başvuru, terör örgütü mensuplarının defni sırasında yaşanan silahlı çatışma sonucu meydana gelen ölüm nedeniyle yaşam hakkının, bu olay temelinde açılan tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle de adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru, süresi içinde yapılmıştır. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiası dışındaki iddiaları Komisyon tarafından kabul edilemez bulunmuş, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/12298
Başvuru, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, müşterek çocuğun yurt dışında bulunan mutat meskenine iade edilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 22/11/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) ile erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir:A. Çocuğun İadesi Talebiyle Açılan Dava Süreci Almanya vatandaşı olan başvurucu ile Almanya doğumlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Es.A. 2010 yılında evlenmiş ve 19/7/2011 tarihinde Almanya doğumlu bir erkek çocukları olmuştur. Çocuk yaklaşık altı haftalık iken geçimsizlik nedeniyle taraflar ayrı yaşamaya başlamış, 2012 yılında boşanma davası açmışlardır. Çocuk, anne ile birlikte kalmış ve baba hafta sonları çocukla şahsi ilişki kurmuştur. Anne Es.A.nın çocukla birlikte Türkiye'ye gideceğinin anlaşılması üzerine 27/11/2012 tarihinde Kiel Sulh Hukuk Mahkemesi çocuğun yurt dışına çıkarılmasının yasaklanmasına dair tedbir kararı vermiştir. 22/4/2014 tarihli bilirkişi raporunda, anne Es.A.nın sürecin başından beri baba-çocuk görüşmesini olumsuz etkilediği, başvurucunun ebeveyn olarak velayeti alabilecek yeterliliği taşıdığı belirtilmiştir. Kiel Asliye Hukuk Mahkemesi 27/8/2014 tarihinde tarafların boşanmalarına ve çocuğun velayetinin başvurucuya verilmesine karar vermiştir. Es.A. 19/8/2014 tarihinde çocukla birlikte Türkiye'ye gelmiş ve başvurucuya karşı İstanbul Aile Mahkemesinde boşanma davası açmıştır. Es.A. özel sektörde iş bulmuştur. Annesi ve çocuğuyla birlikte yaşamaktadır. Başvurucu, Türkiye'de alıkonulmak suretiyle müşterek çocuğun mutat meskenine dönmesinin engellendiğini iddia ederek 25/11/1980 tarihli Uluslararası Çocuk Kaçırmanın Hukuki Veçhelerine Dair Sözleşme (Lahey Sözleşmesi) uyarınca iade işlemlerinin başlatılması talebinde bulunmuştur. Bu talep doğrultusunda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 6/10/2015 tarihinde Lahey Sözleşmesi kapsamında müşterek çocuğun Almanya'ya iadesi talebiyle İstanbul Aile Mahkemesinde (Mahkeme) dava açılmıştır. Es.A. davaya cevap dilekçesinde, başvurucunun Almanya'da iken çocuğa zarar verdiğini, çocuğun iadesi hâlinde de zarar riskinin mevcut olduğunu beyan etmiştir. Es.A. 19/7/2014 tarihinde başvurucunun çocuğu sabah aldığını ve evine götürdüğünü, akşam çocuğu geri getirdiğinde çocuğun parmaklarının yanık nedeniyle su toplamış olduğunu gördüğünü, çocuğun "Babam ellerimi yaktı." dediğini iddia etmiştir. Ayrıca 26/7/2014 tarihinde başvurucunun çocukla görüşme günü olması nedeniyle çocuğu evine götürdüğünde çocuğu banyoya kilitlediğini ve daha sonra banyoda iterek düşürdüğünü, çocuğun kafasının yaralandığını, bu olay nedeniyle Alman polis merkezinin tutanaklarının bulunduğunu, başvurucunun üç veya dört hafta süreyle çocuğa yaklaşmasının yasaklandığını ifade etmiştir. Es.A.nın sunduğu, Kiel Karakolu tarafından düzenlenmiş 26/7/2014 tarihli tutanakta çocuğun polis memuruna babasının kendisine şiddet uyguladığını söylediği belirtilmiştir. Ayrıca aynı tarihli acil servis doktor raporunda çocuğun babası tarafından hastaneye getirildiği, küvette düşmüş olduğunun bildirildiği, çocuğun genel durumunun iyi olduğu, kafasının arka kısmında çarpma izi olduğu, kırık olmadığı, evde izlenmesinin yeterli olduğu ifade edilmiştir. Konuyla ilgili olarak dosyada başkaca belge bulunmamaktadır. Mahkeme duruşmada tanık beyanlarına başvurmuştur. Es.A.nın annesi tanık olarak alınan ifadesinde tarafların evliliklerindeki sorunlar nedeniyle çocuk doğduktan kırk gün sonra kızı Es.A.nın evinden ayrılarak yanına taşındığını, başvurucunun hafta sonları çocuğu görmeye geldiğini, çocuk 1,5 yaşına geldiğinde çocuğu hafta sonları evine götürmeye başladığını belirtmiştir. Ayrıca görüşme gününde eve geldiğinde çocuğun parmaklarının yanmış olduğunu gördüklerini, çocuğun mangaldan yandığını söylediğini, başvurucunun bu konuda kendilerine bir şey söylemediğini, bu olaydan daha sonraki görüşme gününde çocuğun kafasında şişlik olduğunu ve kafasının kanamış olduğunu gördüklerini, başvurucunun çocuğun banyoda düştüğünü söylediğini ancak çocuğun itiraz ederek çöpü devirdiği için babasının kendisine kızdığını, yakasından tutup banyoya kapattığını söylediğini, bu olay nedeniyle başvurucuya uzaklaştırma tedbiri uygulandığını beyan etmiştir. Çocuğun Türkiye'de devam ettiği kreşte çalışan bir tanık, çocuğun ilk geldiği dönemlerde babasının kendisini tuvalete kilitlediğini söylediğini, bu nedenle tuvalete gitmek istemediğini, beni oraya kilitlemeyin dediğini, servis şoförünü babasına benzettiği için servise binmek istemeyip ağladığını, çocuğa psikolog yardımı önerdiklerini, 5-6 ay sonra çocuğun durumunun düzeldiğini ifade etmiştir. Mahkeme, psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacı bilirkişilerden ayrı ayrı raporlar almıştır. Pedagog tarafından hazırlanan 21/6/2016 tarihli bilirkişi raporunda, baba ile çocuk arasında anne Es.A.nın kendi kaygılarını çocuk-baba ilişkisine etki edecek şekilde yansıttığı, çocuk ve baba arasında iletişimin devam etmesine gerekli özen ve hassasiyeti göstermeyecek davranışlarda bulunduğu vurgulanmıştır. Başvurucunun çocuğun yaralanmasına neden olan bazı olaylarda hatasının farkına vararak tekrarına sebep olmayacak duyarlılıkla iş birliğine açık yaklaşım sergilediği, Almanya'daki hukuki süreç ve değerlendirmelerde velayet hakkının kendisine verilmesine neden olacak sosyal, ekonomik, kişisel özellikleri taşıdığının gözlendiği belirtilmiştir. Bununla birlikte çocuğun annesi ile bağı ve alıştığı düzen gözönünde bulundurulduğunda hayatında yapılacak ani bir değişimin çocuğun gelişiminde olumsuz etkiler yaratacağı görüşü ifade edilmiştir. 27/6/2016 tarihli uzman psikolog tarafından hazırlanan raporda başvurucunun mühendis olarak çalıştığını, Almanya'da ailesine yakın bir yerde yalnız yaşadığını beyan ettiği, görüşmenin yapıldığı tarihte çocuğun 4 yaş 10 aylık olduğu, okul öncesi eğitime devam ettiği, 1,5 yıldır babasını görmemesine rağmen babaya gösterdiği yakınlık ve tepkileri dikkate alındığında baba ile duygusal bağını koruduğu, görüşme esnasında çocuğun babadan zarar göreceğine dair bir kaygı taşımadığının gözlendiği belirtilmiştir. Anne Es.A.nın çocuğun sağlıklı gelişimi adına gerekli koşulları oluşturduğu, çocuğun kurulan düzene uyum sağladığı, birlikte yaşadığı kişilerle sağlıklı iletişim kurabildiği ifade edilmiştir. Bununla beraber Es.A.nın baba ile çocuk arasında iletişim kurulabilmesi için yapıcı adımlar atmadığı, bireysel olarak yaşadığı olumsuz duyguları çocuk üzerinden babaya aktardığı, bu durumun devam etmesi hâlinde çocuk ile baba arasındaki bağın zayıflayabileceği, anne Es.A.nın çocukla baba arasında bağ kurulmasına yönelik olumlu adımları atması konusunda psikolojik destek almasının yararlı olacağı tavsiyesinde bulunulmuştur. Raporda sonuç olarak başvurucunun Almanya'da çocuğun bakımını sağlayabilecek sosyoekonomik ve kişisel koşulları sağlayabildiği, görüşmelerde çocuğun bakım ve sorumluluğunu alabilecek ebeveynlik becerilerine sahip olduğunun gözlendiği ancak çocuğun yaşı, anne ile kurduğu bağ ve alıştığı düzen gözönünde bulundurulduğunda hayatında yapılacak değişimin çocuğun ruh sağlığında olumsuz etkiler yaratacağı görüşü bildirilmiştir. Sosyal çalışmacı tarafından hazırlanan 22/6/2016 tarihli raporda, taraflar ve çocukla yapılan görüşmeler sonucunda anne Es.A.nın çocuğun gelişimi için uygun koşulları oluşturmaya çalıştığı ancak baba-çocuk ilişkisini başvurucuyla olan ilişkisi üzerinden kurguladığı, kendi kaygılarını yansıttığı, bu durumun baba-çocuk ilişkisini olumsuz etkilediği belirtilmiştir. Raporda çocuğun yaklaşık 1,5 yıldır babasını görmemiş olmasına karşın babasını hatırladığı, gördüğünde mutlu olduğu, kolay iletişim kurduğu, olumlu tepkiler verdiği ifade edilmiştir. Tarafların birbirini suçlayıcı tavırlarda bulundukları, diğer ebeveyni ile iletişim kuramamanın çocuk üzerindeki etkilerini düşünmedikleri, baba-çocuk arasında yasal olarak da şahsi ilişki düzenlenmemiş olmasının olumsuz etkileri olduğu vurgulanmıştır. Sonuç olarak çocuğun kendisini ifade edişi ve fiziksel özelliklerinin yaşına uygun olduğu, yapılan görüşmelerden, hem ev hem de okul gözlemlerinden içinde yaşadığı sosyal çevreye uyum sağladığı, duygusal bağ geliştirdiği, mevcut yaşam koşullarında risk oluşturacak bir husus bulunmadığı, mutlu olduğu bir ortamda iken anneden uzaklaşma ya da anneyi görememe ile sonuçlanacak ani bir değişikliği anlamlandıramayacağı kanaati bildirilmiştir. Mahkeme 8/9/2016 tarihinde davayı reddetmiştir. Karar gerekçesinde çocuğun annesi tarafından Türkiye'ye getirilmesinin üzerinden bir yıldan fazla süre geçtiği, yaşadığı ortama ve koşullara uyum sağlamış olduğunun tanık beyanları ve bilirkişi raporuyla tespit edildiği, yaşı itibarıyla anne şefkatine ihtiyaç duyduğu, iade edilmesi durumunda fiziksel ve ruhsal gelişimi açısından zarara uğrayacağının anlaşıldığı belirtilmiştir. İstinaf yoluna başvurulması üzerine İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi 22/12/2016 tarihinde istinaf talebinin kabulü ile derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, müşterek çocuğun mutat meskeni olan Almanya'ya iadesine karar vermiştir. Karar gerekçesinde, çocuğun mutat meskeninin Almanya olduğu konusunda taraflar arasında bir ihtilaf bulunmadığı, annenin çocuğu 2014 yılının Ağustos ayında Türkiye'ye getirdiği ve velayet sahibi olan babanın (başvurucunun) rızası hilafına Türkiye'de alıkoyduğu, başvurucunun Lahey Sözleşmesi uyarınca bir yıllık süre dolmadan çocuğun iadesi için başvurmuş olduğu vurgulanmıştır. Çocuğun yaşadığı ortama alışmış olması hâlinin iadeden kaçınma sebebi olarak kabul edilebilmesi için alıkonulmadan itibaren bir yıl geçtikten sonra başvurulmuş olunması gerektiği, olayda ise başvurucu tarafından bir yıl geçmeden başvuru yapıldığı için bu gerekçeyle iadenin reddinin doğru olmadığı ifade edilmiştir. Ayrıca iade talebinin reddini gerektirecek vahim bir tehlikenin veya geri dönmesinin çocuğu fiziksel ya da psikolojik bir tehlikeye maruz bırakacağına dair ciddi bir riskin de ortaya konulmadığı, bu nedenlerle Lahey Sözleşmesi uyarınca çocuğun mutat meskenine iade edilmesinin gerektiği belirtilmiştir. Temyize başvurulması üzerine Yargıtay Hukuk Dairesinin 20/11/2017 tarihli kararıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde tarafların Almanya'da yaşadıkları döneme ait doktor ve ebe kayıtlarında annenin çocukla ilgilendiği, babanın ise çocuğa karşı ilgisiz olduğunun belirtildiği vurgulanmıştır. Türkiye'de alınan sosyal inceleme raporundan ve tanık beyanlarından çocuğun Türkiye'ye geldiği ilk dönemlerde aile kavramında baba olgusuna yer vermediği, uzmanlara ve öğretmenlerine babasından fiziksel şiddet gördüğünü anlattığı, babasından korktuğu, babasının kendisini tuvalete kilitlemesi sebebiyle tuvalete gitmek istemediği, servis şoförünü babasına benzettiği için servise binmek istemediği, korktuğu için olumsuz davranışlar sergilediğinin anlaşıldığı belirtilmiştir. Söz konusu olaylar değerlendirildiğinde çocuğun iadesi hâlinde fiziki ve psikolojik yönden bir tehlikeye maruz kalacağına dair ciddi bir riskin varlığının kabulü gerektiği, bu nedenle iade talebinin reddine karar verilmesi gerekeceği ifade edilmiştir. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesince bozmaya uyulmuş ve 28/2/2018 bozma kararındaki gerekçeyle iade talebinin reddine karar verilmiştir. Bu karar Yargıtay Hukuk Dairesi tarafından 4/10/2018 tarihinde onanmıştır. Nihai karar başvurucuya 20/11/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 22/11/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. Boşanma Davasına İlişkin Süreç Başvurucu, Almanya'da boşanma davası açmış; Kiel Asliye Hukuk Mahkemesi 27/8/2014 tarihinde tarafların boşanmalarına ve çocuğun velayetinin başvurucuya verilmesine karar vermiştir. Es.A. da 5/3/2015 tarihinde İstanbul Aile Mahkemesinde boşanma ve velayet davası açmıştır. İstanbul Aile Mahkemesi, çocuğun Almanya'ya iade edilmesi talebiyle İstanbul Aile Mahkemesinde dava açıldığı gerekçesiyle boşanma ve velayet konusundaki dava açısından iade davasının bekletici mesele yapılmasına karar vermiştir. Boşanma ve velayet davası İstanbul Aile Mahkemesinde derdesttir. İlgili hukuk için bkz. Marcus Frank Cerny [GK], B. No: 2013/5126, 2/7/2015, §§ 18-25; Levent Aşıklar, B. No: 2014/13936, 8/3/2018, §§ 32-54; Angela Jane Kilkenny, B. No: 2015/10826, 17/7/2018, §§ 25-
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/34860
Başvuru, müşterek çocuğun yurt dışında bulunan mutat meskenine iade edilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, bir bakır işletmesi tarafından yapılan madencilik faaliyetleri nedeniyle özel hayata saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucu, madencilik faaliyetleri kapsamında meydana gelen patlamaların yol açtığı gürültü ve titreşim nedeniyle huzur ve ruh sağlığının bozulduğu iddiasıyla Çayeli Bakır İşletmeleri A.Ş.ye (davalı şirket) 21/10/2014 tarihinde Çayeli Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) manevi tazminat davası açmıştır. Mahkeme tarafından 26/3/2015 tarihinde davanın daha önce kesin hükümle karara bağlandığından dava şartı noksanlığı nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir. Kararda, başvurucunun davalı şirkete karşı aynı sebeple daha önce açtığı taşınmaza ilişkin el atmanın önlenmesi ve tazminat davasında, davanın kısmen kabulü ve kısmen reddine karar verilerek 889,31 TL maddi ve 000 TL manevi tazminata hükmedildiği belirtilmiştir. Hükmün taraflarca temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Hukuk Dairesi tarafından olayda manevi tazminata hükmedilmesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle bozma kararı verildiği ve yeniden yapılan yargılama sonunda davada 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun maddesinde düzenlenen manevi tazminat şartlarının gerçekleşmediği belirtilerek başvurucunun manevi tazminat talebinin reddine karar verildiği ve kararın Yargıtay tarafından onanarak 24/2/2010 tarihinde kesinleştiği belirtilmiştir. Kararın başvurucu tarafından temyizi üzerine Yargıtay Hukuk Dairesi 28/9/2015 tarihinde bozma kararı vermiştir. Kararda başvurucunun bu davada geceleri de patlatma yapıldığı ve bu nedenle uykusunu alamadığı, iş veriminin düştüğü, ruh sağlığının bozulduğu gerekçesiyle manevi tazminat talebinde bulunduğu, taraflar arasında daha önceden görülen davada bu istemin bulunmadığı, bu nedenle davanın esasına girilerek olumlu veya olumsuz bir karar verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Mahkeme dava dosyasını yeniden esasa kaydederek yeniden yargılamaya başlamış ve davalı şirkete ait patlatma ölçüm raporları ve ölçüm değerleri, raporlardaki evlerin konumunu gösteren harita, karara bağlanan dosyada alınan bilirkişi raporları ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesince hazırlanan raporları dosyaya eklemiş ve başvurucunun sosyal ve ekonomik durum araştırmasını yapmıştır. Mahkeme 26/5/2016 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararda geceleri patlatma yapılıp yapılmadığının sorgulanması için davalı şirketten alınan dava tarihi olan 2014 ve geriye doğru beş yıllık patlatmaları saatleriyle gösteren çizelgelerden en son patlatma saatinin 02 olduğu, bu saatin de gece saati olmadığının anlaşıldığı belirtilmiştir. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanun'un maddesi ve 6098 sayılı Kanun'un maddesinde belirlenen kişisel çıkarların kişilik hakları olduğu, kişilik haklarının ise bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru, sır alanı gibi dolaylı varlıklar olduğu, davaya konu olayın bu çerçeve dışında kalması nedeniyle manevi tazminat talebinin reddi gerektiği belirtilmiştir. Kararda ayrıca dosyadaki bilgi ve belgelere göre başvurucuya ait 25 yaşındaki binanın 600 metre uzağında patlatılan dinamit nedeniyle binada hasar oluştuğu, bu olay nedeniyle başvurucunun yaralanmadığı ve yakınlarından da ölen veya yaralanan olmadığı, bina hasarının başvurucunun iç huzurunu bozacak nitelikte bir durum olmadığı belirtilerek manevi tazminatın şartlarını düzenleyen 6098 sayılı Kanun’un maddesine göre eşya zararının kişinin sosyal, fiziki ve kişilik değerlerine oluşturacak nitelikte bir eylem olarak benimsenemeyeceği vurgulanmıştır. Kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Hukuk Dairesi 16/3/2017 tarihinde onama kararı vermiş, karar düzeltme talebini 25/10/2017 tarihinde reddetmiştir. Nihai hükmü 13/12/2017 tarihinde öğrenen başvurucu 9/1/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/1710
Başvuru, bir bakır işletmesi tarafından yapılan madencilik faaliyetleri nedeniyle özel hayata saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, alkollü araç kullandığı iddiasıyla uygulanan idari yaptırım kararının iptali için yaptığı başvuruda başvurucunun usule ilişkin imkânlar noktasında dezavantajlı duruma düşürülmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucu, Bergama Şehit Nedim Öner Bölge Trafik Denetleme İstasyon Amirliği (Amirlik) tarafından 1/5/2019 tarihinde saat 31'de yapılan kontrollerde 1,09 promil alkollü olarak araç kullandığının tespit edildiği iddiasıyla 256 TL idari para cezası ile cezalandırılmış ve başvurucunun sürücü belgesine iki yıl süreyle el konulmuştur. Bireysel başvuru formunda başvurucu, alkol test cihazının kalibrasyonunun hatalı olduğunu, bu sebeple hemen Bergama Nejla-Mithat Öztüre Devlet Hastanesine giderek alkol testi yaptırmak istediğini ancak hastane yetkililerinin İzmir Valiliğinin (Valilik) bireysel olarak başvurulması hâlinde alkol ölçümü yapılmamasına ilişkin 16/10/2017 tarihli genelgesini gerekçe göstererek talebini yerine getirmediğini ileri sürmüştür. Başvurucu, idari para cezasının iptali için başvuruda bulunmuş; başvurusunda hastanede alkol testi yaptıramadığı hususlarına da yer vermiştir. Başvuruyu değerlendiren Bergama Sulh Ceza Hâkimliği (Hâkimlik) 8/8/2019 tarihli kararıyla talebi kabul etmiştir. Hâkimlik; Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (Kurul) 28/1/2019 tarihli kararına da atıf yaparak verdiği kabul kararında, mevzuatta kişinin kendi imkânlarıyla sağlık kuruluşuna başvurmasını engelleyen bir düzenleme yapılmadığı, bu imkânın Valilik genelgesiyle ortadan kaldırıldığı, Kurulun kararında da belirttiği üzere itiraz edenin kandan alkol ölçümü istemesi karşısında bunun reddedilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözeşmesi'nin maddesi kapsamında savunma hakkının ve Anayasanın maddesinde yer alan hak arama hürriyetinin hukuka aykırı genelge ile sınırlandırıldığı hususlarına dayanmıştır. Amirlik, Hâkimliğin verdiği başvurunun kabulü kararının kaldırılmasına ilişkin olarak Akhisar Sulh Ceza Hâkimliğine (itiraz mercii) itiraz etmiştir. İtiraz mercii;i. Karayolları Trafik Yönetmeliği'nin maddesinin (3) numaralı fıkrasının (f) bendine göre teknik cihazla yapılan ölçüm sonucuna itiraz edilmesi durumunda tekrar ölçüm yapılamayacağını,ii. Teknik cihazla yapılan alkol ölçümüne itiraz etme imkânının yaralanmalı, ölümlü ya da kollukça müdahil olunan maddi hasarlı trafik kazalarında mümkün olduğunu, bu istisnai hâller dışında bugünkü yasal mevzuat çerçevesinde itiraz imkânı bulunmadığını, iii. Olayda teknik cihazla yapılan ölçümden sonra sağlık kuruluşuna sevkin zorunlu olduğu hâllerden herhangi birinin bulunmadığı gerekçesiyle Amirliğin itirazının kabulü ile Hâkimliğin kabule ilişkin kararının kaldırılmasına 26/11/2019 tarihinde kesin olarak karar vermiştir. Diğer yandan başvurucu, bu süre zarfında hastanede alkol testi yaptırmasını engelleyen ilgili yönetmelik, Valilik genelgesi ve işlemler hakkında Danıştaya başvurmuştur. Danıştay Dairesi 24/10/2019 tarihli kararıyla Valilik genelgesine, başvurucunun sürücü belgesinin 2 yıl süreyle geri alınmasına, idari para cezası verilmesine ilişkin işlemler yönünden yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne karar vermiştir. Başvurucu, nihai kararı 5/12/2019 tarihinde öğrendikten sonra 3/1/2020 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/2395
Başvuru, alkollü araç kullandığı iddiasıyla uygulanan idari yaptırım kararının iptali için yaptığı başvuruda başvurucunun usule ilişkin imkânlar noktasında dezavantajlı duruma düşürülmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, idari davanın makul sürede sonuçlanmaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 5/12/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucunun 6/2/2013 tarihinde açtığı dava halen kesin olarak sonuçlanmamıştır. Başvurucu 5/12/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/35373
Başvuru, idari davanın makul sürede sonuçlanmaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; öğrencinin din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muafiyet imkânı bulunmaması nedeniyle ebeveynlerin eğitim ve öğretimde dinî ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesini isteme hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 12/9/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur. Birinci Bölüm tarafından 9/1/2020 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: 1963 doğumlu olan başvurucu Hüseyin El (Bu kararda başvurucu ibaresiyle aksi belirtilmedikçe birinci başvurucu Hüseyin El kastedilmektedir.) ve başvurucunun kızı 2000 doğumlu olan Nazlı Şirin El (Dosyadaki bilgilere göre 4/9/2018 tarihinden itibaren üniversite öğrencisidir.) olayların yaşandığı tarihte Eskişehir'de ikamet etmektedir.A. Başvuru Konusu Olay Başvurucu 1/10/2009 tarihli dilekçesiyle Eskişehir Havacılar İlköğretim Okuluna (Okul) başvurarak sınıf öğrencisi kızının din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersinden muaf tutulmasını istemiştir. Bu dilekçeye cevap olarak Okul Müdürlüğü tarafından 6/11/2009 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) İlköğretim Genel Müdürlüğünün 22/10/2009 tarihli yazısı başvurucuya tebliğ edilmiş ve başvurucunun talebi reddedilmiştir. Yazıda Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun 9/7/1990 tarihli ve 1 sayılı kararına atıfla azınlık okulları dışında kalan ilk ve ortaöğretim okullarında öğrenim gören T. uyruklu Hristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilerin bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelendirmeleri kaydıyla DKAB dersine girmelerinin zorunlu olmadığı belirtilmiştir. Başvurucu, anılan işlemi gerekçe göstererek 16/11/2009 tarihinde Nüfus Müdürlüğüne başvurmuş; kendisiyle kızının nüfus cüzdanındaki İslam ibaresinin kaldırılmasını ve din hanesinin boş bırakılmasını, bu mümkün değilse din hanesine ateist yazılmasını istemiştir. Bu talep üzerine başvurucunun ve kızının nüfus cüzdanının din hanesindeki İslam ibaresi kaldırılmıştır. Başvurucu 18/11/2009 tarihli dilekçeyle de kızının DKAB dersinden muaf tutulması talebinin reddine yönelik işleme karşı kızı adına velayeten -nüfus cüzdanının din hanesindeki İslam ibaresinin kaldırıldığını da belirterek- Eskişehir İdare Mahkemesinde yürütmenin durdurulması talepli iptal davası açmıştır. Anılan Mahkemece 14/4/2010 tarihinde davanın yetki yönünden reddine, dava dosyasının yetkili Ankara İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir. Yargılamayı yapan Ankara l. İdare Mahkemesi 29/4/2011 tarihinde dava konusu işlemin iptaline karar vermiştir. İptal kararında Anayasa Mahkemesinin (AYM, E.1997/62, K.1998/52, 16/9/1998) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) (Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, B. No: 1448/04, 9/10/2007) konuyla ilgili bazı kararlarına atıfla şu sonuca varılmıştır:"...Bu durumda … ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen öğretimin adının din kültürü ve ahlak bilgisi olmasına rağmen, içerik olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi olarak kabul edilemeyeceği açık olduğundan ve din eğitiminin de ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı olması karşısında, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin bu içeriği ile zorunlu tutulmasında hukuka uyarlık bulunmamaktadır..." Karar, temyiz aşamasında Danıştay Sekizinci Dairesinin 29/11/2011 tarihli kararı ile bozulmuştur. Bozma gerekçesinin ilgili kısmı şu şekildedir:"... Ankara İdare Mahkemesinin E:2005/2703 sayılı dosyasında açılan davada; ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarının sosyolojik ve pedegojik yönden incelenerek, kitapların hazırlanmasında mezheplerarası tarafsızlık ilkesinin gözetilip gözetilmediği hususlarının açıklığı kavuşturulması amacıyla Mahkemelerince yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda özetle, 2005-2006 eğitim öğretim yılında ilköğretim , , , , ve sınıflar için hazırlanan ders kitaplarının Talim ve Terbiye Kurulunun 2006 gün ve 410 sayılı kararıyla yürürlükten kaldırıldığı ve 2007-2008 eğitim öğretim yılında yeni programın yürürlüğe girdiği, ilk ve orta öğretimde Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Komisyonu tarafından hazırlanan ders kitaplarından başka bir kitabin okutulmadığı, anılan kitaplarda, din öğretiminde bir mezhebin veya tarikatın esas alınmadığı, genel olarak mezhepler üstü yaklaşım esas alınarak hazırlandığı ve dinlerin birleştiriciliğinin ön plana çıkarıldığı, islam ile ilgili bilgilerde Kur'an ve Hz. Muhammet merkezli olarak birleştirici bir yol izlendiği, hiçbir mezhep veya oluşuma atıfta bulunulmadığı, ele alınan konuların ülkemizde mevcut olan din, mezhep ve diğer dini yorumları kuşatıcı nitelik taşıdığı, herhangi bir mezhep, dini yorum veya gruba pozitif ayrımcılık yapılmadığı, vatandaşların ihtiyaç duyduğu din kültürünü kazandırmak için Anayasa ve yasaların gereği olarak, eğitim değil, öğretim düzeyinde yer verildiği belirtildiğinden, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle Ankara İdare Mahkemesinin 2009 gün ve E:2005/2703 K:2009/1804 sayılı kararı ile davanın reddine karar verilmiş, anılan karar Dairemizin 2010 gün ve E:2009/10610, K:2010/4213 sayılı kararı ile onanmıştır. Söz konusu karar sonucunda, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi'nin yeni müfredatı ile din dersi niteliği taşımadığı, içerik olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi olarak kabul edilmesi gerektiği açık olup, davacı tarafından müfredat değişikliğinden sonra 2009 tarihinde başvuruda bulunulduğu da tartışmasızdır.Anayasanın maddesine göre din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında olduğu kuşkusuzdur. Bu öğretimin Anayasanın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi gerektiği, içeriğinin nesnel ve çoğulcu olması, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve Devletin dinler karşısında tarafsız kalarak, bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekmektedir. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı açıktır. Nitekim, müfredatta yapılan değişiklik sonucunda ülkemizde çoğulculuk anlayışı içerisinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verildiği sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumda, davacının başvuruda bulunduğu 2009 tarihinde uygulanan müfredatla din eğitimi yapılmayıp Anayasanın maddesine uygun olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi yapılması ve zorunluluğun anılan maddeden kaynaklanması, ayrıca 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun maddesindeki '...idari mahkemeler...idari eylem ve işlem niteliğinde......yargı kararı veremezler' kuralı karşısında 'Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulduğu' yolundaki Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 1990 gün ve 1 sayılı kararının idarenin yerine geçilerek genişletilmesi yolunda yargı kararı verilemeyeceği, TC Anayasasının maddesi ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun maddesinde hiç bir ayrım yapılmadan tüm vatandaşlar için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu tutulması karşısında, dini inancı olmadığından bahisle çocuğunun bu dersten muaf tutulması isteminin reddinde açıklanan mevzuata aykırılık görülmemiştir.Açıklanan nedenlerle, davacının istemini müfredatla ilişkilendirip başvuru tarihinden önceki müfredatı inceleyen yargı kararlarını dayanak alarak iptali yolunda hüküm kuran Ankara İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmadığından bozulmasına... karar verildi." Bozma kararına karşı yapılan karar düzeltme başvurusu da Danıştayın anılan Dairesi tarafından 23/5/2012 tarihinde reddedilmiştir. Bozma sonrası yargılamayı yapan ilk derece mahkemesi bozma kararına uymuş ve 11/10/2012 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Ret kararı gerekçesinin ilgili kısmı şu şekildedir:"...Bu durumda, davacının başvuruda bulunduğu 2009 tarihinde uygulanan müfredatla din eğitimi yapılmayıp Anayasanın maddesine uygun olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi yapılması ve zorunluluğun anılan maddeden kaynaklanması, ayrıca 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun maddesindeki '....idari mahkemeler idari eylem ve işlem niteliğinde yargı kararı veremezler' kuralı karşısında 'Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulduğu' yolundaki Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 1990 gün ve 1 sayılı kararının idarenin yerine geçilerek genişletilmesi yolunda yargı kararı verilemeyeceği, TC Anayasasının maddesi ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun maddesinde hiç bir ayrım yapmadan tüm vatandaşlar için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu tutulması karşısında, dini inancı olmadığından bahisle çocuğunun bu dersten muaf tutulması isteminin reddinde açıklanan mevzuata aykırılık görülmemiştir..." Temyiz üzerine karar, Danıştay Dairesi tarafından 13/11/2013 tarihinde onanmıştır. Onama kararına karşı yapılan karar düzeltme başvurusu da aynı Dairece 27/6/2014 tarihinde reddedilmiştir. Ret kararı başvurucuya 14/8/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucular 12/9/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi 9/3/2020 tarihli müzekkeresiyle MEB'den işbu başvurunun Anayasa Mahkemesi Genel Kurulundaki müzakerelerinde değerlendirilmek üzere görüşlerini bildirmesini istemiştir. MEB'in bu müzekkereye cevaben gönderdiği 16/3/2020 tarihli yazıda aşağıdaki değerlendirmelere yer verilmiştir: "Davacının çocuğunun DKAB dersinden muafiyetine ilişkin açılan dava idari yargıda makul sürede sonuçlandırılmış ve idari mahkemece verilen ret kararı, Danıştay Dairesince ... onanmıştır.Diğer taraftan da DKAB dersinden muafiyete ilişkin idari mahkemece verilen karar, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 'Din ve Vicdan Hürriyeti' başlıklı 24'üncü maddesinin 4'üncü fıkrası olan 'Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.' hükmü ile 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu'nun 'Laiklik' başlıklı 12'nci maddesi olan 'Türk milli eğitiminde laiklik esastır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.' hükmüne de uygundur.Ayrıca davacı tarafından iddia edildiği gibi Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi (AİHM) kararında DKAB derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılması yönünde bir hüküm yer almamaktadır. Söz konusu kararda özellikle 1 nolu protokolün 2'nci maddesinde yer alan ikinci cümle 'Devletlerin, devlet okullarında verilen öğretim aracılığıyla doğrudan veya dolaylı olarak dini veya felsefi türde objektif bilgi vermesini engellemez.' denilmektedir. Bu cümle, devletin eğitim ve öğretimle ilgili olarak üzerine düşen görevleri yerine getirirken öğrencilere eleştirel düşünme ve çoğulcu bir bakış açısı kazanmalarını sağlayacak şekilde müfredatta yer alan bilgilerin aktarılması gerektiğine işaret etmektedir. Öğretim programlarının da incelenmesinden de anlaşılacağı üzere konular bilgi düzeyinde verilmekte ve öğrencilerden herhangi bir uygulama yaptırılması istenmemektedir. Dolayısıyla bu derste dini eğitim verilmemekte diğer kültür derslerinde olduğu gibi bilgilendirme yapılmaktadır.Türkiye'de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri Anayasal bir zorunluluk olup öğretim programları ve ders kitapları Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanmaktadır. Öğrencilerin gelişimsel düzeyleri dikkate alınarak hazırlanan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri öğretim programında düşünce ve yorum farklılıklarına girilmeden temel değerleri içeren konulara yer verilmektedir.Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri öğretim programları Anayasa ile Milli Eğitim Temel Kanunu hükümlerine uygun olarak hazırlanmıştır. Yüce Mahkemece gerek görülmesi halinde alan uzmanlarından oluşturulacak bilirkişi heyetine incelettirildiğinde de görüleceği üzere uygulanmakta olan öğretim programları, herhangi bir din veya felsefi doktrin merkezli olmayıp programlarla bilimsel ve araştırmaya dayalı bilgi ön planda tutulmuş, batıl ve hurafeye dayalı yanlış bilgilerden uzak durulmuş, bütün dinsel oluşumları kuşatacak kök değerler öne çıkarılmış ve programlarda yer alan konuların bütün insanlığı birleştiren ortak paydalar olmasına özen gösterilmiştir.Söz konusu programın hazırlanmasında;a. Sağlıklı bir din ve ahlak öğretimiyle öğrencilerin, Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları arasında ifadesini bulan milli, ahlaki, insani ve kültürel değerleri benimsemeleri, beden, zihin, ahlak, ruh, duygu bakımından dengeli ve sağlıklı gelişmeleri, böylece kültürel yabancılaşmanın önlenmesi,b. Evrensel boyutta insanlar, toplumlar ve milletlerarası ilişkilerde, dinin önemli bir etken olduğu, bu ilişkilerin olumlu yönde gelişebilmesi için bireylerin bilimsel yöntemle verilecek din öğretimine ihtiyaç duydukları,c. İslam dininin; kültürümüz, dilimiz, sanatımız, örf ve adetlerimiz üzerindeki etkisi gerçeği dikkate alınarak İslam dininin ve bundan kaynaklanan ahlak anlayışı ile örf ve adetlerin tanıtılmasına ve öğretilmesine ağırlık verilmesi,ç. Öğrencilerin inanç; ve kültür dünyalarına geniş bir perspektif kazandırmak ve başka din veya farklı düşüncede olanlara karşı daha hoşgörülü ve anlayışlı davranışlarda bulunmalarını sağlamak amacıyla diğer dinler hakkında genel bilgilerin verilmesi,d. Dinin sadece bilgi olarak öğretilmesiyle yetinilmeyip öğrencilerin aynı zamanda ahlaki erdemleri ve değerleri içselleştirmeleri,e. İnsanlık tarihi boyunca birey ve toplum üzerinde etkili olan dinin, doğru anlaşılmasına ve yorumlanmasına katkıda bulunulması,f. Toplumda oluşan eksik bilgiden veya bilgisizlikten kaynaklanan yanlış dini telakkilerin düzeltilmesi,g. Öğrencinin kendine güven duygusunun gelişmesi ve öğrenciyi araştırmaya sevk etmesi,h. Öğrencilerin manevi yönden sağlıklı bireyler olarak yetişmesi,ı. Demokrasi bilincinin gelişmesi ve yerleşmesi gibi hususlar hedef alınmıştır.Yukarıda sıralanan program hedeflerinden de anlaşılacağı üzere DKAB dersi sadece İslam dinine mensup öğrencilere değil, hangi mezhebi veya felsefi düşünceden olursa olsun tüm öğrencilere hitap eden bir derstir.Dolayısıyla davacının çocuğunun diğer dersleri nasıl okumak zorundaysa bu dersi de okuma zorunluluğu bulunmaktadır. Çünkü bu ders toplumsal barışı, karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörüyü, ortak değerlerde birleşmeyi hedefleyen bir derstir.Davacının çocuğunun DKAB derslerinden muaf tutulması talebinin idari makamlarca reddedilmiş olması ve idari yargı tarafından da ret kararının hukuka uygun bulunması, AİHM kararına ve Anayasaya aykırılık teşkil etmemektedir. Çünkü DKAB dersleri, yukarıda da sıralandığı üzere öğrencilere genel anlamda din ve dinler hakkında genel bilgiler vermeyi, toplumda birlik ve beraberliği sağlamayı, sevgi, saygı ve dostluk bağlarını güçlendirmeyi, vatan, millet ve devlet gibi yüce kavramları benimsetmeyi, kendisinden farklı düşünenlere karşı hoşgörülü olmayı ve karşı düşünceye saygı duymayı hedeflemiştir.Ayrıca yürürlükte bulunan Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 1990 gün ve 1 sayılı kararında 'Milli Eğitim Bakanlığının teklifini müteakiben, Türk vatandaşı olan, Hristiyan veya Musevi dinlerine mensup, ilkokul ve ortaöğretime giden öğrenciler, azınlık okulları hariç tutularak, söz konusu dinlere bağlı bulunduklarını belgelendirdikleri takdirde din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine girmeye mecbur edilemez. Ancak bu öğrenciler din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine girmeyi istedikleri takdirde, yasal temsilcilerinin yazılı taleplerini sunmaları gerekir.' şeklinde düzenlemeye yer verilmiştir. Oysa davacının çocuğu söz konusu kararda belirtilen koşulları taşımamaktadır.Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere davacı ile ilgili herhangi bir hak ihlali gerçekleşmemiştir."B. Türkiye'de Yükseköğretim Öncesi Eğitim Kurumlarındaki Din Derslerinin Tarihsel Süreci DKAB dersiyle ilgili hususların toplumun değişik katmanlarında uzunca bir süredir devam eden tartışmalara konu olması dikkate alınarak ve Anayasa Mahkemesinin işbu başvuru hakkında yapacağı değerlendirmelerin ilgili toplumsal kesimler ve kamu makamları tarafından daha iyi anlaşılması amacıyla Türkiye'de yükseköğretim öncesi eğitim kurumlarındaki din derslerinin tarihsel sürecinin incelenmesi gerekir. Genel Olaraka. 1921 Anayasası Dönemindeki Gelişmeler 20/1/1921 tarihli ve 85 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nda (1921 Anayasası) din eğitim ve öğretimiyle ilgili bir hüküm bulunmamaktadır. Bu Anayasa döneminde yaşanan gelişmelerden din eğitim ve öğretimini de ilgilendirmesi hasebiyle; - 29/10/1923 tarihli ve 364 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun'la 1921 Anayasası'nın maddesi değiştirilerek anılan maddeye "Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır." hükmü konulduğuna,- 3/4/1924 tarihli ve 429 sayılı Şeriye ve Evkaf ve Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun'la Şer’iye ve EvkafVekâletinin kaldırıldığına ve Diyanet İşleri Reisliği kurularak Başvekâlete bağlandığına,- 3/4/1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla Türkiye’deki bütün ilmiye ve tedrisiye kurumlarının Maarif Vekâletine bağlandığına, Şer’iye ve EvkafVekâleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare edilen bilcümle medrese ve mekteplerin Maarif Vekâletine devredildiğine dikkat çekilebilir. b. 1924 Anayasası Dönemindeki Gelişmeler 20/4/1924 tarihinde kabul edilen 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nun (1924 Anayasası) ilk hâlinde din eğitimi ve öğretimiyle doğrudan ilgili bir hüküm bulunmamaktadır. 1924 Anayasası’nın ilk şeklinin maddesine göre ise “Türkiye Devleti'nin dini, Dini İslâmdır.” (Bu hüküm 10/4/1928 tarihli ve 1222 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Maddelerini Muadil Kanun’la 1924 Anayasası’ndan çıkarılmıştır. 1924 Anayasası’nın anılan maddesine 5/2/1937 tarihli ve 3115 sayılı Kanun’un maddesiyle laiklik ilkesi eklenmiştir). 1924 Anayasası’nın din eğitim ve öğretimini de ilgilendiren maddesine göre "Hükümetin nezaret ve murakabesi altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir". Öte yandan 1924 Anayasası’nın inanç ve ibadet hürriyetine ilişkin düzenlemelere yer verilen maddesinin ilk hâline göre “Hiçbir kimse mensup olduğu, din, mezhep, tarikat ve felsefi içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş, adabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü âyinler serbesttir.” hükmü yer almaktadır (Bu hüküm 3115 sayılı Kanun’un maddesiyle “Hiç bir kimse mensub olduğu felsefî içtihad, din ve mezhebden dolayı muahaze edilemez. Asayiş ve umumî muaşeret âdabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî âyinler yapılması serbesttir.” şeklinde değiştirilmiştir.).i. İlkokullar Türkiye Cumhuriyeti döneminde hazırlanan ilk müfredat programı olan 1924 yılı ilk mekteplerin müfredat programında "Kur’ân-ı Kerîm ve din dersleri"ne , , ve sınıfların programlarında haftalık iki saat yer verilmiştir. Derslerin temel amacı çocuklara İslam dini hakkında bilgiler vermek ve Kur'an-ı Kerim’i öğretmektir. Programda dersin uygulamasına ilişkin verilen şu bilgiler dersin amacını da yansıtmaktadır:- İkinci sınıf:  “Bu sınıfta Kur’an-ı Kerim elifbası gösterildikten sonra Kur’an-ı Kerim tedrisine başlanacak ve Amme Cüzü’ne devam olunacaktır...” - Üçüncü sınıf: “Bu sınıftaki din dersleri de Kur'an-ı Kerim’e tahsis olunacak ve bu esnada muallim münasebet düştükçe Hazreti Peygamber'in ve ashab-ı kiramın ulvi menkıbelerini izah edecektir.”- Dördüncü sınıf:  “…Bu sınıfta namaz surelerinden bazıları ezberletilir ve ameli olarak nasıl abdest alınacağı ve nasıl namaz kılınacağı öğretilir.”- Beşinci sınıf:  “Bu sınıfta Kur’an-ı Kerim tilavetine devam olunacak ve talebenin abdest ve namaz hakkındaki malumatı takviye edilecektir. Oruç nasıl tutulur, hacca nasıl gidilir (mücmelen) izah edilecektir.” "Kur’ân-ı Kerîm ve din dersleri"ne ilaveten ilkokulun her sınıfında “musahabat-ı ahlakiye ve malumat-ı vataniyye” dersi haftada bir saat olarak verilmiştir. Bu dersin amacı “...gençlere Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olmak sıfatıyla malik oldukları hak ve vazifelerini tanıtmak, bütün hareketlerinde hâkim olması lazım gelen ahlak esaslarını telkin etmek, ve’l-hâsıl milli ve insani vazifelerini takdir ve ifa edebilecek bir hale getirmek”tir. “Musahabat-ı ahlakiye” konuları , ve sınıflardaki derslerde, “malumat-ı vataniyye” konuları ise ve sınıflardaki derslerde verilmiştir. 1926 yılı ilk mektep müfredat programında "Kur’ân-ı Kerîm ve din dersleri" dersi "din dersi" ismiyle yer almış, ders süresi haftada bir saate indirilmiş ve bu dersin sınıf yerine sınıfta başlaması öngörülmüştür. 1926 programında yer verilen dersin amacı da aynen 1924 yılı ilk mekteplerin müfredat programında olduğu gibi çocuklara İslam dini hakkında bilgiler vermek ve onları İslam dini çerçevesinde eğitmektir. Nitekim bu programda din derslerinin amacı “çocuklarda Cenâb-ı Hakka karşı şükran ve muhabbet hisleri uyandırmak, onlara İslam dinini sevdirmek ve bütün Müslümanların itikatlarındaki vahdetin faydasını bildirmek" olarak düzenlenmiştir. Hem 1924 hem de 1926 programında dinden kasıt İslam dinidir. Din dersinin "Kur’ân-ı Kerîm ve din dersleri"nden temel farkı Kur'an-ı Kerim öğretiminin müfredatın dışında bırakılmasıdır. 1930 yılı ilk mektep müfredat programında din derslerinin beşinci sınıf öğrencilerinden velisi arzu edenlere program haricinde haftalık yarım saat, konferans tarzında verileceği belirtilmiştir. Uygulamada 1931-1932 eğitim ve öğretim yılından itibaren din dersi, şehir ilkokulları müfredatından tamamen çıkarılmıştır. Bu yıldan sonraki ilk mektep müfredat programlarında -1940’lı yılların sonuna kadar- din dersi yer almamıştır. 1930 yılı ilk mektep müfredat programının din dersleri bakımından içeriği de 1924 ve 1926 programları gibi İslam dini etrafında şekillendirilmiştir. Bununla birlikte önceki programlardan ayrı olarak 1930 programında çocuklara İslam dini hakkında birtakım bilgiler vermek ve onları İslam dini hakkında eğitmek amacı yanında onları din ve dünya işlerinin ayrılığı konusunda bilinçlendirmenin de öne çıktığı görülmektedir. Nitekim bu derste öğretilecek konulardan birisi olan “İslam dininde akıl her şeyin fevkindedir” konusu programda şu şekilde özetlenmiştir: “Dünya işlerini milletin iradesi ile vazedilen kanunlar tayin eder. Beşeri muamelat bu kanunlara tabidir. Bu muamelelerin din ile alakası yoktur. Beşeri işlerde akıl ile ilim hâkimdir. İslâm dini dünyevi işlerde aklın ve ilmin hâkimiyetini kabul eder.” 1930 yılı köy ilkokulları müfredat programına göre köy ilkokullarında din dersinin sınıfta haftalık yarım saat olarak verileceği belirtilmiştir. Bu uygulama 1939 yılına kadar devam etmiştir. 1939 yılında din dersi köy ilkokullarından da kaldırılmıştır. Köy ilkokullarından din dersinin kaldırılmasıyla ilkokullarda din dersi tamamen kaldırılmaktadır. Çok partili siyasal yaşamın başlangıcından sonra 7/2/1949 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan MEB'in 1/2/1949 tarihli ve 70/54-26 sayılı Tamimi'yle ilkokulların ve sınıflarına isteğe bağlı olarak din bilgisi dersi konulması kabul edilmiş ve 15/2/1949 tarihinden itibaren bu dersin yürürlüğe konulacağı belirtilmiştir. Anılan Tamim'e göre ilkokullarda Müslüman Türk çocuklarına yönelik olan bu ders, isteğe bağlı olacak ve sınıf geçmeyle ilgisi olmayacaktır. Din dersleri, ilkokulların ve sınıflarında mevcut derslerin saat sayısını azaltmamak kaydıyla haftada ikişer saat olmak üzere gösterilecektir. Öğrenci velileri çocuklarının din derslerine girmesini istediklerini yazılı olarak okul idaresine bildireceklerdir. Okula yeni kaydedilecek öğrencilerin velileri kayıt esnasında çocuklarının bu dersi alıp almayacağını beyan edecektir. İlk dereceli Türk özel okullarında da din dersleri bu şekilde gösterilecektir. Tamim'e göre derslerde Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanıp Diyanet İşleri başkanının reisliğinde toplanan özel komisyonca incelendikten sonra Talim ve Terbiye Heyetince okullarda ihtiyari olarak okutulması uygun görülen "Din Dersleri" adlı kitap okutulacaktır. Yukarıdaki Tamim'de mevcut derslere ek olarak öngörülen din dersi 4/11/1950 tarihli ve 3/12018 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla ilkokul programına alınmıştır. Bu kararda yer verilen ilkelere binaen 20/11/1950 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde MEB’in 7/11/1950 tarihli ve 2-2061 sayılı Genelgesi yayımlanmıştır. Anılan Genelge'de dikkat çeken önemli hususlardan birisi 1/2/1949 tarihli MEB Tamimi'nde dersi almak isteyen velilerin okul idaresine başvurusu öngörülmüş iken Genelge'yle getirilen sistemde dersi almak istemeyen velilerin bu durumu okul idaresine bildirmeleri gerektiğidir. Öte yandan Tamim'de dersin haftalık iki saat, Genelge'de ise bir saat verilmesi düzenlenmiştir. Bu süre ilerleyen yıllarda artmıştır. Anılan Genelge şu şekildedir: “İlkokulların din dersleri hakkında Bakanlar Kurulunca tensip edilen esaslar aşağıdadır. Buna göre hareket edilerek köy okullarının ilgili sınıflarında tarım, şehir okullarının ilgili sınıflarında da Türkçe derslerinden haftada birer saatin din derslerine ayrılmasının okullara tebliğini rica eder, saygılarımı sunarım....1- Türk çocuklarının diğer ihtiyaçlarına olduğu gibi din ihtiyaçlarına da cevap vermek üzere ilkokullarda din öğretimi yapılması ve bu derslerin diğer dersler arasına alınması uygun görülmüştür.2- Bakanlıkça bastırılmış olup 1950 ders kitap listesine alınmış olan ilkokul din dersleri kitapları şimdilik maksada yeter görülmüştür.3- Bu hususta öğretmenlere rehber olacak bir kitabın hazırlatılması kararlaştırılmıştır.4- Çok öğretmenli ilkokullarda din derslerinin bu dersleri bilhassa okutmak isteyen öğretmenlere verilmesi, bunlar da çok olduğu takdirde içlerinden daha yaşlılarının tercih edilmesi muvafık bulunmuştur.5- Çocuklarına din dersi okutmak istemeyen ebeveyn bu hususu sene başında okul idaresine yazı ile bildirdiği takdirde bu çocukların din dersleri ve imtihanlarından muaf tutulması kabul edilmiştir." 1953 yılında yapılan Millî Eğitim Şûrasında ilkokuldaki din derslerinin sınıf geçmeye etkili olması kabul edilmiştir. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere 1948 İlkokul Programı'nda din dersi yer almamışken daha sonra 1949 yılında din dersi verilmesine karar verilince bu ders, programa eklenmiştir. 1956 yılı ilkokul programında da din dersi yer almış ve uygulama 1961 Anayasası dönemine kadar genel olarak yukarıda anlatılan çerçevede sürdürülmüştür.ii. Ortaokullar ve Muadili Okullar 1924 yılı lise birinci devre (ortaokul) müfredat programına göre ortaokullarda din dersi ve sınıfta haftalık birer saattir. Bu dersler program içinde yer alan ve her öğrencinin okuduğu dersler olup ortaokullarda 1927 yılına kadar devam etmiştir. Bu derslerin içeriğinde namaz, oruç, hac, zekât, kurban gibi konularla Hz. Muhammed’in hayatı işlenmektedir. 1927 yılından sonra ortaokul programlarında din derslerine 1956 yılına kadar yer verilmemiştir. 13/8/1956 tarihli ve 4/7805 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ve MEB’in bu karara binaen çıkardığı 19/9/1956 tarihli ve 4286 sayılı Genelgesi'yle resmî ortaokulların birinci ve ikinci sınıflarında haftalık serbest çalışma saatlerinden bir saatin din dersine ayrılması, çocuklarının bu dersi almasını istemeyen öğrenci velilerinin bu taleplerini ders yılı başında okul idarelerine yazı ile bildirmeleri hâlinde çocukların bu derslerden muaf olmaları benimsenmiştir. Derse devam edenler için bu ders sınıf geçmede etkilidir. Bu dersin amacı “…İslâmlığın iman, ibadet ve ahlâka müteallik esaslarının öğretilmesi…”dir. 1924 yılında eğitim süresi ilkokul sonrası beş yıla çıkarılan ilköğretmen okullarının 1924 yılı programında din dersleri ve sınıflar için haftalık iki saat olarak yer almıştır. 1931 yılında bu ders, programdan çıkarılmıştır. Öte yandan 1927-1928 öğretim yılında kurulan ve 1933 yılında tamamen kapatılan üç yıllık köy muallim mekteplerinin birinci sınıfında da bir saatlik din dersine yer verilmiştir. 17/4/1940 tarihli ve 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu’yla köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan ve 1953 yılında öğretmen okullarıyla birleştirilerek kapatılan köy enstitülerinde başlangıçta din dersi yoktur ancak 25/10/1951 tarihinde Talim ve Terbiye Kurulunun (TTK) 173 sayılı kararı ile köy enstitülerinin ve sınıflarına haftalık bir saat ve isteğe bağlı olmak üzere din dersi konulmuştur. İlkokullardaki din dersleri sınıf öğretmenleri tarafından verildiğinden ilköğretmen okullarında din dersi ihtiyacı oluşmuş, 1953 yılında ilköğretmen okullarının ve sınıflarına da haftalık bir saat zorunlu din bilgisi dersi konulmuştur.iii. Liseler 1924 Anayasası döneminde liselerde din dersi yoktur. Özet olarak 1924-1948 yılları arasındaki süreçte başlangıçta ilkokul ve ortaokulda verilen din dersi 1927 yılından sonra ortaokullardan, 1931 yılında şehir ilkokullarıyla öğretmen okullarından ve son olarak 1939 yılından itibaren de köy ilkokullarından kaldırılmıştır. 1930’lu yılların başından itibaren eğitim ve öğretim sistemi, dinî eğitim ve öğretimden giderek soyutlanmıştır. Çok partili siyasal yaşamın başlangıcından sonra 1949 yılından itibaren din dersleri tekrar müfredata alınmış, ilkokullar ve ortaokullar ile öğretmen okullarının bazı sınıflarında din derslerine yer verilmiştir. Din dersleri içerik bakımından İslam dini etrafında şekillendirilmiştir. Başlangıçta zorunlu dersler arasında yer alan din dersleri 1930 yılında isteğe bağlı hâle getirilmiş, 1950 yılından itibaren ise genel olarak dersi çocuğuna aldırmak istemeyen öğrenci velilerinin ilgili okul idarelerine yazılı başvuru yapmaları koşuluyla dersten muafiyet imkânı sağlanmıştır. c. 1961 Anayasası Dönemindeki Gelişmeler 9/7/1961 tarihli ve 344 sayılı Kanun'la kabul edilen 1961 Anayasası’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti … lâik … bir hukuk Devletidir”. 1961 Anayasası’nın “Vicdan ve din hürriyeti” kenar başlıklı maddesinin dördüncü fıkrasına göre ise "Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır."i. İlkokullar Okullarda denenmek ve geliştirilmek üzere kabul edilen ve 1968 yılına kadar üzerinde çalışmaların devam ettiği 1962 yılı ilkokul programı taslağında din bilgisi dersinin ve sınıflarda cuma günleri 1 saat olarak verilmesi öngörülmüştür. Bu ders öğrencinin isteği üzerine velinin yazılı muvafakatı alınmak şartıyla seçmeli olarak okutulacaktır. 1968 yılı ilkokul programında da din derslerinin ilkokul ve sınıflarda haftalık bir saat olarak verilmesi kararlaştırılmıştır. Bu dersin amacı ve içeriği tıpkı önceki programlarda olduğu gibi İslam dini etrafında belirlenmiştir. Örneğin programa göre bu ders yardımıyla öğrenci “...Allah’ın varlığına, birliğine inanmanın İslâm dininin esaslarından bulunduğunu, Hz. Muhammed’in büyüklüğünü ve hak peygamberi olduğunu kavrar.”ii. Ortaokullar, Liseler ve Muadili Okullar 16/10/1967 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 21/9/1967 tarihli ve 343 sayılı TTK kararında lise ve lise derecesindeki meslek okullarının ve sınıflarında normal ders saatleri dışında haftada bir saat, isteğe bağlı olarak din bilgisi dersi okutulmasının uygun görüldüğü belirtilmiştir. Bu ders, devam etmek isteyen öğrenciler için sınıf geçmede etkilidir. TTK’nın 21/10/1968 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 1/10/1968 tarihli ve 260 sayılı kararıyla 1968-1969 ders yılı başından itibaren lise ve lise derecesindeki meslek okullarının ve sınıflarının ders saatlerine din bilgisi dersine devam edecek öğrenciler için bir saat ilave edilmesi kararlaştırılmıştır. Anılan karara göre bu saatler okul müdürlüklerince tespit edilecek olup günlük programın başına ve sonuna konulduğu takdirde din bilgisi dersine devam etmeyen öğrencilerin bu saatlerde okulda bulunmaları söz konusu olmayacaktır. Bir veya birden fazla şubenin din bilgisi dersinin ara saatlere konulması hâlinde bu şube veya şubelerin din bilgisi dersine devam etmeyen öğrencileri öğretmen nezaretinde serbest çalışma yapacaklardır. 27/9/1976 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 23/9/1976 tarihli ve 345 sayılı TTK kararı ile de "...Din Eğitimi ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlı olarak verilir." ilkesinden hareket edildiği de belirtilerek ortaokul ve liselerin tüm sınıfları için din bilgisi dersi öngörülmüştür. Bu bağlamda 1956'dan itibaren ortaokulların ve sınıflarında, 1967'den itibaren de liselerin ve sınıflarında okutulan bu ders anılan okulların tüm sınıflarında okutulur hâle gelmiştir. Bu tarihten sonra 1982-1983 eğitim-öğretim yılına kadar din dersleri isteğe bağlı olarak okutulmaya devam etmiştir. Bu dersler içerik olarak İslam dini eğitim ve öğretimi üzerine kurgulanmıştır. Nitekim bu derslerin amaçlarından bazıları MEB’in 23/10/1967 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 7/10/1967 tarihli Genelgesi'nde şu şekilde ifade edilmiştir: “…5-Çocuklarımıza, mensubu oldukları ve övüncünü taşıdıkları İslâm Dini’nin tamamen akılcı, medeniyetçi, ileriletici, yükseltici ve her yönden hakikatçi bir din olduğu âyetlerle hadislerden ve İslâm Ulularının özlü sözlerinden, tarihî hâdiselerden alınacak canlı misallerle gösterilecektir.…8-İslâm Dini’nin, Türk ruhuna ve Türk millî vicdanına uygunluğu, milletimizin bu dini gönül sevgisiyle kabul ettiği, gayretlerinin, başarılarının ve sevgiye dayandığı gerçeği üzerinde [yeteri] kadar durulacaktır...” Bu dersin amaçlarından biri TTK’nın 23/9/1976 tarihli ve 345 sayılı kararında ise “İslâm Dini'nin îmân, ibâdet ve ahlâk esaslarını (ilmihali) öğretmek ve onların bu esasları hissedip yaşamalarına imkân ve zemin hazırlamak,” olarak belirtilmiştir.iii. Diğer Gelişmeler 14/6/1973 tarihli ve 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun “Laiklik” kenar başlıklı maddesinin 16/6/1983 tarihli ve 2842 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten önceki ilk şeklinde “Türk milli eğitiminde laiklik esastır. Din eğitimi ve öğrenimi ancak kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlı olarak verilir. Bu istek kayıt esasında veliler tarafından okul idaresine yazılı olarak bildirilir.” hükmü yer almaktadır. MEB’in 17/11/1975 tarihli ve 1/13233 11452 sayılı Genelgesi'yle de din bilgisi dersinin diğer dersler gibi haftalık normal ders saatleri içinde okutulması ve öğrencilerin bu derse girip girmeyeceğinin veli tarafından kayıt esnasında, kayıt bildirisinde açılan özel sütuna yazılmak suretiyle bildirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Öte yandan 22/7/1974 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan TTK kararıyla, ilk ve orta dereceli eğitim kurumlarında okutulmak üzere hazırlanan "ahlak dersleri"ne ait program Millî Eğitim Şûrası'na sunulmuştur. Şûrada alınan kararlar çerçevesinde TTK'nın aldığı 5/9/1974 tarihli ve 402 sayılı kararla ahlak derslerinin ilkokul ve , ortaokul , ve , lise ve dengi bütün ortaöğretim kurumlarının ve sınıflarında haftalık ders dağıtım programı içinde birer saat olarak yer alması öngörülmüştür. Bu dersin din derslerinden önemli bir farkı isteğe bağlı değil zorunlu olmasıdır. Bu ders 1982-1983 eğitim ve öğretim yılına kadar zorunlu ders olarak okutulmuştur. TTK’nın 22/7/1974 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan kararı uyarınca ahlak derslerinin amaçlarından bazıları şunlardır: “ Öğrencilerin: ... Türk toplumunun ahlâkî ve manevî değerlerini kazanmaları için gerekli ortamı hazırlamak; Toplum yaşayışını dikkatle inceleme alışkanlığı kazanmalarına böylece toplum değerlerini tanımalarına ve insan ilişkilerini anlamalarına yardımcı olmak; Hür ve demokratik ilkelere dayalı sosyal yaşayışımızda yeri olan düşünce ve inanç hürriyetini kavramaları için imkân ve zemin hazırlamak; Günümüze kadar gelen ve her zaman tartışma konusu yapılan dünya ve ahlâk görüşlerini tanımaları hususunda yardımcı olmak; … Geçerli ahlâk yargılarında bulunabilmeleri için gerekli ortamı hazırlamaktır.” Özet olarak 1961 Anayasası döneminde Anayasa’da yer alan açık hüküm uyarınca din derslerinin kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlı olarak verilmesi benimsenmiş, din dersleri liselerin müfredatına alınmış, isteğe bağlı din dersleri yanında zorunlu ahlak dersleri de müfredattaki yerini almıştır. Din derslerinin içeriği 1924 Anayasası döneminde olduğu gibi İslam dini etrafında şekillendirilmiştir.d. 1982 Anayasası Dönemindeki Gelişmeleri. Anayasa Hazırlık Dönemi 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi'nden sonra TTK’nın MEB Bakanlık makamının 18/2/1982 tarihli ve 30 sayılı kararı ile onaylanan, 8/12/1981 tarihli ve 213 sayılı kararı ile temel eğitim ve ortaöğretim din bilgisi ders programlarının yürürlükten kaldırılması, mevcut din bilgisi dersleri ve ahlak derslerinin din ve ahlak bilgisi dersi adı altında birleştirilmesi ve buna göre yeniden hazırlanan temel eğitim ve ortaöğretim din ve ahlak bilgisi dersi programının kabul edilmesi kararlaştırılmıştır. Anılan programda, din ve ahlak bilgisi dersinin ilkokul sınıftan başlayarak lise son sınıfa kadar (son sınıf dâhil) verilmesi öngörülmüştür. 29/3/1982 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan temel eğitim ve ortaöğretim din ve ahlak bilgisi dersi programında din ve ahlak öğretiminin genel amacı “Temel eğitimde ve ortaöğretimde öğrenciye, Türk Millî Eğitim politikası doğrultusunda, genel amaçlara, ilkelere ve Atatürk’ün laiklik ilkesine uygun, din, İslâm dini ve ahlak bilgisi ile ilgili yeterli temel bilgi kazandırmak; böylece Atatürkçülüğün, millî birlik ve beraberliğin, insan sevgisinin dinî ve ahlâki yönden pekiştirilmesini sağlamak, iyi ahlâklı ve faziletli insanlar yetiştirmektir.” şeklinde ifade edilmiştir. Anılan programda bu dersin temel eğitim kapsamında değerlendirilen ilkokul ve sınıflar ile ortaokul , , ve sınıflarda haftalık iki saat, ortaöğretim kapsamında değerlendirilen lise , , ve sınıflarda ise haftalık bir saat verilmesi öngörülmektedir. Programa göre din ve ahlak bilgisi öğretiminde amaca ulaşılabilmesi için uyulması gereken ilkelerden bazıları şunlardır: “…1- Devletimizin laiklik ilkesi daima göz önünde bulundurulacak, bu ilke her zaman korunacaktır. 2-Hiçbir zaman vicdan ve düşünce özgürlüğü zedelenmeyecektir. …6-Ders konuları daima Atatürk İlkeleri ile bütünleştirilecektir. …11- Kimse dinî uygulamalara zorlanmayacaktır. 12- Haksızlık, yalancılık, riyakârlık, sahtekârlık, bencillik, tembellik ve bunun gibi davranışları islâm dininin reddettiği ve günah saydığı, her Müslümanın faziletli olması gerektiği belirtilecektir.13- İbadetlerin Allah’a karşı saygı, sevgi, şükran duygularının ifadesi olmasının yanında, kişinin sağlığına, toplum fertlerinin birbirine sevgi ve saygı ile bağlanmalarına, yardımlaşmalarına, dayanışmalarına, fert ve toplum ilişkilerinin iyi ve düzenli bir şekilde yürütülmesine yarayan, insanı fazilete (erdeme) ve mutluluğa sevkeden davranışlar da kazandırdığı özellikle belirtilecektir. …17- Hz. Muhammed'in hayatı ile ilgili konular işlenirken, daima O'nun örnek ve üstün şahsiyeti esas olarak ele alınacak, bunu belgeleyen olaylardan örnekler verilecektir. …19-Konular yeri geldikçe ayet ve hadislere dayalı olarak ele alınacaktır. …21- ...Müslümanlığın hurafeden uzak, akılcı ve çağdaş bir din olduğu çeşitli örneklerle kavratılacaktır…” Programda yer alan derslerin -aşağıda ayrıntısı gösterilen- sınıflara yönelik konuları incelendiğinde din bilgisiyle ilgili kısımların İslam dini merkezinde tasarlandığı görülmektedir:i. Temel eğitim sınıf: "Allah ve Allah inancı", "Peygamberimiz ve Din", "İbadet", "İslâm’ın Şartlarına Toplu Bakış", "Namaz", "Oruç", "Zekât", "Hac", "Ailemiz-Evimiz ve Çevremiz”.ii. Temel eğitim sınıf: “Allah’a İnanmak”, “Meleklere İnanmak”, “Kitaplara İnanmak”, “Peygamberlere İnanmak”, “Ahiret Gününe İnanmak”, “Kadere İnanmak”, “Atatürk’ün Dinimiz ve Laiklik ile İlgili Görüşleri”, “Ahlaki Görevlerimiz”, “Temizlik ve Doğruluk”, “Vatan Sevgisi”.iii. Temel eğitim sınıf: “Din Kavramı (Bu ünite içinde dinler hakkında genel bilgi yanında Musevilik ve Hristiyanlıkla ilgili bilgiler verilmesi de öngörülmüştür.)”, “İslâm’da İman ve İbadet Esasları ve Yükümlülükleri”, “İslâm’da Temizlik ve Doğruluk”, “Namaz”, “Oruç”, “Zekât”, “Hac”, “Kişiye ve Topluma Karşı Davranışlar”, “İslâm'da Çalışmaya Verilen Önem” ve “Savurganlık”.iv. Temel eğitim sınıf: Bu sınıfın ilk altı ünitesi "Allah'a İman", "Meleklere İman", "Kitaplara İman", "Peygamberlere İman", "Ahiret Gününe İman", "Kaza ve Kadere İman"dır. Diğer üniteler “Türkler ve Müslümanlık”, “Temizlik”, “Laiklik ve İslâmlık”tır.v. Temel eğitim sınıf: “Kur’an ve Hz. Muhammed”, “İslam Dininde Kolaylık”, “Bazı Tören ve Geleneklerimiz”, “Dinî Günler, Aylar ve Geceler”, “Vatan ve Millet Sevgisi”, “Bazı Görgü Kuralları”, “Türkler ve Müslümanlık”, “Ahlaki Görevlerimiz”, “Dayanışmanın Önemi”.vi. Ortaöğretim sınıf: “Din (Bu ünite içinde ilkel dinler, Çin dilleri, Hint dinleri, Musevilik ve Hristiyanlıkla ilgili bilgiler verilmesi de öngörülmüştür.)”, “Dinler ve Özellikleri”, “Din ve Ahlak”, “Ahlak ve Sorumluluk”, “Devlete Karşı Görevlerimiz”, “Temizlik ve Doğruluk”, “Savurganlık”.vii. Ortaöğretim sınıf: “İslam Güzel Ahlaktır”, “Millî Birlik ve Beraberlik”, “Örf-Adet”, “Kötülüklerden Kaçınma ve Kötülükleri Önleme”, “Çalışmak ve Üretici Olmak”, “Mutluluk”, “Öğretmenlik”. viii. Ortaöğretim sınıf: “İslam ve Evren”, “Evrensel Bir Din Olarak İslamlık”, “Yeryüzündeki Dinler ve İslam Dini”, “Türk-İslam Kültür ve Uygarlığı”, “Atatürk ve Dinimiz”, “Ahlaki Görevlerimiz”, “Adalet, Ahlak ve Din”. 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi sonrası anayasa hazırlık çalışmaları kapsamında Danışma Meclisi Genel Kurulunun 23/9/1982 tarihli ve Birleşiminde görüşülerek kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası tasarısının maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi, ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu olup, Devletin denetim ve gözetimi altında yapılır. İslam dinine mensup olmayan kişilerin din derslerini takibi isteklerine bağlıdır.” Anılan maddeye ilişkin Danışma Meclisi gerekçesinin ilgili kısmı şu şekildedir:  “…istismar ve suiistimali önlemek amacıyla, din ve ahlak eğitim ve öğretimi devlet denetimi ve gözetimi altına alınmıştır. Keza bu eğitim, ilk ve orta öğretimde zorunludur. Gayri müslimler, bu zorunlu eğitim dışında bırakılmışlardır...” Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonunun 17/10/1982 tarihli ve E.1/397 K.2 sayılı kararıyla kabul ettiği Türkiye Cumhuriyeti Anayasası tasarısının maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir: “Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.” Anılan maddeye ilişkin Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonunun değişiklik gerekçesinin ilgili kısmı ise şu şekildedir: “…din eğitim ve öğretiminin, Devletin denetimi ve gözetimi altında olmak kaydıyla kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise kanunî temsilcisinin talebine bağlı olduğu ancak, din kültürü ve ahlâk öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında, okutulması gerekli zorunlu dersler arasında yer alacağı gösterilmiştir.” Danışma Meclisi ve Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan metinler ve gerekçeler karşılaştırıldığında farklar şu şekilde belirtilebilir:- Danışma Meclisince kabul edilen madde metni ve gerekçesine göre ilk ve ortaöğretimde zorunlu tutulan husus hem din ve ahlak öğretimi hem de eğitimidir. Gayrimüslimler, bu zorunlu öğretim ve eğitimin dışında bırakılmıştır.- Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu tarafından kabul edilen madde metni ve gerekçesinde ise ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulması gereken zorunlu dersler arasında din kültürü ve ahlak öğretiminin yer alacağı belirtilmiş; bunun dışındaki din eğitim ve öğretiminin devletin denetimi ve gözetimi altında olmak kaydıyla kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise kanuni temsilcisinin talebine bağlı olduğu belirtilmiş ve gayrimüslimler de dâhil olmak üzere herhangi bir toplumsal kesim açısından bir istisna öngörülmemiştir. Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen Anayasa tasarısı, halkoyuna sunulmak üzere 20/10/1982 tarihli ve 17844 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmıştır. Tasarıda "din ve ahlak bilgisi" dersinin adı "din kültürü ve ahlak öğretimi" şeklinde yer almıştır. TTK da 21/10/1982 tarihli ve 139 sayılı kararıyla dersin adını “din kültürü ve ahlak bilgisi” olarak değiştirmiştir. 7/11/1982 tarihli halk oylamasıyla kabul edilen 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (1982 Anayasası) maddesinde esasen ders adı yer almamaktadır. Sadece zorunlu dersler arasında (herhangi bir ad altında) "din kültürü ve ahlak eğitimi"nin de yer alması öngörülmektedir. ii. 1982 Anayasası Dönemi 1982 Anayasası’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı maddesine göre “Türkiye Cumhuriyeti … lâik … bir hukuk Devletidir.”. 1982 Anayasası’nın “Din ve vicdan hürriyeti” kenar başlıklı maddesinin dördüncü fıkrasına göre ise "Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.” Din eğitim ve öğretimi ile yakından ilgisi bulunan ve 1937 yılından itibaren anayasalarımızdaki temel ilkelerden biri olan laiklik kavramı, Anayasa'nın "Başlangıç"ı ile , , , , , , ve maddelerinde yer almıştır. 17/6/1983 tarihli ve 2842 sayılı Kanun ile 1739 sayılı Kanun’un maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “IX — LâiklikMadde 12- Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilkokul ve ortaokullar ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 30/6/1986 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 8/5/1986 tarihli ve 16 sayılı kararıyla Atatürkçü nesiller yetiştirmek amacı ile Atatürk ilke ve inkılaplarının sistemli ve düzenli bir şekilde her tür ve derecedeki okulun öğretim programlarına ve ders kitaplarına yansıtılmasını sağlamak üzere bazı konuların öğretim programlarında yer almış sayılması ve belirlenen esaslar doğrultusunda ders kitaplarına işlenmesi kararlaştırılmıştır. Bahsi geçen kararın eki programda ilkokul birinci sınıftan lise son sınıfa kadar ilgili derslerin hangi ünitelerinde Atatürk’ün hayatı veya işlenen konuyla ilgili görüşlerinin verileceği gösterilmiştir. Konuların eklendiği dersler arasında DKAB dersi de yer almaktadır. Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 20/10/1986 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 3/10/1986 tarihli ve 28 sayılı kararıyla DKAB dersinin genel ilkeleri şu şekilde yeniden düzenlenmiştir: “…Bu programın hazırlanmasında, okullarımızın bazı sınıflarında az sayıda da olsa Musevilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlere mensup öğrencilerin bulunabileceği hususu da dikkate alınmıştır. Böylece milli kültür unsurlarını ve genel kültürü destekleyici nitelikte olmak üzere, bu programdaki konuların detaylandırılması sırasına göre İslâmiyet, Musevilik, Hıristiyanlık ve diğer dinler hakkındaki bilgilere de yer verilmiştir…Bu programda, % 99’u müslüman olan ülkemizde İslâm Dinine ait bilgilere daha fazla yer verilmiş olması, hem öğrencilerin bu konudaki ihtiyaçlarının karşılanması bakımından, hem de tarihimizi, edebiyatımızı, musikimizi ve diğer sanat varlıklarımızı tanıtmak, benimsetmek, sevdirmek ve kısaca onları milli kültürümüzün bir üyesi yapmak açısından büyük önem taşımaktadır.Bütün bu hususlar göz önünde bulundurularak, bu programın öğretiminde genel amaca ulaşabilmek için aşağıdaki ilkelere uyulacaktır: Devletimizin laiklik ilkesi daima gözönünde bulundurulacak, bu ilke her zaman titizlikle korunacaktır, hiç bir zaman vicdan ve düşünce özgürlüğü zedelenmeyecektir. Kimse dini uygulamalara zorlanmayacaktır.… Azınlık okulları dışındaki okullarımızda öğrenim gören T. uyruklu Hiristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilere; Kelime-i Şahadet, Kelime-i Tevhid, Besmele, Amentü, Ayet, Süre ve Namaz duaları ezberletilmeyecek; Namaz, Oruç, Zekat ve Hacca ait uygulamaya yönelik bilgiler öğretilmeyecektir. Dolayısıyla söz konusu öğrenciler aynı konulardan ölçme ve değerlendirme açısından sorumlu tutulmayacaklardır.… Haksızlık, yalancılık, riyakarlık, sahtekarlık, bencillik, tembellik ve bunun gibi davranışları İslâm Dininin reddettiği ve günah saydığı, her müslümanın faziletli olması gerektiği belirtilecektir. İbadetlerin Allah'a karşı saygı, sevgi, şükran duygularının ifadesi olmasının yanında, kişinin sağlığına, toplum fertlerinin birbirine sevgi ve saygı ile bağlanmalarına, yardımlaşmalarına, dayanışmalarına, fert ve toplum ilişkilerinin iyi ve düzenli bir şekilde yürütülmesine yarayan, insanı fazilete (erdeme) ve mutluluğa sevkeden davranışlar da kazandırdığı özellikle belirtilecektir.…Hz. Muhammed'in hayatı ile ilgili konular işlenirken, daima O'nun örnek ve üstün şahsiyeti esas olarak ele alınacak, bunu belgeleyen olaylardan örnekler verilecektir.… Konular yeri geldikçe ayet ve hadislere dayalı olarak ele alınacaktır.… Müslümanlığın hurafeden uzak akılcı ve çağdaş bir din olduğu çeşitli örneklerle kavratılacaktır…” Genel ilkelerde yapılan yeni düzenlemede eski düzenlemeye kıyasla en önemli husus; DKAB dersi programının hazırlanmasında okulların bazı sınıflarında Musevilik, Hristiyanlık ve diğer dinlere mensup öğrencilerin bulunabileceğinin dikkate alınmış olması ve Türk vatandaşı olan Hristiyanlık ve Museviliğe mensup öğrencilere kelime-i şehadet, kelime-i tevhid, besmele, amentü, ayet, sure ve namaz dualarının ezberletilmeyeceğine, namaz, oruç, zekât ve hacca ait uygulamaya yönelik bilgiler verilemeyeceğine, bu öğrencilerin aynı konulardan ölçme ve değerlendirme açısından sorumlu tutulmayacaklarına yönelik düzenlemelerdir. Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 9/2/1987 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 29/1/1987 tarihli ve 1 sayılı kararıyla T. uyruklu, Hristiyanlık ve Museviliğe mensup öğrencilerden isteyenlerin bu dinlerden birine mensubiyetlerini belgelendirmek şartıyla kelime-i şehadet, kelime-i tevhid, besmele, amentü, ayet, sure, namaz duaları, namaz, oruç, zekât ve hac konularının derste işlenmesi sırasında sınıfta bulunmayabilecekleri düzenlenmiştir. Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun 23/7/1990 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 9/7/1990 tarihli ve 1 sayılı kararında azınlık okulları dışında kalan ilk ve ortaöğretim okullarında öğrenim gören T. uyruklu, Hristiyanlık ve Museviliğe mensup öğrencilerin -bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelendirmeleri kaydıyla- DKAB dersine girmelerinin zorunlu olmadığı ancak bu derse girmek istedikleri takdirde velilerinden yazılı dilekçe getirmelerinin gerekli olduğu belirtilmiştir. TTK Başkanlığının 13/4/1992 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 28/2/1992 tarihli ve 47 sayılı kararıyla DKAB dersinin genel ilkeleri Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 3/10/1986 tarihli ve 28 sayılı kararında yer aldığı şekliyle benimsenmiştir. TTK’nın Ekim 2000 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 19/9/2000 tarihli ve 373 sayılı kararıyla, 28/2/1992 tarihli ve 47 sayılı kararıyla kabul edilen temel eğitim (, , , ve sınıf) DKAB dersi öğretim programları uygulamadan kaldırılmış ve ilköğretim okulu (, , , ve sınıf) DKAB dersinin yeni programı 2000-2001 yılında uygulanmak üzere kabul edilmiştir. Bu programda DKAB dersinin öğrenme ve öğretme süreçlerinde uyulması gereken ilkelerden bazıları şu şekilde belirlenmiştir: “Bu programın uygulanmasında genel amaçlara ulaşabilmek için aşağıdaki ilkelere uyulacaktır: Lâiklik ilkesi daima göz önünde bulundurulacaktır. Din, vicdan, düşünce ve ifade özgürlüğü zedelenmeyecektir. Dinsel anlayış ve uygulama farklılıklarının birer zenginlik olduğu fark ettirilecektir.… Dinin millî kültürü oluşturan önemli unsurlardan biri olduğu gerçeği göz önünde bulundurulacaktır.… İbadetlerin, Allah'a karşı sevgi, saygı ve şükran duygularının ifadesi olmasının yanında, kişinin sağlığına, toplum fertlerinin birbirine sevgi ve saygı ile bağlanmalarına, yardımlaşmalarına, dayanışmalarına imkân veren; fert ve toplum ilişkilerinin iyi ve düzenli bir şekilde yürütülmesine yarayan, insanı erdeme ve mutluluğa götüren kazanımları fark ettirilecektir. Hz. Muhammed ile ilgili konular işlenirken, onun ahlâkî kişiliği ile ilgili örnekler verilecektir.… Konular, ilgili ayet ve hadis meâlleriyle desteklenecek, okuma parçaları, hikâye ve resimlerle açık ve anlaşılır hâle getirilecektir. Tüm eğitimsel süreçlerde, konuların işlenmesinde ve örneklerin belirlenmesinde Kur’anî (Kur’an’a ait) olan ile sonradan üretilenlerin ayırt edilmesine özen gösterilecektir. Bunun için toplumsal ve sosyal olaylar da dikkate alınarak nelerin Kur’an kaynaklı nelerin ise örf, âdet, gelenek, inanış, yaşam biçimi, kültürel etkileşim vb. kaynaklı olduğu açıklanarak vurgulanacaktır.-Öğrencilerin okul dışından getirdiği yanlış ve eksik dinî bilgi ve anlayışlar, bilimsel bir yaklaşımla ele alınacaktır.-İslâmın, hurafeden uzak, akılcı ve evrensel bir din olduğu çeşitli örneklerle kavratılacaktır. İslâmın belli kalıplar, kuru bilgi ve yüzeysel davranışlardan ibaret olmadığı, aksine sürekli canlılık ve ilerleme isteyen bir din olduğu gerçeği kavratılacaktır. ...Öğrencilere verilecek ödevler, bu ders ile ilgili Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanmış ve Bakanlığımızca da uygun görülen Kur'an-ı Kerim Meâli, İlmihâl ve Dinî Terimler Sözlüğü gibi kaynaklardan yararlanılarak onların yaşanan dinî hayatı görüp algılamalarına olanak verecek şekilde olacaktır.” 22/10/2001 tarihli ve 24561 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Millî Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Ortaokulu Yönetmeliği’nin maddesinin ikinci fıkrasının (c) bendinde “Müslümanlıktan başka diğer dinlere mensup olanlar, beyanlarına göre isterlerse "Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi" dersinden, muaf tutulurlar.” şeklinde düzenlemeye yer verilmiştir. TTK’nın 19/9/2000 tarihli ve 373 sayılı kararıyla kabul edilen temel eğitim (, , , ve sınıf) DKAB dersi öğretim programları AİHM’in Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararına konu olmuştur. Anılan karara konu olayda kendisinin ve ailesinin Alevilik mensubu olduğunu belirten Hasan Zengin 23/2/2001 tarihinde İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğüne başvurarak kızının DKAB derslerinden muaf tutulması talebinde bulunmuştur. Bu başvuruda ailesinin Alevilik mensubu olduğunu belirterek İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi uluslararası sözleşmeler bağlamında ebeveynin çocuklarının alacağı eğitimin şeklini seçme hakları bulunduğunu vurgulamıştır. Buna ilave olarak zorunlu DKAB dersinin laiklik ilkesi ile bağdaşmadığını iddia etmiştir. Müdürlük bu talebe, Anayasa’nın maddesi ile 1739 sayılı Kanun’un maddesi çerçevesinde muafiyet talebini kabul etmenin mümkün olmadığı cevabını vermiştir. Hasan Zengin, karara karşı İstanbul İdare Mahkemesinde dava açmıştır. İdare Mahkemesi, Anayasa’nın maddesi ile 1739 sayılı Kanun’un maddesi çerçevesinde işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir. Kararın Hasan Zengin tarafından temyizi üzerine Danıştay, ilk derece mahkemesinin kararını usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle onamış; temyiz talebini reddetmiştir. Hasan Zengin, bu karar üzerine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol’ün maddesinin (P1-2) ikinci cümlesi ve Sözleşme'nin maddesinde korunan haklarının ihlal edildiği iddiasıyla AİHM’e başvurmuştur. Hükûmet bu başvuru kapsamında AİHM’e sunduğu görüşte, düzenleme yetkisi temelinde suistimali önlemek amacıyla eğitim ile din ve ahlak öğretiminin devlet denetiminde yürütüldüğünü ileri sürmüştür. Hükûmet görüşüne göre devlet, bu alanda takdir yetkisine sahiptir. Hükûmet, bu çerçevede TTK’nın 19/9/2000 tarihli ve 373 sayılı kararındaki ilkelere atıfta bulunmuş ve söz konusu derslerin farklı geçmişlere sahip öğrenciler arasında anlayış, hoşgörü ve saygıyı ve her bireyin kimliğine, Türkiye’nin ulusal tarih ve değerlerine, diğer dinlere ve yaşam felsefelerine karşı saygı ve anlayışı geliştirmek amacıyla düzenlendiğini vurgulamıştır. Hükûmet, Anayasa’nın maddesine ve 1739 sayılı Kanun’un maddesine uygun olarak dinî otoriteler tarafından değil Millî Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen ders programının laiklik ilkesi ile uyumlu olduğunu ve kesinlikle mezhebe dayalı eğitim yapılmadığını vurgulamıştır. Bu çerçevede başvurucuların dinî konulardaki öğretimin İslamiyet’in Sünni anlayışına dayandırıldığı şeklindeki iddiasına karşı çıkmıştır. Hükûmete göre DKAB derslerinde belli bir dinin öğreti ve âdetlerine ilişkin özel bir eğitim verilmemekte, farklı dinler hakkında genel bilgiler verilmektedir. Ayrıca dersin zorunlu olması sadece öğrencilerin derslere katılmaları gerektiği manasına gelmektedir. Hükûmet ayrıca bu dersler objektif, çoğulcu ve tarafsız bir şekilde öğretildiği sürece sadece öğrencilere İslam inancına ilişkin öğretim sağlamanın Sözleşme kapsamında bir sorun ortaya çıkarmayacağını ileri sürmüştür. Hükûmete göre diğer din ve yaşam felsefelerine kıyasla İslam dini öğrenimine daha çok zaman ayrılmasının çağdaş Türk toplumunda meşru sebepleri vardır. Bu özellikle Türkiye’nin laik bir devlet olması ve bu nedenle söz konusu bilginin aktarılması için en uygun kurumun okullar olması yönüyle böyledir (Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, §§ 40-42). Hükûmet savunmasında ayrıca DKAB dersinin programının İslam’ın bir mezhebine veya ülkede yer alan bir tarikata mensup olanların görüşlerini gözönünde bulundurmamış olduğunu belirtmiştir. İlaveten daha çok felsefe alanına ait görünen Alevi inancına ilişkin bilginin daha derinlikli bir öğretim gerektirdiğini, bu nedenle bu konudaki bilgilerin sınıfta verildiğini iddia etmiştir. Hükûmet, dersin zorunlu olmasının çocukları fanatizme yol açan uydurma hikâyelerden ve yanlış bilgilerden koruma gerekliliğinden ortaya çıktığını vurgulamıştır. Bu bağlamda Lozan Antlaşması ile Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun 1 sayılı kararı uyarınca Musevi ve Hristiyan öğrencilerin bu derslerden muaf olduğunu vurgulamıştır. Hükûmet bu başvuruya ilişkin duruşma sırasında ayrıca ateist olan bireylerin bu dersten muafiyet talep etmeleri hâlinde bu taleplerin yetkili makamlarca değerlendirildiğini ifade etmiştir. Öğretimin laiklik ilkesine uyumunu sıkı bir şekilde denetleyen idare mahkemelerinin denetimi altında yapıldığına da işaret etmiştir. Ayrıca ilköğretim okulu derslerinden sorumlu öğretmenler üniversitede bu alanda eğitim görmüşler ve DKAB disiplini alanında diploma almışlardır. Ortaokulda bu derslerden sorumlu öğretmenlerin ise ilahiyat fakültesinden lisansüstü düzeyinde diplomaları vardır. Son olarak Hükûmete göre AİHM’in yerleşik içtihadı uyarınca, müfredatın düzenlenmesi ve içeriği devletin takdir yetkisi alanında kalmaktadır. Dolayısıyla P1-2, ebeveynlere devletin bu yetkisine itiraz etme yetkisi vermemektedir. Bunun aksi durumda kurumsallaşmış eğitimi uygulamak mümkün değildir (Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, §§ 43-46). AİHM, bu davada DKAB dersi konusunda okullarda verilen öğretimin genel olarak Müslüman inancının temel ilkeleri konusunda öğretim sağladığı ve onun temel unsurlarının öğretimine diğer din ve felsefelere nazaran daha büyük bir öncelik verdiği tespitini yapmıştır. Mahkeme devletin laik niteliğine karşın İslamiyet'in Türkiye’de çoğunluk dini olması dikkate alındığında bunun tek başına çoğulculuk ve nesnellik ilkelerinden endoktrinasyona yol açan bir sapma olarak görülemeyeceği kanaatine varmıştır. AİHM bununla birlikte Türkiye’de geçerli olan dinsel çeşitliliğin din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde dikkate alınmadığını, özellikle Alevi inancına sahip topluluğun Türk nüfusundaki oranı çok büyük olmasına rağmen, öğrencilerin Alevi inancının itikat veya ibadet unsurları hakkında eğitim almadığını, bu konuda müfredatta yer alan bazı bilgilerin de bu öğretimdeki eksikleri telafi etmekte yetersiz kaldığını ifade etmiştir. AİHM bu kapsamda din kültürü ve ahlak konusunda verilen öğretimin nesnellik ve çoğulculuk ölçütlerini karşıladığının ve daha spesifik olarak başvurucuların özel durumunda Eylem Zengin’in müfredatın yetersiz olduğu açıkça görülen bir konu olan Alevi inancına mensup babasının dinî ve felsefi inançlarına saygı gösterdiğinin kabul edilemeyeceği sonucuna varmıştır. AİHM’e göre sadece Hristiyan ve Yahudilere bu dersten muafiyet imkanı getirilmesi, bu dersin tarafsızlığına ilişkin argümanlar dikkate alındığında sorunludur. Hükûmetin bu muafiyetin ateizm gibi başka dinî ve felsefi inançlar bakımından da genişletilebileceği argümanı kapsamında AİHM -muafiyetin kapsamı her ne olursa olsun- ilgililerin okul yönetimlerini dinî ve felsefi inançları konusunda bilgilendirmek durumunda bırakılmalarının muafiyet uygulamasını vicdan özgürlüğüne saygı noktasında uygunsuz bir araca dönüştürdüğü kanaatindedir. Sonuç olarak AİHM muafiyet usulünün bu hâliyle uygun bir yöntem olmadığını ve din derslerinde öğretilenin çocukların üzerinde okul ile kendi değerleri arasında bağlılık çatışmasına yol açabileceğini düşünebilecek ebeveynlere yeterince koruma sağlamadığını kabul etmiştir. AİHM’e göre bu durum özellikle Sünni İslam’dan farklı dinî veya felsefi inanışlara sahip ebeveynlerin çocukları için uygun bir seçim yapma imkânının öngörülmediği koşullarda geçerlidir. Din dersinden muafiyet işlemi ebeveynleri ağır bir yük altına sokabilmekte ve onları çocuklarının din dersinden muaf tutulmaları için dinî ya da felsefi inançlarını ifşa etmeye mecbur kılmaktadır. AİHM bu gerekçelerle başvurucuların P1-2'nin ikinci cümlesi kapsamındaki haklarının ihlal edildiğine karar vermiştir (Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, §§ 61-77). Danıştay 2007 yılının sonuna kadar olan dönemde DKAB dersi programının iptali istemiyle açılan davaları Anayasa ve ilgili mevzuat uyarınca okutulması zorunlu olan bu dersle amaçlananın öğrencilere din eğitimi vermek değil genel olarak -dinler ve toplumun din yapısı gözönüne alınarak- daha çok İslam dini hakkında kültür kazandırmak olduğu gerekçeleriyle reddetmiştir (bkz. § 91). Ancak Danıştay AİHM’in Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararından sonra bu kararda yer verilen tespitlere atıfla DKAB derslerinin Anayasa'da öngörülen içerikte olmadığı, belirli bir din anlayışını esas aldığının açık olduğu sonucuna ulaşmış ve din eğitiminin de kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olmasını gerekçe göstererek söz konusu derslerin mevcut içerikleriyle zorunlu tutulmasının hukuka aykırı olduğuna karar vermiştir (bkz. § 92). TTK’nın Nisan 2005 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 31/3/2005 tarihli ve 16 sayılı kararıyla, 28/2/1992 tarihli ve 47 sayılı TTK kararıyla kabul edilen DKAB , ve sınıf dersi öğretim programının 2005-2006 öğretim yılından itibaren uygulamadan kaldırılması, ortaöğretim , , 11 ve sınıflar DKAB dersi öğretim programının 2005-2006 öğretim yılından itibaren kabulü kararlaştırılmıştır. TTK’nın Şubat 2007 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 28/12/2006 tarihli ve 410 sayılı kararıyla, 19/9/2000 tarihli ve 373 sayılı kararı ile kabul edilerek uygulamaya konulan ilköğretim DKAB dersi (4, 5, 6, 7 ve sınıflar) öğretim programının 2007-2008 öğretim yılından itibaren uygulamadan kaldırılması, yeni İlköğretim DKAB dersi (4, 5, 6, 7 ve sınıflar) öğretim programının 2007-2008 öğretim yılından itibaren uygulanmak üzere kabulü kararlaştırılmıştır (Başvurucunun olay tarihinde sınıf öğrencisi olan kızının muaf tutulmasını istediği DKAB dersi bu programa göre verilmektedir.). Danıştay, TTK’nın 28/12/2006 tarihli ve 410 sayılı kararı ile müfredatta yapılan değişiklik sonucunda ülkemizde çoğulculuk anlayışı içinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde DKAB öğretimi verildiği sonucuna ulaşmış; Anayasa'nın maddesi ve 1739 sayılı Kanun’un maddesinde hiçbir ayrım yapılmadan tüm vatandaşlar için DKAB dersinin zorunlu tutulması karşısında DKAB dersinden muafiyet istemlerinin reddinde hukuka aykırılık görmemiştir (bkz. § 93). TTK’nın Şubat 2011 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 30/12/2010 tarihli ve 328 sayılı kararıyla İlköğretim DKAB dersi (4- sınıflar) öğretim programında, 329 sayılı kararıyla da ortaöğretim DKAB dersi (9- sınıflar) öğretim programında 2011-2012 öğretim yılında uygulanmak üzere değişiklik yapılmasına karar verilmiştir. Anılan kararlarla tekrar düzenlenen, TTK’nın 31/3/2005 tarihli ve 16 sayılı kararı ile kabul edilen ortaöğretim (9- sınıflar) ve 28/12/2006 tarihli ve 410 sayılı kararı ile kabul edilen ilköğretim DKAB dersi (4- sınıflar) öğretim programları AİHM’in Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye (B. No: 21163/11, 21/9/2014) kararına konu olmuştur. Anılan karara konu olayda, Alevi inancına sahip olan başvurucuların çocukları olayların meydana geldiği dönemde ortaöğretim kurumlarında öğrencidir. Başvurucular 22/6/2005 tarihinde MEB’den DKAB ders programının revize edilmesi ve ders müfredatında Alevilerin kültür ve felsefelerine de yer verilmesi amacıyla Alevi inancı liderleriyle bir istişare süreci başlatmasını istemiş; ayrıca bu derslerin öğretmenlerinin zorunlu bir hizmet içi eğitime tabi tutulmalarını, bir denetim ve takip mekanizması oluşturulmasını talep etmiştir. MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü 15/7/2005 tarihli cevap yazısıyla talebi reddetmiştir. Taleplerin reddi üzerine başvurucular ile birlikte 905 kişi daha Ankara İdare Mahkemesinde Genel Müdürlüğün kararı hakkında iptal davası açmıştır. Ankara İdare Mahkemesi, DKAB dersleri kapsamında verilen eğitim ile ilgili olarak bir rapor düzenlenmesi amacıyla resen üç bilirkişiden oluşan bir kurul tayin etmiştir. Başvurucular da Mahkemeye kendileri tarafından hazırlattırılan raporları sunmuşlardır. Ankara İdare Mahkemesi yargılama sonunda -resen atanan bilirkişi raporlarına atıfla- yürürlükten kaldırılan ve yeni müfredata göre hazırlanan kitaplarda dinî konuların mezhepler üstü bir yaklaşım kullanılarak işlendiği kanaatine ulaşmıştır. Mahkeme, devletin tarafsızlığı ilkesine riayet edildiği ve yeni konuların ülkenin eğitimsel ihtiyaçları gözönünde bulundurularak seçildiği sonucuna varmış; taleplerinin reddedilmesinin ilgili mevzuata uygun olduğu gerekçesiyle başvurucuların davasını reddetmiştir. Başvurucuların kararı temyizi üzerine karar, Danıştayca onanmıştır. Başvurucular bu karar üzerine P1-2'nin ikinci cümlesi ve Sözleşme’nin ve maddelerinde korunan haklarının ihlal edildiği iddiasıyla AİHM’e başvurmuştur. Hükûmet bu başvurunun esası kapsamında AİHM’e sunduğu görüşte DKAB derslerinin daha önceki müfredatında olduğu gibi yeni müfredatta da ders kitaplarının din kültürü, ahlak bilgisi ile millî ve manevi değerler olmak üzere üç konuyu incelediğini ifade etmiştir. Hükûmet, ahlak bilgisi ve manevi değerlere ilişkin konuların bütün vatandaşlar için ortak olduğunu, din kültürü konularının ise mezhepler üstü bir yaklaşımla ve nesnel biçimde, Müslüman inancının genel kabul gören yorumuna öncelik verilerek, İslam’ın mezheplerinden herhangi birine ayrıcalık tanımaksızın işlendiğini belirtmiştir. Hükûmet; sonrasında başvurucuların İdare Mahkemesinde açtığı dava devam ederken öğrencilerin gelişim seviyesini de dikkate alacak şekilde Alevi-Bektaşi inancına ilişkin konuların ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarının programına dâhil edildiğini, ders kitapları hazırlanırken Aleviler tarafından yazılan eserlerin de dikkate alındığını, ayrıca programda değişiklik yapılmasından sonra programın Alevilik, Caferilik, Hanefilik, Şafilik, Şiilik ve diğer tasavvufi akımlar gibi farklı inançlara ilişkin bilgileri de içerdiğini ifade etmiştir. Hükûmete göre din öğretimi dersi kapsamında yalnızca belli bir dinle (İslamiyet, Hristiyanlık veya Musevilik) ilgili bilgiler sunulması sistematik endoktrinasyon olarak nitelendirilemez ve bu çerçevede İslamiyet hakkında bilgiler içeren bir DKAB ders müfredatının din eğitimi değil din öğretimi sunduğu kabul edilmelidir. Hükûmet ayrıca DKAB ders programının İslam dini eğitimi vermek üzere tasarlanmadığını, çoğulcu ve nesnel biçimde hazırlandığını, bu nedenle ebeveynlerin çocuklarını kendi dinî ve felsefi inançlarına göre yetiştirme hakkına müdahale teşkil etmediğini ifade etmektedir. İlave olarak müfredatın uygulanmasına ilişkin olarak öğretmenlere yönelik yazılı talimatlara göre laiklik ilkesine riayet edilmesi gerektiğini ve çocukların dinî uygulamalara katılmaya ya da ders kitaplarında yer alanlar dışındaki ayet ve hadisleri yazmaya veya ezberlemeye zorlanamayacaklarını belirtmektedir. Hükûmete göre bu derslerde diğerleri yanında namaz, abdest, gusül, teyemmüm vb. konulardaki çeşitli Müslümanlık uygulamaları gerek görüldüğünde açıklanabilmektedir (Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye, §§ 53-57). Diğer yandan Hükûmet; DKAB dersi programını hazırlamak için MEB yetkililerinin İslam dini ve diğer farklı dinler ya da inançlara ilişkin bilimsel verilere dayandığını, İslam dinine ilişkin bilgiler hakkında belli bir dinî gruba dayanan her türlü yaklaşımdan kaçındığını, aksine Türkiye’deki çeşitli dinî grupların bakış açılarını gözönünde bulundurduğunu ileri sürmüştür. İlave olarak Alevi vatandaşların talep ve beklentilerine karşılık Alevilik inancına ilişkin bazı bilgilerin seçmeli din dersleri programına eklendiğini, Alevi-Bektaşi vatandaşların isteklerine cevap vermek ve dinî konulara kapsamlı bir perspektif sunmak için muharrem orucu gibi bazı konulara söz konusu seçmeli derslerin kitaplarında yer verilebileceğini belirtmiştir. Ayrıca Musevi ve Hristiyan öğrencilerin zorunlu DKAB derslerinden muaf tutulduğuna işaret etmiş, TTK’nın ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarındaki Hristiyanlık ve Musevilik inançlarına mensup öğrencilere yönelik olarak bir din dersi başlatmaya karar verdiğini bildirmiştir (Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye, §§ 59-61). AİHM bu davada, DKAB dersinin sadece Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararının ardından değil aynı zamanda mevcut başvurunun sunulduğu tarihten beri önemli içerik değişikliklerine maruz kaldığını tespit etmiştir. Öte yandan taraflar AİHM önünde yürütülen yargılama sırasında anılan değişiklikleri dikkate alarak görüşlerini sunmuşlardır. Dolayısıyla AİHM, bu başvuruyu sadece olayların meydana geldiği dönemde okutulan DKAB dersi müfredatı ışığında değil -söz konusu inceleme başvuranlar tarafından şikâyet konusu yapılan DKAB dersi müfredatının ve ders kitaplarının değerlendirilmesinde belli bir öneme sahip olduğundan- tarafların konumlarını da dikkate alarak başvurunun yapıldığı tarihten sonraki gelişmeler ışığında 2011/2012 öğretim yılında yapılan değişiklikleri de gözönünde bulundurarak inceleyeceğini belirtmiştir. AİHM, ders müfredatındaki değişikliklerin özellikle içinde Alevi inancının da yer aldığı, Türkiye’de var olan farklı inançlar hakkında bilgi verilmesi amacıyla yapılmakla beraber öncelikli olarak İslam’ın Türkiye’deki halkın çoğunluğu tarafından uygulanan ve yorumlanan şekline ilişkin bilgilere odaklanan bu dersin ana bileşenleri bakımından gerçek anlamda bir revizyon sonucu doğurmadığına işaret etmiştir. Başvurucuların ders kitaplarının ve ders öğretiminin İslam’ın Sünni yorumuna göre şekillendirildiği yönündeki iddialarını da gözönünde bulunduran AİHM, taraflar arasındaki esas anlaşmazlık konusunun zorunlu ders kapsamında verilen İslam dini eğitiminin içeriği olduğunu belirtmiştir. AİHM, elindeki başvuru dosyasından ve Hükûmet görüşlerinden DKAB dersi müfredatının, Kur'an ve Sünnet gibi İslamiyet’in temel kavramları ekseninde yapılandırıldığının anlaşıldığını gözlemlemiştir. AİHM'e göre kuşkusuz müfredatın İslam'ın Türkiye nüfusunun çoğunluğunun uyguladığı ve yorumladığı şekline, İslam hakkındaki çeşitli azınlık yorumlarına ya da diğer dinlere ve felsefelere nazaran daha geniş bir öncelik vermesi, tek başına çoğulculuk ve nesnellik ilkelerinden endoktrinasyona yol açan bir sapma olarak görülemez. Bununla birlikte Mahkeme, İslam’ın Sünni anlaşılışına nazaran Alevilik inancının belli özellikleri ve başvurucuların ulusal mahkemeler ve AİHM önündeki birçok çalışma tarafından desteklenen iddiaları dikkate alındığında başvurucuların meşru olarak söz konusu dersin öğretimine ilişkin düzenlemelerin çocuklarında kendi değerleriyle okul arasında P1-2 açısından muhtemel bir mesele olabilecek şekilde bir aidiyet çelişkisine yol açabileceği kanaatinde olabileceklerini kabul etmiştir. AİHM’e göre Sözleşme’ye taraf bir devlet, eğitim sisteminde din öğretimine yer veriyorsa öğrencilerin okulun verdiği din eğitimiyle ebeveynlerin dinî ya da felsefi inançları arasında doğacak bir çatışmayla karşı karşıya kalmalarını mümkün olduğu ölçüde önlemek durumundadır. Bu ilkeden hareketle AİHM somut başvuru açısından Türk eğitim sisteminin ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilmesi amacıyla uygun yöntemler sağlayıp sağlamadığının belirlenmesi sorununun ortaya çıktığını belirtmiştir (Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye, §§ 66-73). AİHM, DKAB dersinin zorunlu niteliğinden kaynaklanan uygun bir muafiyet sistemi bulunmaması dolayısıyla öğrencilerin okul tarafından verilen dinî eğitim ile ebeveynin dinî veya felsefi inançları arasında bir çatışma ile karşı karşıya gelmesinin nasıl engellenebileceğini anlayamadığını ifade etmiştir. AİHM’e göre başvurucuların bir taraftan müfredatta benimsenen yaklaşım ve diğer taraftan da kendi inanışlarının özelliklerine nazaran İslam’ın Sünni anlayışı arasında var olduğunu iddia ettikleri uyumsuzluk, salt ders kitaplarında yer verilen Alevi inancına ve ibadetlerine ilişkin bilgiler ile kolayca ve yeterli biçimde hafifletilemez. AİHM, seçmeli din dersi kapsamında öğrencilere daha kapsamlı bilgilerin iletilmesi imkânının sağlanmasını -devletin dinî veya felsefi inançlara saygı duyulmasını da sağlamak şartıyla- zorunlu din dersi öğretiminin tarafsızlık ve çoğulculuk ilkelerine uygun olarak verilmesini sağlama yükümlülüğünden muaf tutmadığını belirtmiştir. AİHM, Türk eğitim sisteminin T. vatandaşı olan öğrencilerin sadece iki kategorisi için (Hristiyan ya da Museviliğe mensup olanlar) çok kısıtlı bir muafiyet olanağı sunduğunu tespit etmiştir. AİHM, bu uygulamanın da öğrenci ebeveynlerine ağır bir yük yükleme ihtimalinin bulunduğunu ve çocuklarının din dersinden muaf tutulması için dinî ve felsefi inançlarını açığa çıkarma gerekliliği getirebileceğini hatırlatmıştır. Sonuç olarak Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararındaki tespitlerine atıfla AİHM, 2011-2012 öğretim yılında DKAB dersi müfredatında ve ders kitaplarında meydana gelen önemli değişikliklere karşın Türk eğitim sisteminin hâlen ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilmesi için uygun yöntemlerle donatılmadığı sonucuna varmıştır. AİHM özellikle Türk eğitim sisteminde Sünni İslam anlayışından farklı bir dinî ya da felsefi inanca sahip ebeveynlerin çocukları için uygun seçenekler öngörülmediği, çok kısıtlı olan muafiyet usulünün öğrenci ebeveynlerine ağır bir yük yükleme ihtimalinin bulunduğu ve çocuklarının din dersinden muaf tutulması için dinî ve felsefi inançlarını açığa çıkarma gerekliliği ortaya çıkarabileceği tespitini yapmış ve Sözleşme’ye ek 1 No.lu Protokol’ün maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir (Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye, §§ 75-77). TTK’nın 28/12/2006 tarihli ve 410 sayılı kararı ile müfredatta yapılan değişiklik sonrasında DKAB dersi programının iptali istemlerini reddeden ve bu dersten muafiyet istemlerinin reddinde hukuka aykırılık görmeyen Danıştay (bkz. § 93) AİHM’in Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye kararına ve anılan kararda atıfta bulunulan Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararına atıfla ülkemizde çoğulculuk anlayışı içinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verilmediği sonucuna ulaşmış ve DKAB derslerinden muafiyet taleplerinin reddini hukuka aykırı bulmuştur (bkz. § 94). Ancak Danıştay 2017 yılında -ülkemizde çoğulculuk anlayışı içinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verilmediği yönündeki içtihadını neden değiştirdiği konusunda bir açıklama yapmaksızın- DKAB dersi müfredatıyla din eğitimi yapılmayıp Anayasa'nın maddesine uygun olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi yapılmakta olduğu tespitini yapmış ve DKAB derslerinden muafiyet taleplerinin reddine ilişkin işlemlerin hukuka aykırı olmadığı sonucuna ulaşmıştır (bkz. § 95). TTK’nın Mart 2018 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 19/1/2018 tarihli ve 2 sayılı kararıyla ilkokul ( sınıf), ortaokul ve imam hatip ortaokulu (5- sınıflar) DKAB öğretim programı kabul edilmiş ve TTK'nın 28/12/2006 tarihli ve 410 sayılı kararıyla kabul edilen ilköğretim DKAB dersi programları 2018-2019 eğitim ve öğretim yılından itibaren uygulamadan kaldırılmıştır. TTK’nın Mart 2018 tarihli MEB Tebliğler Dergisi'nde yayımlanan 19/1/2018 tarihli ve 18 sayılı kararıyla da ortaöğretim DKAB (9‐ sınıflar) öğretim programı kabul edilmiş ve TTK'nın 31/3/2005 tarihlive 16 sayılı kararıyla kabul edilen ortaöğretim DKAB dersi programları 2018-2019 eğitim-öğretim yılından itibaren uygulamadan kaldırılmıştır. Hâlihazırda DKAB dersleri TTK’nın 19/1/2018 tarihli ve 2 ve 18 sayılı kararlarıyla kabul edilen programlara göre verilmektedir. Son olarak DKAB derslerine ilişkin Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye ve Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye kararlarının Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi önündeki icrası sürecinden de söz etmek gerekir. - 5/12/2019 tarihinde verdiği kararında DKAB dersi bakımından, Hükûmet tarafından ileri sürülen gelişmeleri dikkate almakla birlikte bu gelişmelerin AİHM kararlarında yer verilen, özellikle ebeveynlere aşırı bir külfet yüklemeyen ve din ve inançlarını ifşa etme zorunluluğunu içermeyen bir muafiyet prosedürünün bulunmamasına yönelik tespitler konusunda bir çözüm sunmadığını belirten Bakanlar Komitesi; Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye ile Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye başvurularının standart takip usulünden güçlendirilmiş takip usulüne alınmasına ve Hükûmetin 1/6/2020 tarihine kadar “belli yasal ve idari tedbirleri gösteren ve somut bir takvim içeren kapsayıcı bir eylem planı” hazırlamaya “kuvvetli bir şekilde teşvik edilmesine” karar vermiştir.- Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Sekreteryasının 8/10/2021 tarihli ve DH-DD(2021)1007 sayılı belgesinde, 30/11/2021-2/12/2021 tarihlerinde yapılacak olan Bakanlar Komitesi toplantısı öncesinde sunulan 5/10/2021 tarihli eylem planında yer verilen "Hükûmet Görüşü" şu şekilde aktarılmıştır:" Öncelikle belirtmek gerekir ki Mahkeme, Hasan ve Eylem Zengin davası (no. 1448/04, § 75, 9 Ekim 2007) kararında muafiyet usulünün uygun bir yöntem olmadığına ve velilere yeterli koruma sağlamadığı kanaatine varmıştır. Mahkeme'ye göre bu tür bir muafiyet, velileri okul yetkililerini dini veya felsefi inançları hakkında bilgilendirmeye zorlayabilir ve bu durum onu, inanç özgürlüğüne saygı gösterilmesini sağlama bakımından uygunsuz bir araç haline getirir. Mahkeme, Mansur Yalçın ve diğerleri davasında da tutumunu sürdürmüştür. Avrupa Mahkemesi, muafiyet prosedürünün muhtemelen öğrencilerin ebeveynlerini ağır bir yüke ve çocuklarını din derslerinden muaf tutmak için dini veya felsefi kanaatlerini açıklama zorunluluğuna maruz bırakacağını tespit etti (kararın maddesi). Bu temelde Türk makamları, en uygun yolun, bu derslerden muafiyetin kapsamını genişletmek yerine DKAB derslerinin içeriğinin elden geçirilmesi olduğu görüşündedir...... Milli Eğitim Bakanlığı yayını olan DKAB ders kitapları incelendiğinde toplam 186 sayfanın Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm, Konfüçyüsçülük, Taoizm, Sünnilik, Hanefilik, Alevilik-Bektaşilik, Hanbelilik, Şafilik, Malikilik, Eşarilik, Yesevilik, Rafızilik, Kadirilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik ile ilgili dini inanç ve ibadetlerle ilgili olduğu görülmektedir. Bu bölümlerde çeşitli dinler ve dini inançlar ve ibadetler anlatılmaktadır. 186 sayfanın 21'inde Alevilik ve Bektaşilikten de söz edilmiştir. Ders kitaplarında yer alan diğer inançlara bakıldığında ise bu oran dikkat çekicidir. Dolayısıyla ders kitaplarında Aleviliğe daha az yer verildiği söylenemez. Bu dersin müfredatı ve ders kitapları Talim ve Terbiye Kurulu tarafından onaylanır. DKAB derslerinin içeriğinde, öğrencilerin gelişim düzeyleri göz önünde bulundurularak, din ve ahlak alanındaki temel konular, temel kaynaklara dayalı teolojik bir yaklaşımla nesnel bir şekilde ele alınmaktadır. Dersin amacı herhangi bir dini uygulamayı dayatmak veya dikte etmek değildir. Bu ders din ve ahlak konusunda aydınlanmaya/kültürlenmeye öncelik verir. Dolayısıyla bu derste bir nevi mezhepsel din eğitimi verilmemekte, aksine bir bilgilendirme ve kültürlenme yolu esas alınmaktadır. Sonuç olarak hükûmet, Türkiye'deki tüm müfredatların bilimsellik, pedagoji ve hukuka uygunluk ilkelerine uygun olarak hazırlandığını belirtmektedir. Bu doğrultuda ders kitaplarında inanç ayrımı yapılmaksızın nesnel içeriklere yer verilmektedir. Bu durum Türk eğitim sisteminin tarafsız, nesnel ve bilimsel tavrını ortaya koymaktadır."- Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 2/12/2021 tarihli toplantısında;"... İlk ve orta dereceli okullarda zorunlu 'din kültürü ve ahlak bilgisi' derslerine yönelik 2018 müfredatının Mahkeme tarafından dile getirilen tüm sorunlara çare bulmuşgözükmediğini tekrar kaydetmiş; bu nedenle yetkilileri, Türk eğitim sisteminin, Devletin çeşitli dinlere, mezheplere ve inançlara karşı nötrlük ve tarafsızlık yükümlülüğünü yerine getirmesini, çoğulculuk ve nesnellik ilkelerine saygı duymasını ve Sünni İslam'ınki dışındaki dini ve felsefi inançlara sahip öğrenci ebeveynlerinin dini veya felsefi inançlarını açığa çıkarmak zorunda kalmadan zorunlu din eğitiminin dışına çıkmak için uygun seçenekler sunmasını yerine getirmesini sağlamaya çağırmıştır. 'Alevi İnisiyatifi' çalıştaylarında bu kararlarda vurgulanan sorunların nasıl çözüleceğine dair ulusal bir tartışma başlatıldığını hatırlatarak, yetkilileri, daha fazla gecikmeden belirli yasal ve idari önlemleri gösteren somut bir takvimle kapsamlı bir eylem planı hazırlanması noktasında bu çalıştayların nihai raporunda 2010 yılında oybirliğiyle varılan tavsiyelerin uygulanmasını ilerletmeye çağırmış; bu bağlamda, yetkilileri ayrıca, 10 Aralık 2010 ve 29 Haziran 2016'da kabul edilen Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu'nun (ECRI) raporları da dahil olmak üzere, ilgili Avrupa Konseyi tavsiyelerinden ilham almaya teşvik etmiştir; Yetkili makamları yeni İnsan Hakları Eylem Planı'nın uygulanması çerçevesinde Mahkeme'nin mevcut dava grubundaki bulgularını ele almak için çözüme yönelik özel önlemler almaya güçlü bir biçimde teşvik etmiş; bu bağlamda Avrupa Konseyi'nin yardım sağlamaya hazır durumda olduğunu ifade etmiştir; Bu davalarda incelenen uzun süredir devam eden sorunlar ve şimdiye kadar kaydedilen ilerleme eksikliği göz önüne alındığında, bu davaların Mart 2023'teki ... toplantısında ele alınmaya devam etmesine karar vermiş ve Sekreterliğe genel önlemlerin olumlu bir değerlendirmesine izin veren kapsamlı bilgilerin olmadığı durumda bu toplantıda incelenmek üzere bir geçici karar taslağı hazırlama talimatı vermiştir." Azınlıklara Mensup Türk Vatandaşları Bakımından 24/7/1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın maddesine göre“Gayrimüslim ekalliyetlere mensup olan Türk tabaası hukukan ve filen diğer Türk tebaaya tatbik edilen ayni muamele ve ayni teminattan müstefit olacaklar ve bilhassa, masrafları kendilerine ait olmak üzre her türlü müessesatı hayriye, diniye veya içtimaiyeyi, her türlü mektep ve sair müessesatı talim ve terbiyeyi tesis, idare ve murakabe etmek ve buralarda kendi lisanlarını serbestçe istimal ve âyini dinilerini serbestçe icra etmek hususlarında müsavi bir hakka malik bulunacaklardır.” Bu hükümle Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşlarının hukuken ve fiilen öteki Türk vatandaşlarına uygulanan işlem ve güvencelerin aynısından yararlanacağı, özellikle harcamaları kendilerince yapılmak üzere her türlü yardım kurumu, dinsel ya da sosyal kurum, her türlü okul ve benzeri öğretim ve eğitim kurumu kurma, yönetme ve denetleme, buralarda kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma bakımından eşit bir hakka sahip olacakları belirtilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti AİHM önündeki bir davada yaptığı savunmada, Lozan Barış Antlaşması ile Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun 9/7/1990 tarihli ve 1 sayılı kararı gereğince Musevi ve Hristiyan öğrencilerin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muaf tutulduğunu bildirmiştir (Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, § 44). A. Ulusal Hukuk Kanun 1739 sayılı Kanun’un “Lâiklik” kenar başlıklı maddesi şöyledir: “Türk millî eğitiminde lâiklik esastır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilkokul ve ortaokullar ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Kararı Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun 9/7/1990 tarihli ve 1 sayılı kararı şöyledir:"Milli Eğitim Bakanlığının teklifi üzerine; azınlık okulları dışında kalan ilk ve orta öğretim okullarımızda öğrenim gören T. uyruklu Hristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilerin; bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelendirmeleri kaydıyla, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersine girmelerinin zorunlu olmadığı, ancak bu derse girmek istedikleri takdirde velilerinden yazılı dilekçe getirmelerinin gerekli olduğu hususunun kabulü kararlaştırıldı." Danıştay İçtihatlarıa. Hristiyanlık ve Museviliğe Mensup Öğrenciler Bakımından Danıştay Sekizinci Dairesi 27/12/1993 tarihli ve E.1992/1521, K.1993/4374 sayılı kararında Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun yukarıdaki kararını değerlendirmiştir. Anılan karara karşı açılan davada Danıştay, İslam dinine mensup bir ebeveyn tarafından DKAB dersinin zorunlu ders olarak okutulmasının Anayasa’da öngörüldüğü, bu kararla getirilen ayrımın eşitlik ilkesine aykırı olduğu, DKAB dersi ile belirli ve tek bir dinin eğitiminin değil tüm dinler hakkında genel bir bilgi verilmesinin amaçlandığı, bu dersin okutulmasında inanç özgürlüğünü zedeleyen bir durum bulunmadığı gerekçeleriyle yapılan iptal istemini aşağıdaki gerekçelerle reddetmiştir:“…Anayasanın maddesi uyarınca zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Dersi her ne kadar yalnızca belirli bir dinle ilgili bilgilerin verilmesi amacına yönelik değilsede, ülkemizde yaygın dinin İslam dini olması ve nüfusun büyük çoğunluğunun bu dine mensup bulunması nedeniyle, öğretim programının toplumun ihtiyaçları doğrultusunda hazırlandığı bir gerçektir.Bu uygulamanın, hırıstiyanlık ve musevilik dinlerine mensup ana ve babalarla çocukları için Anayasamızla güvence altına alınan din ve vicdan özgürlüğü yönünden tartışma konusu olacağı kuşkusuzdur.Bu nedenle dava konusu işlemin Anayasanın insan hakları ve temel özgürlükler konusuna yaklaşımı ve Türkiye’nin de taraf olduğu insan hakları ve temel özgürlüklerin korunmasına yönelik sözleşmeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.…Anayasanın Temel Haklar ve Ödevler başlıklı Kısmının genel gerekçesinde Temel Haklar ve Ödevlerin belirlenmesinde, Türkiyenin imzalayıp onaylanmış olduğu uluslararası sözleşmelerin, özellikle de 1948 tarihli Birleşmiş Milletler ve insan Hakları Evrensel Beyannamesi ile 1950 tarihli İnsan Haklarının ve Temel Hürriyetlerin Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesinin gözönünde bulundurulduğu vurgulanmıştır.Öte yandan Anayasanın maddesinin son fıkrasında usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasa'ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı kuralı bulunmaktadır.Usulüne uygun olarak onaylanıp yürürlüğe giren uluslararası sözleşmeler İç hukukun bir parçası durumuna gelmekte ve tüm yürütme ve yargı yerlerini bağlayıcı nitelik kazanmaktadır.Nitekim Anayasa Mahkemesi birçok kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesindeki tanımlara gönderme yaptığı gibi, ölüm cezası ile ilgili 1963 gün ve 175 sayılı kararında olduğu gibi pek çok kararında da uluslararası sözleşme hükümlerini gerekçe olarak kullanmaktadır.Bu durumda, dava konusu işlemde din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan Anayasanın maddesinin birinci fıkrasına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek Protokolün maddesine aykırılık yoktur.Diğer yandan davacının dava konusu işlemin Anayasanın maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı olduğu savına gelince, kanun karşısında eşitlik demek, vatandaşların tümünün mutlak olarak aynı kurallara bağlı tutulmaları demek değildir. Nitelikleri ve durumları farklı bir kısım yurttaşların farklı hükümlere bağlı tutulmaları haklı bir nedene dayanmakta ise böyle bir durumda kanun önünde eşitlik ilkesinin çiğnendiğinden söz edilemez.Olayda çocukların, ana ve babalarının istekleri dışında mensup olmadıkları dine ilişkin bilgilerin ağırlıklı olarak okutulduğu bir derse girmeye zorlanamayacakları hususu, insan haklarını düzenleyen uluslararası bir sözleşmede de güvence altına alınmış olduğundan söz konusu uygulama ile eşitlik ilkesinin çiğnendiğinden söz edilemez…”b. Hristiyanlık ve Museviliğe Mensup Olanlar Dışındaki Öğrenciler Yönünden Danıştayın Hristiyanlık ve Museviliğe mensup ebeveynlerin çocukları dışındaki öğrenciler yönünden DKAB dersi konusundaki bazı kararları DKAB dersi programının değerlendirilmesi konusuna ilişkin iken diğer bazı kararları bu dersten muafiyet istemlerine yöneliktir. Bazı kararlarda ise hem ders programı hem de muafiyet istemleri değerlendirilmiştir. Danıştay 2007 yılının sonuna kadar olan dönemde DKAB dersi kapsamında açılan davaları reddetmekte iken anılan tarihten sonra AİHM’in ihlal kararları ve DKAB dersi müfredatında yapılan değişiklikler çerçevesinde açılan davaları zaman zaman kabul etmiş, zaman zaman reddetmiştir. Bu kapsamda Danıştayın DKAB dersinin zorunlu okutulması, Hristiyanlık ve Museviliğe mensup ebeveynlerin çocukları dışındaki çocuklar yönünden muafiyet imkânı bulunmaması ve bu dersin müfredatının Anayasa'nın öngördüğü şekle uygunluğu konusundaki kararlarını beş farklı döneme ayırarak incelemek gerekir:i. Birinci Dönem Danıştay, 2007 yılının sonuna kadar olan dönemde DKAB dersi programının iptali istemiyle açılan davaları Anayasa ve ilgili mevzuat uyarınca okutulması zorunlu olan bu dersle amaçlananın öğrencilere din eğitimi vermek değil genel olarak dinler ve toplumun din yapısı gözönüne alınarak daha çok İslam dini hakkında kültür kazandırmak olduğu gerekçeleriyle reddetmektedir. Bu bağlamda Danıştay Sekizinci Dairesinin 15/5/2000 tarihli E.1997/6285, K.2000/3653 sayılı karar gerekçesinin ilgili kısımları şöyledir (aynı yöndeki başka kararlar için bkz. Danıştay Sekizinci Dairesinin 10/2/1987 tarihli ve E.1986/518, K.1987/54 sayılı, 16/2/2000 tarihli ve E.1998/4242, K.2000/1449 sayılı kararları): “…Milli Eğitim Bakanlığınca, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisinin genel amacı; ilköğretim ve ortaöğretimde öğrenciye, Türk Milli Eğitim Politikasının genel amaçlarına, laiklik ilkesine uygun, din, İslam dini ve ahlak bilgisi ileilgili yeterlitemelbilgikazandırmak,böyleceAtatürkçülüğün, millibirlikve beraberliğin, insan sevgisinin dini ve ahlaki yönden pekiştirilmesinisağlamak, iyi ahlaklı ve faziletli insanlaryetiştirmek olarak belirlenmiştir. Genel ilkeler arasında, Devletimizin laikliği ilkesinin daima gözönünde bulundurulacağı, bu ilkenin her zaman titizlikle korunacağı, hiçbir zaman vicdan ve düşünce özgürlüğünün zedelenmeyeceği belirtilmiş, bu çerçevede hazırlanan öğretim programında da, laikliğe,Atatürk'ün laiklik anlayışı, dinimiz ile ilgili görüşleri ile sözlerine yer verilmiş olduğugörülmüştür. Sözü edilen programda kuşkusuz dini bilgilerin öğretimi bulunmaktadır. Ancak, bu öğretimin, çeşitli mezheplerin kural ve inanışlarına göre değil, ayrım yapılmaksızın ve bunlardan herhangi birinin anlayışı öne çıkarılmaksızın bir bütün olarak yapılması öngörülmüştür. Bu durumda, din ve ahlak bilgisi dersleri ile amaçlananın öğrencilere din eğitimi vermek değil, genel olarak dinler ve toplumumuzun din yapısı gözönüne alınarak daha çokİslam dini hakkında bir kültür kazandırmak olduğu ortaya çıkmaktadır.Bu nedenle, iptali istenilen programda Anayasaya, Milli Eğitim Temel Kanununa, laiklik ilkesine ve hukuka aykırılık görülmemiştir.”ii. İkinci Dönem Danıştay 2007 yılı sonunda AİHM’in Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararında yer verdiği tespitlere atıfla DKAB derslerinin Anayasa'da öngörülen içerikte olmadığı, belirli bir din anlayışını esas aldığının açık olduğu sonucuna ulaşmış; din eğitiminin de kişilerin kendi isteğine, küçüklerin ise kanuni temsilcilerinin talebine bağlı olmasını gerekçe göstererek söz konusu derslerin mevcut içerikleriyle zorunlu tutulmasının hukuka aykırı olduğuna karar vermiştir. Danıştay Sekizinci Dairesinin bu yöndeki 28/12/2007 tarihli ve E.2006/4107, K.2007/7481 sayılı karar gerekçesinin ilgili kısımları şöyledir (aynı yöndeki başka kararlar için bkz. Danıştay Sekizinci Dairesinin 29/2/2008 tarihli ve E.2007/679, K.2008/1461 sayılı; 15/5/2009 tarihli ve E.2007/8365, K.2009/3238 sayılı; 7/3/2011 tarihli ve E.2008/3682, K.2011/1323 sayılı kararları): “…Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 No'lu Protokolünün ... 'Eğitim Hakkı' başlıklı maddesinde; 'Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir' düzenlemesine yer verilmiştir.…Anayasa Mahkemesinin 1998 gün ve E:1997/62, K:1998/52 sayılı kararında; 'Laik devletin, doğası gereği resmi bir dininin bulunmaması, belli bir dine üstünlük tanımamasını, onun gereklerini yasalar ve diğer idari işlemlerle geçerli kılmaya çalışmamasını gerektirir. Bu bağlamda, laik bir devlette belli bir dinin, eğitim ve öğretimi zorunlu hale getirilemez.Anayasanın maddesinin dördüncü fıkrasına göre, din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır.Din ve ahlak eğitim ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılmasının nedeni, maddenin gerekçesinde de belirtildiği gibi bu konudaki eğitim ve öğretim özgürlüğünün kötüye kullanılmasını engellemektir. Dinler hakkında yansız ve tanıtıcı bilgiler vermek ve ahlaki değerleri benimsetmek amacıyla din kültürü ve ahlak öğretimi dersleri ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasına alınmıştır. Din eğitimi yerine 'din kültürü' dersinden söz edilmesi de bu amacı açıkça ortaya koymaktadır. Bunun dışındaki din eğitimi ve öğretimi, ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin iznine bağlı tutulmuştur.'değerlendirmeleri yer almıştır.Dava konusu uyuşmazlık Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirlediği hukuki durum çerçevesinde değerlendirilerek, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen öğretime ilişkin müfredatın 'din kültürü ve ahlak öğretimi' mi yoksa 'din eğitimi' mi olduğunun tespiti gerekmektedir.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin … Hasan ve Eylem Zengin kararında; …özetle; Türkiye' de ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin rehber ilkelerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bir yönünün olmadığı, ancak eğitim sisteminde, din dersleriyle ilgili tarafsızlık ve çoğulculuk koşullarının yerine getirilmemesi ve ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilmesini sağlayacak uygun bir yöntem sunulmaması nedenleriyle, sistemin yetersiz olmasından ötürü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlal edildiği belirtilmiştir.Devletin, eğitim ve öğretimle ilgili olarak üzerine düşen görevleri yerine getirirken, müfredatta yer alan bilgilerin nesnel ve çoğulcu bir şekilde aktarılmasına dikkat etmesi ve ebeveynlerin dini ve felsefi kanaatlerine saygı göstermesi gerekmektedir. Anayasanın maddesine göre din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında olduğu kuşkusuzdur. Ancak, bu öğretimin Anayasanın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi gerektiği, içeriğinin nesnel ve çoğulcu olması, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak, bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekmektedir. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı açıktır. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince öğretime ilişkin müfredatta yapılan ve kararımızda hüküm kurmaya yeterli görülen tespitler uyarınca, ülkemizde çoğulculuk anlayışı içerisinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verilmediği sonucuna ulaşılmıştır. …Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin bu içeriği ile zorunlu tutulmasında hukuka uyarlık bulunmamakta olup, aksi yöndeki Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…”iii. Üçüncü Dönem Danıştay 2010 yılında 13/7/2010 tarihli ve E.2009/10610, K.2010/4213 sayılı kararı ile Ankara İdare Mahkemesince yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu DKAB dersinin Anayasa ve yasalara uygun şekilde verildiği yönündeki ilk derece mahkemesi kararını onamıştır. Bu çerçevede Danıştay, TTK’nın 28/12/2006 tarihli ve 410 sayılı kararıyla (bkz. § 74) müfredatta yapılan değişiklik sonucunda ülkemizde çoğulculuk anlayışı içinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde DKAB öğretiminin verildiği sonucuna ulaşmış; bu nedenle DKAB dersi programının iptali istemlerini reddetmiş ve bu dersten muafiyet istemlerinin reddinde hukuka aykırılık görmemiştir. Danıştay Sekizinci Dairesinin bu yöndeki 29/6/2012 tarihli ve E.2010/1050, K.2012/6123 sayılı karar gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir (aynı yöndeki başka kararlar için bkz. Danıştay Sekizinci Dairesinin 10/10/2012 tarihli ve E.2009/9068, K.2012/7204 sayılı; 4/12/2012 tarihli ve E.2009/6480, K.2012/10066 sayılı; 28/12/2012 tarihli ve E.2009/7511, K.2012/11528 sayılı kararları): “…Ankara İdare Mahkemesinin E:2005/2703sayılı dosyasında açılan davada; ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarının sosyolojik ve pedegojik yönden incelenerek, kitapların hazırlanmasında mezheplerarası tarafsızlık ilkesinin gözetilip gözetilmediği hususlarının açıklığı kavuşturulması amacıyla Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda özetle, 2005-2006 eğitim öğretim yılında ilköğretim , , , , ve sınıflar için hazırlanan ders kitaplarının Talim ve Terbiye Kurulunun 2006 gün ve 410 sayılı kararıyla yürürlükten kaldırıldığı ve 2007-2008 eğitim öğretim yılında yeni programın yürürlüğe girdiği, ilk ve orta öğretimde Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Komisyonu tarafından hazırlanan ders kitaplarından başka bir kitabın okutulmadığı, anılan kitaplarda, din öğretiminde bir mezhebin veya tarikatın esas alınmadığı, genel olarak mezheplerüstü yaklaşım esas alınarak hazırlandığı ve dinlerin birleştiriciliğinin ön plana çıkarıldığı, islam ile ilgili bilgilerde Kur'an ve Hz. Muhammed merkezli olarak birleştirici bir yol izlendiği, hiçbir mezhep veya oluşuma atıfta bulunulmadığı, ele alınan konuların ülkemizde mevcut olan din, mezhep ve diğer dini yorumları kuşatıcı nitelik taşıdığı, herhangi bir mezhep, diniyorumveya gruba pozitif ayrımcılık yapılmadığı, vatandaşların ihtiyaç duyduğu din kültürünü kazandırmak için Anayasa ve yasaların gereği olarak, eğitim değil, öğretim düzeyinde yer verildiği belirtildiğinden, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle Ankara İdare Mahkemesinin 2009 gün ve E:2005/2703 K:2009/1804 sayılı kararı ile davanın reddine karar verilmiş, anılan karar Dairemizin 2010 gün ve E:2009/10610, K:2010/4213 sayılı kararı ile onanmıştır. Söz konusu karar sonucunda, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin yeni müfredatı ile din dersi niteliği taşımadığı, içerik olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi olarak kabul edilmesi gerektiği açık olup, davacı tarafından müfredat değişikliğinden sonra 2008 tarihinde başvuruda bulunulduğu da tartışmasızdır.Anayasanın maddesine göre din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında olduğu kuşkusuzdur. Bu öğretimin Anayasanın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi gerektiği, içeriğinin nesnel ve çoğulcu olması, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak, bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekmektedir. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı açıktır. Nitekim, müfredatta yapılan değişiklik sonucunda ülkemizde çoğulculuk anlayışı içerisinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verildiği sonucuna ulaşılmıştır. …Öte yandan, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun maddesindeki '....idari mahkemeler.....idari eylem ve işlem niteliğinde......yargı kararı veremezler' kuralı karşısında 'Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Hristiyan ve Musevi dinlerine mensup öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulduğu' yolundaki Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Başkanlığının 1990 gün ve 1 sayılı kararının idarenin yerine geçilerek genişletilmesi yolunda yargı kararı verilemeyeceği de açıktır. Bu durumda, TC Anayasasının maddesi ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun maddesinde hiç bir ayrım yapılmadan tüm vatandaşlar için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu tutulması karşısında, davacının çocuğunun bu dersten muaf tutulması isteminin reddinde mevzuata aykırılık görülmemiştir…”iv. Dördüncü Dönem Danıştay 2014 yılı sonunda AİHM’in Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye kararına ve anılan kararda atıfta bulunulan Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye kararına atıfla ülkemizde çoğulculuk anlayışı içinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verilmediği sonucuna ulaşmıştır. Danıştaya göre Anayasa’nın maddesinde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin zorunlu olduğu belirtilmesine, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen öğretimin adı din kültürü ve ahlak bilgisi olmasına rağmen bunun içerik olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi olarak kabul edilemeyeceği açıktır. Din eğitiminin de ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı olduğuna dikkat çeken Danıştay bu dersin içeriğinin ailesinin dinî inanç (ya da inançsızlıklarına) ve felsefi düşüncelerine uygun olmadığını iddia eden kişilerin çocuklarını müfredatın mevcut içeriği ile okulda zorunlu olarak okutulan din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muaf tutmamanın hukuka aykırı olduğu sonucuna ulaşmıştır. Danıştay Sekizinci Dairesinin bu yöndeki 4/11/2014 tarihli ve E.2013/6859, K.2014/2013 sayılı karar gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir (aynı yöndeki başka kararlar için bkz. Danıştay Sekizinci Dairesinin 21/11/2014 tarihli ve E.2013/4877, K.2014/9019 sayılı; 11/11/2014 tarihli ve E.2014/8515, K.2014/8417 sayılı kararları): “…İdare Mahkemesinin kararına dayanak aldığı İzzettin DOĞAN, Mansur YALÇIN ve diğerleri tarafından … Ankara İdare Mahkemesinde açılan ve davanın reddine ilişkin olarak verilen kararın Dairemizce onanmasından sonra, davacılar tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlal edildiği ileri sürülerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin '2014 gün veBaşvuru No: 21163/11 sayılı Mansur YALÇIN ve diğerlerikararında' … özetle; Türkiye'de ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen 'din kültürü ve ahlak bilgisi' öğretiminin rehber ilkelerinin (din kültürü, ahlak bilgisi ve manevi değerler) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bir yönünün olmadığı, ancak eğitim sisteminde Hasan ve Eylem ZENGİN kararından sonra her ne kadar Alevi inancına ilişkin olarak değişiklik yapılmış ise de, din dersleriyle ilgili tarafsızlık ve çoğulculuk koşullarının yerine getirilmemesi ve ebeveynlerin inançlarına saygı gösterilmesini sağlayacak uygun bir yöntem sunulmaması nedenleriyle, sistemin yetersiz olmasından ötürü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlal edildiği belirtilmiştir.…Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açılan, yukarıda belirtilen davada, davanın konusunu, ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulması öngörülen 'din kültürü ve ahlak bilgisi' derslerinde Alevi İslam inancına, kültür ve felsefesine de yer verilmesi istemi oluşturmakta ise de; temyize konu işbu dava; davacı tarafından 'din kültürü ve ahlak bilgisi' dersinin müfredatının, ailelerinin benimsedikleri Alevi inanç ve felsefesine aykırı olduğu iddia edilerek çocuğunun, bu dersten muaf tutulması istemiyle açılmış olduğundan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince Mansur YALÇIN kararında ve bu kararda atıfta bulunulan Hasan ve Eylem ZENGİN kararında, müfredata ilişkin olarak yapılan tespitlerin bu davada da karara dayanak alınabileceği ve hüküm kurmaya yeterli olduğu kabul edilerek; Ülkemizde çoğulculuk anlayışı içerisinde nesnel ve rasyonel bir şekilde 'din kültürü ve ahlak bilgisi' öğretiminin verilmediği sonucuna ulaşılmıştır.Bu durumda, Anayasanın maddesinde, 'din kültürü ve ahlak bilgisi' öğretiminin zorunlu olduğunun belirtilmesi, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen öğretimin adının 'din kültürü ve ahlak bilgisi' olmasına rağmen, içerik olarak 'din kültürü ve ahlak bilgisi' öğretimi olarak kabul edilemeyeceği açık olduğundan ve din eğitiminin de ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı olması karşısında, ailesinin dini inanç ve felsefi düşüncelerine uygun olmadığını iddia eden davacının, çocuğunun, müfredatın bu içeriği ile okulda zorunlu olarak okutulan 'din kültürü ve ahlak bilgisi' dersinden muaf tutulmamasında hukuka uyarlık bulunmamaktadır…”v. Beşinci Dönem Danıştay 2017 yılında Danıştay Sekizinci Dairesinin 12/12/2014 tarihli ve E.2013/2523, K.2014/10190 sayılı kararına karşı yapılan karar düzeltme istemi sonrasında DKAB dersi müfredatıyla din eğitimi yapılmayıp Anayasa'nın maddesine uygun olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi yapılmakta olduğunu tespit etmiştir. Danıştay Sekizinci Dairesinin bu yöndeki 19/6/2017 tarihli ve E.2015/8390, K.2017/5550 sayılı kararının gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir (TTK’nın 19/1/2018 tarihli ve 2 ve 18 sayılı kararlarıyla kabul edilen programlar öncesinde yürürlükte olan müfredat yönünden güncelliğini koruduğu anlaşılan bu içtihatla aynı yöndeki başka kararlar için bkz. Danıştay Sekizinci Dairesinin 23/11/2017 tarihli ve E.2015/12002, K.2017/8377 sayılı; 29/11/2017 tarihli ve E.2016/9673, K.2017/8530 sayılı; 22/11/2018 tarihli ve E.2018/5060, K. 2018/7310 sayılı; 28/11/2019 tarihli ve E.2019/9023, K.2019/10904 sayılı kararları): “…Diğer yandan, ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulması öngörülen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde Alevi islam inancı, felsefesi ve kültürü ile ilgili bilgilere de yer verilmesi istemiyle yapılan 2005 tarihli başvurunun reddine ilişkin 2005 tarih ve 1837 sayılı Milli Eğitim Bakanlığı işleminin iptali istemiyle Ankara İdareMahkemesinin E:2005/2703 sayılı dosyasında açılan davada; ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarının sosyolojik ve pedegojik yönden incelenerek, kitapların hazırlanmasında mezheplerarası tarafsızlık ilkesinin gözetilip gözetilmediği hususlarının açıklığı kavuşturulması amacıyla Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda özetle, 2005-2006 eğitim öğretim yılında ilköğretim , , , , ve sınıflar için hazırlanan ders kitaplarının Talim ve Terbiye Kurulunun 2006 gün ve 410 sayılı kararıyla yürürlükten kaldırıldığı ve 2007-2008 eğitim öğretim yılında yeni programın yürürlüğe girdiği, ilk ve orta öğretimde Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Komisyonu tarafından hazırlanan ders kitaplarından başka bir kitabın okutulmadığı, anılan kitaplarda, din öğretiminde bir mezhebin veya tarikatın esas alınmadığı, genel olarak mezhepler üstü yaklaşım esas alınarak hazırlandığı ve dinlerinbirleştiriciliğininönplanaçıkarıldığı,islamile ilgili bilgilerde Kur'an ve Hz. Muhammed merkezli olarak birleştirici bir yol izlendiği, hiçbir mezhep veya oluşuma atıfta bulunulmadığı, ele alınan konuların ülkemizde mevcut olan din, mezhep ve diğer dini yorumları kuşatıcı nitelik taşıdığı, herhangi bir mezhep, dini yorum veya gruba pozitif ayrımcılık yapılmadığı, vatandaşların ihtiyaç duyduğu din kültürünü kazandırmak için Anayasa ve yasaların gereği olarak, eğitim değil, öğretim düzeyinde yer verildiği belirtildiğinden, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle Ankara İdare Mahkemesinin 2009 gün ve E:2005/2703 K:2009/1804 sayılı kararı ile davanın reddine karar verilmiş, anılan karar Dairemizin 2010 gün ve E:2009/10610, K:2010/4213 sayılı kararı ile onanmıştır. Söz konusu karar sonucunda, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi'nin yeni müfredatı ile din dersi niteliği taşımadığı, içerik olarak din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimi olarak kabul edilmesi gerektiği açık olup, davacılar tarafından müfredat değişikliğinden sonra 2008tarihinde başvuruda bulunulduğu da tartışmasızdır.Anayasanın maddesine göre din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında olduğu kuşkusuzdur. Bu öğretimin Anayasanın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi gerektiği, içeriğinin nesnel ve çoğulcu olması, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve Devletin dinler karşısında tarafsız kalarak, bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekmektedir. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı açıktır. Nitekim, müfredatta yapılan değişiklik sonucunda ülkemizde çoğulculuk anlayışı içerisinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretiminin verildiği sonucuna ulaşılmıştır. …Bu durumda, TC Anayasasının maddesi ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun maddesinde hiç bir ayrım yapılmadan tüm vatandaşlar için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi'nin zorunlu tutulması karşısında, davacıların çocuğunun bu dersten muaf tutulması isteminin reddedilmesine ilişkin dava konusu işlemlerde mevzuata aykırılık görülmemiştir…” Danıştayın bu içtihadı -TTK’nın 19/1/2018 tarihli ve 2 ile 18 sayılı kararlarıyla kabul edilen programlar öncesinde yürürlükte olan müfredat yönünden- devam etmekle birlikte bu içtihada muhalif kalan üyeler karşıoy gerekçelerinde aşağıdaki görüşlere yer vermiştir (Danıştay Sekizinci Dairesinin 22/11/2018 tarihli ve E.2018/5060, K.2018/7310 sayılı kararı):"Öte yandan; Dairemizin E: 2018/1293 ve E:2018/1294 sayılı dosyalarında yer alan bilgi belgelerden anlaşıldığı üzere; Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı'nın 19/01/2018 tarih ve 2 sayılıkararıyla; Kurul'un 28/12/2006 tarih ve 410 sayılı kararıyla kabul edilen İlköğretim Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi (, , , ve sınıflar) Öğretim Programı'nın 2018-2019 eğitim öğretim yılından itibaren tüm sınıf düzeylerinde uygulanmadan kaldırılarak, 652 sayılı Milli Eğitim Bakanlığı'nın Teşkilat ve görevleri Hakkında kanun Hükmünde Kararname'nin maddesinin fıkrasının (a) bendi hükmü gereği, Başkanlık'ta oluşturulan komisyon tarafından izleme ve değerlendirme çalışmaları doğrultusunda, güncellenen İlkokul ( sınıf), Ortaokul ve İmam Hatip Ortaokulu (5- sınıflar) Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı'nın 2018-2019 eğitim öğretim yılından itibaren tüm sınıf düzeylerinde uygulanmasına karar verildiği görülmektedir.Yukarıda yer alan açıklamalar ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ışığında; Anayasanın maddesi ve 1739 Milli Eğitim Temel Kanunu'nun maddesi uyarınca, Din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer aldığı hususunda tartışma bulunmadığı açık ise de; Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı'nın 19/01/2018 tarih ve 2 sayılı kararıyla güncellenen, İlkokul ( sınıf), Ortaokul ve İmam Hatip Ortaokulu (5- sınıflar) Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı'nda, Türkiye'de hakim olan dinsel çeşitliliğin, "din kültürü ve ahlak bilgisi" derslerinde dikkate alınıp alınmadığının, "din kültürü ve ahlak bilgisi" konusunda verilen eğitimin, nesnellik ve çoğulculuk ölçütlerini karşılayıp karşılamadığının ve müfredat içeriğinde toplumda yaşayan her kesimin dini ve felsefi kanaatlerine saygı gösterilip gösterilmediğinin tespitine yönelik olarak; güncellenen İlkokul ( sınıf), Ortaokul ve İmam Hatip Ortaokulu (5- sınıflar) Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı üzerinde yaptırılacak bilirkişi incelemesi neticesinde karar verilmesi gerektiğigörüşüyle aksi yöndekiçoğunluk karara katılmıyoruz."B. Uluslararası Hukuk İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “ Ana baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmek hakkını öncelikle haizdirler.” Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “ Bu Sözleşme'ye Taraf Devletler, ana-babaların ve, uygulanabilir olan durumlarda, yasalarca saptanmış vasilerin, çocuklarına kendi inançlarına uygun bir dinsel ve ahlaki eğitim verme özgürlüklerine saygı göstermekle yükümlüdürler.” Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “ Bu Sözleşme'ye Taraf Devletler, ana-babaların veya -bazı durumlarda- yasal yoldan tayin edilmiş velilerin … çocuklarına kendi inançlarına uygun dinsel ve ahlaki eğitim verme serbestliklerine saygı göstermekle yükümlüdürler.” Anılan maddenin (3) ve (4) numaralı paragraflarına Türkiye şu şekilde çekince koymuştur:  “Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşme’nin maddesinin (3). ve (4). paragrafları hükümlerini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın , ve maddelerindeki hükümler çerçevesinde uygulama hakkını saklı tutar.” Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’yle ilgili olarak Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesince 8/12/1999 tarihinde kabul edilen 13 No.lu genel yorumun ilgili kısmı şöyledir: “ … Komite maddenin (3) numaralı paragrafının, kamuya ait okullarda dinlerin genel tarihi ve etik gibi konulardaki öğretime, bu öğretim objektif ve önyargısız olarak, düşünce, vicdan ve ifade özgürlüklerine saygılı bir şekilde verilirse izin verdiği görüşündedir. Komite, belirli bir din veya inancın öğretimini içeren kamusal eğitimin, ayrımcı olmayan muafiyetlere veya ebeveynlerin ve kanuni temsilcilerin isteklerine yer verecek alternatiflere ilişkin tedbirler sunmaması durumunda, maddenin (3) numaralı paragrafı ile uyumsuz olacağını not eder.” Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin (ÇHS) maddesinin ilgili kısmı şu şekildedir: “ Taraf Devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler. Taraf Devletler, ana-babanın ve gerekiyorsa yasal vasilerin; çocuğun yeteneklerinin gelişmesiyle bağdaşır biçimde haklarının kullanılmasında çocuğa yol gösterme konusundaki hak ve ödevlerine, saygı gösterirler…” Kamu Okullarında Dinler ve İnançlara Dair Eğitim Hakkında Toledo Kılavuz İlkeleri Avrupa Güvenlik ve İş Birliği Teşkilatı insiyatifiyle hazırlanan ve 2007 yılında yayımlanan Devlet Okullarında Dinler ve İnançlara Dair Eğitim Hakkında Toledo Kılavuz İlkelerinin ilgili kısmı şöyledir: “…Uluslararası standartlar altında ana ilkenin; tarafsız ve nesnel bir biçimde verildiği sürece zorunlu bile olsa dinler ve inançlar hakkında eğitim verilebileceği şeklinde olduğu görünmektedir. Dahası bu eğitime katılmamak için yeterli tedbirler öngörülmüşse, tarafsız olmayan dini öğretime de izin verilebilir (s.70)….Dinler ve inançlar hakkındaki eğitimi içeren zorunlu dersler yeterli ölçüde tarafsız ve nesnel ise bu derslere katılımın zorunlu tutulması din ve inanç özgürlüğünü ihlal etmez. (fakat devletler bu durumlarda da derse kısmi ya da tam katılmama imkânı sunma konusunda serbesttirler) (s. 72)...” Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonunun Türkiye Raporları Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonunun (Komisyon) Türkiye hakkındaki 15/12/2000 tarihli raporunun ilgili kısmı şöyledir: “…[Komisyon] zorunlu din dersi uygulamasının şu anda Türkiye’de kamuda tartışıldığını kaydetmektedir, ve din konularında kişisel seçimlere saygı duyulmasını sağlamak ve bu şekilde gerçek bir çoğulculuğa saygı duyulması amacıyla din eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması gerektiğine inanmaktadır.” Komisyonun Türkiye hakkındaki 25/6/2004 tarihli raporunun ilgili kısmı şöyledir: “ …. [Komisyon] bu durumun yeterince berrak olmadığı kanaatindedir: eğer söz konusu olan çeşitli dini kültürler hakkında bir ders ise, bu dersleri yalnızca Müslüman çocuklar için zorunlu tutmanın gereği yoktur. Buna karşılık, eğer bu ders, belirli bir dinin öğretisi niteliğinde, esas olarak İslam dinini öğretmeyi hedefliyorsa, o zaman da çocukların ve ebeveynlerinin dini özgürlüklerini korumanın gereği olarak zorunlu bir ders olmaktan çıkarılmadır…” Komisyonun Türkiye hakkındaki 10/12/2010 tarihli raporunun ilgili kısmı şöyledir: “72…[Komisyonun] gözlemlerine göre, eğer bu ders gerçekten farklıdinkültürlerinikapsıyorsaozaman yalnızca Müslüman öğrenciler için zorunlu olmamalıdır; öte yandan, esas olarak Müslümanlığı öğretmek üzere tasarlanmışsa, çocukların ve ebeveynin din özgürlüğünü korumak açısından zorunlu olmamalıdır.… [Komisyonun] üçüncü raporundan beri, bu konuda değişen pek bir şey yoktur; çeşitli kaynaklara göre, Anayasanın Maddesine ve 1739 sayılı Milli Eğitim Kanununun Maddesine göre devlet okullarında verilen zorunlu din dersinde hala İslam inancınınesaslarıöğretilmektedir… [Komisyon] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Zengin Hasan ve Eylem davasında verdiği kararın infazı konusunda, bu raporun diğer bölümlerinde yaptığıtavsiyelere atıfta bulunmakta ve eğitim sisteminde bütün dini azınlık gruplarımensuplarınıninançlarına, çocuklarının okulda din dersi almasını istemeyen kimseler dahil, saygı gösterilmesinin sağlanması gerektiğini vurgulamaktadır.” Komisyonun Türkiye hakkındaki 30/6/2016 tarihli raporunun ilgili kısmı şöyledir: “ …özellikle din eğitiminde yapısal ayrımcılığın sona erdirilmesi azınlık gruplarının sürdürülebilir bütünleşmesi için önemli olduğundan, [Komisyon], Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) bu alanda yeniden ciddi ihlaller bulmuş olmasını üzüntüyle karşılar... Bu davalar yetkililerin hala dini konularda devletin objektif ve tarafsız olma görevine saygı göstermediğini, bunun da dini azınlıklara karşı çeşitli şekillerde yapısal bir ayrımcılığa yol açtığını göstermektedir. Başarılı bir bütünleşme için bu tür yapısal ayrımcılığın sona erdirilmesi önemli olduğundan, [Komisyon],yetkilileri tekrar bu alanda AİHM kararlarını uygulamayı hızlandırmaya acilen davet eder...” Sözleşme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadıa. Ebeveynlerin Eğitim ve Öğretimde Dinî ve Felsefi İnançlarına Saygı Gösterilmesini İsteme Hakkı Sözleşme’ye ek (1) No.lu Protokol’ün maddesi (P1-2) şöyledir: “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ebeveynlerin bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarıyla uyumlu olarak yapılmasını sağlama hakkına saygı gösterir.” Türkiye, protokolü onaylarken P1-2’nin Anayasa’nın maddesinde sayılan inkılap kanunları arasında yer alan 430 sayılı Kanun hükümlerine halel getirmeyeceğini beyan etmiştir. Anılan protokole ilişkin 10/3/1954 tarihli ve 6366 sayılı İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi ve Buna Ek Protokolün Tasdiki Hakkında Kanun’un maddesinde de “İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesine Ek Protokolün ikinci maddesi 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanununun hükümlerini ihlâl etmez.” hükmüne yer verilmiştir.i. Genel İlkeler AİHM’e göre P1-2 ilk cümle tarafından domine edilen bir bütünü teşkil etmekte olup P1-2’nin ikinci cümlesi eğitime ilişkin temel hakkın tamamlayıcısıdır (Campbell ve Cosans/Birleşik Krallık, B. No: 7511/76, 7743/76, 25/2/1982 § 40). Bu çerçevede ikinci cümle, herkesin eğitim hakkına sahip olduğunu düzenleyen birinci cümleyle birlikte değerlendirilmelidir (Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen/Danimarka, B. No: 5095/71, 5920/72, 5926/72, 7/12/1976, § 50). AİHM’e göre P1-2’nin ikinci cümlesi sadece P1-2’nin birinci cümlesi ile değil Sözleşme’nin düşünce, vicdan ve bir dine bağlı olmamayı da içeren din özgürlüğünü düzenleyen, devletlere nötrlük ve tarafsızlık görevi yükleyen maddesiyle de birlikte değerlendirilmelidir. Bu çerçevede Sözleşme’ye taraf devletler nötrlük ve tarafsızlığı ile çeşitli dinlerin, inançların ve mezheplerin yaşanmasını güvence altına almak durumundadır. Bu husus, hem inanç sahibi olanlar ile inanç sahibi olmayanlar arasındaki ilişkiler hem de farklı dinler, mezhepler ve inançların bağlıları arasındaki ilişkilerle ilgilidir (Lautsi ve diğerleri/İtalya [BD], B. No: 30814/06, 18/3/2011, § 60). AİHM bir başka kararında P1-2’nin her iki cümlesinin sadece birbirlerinin ışığında değil ebeveynlere ve çocuklara özel hayatlara ve aile hayatlarına saygı hakkı tanıyan madde, düşünce inanç ve din özgürlüğünü düzenleyen madde ile haber ve görüş almak ve vermek özgürlüğünü düzenleyen madde ışığında değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir (Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen/Danimarka, § 52). P1-2’nin ikinci cümlesi uyarınca devlet, ebeveynlerin dinî ve felsefi inançlarına saygı göstermelidir (Belçika’da eğitimde dillerin kullanımı hakkındaki kanunların belli yönlerine ilişkin dava/Belçika, B. No: 1474/62, 1677/62, 1691/62, 1769/63,1994/63, 2126/64, 23/7/1968, § 6). P1-2’nin ikinci cümlesindeki ebeveynler terimi AİHM tarafından geniş yorumlanmakta olup bu kavramın büyükanne ve büyükbabayı da kapsayacak şekilde yorumlandığı görülmektedir (Lee/Birleşik Krallık, B. No: 25289/94, 18/1/2001). Bir çocuk, P1-2’nin ikinci cümlesinde sadece ebeveynlere tanınan hakkın ihlalinden dolayı mağdur olduğunu iddia edemez (Eriksson/İsveç, B. No: 11373/85, 22/6/1989, § 93). P1-2’nin ikinci cümlesindeki inançlar kelimesi fikirler ve düşünceler kelimeleriyle eş anlamlı olmayıp belli bir derece ikna ediciliğe, ciddiyete, bağlaşıklığa ve öneme nail olan görüşleri ifade etmektedir (Valsamis/Yunanistan, B No: 21787/93, 18/12/1996, § 25). P1-2’nin ikinci cümlesi kapsamındaki inançlar kavramı, demokratik bir toplumda saygıya değer, insan onuru ile bağdaşan ve çocukların eğitime ilişkin temel hakkıyla çatışmayan inançları ifade eder (Campbell ve Cosans/Birleşik Krallık, § 36). AİHM, P1-2’nin din öğretimi ve diğer konulardaki öğretim arasında bir ayrıma izin vermediği görüşündedir. Bu madde devletlerin ebeveynlerin dinî ya da felsefi inançlarına devlet tarafından sürdürülen eğitim programlarının bütününde saygı göstermesini gerektirmektedir (Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen/Danimarka, § 51). Devletin saygı gösterme yükümlüğü, kapsamı itibarıyla geniş olup sadece eğitimin içeriğine ya da sunum şekline değil bu alanda devlet tarafından yürütüldüğü kabul edilen tüm fonksiyonların icrasına uygulanır. Zaman zaman bireysel menfaatlerin grup menfaatlerine nazaran ikinci planda kalması düşünülebilirse de demokrasi basit bir şekilde her zaman çoğunluğun görüşlerinin üstün geleceği anlamına gelmez. Bu kapsamda azınlıklara adil ve uygun bir muameleyi güvence altına alan ve baskın pozisyonun kötüye kullanımından kaçınan bir dengenin sağlanması gerekir (Valsamis/Yunanistan, § 27). P1-2’nin ikinci cümlesi çerçevesinde saygı kavramı, tanınma veya dikkate alınma ifadelerinden daha fazla bir anlam taşır ve negatif bir yükümlülüğe ilave olarak devlet üzerinde bazı pozitif yükümlülüklere de işaret eder (Campbell ve Cosans/Birleşik Krallık, § 37) ancak ebeveynlerin devletten belli bir formda öğretim sunmasını talep edebilecekleri anlamında yorumlanamaz (Lautsi ve diğerleri/İtalya, § 61). AİHM’e göre kişilerin devletin eğitim ve öğretimde kendi dinî ve felsefi inançlarına saygı duyulmadığını düşünmeleri anlaşılabilirse de tek başına bu subjektif algılamalar P1-2’nin ihlal edildiğinin tespiti için yeterli değildir (Lautsi ve diğerleri/İtalya, § 66). AİHM ayrıca Sözleşme’den kendi inançlarına zıt inançlarla karşı karşıya gelmeme şeklinde bir hak çıkarmanın mümkün olmadığı görüşündedir (Appel-Irrgang ve diğerleri/Almanya (k.k.), B. No: 45216/07, 6/10/2009). AİHM’e göre -herkesçe kabul edileceği üzere- ebeveynler, doğal ebeveyn işlevleri çerçevesinde eğitimciler olarak kendi çocuklarını aydınlatır, onlara tavsiyede bulunur ya da onlara kendi dinî veya felsefi inançlarıyla uyumlu bir çizgide kılavuzluk eder (Hasan ve Eylem Zengin, § 68). Çocuklarının eğitim ve öğretiminden öncelikle sorumlu olan ebeveynler, bu anlamda çocuklarına yönelik kendi doğal görevlerinin devlete aktarılması sürecinde devletten kendilerinin dinî ve felsefi inançlarına saygı duymasını isteyebilir (Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen, § 52). AİHM’e göre P1-2’nin ikinci cümlesi -en öz ifadeyle- Sözleşme tarafından tasavvur edildiği şekliyle demokratik toplumun korunması için gerekli olan eğitimde çoğulculuğu güvence altına almayı amaçlar (Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen/Danimarka, § 50). AİHM demokratik bir toplumda öğrencilere ifade özgürlüğü, inanç ve din bağlamındaki dinî konulara ilişkin eleştirel, akılcı bir bakış açısı geliştirme imkânını sadece eğitimde çoğulculuğun sağlayabileceğini değerlendirmektedir (Hasan ve Eylem Zengin, § 69).ii. Din Eğitim ve Öğretiminde Müfredatın Planlanması ve Düzenlenmesine İlişkin İlkeler AİHM’e göre müfredatı planlama ve düzenleme devletlerin yetki alanındadır. Çünkü bu husus, bulunacak olan çözümün mantıken ülkeye ve bölgeye göre değişiklik gösterebileceği ve AİHM’in karar veremeyeceği uyuma ilişkin meseleleri içerir (Valsamis/Yunanistan, § 28). P1-2’nin ikinci cümlesi, taraf devletlerin eğitim ve öğretim yoluyla doğrudan ya da dolaylı olarak dinî ve felsefi türdeki bilgi ve tecrübeleri vermelerini engellemez. Bu cümle, ebeveynlere okul müfredatındaki bu tür bir eğitim ve öğretimin entegrasyonuna karşı çıkma izni dahi vermez; aksi takdirde tüm kurumsal eğitim yürütülememe riski altında kalır.Aslında okulda öğretilen konuların çoğunun az ya da çok felsefi bir görünüme ve etkilere sahip olmaması çok zor gözükmektedir. Bu yargı; dinlerin varlığının felsefi, kozmolojik ve ahlaki mahiyetteki hemen her soruya ilişkin bir cevap barındırabilen, çok geniş bir dogmatik ve etik bir bütünlük meydana getirdiği hatırlandığında dinsel meyillilik için de geçerlidir (Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen, § 53). Ancak P1-2’nin ikinci cümlesinin amacı eğitimde çoğulculuk imkânını muhafaza etmektir. Bu nedenle bu cümledeki hüküm devletin eğitim ve öğretime ilişkin görevlerini ifa ederken müfredatın kapsadığı bilgi ve tecrübelerin herhangi bir dinin propagandasının olmadığı ılımlı bir atmosferde öğrencilerin özellikle dinlerle ilgili eleştirel bir bakış açısı geliştirmelerini sağlayacak biçimde, objektif, eleştirel ve çoğulcu bir şekilde aktarılması konusunda özenli davranmasını gerektirir. Devletlerin ebeveynlerin dinî ve felsefi inançlarına saygı gösterilmediği şeklinde değerlendirilebilecek endoktrinasyon amacını izlemeleri yasaktır. Bu devletler tarafından aşılmaması gereken bir sınırdır (Lautsi ve diğerleri/İtalya, § 62). AİHM’e göre müfredatta bir dinin diğer dinlere ve felsefi inançlara nazaran daha fazla yer alması, tek başına endoktrinasyona varacak ölçüde çoğulculuk ve nesnellik ilkelerinden ayrılma olarak görülemez. İlgili dinin davalı devletin tarihinde ve geleneğinde işgal ettiği alan gözönünde bulundurulduğunda bu husus, devletin müfredatı planlama ve düzenleme konusundaki takdir marjı kapsamında değerlendirilebilir (Folgerø ve diğerleri/Norveç [BD], B. No: 15472/02, 18/03/2011, § 89). Bununla beraber bir taraf devlet müfredatta din öğretimine yer verdiğinde öğrencilerin okul tarafından verilen dinî eğitim ile ebeveynlerinin dinî ve felsefi inançları arasındaki bir çatışmayla yüz yüze kalmalarından mümkün olduğu ölçüde kaçınması gerekir (Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye, § 71). AİHM bu konuda Avrupa’daki uygulamalarını incelediği Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye (bkz. § 34) kararında, öğretim yöntemlerinin çeşitliliğine rağmen Avrupa’daki din eğitimine genel olarak bakıldığında Sözleşme’ye taraf devletlerin neredeyse tamamının öğrencilere din eğitimi alma dışında muafiyete tabi tutmak ya da o dersi ikame edebilecek bir başka derse katılmalarını sağlamak veya öğrencilere din derslerine kaydolma veya kaydolmama seçeneği sunmak biçiminde en az bir alternatif sunduğunu tespit etmiştir.iii. Din ve Ahlak Derslerine İlişkin Örnek Davalar AİHM, Hasan ve Eylem Zengin/Türkiye davasında DKAB dersi konusunda okullarda verilen öğretimin öğrencinin babası olan Alevi inancının mensubu Hasan Zengin açısından dinî ve felsefi inançlara saygı kriterlerini karşılamadığı tespitini yapmıştır. AİHM’e göre sadece Hristiyan ve Yahudilere bu dersten muafiyet imkanı getirilmiş olması -bu dersin tarafsızlığına ilişkin argümanlar dikkate alındığında- sorunludur. AİHM, muafiyetin kapsamı her ne olursa olsun ilgililerin okul yönetimlerini dinî ve felsefi inançları konusunda bilgilendirmek durumunda bırakılmalarının muafiyet uygulamasını vicdan özgürlüğüne saygı noktasında uygunsuz bir araca dönüştürdüğü kanaatindedir. AİHM bu başvuruda P1-2’nin ikinci cümlesi kapsamındaki hakkın ihlal edildiğine karar vermiştir (bkz. §§ 66-70). AİHM, Folgerø ve diğerleri/Norveç davasında derslerdeki dinî uygulamalara ilişkin kısmi muafiyet taleplerinde gerekçe sunulması zorunluluğu bulunmasının öğrenci ebeveynlerine, kendilerini böyle bir talepte bulunmaktan alıkoyabilecek olan özel yaşamlarını gereksiz yere açığa çıkarma riski çerçevesinde ağır bir yük yükleme ihtimalinin bulunduğu tespitini yapmış ve P1-2’nin ikinci cümlesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır (Folgerø ve diğerleri/Norveç, § 100). AİHM, Appel-Irrgang ve diğerleri/Almanya davasında okullarda zorunlu ahlak dersleri verilmesini, bu dersin çoğulcu ve tarafsız olarak verildiğini tespit ederek P1-2’nin ikinci cümlesine aykırı bulmamış; ilgili makamların bu ders yönünden genel bir muafiyet getirme yükümlülüğü altında olmadığına karar vermiştir. AİHM, Mansur Yalçın ve diğerleri/Türkiye davasında DKAB dersi müfredatındaki değişikliklerin gerçek anlamda bir revizyon getirmediği ve Türk eğitim sisteminde Sünni İslam anlayışından farklı bir dinî ya da felsefi inanca sahip ebeveynlerin çocukları için uygun seçenekler öngörülmediği, çok kısıtlı olan muafiyet usulünün öğrenci ebeveynlerine ağır bir yük yükleme ihtimalinin bulunduğu ve çocuklarının din dersinden muaf tutulması için dinî ve felsefi inançlarını açıklama mecburiyeti ortaya çıkarabileceği tespitini yapmış ve P1-2’nin ihlal edildiğine karar vermiştir (bkz. §§ 77-82).b. Öğrencilerin ve Ebeveynlerin Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü Sözleşme’nin maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “ Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir...” AİHM’e göre P1-2’nin ikinci cümlesi sadece ebeveynlere yönelik bir hak içerdiğinden eğitim gören bir çocuk, P1-2’nin ikinci cümlesinde ebeveynlere tanınan hakkın ihlalinden dolayı mağdur olduğunu iddia edemez (Eriksson/İsveç, § 93). Ancak çocuklar eğitimle ilgili konularda dinî inançlarına saygı gösterilmesi hususunda Sözleşme’nin maddesine dayanabilirler. AİHM, Sözleşme’nin maddesinin devletin dinsel endoktrinasyonuna karşı koruma sağladığını belirtmektedir. AİHM’e göre bu madde, öncelikli olarak kişisel ve dinî inançlar alanını korumaktadır (Saniewski/Polonya (k.k.), B. No: 40319/98, 26/6/2001). Öte yandan AİHM, bir kişinin dinî inançlarını açıklama özgürlüğünün dinî inançların açığa çıkarılmasının istenmemesini ve bu gibi bir inanca sahip olup olmadığının anlaşılmasına neden olabilecek bir pozisyonda olması gerektiğini varsaymaya zorlanmamasını da kapsayan negatif bir yöne sahip olduğuna işaret etmiştir (Grzelak/Polonya, B. No: 7710/02, 15/6/2010, § 87). AİHM; kişisel dinî ve felsefi inanca ilişkin bilginin özel hayatın en mahrem boyutlarından bazıları ile ilgili olduğunu ve bu nedenle ebeveynlere, okul idarelerine dinî veya felsefi inançlarıyla ilgili detaylı bilgi sunma zorunluluğu uygulanmasının Sözleşme’nin ve muhtemelen maddesinin ihlalini oluşturabileceğini ifade etmiştir (Folgerø ve diğerleri/Norveç, § 98).
Din ve vicdan özgürlüğü
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/15345
Başvuru, öğrencinin din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muafiyet imkânı bulunmaması nedeniyle ebeveynlerin eğitim ve öğretimde dinî ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesini isteme hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 18/9/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia dışındaki iddialar yönünden kısmi kabul edilmezlik kararı verilerek makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia yönünden kabul edilebilirlik hususu karara bağlanmadan dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu tarafından 24/9/2007 tarihinde Gebze İş Mahkemesinde açılan iş kazasından doğan maddi ve manevi tazminat istemli davada İlk Derece Mahkemesinin 14/1/2014 tarihli hükmü ile davanın kısmen kabulüne hükmedilmiş, temyiz incelemesi sonucu hüküm Yargıtay Hukuk Dairesinin 30/6/2014 tarihli ilamı ile onanmış ve yargılama sona ermiştir.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/15476
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, ihalenin feshi için açılan dava sonucunda ihale bedelinin %10'u oranında para cezasının hazineye irat kaydına karar verilmesi nedeniyle adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucu, nihai hükmü 24/3/2021 tarihinde öğrendikten sonra 8/4/2021 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/27063
Başvuru, ihalenin feshi için açılan dava sonucunda ihale bedelinin %10'u oranında para cezasının hazineye irat kaydına karar verilmesi nedeniyle adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, yakalama ve gözaltı tedbirlerinin hukuki olmaması ve buna bağlı olarak açılan tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; hukuka aykırı olarak verilen arama kararı nedeniyle de özel hayata saygı hakkı ile konut dokunulmazlığı hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 6/5/2016 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Hakkâri Cumhuriyet Başsavcılığınca silahlı terör örgütüne üye olma ve örgüte bilerek yardım etme suçlarından yürütülen bir soruşturmada Cumhuriyet Savcılığı tarafından gecikmesinde sakınca bulunan hâl kapsamında verilen yazılı emir uyarınca terör örgütü mensuplarının yakalanabilmesi ve suç delillerinin ele geçirilmesi amacıyla 21/12/2015 tarihinde başvurucunun evinde arama yapılmıştır. Savcılık emrinin ilgili kısımları şöyledir:" Hakkari Emniyet Müdürlüğünce PKK/KCK terör örgütünün faaliyetlerinin deşifre edilmesi ve engellenmesine yönelik çalışmalarda;Kongra-Gel(PKK)/KCK'nın kırsal alan kadrolarına mensup dört kişilik grubun Aralık 2015 ayı ikinci haftası itibarıyla Hakkari/Merkez/Biçer Mahallesinde mukim N.T, A.T ve Ş.T.nin evlerinde dönüşümlü olarak kaldıkları,İlimiz Merkezinde terör örgütü adına kırsal alanda faaliyet gösteren örgüt mensuplarıyla irtibatlı olarak milislik/kurye işbirlikçi ve kırsal alana eleman aktarımı faaliyetlerinde bulunan İlimiz Merkezi Bağlar ve Biçer Mahallesi ikamet eden A.A, H.A., Y. ve E.T. isimli şahısların terör örgütün kırsal alan kadrosunda faaliyet gösteren örgüt mensuplarını barındırıyor olabilecekleri, ayrıca 3-4/11/2015 tarihlerinde İlimiz Merkez Bağlar ve Biçer Mahallelerinde terör örgütü mensuplarınca gerçekleştirilen eylemlerde örgüt mensuplarına destek sağladıkları şeklinde teyide muhtaç bilgilerin elde edildiği,... 'Ben bir ihbarda bulunacağım, Bağlar Mahallesinde S.Ç. isimli bayan evinde örgütçü saklıyor, bizim arkadaşlar eve girerken görmüş, bana öyle dediler' şeklinde ihbar yapılmış olup,...... Belirtilen ikametlerde, bu ikametlere ait müştemilatlarda, ikametlerde bulunan kişilerin üzerlerinde, varsa şahısların kullandığı tespit edilen araçlarında suç ve suç unsurlarının elde edilebilmesi ve ilgi (a-b) sayılı yazılar ile ilgi (c) sayılı ihbar içeriğinde belirtilen PKK/KCK terör örgütü mensuplarının YAKALANABİLMESİ amacıyla Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun 116-117-118-119 maddeleri gereğince ARAMANIN YAPILABİLMESİ, elde edilecek suç ve suç unsurlarına ve suç teşkil eden eşyalara el konulabilmesi amacıyla gecikmesinde sakınca bulunan hal olduğundan 21/12/215 günü saat:03:30-07:30 arasında bir defaya mahsus arama-yakalama-el koyma kararı verilmiştir." Başvurucu gece vaktinde evinde yapılan arama sonrasında 21/12/2015 günü saat 40'ta hakkında Yakalama ve Gözaltı Tutanağı düzenlenerek Hakkâri Emniyet Müdürlüğüne götürülmüştür. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcısı tarafından "yakalanan tüm şahısların şüpheli olarak ifadeleri alınarak salıverilmesi" yönünde 21/12/2015 tarihli yazılı talimat verilmiş olup aynı tarih, saat 30'da Yakınlarına Haber Verme Tutanağı ile başvurucunun gözetim altına alındığının eşine bildirildiği belirtilmiş ve başvurucu hakkında saat 27'de Hakkâri Devlet Hastanesince adli muayene raporu düzenlenmiştir. Yine aynı tarih, saat 11'de başvurucunun şüpheli sıfatıyla ifadesi alınmıştır. Başvurucunun ifadesi şöyledir:"Hakkımdaki suçlamaları kabul etmiyorum. Benim PKK/KCK terör örgütü ile herhangi bir alakam yoktur. Ben evimde herhangi bir örgüt mensubu barındırmadım." Başvurucu hakkında saat 26'da Hakkâri Devlet Hastanesince adli muayene raporu düzenlenmiş ve Salıverme Tutanağı sonrasında başvurucu serbest bırakılmıştır. Hakkâri Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma sonucu 23/12/2015 tarihinde başvurucu hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair (takipsizlik) karar verilmiş ve bu karar 25/1/2016 tarihinde kesinleşmiştir. Başvurucu, haksız yakalama ve gözaltı sebebiyle 29/1/2016 tarihinde Hakkâri Ağır Ceza Mahkemesinde (Mahkeme) 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun maddesine dayanarak tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinin ilgili kısımları şöyledir: " ...1-) Müvekkilim Mehmet YALÇIN 21/12/2015 tarihinde örgüte üye olmak suçunu işlediği iddiasıyla yaşadığı ikamete kolluk ekipleri tarafından operasyon yapılmış ve müvekkil sabaha karşı haksız olarak saat 4:40 geçe evinde yakalanmıştır. Yakalama tutanağı düzenlenmiş müvekkil sabaha karşı saat 5:27 geçe Hakkari devlet hastanesine götürülmüş, müvekkil hakkında yakalama ve gözaltı formu doldurulmuş yakınlarına haber verilerek Hakkari Emniyet Müdürlüğü'ne götürülmüştür. İfadesi 10:00 da alınan müvekkil daha sonra saat 11:26 geçe hastaneye götürülerek salıverme tutanağıyla serbest bırakılmıştır. 2- )Daha sonra Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmada müvekkilim herhangi bir örgütle bağlantısı olmadığı tespit edilmediğinden hakkında 23/12/2015 tarihinde kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiştir. Bu karar 23/1/2016 tarihinde kesinleşmiştir. 3-) Müvekkilim emniyette kaldığı süre içerisinde özgürlüğünden alıkonulmuş, maddi ve manevi olarak zarar görmüş, psikolojik sorunlar yaşamış ve halen de bu sorunları yaşamaktadır. Müvekkil geceleri uyurken tedirgin olmaktadır. Müvekkilin uyku düzeni bozulmuştur. 4-) Açıkladığımız nedenlerle haksız yakalamadan doğan maddi ve manevi zararların davalı hazine tarafından tezmin edilmesini sağlamak amacıyla işbu davayı açma zorunluluğu doğmuştur. ...Açıklanan nedenlerle, re'sen gözetilecek sebeplerden ötürü, müvekkiIlim haksız yakalamadan dolayı 500 TL maddi ve 900 TL manevi olmak üzere toplam 400 TL tazminatın müvekkillin yakalanma tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte devalıden tazmini ve yargılama giderleri ile ücreti vekôletin karşı tarafa yükletilmesini saygılarımızla arz ve talep ederiz." Tazminat talebini inceleyen Mahkeme 3/5/2016 tarihli kararıyla "şartları oluşmayan maddi ve manevi tazminat davasının" reddine dair kesin olarak karar vermiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısımları şöyledir: " ...29/2/2016 tarihinde verilen cevapta şüphelinin 21/12/2015 tarihinde dosyada mevcut kolluk güçlerince tanzim edilen 'Şüpheli ve Sanık Hakları Formunda' yazılı 21/12/2015 tarih esas alınmakla şüphelinin gözaltına alındığına dair cevap verilmiş ise de; şüpheli Mehmet YALÇIN'ın gerçekte gözaltına alınmadığı, söz konusu kaydın tamamen ihmal sonucunda doldurulduğunun anlaşıldığı, nitekim Cumhuriyet savcısı tarafından kolluğa verilen talimatta şüphelinin ifadesinin alınması sonrasında salıverilmesi yönünde talimat verildiği, şüpheli şahsın gözaltına alınmaksızın emniyetteki ifadesinin akabinde salıverildiği, herhangi bir tutuklamanın olmadığının bildirildiği anlaşılmıştır....Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığının 2015/2866 sayılı dosyasında davacı şüpheli Mehmet Yalçın'ın 21/12/2015 tarihinde hakkında yapılan bir ihbar üzerine Cumhuriyet Savcısının usulüne uygun bir şekilde vermiş olduğu arama kararı üzerine ikametinde bulunduğu ve hakkında yapılan ihbar doğrultusunda ifadesinin alınması amacıyla Hakkari İl Emniyet Müdürlüğüne götürüldüğü, daha sonra ifadesinin alınmasına müteakip emniyet müdürlüğünden salıverildiği, davacı hakkında herhangi bir gözaltı kararı verilmediği ve aynı gün salıverildiği, yapılan soruşturma neticesinde 23/12/2015 tarihve 2015/1552 karar sayılı kararı ile Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar verildiği, davacının dava dosyasında gözaltına alınmadan sadece beyanı alınmak üzere emniyet müdürlüğüne götürüldüğü ve savunması alındıktan sonra serbest bırakıldığı, dosya kapsamında davacının gözaltı talimat kararının da olmadığı ve nezarete de alınmadığı, bu nedenle de korunma tedbiri nedeniyle tazminat davası açılmasının koşullarının oluşmadığı anlaşılmakla açılan davanın reddine [karar verildi]." Bu karar 3/5/2016 tarihinde başvurucuya tefhim edilmiştir. Başvurucu 6/5/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İlgili hukuk için bkz. Hasan Akboğa ([GK], B. No: 2016/10380, 27/3/2019, §§ 19-34) hakkında verilen karar.
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/9534
Başvuru, yakalama ve gözaltı tedbirlerinin hukuki olmaması ve buna bağlı olarak açılan tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; hukuka aykırı olarak verilen arama kararı nedeniyle de özel hayata saygı hakkı ile konut dokunulmazlığı hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurular, süresi içinde yapılmıştır. Başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ekli tabloda yer alan başvurular bu başvuru ile birleştirilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2022/5874
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, ceza soruşturması kapsamında mal varlığı hakkında verilen elkoyma tedbiri nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 6/3/2018 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:A. Başvuru Tarihine Kadarki Süreç Türkiye 15 Temmuz 2016 gecesi silahlı bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalmış ve Bakanlar Kurulu tarafından ülke genelinde 21/7/2016 tarihinden itibaren doksan gün süreyle olağanüstü hâl (OHAL) ilan edilmesine karar verilmiştir. Müteaddit defalar uzatılan OHAL 19/7/2018 tarihinde son bulmuştur. Darbe teşebbüsüne ilişkin süreç, OHAL ilanı, OHAL döneminin gerektirdiği tedbirlere ilişkin detaylı açıklamalar Anayasa Mahkemesinin Aydın Yavuz ve diğerleri ([GK], B. No: 2016/22169, 20/6/2017, §§ 12-20, 47-66) kararında yer almaktadır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı (Başsavcılık) anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs ve Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanmasına (FETÖ/PDY) üye olma suçlarından haklarında soruşturma yürütülen başvurucu dâhil bazı şüphelilerin mal varlığı hakkında elkoyma tedbiri uygulanmasını talep etmiştir. Ankara Sulh Ceza Hâkimliği 18/8/2016 tarihinde şüphelilere ait taşınmazlar ve ulaşım araçlarına yönelik olarak tedbir talebini kabul etmiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucu ile diğer şüphelilerin soruşturma konusu suçu işlediklerine dair kuvvetli şüphenin mevcut olduğu belirtilmiştir. Kararda 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun maddesi, 27/7/2016 tarihli ve 29783 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 668 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin (KHK) maddesinin (1) numaralı fıkrasının (ı) bendi ile 15/8/2016 tarihli ve 671 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Kurum ve Kuruluşlara İlişkin Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin maddesi ile değişik 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 20/A maddesi dayanak olarak gösterilmiştir. Ankara Sulh Ceza Hâkimliği ise 14/11/2016 tarihinde şüphelilere ait Polis Bakım ve Yardım Sandığındaki (POLSAN) alacaklarına yönelik olarak tedbir talebini benzer gerekçeyle kabul etmiştir. Başvurucu, birçok kez elkoyma tedbirlerinin kaldırılmasını talep etmiş; en son 19/1/2018 tarihinde başvurucu hakkındaki kovuşturmanın yapıldığı Ankara Ağır Ceza Mahkemesince talep reddedilmiştir. Bu karara karşı yapılan itirazı inceleyen Ankara Ağır Ceza Mahkemesince 6/2/2018 tarihinde itirazın reddine karar verilmiştir. Bu karar, başvurucuya 9/2/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 6/3/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. Başvuru Tarihinden Sonraki Süreç Bireysel başvuru tarihinden sonra 2/11/2018 tarihinde Ankara Ağır Ceza Mahkemesince başvurucunun mahkûmiyetine karar verilmiş ise de hükümde ve gerekçede elkoyma tedbirleri hakkında bir değerlendirme yapılmadığı anlaşılmıştır. Başvurucunun mahkûmiyet kararı sonrasında 18/12/2018 ve 2/1/2019 tarihlerinde ileri sürdüğü elkoyma tedbirlerinin kaldırılması taleplerine cevap verilmemiştir. Başvurucu, tedbir kararlarını uygulayan ilgili Tapu Sicil Müdürlüğü ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile POLSAN'a 3713 sayılı Kanun'un 20/A maddesinin birinci fıkrası uyarınca tedbirlerin resen kaldırılması talebiyle 4/3/2019 tarihinde yaptığı başvurulardan da sonuç alamamıştır. Mahkûmiyet kararının istinaf incelemesini yapan Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesince (Daire) 22/1/2020 tarihinde, 3713 sayılı Kanun'un 20/A maddesinin birinci fıkrası gereğince hukuk mahkemelerinden verilmiş tedbir kararı bulunmadığı takdirde başvuru konusu elkoyma tedbirlerinin kaldırılmasına karar verilmiştir. 3713 sayılı Kanun'un 20/A maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ve bu Kanun kapsamına giren suçlar nedeniyle gerçek veya tüzel kişiler ile kamu kurum ve kuruluşlarının uğradığı zararların tazmini amacıyla, soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısının talebi üzerine sulh ceza hâkimi, kovuşturma aşamasında mahkeme tarafından, şüpheli veya sanıklara ait taşınmazların veya kara, deniz ya da hava ulaşım araçlarının devir ve temlikini veya bunlarla ilgili hak tesisini önlemek ya da tasarruf yetkisini kısıtlamak için şerh düşülmesine karar verilebilir. Taşınmazlarla ilgili karar tapu kütüğüne; kara, deniz ve hava ulaşım araçlarıyla ilgili karar ise bu araçların kayıtlı bulunduğu sicile şerh verilmek suretiyle icra olunur. Kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın kesinleşmesi halinde veya şerhin konulduğu tarihten itibaren iki yıl içinde, şerhin devamı yönünde hukuk mahkemesinden verilmiş ihtiyati haciz veya ihtiyati tedbir kararı ibraz edilmediği takdirde şerh kendiliğinden terkin edilir." İlgili hukuk kaynakları için ayrıca bkz. Süleyman Kaçmaz, B. No: 2016/72686, 10/12/2019, §§ 26-
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/7296
Başvuru, ceza soruşturması kapsamında mal varlığı hakkında verilen elkoyma tedbiri nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, rüzgâr enerji santrali projesi için yapılan üretim lisansı başvurusunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada esasa etkili iddiaların karşılanmaması ve sadece idarece sunulan bilgiler uyarınca karar verilmesi nedenleriyle silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvurular 4/9/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvurular, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. 2018/28025 numaralı başvuru dosyasının kişi yönünden hukuki irtibat nedeniyle 2018/27502 numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmesine, incelemenin 2018/27502 numaralı başvuru dosyası üzerinden yürütülmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu Şirket tarafından 28/4/2006 tarihinde Enerji Piyasası Düzenleme Kurumuna (EPDK) yapılan başvurular ile toplam kurulu güçleri 70 milyon watt (MW) ve 150 MW olan Atares-1 ve Atares-2 Rüzgâr Enerji Santrali (RES) projeleri için 49 yıl süreyle lisans verilmesi talep edilmiştir. 4/8/2002 tarihli ve 24836 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan ve başvurucunun lisans talebinde bulunduğu tarih itibarıyla yürürlükte bulunan mülga Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliği (Lisans Yönetmeliği) uyarınca bağlantı talebini karşılama ve bu konuda Enerji Piyasası Düzenleme Kuruluna (Kurul) görüş bildirmekle görevli Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ) tarafından söz konusu başvurular üzerine 26/5/2008 tarihli yazı ile Kurula görüş bildirilmiştir. Anılan görüşte, Atares-1 RES Projesi'nin 70 MW olarak yaklaşık 58 kilometre enerji iletim hattı ile Orhaneli Trafo Merkezinin (TM) 154 kilovolt (kV) barasına bağlantısının, Atares-2 RES Projesi'nin ise 100 MW olarak yaklaşık 60 km enerji iletim hattı ile Gemlik TM'nin 154 kV barasına bağlantısının uygun görüldüğü belirtilmiştir. EPDK tarafından birkaç kez 1/11/2007 tarihinden önceki RES başvurularına yönelik bağlantı görüşlerinin yeniden değerlendirilmesi TEİAŞ'tan talep edilmiş, TEİAŞ 13/2/2009, 25/12/2009 ve 18/1/2010 tarihli yazıları ile başvurucuya ait projelerin de dâhil olduğu olumlu bağlantı görüşlerinin geçerli olduğunu EPDK'ya bildirmiştir. 18/2/2010 tarihli Kurul kararıyla, 14/3/2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun maddesiyle başlığı Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun olarak değiştirilen 20/2/2001 tarihli ve 4628 sayılı Kanun'un maddesine 9/7/2008 tarihli ve 5784 sayılı Kanun'un maddesiyle eklenen mülga "Rüzgâr enerjisine dayalı üretim tesisi kurmak üzere yapılmış veya yapılacak olan lisans başvuruları kapsamında..." hükmü çerçevesinde toplam bağlanılabilir kapasitenin TM gerilim seviyesi bazında ilan edilmesine karar verilmiş, inceleme ve değerlendirme aşamasında bulunan tüm RES projeleri için lisans başvurularının bu doğrultuda revize edilmesi istenilmiştir. Söz konusu karar üzerine başvurucu tarafından, Atares-1 RES Projesi için öngörülen sisteme bağlantı noktası ve gerilim seviyesinin Orhaneli TM 154 kV olarak, Atares-2 RES Projesi için öngörülen sisteme bağlantı noktası ve gerilim seviyesinin ise Gemlik TM 154 kV olarak belirtilmesi suretiyle mevcut başvurular aynen sunulmuştur. Anılan başvurulara yönelik yapılan değerlendirmeler sonucunda Atares-1 RES Projesi'ne 18 km mesafede Karacabey TM'de 54 MW YG kapasitesi, Atares-2 RES Projesi'ne ise 22 km mesafede Karacabey TM'de 54 MW YG kapasitesi mevcut olduğundan bahisle TEİAŞ'ın 9/6/2010 tarihli yazısıyla bağlantı taleplerinin uygun görülmediği, Kurulun 23/6/2010 tarihli kararıyla TEİAŞ'ın olumsuz görüşünün uygun bulunduğu ve başvurucu Şirketin lisans başvurularının reddedildiği anlaşılmaktadır. Başvurucu tarafından Atares-1 ve Atares-2 RES projelerine yönelik üretim lisansı başvurularının reddine ilişkin söz konusu işlemlerin iptali istemiyle Danıştayda davalar açılmıştır. Dava dilekçelerinde, daha önce defalarca uygun bağlantı görüşü verilmesine karşın sonradan bağlantı taleplerinin hangi gerekçelerle uygun bulunmadığının anlaşılamadığı, yıllarca bekletilen projelerin haksız şekilde reddedildiği ileri sürülmüştür. Danıştay Onüçüncü Dairesince (Daire) 7/1/2011 tarihli ara kararı ile; başvurucunun üretim lisansı başvurusunda bulunduğu proje için en yakın TM'nin nerede olduğunun, ayrıca başka iki şirket tarafından yapılan 1512 ve 1436 numaralı başvurular için kabul edilen bağlantı noktasının bu projeler için en yakın TM olup olmadığının ve bu TM'lerin anılan projelere olan uzaklıkları TEİAŞ'tan istenilmiştir. 10/2/2011 tarihli cevapta; 1512 numaralı proje için talep edilen bağlantı noktasının en yakın TM'den 3 km kadar daha uzak bulunduğu ancak yapılan sistem etütlerinde 5 km'ye kadar olan uzaklıklarda gerilim düşümü, iletim kaybı vb. parametrelerdeki değişimin ihmal edilebilecek büyüklükte olduğu, bu ölçüdeki küçük uzaklık farklılıklarının dikkate alınmadığı ifade edilmiştir. Atares-1 Projesi için ise, en yakın TM 18 km mesafedeki 54 MW kapasiteli Karacabey TM olmasına karşın 62 km mesafede olan 70 MW kapasiteli Orhaneli TM'nin tercih edildiği, Kuruluşlarının ilave 44 km iletim hattı yatırımı, iletim kayıpları ve işletme giderlerinin oluşmasını teknik ve ekonomik olarak uygun görmediği belirtilmiştir. Başvurucunun Daireye sunduğu 25/2/2011 tarihli savunmaya cevap dilekçesinde ise taraflarınca yapılan araştırmada en yakın yerine daha uzak trafoları seçen birçok projenin reddedilmediğinin ve olumlu bağlantı görüşü verildiğinin tespit edildiği, bu projelerde iki trafo arasındaki mesafenin davalı idarenin savunduğu 5 km sınırının çok üzerinde olduğu belirtilmiştir. Ayrıca dilekçede, en yakın yerine daha uzak trafoların seçilmesine karşın olumlu bağlantı görüşü verildiği belirtilen 25 örneğe yer verilmiştir. Daire 4/3/2011 ve 9/3/2011 tarihli ara kararları ile bu kez -başvurucu Şirketin iddia ettiği üzere- en yakın TM yerine daha uzak TM'leri seçen projeler için kabul edilen bağlantı noktasının bu projeler için en yakın TM olup olmadığını ve bu TM'lerin anılan projelere uzaklıklarının ve bu projeler için kabul ve ilan edilen bağlantı noktalarının belirlenmesinde esas alınan ölçütlerin ne olduğunu TEİAŞ'tan sormuştur. Ara kararlarına verilen cevapta öncelikle, itirazda bulunulan 25 projeye ilişkin tek tek açıklamalara yer verilmiştir. Sonrasında Kurulun 18/2/2010 tarihinde aldığı karar ile inceleme ve değerlendirme aşamasında olan tüm başvuruların birlikte değerlendirilmesi gerektiğinin ifade edildiği, buna göre 1/11/2007 tarihinden önce bağlantı görüşü oluşturulmuş kapasiteler ile birlikte 50 projenin, 1/11/2007 tarihinde alınan 672 proje ve 13/2/2009 tarihinde verilen bağlantı görüşleri kapasiteleri ile birleştirilerek değerlendirildiği belirtilmiştir. Atares-1 ve 2 projelerine en yakın TM'nin Karacabey TM hâline geldiği, 1/11/2007 öncesi başvurusu olan ilgili şirketlerin uyarılarak eski bağlantı görüşlerinin geçerli olmayacağının ve en yakın TM'lerini seçmeleri gerektiğinin bildirildiği ancak başvurucu Şirketin eski bağlantı noktalarını tercih ettiği hususlarına yer verilmiştir. Daire 8/2/2014 ve 24/2/2015 tarihlerinde davaları reddetmiştir. Kararlarda öncelikle 4/3/2011 ve 9/3/2011 tarihli ara kararlarına verilen cevaptan bahsedilmiş, sonrasında şu değerlendirme ve gerekçelere yer verilmiştir:"...diğer taraftan benzer bir uyuşmazlıkta, Dairemizin E:2010/4676 sayılı dosyasında 2013 tarihinde verilen ara kararı ile, TEİAŞ'tan, olumsuz bağlantı görüşlerinin hangi teknik ölçütlere dayandığının, sisteme bağlantının daha uzak trafo merkezinden yapılması hâlinde hangi sakıncaların ortaya çıkabileceğinin, sistemin zarar görüp görmeyeceğinin, varsa bu konuda doğabilecek zararın proje sahibinin katlanacağı maliyetle giderilip giderilemeyeceğinin, arz güvenliğinin olumsuz etkilenip etkilenmeyeceğinin sorulduğu; ara kararına verilen cevapta, TEİAŞ tarafından 720 projenin aynı teknik ve ekonomik kriterler göz önüne alınarak değerlendirildiği, teknik ve ekonomik olarak en uygun bağlantı noktasını tercih etmeyen projelere uygun görüş verilmediği, aksi bir durumun şirket lehine ayrıcalık tanımak anlamına geldiği, yapılan değerlendirme sonucunda en yakın bağlantı noktasına göre başvurusunu uygun olarak gerçekleştiren 698 şirkete uygun görüş verildiği, en yakın bağlantı noktasını tercih etmeyen 22 şirkete ait projenin sistem bağlantısının uygun bulunmadığı, projenin bağlantı noktasının daha uzak trafo merkezi olarak belirlenmesi hâlinde ek hat maliyetinin çıkacağı, arazideki şehirleşme ve tarım alanları göz önünde bulundurulduğunda yapılaşma nedeniyle hat maliyetinin daha da artacağı, tarım alanları nedeniyle de kamulaştırma maliyetlerinin yüksek olacağı, sonuç olarak daha uzak bir noktaya bağlantı yapılması durumunda, sisteme bağlantısı planlanan toplam kurulu gücü 000 MW olan RES'in sistem bağlantılarının teknik ve ekonomik açıdan uygun optimum bir değerlendirme yapılmasına engel olacağı belirtilmiştir.Bu durumda; davacı şirketin yaptığı başvuruda, öngörülen sisteme bağlantı noktası ve gerilim seviyesini Orhaneli TM 154 kV olarak belirtmesi, TEİAŞ tarafından yapılan değerlendirme sonucunda projeye daha yakın trafo merkezi bulunması sebebiyle olumsuz bağlantı görüşü verilmesi ve bu görüşün Kurulca uygun bulunması karşısında, davacı şirketin üretim lisansı başvurusunun reddedilmesine ilişkin dava konusu Kurul kararında hukuka aykırılık görülmemiştir.Öte yandan; rüzgâr enerjisine dayalı üretim tesisi kurmak üzere yapılmış ve yapılacak olan lisans başvurularında uygulanacak esaslar 5784 sayılı Kanun'la yeniden belirlendiğinden ve davacı şirket bu düzenlemeden önce lisans almaya hak kazanamadığından, diğer bir ifadeyle bu konuda kazanılmış hakkı bulunmadığından, dilekçede öne sürülen itirazlar geçerli görülmemiştir." Başvurucu tarafından kararlar temyiz edilmiştir. Temyiz dilekçelerinde; Atares-1 ve Atares-2 üretim tesisleri ile aynı bölge ve aynı kaynak için başka bir tüzel kişilik tarafından başvuru yapılmadığından söz konusu projelerin sahada tekli başvuru olarak kaldığı, daha önce 5 kez uygun görüş verilen ve ekonomik olarak kabul edilen Orhaneli TM ve Gemlik TM'ye bağlantı taleplerine haksız bir şekilde olumsuz görüş verildiği belirtilmiştir. Ayrıca TEİAŞ'ın olumsuz görüşüne dayanak teşkil eden mülga Lisans Yönetmeliği'nin maddesinin üçüncü fıkrasının (f) bendinde, talep edilen bağlantı noktasına oranla ekonomik açıdan daha uygun ve daha düşük sistem kaybı sağlayan bağlantı noktası bulunması durumunda olumsuz görüş verilebileceğinin düzenlendiğini, düzenleme gereği olumsuz görüş verilebilmesi için iki koşulun aynı anda var olmasının gerektiği, bu nedenle sadece en yakın TM'ye bağlantı talebi bulunmadığı gerekçesiyle başvuruların reddedilmesinin hukuka aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (İDDK) 3/2/2016 tarihli kararları ile Daire kararlarının onanmasına hükmedilmiştir. Başvurucu 13/6/2016 ve 7/9/2016 tarihlerinde de kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuştur. Kararın düzeltilmesi aşamasında başvurucu tarafından RES projelerinin teknik ve ekonomik yönden uygunluğuna yönelik 14/2/2018 ve 20/2/2018 tarihli iki ayrı uzman mütalaası dava dosyalarına sunulmuştur. Anılan 14/2/2018 tarihli uzman mütalaasında, Atares-1 RES Projesi için önerilen Orhaneli TM bağlantısının geri ödeme süresinin Yönetmelik'te belirtilen 10 yılın çok altında 6 yıl 6 ay olduğu, yine bahsedilen proje için iletim sistemi güç kaybı oranının TEİAŞ'ın 154 kV gerilim seviyesindeki enerji nakil hatları için kabul edilebilir bulduğu %2,5-%3 güç kaybı oranının çok altında %1 ile sınırlı bulunduğu ve Atares-1 Projesi'nin Orhaneli TM'ye bağlanmasının ekonomik olarak uygun olduğu belirtilmiştir. Yine Atares-2 RES Projesi için önerilen Gemlik TM bağlantısının geri ödeme süresinin 5 yıl 6 ay, iletim sistemi güç kaybı oranının ise %1,8 oranında olacağı ve bu bağlantının da ekonomik olarak uygun olduğu ifade edilmiştir. 20/2/2018 tarihli uzman mütalaasında ise başvurucunun bağlantı taleplerinin en yakın TM'ye bağlantı yapılmayıp uzak TM'ye bağlantı öngörüldüğü için uygun görülmediğinin bildirilmesine yönelik TEİAŞ'ın 9/6/2010 tarihli görüş yazısında, aynı durumda olan yani daha yakınında TM bulunmasına karşın daha uzaktaki TM'ye bağlantı izni verilen projelerin bulunduğu vurgulanmış, uzak mesafedeki TM'ye bağlantı izni verildiği belirtilen 13 ayrı projeye yer verilmiştir. Sonuç olarak, Atares-1 ve Atares-2 projelerine teknik ve ekonomik değerlendirmeler kapsamında TEİAŞ tarafından verilen beş adet uygundur onayı sonrası uygulanan uzaklık kriteri değerlendirmesinin aynı tarihli birçok projeye uygulanmadığı belirtilmiştir. Kararın düzeltilmesi istemleri İDDK'nın 15/3/2018 tarihli kararları ile oyçokluğuyla reddedilmiştir. Azınlıkta kalan bir üyenin karşıoy gerekçesinde ise başvurucu Şirket tarafından, Daire kararında yer verilen TEİAŞ değerlendirmesinin tamamen başka bir dosyaya ait olduğunun ve başvurucu Şirketin proje sahalarının bulunduğu dosya ile bir ilişkisinin bulunmadığının, ayrıca TEİAŞ'ın olumsuz bağlantı görüşünde yalnızca iletim hattı uzunluğunun esas alındığının, bağlantı noktasının ekonomik açıdan daha uygun olup olmadığının ise değerlendirilmediğinin ileri sürüldüğü ve söz konusu hususlara yönelik 14/2/2018 ile 20/2/2018 tarihli iki ayrı uzman kurulu mütalaasının dava dosyalarına sunulduğu belirtilmiştir. Bu iddiaların kabul edildiği takdirde davanın sonucunu değiştirebilecek içerikte olduğu, bu iddiaların karşılanması ve çürütülmesi yoluna gidilmediği ve başvurucu tarafın -karar düzeltme aşamasında yapılmış olsa da- iddiaları ve sunduğu belgeler hakkında değerlendirme yapılması ve bu iddiaların karşılanması gerektiği ifade edilmiştir. Nihai kararlar 6/8/2018 tarihinde tebliğ edilmiş, başvurucu 4/9/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 4628 sayılı Kanun'un işlem tarihinde yürürlükte bulunan "Amaç, kapsam ve tanımlar" kenar başlıklı mülga maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Bu Kanunun amacı; elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanmasıdır.Bu Kanun; elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı, toptan satışı, perakende satışı, perakende satış hizmeti, ithalat ve ihracatı ile bu faaliyetlerle ilişkili tüm gerçek ve tüzel kişilerin hak ve yükümlülüklerini, Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumunun kurulması ile çalışma usul ve esaslarını ve elektrik üretim ve dağıtım varlıklarının özelleştirilmesinde izlenecek usulü kapsar." 4628 sayılı Kanun'un maddesine 5784 sayılı Kanun'un maddesiyle eklenen ve işlem tarihinde yürürlükte bulunan mülga beşinci fıkra şöyledir:"Rüzgâr enerjisine dayalı üretim tesisi kurmak üzere yapılmış veya yapılacak olan lisans başvuruları kapsamında, bu Kanun ile 5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu kapsamında Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından yapılacak teknik değerlendirme ve ardından Kurum tarafından yapılacak değerlendirme sonucunda lisans almak için gerekli koşulları sağlayan başvuru sahipleri belirlenir. Yapılan belirleme sonucunda da aynı bölge ve/veya aynı trafo merkezi için birden fazla başvurunun bulunması durumunda, bu başvurular Kurum tarafından Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketine gönderilir. Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi tarafından bu durumda olan başvurular arasından sisteme bağlanacak olanı belirlemek için yarışma yapılır. Yapılan yarışmada, Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketine işletmeye girdikten sonra yönetmelikle belirlenecek bir süre boyunca üretilecek kWh başına ödenecek en yüksek katkı payını teklif ve taahhüt eden başvuru sahibi belirlenerek yarışma sonuçları Kuruma gönderilir. Lisans verilmesine ilişkin tüm hak ve yetkiler Kurula aittir. Katkı payı gelirleri Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi tarafından münhasıran sisteme bağlanacak üretim tesisleri için gerekli iletim yatırımlarının finansmanında kullanılır. Yarışmaya ve yarışma sonunda belirlenen katkı payının ödenmesine ilişkin usul ve esaslar Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi tarafından hazırlanacak ve Kurum tarafından onaylanacak yönetmelikle düzenlenir." 4628 sayılı Kanun'un "Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu ve Kurul Başkanlığı" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Bu Kanunun diğer maddeleri ile belirlenen görevlerinin yanısıra, Kurul aşağıdaki görevleri de yerine getirir:a) Bu Kanun hükümlerini uygulamak....Bu Kanunun diğer maddeleri ile belirlenen yetkilerinin yanısıra, Kurul aşağıdaki yetkilere de sahiptir:...b) Lisanslara ilişkin onaylarla, bu Kanunda belirtilen sair onayları vermek." Mülga Lisans Yönetmeliği'nin "Amaç" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Bu Yönetmeliğin amacı; elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu uyarınca oluşturulması öngörülen mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik piyasasında rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterecek tüzel kişilere verilecek lisanslara ilişkin usul ve esasların belirlenmesidir." Mülga Lisans Yönetmeliği'nin "Lisans ve lisans alma yükümlülüğü" kenar başlıklı maddesinin birinci fıkrası şöyledir:"Lisans, bir tüzel kişinin piyasada faaliyet gösterebilmek için Kurumdan almak zorunda olduğu bir yetki belgesidir." Mülga Lisans Yönetmeliği'nin "Sisteme erişim ve sistem kullanım hakları" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Gerçek veya tüzel kişilerin, iletim ve/veya dağıtım sistemine bağlantı ve sistem kullanım taleplerinin, ilgili mevzuat gereğince müstakil olarak iletim ve/veya dağıtım faaliyetini yürütmekle görevli TEĐAŞ ve/veya dağıtım lisansı sahibi tüzel kişiler tarafından eşit taraflar arasında ayrım gözetilmeksizin karşılanması zorunludur.... (3) Gerçek veya tüzel kişilerin, TEĐAŞ veya dağıtım lisansı sahibi tüzel kişiler tarafından işletilmekte olan iletim ve/veya dağıtım sistemlerine bağlantısı ve/veya sistem kullanımı hakkında;a) Bağlantı yapılması öngörülen tarihte, bağlantı yapılmak istenen noktada şebekenin teknik özelliklerinin yetersiz olması,b) Bağlantı yapılması öngörülen tesisin projesinde, sisteme bağlantıyla ilgili olarak Şebeke Yönetmeliği ve/veya Dağıtım Yönetmeliği veya ilgili diğer mevzuatta yer alan standartların sağlanamaması,c) Yapılması istenilen bağlantı ve elektrik enerjisi nakil işleminin kamu hizmeti yükümlülüklerini engellediğinin, TEĐAŞ ve/veya dağıtım lisansı sahibi tüzel kişilerce gerekçeleriyle belgelenmesi,d) Bağlantı yapılması öngörülen tesisin projesinde, gerilim düşümü, harmonik, elektromanyetik girişim, fliker seviyesi gibi değerlerin, şebekeye giriş veya çıkış noktasında ve iletim ve/veya dağıtım kademelerinde, ilgili mevzuatta belirlenen sınırları karşılamaması durumu,e) Bağlantı yapılması öngörülen tesisin, sistem elektrik enerjisinin kalitesini, ilgili mevzuatta yer alan standartların dışına çıkarması durumu,f) Rüzgar enerjisine dayalı üretim tesisi bağlantı taleplerinde; talep edilen bağlantı noktasına oranla ekonomik açıdan daha uygun ve daha düşük sistem kaybı sağlayan bağlantı noktası bulunması durumu, hariç, olumsuz görüş verilemez. (4) TEĐAŞ veya dağıtım sistemini işleten tüzel kişilerin sisteme bağlantı ve sistem kullanımı hakkındaki olumsuz görüşlerinin gerekçelendirilmiş olması ve bu gerekçelerin Kurul kararıyla uygun bulunması esastır.... (11) Yerli doğal kaynaklar ile yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesislerine, TEĐAŞ ve/veya dağıtım lisansı sahibi tüzel kişiler tarafından, sisteme bağlantı yapılmasında öncelik tanınır. Rüzgâr enerjisine dayalı üretim tesisi kurmak üzere yapılan lisans başvurusu kapsamında talep edilen bağlantı noktası için TEĐAŞ ve/veya dağıtım lisansı sahibi tüzel kişi tarafından üçüncü fıkra çerçevesinde olumlu görüş oluşturulamaması halinde, lisans başvurusu Kurul kararıyla reddedilir ve lisans başvurusunda bulunan tüzel kişinin özel direk hat kurma talebi dikkate alınmaz."B. Uluslararası Hukuk İlgili Sözleşme Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'nin maddesinin (1) numaralı fıkrası kapsamında, hakkaniyete uygun yargılanmanın temel unsurlarından birinin de yargılamanın çelişmeli olmasına (Rowe ve Davis/Birleşik Krallık [BD], B. No: 28901/95, 16/2/2000, § 60) dikkat çektikten sonra Sözleşme'deki hakların etkili bir biçimde korunması için davaya bakan mahkemelerin tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi olduğunu belirtmektedir (Dulaurans/Fransa, B. No: 34553/97, 21/3/2000, § 33). AİHM'e göre silahların eşitliği ilkesi ise taraflara, talep ve açıklamalarını diğer tarafa nazaran dezavantajlı olmayacak şekilde ileri sürebilmeleri için fırsat verilmesini gerektirdiğini ifade etmektedir (Kress/Fransa, B. No: 39594/98, 7/6/2001, § 72). Kural olarak başvurucular, davanın karşı tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar vermiş olduğunu veya bu durumdan olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildir. AİHM; taraflardan birine tanınan, diğerine tanınmayan avantajın fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil bulunmasa da silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş saymaktadır (Zagorodnikov/Rusya, B. No: 66941/01, 7/6/2007, § 30). Sözleşme’nin maddesinde davada kullanılan delillerin ispat güçleri ile ilgili bir düzenleme bulunmamakla birlikte AİHM de delilerin kabul edilebilirliği ile ilgili olarak somut davada kullanılan delillerin “silahların eşitliği” ve “çelişmeli yargılama” ilkeleri gözetilerek tartışılıp tartışılmadığını ya da söz konusu delillerin yargılamanın bir bütün olarak adil olup olmamasına etkisini değerlendirmekte (Tamminen/Finlandiya, B. No: 40847/98, 15/6/2004, §§ 40, 41; Barberà, Messegué ve Jabardo/İspanya, B. No: 10590/83, 6/12/1988, §§ 68, 81-89) ve birçok kararında Sözleşme’nin maddesinin adil yargılanma hakkını güvence altına almakla beraber öncelikli olarak ulusal hukuk bağlamında düzenlenmesi gereken bir konu olan delillerin kabul edilebilirliğine ilişkin bir kural ortaya koymadığını belirtmektedir (Schenk/İsviçre, B. No: 10862/84, 12/7/1988, §§ 45, 46; Desde/Türkiye, B. No: 23909/03, 1/2/2011, § 124).
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/27502
Başvuru, rüzgâr enerji santrali projesi için yapılan üretim lisansı başvurusunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada esasa etkili iddiaların karşılanmaması ve sadece idarece sunulan bilgiler uyarınca karar verilmesi nedenleriyle silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, ceza davasında başvurucunun (sanığın) duruşmada hazır bulunma talebi reddedilerek ses ve görüntü aktarımı suretiyle duruşmaya uzaktan katılımının sağlanmaya çalışılması nedeniyle duruşmada hazır bulunma hakkının; gözaltı sürecinde kamu görevlilerinin bir kısım uygulamaları nedeniyle de kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 23/10/2017 tarihinde yapılmıştır. Komisyon, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: 1998 doğumlu olan başvurucu, bireysel başvuru konusu olayların geçtiği tarihte Mersin'de ikamet etmektedir. PKK/KCK güdümünde yayın yaptığı belirtilen bir internet haber sitesinde 15/12/2015 tarihinde "Komalên Ciwan: Direniş Türkiye Metropollerine Yayılmalıdır", 18/12/2015 tarihinde de "Karayılan: Süreç Yeni Bir Aşamaya Geçmiştir, Yaşanan İç Savaştır" başlıklarıyla yayınlanan yazı içeriklerinde, sokak eylemleri yapılmasına yönelik çağrılarda bulunulmuştur. 24/1/2016 tarihli Olay Tutanağı'na göre yüzlerini maskeyle gizleyen ve ellerinde molotof kokteylleri, havai fişekler ve el yapımı patlayıcılar (EYP) bulunan 15-20 yaş aralığında ve 15-20 kişiden oluşan bir grup söz konusu eylem çağrıları üzerine Mersin'in Akdeniz ilçesine bağlı Şevket Sümer Mahallesi'ndeki Cadde üzerinde toplanmıştır. Bu grupta yer alan kişiler pazar tezgahlarını ve çöp konteynerlerini yola çekerek barikat kurmuştur. Olay yerine gelen Mersin Terörle Mücadele (TEM) Şube Müdürlüğüne bağlı polis ekipleri tarafından gruba dağılmaları yönünde ikazda bulunulduğu hâlde grup dağılmamıştır. Gruba müdahalede bulunularak dağıtılmaya çalışıldıkları sırada grupta yer alan kişilerce polislere molotof kokteyli ve EYP atılmaya başlanmış, aynı zamanda cadde üzerinde bulunan evlerin çatılarından da ateşli silahlarla yoğun şekilde ateş açılmıştır. Aynı gün son bulan eylemlerde atılan molotof kokteylleri ve EYP'ler nedeniyle polis ekiplerine ait araçlarda maddi hasar meydana gelmiştir. Grupta yer alan ve olay yerindeki ekiplerden birine ellerindeki molotof kokteyllerini ve EYP'leri attıktan sonra sokak arasına kaçtıkları görülerek takibe alınan iki kişi kovalamaca sonucunda yakalanmıştır. Anılan Tutanak'ta, yakalandıktan sonra polise direnmeleri nedeniyle güç kullanılarak etkisiz hâle getirildikleri belirtilen bu kişilerin kimlik kontrolleri yapıldığında birinin başvurucu Kadir Gökmen, diğerinin ise R.Ç. olduğunun tespit edildiği bilgisine yer verilmiştir. Soruşturma kapsamında 24/1/2016 tarihinde gözaltına alınan başvurucu 26/1/2016 tarihinde tutuklanmıştır. Olaya müdahale eden polis ekiplerinde görev alan dört polis memurunun 25/1/2016 tarihinde ve şikâyetçi sıfatıyla beyanlarına başvurulmuştur. Bu kişilerden ikisinin benzer nitelikteki beyanlarının ilgili kısımları şöyledir:"[H]aber merkezinin anonsu üzerine ekipler olarak bahse konu yere intikal ettik bizim olay yerine gelmemiz ile birlikte bu grup bize yönelik ellerinde bulunan malzemeleri ile üzerimize saldırmaya başladılar. Bu esnada aracımız çeşitli yerlerinden isabet aldı ve hasar gördü. Şahıslara biber gazı ile müdahale ettik. Şahısların olay yerinden kaçmaları üzerine şahısları göz takibine alarak ara sokaklarda kovalamaca yaşandı. Grubun içerisinde bulunan iki şahıs Caddeden 59100 Sokağa girdiğini gördük. Sokak içerisinde göz temasını kaybetmeden takibe devam edilmiş bu esnada iki ekip olarak şahıslar sıkıştırılmış gözaltına alınmaya çalışılmış ancak şahıslar bize yönelik olarak saldırgan tutum sergilemiş, olay yerinden kaçmak için biz görevlilere direnmiş şahısların saldırganlıkları kademeli olarak kırılmak için zor kullanılarak bertaraf edilerek şahıslar yakalanmıştır. Müdürlüğümüze intikal ettirilmek üzere Kadir Gökmen ve [R.Ç.] isimli şahıslar zırhlı araçlarımıza alınmıştır. Bu esnada şahısları yakaladığımız olay yerinde bulunan binaların damından ve ara sokaklardan biz görevlilere yönelik yoğun şekilde Molotof kokteyli, EYP ve Ateşli Silahla saldırıda bulunulmuş tarafımıza yapılan saldırıları bertaraf ederek dirençlerini kırmak amacıyla havaya uyarı ateşi edilmiştir. Silahla uyarı ateşi etmemiz üzerine şahıslar küçük gruplar halinde ara sokaklara kaçarak izlerini kaybettirmişlerdir ..." Aynı ekipteki diğer iki polis memurunun benzer nitelikteki beyanlarının ilgili kısımları ise şöyledir:"[H]aber merkezinin anonsu üzerine ekipler müşterek olarak bahse konu yere intikal ettik. Bizim olay yerine gelmemiz ile birlikte eylemci grup bize yönelik ellerinde bulunan malzemeleri ile üzerimize saldırmaya başladılar. Bu esnada 59100 Sokaktan Caddeye tam çıktığımız sırada araç içerisinden gördüğüm kadarıyla eylemci grup içerisinde bir şahıs tarafından biz görevlilere ve aracımıza yönelik EYP ile saldırı yapıldı. Peşinden yoğun bir şekilde havai fişek ve Molotof kokteyli saldırısına maruz kaldık. Atılan EYP’nin kullanmış olduğum aracın altında patlaması neticesinde, aracımızın arka sağ lastiği patladı, ön sol ön far ve sol ön dikiz aynası kırıldı, sağ arka çamurluk düştü, ön cam silecek lastikleri ve ön motor kaputunun fitillerinin yandı, sağ ön çamurluk kırıldı, arka geri vites lambası kırıldı, aracın genel boyası zarar gördü. Eylemci gruba biber gazı ile müdahale ettik. Eylemci grup 2-3 lü gruplar halinde ara sokaklara kaçarak izlerini kaybettirmeye çalıştılar. Eylemci grup içerisinde bulanan ve biz görevlilere yönelik Molotof kokteyli saldırısı yapan iki şahsın olay yerinden kaçmaları üzerine şahıslar tarafımızca göz takibine alınarak ara sokaklara doğru kaçmaya başladılar. Biz görevlilere Molotof kokteyli atan iki şahıs Caddeden 59100 Sokağa girmeleri üzerine sokak içerisinde göz temasını kaybetmeden takibe devam edilmiş bu esnada iki ekip olarak şahısları sıkıştırarak gözaltına almaya çalıştık. Ancak şahıslar bize yönelik saldırgan tutum sergileyerek olay yerinden kaçmak için biz görevlilere direnmeleri üzerine şahısların saldırganlıkları kademeli olarak kırılmak için zor kullanılarak bertaraf edilerek şahıslar yakalanmıştır. Müdürlüğümüze intikal ettirilmek üzere Kadir Gökmen ve [R.Ç.] isimli şahıslar zırhlı araçlarımıza alınmıştır. Bu esnada şahısları yakaladığımız olay yerinde bulunan binaların damından ve ara sokaklardan biz görevlilere yönelik yoğun şekilde Molotof kokteyli, EYP ve Ateşli Silahla saldırıda bulunulmuş, tarafımıza yapılan saldırıları bertaraf ederek dirençlerini kırmak amacıyla havaya uyarı ateşi ettik. Silahla uyarı ateşi etmemiz üzerine şahıslar küçük gruplar halinde ara sokaklara kaçarak izlerini kaybettirmişlerdir. Aracımızda bulunan şahısları TEM Şube Müdürlüğüne intikal ettirilmek üzere gözaltı ekibine teslim ettik." Kollukta, aralarında başvurucunun fotoğrafının da bulunduğu albüm başvurucu ile birlikte yakalanan ve müdafii de hazır bulunmak suretiyle ifadesi alınan R.Ç.ye gösterilmiştir. R.Ç.nin ifadesinin ilgili kısımları şöyledir: "7 Numara ile numaralandırılan fotoğraftaki şahıs, eski mahallem olan Güneş Mahallesi Cuma pazarından tanıdığım, aynı zamanda [...] İlkokulu Sınıfta birlikte okuduğumuz Kadir isimli arkadaşımdır. Kendisi benimde katılmış olduğum 24/01/201[6] günü Caddesinin Pazar tezgahları ile barikat kurularak yolu araç ve yaya trafiğine kapatılan eylemde grup içerisindeydi. Eylem içerisinde tanınmamak için yüzünü maske ile kapattı. Ayrıca eylem sırasında elinde bir tane Molotof kokteyli olduğunu gördüm. Eyleme müdahale etmek amacıyla olay yerine gelen Polis zırhlı araçlarına yönelik elinde bulunan Molotof kokteyli ile saldırı yaptığını gördüm. Polislerin olaya müdahale etmesinden sonra yakalanmamak için kaçtı ancak kovalamaca sonucunda birlikte yakalandığımız, açık kimlik bilgilerini burada sizlerden öğrendiğim [...] Kadir Gökmen isimli şahıstır." R.Ç. Mersin Sulh Ceza Hâkimliğindeki 26/1/2016 tarihli sorgusunda ise başvurucu ile birlikte pazardan eve dönerken etrafta gaz bombası olduğunu gördüklerini, havanın bu nedenle sisli olduğunu, gazdan etkilendikleri için bir evin içine girdiklerini, evde otururlarken kolluk görevlilerinin gelip kendilerini yakaladıklarını, herhangi bir eyleme katılmadıklarını savunmuştur. Mersin İl Emniyet Müdürlüğü tarafından düzenlenen 26/1/2016 tarihli fezlekeye göre, Facebook adlı sosyal paylaşım sitesinde başvurucunun kullanımında olduğu tespit edilen profil hesabı üzerinde 25/1/2016 tarihinde kolluk görevlilerince yapılan inceleme sonucunda, bu profil üzerinden başvurucunun kendine ait fotoğraf ve doğum tarihi gibi paylaşımlarda bulunduğu belirlenmiştir. İnceleme neticesinde ayrıca başvurucunun bu profil üzerinden PKK/KCK örgütü üyelerinin fotoğraf ve videolarını paylaştığı, örgüt ve üyeleri lehine propaganda ve eylem çağrısı niteliğinde yazılar yazdığı tespit edilmiştir. Başvurucu, kollukta alınan 25/1/2016 tarihli ifadesinde ve Mersin Sulh Ceza Hâkimliğindeki 26/1/2016 tarihli sorgusunda suçlamaları reddetmiştir. Başvurucu savunmalarında özetle olay günü arkadaşı R.Ç. ile pazardan evlerine dönerlerken yüzleri kapalı bir grup gördüklerini, atılan gaz bombasından etkilenip oradan ayrılırken bir kişinin ev kapısını açıp kendilerini içeri aldığını, evde bir süre oturduktan sonra polislerin eve gelip kendilerini yakaladığını, örgüt üyesi olmadığını, polise saldıran grup içerisinde yer almadığını, Facebook hesabının önceki bir tarihte çalındığını, söz konusu paylaşımları kendisinin yapmadığını ileri sürmüştür. Mersin Cumhuriyet Başsavcılığının (Başsavcılık) 22/2/2016 tarihli iddianamesi ile başvurucu hakkında tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, görevi yaptırmamak için direnme, silahlı terör örgütüne üye olma, suç için anlaşma, kamu malına zarar verme, kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerini gizlemek amacıyla yüzünü tamamen veya kısmen kapatma, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme veya aşağılama ve terör örgütü propagandası yapma suçlarından kamu davası açılmıştır. İddianamede başvurucunun PKK/KCK'nın eylem çağrısına ilişkin talimatı sonucunda R.Ç. ve olay günü toplanan gruba dahil diğer kişilerle birlikte hareket ederek yolu barikatla kapattığı, tanınmayacak şekilde yüzünü gizlediği, kolluk görevlilerine ve araçlarına yanıcı ve patlayıcı maddelerle saldırdığı, kamu araçlarına zarar verdiği, dağılma çağrısına rağmen dağılmamakta ısrar ettiği, görevlerini yaptırmamak için kolluk görevlilerine direndiği, Facebook sosyal paylaşım sitesinde kendi hesabı üzerinden örgüt adına paylaşımlarda bulunduğu iddia edilmiştir. Aynı iddianame ile ayrıca, başvurucu ile birlikte yakalanan R.Ç. ve aynı tarihli eylemler sonrasında yakalanan İ.E. hakkında da kamu davası açılmıştır. Mersin Ağır Ceza Mahkemesinde (Mahkeme) yapılan yargılamanın 19/4/2016 tarihli ilk oturumu öncesinde Mahkeme, başvurucunun tutuklu bulunduğu Mersin E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna gönderdiği 9/3/2016 tarihli müzekkere ile başvurucunun oturum tarihinde duruşmada hazır edilmesini istemiştir. Öte yandan, Mersin E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumundaki tutuklu kapasitesinin fazlalığı nedeniyle, aralarında başvurucunun da bulunduğu bazı tutukluların başka bir ceza infaz kurumuna nakledilmesi talep edilmiştir. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünce 9/3/2016 tarihinde nakil talebinin uygun görülmesi üzerine başvurucu Alanya L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna (İnfaz Kurumu) sevk edilmiştir. Sevkin uygun görüldüğüne dair yazıda, sevk edilen tutukluların yargılandıkları mahkemelerden duruşmalarda bulundurulmalarına ilişkin müzekkere gelmesi hâlinde bu duruşmaların Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile yapılması, SEGBİS ile duruşma yapılamadığı takdirde ilgili yer Cumhuriyet başsavcılıklarınca gerekli güvenlik önlemleri alınarak tutukluların duruşmalara götürülmeleri istenmiştir. Başvurucunun nakli sonrasında Mahkeme, başvurucunun duruşmaya SEGBİS aracılığı ile katılımının sağlanmasını temin etmek üzere İnfaz Kurumuna 8/4/2016 tarihinde müzekkere yazmıştır. Anılan müzekkereye istinaden başvurucu; Mahkemeye sunduğu dilekçede SEGBİS aracılığı ile duruşmaya katılmak istemediğini, duruşmada fiziken hazır bulunarak savunma yapmak istediğini beyan etmiştir. Başvurucunun bu talebi üzerine Mahkeme, başvurucunun duruşmaya bizzat katılımının sağlanmasını temin etmek üzere İnfaz Kurumuna 14/4/2016 tarihinde müzekkere yazmıştır. Bu müzekkereye istinaden İnfaz Kurumu, kurum araçlarının sevk programlarının yoğun olduğu ve Mahkemenin anılan müzekkeresinin kuruma geç gönderilmesi nedeniyle sevk programının değiştirilemeyeceği yönünde düzenlenen 18/4/2016 tarihli Tutanağı Mahkemeye göndermiştir. Bu Tutanak doğrultusunda başvurucunun söz konusu oturumda hazır edilemeyeceği bildirilmiştir. Yargılamanın ilk oturumunda başvurucunun duruşmaya SEGBİS aracılığı ile katılımı sağlanmıştır. Başvurucuya İnfaz Kurumunun yazısı okunup diyeceği sorulduğunda SEGBİS aracılığı ile savunma yapmayı kabul etmesi üzerine müdafii eşliğinde savunma yapmıştır. Başvurucu; soruşturma evresindeki savunmasını tekrar ederek özetle arkadaşı R.Ç. ile pazardan dönerlerken yüzü kapalı kişilerin eylem yaptıklarını gördüklerini, atılan gaz bombalarından rahatsız olup oradan uzaklaşırken tesadüfen gördükleri ve kime ait olduğunu bilmedikleri bir eve girdiklerini, sonra polislerin gelip kötü muamelede bulunup kendilerini evden çıkardıklarını belirtmiştir. R.Ç.nin 25/1/2016 tarihli ifadesinde neden kendisini suçlayıcı yönde ifade verdiğini bilmediğini kaydeden başvurucu yakalandıktan sonra polislerden dayak yediklerini, Facebook hesabının çalındığını ancak bu konuda resmi bir başvuruda bulunmadığını, arkadaşlarına da bu konuda bilgi vermediğini, söz konusu paylaşımları kendisinin yapmadığını savunmuştur. Mahkemece aynı oturumda dinlenen R.Ç. kollukta yaptığı fotoğraf teşhisinden farklı olarak başvurucu ile birlikte karakolda polislerce darp edildiklerini, kalp hastalığı ve bayılma riski olduğundan kendisine gösterilen belgeleri imzaladığını, olay günü başvurucu ile birlikte bakkaldan dönerlerken olayların ortasında kaldıklarını belirtmiştir. R.Ç. biber gazından etkilenmemek için orada denk geldikleri bir eve girdiklerini, 5-10 dakika sonra eve gelen polislerce yakalandıklarını ve başvurucunun ağabeyi hakkında yakalama kararı olduğu için polislerce dövüldüklerini, fotoğraf teşhisi sırasında avukatının da yanında olduğunu ifade etmiştir. Soruşturma evresinde şikâyetçi olarak ifadelerine başvurulan polis memurlarından ikisi aynı oturumda hazır edilerek aynı sıfatla yeniden ifadeleri alınmış, her ikisi de başvurucu aleyhine verdikleri önceki ifadelerinin doğru olduğunu beyan etmiştir. Başvurucu müdafiinin, olay günü başvurucu ve R.Ç.nin gazdan etkilenmemek için giderlerken tesadüfen denk gelip evine girdiklerini söylediği kişinin P.A. olduğunu ve bu kişiyi tanık sıfatıyla ifadesinin alınması için hazır ettiklerini beyan etmesi üzerine aynı oturumda P.A.nın da ifadesine başvurulmuştur. P.A. ifadesinde, başvurucu ve R.Ç.yi önceden tanımadığını, olay günü evinin önüne gelen kişilerden birinin öksürdüğünü duyduğunu, bu kişiyi daha önceden kendi çocuklarıyla selamlaşırken gördüğü için eve davet ettiğini, o esnada yüzlerinin kapalı olmadığını, 20 dakika sonra eve polislerin baskın yaptıklarını ancak bu kişilerin polislere direnmediklerini söylemiştir. Başvurucu müdafii bu oturumda esasa dair değerlendirmeler yaparak araştırılmasını istediği hususlara dair taleplerde bulunmuştur. Buna göre, başvurucunun ağabeyinin görülmekte olan başka bir davası nedeniyle başvurucunun da polislerce önceden tanındığını, aslında ağabeyine ulaşmak amacıyla başvurucunun yakalandığını, şikâyetçi ifadelerinin Olay Tutanağı'nın içeriği ve yakalama işleminin yapıldığı yer itibarıyla çelişkili olduğunu, başvurucunun yakalandıktan sonra TEM Şube yerine Akdeniz İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne götürülüp orada işkence ve kötü muameleye maruz bırakıldığını, bu eylemler nedeniyle de başvurucunun tedavi gördüğünü, R.Ç.nin ikna edilmesi için gözaltı süresinin uzatıldığını ve sonra da avukatının değiştirilerek başvurucu hakkındaki beyanlarının alındığını, Facebook hesabının çalındığını da suç konusu paylaşımların kendisine kollukta sorulması üzerine öğrendiğini ileri sürmüştür. Başvurucu müdafii devamla, başvurucunun uğradığını iddia ettiği işkence ve kötü muamele iddiaları açısından Akdeniz İlçe Emniyet Müdürlüğü binasına giriş çıkışlara dair kamera kayıtlarının ve başvurucuya işkence sonrası uygulandığını iddia ettiği tedaviye dair kayıtların getirtilmesini talep etmiştir. Mahkeme, bu oturumda başvurucuyla ilgili raporların yeterli olduğu gerekçesiyle başvurucu müdafiinin talep ettiği kamera ve tedavi kayıtlarının getirtilmesine yönelik istemi reddetmiştir. Aynı oturumda Mahkeme, 16/6/2016 tarihinde yapılması planlanan ikinci duruşmaya da başvurucunun SEGBİS aracılığı ile katılımının sağlanmasına karar vermiştir. Başvurucu ikinci oturum öncesi Mahkemeye gönderdiği 2/6/2016 tarihli dilekçeyle, ilk oturumda hiç bir şey anlamadığını, savunmasını yapamadığını, bu nedenle SEGBİS aracılığı ile duruşmaya katılmak istemediğini, kendisini daha iyi ifade edebilmek için bu duruşmada bizzat hazır bulunarak savunma yapmak istediğini beyan etmiştir. 16/6/2016 tarihli oturumda başvurucu yeniden SEGBİS aracılığıyla hazır edilmiş, yapılan kontrolde başvurucu ile sesli ve görüntülü olarak görüşme yapılabildiği belirtilerek yargılamaya devam edilmiş ve başvurucunun SEGBİS aracılığı ile duruşmaya katılmak istemediğine dair dilekçesi okunmuştur. Sonrasında soruşturmada görev alıp duruşmada hazır bulunan polislerden birinin şikâyetçi, diğerinin de tanık sıfatıyla ifadesine başvurulmuş ve başvurucu müdafiinin bu beyanlara karşı diyecekleri sorulmuştur. Duruşmada hazır bulunan başvurucu müdafii; şikâyetçi ve tanık ifadelerinin çelişkili olduğunu, başvurucunun svap örneklerinde aleyhine bulgu olmadığını, yüzünü maske ile kapattığına dair bir tespitte de bulunulmadığını, böylelikle başvurucunun aleyhinde bir delil olmadığını belirterek tahliye kararı verilmesini talep etmiştir. Başvurucu müdafii ayrıca başvurucu ile yaptığı görüşmelerde SEGBİS aracılığı ile söylediği bazı sözlerin anlaşılamadığı yönünde kendisine bilgi verdiğini ileri sürerek başvurucunun sonraki oturumda bizzat hazır edilmesini talep etmiştir. Aynı oturumda Mahkeme, başvurucunun bulunduğu İnfaz Kurumunun konumunu ve başvurucunun savunmasının alınmış olmasını dikkate alarak sonraki oturumda bizzat hazır edilmesine gerek bulunmadığına ve 26/7/2016 tarihinde yapılması planlanan üçüncü duruşmaya katılımının yeniden SEGBİS aracılığı ile sağlanmasına karar vermiştir. Başvurucu Mahkemeye sunduğu 13/7/2016 tarihli dilekçeyle, kendisini daha iyi ifade edebilmek ve savunmasını hazırlayabilmek için bir sonraki duruşmaya bizzat katılmak istediğini bildirmiştir. Mahkeme ise başvurucunun bu oturuma katılımını SEGBİS aracılığıyla sağlamış, başvurucunun dilekçesi duruşmada okunmamış, SEGBİS aracılığıyla sesli ve görüntülü görüşme yapılabildiğine dair kontrol yapıldığı belirtilerek yargılamaya devam edilmiştir. Aynı oturumda hazır edilen diğer polis memurlarından birinin şikâyetçi, diğerinin de tanık sıfatıyla ifadeleri alınmış ve başvurucu ile müdafiinden diyecekleri sorulmuştur. Şikâyetçi olan polis memuru ifadesinde, başvurucuyu yakalayan ekipte yer aldığını söylemiş ancak başvurucuyu yakaladıklarında elinde patlayıcı madde olmadığını ve yüzünün de açık olduğunu söylemiştir. Diğer polis memuru ise, başvurucu ve R.Ç.nin kendilerine saldıran grup içerisinde yer aldığını, ikisini takibe alıp bir eve girmeye çalışırlarken yakaladıklarını, o esnada ellerinde patlayıcı madde olmadığını ve yüzlerinin açık olduğunu beyan etmiştir. Bu oturumda başvurucu önceki savunmalarını tekrar ettiğini söylemiştir. Başvurucunun yeniden SEGBİS aracılığıyla katılımının sağlandığı 19/9/2016 tarihli dördüncü oturumda Mahkemece sesli ve görüntülü görüşme yapılabildiği belirtilerek yargılamaya devam edilmiştir. Bu oturumda olaya ilişkin iki polisin daha ifadeleri alınmıştır. Bu polis memurlarından biri şikâyetçi sıfatıyla alınan ifadesinde ekip araçlarından birinin şoförü olduğunu, kendilerine saldıran grubun birlikte hareket ettiğini, olay yerinde eyleme katılanlar dışında kimse olmadığını ve hemen hemen hepsinin yüzlerinin kapalı olduğunu, gruba müdahale ettiklerinde başvurucu ve R.Ç.nin kaçmaya başladıklarını ve takip sonucu onları yakaladıklarını, o anda yüzlerinin açık olduğunu, yanlarında patlayıcı madde de görmediğini söylemiştir. Ardından diğer polis memuru da benzer yönde anlatımda bulunmuştur. 31/10/2016 tarihli oturuma da SEGBİS aracılığıyla katılımı sağlanan başvurucu, duruşma sonrası sunduğu 2/11/2016 tarihli dilekçeyle SEGBİS bağlantısı sırasında ses bozukluğu yaşandığını, bu nedenle duruşmanın akıbetini öğrenemediğini ileri sürerek Duruşma Tutanağı'nın kendisine tebliğ edilmesini istemiştir. Bunun üzerine anılan oturuma dair Tutanak başvurucuya 4/11/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucunun 5/12/2016 tarihli oturuma katılımı yeniden SEGBİS aracılığıyla sağlanmıştır. Başvurucunun müdafiinin de hazır bulunduğu bu oturumda Başsavcılık esas hakkındaki mütalaasını Mahkemeye sunmuştur. Mütalaada; başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve terör örgütü propagandası yapma suçlarından mahkûmiyetine, dava konusu diğer suçlardan ise beraatine karar verilmesi talep edilmiştir. Başvurucu mütalaaya karşı savunmasında suçlamaları kabul etmediğini, yazılı olarak da savunmasını sunduğunu belirtmiştir. Müdafiinin mütalaya karşı savunma yapmak için süre talebinde bulunması üzerine Mahkemece talep kabul edilerek duruşma 23/1/2017 tarihine ertelenmiştir. Başvurucu bu oturumdan sonra sunduğu 9/12/2016 tarihli dilekçeyle SEGBİS bağlantısıyla ilgili bir önceki dilekçesinde belirttiği aksaklıkların bu oturumda da yaşandığını beyan ederek anılan oturuma dair tutanağın kendisine tebliğ edilmesini istemiştir. Bunun üzerine başvurucunun talebine konu Duruşma Tutanağı 14/12/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir. Mahkemece başvurucunun SEGBİS aracılığı ile hazır edildiği ve kayıt sisteminin çalıştığı tespit edilerek yapılan 23/1/2017 tarihli oturumda başvurucu müdafii esas hakkındaki mütalaaya karşı savunma yapmıştır. Başvurucu, bu oturumdan sonra sunduğu 24/1/2017 tarihli dilekçesinde de benzer şekilde SEGBİS bağlantısını sağlayan ahizelerde hışırtı olduğunu, bu nedenle duruşmanın akıbetini öğrenemediğini söyleyerek bu duruşmaya dair tutanağın da tebliğ edilmesini talep etmesi üzerine anılan Tutanak 30/1/2017 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucunun yeniden SEGBİS aracılığı ile duruşmaya katılımının sağlandığı ve müdafiinin hazır bulunduğu 7/3/2017 tarihli son oturumda Başsavcılık esas hakkındaki mütalaasında başvurucu yönünden kısmen değişiklik yapmıştır. Buna göre, önceki mütalaa uyarınca başvurucunun beraatini talep ettiği kamu malına zarar verme ve görevi yaptırmamak için direnme suçlarının da sabit olduğu ileri sürülerek başvurucunun bu suçlardan da cezalandırılması talep edilmiştir. Başvurucu ve müdafii esas hakkındaki mütalaaya karşı savunma yapmıştır. Başvurucu, dava konusu olaylara katılmadığını ve biber gazından etkilendiği için bir eve girdiklerini savunmuştur. Başvurucu müdafii savunmasında özetle; mütalaaya katılmadıklarını, önceki savunmalarını tekrar ettiğini, atılı suçların işlendiğine dair somut bir delil bulunmadığını belirtmiştir. Mahkeme 7/3/2017 tarihli kararı ile başvurucunun terör örgütünün propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerine kimliğini gizlemek için yüzünü kapatarak ve patlayıcı madde ile katılma, silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme, görevi yaptırmamak için direnme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, kamu malına zarar verme ve terör örgütünün propagandasını yapma suçlarından sonuç olarak 14 yıl 56 ay 45 gün hapis ve 160 TL adli para cezasına hükmetmiştir. Diğer yandan, başvurucunun kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama ve suç için anlaşma suçlarından da beraatine karar verilmiştir. Başvurucu müdafii; eksik araştırmaya dayalı olarak hüküm kurulduğunu, lehe delillere neden itibar edilmediğinin kararda tartışılmadığını, yargılama sırasında bir kaç kez duruşmaya bizzat katılmak istemesine rağmen usule aykırı bir şekilde SEGBİS aracılığı ile duruşmaya katılımın sağlanmaya çalışıldığını belirterek hükme karşı istinaf yoluna başvurmuştur. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesi 14/7/2017 tarihli kararı ile mahkûmiyet kararlarına konu olan tüm suçlar yönünden kesin olmak üzere istinaf başvurusunun esastan reddine karar vermiştir. Başvurucu, kesinleşen tüm mahkûmiyet hükümleri yönünden 23/10/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Öte yandan, bazı suçlar bakımından verilen hükümlere karşı -ceza miktarı önemli olmaksızın- temyiz yoluna başvurulmasına imkân tanıyan 17/10/2019 tarihli ve 7188 sayılı Kanun'un 24/10/2019 tarihli ve 30928 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmesi üzerine başvurucu ile müdafii 24/10/2019 ve 25/10/2019 tarihli dilekçelerle Mahkemeye başvurmuş, kesinleşen hükümlerin anılan 7188 sayılı Kanun uyarınca yeniden değerlendirilmesini talep etmiştir. Mahkeme 25/10/2019 tarihli ek kararı ile talebi kabul etmiş, terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme ve terör örgütü propagandası yapma suçları yönünden temyiz kanun yolunun açıldığı gerekçesiyle bu suçlardan verilen cezaların infazını durdurmuştur. Temyiz kanun yolu açılan ve infazı durdurulan suçlar yönünden temyiz incelemesi bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla devam etmektedir. A. Ulusal Hukuk Duruşmada hazır bulunma hakkı yönünden ilgili ulusal hukuk için bkz. Şehrivan Çoban, B. No: 2017/22672, 6/2/2020, §§ 38-52; Mehmet Ayçilek, B. No: 2018/14603, §§ 13- 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun maddesinin (6) numaralı fıkrası şöyledir:"(Değişik: 2/7/2012 – 6352/85 md.) Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. (Ek cümle: 11/4/2013-6459/11 md.) Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır." 5237 sayılı sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:"(1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silâhlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.(2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.(3) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümler, bu suç açısından aynen uygulanır." 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun maddesinin ikinci fıkrası şöyledir: "(Değişik ikinci fıkra: 11/4/2013-6459/8 md.) Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır. Ayrıca, basın ve yayın organlarının suçun işlenmesine iştirak etmemiş olan yayın sorumluları hakkında da bin günden beş bin güne kadar adli para cezasına hükmolunur. (Ek cümle:17/10/2019-7188/13 md.) Haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz. Aşağıdaki fiil ve davranışlar da bu fıkra hükümlerine göre cezalandırılır:a) (Mülga: 27/3/2015-6638/10 md.)b) Toplantı ve gösteri yürüyüşü sırasında gerçekleşmese dahi, terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde; Örgüte ait amblem, resim veya işaretlerin asılması ya da taşınması, Slogan atılması, Ses cihazları ile yayın yapılması, Terör örgütüne ait amblem, resim veya işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi."B. Uluslararası Hukuk Duruşmada hazır bulunma hakkı yönünden ilgili uluslararası hukuk için bkz. Şehrivan Çoban, §§ 53-
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2017/36639
Başvuru, ceza davasında başvurucunun (sanığın) duruşmada hazır bulunma talebi reddedilerek ses ve görüntü aktarımı suretiyle duruşmaya uzaktan katılımının sağlanmaya çalışılması nedeniyle duruşmada hazır bulunma hakkının; gözaltı sürecinde kamu görevlilerinin bir kısım uygulamaları nedeniyle de kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, ceza infaz kurumunda tutuklu olarak bulunan başvurucunun üniversite derslerine ve sınavlarına çevrim içi katılma talebinin reddedilmesi nedeniyle eğitim hakkının ve masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. 1988 doğumlu olan başvurucu, başvuru tarihinde silahlı terör örgütü kurma veya yönetme suçundan tutuklu olarak Sincan 2 No.lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (Ceza İnfaz Kurumu) bulunmaktadır. Olayların meydana geldiği tarihte başvurucu ayrıca Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde (Fakülte) öğrencidir. Başvurucu; 2020 yılında yapılan Yükseköğretim Kurumları Sınavını kazanarak Fakülteye kaydını yaptırmıştır. Akabinde Ceza İnfaz Kurumuna dilekçe yazarak dersleri ve sınavları çevrim içi takip etmek istediğini belirtmiştir. Ceza İnfaz Kurumu 11/11/2020 tarihli kararı ile başvurucunun talebini reddetmiş, başvurucunun söz konusu karara itirazı üzerine Ankara Batı İnfaz Hâkimliği 14/12/2020 tarihli kararı ile başvurucunun çevrim içi sınavlara katılma talebinin kabulüne, derslere çevrim içi katılma yönünden ise gerekli araştırmalar yapılarak talebinin bu aşamada kabulüne karar vermiştir. Bu esnada Fakülte Yönetim Kurulu 4/12/2020 tarihinde almış olduğu kararda, hükümlü ve tutuklu olarak bulunan öğrencilerin derse devam zorunluluğunu yerine getirememeleri nedeniyle yapılacak sınavlara da katılamayacaklarını belirtmiştir. Akabinde tüm dünyada meydana gelen COVID-19 pandemisi nedeniyle Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı tarafından 11/2/2021 tarihli karar ile 4/12/2020 tarihinde alınan kararın uygulanmamasına karar verilmiştir. Bu karar üzerine başvurucu Ceza İnfaz Kurumuna yeniden başvuruda bulunarak çevrim içi ders ve sınavlara katılma talebinde bulunmuştur. Ceza İnfaz Kurumu 15/3/2021 tarihli kararla ve "kapalı ceza infaz kurumunda bulunan tutuklu ve hükümlülerin örgün eğitimden yararlanmalarına imkan bulunmadığı, kurumda bulunan bilgisayarlarda online eğitimin teknik olarak yapılamayacağı" gerekçesiyle başvurucunun talebinin reddine karar vermiştir. Başvurucu Ceza İnfaz Kurumu kararına yönelik infaz hâkimliğine şikâyette bulunmuştur. Şikâyeti inceleyen Ankara Batı İnfaz Hâkimliği (İnfaz Hakimliği) 12/4/2021 tarihli kararla ve "kapalı ceza infaz kurumlarında bulunanların örgün eğitimden yararlanma imkanının bulunmadığı, pandemi dönemi derslerin online yapılmasının örgün eğitime yaygın eğitim vasfı kazandırmayacağı" gerekçesiyle başvurucunun şikâyetinin reddine karar vermiştir. Başvurucu İnfaz Hâkimliğinin kararına itiraz etmiş ve itirazı inceleyen Ankara Batı Ağır Ceza Mahkemesi 3/5/2021 tarihinde kararın usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle başvurucunun itirazını kesin olarak reddetmiştir. Başvurucu nihai hükmü 18/5/2021 tarihinde öğrendikten sonra 4/6/2021 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Eğitim hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/28608
Başvuru, ceza infaz kurumunda tutuklu olarak bulunan başvurucunun üniversite derslerine ve sınavlarına çevrim içi katılma talebinin reddedilmesi nedeniyle eğitim hakkının ve masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurulara ait başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemelerinden sonra başvurular Komisyonlara sunulmuştur. 2020/311 başvuru numaralı bireysel başvuru dosyasının konu yönünden hukuki irtibat nedeniyle 2019/33099 başvuru numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmesine, incelemenin 2019/33099 başvuru numaralı bireysel başvuru dosyası üzerinden yürütülmesine karar verilmiştir. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucular, yargılamaların uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğini iddia ederek Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuşlardır.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/33099
Başvuru, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, idari işlemin iptali istemiyle açılan davada hakkaniyete aykırı karar verilmesi ve yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 13/2/2019 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucunun 6/5/2014 tarihinde idare mahkemesinde açtığı davanın yargılaması 25/12/2018 tarihinde tamamlanmıştır. Başvurucu, delillerin değerlendirilmesi ve hukuk kurallarının uygulanmasında hata yapılarak adil olmayan karar verilmesi ve yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ve diğer anayasal haklarının ihlal edildiği iddiasıylaAnayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/5491
Başvuru, idari işlemin iptali istemiyle açılan davada hakkaniyete aykırı karar verilmesi ve yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, tutuklunun başka bir ceza infaz kurumuna nakil işlemleri sırasında zor kullanılarak kıyafetlerinin çıkarılması ve iç çamaşırıyla kalacak şekilde çıplak arama yapılması nedeniyle işkence ve kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 20/2/2014 tarihinde İzmir Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca 27/10/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 9/2/2016 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlığın 22/3/2016 tarihli yazısında, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında KCK terör örgütü üyesi olduğu şüphesiyle 22/11/2011 tarihinde gözaltına alınmış ve 26/11/2011 tarihinde tutuklanarak Metris T tipi Ceza İnfaz Kurumuna sevk edilmiştir. 28/11/2011 tarihinde ise başvurucu, Metris T tipi Ceza İnfaz Kurumundan Kandıra 2 Nolu F tipi Ceza İnfaz Kurumu'na nakledilmiş, ceza infaz kurumuna kabul işlemleri sırasında, iç çamaşırı kalacak şekilde çıplak arama gerçekleştirilmek istenmiş, başvurucunun kıyafetlerini çıkarmayı kabul etmemesi üzerine zor kullanılarak kıyafetleri çıkarılıp arama gerçekleştirilmiştir. İnfaz koruma memurları tarafından 28/11/2011 tarihinde düzenlenen tutanakta; başvurucunun da içinde bulunduğu Metris T tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumundan sevk edilen KCK terör örgütü tutuklularının, 20/3/2006 tarihli ve 2006/10218 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük'ün (2006/10218 sayılı Tüzük) maddesi uyarınca arama işlemlerinin yapıldığı, tutukluların teker teker arama yapılacak odaya alındıkları, önce belden yukarısı, daha sonra iç çamaşırı hariç belden aşağıdaki kıyafetleri olmak üzere soyunmalarının söylendiği, başvurucunun da içinde bulunduğu bir grup tutuklunun itiraz ettiği ve kıyafetlerini çıkarmadığı, bunun üzerine zor kullanma yetkisine dayanılarak arama işlemlerinin gerçekleştirildiği belirtilmiştir. Başvurucu 1/12/2011 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığına iletilmek üzere Ceza İnfaz Kurumu idaresine verdiği dilekçe ile kuruma kabul işlemleri sırasında kendisine çıplak arama işlemi uygulandığını, işleme direnmesi nedeniyle darp ve tehdit edildiğini belirterek şikâyetçi olmuştur. Başvurucu ile eş zamanlı olarak tutuklanarak ceza infaz kurumuna sevk edilen ve aynı şekilde arama işlemine tabi tutulan on tutuklu daha anılan işlem nedeniyle şikâyetçi olmuş, açılan soruşturma dosyaları birleştirilmiştir. Kandıra Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, kurumda görevli infaz koruma memurları ve infaz koruma başmemuru Ö.S. hakkında görevi kötüye kullanma, hakaret ve tehdit isnadıyla yürütülen soruşturma kapsamında başvurucunun ve diğer müştekilerin beyanları ile infaz koruma başmemuru Ö.S'nin ifadesi alınmıştır. Ayrıca ceza infaz kurumundan, kurumda bulunan kamera kaydı görüntülerinin içeriğine ilişkin bir rapor temin edilmiştir. Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınan infaz koruma baş memuru Ö.S; sevkle gelen tutukluların mahkûm kabul biriminden içeri alınmaları sırasında bulunduğunu, Tüzük'ün maddesi uyarınca üst ve eşya araması yapıldığını, tutukluların arama işlemine karşı çıktıklarını, bunun üzerine Tüzük'ün maddesinin (c) bendi uyarınca zor kullanma yetkisini kullanarak orantılı güç kullanmak suretiyle arama işlemini gerçekleştirecekleri yönünde tutukluları uyardığını, karşı çıkmanın devam etmesi nedeniyle, Tüzük'e göre önce belden yukarısı daha sonra belden aşağısı olacak şekilde vücut çukurlarına dokunmadan, herhangi bir tutuklunun utanma duygusunu ihlal etmeyecek şekilde ve kimsenin görmemesini sağlayacak tedbirler alınmak suretiyle, onur kırıcı davranışta bulunulmadan orantılı bir şekilde üst aramasının gerçekleştirildiğini beyan etmiştir. Ceza infaz kurumu kamera kayıtlarının içeriğine ilişkin olarak alınan raporda tutukluların 28/11/2011 tarihinde 35'te kuruma getirildikleri, üst ve eşya aramalarından sonra 57'de odalarına yerleştirme işlemlerinin sona erdiği belirtilmektedir. Üst aramalarının yapıldığı odalarda kamera bulunmaması nedeniyle raporda tutukluların çıplak arama işlemlerinin gerçekleştirilişine ilişkin bir veri bulunmamaktadır. Yürütülen soruşturma neticesinde Kandıra Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 9/1/2012 tarihli ve S. No: 2011/2641, K. 2012/35 sayılı kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiştir. Anılan kararın gerekesi şöyledir:"Müştekilerin olay tarihinde Kocaeli 1 ve 2 No'lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumlarına naklen getirildikleri, Cezaevi girişleri sırasında, Cezaevlerinin yüksek güvenlikli olması itibari ile Ceza İnfaz kurumlarının yönetimi ile Ceza ve Güvenlik tedbirlerininİnfazı hakkında tüzük hükümleri çerçevesinde iç çamaşırlarıhariç müştekilerin üzerlerinin usule uygun olarak arandıkları, yapılan arama işlemlerinin taraf olduğumuz Uluslararası Sözleşmeler dahil başta Anayasa olmak üzere herhangi bir yasa hükümüne aykırılık teşkil etmediği tüm dosya kapsamından anlaşıldığından,1- Müştekilerin usul ve yasalara aykırı arandıklarınailişkin iddialarla ilgili suç yokluğundan;2- Şüpheli Ö... S'nin ilgili müştekilere hakaret ve tehdit fiillerini işlediğine dair ceza yargılamasını başlatacak nitelikte yeterli delil elde edilemediğinden kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına [karar verilmiştir]." Başvurucunun da aralarında bulunduğu bir kısım müştekiler tarafından anılan karara yapılan itiraz, Sakarya Ağır Ceza Mahkemesinin 21/1/2014 tarihli ve 2014/101 Değişik İş sayılı kararıyla, itiraz edilen kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararın usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Anılan karar başvurucuya 4/2/2014 tarihinde tebliğ edilmiş, başvurucu 20/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. B. İlgili Hukuk 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un maddesi şöyledir:"1) Kurumlarda, odalar ve eklentilerinde, hükümlülerin üst ve eşyasında habersiz olarak her zaman arama yapılabilir. Her ay bir kez mutlaka arama yapılır.(2) Aramalar, gerektiğinde dış güvenlik görevlileri veya kolluk kuvvetleriyle veya diğer kamu görevlilerince ortaklaşa gerçekleştirilebilir." 5275 sayılı Kanun'un maddesinin ilgili kısmı şöyledir: "(1) Bu Kanunun; yüksek güvenlikli kapalı ceza infaz kurumları,... kuruma alınma ve kayıt işlemleri, ... oda ve eklentilerinde bulundurulabilecek kişisel eşyalar, arama,... şikâyet ve itiraz, nakiller, ... hükümlülerin sayısı ve uygulanacak güvenlik tedbirleri, ... konularında 9, 16, 21, 22, 26 ilâ 28, 34 ilâ 53, 55 ilâ 62, 66 ilâ 76, 78 ilâ 84 ve 86 ilâ 88 inci maddelerinde düzenlenmiş hükümlerin tutukluluk hâliyle uzlaşır nitelikte olanları tutuklular hakkında da uygulanabilir." 2006/10218 sayılı Tüzük'ün "Arama, güvenlik tatbikatı ve sayım" kenar başlıklı maddesininilgili kısmı şöyledir:"...(2) Hükümlünün üzerinde, kuruma sokulması veya bulundurulması yasak madde veya eşya bulunduğuna dair makul ve ciddi emarelerin varlığı ve kurum en üst amirinin gerekli görmesi hâlinde, çıplak olarak veya beden çukurlarında aşağıda belirtilen usullere göre arama yapılabilir.a) Çıplak arama, hükümlünün utanma duygusunu ihlal etmeyecek şekilde ve kimsenin görmemesini sağlayacak tedbirler alınarak gerçekleştirilir,b) Arama sırasında önce bedenin üst kısmındaki giysiler çıkarttırılır, bedenin alt kısmındaki giysiler üst kısmındaki giysiler giyildikten sonra çıkarttırılır. Bu giysiler de mutlaka aranır,c) Çıplak arama sırasında bedene dokunulmaması için gerekli özen gösterilir. Aranan kişinin beden çukurlarında bir şeyin bulunduğuna dair makul ve ciddi emarelerin bulunması hâlinde öncelikle, hükümlüden madde veya eşyanın kendisi tarafından çıkartılması istenir, aksi hâlde bunun zor kullanılarak gerçekleştirileceği bildirilir. Beden çukurlarındaki arama, cezaevi tabibi tarafından yerine getirilir,d) Çıplak olarak arama, mümkün olan en kısa süre içinde bitirilir.(3) Beden ve üst aramaları aynı cinsiyetten güvenlik ve gözetim görevlileri tarafından yapılır....(9) Arama ve sayımlar sırasında insan onuruna saygı esastır." 2006/10218 sayılı Tüzük'ün "Güvenlik ve gözetim servisi" başlıklı maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:"İnfaz ve koruma başmemuru ile infaz ve koruma memuru, kurumun güvenliğini bozan firara teşebbüs, isyan, rehin alma, saldırı, yasaya veya düzenlemelere dayalı bir emre karşı aktif veya pasif fiziki direnme gibi olaylar ile 5237 sayılı Kanunun 25 inci maddesindeki meşru savunma ve zorunluluk hâli ortaya çıktığında kurum en üst amirinin izni ile zor kullanabilir. Acil hâllerde tehlikenin ortadan kaldırılması amacıyla izin alınmaksızın da zor kullanılabilir. Durumu derhâl en üst amire iletir. Zor kullanan personel gerekenden fazla kuvvet kullanamaz."
Hükmün denetlenmesini talep etme hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/2316
Başvuru, tutuklunun başka bir ceza infaz kurumuna nakil işlemleri sırasında zor kullanılarak kıyafetlerinin çıkarılması ve iç çamaşırıyla kalacak şekilde çıplak arama yapılması nedeniyle işkence ve kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvurucu, hisselerini satın aldığı anonim şirket yetkilileri tarafından kâr payı vaadiyle kandırıldığından ve paralarını geri alamadığından bahisle zararlarının tazmini istemiyle açtığı davada mahkemece adli yardım talebinin kabul edilmediğini ve davanın açılmamış sayılmasına kararı verilmek suretiyle Anayasa’nın maddesinde tanımlanan hak arama özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüş, adli yardım ve tazminat talebinde bulunmuştur. Başvuru, 1/10/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca, 20/11/2013 tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, Türkiye’de faaliyet gösteren bir anonim şirketin yetkililerinden 2000 ve 2001 yıllarında toplam 000 Alman markı değerinde hisse senedi satın almıştır. 2012 yılında yapmış olduğu araştırmalarında anılan şirket temsilcilerinin izinsiz halka arz faaliyetinde bulunduklarını ve kaçak yollardan kayıt yükümlülüğüne uymaksızın “hisse senedi” karşılığında kendisinden para aldıklarını öğrenmiştir. Başvurucu, şirket yetkililerinden defalarca ödemiş olduğu paranın iadesini talep etmesine ve yetkililerin de iade edeceklerini vaat etmelerine rağmen bugüne kadar parasını geri alamamıştır. Başvurucu, anılan şirketin yetkili makamlardan izin almaksızın yaptığı hisse senedi satışlarını gerekli denetim görevini yerine getirmeyerek engellemediğinden bahisle hizmet kusuru bulunduğunu ileri sürdüğü Başbakanlık aleyhine 000,00 TL maddi, 000,00 TL manevi tazminatın ödenmesi istemiyle tam yargı davası açmak üzere İdare Mahkemesine başvurmuş ve dava harcı ile yargılama giderlerinden muafiyete ilişkin adli yardım talebinde bulunmuştur. Ankara İdare Mahkemesi 7/3/2012 tarih ve E. 2012/379 sayılı kararıyla mevzuat hükümleri uyarınca koşulların gerçekleşmediğini belirterek başvurucunun adli yardım talebini reddetmiş ve harç ve posta ücretinin tamamlattırılmasına karar vermiştir. Mahkemenin 15/3/2012 tarih ve E.2012/379 sayılı yazısıyla dosyanın işleme konulabilmesi için eksik olan harç ve posta ücretinin tamamlanması hususu başvurucuya tebliğ edilmiştir. Söz konusu yazının gereğinin yerine getirilmemesi üzerine Mahkemece 19/4/2012 tarih ve E.2012/379 sayılı yazıyla söz konusu bildirim yenilenmiş, ancak eksikliğin verilen sürede tamamlanmaması üzerine 31/5/2012 tarih ve E.2012/379 sayılı yazı ile eksikliğin tamamlanması ve tamamlanmadığı takdirde ilgili Kanun uyarınca davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği hususu başvurucuya bildirilmiştir. Ankara İdare Mahkemesinin 21/9/2012 tarih ve E.2012/379, K.2012/1453 sayılı kararıyla, başvurucunun verilen süre içinde 078,00 TL nispi karar harcını tamamlamadığı gerekçesiyle temyiz yolu açık olmak üzere davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Bu karar başvurucuya 12/10/2012 tarihinde tebliğ edilmiştir.B. İlgili Hukuk 6/1/1982 tarih ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Dilekçe üzerine uygulanacak işlem” başlıklı maddesinin (4) numaralı fıkrası şöyledir: “Herhangi bir sebeple harcı veya posta ücreti verilmeden veya eksik harç veya posta ücreti ile dava açılmış olması halinde, otuz gün içinde harcın ve posta ücretinin verilmesi ve tamamlanması hususu daire başkanı veya görevlendireceği tetkik hakimi, mahkeme başkanı veya hakim tarafından ilgiliye tebliğ olunur. Tebligata rağmen gereği yerine getirilmediği takdirde bildirim aynı şekilde bir daha tekrarlanır. Harç veya posta ücreti süresi içinde verilmez veya tamamlanmazsa davanın açılmamış sayılmasına karar verilir ve davacıya tebliğ olunur.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/7324
Başvurucu, hisselerini satın aldığı anonim şirket yetkilileri tarafından kâr payı vaadiyle kandırıldığından ve paralarını geri alamadığından bahisle zararlarının tazmini istemiyle açtığı davada mahkemece adli yardım talebinin kabul edilmediğini ve davanın açılmamış sayılmasına kararı verilmek suretiyle Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan hak arama özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüş, adli yardım ve tazminat talebinde bulunmuştur.
0
Başvuru, delillerin değerlendirilmesinde ve cezanın bireyselleştirilmesine ilişkin hükümlerin uygulanmasında hata yapılması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 15/8/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, form ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Datça Cumhuriyet Başsavcılığının 6/11/2006 tarihli iddianamesi ile taksirle ölüme neden olma suçunu işlediği iddiasıyla başvurucu hakkında kamu davası açılmıştır. Yargılamayı yürüten Datça Asliye Ceza Mahkemesinin 4/7/2007 tarihli kararıyla başvurucunun isnat edilen suçtan mahkûmiyetine karar verilmiştir. Başvurucu müdafiinin talebi üzerine 24/3/2010 tarihinde Yargıtay Ceza Dairesince yapılan temyiz incelemesinde mahkûmiyet hükmü onanmıştır. Başvurucu, yeni neden ve delil bulunduğu iddiasıyla 13/9/2012 havale tarihli dilekçe ile Datça Asliye Ceza Mahkemesinden yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur. Datça Asliye Ceza Mahkemesi, kabule değer olup olmadığı yönünde herhangi bir karar vermeden yargılamanın yenilenmesi talebini duruşmalı olarak incelemiş ve 12/2/2014 tarihli kararla itiraz kanun yolu açık olmak üzere reddetmiştir. Başvurucunun müdafiince yapılan itiraz, Muğla Ağır Ceza Mahkemesinin 2/7/2014 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Başvurucunun, yargılamanın yenilenmesi talebiyle ilgili yargılamadaki hak ihlallerine yönelik 18/9/2014 tarihli başvurusu Anayasa Mahkemesinin 2014/15505 bireysel başvuru sırasına kaydedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 22/7/2015 tarihli kararıyla, ihlal iddialarının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle başvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermiştir. Başvurucu 15/8/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/13377
Başvuru, delillerin değerlendirilmesinde ve cezanın bireyselleştirilmesine ilişkin hükümlerin uygulanmasında hata yapılması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, kanser hastasına reçete edilen ilacın ithali için gerekli ödemenin Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanması amacıyla yapılan talebin reddedilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 28/9/2020 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvurucu, tedavisi süresince ilaç bedelinin ilacın ithalinde yetkili kuruluşa Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından ödenmesi yönünde tedbir kararı verilmesini talep etmiştir. Başvurucunun tedbir talebi hakkında 23/10/2020 tarihinde karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre ilgili olaylar özetle şöyledir: 1961 doğumlu olan başvurucuya bronş ve akciğer malign neoplazmı (akciğer kanseri) tanısı konulmuştur. Tedavisini planlayan hekimin pembrolizumab etken maddeli Keytruda isimli ilacın kullanımını uygun görmesi sonrasında başvurucunun Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumuna başvurusu üzerine söz konusu ilacın kullanımının ve ithalinin uygun görüldüğü bildirilmiştir. İlaç bedelinin ödenmesi talebiyle yaptığı başvurunun SGK'ca reddi üzerine başvurucu, ilaca ait bedellerin karşılanması için SGK aleyhine Eskişehir İş Mahkemesinde (İş Mahkemesi) dava açmış ve ihtiyati tedbir kararı verilmesini talep etmiştir. İş Mahkemesinin 23/1/2020 tarihli hükmüyle ilaç bedelinin SGK tarafından tam ve kesintisiz şekilde karşılanmasına yönelik ihtiyati tedbir kararı verilmiştir. Bu tarihten sonra başvurucunun tedavisinde kullanılan ilaç bedeli SGK tarafından karşılanmaya başlanmıştır. SGK vekilinin karara karşı yaptığı istinaf talebini inceleyen Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi ( Hukuk Dairesi) "... ilacın kullanılmaması halinde bu durumun davacının sağlığında ciddi, hızlı ve geri dönüşü olmayan bir bozulmaya ya da ölüme ya da yaşam beklentisinde ciddi azalmaya veya yoğun acıya sebep olacağı konusunda kanaat edinmeye elverişli ve tedbir kararı için dayanak alınacak yeterlikte bir belge dosyada bulunmadığı ve yaklaşık ispat koşulu yerine getirilmediği gibi talebin sonucu itibarıyla ihtiyati tedbirin mahiyetini aşacak ve davayı esastan çözecek nitelikte bulunduğu..." gerekçesiyle kararın kaldırılmasına karar vermiştir. 25/9/2020 tarihinde başvurucunun tedavisini takip eden doktor tarafından bahse konu ilacın akciğer kanserli olgularda tam şifa sağlayabildiğini ve mutlaka kullanılması gerektiğini gösterdiğini, ilacın kullanımın tıbben gerekli olduğunu ve hastanın tedavisinde bu aşamada kullanılabilecek muadil bir ilaç bulunmadığını, ilaç tedavisinin uygulanmasının muhakkak gerekli olduğunu ve kullanılmaması durumunda yaşam beklentisinde azalmaya neden olabileceğini belirten yeni bir rapor düzenlenmiştir. Bunun üzerine başvurucu Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunarak tedavisi süresince ilaç bedelinin ilacın ithalinde yetkili kuruluşa SGK tarafından ödenmesi yönünde tedbir kararı verilmesini talep etmiştir. Anayasa Mahkemesi 23/10/2020 tarihinde anılan raporun derece mahkemelerinin değerlendirilmesine sunulmamış olması nedeniyle tedbir talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir. Başvurucu, İş Mahkemesinden tekrar ihtiyati tedbir talebinde bulunmuş, talep İş Mahkemesince kabul edilmiş ve başvurucu bu kararı Anayasa Mahkemesinin bilgisine sunmuştur. UYAP üzerinden yapılan inceleme sonucunda İş Mahkemesince 26/1/2022 tarihinde davanın kabulüne, ilaç bedelinin başvurucuya ödenmesine ve başvurucunun ödemiş olduğu ilaç bedelinin kendisine geri ödenmesine karar verildiği anlaşılmıştır. Karar taraflara tebliğ aşamasındadır. Gerekçenin ilgili kısmı şöyledir:"...davaya konu 'Pembrolizumab' etken maddeli 'Keytruda' isimli ilacın davacının tedavisinde kullanmaya başladığı 16/09/2019 tarihi (kür) itibari ile 21 günde 2 flakon (200 mg Pembrolizumab-Keytruda 100mg/ 4ml Fik.) dozunda 100' er mg dan 2 (iki) kutu olacak şekilde dava tarihi olan 22/01/2020 tarihine kadar toplamda 6 kür-12 (on iki) kutu kullanıldığı ve bu ilaçların temini için 236,30 TL bedel ödendiği tespit edildiği anlaşılmakla davacının dava konusu ilacı fayda gördüğü sürece kullanmasının ve tedaviye hastalığında ilerleme olmadığı sürece devam edilmesinin uygun olduğu değerlendirilmekle aldırılan ATK ve bilirkişi raporlarının nedenlerini açıklayıcı, taraflar, mahkememiz ve kanun yolu denetimine açık ve gerekçeli olması, hüküm kurmaya yeterli ve elverişli görüldüğünden mahkememizce hükme esas alınarak davanın kabulüne karar vermek gerekmiş..."
Maddi ve manevi varlığın korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/31627
Başvuru, kanser hastasına reçete edilen ilacın ithali için gerekli ödemenin Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanması amacıyla yapılan talebin reddedilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvurucu, “silahlı terör örgütüne üye olma” suçunu işlediği iddiasıyla yargılandığı davanın halen devam ettiğini ve makul sürede yargılama yapılmadığını belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, manevi tazminat talebinde bulunmuştur. Başvuru, 21/2/2014 tarihinde İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca, 17/6/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 4/7/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği, görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Adalet Bakanlığının 17/7/2014 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca (CMK. maddesi ile yetkili) yürütülmekte olan soruşturma kapsamında 29/6/2009 tarihinde yakalanarak gözaltına alınmıştır. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesince 2/7/2009 tarihinde başvurucunun “silahlı terör örgütüne üye olma” suçundan tutuklanmasına karar verilmiştir. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının (CMK. maddesi ile yetkili) 13/8/2009 tarih ve E.2009/831 sayılı iddianamesi ile başvurucu hakkında “silahlı terör örgütüne üye olma” suçunu işlediği iddiasıyla kamu davası açılmıştır. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesince (CMK. maddesi ile görevli) yapılan yargılama sonunda, 16/4/2012 tarih ve E.2009/202, K.2012/58 sayılı kararla başvurucunun “silahlı terör örgütüne üye olma” suçundan 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve tahliyesine karar verilmiştir. Karar başvurucu tarafından temyiz edilmiş olup, temyiz incelemesi devam etmektedir. Başvurucu, 21/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 26/9/2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun maddesinin (2) numaralı fıkrası, 12/4/1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun ve maddeleri.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/2530
Başvurucu, “silahlı terör örgütüne üye olma” suçunu işlediği iddiasıyla yargılandığı davanın halen devam ettiğini ve makul sürede yargılama yapılmadığını belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
1
Başvuru, idari para cezası ve sürücü belgesinin geçici olarak alınmasına ilişkin işleme karşı yapılan başvuruda kararın sonucunu değiştirebilecek nitelikteki iddiaya ayrı ve açık yanıt verilmemesi nedeniyle gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 15/4/2019 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Batman Barosuna kayıtlı avukat olan başvurucu 1/1/2019 tarihinde Bismil ilçesinde trafik ekiplerince alkol kontrolü amacıyla durdurulmuştur. Hususi otomobil kullanan araç sürücüleri için alkol sınırı 0,50 promildir. Saat 10'da nefes ölçümü sonucunda düzenlenen tutanağa göre başvurucu 1,27 promil alkollüdür. Başvurucu, ölçümün yapıldığı saatten dört veya beş saat önce alkol aldığını, söz konusu zaman dilimi dikkate alındığında nefes ölçümü sonucunda ortaya çıkan alkol miktarının yüksek olduğunu belirterek sonuca itiraz etmiştir. Başvurucunun ölçüm sonucuna itiraz etmesi üzerine trafik ekiplerince nöbetçi Cumhuriyet savcısıyla iletişime geçilerek savcıya olayla ilgili bilgi verilmiştir. Savcının talimatı uyarınca nefes ölçümü tekrarlanmış ve ilk ölçümden 14 dakika sonra yapılan ikinci nefes ölçümü sonucunda başvurucunun bu defa 0,42 promil alkollü olduğu anlaşılmıştır. Kolluk görevlilerince ölçüm sonucu tekrar savcıya bildirilmiştir. Bunun üzerine ilk ölçüm sonucuna göre gerekli idari işlemin uygulanması, ölçüm sonuçları arasındaki farklılığın giderilmesi amacıyla başvurucudan Bismil Devlet Hastanesinde kan örneği alınması ve alınan kan örneğinin incelenmek üzere Diyarbakır Adli Tıp Kurumuna (ATK) gönderilerek kan testi sonucuna göre adli işlem başlatılması yönünde savcı tarafından talimat verilmiştir. Kolluk görevlilerince savcının talimatı doğrultusunda başvurucu hakkında ilk ölçüm sonucuna göre idari işlem tesis edilmiştir. Bu kapsamda 1/1/2019 tarihinde düzenlenen tutanağa göre başvurucunun ehliyeti alkollü olarak araç kullandığı gerekçesiyle 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun maddesinin beşinci fıkrası uyarınca altı ay süreyle geri alınmış ve başvurucu hakkında 002 TL idari para cezası uygulanmıştır. Başvurucu 15/1/2019 havale tarihli dilekçesi ile Bismil Sulh Ceza Hâkimliğine (Hâkimlik) başvurarak hakkında tesis edilen idari para cezası ve sürücü belgesinin geçici olarak alınması işleminin iptal edilmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu dilekçesinde; nöbetçi savcının talimatı uyarınca olay tarihinde Bismil Devlet Hastanesinde kendisinden kan örneği alınarak alkol testi yapıldığını, henüz test sonucunun tarafına ulaşmadığını, on beş günlük yasal itiraz süresi sona ermek üzere olduğu için test sonucunu beklemeden başvuru yapmak durumunda kaldığını ancak test sonucunun dosyaya gelmesi beklenerek buna göre karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Hâkimliğin 21/3/2019 tarihli kararı ile başvuru reddedilmiştir. Hâkimliğin gerekçeli kararında ilk ölçümün yapıldığı saat 10'da başvurucunun 1,27 promil alkollü olduğunun anlaşıldığı, her ne kadar ilk ölçümden 14 dakika sonra yapılan ikinci ölçüm sonucunda alkol oranı 0,42 promil olarak tespit edilmiş ise de iki ölçüm arasındaki süre zarfında vücuttaki alkolün etkisinin azalabileceği, dosyada yer alan tutanağa göre başvurucunun da alkol oranının düşük çıkmasını temin etmek için söz konusu 14 dakikalık süre içinde sürekli su içtiği ve sakız çiğnediği, buna göre ilk ölçüm sonucuna itibar edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Kararda, ilk ölçüm sonucuna göre başvurucunun yasal sınırın üzerinde alkollü olduğunun tespit edilmiş olması nedeniyle başvurunun kesin olarak reddedildiği belirtilmiştir. Öte yandan bireysel başvuru dosyasının ekinde yer verilen 15/1/2019 tarihli ATK raporuna göre başvurucudan olay tarihinde saat 57'de alınan kan örneğinde yapılan analiz sonucunda başvurucunun kanında 0,22 promil alkol bulunduğu tespit edilmiştir. UYAP üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre Bismil Cumhuriyet Başsavcılığınca başvurucu hakkında alkol veya uyuşturucu maddenin etkisi altındayken araç kullanma suçundan soruşturma başlatıldığı, soruşturma kapsamında dosya arasına alınan 15/1/2019 tarihli ATK raporuna göre başvurucunun 0,22 promil alkollü olduğunun tespit edilmiş olması nedeniyle -2918 sayılı Kanun'un maddesinin altıncı fıkrası gözönüne alınarak- 21/1/2019 tarihinde takipsizlik kararı verildiği anlaşılmıştır. Başvurucu 15/4/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. 2918 sayılı Kanun’un "Alkol, uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin etkisi altında araç sürme yasağı" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “Uyuşturucu veya uyarıcı maddeleri almış olan sürücüler ile alkollü olan sürücülerin karayolunda araç sürmeleri yasaktır.Uyuşturucu veya uyarıcı maddelerin kullanılıp kullanılmadığı ya da alkolün kandaki miktarını tespit amacıyla, kollukça teknik cihazlar kullanılır. ...Yapılan tespit sonucunda, 50 promilin üzerinde alkollü olarak araç kullandığı tespit edilen sürücüler hakkında, fiili bir suç oluştursa bile, 700 Türk Lirası idari para cezası verilir ve sürücü belgesi altı ay süreyle geri alınır. Hususi otomobil dışındaki araçları alkollü olarak kullanan sürücüler bakımından promil alt sınırı 21 olarak uygulanır. Alkollü olarak araç kullanma nedeniyle sürücü belgesi geri alınan kişiye, son ihlalin gerçekleştiği tarihten itibaren geriye doğru beş yıl içinde; ikinci defasında 877 Türk Lirası idari para cezası verilir ve sürücü belgeleri iki yıl süreyle, üç veya üçten fazlasında ise, 407 Türk Lirası idari para cezası verilir ve sürücü belgeleri her seferinde beşer yıl süreyle geri alınır. Sürücü belgelerinin herhangi bir nedenle geçici olarak geri alınmış olması hâlinde belirtilen süreler, geçici alma süresinin bitiminde başlar. Yapılan tespit sonucunda, 00 promilin üzerinde alkollü olduğu tespit edilen sürücüler hakkında ayrıca Türk Ceza Kanununun 179 uncu maddesinin üçüncü fıkrası hükümleri uygulanır....Alkollü olarak araç kullanması nedeniyle son ihlalin gerçekleştiği tarihten itibaren geriye doğru beş yıl içinde sürücü belgeleri ikinci defa geri alınan sürücüler Sağlık Bakanlığınca, usul ve esasları İçişleri, Millî Eğitim ve Sağlık bakanlıklarınca çıkarılacak yönetmelikte gösterilen sürücü davranışlarını geliştirme eğitimine; üç veya üçten fazla geri alınan sürücüler ise psiko-teknik değerlendirmeye ve psikiyatri uzmanının muayenesine tabi tutulurlar....." 31/10/2011 tarihinde İçişleri Bakanı'nın onayı ile yürürlüğe giren Trafik Denetimlerinde ve Trafik Kazalarında Alınacak Önlemlere İlişkin Yönerge’nin "Alkol test cihazı kullanımı ve ölçüm işlemi" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendi hâlihazırda şu şekildedir:"Ölçülen değerin gerçek alkol düzeyi olması için, alkol alımı ile ölçüm yapılan zaman arasında en az 20 dakikalık zaman geçmiş olmasına özen gösterilir. [Sürücü alkol aldıktan hemen sonra alkol testine tabi tutulur ise, sonuç yüksek bir değer çıkabilmektedir. Bunun nedeni, cihaza nefes üflenirken, ağız içerisinde (dişlerde, damakta, dilde) bulunan alkolün de gönderilmesidir. Bu değere ağız alkolü denilmektedir. Alkolmetre ile ölçüm yapan personel, ağız alkolü etkisinden arındırılmış ve doğrudan akciğerlerin derinliklerinden üflenmiş nefes olmasını sağlamak için, sürücünün son alkolü alma süresi üzerinden en az 20 dakika geçmesi beklenilmelidir.]" 18/7/1997 tarihli ve 23053 mükerrer sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Karayolları Trafik Yönetmeliği'nin "Alkol, uyuşturucu veya uyarıcı maddeler etkisi altında araç sürme yasağı" kenar başlıklı maddesinin üçüncü fıkrasının (f) bendi şöyledir:"Teknik cihazla yapılan ölçüm sonucuna itiraz edilmesi durumunda tekrar ölçüm yapılmaz, yapılan işlemlere itiraz 30/3/2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanununun 27 nci maddesi kapsamında ilgili mahkemelere yapılır." Yargıtay Ceza Dairesinin 24/12/2019 tarihli ve E.2019/5794, K.2019/12223 sayılı ilamının ilgili kısmı şöyledir:"...incelenen dosyada; olay gecesi aracı ile seyir halinde iken durdurulan sanığın saat 23:35'te alkolmetre ile yapılan ölçümde 1,00 promil alkollü olduğu, savunmasında yaklaşık yarım saattir araç kullanmakta olduğunu beyan ettiği ve yerleşik Adli Tıp uygulamalarında kişiden kişiye farklılık göstermekle birlikte alkol oranının her saat ortalama 15 promil azaldığı kabul edildiği hususları birlikte değerlendirildiğinde 1,00 promilin üzerinde alkollü olarak araç kullandığı tespit edilen sanığın, güvenli sürüş yeteneğini kaybettiği ve dolayısıyla atılı suçtan mahkumiyetine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde beraatine karar verilmesi..." Yargıtay Ceza Dairesinin 14/1/2020 tarihli ve E.2019/2639, K.2020/451 sayılı ilamının ilgili kısmı şöyledir:"...Dosya içeriğine göre olay günü, sanığın idaresindeki otomobille, meskun mahalde, gündüz vakti, tek yönlü parke kaplama yolda seyri sırasında, T şeklindeki kavşağa geldiğinde geçiş önceliğine uymayarak aracının ön sağ kısmıyla, gidiş yönüne doğru sağdan gelen motorlu bisikletin ön sol kısmına çarptığı, sanığın asli kusurlu şekilde bir kişinin basit tıbbi müdahale ile giderilecek şekilde yaralanmasına sebebiyet verdiği ve Adli Tıp uygulamalarına göre kişiden kişiye farklılık göstermekle birlikte alkol oranının her saat ortalama 0,15 promil azaldığının kabul edildiği gözetildiğinde sanığın olaydan yaklaşık 30 dakika sonra yapılan alkol muayenesine göre 95 promil alkollü olduğu gözetildiğinde sanığın kaza anında güvenli sürüş yeteneğini ortadan kaldıracak şekilde 100 promil üstünde alkollü olarak araç kullandığı tespit edildiği olayda;Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanığın kusur durumuna ve lehe olan hükümlerin uygulanması gerektiğine ilişkin temyiz itirazlarının reddi ile hükmün isteme uygun olarak ONANMASINA... Danıştay Onbeşinci Dairesinin 28/3/2013 tarihli ve E.2013/2015, K.2013/2324 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"Bilimsel çalışmalarda, alkole toleransın kişiden kişiye değişeceği gibi aynı kişide de farklı zamanlarda reaksiyonlarda farklılık olabileceği, kişinin yaşı, kilosu, cinsiyeti, metobolizma hızı, açlık ve tokluk durumu gibi pek çok nedene bağlı olarak vücuttaki alkol oranının azalma hızının değişebileceği kabul edilmektedir. Adli Tıp Kurumu Ankara Grup Başkanlığı'nın 2008 tarih ve 342 sayılı yazısında da; zamanla orantılı olarak kan-alkol düzeyindeki azalma ile ilgili yapılan araştırmalarda, kan alkol düzeyinin bir saatte 12-20 mg/dl azaldığı, adli vakalarda, Adli Tıp Kurumu İhtisas Kurulu'nca ortalama olarak kan alkol düzeyinin bir saatte 15 mg/dl (0,15 promil) azaldığının kabul edildiği belirtilmiştir. Uyuşmazlıkta, saat 02:06'da yapılan ölçümde davacının 0,89 promil alkollü olduğu tespit edilmiş olup, bu ölçüme davacı tarafından itiraz edilmesi üzerine Adli Tıp Kurumunda saat 03:30'da kan örneğinden yapılan tahlil sonucu düzenlenen raporda, davacının kanında 0,49 promil alkol bulunduğunun belirlenmesi karşısında, zamana bağlı olarak vücuttaki alkol oranının azalması olağan olduğundan, davacının ilk ölçüm sırasında güvenli sürme yeteneğini kaybedecek miktarda alkollü olduğunun tespit edildiğinden bahisle tesis edilen işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır."
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/13365
Başvuru, idari para cezası ve sürücü belgesinin geçici olarak alınmasına ilişkin işleme karşı yapılan başvuruda kararın sonucunu değiştirebilecek nitelikteki iddiaya ayrı ve açık yanıt verilmemesi nedeniyle gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, zorunlu askerlik hizmeti sırasında maruz kalınan kötü muamele sonucunda akıl sağlığının bozulduğundan bahisle açılan tazminat davasının süre aşımı nedeniyle reddedilmesinin işkence ve kötü muamele yasağı ile adil yargılama hakkını ihlal ettiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 13/1/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü sunmamıştır. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 21/11/1999 tarihinde askerlik hizmetine başlamış, 31/5/2001 tarihinde terhis edilmiştir. Başvuru formu kapsamında başvurucu; askerlik hizmeti sürecinde üstleri tarafından şiddete maruz bırakıldığını, birçok kez sopalarla dövüldüğünü ileri sürmüştür. Bu tür onur kırıcı davranışlar nedeniyle ruh sağlığının bozulduğunu iddia eden başvurucu, anılan iddialara ilişkin olarak ailesi vasıtasıyla Askerî Savcılıklara şikâyetçi olduğunu belirtmiş; bu şikâyetlerle ilgili olarak Savcılıklarca yeterince araştırma yapılmadığından sonuca ulaşamadığını ifade etmiştir. Başvurucu, iddialarının ceza soruşturması kısmına ilişkin olarak herhangi bir belge sunmamıştır. Başvurucu, babasının 15/8/2002 tarihinde yaptığı başvuru üzerine Sarıkamış Sulh Hukuk Mahkemesinin 13/12/2002 tarihli kararıyla baba Süleyman Alkan'ın velayeti altına alınmıştır. Ayrıca başvurucuya Sosyal Güvenlik Kurumunca 1/1/2003 tarihinden itibaren malul aylığı bağlanmıştır. Başvurucunun babası Süleyman Alkan, tarihi belirsiz müracaatıyla oğlunun askerlik görevini yaparken psikolojik rahatsızlık geçirdiğini belirterek tedavisinin yaptırılması ve oğluna maaş bağlanması için Millî Savunma Bakanlığına başvurmuştur. Söz konusu başvuru, ilgisi nedeniyle Jandarma Genel Komutanlığına (JGK) gönderilmiştir. JGK'nın 27/1/2003 tarihli yazısı ile başvurucu, muayene için Gülhane Askerî Tıp Akademisi (GATA) Komutanlığına sevk edilmiştir. GATA Komutanlığında yapılan muayenesi sonucunda hakkında ''Davacıda bulunan psikotik bozukluk biyolojik, psikolojik, sosyal zemini olan, kalıtsal, doğumsal, gelişimsel, çevresel ve ailevi tutumlarla ilişkili birçok etkenin birarada rol oynaması ile ortaya çıkan bir hastalık sürecidir. Bu hastalığın ortaya çıkmasında veya alevlenmesinde askerlik hizmetinin tek başına belirleyici bir rol oynadığını söylemek mümkün değildir.'' şeklinde 28/3/2003 tarihli rapor tanzim edilmiştir. Bu rapor üzerine JGK'nın 10/4/2003 tarihli yazısıyla ''Davacının rahatsızlığının ortaya çıkmasında askerlik görevinin doğrudan etkisinin bulunmaması nedeniyle, kendisine vazife malullüğü maaşı bağlanması veya başka bir yardım yapılması yönünden işlem başlatılması mümkün değildir.'' şeklinde cevap verilmiştir. Başvurucunun babası 19/4/2006 tarihinde, maddi ve manevi tazminat istemiyle İçişleri Bakanlığına başvurmuş; başvuru 26/6/2006 tarihli yazıyla reddedilmiştir. Başvurucunun babası, vesayeten 7/7/2006tarihinde Askeri Yüksek İdare Mahkemesine (AYİM) dava açmıştır. Açılan davada AYİM İkinci Dairesinin 10/1/2007 tarihli kararıyla, başvurucunun babasının adli yardım taleplerinin reddedilmesi üzerine harç ve posta giderlerinin yatırılması için yazılan yazılara rağmen harç ve posta giderlerinin yasal süresi içinde yatırılmadığı gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Başvurucu, bu karar üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvurmuş; AİHM İkinci Bölümü tarafından 7/2/2012 tarihli kararla, adli yardım talebinin reddedilmesi neticesinde davanın açılmamış sayılması nedeniyle başvurucunun mahkemeye erişimine orantısız bir kısıtlama getirildiği değerlendirilmiştir. Bu nedenle AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) maddesinin birinci fıkrası kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ve 000 avro manevi tazminat ödenmesine karar vermiştir. Başvurucunun Sözleşme'nin maddesi kapsamında etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddialarının anılan ihlal değerlendirmesi üzerine incelenmesi gerekli görülmemiştir. Başvurucunun babası Süleyman Alkan'ın 8/9/2010 tarihinde vefat etmesi üzerine annesi Latife Alkan tarafından, başvurucuya vesayeten 10/5/2012 tarihinde Sarıkamış Asliye Hukuk Mahkemesine verilen dilekçeyle AİHM kararına dayanılarak AYİM'e yeniden yargılama talebinde bulunulmuştur. AYİM İkinci Dairesinin 3/4/2013 tarihli kararıyla, yeniden yargılama talebi kabul edilerek davaya kalınan yerden devam edilmesi kabul edilmiştir. Ancak davacının iddia ettiği zarar doğurucu eylemin normal terhis tarihi olan 31/5/2001 tarihinde yahut lehe yorumla en geç davacının vesayet altına alındığı 13/12/2002 tarihindeöğrenildiği, bu tarihten itibaren bir yıl içinde maddi ve manevi tazminat istemiyle idareye başvurulması gerekirken başvuru yapılmadığı belirtilmiştir. Bununla birlikte başvurucunun Millî Savunma Bakanlığına başvurusunun idareye müracaat olarak kabul edilmesi hâlinde dahi JGK'nın ret cevabını verdiği 10/4/2003 tarihinden sonra altmış gün içinde davanın açılması gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucu vekilinin maruz kalınan durumun suç teşkil eden bir haksız fiil olduğundan ve etkileri devam ettiğinden süre aşımının söz konusu olmayacağına yönelik iddiasını değerlendiren AYİM, tazminat talebine esas teşkil eden eylemlere ilişkin olarak başlatılan bir soruşturma veya yürütülen derdest bir dava olmadığı gerekçesiyle talebi reddetmiştir. Anılan gerekçelerle başvurucunun yasal süreleri geçirdikten sonra 19/4/2006 tarihinde idareye başvurması nedeniyle davada süre aşımı bulunduğundan davanın reddine karar verilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme istemi de aynı Dairenin 4/12/2013 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Bu karar, başvurucuya 30/12/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 13/1/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 4/7/1972 tarihli ve 1602 sayılı Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası şöyledir:“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde dava açmadan önce, bu eylemlerin yazılı bildirimi üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde yetkili makama başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri lazımdır. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde bu konudaki işlemin tebliği tarihinden ve altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren altmış gün içinde tam yargı davası açabilirler.”B. Uluslararası Hukuk AİHM içtihatları kapsamında tam yargı davalarında, dava açma süresinin yalnızca işlem ve eylem tarihinden itibaren başlatılmasının hakkaniyete uygun düşmeyeceği, bu nedenle işlem veya eylemin bütün sonuçlarıyla birlikte öğrenildiği tarihten itibaren sürenin hesaplanması gerektiği genel kabul görmektedir. Bu konuda AİHM, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine hükmetmiş; AYİM ise kuralı katı biçimde yorumlayarak -dava açma süresini başvurucunun kafasından mermiyle yaralandığı tarih yerine merminin varlığını öğrendiği tarihten başlatması gerekirken- eylem tarihinden itibaren dava açma süresini başlatmasını davanın esasının tam olarak incelenmesine engel görmüştür (Eşim/Türkiye, B. No: 59601/09, 17/9/2013, §§ 25, 26)
Yaşam hakkı-Kötü muamele yasağı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/707
Başvuru, zorunlu askerlik hizmeti sırasında maruz kalınan kötü muamele sonucunda akıl sağlığının bozulduğundan bahisle açılan tazminat davasının süre aşımı nedeniyle reddedilmesinin işkence ve kötü muamele yasağı ile adil yargılama hakkını ihlal ettiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru; tutukluluğun kanunda öngörülen azami süreyi aşması nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının, tabii hâkim ilkesine aykırı davranılması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 2/10/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde belirlenen eksiklikler başvurucu vekiline tebliğ edilmiştir. Başvurucu vekili, eksikliklerin giderimi için öngörülen on beş günlük kesin süreyi aşarak eksiklikleri tamamlamıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 31/1/2008 tarihinde Osmaniye Sulh Ceza Mahkemesince tutuklanmıştır. Adana Cumhuriyet Başsavcılığının 16/6/2008 tarihli iddianamesiyle başvurucu hakkında suç işlemek amacıyla kurulan örgütü yönetme, 10/7/1953 tarihli ve 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanun'a muhalefet etme, tasarlayarak adam öldürmeye azmettirme ve kamu malına zarar verme suçlarından Adana Ağır Ceza Mahkemesi nezdinde kamu davası açılmıştır. Adana Ağır Ceza Mahkemesi 6/6/2012 tarihli kararı ile başvurucunun mahkûmiyetine ve tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Kararın temyizi üzerine Yargıtay Ceza Dairesi 26/2/2014 tarihli ilamı ile başvurucunun yargılandığı davada verilen mahkûmiyet kararına ilişkin kısmen onama, kısmen bozma kararı vermiştir. Bozma kararı sonrasında dava, Adana Ağır Ceza Mahkemesinin 2014/190 sayılı esasına kaydedilmiştir. Adana Ağır Ceza Mahkemesi 27/5/2014 tarihinde 1/2/2014 tarihli ve 6526 sayılı Kanun'un maddesi ile 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun (CMK) mülga maddesiyle görevlendirilen ağır ceza mahkemelerinin kaldırılması üzerine dosyanın Osmaniye Ağır Ceza Mahkemesine devredilmesine karar vermiştir. Osmaniye Ağır Ceza Mahkemesi 4/9/2014 tarihli duruşmada başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Osmaniye Ağır Ceza Mahkemesince verilen tutukluluğun devamı kararına başvurucu vekili tarafından itiraz edilmiş, Osmaniye Ağır Ceza Mahkemesinin 18/9/2014 tarihli kararı ile itiraz reddedilmiştir. Başvurucu 2/10/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesine yapılan başvuruda dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde eksikliklerinin bulunduğu tespit edilmiştir. Belirlenen eksikliklerin giderilmesi amacıyla başvurucu vekiline on beş günlük kesin süre verilerek bildirimde bulunulmuştur. Anılan bildirim, başvurucu vekili Av. Murat Akbay'a 17/11/2014 tarihinde usulüne uygun olarak tebliğ edilmiştir. Başvurucu vekili, belirlenen eksiklikleri verilen kesin süre içinde en geç 2/12/2014 tarihine kadar gidermesi gerekirken 5/2/2015 tarihinde gidermiştir. Başvurucu vekili, anılan dilekçede eksikliklerin süresinde giderilmemesi ile ilgili mazeret bildirmiş ve buna ilişkin bir sağlık raporu ibraz etmiştir. Sağlık raporunda; başvurucu vekilinin pertrokanterik kırık (kalça kırığı) nedeniyle kapalı IMN ameliyatı geçirdiği, taburcu edilme tarihinden itibaren doksan günlük istirahatin uygun olduğu belirtilmiştir. Başvurucu vekili, mazeretinin kabulüne karar verilmesini talep etmiştir. Osmaniye Ağır Ceza Mahkemesi 17/2/2015 tarihli kararıyla başvurucunun mahkûmiyetine ve tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Bu karar, Yargıtay Ceza Dairesinin 13/6/2016 tarihli kararıyla düzeltilerek onanmıştır. 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklulukta geçecek süre" kenar başlıklı maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:"Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez." 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat istemi" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili bölümü şöyledir:"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;...a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen,...d) Kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen,...Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler." 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat isteminin koşulları" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:" Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir."
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/16516
Başvuru, tutukluluğun kanunda öngörülen azami süreyi aşması nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının, tabii hâkim ilkesine aykırı davranılması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, akaryakıt istasyonunun uzun süre mühürlü kalması dolayısıyla meydana gelen zararların karşılanmaması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 22/2/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:A. Ceza Soruşturması ve Kovuşturması Süreci Van Valiliğinin petrol istasyonlarını denetimleri esnasında yapılan bildirim sonrası, Van Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başvurucu Şirket yetkilisi Ş.T. hakkında akaryakıt kaçakçılığı suçundan başlatılan soruşturma kapsamında, başvurucu Şirkete ait petrol istasyonundaki benzin ve mazot satışı yapılan pompalar ve bu pompaların akaryakıt çekmiş olduğu tank kapaklarının mühürlendiği 20/10/2004 tarihli Kolluk Olay Tutanağı'nda belirtilmiştir. Başvurucu Şirket yetkilisi Ş.T. hakkında 10/7/2003 tarihli ve 4926 sayılı mülga Kaçakçılıkla Mücadele Kanun'a muhalefet suçundan Van Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan yargılamada 20/4/2005 tarihinde isnat edilen suçun yasal unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraat kararı verilmiştir. Karar, Yargıtay Ceza Dairesince 13/12/2006 tarihinde onanmıştır. Van Asliye Ceza Mahkemesinin 12/1/2007 tarihli mühürlerin açılmasına ilişkin müteferrik kararı üzerine 15/1/2007 tarihinde mühürler açılmıştır. Mühür Açma Tutanağı'nda; bir süper benzin, iki motorin pompası ile bunlara ait bir süper benzin ve bir motorin tankının mühürlerinin açıldığı belirtilmiştir.B. Van Ağır Ceza Mahkemesindeki Tazminat Davası Süreci Başvurucu Şirket ve Şirket yetkilileri Ş.T. ve Ö.Y. tarafından 26/3/2007 tarihinde Van Ağır Ceza Mahkemesinde Maliye Hazinesi aleyhine açılan davada haksız el koyma nedeniyle 000 TL maddi ve 000 TL manevi tazminat talep edilmiştir. Van Ağır Ceza Mahkemesince alınan 1/1/2008 tarihli bilirkişi raporunda, mühürlenen pompalar ve tanklardaki akaryakıtın kullanılmamasından kaynaklanan nakdi değerinin 145,65 TL olduğu belirtilmiştir. Van Ağır Ceza Mahkemesince 15/9/2008 tarihinde davanın kısmen kabulüyle 7/5/1964 tarihli ve 466 sayılı mülga Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun’a göre başvurucu Şirket lehine 145,65 TL maddi tazminata hükmedilmiş ve manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmiştir. Taraflarca temyiz edilen karar 27/1/2012 tarihinde Yargıtay Ceza Dairesince bozulmuştur. Kararın gerekçesinde, el koyma nedeniyle maddi tazminat isteminin 466 sayılı Kanun'un birinci maddesinde düzenlenmemesi nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Van Ağır Ceza Mahkemesince bozma kararına uyularak 6/7/2012 tarihinde davanın reddi ile görevsizlik kararı verilmiştir. Kararın gerekçesinde 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun maddesinin 1/6/2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanacağı, bu tarihten önce yapılan işlemlere ilişkin tazminat davalarının hukuk mahkemelerinde genel hükümlere göre görülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Başvuru Konusu Hukuk Mahkemesindeki Tazminat Davası Süreci Görevsizlik kararı üzerine başvurucu Şirket ve Şirket yetkilileri Ş.T. ve Ö.Y. tarafından bu kez Van Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) 12/9/2012 tarihinde aynı taleplerle tazminat davası açılmıştır. Mahkemece, başvurucu Şirketin ticari defterleri ile dosyadaki bilgi ve belgeler üzerinden bilirkişi raporu düzenlenmesine karar verilmiştir. Ancak başvurucu tarafından bilirkişi incelemesi için Van Ağır Ceza Mahkemesine teslim edilen 2002-2007 yıllarına ilişkin ticari defterler ve belgelere ulaşılamaması nedeniyle dosyadaki mevcut duruma göre rapor tanzim edilmesi istenmiştir. Bunun üzerine başvurucu Şirketin gelir gider tablosu, bilançosu ve vergi beyannameleriyle dosyadaki bilgi ve belgeler üzerinden 14/4/2015 tarihli bilirkişi raporu düzenlenmiştir. Raporda, başvurucu Şirkete ait mali verilere göre başvurucu Şirketin toplam 627,47 TL zarar ettiği tespit edilmiştir. Raporda ayrıca 2001-2006 yılları arasında başvurucu Şirketin yıllık toplam satış tutarları, giderleri ile kâr ve zararlarını gösteren gelir tablosu da düzenlenmiştir. Söz konusu gelir tablosundan 2004 yılında 693,79 TL, 2005 yılında 558,11 TL, 2006 yılında ise 460,81 TL brüt satışın gerçekleştiği anlaşılmıştır. Başvurucu; söz konusu bilirkişi raporunda sadece zararının tespit edildiğini, mevcut zararının yanında yoksun kaldığı kârın da hesaplanması gerektiğini belirterek itiraz etmiştir. Mahkemece 25/2/2016 tarihinde davanın kısmen kabulüyle başvurucu Şirket lehine 145,65 TL maddi tazminata hükmedilmiş ve manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucu Şirket ve Şirket yetkililerin akaryakıt kaçakçısı oldukları hakkında sosyal ve ticari çevrelerinde yaygın bir kanaat oluştuğuna ilişkin dosya içinde delil bulunmadığı belirtilerek manevi tazminat taleplerinin yerinde görülmediği ifade edilmiştir. Öte yandan bilirkişi incelemesi sonucunda pompalara el konulması nedeniyle başvurucu Şirketin 145,65 TL zarara uğradığının belirlendiği açıklanmıştır. Karar taraflarca temyiz edilmiştir. Başvurucu temyiz dilekçesinde, itiraz edilmesine rağmen Van Ağır Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sırasında alınan 1/1/2008 tarihli bilirkişi raporundaki hatalı zarar miktarı esas alınarak karar verildiğini belirtmiştir. Yine 14/4/2015 tarihli bilirkişi raporunda, yoksun kalınan kârın hesaplanmadığı itirazında bulunduğu ancak Mahkemece itirazlarının dikkate alınmadığı açıklanmıştır. Başvurucu, yoksun kalınan kârın da önceki verilere göre hesaplanması durumunda 657,07 TL yoksun kalınan kârının olduğunu, fiilî zarar miktarı olan 627,47 TL ile birlikte toplam 285,13 TL'ye hükmedilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Öte yandan idarece ticari defter ve belgeler kaybedilmiş olmasına rağmen dolaylı olarak sorumluluğun kendisine yüklendiğini vurgulamıştır. Başvurucu ayrıca haksız fiil tarihinden itibaren faiz talep edildiği hâlde faize de karar verilmediğini belirtmiştir. Bunun yanında manevi tazminat talebinin reddine ilişkin itirazlarını da ileri sürmüştür. Başvurucu, davalı Maliye Hazinesinin temyiz dilekçesine karşı verdiği cevap dilekçesinde davalının süre ve husumete ilişkin itirazlarının yerinde olmadığını ifade etmiştir. Öte yandan gerek kısmen kabul ve kısmen reddedilen maddi tazminat gerekse reddedilen manevi tazminat talepleriyle ilgili olarak Mahkemece hükmedilen vekâlet ücretlerinde yanlışlık bulunmadığını belirtmiştir. Bununla birlikte devlet karşısında daha zayıf ve güçsüz bir konumda olanlar aleyhine vekâlet ücretine hükmedilmesinin bile adalet duygusunu zedelediğini vurgulamıştır. Başvurucu ayrıca toplam zararının fiilî zararı ile yoksun kalınan kârın toplanmasıyla bulunacağını açıklamıştır. Temyiz edilen karar 15/5/2017 tarihinde Yargıtay Hukuk Dairesince vekâlet ücreti yönünden düzeltilerek onanmış, karar düzeltme istemi de 25/12/2017 tarihinde reddedilmiştir. Nihai karar, başvurucu vekiline 1/2/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 22/2/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk İlgili Mevzuat 4/4/1929 tarihli ve 1412 sayılı mülga Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "Tahkikat için sübut vasıtalarından olmak üzere faydalı görülen yahut musadereye tabi olan eşya muhafaza veya başka bir suretle emniyet altına alınır." 5271 sayılı Kanun'un maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “(1) Elkonulan eşya, zarara uğraması veya değerinde esaslı ölçüde kayıp meydana gelme tehlikesinin varlığı halinde, hükmün kesinleşmesinden önce elden çıkarılabilir.... (4) Elkonulan eşyanın değerinin muhafazası ve zarar görmemesi için gerekli tedbirler alınır. (5) Elkonulan eşya, soruşturma evresinde Cumhuriyet Başsavcılığı, kovuşturma evresinde mahkeme tarafından, bakım ve gözetimiyle ilgili tedbirleri almak ve istendiğinde derhâl iade edilmek koşuluyla, muhafaza edilmek üzere, şüpheliye, sanığa veya diğer bir kişiye teslim edilebilir. Bu bırakma, teminat gösterilmesi koşuluna da bağlanabilir. (6) Elkonulan eşya, delil olarak saklanmasına gerek kalmaması halinde, rayiç değerinin derhâl ödenmesi karşılığında, ilgiliye teslim edilebilir. Bu durumda müsadere kararının konusunu, ödenen rayiç değer oluşturur. ” 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Zararın ve kusurun ispatı” kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Zarar gören, zararını ve zarar verenin kusurunu ispat yükü altındadır.Uğranılan zararın miktarı tam olarak ispat edilemiyorsa hâkim, olayların olağan akışını ve zarar görenin aldığı önlemleri göz önünde tutarak, zararın miktarını hakkaniyete uygun olarak belirler." 6098 sayılı Kanun’un haksız fiilden doğan borç ilişkilerinde tazminatın belirlenmesini düzenleyen maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "Hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler." 6098 sayılı Kanun’un haksız fiilden doğan borç ilişkilerinde tazminatın indirilmesini düzenleyen maddesi şöyledir: "Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.Zarara hafif kusuruyla sebep olan tazminat yükümlüsü, tazminatı ödediğinde yoksulluğa düşecek olur ve hakkaniyet de gerektirirse hâkim, tazminatı indirebilir." 6098 sayılı Kanun'un haksız fiillerden doğan borç ilişkilerinin ceza hukuku ile ilişkisini düzenleyen maddesi ise şöyledir: "Hâkim, zarar verenin kusurunun olup olmadığı, ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar verirken, ceza hukukunun sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza hâkimi tarafından verilen beraat kararıyla da bağlı değildir.Aynı şekilde, ceza hâkiminin kusurun değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine ilişkin kararı da, hukuk hâkimini bağlamaz." Yargıtay İçtihadı Yargıtay Hukuk Dairesinin 13/5/2019 tarihli ve E.2018/4138, K.2019/2755 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"...Dava, haksız el koyma nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; karar, taraf vekillerince temyiz edilmiştir.Davacı vekili, davacıya ait tankere kaçakçılık suçunda kullanıldığı iddiası ile el konulduğunu, ceza yargılamasında dava dışı sanığın beraatine ve nakil vasıtası aracın iadesine karar verildiğini belirterek, haksız el koyma nedeniyle oluşan zararının tazmini isteminde bulunmuştur....a)Hükme esas alınan bilirkişi raporunda her ne kadar dava konusu araca 12/08/2004- 07/02/2005 tarihleri arasında el konulduğu belirtilerek hesaplama yapılmışsa da ceza dosyasında mevcut zapta göre araca 22/09/2004 tarihinde el konulmuş ve araç davacı vekiline 19/07/2005 tarihinde teminat mektubu karşılığında iade edilmiştir. Öncelikle davacının aracından mahrum kaldığı zaman dilimi dosya kapsamına göre doğru olarak belirlenip bu süre için ve aracın ayın her günü çalışmayacağı da gözetilerek zarar kapsamı belirlenmesi gerekirken bu durumun gözetilmemesi doğru olmamıştır.b)Davaya konu aracın aylık net kazancının, muhafaza altında kaldığı tarih aralığı da belirtilerek ilgili birimlerden sorularak ve usulünce tespit edilmesi gerekirken afaki ifadelerle aylık kazanç tespiti de dosya kapsamına uygun olmamıştır.Şu halde; davacının yoksun kalınan kazanca yönelik talebine ilişkin dosyada mevcut ve karara dayanak alınan bilirkişi raporu, kesin, açık ve anlaşılır olmadığı gibi, denetime ve hüküm kurmaya da elverişli değildir. Mahkemece eksik inceleme ve yetersiz bilirkişi raporuna dayanılarak karar verilmesi usul ve yasaya uygun düşmemiş, bu durum kararın bozulmasını gerektirmiştir.3-Davacının diğer temyiz itirazlarına gelince; davaya konu aracın, gelir kaybına yönelik hesaplama, el koyma tarihinden itibaren ileriye yönelik yapıldığı için her yıl belirlenen gelir kaybına o yıldan itibaren faiz yürütülmesi gerekirken dava tarihinden itibaren faize hükmedilmesi de doğru bulunmamış ve kararın bozulması gerekmiştir...." Yargıtay Ceza Dairesinin 19/11/2018 tarihli ve E.2018/4959, K.2018/10881 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"... Somut olayda, 5607 sayılı Kanuna aykırılık suçu kapsamında el konulan kamyon iyi niyetli üçüncü kişi konumundaki davacı şirkete ait olduğu anlaşıldıktan sonra da el koyma tedbirinin fiili olarak uygulanmasına devam edilmiştir. El konulan aracın fiilen alıkonulması yerine trafik siciline şerh konulmasının niçin yetersiz kaldığı, 5271 sayılı CMK'nun maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca kara, deniz ve hava ulaşım araçları hakkında verilen el koyma kararlarının sicile şerh verilmek suretiyle icra olunacağı düzenlendiği halde, hangi gerekçe ile araca fiilen el konulduğu, mahkeme kararından anlaşılamamaktadır. Mahkeme davacı şirketi somut olay bakımından iyi niyetli üçüncü kişi konumunda olduğunu kabul ederek aracın kendisine iadesine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin 20/9/2017 tarih ve 2014/14195 başvuru numaralı kararında da belirtiği üzere suçta kullanılan veya suça konu eşyalara el konulması; bu eşyaların yeniden suçta kullanılmalarının önüne geçilmesi, caydırıcılığın sağlanması ve muhtemel bir müsaderenin sonuçsuz kalmasını önlemek gibi amaçlar taşımaktadır. Bununla birlikte kamu makamlarının söz konusu tedbirleri alırken kişilerin mülkiyet haklarının korunmasını da gözetmeleri gerekmektedir. Fiilen el koyma tedbirinin uygulanması, kişilerin geçici süreyle de olsa mülkünden yoksun bırakılması gibi ağır bir sonuca yol açmaktadır. El konulan aracın müsadere edilemeyeceğinin anlaşılmasına ve davacı şirketin aracının sicil kaydına şerh konulmak suretiyle daha az zarara yol açabilecek bir yolun da varlığına rağmen yargılama sonuna kadar kamyona fiilen el konulması şeklindeki müdahalenin 5271 sayılı CMK'nun maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı olduğu gibi ölçülülük ilkesi ile de bağdaşmadığı anlaşılmaktadır. Tüm bu açıklamalar ışığında, davacının tazminat talebi doğrultusunda zararını karşılayacak uygun bir maddi tazminata karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi [kanuna aykırıdır.]..."B. Uluslararası Hukuk İlgili uluslararası hukuk için bkz. Hikmet Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş., B. No: 2016/4557, 4/7/2019, §§ 35-
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/5186
Başvuru, akaryakıt istasyonunun uzun süre mühürlü kalması dolayısıyla meydana gelen zararların karşılanmaması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, kanunda kabahat olarak sayılmayan bir fiilden dolayı idari para cezası uygulanması nedeniyle suçta ve cezada kanunilik ilkesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucunun 31/5/2020 tarihinde saat 15 sıralarında sokağa çıkma yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle Gaziosmanpaşa İlçe Emniyet Müdürlüğünün 31/5/2020 tarihli İdari Yaptırım Karar Tutanağı ile 24/4/1930 tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun maddesi uyarınca başvurucu hakkında 469 TL idari para cezası uygulanmıştır. Başvurucu, idari para cezasına itiraz etmiştir. Gaziosmanpaşa Sulh Ceza Hâkimliği idari yaptırım kararında herhangi bir açıklama yapılmadan üst hadden ceza verilmesi nedeniyle 789 TL para cezası yönünden itirazın reddine, aşan kısım yönünden itirazın kabulü ile idari yaptırımın kaldırılmasına karar vermiştir. Başvurucunun bu karara itirazı, Gaziosmanpaşa Sulh Ceza Hâkimliğinin 11/12/2020 tarihli kararıyla kesin olarak reddedilmiştir. Başvurucu, nihai kararı 19/12/2020 tarihinde öğrenmiş; 13/1/2021 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Komisyon, suçta ve cezada kanunilik ilkesi ile gerekçeli karar hakkı dışındaki iddiaların kabul edilemez olduğuna, anılan şikâyetlerin kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir.
Adil yargılanma hakkı (Ceza)-Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/3477
Başvuru, kanunda kabahat olarak sayılmayan bir fiilden dolayı idari para cezası uygulanması nedeniyle suçta ve cezada kanunilik ilkesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, tapu kaydının iptali istemiyle Maliye Hazinesince açılan davanın hak düşürücü süre yönünden reddedilmesine ilişkin kararın Yargıtayca kısmen onanması sonrası yargılama giderleriyle sınırlı olarak devam eden davanın esasının yeniden değerlendirilerek davanın kabulüne karar verilmesi nedeniyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 19/6/2015 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucular, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: İstanbul'un Silivri ilçesi Piri Mehmet Paşa Mahallesi'nde bulunan 229 ada 22 parsel sayılı taşınmaz Maliye Hazinesinin tarafı olmadığı bir yargılama neticesinde hükmen edinimli olarak 16/10/1985 tarihinde başvurucuların miras bırakanı B. adına tapuya tescil edilmiştir. Hazine tarafından tapu kayıt maliki aleyhine 18/9/1998 tarihinde Silivri Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tapu iptali ve tescil davası açılmıştır. Dava dilekçesinde, taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığından bahisle tapu kaydının hükümsüz ve geçersiz olduğu ileri sürülmüştür. Mahkeme 18/3/2002 tarihinde davanın kabulüne ve tapu kaydının iptali ile taşınmazın tescil harici bırakılmasına karar vermiştir. Temyiz edilen karar, Yargıtay Hukuk Dairesince 7/12/2005 tarihinde bozulmuştur. Bozma kararında, kıyı kenar çizgisi haritasının düzenlenip düzenlenmediğinin araştırıldıktan sonra yerinde keşif yapılarak kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi gerektiği, ayrıca kadastro komisyon kararında değinilen tescil ilamı ile ilgili mahkeme kararlarının getirilmemesi ve tescil haritasının araştırılmamasının doğru olmadığı belirtilmiştir. Bozma kararına uyan Mahkeme, dava konusu taşınmazın bulunduğu yerde 30/4/2008 tarihinde kadastro, ziraat ve jeoloji alanında uzman bilirkişiler ile birlikte keşif yapmıştır. Yapılan keşif sonucu düzenlenen 26/6/2008 tarihli bilirkişi raporunda, anılan taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı kanaati bildirilmiştir. Bununla birlikte Mahkeme 17/2/2010 tarihinde davanın hak düşürücü süre yönünden reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 14/3/2009 tarihli ve 27169 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 25/2/2009 tarihli ve 5841 sayılı Kanun'un ve maddeleri ile yapılan değişikliklere vurgu yapılmıştır. Buna göre 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenen hak düşürücü süreye ilişkin hükmün devam eden davaları da kapsamak üzere iddia ve taşınmazın niteliğine yahut devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dâhil tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanması öngörülmüştür. Bu karar Hazine tarafından temyiz edilmiştir. Dairenin 9/6/2010 tarihli kararıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:"Dava, 3621 sayılıKıyı Kanunundan kaynaklanan tapu iptal ve kaydın sicilden terkini isteğine ilişkin olup, mahkemece, hükmüne uyulan Daire bozma kararında gösterildiği şekilde araştırma yapılmak suretiyle, taşınmazın tamamının tanımı aynı Yasa'nın maddesinde yapılan kıyıda kaldığı saptanmış ise de, 14 Mart 2009 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren ve kesin hüküm halini almayan eldeki davalara da uygulanması öngörülen5841 sayılı Yasa uyarıncadavanın hak düşürücü süreden reddine karar verilmiş olmasında kural olarak bir isabetsizlik yoktur. Davacı Hazinenin, bu yöne ilişkin temyiz itirazı yerinde değildir, reddine.Ancak,bir taraf, dava açıldığı andaki mevzuata ve içtihat durumuna göre davasında haklı olup da, dava açıldıktan sonra yürürlüğü giren (geçmişe etkili) yeni bir yasa hükmü ya da yeni bir İçtihatları Birleştirme Kararı gereğince davayı kaybederse, davada haksız çıkmış olmasına rağmen, yargılama giderlerinden sorumlu tutulamaz.Anılan bu kural yasal ve yargısal uygulamada kararlılık kazanmıştır.(Baki Kuru, Hukuk Usulü Muhakemeleri cilt, sayfa 5338, dipnot 159; H. 21/12/1976, 8770/8739 ve dipnot 160: HD 12/09/1977, 5445/5655 dipnot 161: HD 24/02/1976, 6296/1297) Ayrıca her dava açıldığı tarihteki koşullara bağlıdır. Öte yandan avukatlık ücreti 1957 tarih ve 4/16 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı uyarınca yargılama giderlerinden sayılır.Hal böyle olunca; Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu alınan krokili bilirkişi raporda, çekişmeli taşınmazın tamamının kıyı kenar çizgisine göre kıyıda bulunduğu, dava tarihinde davacı hazinenin davasında haklı olduğu anlaşıldığına ve yargılama sırasında yürürlüğe giren 5841 sayılı Yasa gereğince dava reddedildiğine göre, davalının, maktu harçtan, tüm yargılama giderlerinden veavukatlık ücretinden sorumlu tutulması gerekirken aksine düşüncelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Davacı Hazinenin, harç, yargılama giderleri ve avukatlık ücreti açısından temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlere hasren HUMK.'nun maddesi gereğince BOZULMASINA, 2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi." Hazinenin karar düzeltme talebi Daire tarafından 13/12/2010 tarihinde reddedilmiştir. Bozma kararına uyan Mahkeme 4/5/2011 tarihinde yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına ve taraflar yararına vekâlet ücretine hükmedilmesine yer olmadığına karar vermiştir. Mahkeme, davanın esası yönünden ise temyiz talebinin reddi nedeniyle karar kesinleşmiş olduğundan bu hususta yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına karar vermiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:"Tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; Mahkememizce verilen 17/10/2010 2006/588-2010/56Esas karar sayılı ilamın bendi temyiz talebinin reddi ile, kesinleşmiş olduğundan bu hususta yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına, bozma ilamından sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasaya 6099 sayılı Yasa ile eklenen 36/A maddesigözetilmek suretiyledava reddedildiğinden ve Hazine harçtan muaf olduğundan harç alınmasına yer olmadığına, bozma ilamından sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasaya 6099 sayılı Yasa ile eklenen 36/A maddesi gözetilmek suretiyle yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, bozma ilamından sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasaya 6099 sayılı Yasa ile eklenen 36/A maddesigözetilmek suretiyle ve davacı lehine bozma ilamı ile oluşan usulü kazanılmış hak dikkate alınarak davacı ve davalının kendisini vekille temsil ettirmiş olmaları nedeniyle davacı ve davalı lehlerine vekalet ücreti takdirine yer olmadığına dair aşağıdaki hüküm fıkrasının tesisi uygun görülmüştür." Hazinenin temyiz talebi, Dairece 19/3/2012 tarihinde reddedilmiştir. Kararın gerekçesinde, işinesasıbakımından 5841 sayılı Kanun'un yürürlüğü döneminde davanın hak düşürücü süreden reddedilmiş olmasının doğru olduğu kabul edilmiştir. Bununla birlikte anılan Kanun hükümlerinin Anayasa Mahkemesinin 23/7/2011 tarihli ve 28003 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararı ile iptal edildiği belirtilmiştir. Daireye göre kesin hüküm hâli söz konusu olmayıp olaydaki durum kazanılmış hakkın istisnasını teşkil etmektedir. Daire, Anayasa'nın maddesine göre iptal kararlarının geriye yürümeyeceğini kabul etmekle birlikte Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 10/3/1969 tarihli ve 1/3 sayılı kararının gerekçe bölümüne vurgu yapmıştır. Daire, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemeyeceğini ancak henüz devam eden uyuşmazlıkların iptal kapsamında bulunacağını belirtmiştir. Daire sonuç olarak Anayasa Mahkemesinin anılan iptal kararından sonra davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin kararın doğruluğundan söz edilemeyeceğini zira kamu düzeniyle ilgili bütün hâllerin istisnanın kapsamına gireceğini açıklamıştır. Kararın sonuç kısmı şöyledir:"...işin esası hakkında 28/11/1997 tarih 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda değerlendirme yapılmak ve yargılama masrafları yönünden de 6099 Sayılı Yasa hükümleri gözetilmek suretiyle uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması için karar bozulmalıdır..." Bozma kararına uyan Mahkeme 26/12/2012 tarihinde davanın kabulüne ve taşınmazın tapu kaydının iptali ile tescil harici bırakılmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 30/4/2008 tarihinde yapılan keşif ve 26/6/2008 tarihli bilirkişi raporlarına atıfla dava konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde olduğunun tespit edildiği belirtilmiştir. Mahkemeye göre devletin hüküm ve tasarrufu altında kalan yerlerden olan bu taşınmazın özel kişiler adına tescili ise mümkün değildir. Başvurucular tarafından temyiz edilen karar, Yargıtay Hukuk Dairesince 16/6/2014 tarihinde oybirliğiyle onanmıştır. Başvurucuların karar düzeltme talebi de Dairenin 26/2/2015 tarihli kararıyla oyçokluğuyla reddedilmiştir. Karşıoy yazısında, kesin hüküm gücü kazanan bir kararın Yargıtayca yeniden bozmaya konu edilmesinin kamu düzenini bozacağı ve hukuki güvenlik ilkesini ihlal edeceği belirtilmiştir. Ayrıca yargının verdiği ve bağlayıcı olan bir kesin hükmün işlevsiz hâle getirilmesinin adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelere aykırı olduğu ifade edilmiştir. Nihai karar, başvurucular vekiline 21/5/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucular 19/6/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk İlgili Mevzuat 3402 sayılı Kanun’un maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir: “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.” 5841 sayılı Kanun'un maddesi ile 3402 sayılı Kanun’un maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle şöyledir:“Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır.” 5841 sayılı Kanun'un maddesi ile 3402 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde şöyledir:“Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır.” 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu'nun maddesinin ilgili bölümü şöyledir: "Bu Kanunda geçen deyimlerden;Kıyı çizgisi:Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, taşkın durumları dışında, suyun karaya değdiği noktaların birleşmesinden oluşan çizgiyi,Kıyı Kenar çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerininoluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırını,Kıyı: Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alanı,...ifade eder."3621 sayılı Kanun'un maddesinin ilgili bölümleri şöyledir: " ...Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. ...." 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun "Sahipsiz yerler ve yararı kamuya ait mallar" kenar başlıklı maddesinin birinci fıkrası şöyledir:"Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır." 4721 sayılı Kanun'un maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir: "Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder." 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun maddesi şöyledir:"(1) Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.(2) Bir hüküm, davada veya karşılık davada ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder.(3) Kesin hüküm, tarafların küllî halefleri hakkında da geçerlidir. (4) Bir dava dolayısıyla ortaya çıkan kesin hüküm, o hükmün kesinleşmesinden sonra dava konusu şeyin mülkiyetini tarafların birisinden devralan yahut dava konusu şey üzerinde sınırlı bir ayni hak veya fer’î zilyetlik kazanan kişiler hakkında da geçerlidir. Ancak, Türk Medenî Kanununun iyiniyetle mal edinmeye ait hükümleri saklıdır.(5) Müteselsil borçlulardan biri veya birkaçı ile alacaklı arasında yahut müteselsil alacaklılardan biri veya birkaçı ile borçlu arasında oluşan kesin hüküm, diğerleri hakkında geçerli değildir." 6100 sayılı Kanun'un maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:"Kişiler hukuku, aile hukuku ve taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararlar kesinleşmedikçe yerine getirilemez." Anayasa Mahkemesi Kararı Anayasa Mahkemesinin 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: "A- 5841 sayılı Kanun’un maddesi ile 1987 günlü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun Maddesinin Üçüncü Fıkrasına Eklenen 'Bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dâhil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır' Cümlesinin İncelenmesiDava konusu kuralın uygulanması halinde kıyı ya da orman niteliğinde olduğu belirlenen alanlar kadastro işlemleri sırasında özel mülk olarak tespiti yapılmış ve kadastro işlemlerinin kesinleşmesinden itibaren on yıldan daha fazla bir süre geçmiş ise bu alanlara ilişkin olarak kamu idaresi tarafından tapu iptali davası açılması olanağı ortadan kalkacaktır. Bunun sonucunda tapu kayıtları kesinlik kazanacak ve özel mülkiyete ilişkin tapular geçerli kabul edilecektir. Böylece dava konusu kuralın uygulanması ile kıyı ya da orman alanına dâhil olan bir taşınmaz üzerinde özel mülkiyet mümkün hale gelecektir.Anayasa’nın ve maddelerinde temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanması hakkını güvence altına almak amacıyla kıyıların ve ormanların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyet yasaklanmıştır. Bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesi olanaklı değildir.Ancak, hukuk devletinin en temel unsurlarından birisi olan hukuki güvenlik ilkesi bireyleri keyfi yönetimlere ve hukuki sürprizlere karşı korumak ve bireylerin ileride başlarına gelebilecekleri öngörebilmesi ve hareketlerini buna göre ayarlayabilmesi amacıyla hukuk kurallarının açık, anlaşılabilir ve öngörülebilir olmasını gerektirir. Hukuki güvenlik ilkesini eşya hukuku alanında somutlaştıran kurum tapuya güven ilkesidir. Tapu sicilinin temel işlevi bir taşınmazla ilgili tüm hakların bu sicile kaydedilerek herkese karşı ileri sürülebilmesi ve sicile kayıtlı olmayan hakların da iyi niyetli üçüncü kişilere karşı ileri sürülememesidir. Bu aynı zamanda mülkiyet hakkının sağladığı güvencenin de bir sonucudur.Anayasa’nın maddesi ise kişi özgürlüğü ile yakından ilişkili olan mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Ancak mülkiyet hakkı mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir ve bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması gerekir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hem kıyılar hem de ormanlarla ilgili kararlarında kadastro tespiti ya da satın alma yoluyla tapulu taşınmazları edinen kişilerin tapularının, kıyı kenar çizgisi ya da orman alanı içinde kaldığı gerekçesiyle ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin iptal edilmesini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokolün maddesinin ihlali olarak nitelendirmiştir. AİHM bu kararlarında çevrenin korunmasına ilişkin kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasında makul bir dengenin bulunması gerektiğini belirterek, karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına müdahale edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır.Kıyıların ya da ormanların korunması amacıyla mülkiyet hakkına müdahale edilmesi meşru olmakla birlikte bu kamusal külfetin tamamının mülk sahiplerine yüklenemeyeceği ve yasa koyucunun buna uygun çözüm yolları bulması gerekeceği açıktır.Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın ve maddelerine aykırıdır; iptali gerekir...B- 5841 sayılı Kanun’un maddesi ile 1987 günlü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na Eklenen Geçici maddenin İncelenmesiDava dilekçesi ve başvuru kararlarında dava konusu kuralın aleyhe bir hüküm olduğu ve kazanılmış hakları ihlal ettiği belirtilerek Anayasa’nın maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.Dava ve itiraz konusu kural, Kadastro Kanunu’nun maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen hükmün devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile kanunun yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış davalarda da uygulanmasını öngörmektedir.Kadastro Kanunu’nun maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen kuralın yukarıda yapılan incelenmesi neticesinde Anayasa’ya aykırı olduğu sonucuna ulaşıldığından aynı gerekçelerle kural, Anayasa’nın ve maddelerine aykırıdır; iptali gerekir..." Yargıtay İçtihadı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 4/2/1959 tarihli ve E.1957/13, K.1959/5 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"...Temyizce bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması halinde bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş, sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usuli hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat dairece itiraz reddedilmiştir, yahut da onu hedef tutan, bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir boşama sebebi sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairece de bozma sebebi sayılmamıştır. Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usuli bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme, ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir. Zira umumi müktesep hakkın tanınması amme intizamı düşüncesiyle kabul edilmiş bir esastır. Lakin, vazife konusunda usuli müktesep hak prensibinin kayıtsız, şartsız tatbiki, usulün az önce anılan mutlak hükmünün değiştirilmesi neticesini doğuracaktır ki, sözkonusu maddenin yazılışı ve kanuna konuluş gayesi itibariyle böyle bir netice kaideten caiz görülemez. Ancak ileri sürülen vazifesizlik itirazının Temyiz Dairesine reddi ve kararın başka sebeplerden bozulması ve bozmaya uyulması halinde davanın yine vazifesizlik sebebiyle reddi yoluna gidilebilmesi, usul hükümlerinin esas gayesini haleldar edebilecek bir mahiyet arz edeceği cihetle haddizatında nadir olan böyle vaziyetlerde istisnai olarak kanunun maddesinin tatbikini kabul etmemek, menfaatlar vaziyetine gereği gibi uygun düşecektir. Netice;Kaide olarak usuli müktesep hak hükmünün vazife konusunda tatbik yeri olmayacağına ve duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar vazifesizlik kararı verebileceğine, birinci toplantıda 2/3 ekseriyet sağlanamaması sebebiyle 4/2/1959 günlü ikinci toplantıda ve mutlak ekseriyetle karar verildi." Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 9/5/1960 tarihli ve E.1960/21, K.1960/9 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslaraaykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki Usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan iktikrarı zedeler ve hatta kararlara karşı umumi güveni dahi sarsar.Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp, mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli müktesep hak için kanunda açık hüküm bulunmaması, onun kabul edilmemesini gerektirmez.4/2/1959 günlü ve E, 13, K/5 .sayılı içtihadı birleştirme kararında da belirtildiği üzere gerek Temyiz Mahkemesini, gerekse diğer mahkemeleri bağlayan usuli müktesep halk esasının müstesnası olarak mahkemenin vazifesizliğine karar verilebileceği, adı geçen kararda kabul edilmiştir. O halde, usule ait müktesep hak esası, bir birçok hukuk kaideleri gibi istisnaları bulunan kaidelerdendir.II - Temyiz Teşkilat Kanununun 6082 sayılı kanunla değiştirilmiş 8 inci maddesinin 5 inci fıkrasında (İçtihatların birleştirilmesi suretiyle verilen kararlar, emsali hadiselerde mahkemeleri bağlar) denilmektedir. Mahkemelerin elinde bulunan bütün işlere ve bu arada bozma kararına uyulduktan sonra karar bağlanıp aleyhine karar verilmiş olanın temyiz etmesi sebebiyle temyiz mahkemesinde bulunan işlere ve yine bozma kararın uyulduktan sonra mahkemelerce incelenmekte olan işlere yeni çıkan içtihadı birleştirme kararının tatbiki, bu maddenin herhangi bir istisna kabul etmeyen lafzına uygun düşecektir. Bundan başka, içtihadı birleştirme kararı, daire kararlarından daha doğru bir içtihada varmak için verilmiş bir karar olduğu cihetle onun mümkün olan her davaya tatbiki, usul kaideleriyle güdülen hakka varma gayesine dahi uygun olur. Nihayet, içtihadi birleştirme kararıyla kabul edilen afaki esasları tatbik ederek istikrarı sağlama prenisibinin sayısı belli hadiselerde feda edilmesinde de bu yolsuzluk düşünülemez ve bu şekilde bir tatbikat, adalete güveni sarsmak şöyle dursun bilakis bu güveni kuvvetlendirir. Demek ki söz konusu kanun hükmünün mümkün olan her hadiseye tatbiki ile müktesep hak esasının içtihadı birleştirme kararı karşısında gözönünde tutulmaması, o maddenin hem mutlak olan lafzına, hem de ruhuna uygun bulunacaktır.Şu ciheti açıklayalım ki, usuli müktesep hakka aykırı içtihadı birleştirme kararı çıkınca Temyiz Daireleri içtihadı birleştirmeye aykırı ve fakat usuli müktesep hakka uygun olan kararları bozacaklar, bozma kararı üzerine davayı incelemekte olan diğer mahkemeler dahi içtihadı birleştirme kararını kesin olarak öğrenince bozma kararıyla gösterilen yolu bırakarak içtihadı birleştirme kararı gereğince inceleme yapmaya başlayacak ve o karar gereğince hüküm vereceklerdir.III - Usule ait müktesep hakkın diğer bir şekli de bazı konuların Temyiz Dairesinin bozma kararının şümulü dışında kalarak kesinleşmesi ile meydana gelen şeklidir. Her ne kadar bu cihet, içtihadı birleştirmenin dışında kalmakta ise de, bu şimdiki kararda ileri sürülen gerektirici sebepler karşısında, bu içtihadı birleştirme ile kabul edilen hukuki esasın bu şekil müktesep hakların varlığı halinde de, tatbiki ileri sürülebilecektir. Netice;Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna, 9/5/1960 günlü birinci toplantıda üçte ikiyi aşan ekseriyetle karar verildi." Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2013 tarihli ve E.2013/23-131, K.2013/1681 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"Somut uyuşmazlığın doğduğu tarihte yürürlükte olan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu kurum, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri haline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin yada tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.Hemen belirtelim ki; bir mahkemenin Yargıtay Dairesi'nce verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirdiği gibi, mahkemenin kararını bozmuş olan Yargıtay Hukuk Dairesi'nce de, sonradan, ilk bozma kararı ile benimsemiş olduğu esaslara ve dolayısı ile oluşan usuli kazanılmış hakka aykırı bir şekilde ikinci bir bozma kararı verilmesini yasaklamaktadır.Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 1959 gün ve 1957/13-1960/5; 1960 gün ve 21/9 sayılı ilamlarında açıklandığı üzere, bir mahkemenin Yargıtayca verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki, bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen durum uyarınca muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli kazanılmış hak yahut usule ait kazanılmış hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda usule ait kazanılmış hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Yargıtayın bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında, hukuki alanda istikrarı sağlamak amacına ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait kazanılmış hak müessesesi, usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir.Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Yargıtayın ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan amacı zedeler ve hatta kararlara karşı duyulması gereken genel güveni dahi sarsar.Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp, mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli kazanılmış hak için kanunda açık hüküm bulunmaması, onun kabul edilmemesini gerektirmez.Kazanılmış haklar Hukuk Devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar Anayasanın maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı, hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez.Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır:Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı (1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla oluşan usuli kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır.Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesi’nce iptaline karar verilirse, usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (Hukuk Genel Kurulu’nun 2004 gün ve E:2004/10-44, K:2004/19 sayılı ilamı).Bu sayılanların dışında ayrıca; görev konusu, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez (Baki, Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt 5, İstanbul 2001, Sahife:4738 vd). Usuli kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için; bir davada, ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir..." Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2017 tarihli ve E.2017/5-2575, K.2017/1906 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"Bilindiği üzere bir davada mahkemenin veya tarafların yapmış oldukları bir usul işlemi nedeniyle taraflardan biri lehine, dolayısıyla diğeri aleyhine doğan ve gözetilmesi zorunlu olan hakka usuli kazanılmış hak denilir.Örneğin mahkemenin Yargıtay bozma kararına uymasıyla bozma kararı lehine olan taraf bakımından kazanılmış hak doğar. Bir mahkemenin Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen biçimde inceleme ve araştırma yapmak ve yine o kararda belirtilen hukuksal esaslar gereğince karar vermek yükümlülüğü oluşur. Bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozma kararında gösterilen ilkelere aykırı bulunması, usule uygun olmadığından bozma nedenidir.Bozma kararı ile dava, usul ve yasaya uygun bir hale sokulmuş demektir. Bozma kararınauyulduktan sonra buna aykırı karar verilmesi usul ve yasaya uygunluktan uzaklaşılması anlamına gelir ki, böyle bir sonuç kamu düzenine açıkça aykırılık oluşturur. Buna göre Yargıtay’ın bozma kararına uymuş olan mahkeme bu uyma kararı ile bağlıdır. Daha sonra bu uyma kararından dönerek direnme kararı veremez; bozma kararında gösterilen biçimde inceleme yapmak ya da gösterilen biçimde yeni bir hüküm vermek zorundadır.Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma vehüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.Gerçekten mahkemenin doğru bularakuyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul vekanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan istikrarı zedeler ve hatta kararlara karşı umumi güveni dahi sarsar. (1960 tarih 21/9 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı)Aynı ilke Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2003 gün ve 2003/8-83 E., 2003/72 K.; 2010 gün ve 2010/9-71 E., 2010/87 K.; 2017 gün ve 2015/9-463 E., 2017/137 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir İçtihadı Birleştirme Kararı (1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma kararına uyulmuş olmakla oluşan usuli kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK’nun 2004 gün ve 2004/10-44 E., 19 K.; 2010 gün ve 2010/4-40 E., 2010/54 K.).Bu sayılanların dışında ayrıca görev, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez (Kuru B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü – V, b İstanbul 2001, s 4738 vd).Usuli kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için bir davada ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir."B. Uluslararası Hukuk Adil Yargılanma Hakkı Yönünden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:“Herkes davasının medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde, görülmesini isteme hakkına sahiptir...” Brumărescu/Romanya ([BD], B. No: 28342/95, 28/10/1999) kararına konu olayda başvurucunun miras bırakanına ait ev 1950 yılında devletleştirilmiştir. 1973 yılında devlet bu taşınmazı üçüncü bir kişiye satmıştır. Başvurucunun 1993 yılında açtığı davada ilk derece mahkemesi taşınmazın başvurucuya iadesine karar vermiştir. Karar itiraz edilmeksizin kesinleşmiş ancak Başsavcılığın süresiz olarak karara itiraz yetkisi bulunduğundan, yapılan itiraz neticesinde temyiz mahkemesince karar bozulmuştur. AİHM, söz konusu kararın bu şekilde bozulmuş olmasını adil yargılanma hakkı çerçevesinde incelemiştir (Brumărescu/Romanya, §§ 59, 60). AİHM'e göre Sözleşme'nin maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı Sözleşme'nin başlangıç bölümü ile birlikte yorumlanmalıdır. Buna göre -diğer hususlar yanında- hukukun üstünlüğü ilkesi taraf devletlerin ortak mirasının bir parçasıdır. AİHM, hukukun üstünlüğü ilkesinin temel unsurlarından birinin ise mahkemelerin bir konuda nihai olarak karar verdikleri takdirde hükümlerinin yeniden tartışma konusu yapılmamasını (sorgulanmamasını) gerektiren hukuki belirlilik (legal certainty) ilkesi olduğunu vurgulamıştır (Brumărescu/Romanya, § 61).AİHM sonuç olarak olayda herhangi bir zaman sınırı olmaksızın nihai nitelikteki hükümlerin bozulabildiğine dikkat çekmiş ve bu durumun ise hukuki belirlilik ilkesiyle bağdaşmadığı gerekçesiyle Sözleşme'nin maddesinin ihlaline karar vermiştir (Brumărescu/Romanya, §§ 62-65). AİHM, bir taraf devletin iç hukuk sisteminin, nihai ve bağlayıcı bir yargı kararının bir tarafın zararına olacak şekilde uygulanmamasına izin verdiği takdirde bunun mahkemeye erişim hakkını ihlal edeceğini belirtmektedir. (Hornsby/Yunanistan, B. No: 18357/91, 19/3/1997, § 40). Mülkiyet Hakkı Yönünden AİHM, mülkün gerçek değerine göre makul kabul edilebilecek bir tazminat ödemeden mülkiyetten yoksun bırakmanın Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün maddesikapsamında aşırı bir yük oluşturduğunu ve hiç tazminat ödenmeden mahrum bırakmanın ancak istisnai durumlarla haklı bulunabileceğini belirtmektedir (Nastou/Yunanistan (No:2), B. No: 16163/02, 15/7/2005, § 33; Jahn ve diğerleri/Almanya [BD], B. No: 46720/99, 72203/01, 72552/01, 30/6/2005, § 116). AİHM'e göre bir taşınmazın orman veya kıyı kenar çizgisi ya da başka bir kamu alanında olduğu gerekçesiyle tapusunun iptal edilmesi, hukuken öngörülebilir olup kamu alanlarının korunmasına yönelik kamu yararına dayalı meşru bir amaç da içermektedir. Ancak AİHM, kadastrodan kaynaklanan mülkiyet tespitine ilişkin hukuki hatalar nedeniyle tapuların iptal edilerek kişilerin mülkiyetlerinden yoksun bırakıldıkları başvurular bakımından istikrarlı olarak hiçbir tazminat ödenmemesini haklı gösterecek herhangi bir istisnai durum da bulunmadığı hâlde bir tazminat ödenmeksizin bireylerin tapu kayıtlarının iptal edilmesi şeklindeki mülkiyetten yoksun bırakmaya yol açan müdahalenin kamunun yararı ile bireylerin hakları arasında olması gereken adil dengeyi bozduğu ve bu müdahalelerin başvurucuları aşırı bir yük altına soktuğu kanaatine vararak başvurucuların mülkiyet haklarının ihlal edildiğine karar vermiştir (N.A. ve diğerleri/Türkiye, B. No: 37451/97, 11/10/2005, §§ 36-43; Turgut ve diğerleri/Türkiye, B. No: 1411/03, 8/7/2008, §§ 86-93; Rimer ve diğerleri/Türkiye, B. No: 18257/04, 10/3/2009, §§ 34-41). AİHM'in ihlal kararlarında, belirtilen “adil denge”nin bozulmasının temelini başvuruculara hiç tazminat ödenmemesi oluşturmaktadır. Yargıtayın içtihat değişikliğinden sonra AİHM, bireylerin tazminat ödenmeksizin taşınmazının elinden alınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiaları bakımından Yargıtayın yeni içtihatlarına işaret etmiştir. AİHM; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun AİHM'in bu konudaki ihlal kararlarına dayanarak tapudaki yanlış kayıtlardan kaynaklanan ayni hak ya da menfaatleri kaybolmuş ya da kısıtlanmış olanların tapu kayıtlarındaki düzensizliklerden dolayı devleti sorumlu tutabileceğine hükmettiğini, tazminat miktarının söz konusu arazinin kullanılma şekli, niteliği ve değeri temelinde muhtemel getirisi ve emsal değerlerin dikkate alınarak değerlendirme yapılması gerektiğine dikkat çektiğini, bu başvuru yolunun düzenli olarak kullanılmakta olduğunu, ulusal mahkemelerin AİHM'in içtihatlarını ve Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün maddesine dayanarak ilgili mevzuat hükümlerini uyguladıklarını, başvurucunun tapu belgesinin iptali yönündeki kararın kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde tazminat talebinde bulunabileceğini belirterek iç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçesiyle başvurunun kabul edilemez olduğuna hükmetmiştir (MehmetAltunay/Türkiye (k.k.), B. No: 42936/07, 17/4/2012; Arıoğlu ve diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 11166/05, 6/11/2012; Osman Yaşar Dişlioğlu ve diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 39149/04, 11/12/2012). Bununla birlikte her somut olayın kendine özgü koşulları mevcut olup bu nedenle her başvurunun başvuru tarihindeki duruma göre karara bağlanması gerektiği de kuşkusuzdur. Nitekim AİHM, söz konusu içtihat değişikliğinin orman ve kıyı alanlarında kalan taşınmazlar ile ilgili olup her somut olay bakımından kıyaslanabilecek bir durumda bulunan ve söz konusu başvuru yolunun başarıyla kullanıldığı emsal bir içtihadın gösterilmesi gerektiğini ifade etmiş; ayrıca başvuruya konu nihai karardan sonra söz konusu içtihat değişikliğinin meydana geldiği durumlarda kabul edilemezlik itirazlarını reddetmiştir (Dürrü Mazhar Çevik ve Asuman Münire Çevik Dağdelen/Türkiye, B. No: 2705/05, 14/4/2015, §§ 21-30).
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2015/10533
Başvuru, tapu kaydının iptali istemiyle Maliye Hazinesince açılan davanın hak düşürücü süre yönünden reddedilmesine ilişkin kararın Yargıtayca kısmen onanması sonrası yargılama giderleriyle sınırlı olarak devam eden davanın esasının yeniden değerlendirilerek davanın kabulüne karar verilmesi nedeniyle mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, ceza davasında başvurucunun (sanığın) hazır bulunma talebi reddedilerek ses ve görüntü aktarımı suretiyle duruşmaya uzaktan katılımının sağlanması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 10/3/2017 tarihli iddianamesinin kabulü ile başvurucu hakkında Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanmasına (FETÖ/PDY) üye olma suçundan kamu davası açılmıştır. Ankara Ağır Ceza Mahkemesince (Mahkeme) görülen yargılamada duruşma hazırlığı işlemleri yapılmıştır. Tensip Tutanağı'nda, tutuklu olan başvurucunun duruşma gün ve saatinde Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) vasıtası ile duruşmada hazır bulundurulmasının istenmesine ve duruşmanın ilk celsesinin 8/6/2017 tarihinde yapılmasına karar verilmiştir. Başvurucu, tutuklu bulunduğu Tokat T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu (Ceza İnfaz Kurumu) aracılığı ile Mahkemeye gönderdiği 18/4/2017 tarihli dilekçesinde; delillerin doğrudan doğruyalığı ilkesi gereğince tanıklar ile hâkim önünde yüzleşerek soru sormak istediğini belirtmiştir. Mahkeme Tensip Tutanağı'nda başvurucunun duruşmaya SEGBİS vasıtası ile katılmasına karar vermiş ise de 20/4/2017 tarihinde bulunduğu Ceza İnfaz Kurumuna müzekkere yazarak başvurucunun yargılamanın yapıldığı Ankara'da bulunan bir ceza infaz kurumuna sevkinin yapılarak duruşmada bizzat hazır bulundurulmasını talep etmiştir. Başvurucu müdafii de Mahkemeye gönderdiği 5/6/2017 tarihli dilekçesinde başvurucunun duruşmalara bizzat getirilmek suretiyle katılmak istediğini, aksi hâlde başvurucunun savunma hakkının kısıtlanmış olacağını bildirmiştir. Başvurucu duruşmanın 8/6/2017 tarihli ilk celsesine tutuklu bulunduğu Ceza İnfaz Kurumundan SEGBİS aracılığıyla katılmıştır. Bu celsede başvurucu müdafii, başvurucunun duruşmada bizzat hazır bulundurularak dinlenmesi yönünde daha önce talepte bulunduklarını ve taleplerinin hâlen devam ettiğini beyan etmiştir. Mahkeme ise 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'na göre zorunlu görülmedikçe sanığın mahkeme huzuruna getirilerek yargılama yapma zorunluluğu bulunmadığını, sanığın savunma ve beyanlarının SEGBİS ile tespitinin dosya kapsamına uygun olduğunu belirterek talebin reddine karar vermiştir. Başvurucu, duruşmanın sonraki üç celsesine de SEGBİS vasıtasıyla katılmıştır. Mahkeme, başvurucunun silahlı terör örgütü üyeliği suçundan hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar vermiştir. Gerekçeli kararda da başvurucunun duruşmalara SEGBİS vasıtasıyla katılımının neden gerekli görüldüğü hususunda herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Başvurucu, gerekçeli temyiz dilekçesinde -diğerlerinin yanı sıra- duruşmalarda bizzat hazır bulunarak savunma yapma talebini celse arasında Mahkemeye ilettiği hâlde talebi hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunulmadan duruşmalara SEGBİS vasıtasıyla katılmak zorunda bırakılması nedeniyle savunma hakkının kısıtlandığını belirtmiştir. Hüküm, kanun yolu denetiminden geçerek kesinleşmiştir. Komisyon, adli yardım talebinin kabulüne ve duruşmada hazır bulunma hakkı dışındaki şikâyetlerinin kabul edilemez olduğuna, anılan hakka ilişkin şikâyetinin kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/11177
Başvuru, ceza davasında başvurucunun (sanığın) hazır bulunma talebi reddedilerek ses ve görüntü aktarımı suretiyle duruşmaya uzaktan katılımının sağlanması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, altın madeni işletilmesi için çevresel etki değerlendirmesinin (ÇED) uygun bulunması nedeniyle özel hayata saygı hakkı ile konut dokunulmazlığının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 10/5/2017 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra başvurucular dışındaki diğer başvurucular yönünden ayrılarak Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucular, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmamışlardır. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Ordu'nun Fatsa ilçesi Bahçeler Mahallesi'nde özel bir şirket tarafından yapılması planlanan altın madeni projesi ile ilgili olarak 11/2/2013 tarihli çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) olumlu kararı (rapor) verilmiştir. Başvurucular 8/10/2014 tarihinde; ÇED raporunun hukuka aykırı olduğunu, ruhsat alanının küçük bir kısmına ilişkin karar alındığını, proje tanıtım dosyasının yetersiz olduğunu, projenin Tepeköy, Yukarıbahçeler ve Bahçeler köylerinin içme sularına zarar vereceğini, ÇED raporunda yeterli veri ve çözüm sunulmadığını ileri sürerek Çevre ve Şehircilik Bakanlığına (İdare) karşı, raporun iptali istemli dava açmıştır. Davalı İdare savunmasında; davanın süresinde açılmadığını, projeye ilişkin ÇED raporunda faaliyetin tüm safhalarının her türlü çevresel etkileri ve sosyal etkilerinin mevzuat ilkeleri çerçevesinde değerlendirilerek dava konusu işlemin tesis edildiğini, işlemin hukuka uygun olduğunu ileri sürmüştür. Ordu İdare Mahkemesi (Mahkeme) mahalde keşif yapmış, yüksek inşaat, orman, maden, harita ve çevre mühendisi öğretim görevlilerinden oluşan beş kişilik bilirkişi heyeti tarafından 29/5/2015 tarihli rapor Mahkemeye ibraz edilmiştir. Bilirkişi raporunda özetle; raporda yapılan incelemelerin, hesaplamaların ve değerlendirmelerin yeterli düzeyde veri, bilgi ve belgeye dayandırıldığı, projenin çevreye olabilecek olumsuz etkilerinin kapsamlı bir şekilde incelendiği ifade edilmiştir. Raporda projenin çevreye olabilecek olumsuz etkilerinin proje kapsamındaki su kalitesi, hava kalitesi , gürültü, vibrasyon ve toprak kalitesi ölçümleri ile asit kaya drenajının oluşumunun takip edilmesi ve görsel etkinin izlenmesi programlarının titizlikle yürütülmesi durumunda kabul edilebilir düzeyde olacağı görüşü bildirilmiştir. ÇED raporunda;i. Yığın etrafının rüzgâr kesici panellerle çevrilmesinin en uygun çözüm olduğu, altın üretimi için kapalı kaplarda hazırlanacak siyanür çözeltisinin yığın üzerine damlatma usulü ile verileceği, ii. Yığın tabanından sızan siyanürün içinden altın alındıktan sonra çözeltinin tabanı plastik membran ile kapatılmış ve üzeri açık havuzlarda biriktirileceği, iii. Siyanürün buharının oluşmaması için pH'nin yüksek tutulacağı ve akarsu veya diğer ortamlara siyanürlü su sızmasına müsaade edilmeyeceği,iv. Projenin ilk hazırlık aşamasında oluşacak katı atığın geri kazanılabilir kısmının ayrı depolanıp geri dönüşüm şirketine, geri kalanının Fatsa Belediyesi Katı Atık Depolama Alanına gönderileceği, v. İlerleme aşamasında da katı atığın benzer şekilde bertaraf edileceği, atık suyunun yönetmelikte belirtilen deşarj kriterlerini sağlayacak derecede arıtıldıktan sonra deşarj edileceği, ölçülen gürültü değerlerinin yönetmelik sınır değerlerini aşmadığı,vi. Üretimin son 7 ayında ocağa su girişi olması beklendiğinden susuzlaştırma işleminin işletme aşamasında en uygun yöntem (pasif- aktif susuzlaştırma) seçilerek yapılacağı, vii. Doğal drenaja verilecek susuzlaştırma suyunun deşarj standartları ile uyumlu olacağı, açık ocakta geri doldurma yapılacağından açık ocak gölü oluşumunun söz konusu olmayacağıviii. Faaliyet alanı içinde ve yakınında 11/8/1983 tarihli ve 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu kapsamında millî park, tabiat parkı, tabiat anıtı veya tabiat koruma alanı bulunmadığı özetle tespit edilmiştir. Başvurucular vekili bilirkişi raporuna karşı sunmuş olduğu beyanında özetle; rapordaki tespitlerin kesinlikten uzak, muğlak görüşler ihtiva ediyor olması sebebiyle raporu düzenleyen heyetten ve uzmanlık alanına göre ilgili bilirkişilerden ek rapor hazırlatılmasını talep ettiğini ifade etmiştir. ÇED raporunun mevzuata aykırı olduğunu, bilirkişi raporunda atıkların toplanacağı bir depoya ihtiyaç duyulduğunun belirtilmesine rağmen ÇED raporunda bu hususta bir düzenleme bulunmadığını ileri sürmüştür. ÇED raporunda su kaynaklarının korunması için bir havza planlaması yapılması gerektiği belirtilmesine rağmen havza planlaması hükümlerine uygun bir yatırım yapılıp yapılmadığının değerlendirilmediği, bölgedeki içme suyu kaynaklarının kıt olduğunun vurgulanmasına rağmen bu kaynakların korunması için gözlem kuyusunun bulunup bulunmadığına değinilmediği ifade edilmiştir. Son olarak çevre düzeni planına aykırılıkla ilgili iddiaların değerlendirilmediğini, sanayi alanı dışında bu yatırımın yapılmasının çevresel maliyetlerinin hesaplanmadığını vurgulamıştır. Mahkeme 11/11/2015 tarihli kararıyla anılan bilirkişi raporunda belirtilen tespitleri hükme esas almak suretiyle davanın reddine hükmetmiştir. Karar gerekçesinde; bilirkişi raporunun geniş bir özetine değinilmiş ve başvurucuların bilirkişi raporuna yaptığı itirazlar, raporun hükme esas alınabilecek nitelikte olduğu belirtilerek reddedilmiştir. Kararda ayrıca altın madeni projesinin çevreye olabilecek olumsuz etkilerinin kapsamlı bir şekilde incelendiği, bu etkilerin giderilmesi için gerekli ve yeterli önlemlerin alındığı, projenin çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin ÇED raporunda alınması öngörülen önlemlerle birlikte ilgili mevzuata ve bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeyde olduğu vurgulanmıştır. Anılan karar; başvurucular tarafından temyiz edilmesi üzerine Danıştay Ondördüncü Dairesinin 14/12/2016 tarihli kararıyla başvurucular yönünden onanmıştır. Nihai karar, başvurucular vekiline 10/4/2017 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucular vekili 10/5/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İlgili hukuk için bkz. Ahmet Bilgin ve Diğerleri, B. No: 2015/11709, 12/12/2018, §§ 18-
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2017/24659
Başvuru, altın madeni işletilmesi için çevresel etki değerlendirmesinin (ÇED) uygun bulunması nedeniyle özel hayata saygı hakkı ile konut dokunulmazlığının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvurucu, "zimmet" suçunu işlediği iddiasıyla yargılandığı davada gerekçesiz şekilde tutuklama kararları verilerek özgürlüğünün kısıtlandığını, hakkında kesinleşmiş mahkûmiyet kararı olmadığı halde görevine son verildiğini, yargılamanın halen devam ettiğini ve makul sürede sonuçlandırılamadığını belirterek, masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı ile özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur. Başvuru, 17/2/2014 tarihinde Batman Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumunun bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca, 16/6/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 17/10/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir. Adalet Bakanlığının 25/11/2014 tarihli görüş yazısı başvurucuya tebliğ edilmiş, başvurucu süresi içinde, Adalet Bakanlığı görüşüne karşı beyanlarını sunmuştur. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve UYAP aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, PTT Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığının 21/7/2000 tarihli yazısı ile bazı havale kabul ve ödeme işlemlerinde usulsüzlük yaptığı iddiasıyla görevinden uzaklaştırılmıştır. Başvurucu, Batman Sulh Ceza Mahkemesinin 25/8/2000 tarihli ve 2000/612 Sorgu sayılı kararı ile "zimmet" suçundan tutuklanmıştır. Başvurucu ve diğer beş şüpheli hakkında, Batman Cumhuriyet Başsavcılığının 29/8/2000 tarihli ve E.2000/2540 sayılı iddianamesi ile "ihtilasen zimmet, dolandırıcılık ve görevi ihmal" suçlarını işledikleri iddiasıyla kamu davası açılmış, dava Batman Ağır Ceza Mahkemesinin E.2000/160 sayılı dosyasına kaydedilmiştir. Batman Ağır Ceza Mahkemesi, 3/11/2000 tarihli duruşmada başvurucunun tahliyesine karar vermiştir. Başvurucu, Batman Sulh Ceza Mahkemesinin 5/12/2001 tarihli ve 2001/1082 Sorgu sayılı kararı ile "zimmet" suçundan tekrar tutuklanmıştır. Başvurucu ve diğer beş şüpheli hakkında, Batman Cumhuriyet Başsavcılığının 6/12/2001 tarihli ve E.2001/2146 sayılı iddianamesi ile "müteselsilen nitelikli zimmet, denetim görevini ihmal ederek zimmetin doğmasını ve artmasını sağlamak, görevi ihmal ve suçun belirti ve delillerini yok etmeye yönelik faaliyette bulunmak" suçlarını işledikleri iddiasıyla kamu davası açılmış, dava Batman Ağır Ceza Mahkemesinin E.2001/521 sayılı dosyasına kaydedilmiştir. Batman Ağır Ceza Mahkemesi, 25/12/2001 tarihinde başvurucunun tahliyesine karar vermiştir. Mahkemece, 12/2/2002 tarihinde E.2001/521 sayılı dava dosyası, E.2000/160 sayılı dava dosyası ile birleştirilmiş, yargılamaya E.2000/160 sayılı dava dosyası üzerinden devam edilmiştir. Mahkemece, 23/11/2004 tarihli ve E.2000/160, K.2004/246 sayılı karar ile toplam on bir kişi hakkında hüküm kurulmuş, başvurucunun "zimmetin doğması ve artmasına neden olma ve görevi kötüye kullanma" suçlarından mahkûmiyetine karar verilmiştir. Başvurucunun, 27/12/2005 tarihinde, yeniden göreve dönme talebiyle PTT Genel Müdürlüğüne yaptığı başvuru, Genel Müdürlüğün 16/1/2006 tarihli ve 417 sayılı yazısı ile reddedilmiştir. Başvurucu, PTT Genel Müdürlüğünün 16/1/2006 tarihli işleminin iptali istemiyle Ankara İdare Mahkemesinde dava açmış, Mahkemece, 24/5/2007 tarihli ve E.2006/549, K.2007/708 sayılı karar ile davanın reddine karar verilmiş ve anılan karar Danıştay Onikinci Dairesinin 13/11/2009 tarihli ve E.2007/5279, K.2009/6215 sayılı ilâmı ile onanmıştır. Başvurucu tarafından temyiz edilen Batman Ağır Ceza Mahkemesinin 23/11/2004 tarihli kararı, Yargıtay Ceza Dairesinin 8/2/2010 tarihli ve E.2006/437, K.2010/679 sayılı ilâmı ile bozulmuştur. Bozma ilâmına uyularak yapılan yargılamada Mahkemece, 1/6/2010 tarihli ve E.2010/94, K.2010/130 sayılı karar ile başvurucu hakkında "zimmet ve denetim görevini ihmal" suçlarından açılan kamu davalarının zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verilmiştir. Karar katılan PTT Genel Müdürlüğü tarafından temyiz edilmiş, Yargıtay Ceza Dairesinin 24/10/2013 tarihli ve E.2012/8959, K.2013/10134 sayılı ilâmı ile "denetim görevini ihmal" suçundan verilen düşme kararı onanmış, "zimmet" suçundan verilen düşme kararı bozulmuştur. Bozma sonrasında, Batman ilinde Ağır Ceza Mahkemesinin kurulması üzerine, Batman Ağır Ceza Mahkemesinin E.2014/10 sayılı dosyasına kaydedilen davada yargılama devam etmektedir. Başvurucu, 17/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 1/3/1926 tarih ve 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nun maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/2075
Başvurucu, "zimmet" suçunu işlediği iddiasıyla yargılandığı davada gerekçesiz şekilde tutuklama kararları verilerek özgürlüğünün kısıtlandığını, hakkında kesinleşmiş mahkûmiyet kararı olmadığı halde görevine son verildiğini, yargılamanın halen devam ettiğini ve makul sürede sonuçlandırılamadığını belirterek, masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı ile özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
1
Başvuru, tutukluluğun makul süreyi aşması, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsız ve tarafsız olmaması, savcılık görüşünün tebliğ edilmemesi, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması, tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması ve tutuklamaya etkin şekilde itiraz edilememesi nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; kısıtlama kararı dolayısıyla suçlamalar hakkında yeterli bilgi sahibi olunamaması, etkili bir soruşturma yürütülmemesi ve davanın makul sürede açılmaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 10/1/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurucunun adli yardım talebinin kabulüne ve yargılama giderlerini ödemekten geçici olarak muaf tutulmasına ve başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir:A. Genel Bilgiler Türkiye 15 Temmuz 2016 tarihinde askerî darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalmış ve bu nedenle 21/7/2016 tarihinde ülke genelinde olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Olağanüstü hâl 19/7/2018 tarihinde son bulmuştur. Kamu makamları ve yargı organları -olgusal temellere dayanarak- bu teşebbüsün arkasında Türkiye'de çok uzun yıllardır faaliyetlerine devam eden ve son yıllarda Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ve/veya Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olarak isimlendirilen bir yapılanmanın olduğunu değerlendirmişlerdir (Aydın Yavuz ve diğerleri [GK], B. No: 2016/22169, 20/6/2017, §§ 12-25). Darbe teşebbüsü sırasında ve sonrasında ülke genelinde darbe girişimiyle bağlantılı ya da doğrudan darbe girişimiyle bağlantılı olmasa bile FETÖ/PDY ile bağlantılı olan ve aralarında yargı mensuplarının da bulunduğu çok sayıda kişi hakkında Cumhuriyet başsavcılıkları tarafından soruşturma başlatılmıştır. Bu kapsamda teşebbüsün savuşturulduğu gün Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca (Başsavcılık) -aralarında Yüksek Mahkeme üyelerinin de bulunduğu- üç bine yakın yargı mensubu hakkında FETÖ/PDY ile bağlantılarının bulunduğu iddiasıyla başlatılan soruşturmada bu kişilerin büyük bölümü hakkında gözaltı ve tutuklama tedbirlerine başvurulmuştur (Aydın Yavuz ve diğerleri, §§ 51, 350).B. Başvurucuya İlişkin Süreç Konya Cumhuriyet savcısı olarak görev yapan başvurucu hakkında 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra Başsavcılık tarafından ağır cezalık suçüstü hâli bulunduğu değerlendirilerek FETÖ/PDY'nin hiyerarşik yapılanmasında yer aldığı iddiasıyla soruşturma başlatılmış ve anılan soruşturma kapsamında başvurucu 17/7/2016 tarihinde Konya'da gözaltına alınmıştır. Konya Sulh Ceza Hâkimliği 19/7/2016 tarihinde başvurucunun FETÖ/PDY'ye üye olma suçundan tutuklanmasına karar vermiştir. Başvurucu 25/7/2016 tarihinde tutuklama kararına itiraz etmiş, Konya Sulh Ceza Hâkimliği 27/7/2016 tarihinde başvurucunun itirazını kesin olarak reddetmiştir. Konya Cumhuriyet Başsavcılığı yetkisizlik kararı ile soruşturma dosyasını Başsavcılığa göndermiştir. Bu arada Ankara Sulh Ceza Hâkimliklerince başvurucunun tutukluk durumu değerlendirilmiş ve tutukluluğa yönelik itirazları karara bağlanmıştır. Bu kapsamda Ankara Sulh Ceza Hâkimliği 7/4/2017 tarihinde başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiş, başvurucunun anılan karara itirazını Ankara Sulh Ceza Hâkimliği 13/12/2017 tarihinde kesin olarak reddetmiştir. Başvurucu kararı 14/12/2017 tarihinde öğrendiğini bildirmiştir. Başvurucu 10/1/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başsavcılık 19/12/2017 tarihli iddianame ile başvurucunun terör örgütüne üye olma suçundan cezalandırılması istemiyle aynı yer ağır ceza mahkemesinde kamu davası açmıştır. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi (Mahkeme) 5/1/2018 tarihinde iddianameyi kabul etmiş ve Mahkemenin E.2018/24 sayılı dosyası üzerinden kavuşturma aşaması başlamıştır. Mahkeme 21/3/2018 tarihinde yaptığı duruşmada başvurucunun savunmasını almış ve duruşma sonunda başvurucunun tahliyesine karar vermiştir. Mahkeme 29/11/2018 tarihinde yaptığı duruşmada başvurucunun terör örgütüne üye olma suçundan 7 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar vermiştir. Dava, bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla istinaf mahkemesinde derdesttir. İlgili hukuk için bkz. Salih Sönmez, B. No: 2016/25431, 28/11/2018, §§ 33-
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/2111
Başvuru, tutukluluğun makul süreyi aşması, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsız ve tarafsız olmaması, savcılık görüşünün tebliğ edilmemesi, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması, tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması ve tutuklamaya etkin şekilde itiraz edilememesi nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; kısıtlama kararı dolayısıyla suçlamalar hakkında yeterli bilgi sahibi olunamaması, etkili bir soruşturma yürütülmemesi ve davanın makul sürede açılmaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, ceza davasında esaslı talep ve görüşlerin değerlendirilmemesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 23/7/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, başvuru hakkında görüş bildirmeyeceğini ifade etmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: 1969 doğumlu olan başvurucu, olay tarihinde Adana'da ikamet etmektedir. Başvurucu, pek çok ülkede faaliyet gösteren Hizb-ut Tahrir isimli örgütün üyesi olduğu gerekçesiyle Adana Ağır Ceza Mahkemesinin 24/12/2012 tarihli kararıyla 2 yıl 2 ay hapis ve 666 TL adli para cezası ile cezalandırılmıştır. Karar gerekçesinin ilgili kısımları şöyledir:"...Hizb üt Tahrir örgütünün amacının; teokratik esaslara dayalı bir din devleti ve sonuçta bir hilafet devleti kurarak tüm İslam toplumlarını bir hilafet devleti çatısı altında toplamak amacında olduğu;Tüm İslamülkelerinde islamı benimseyen toplumlarda bu örgütün yasa dışı faaliyetlerde bulunduğu, örgütün Türkiye sorumlusunun ... olduğu ve bunun yakalandığı, örgütün henüz silahlı bir eyleminin bulunmamasına rağmen Türkiye içerisinde şiddeti ve terörü teşvik ederek örgüte eleman kazandırma,propaganda faaliyetlerinde bulunma, örgüt mensuplarından bağış toplama, aidat toplama, bildiri dağıtma ve sonuçta hilafet devleti kurulduktan sonra Müslüman olmayan diğer toplumların kurulu bulunan devletlerini cihat yolu ile hilafet devletine dahil etme gayesi ile silahlı mücadelenin başlayacağını dair görüşleri Emniyet Genel Müdürlüğünce tespit edilmiş, ayrıca Yargıtay Ceza Dairesinin istikrar kazanmış görüşlerinde de bu örgütün 3713 S. Y.’nın maddesinde tarif edilen ve şiddeti özendiren ve teşvik eden bir terör örgütü olduğu vurgulanmıştır. Hizb-üt Tahrir örgütü henüz silahlı mücadele safhasına geçmemiştir, ancak gerekli güce eriştikten sonra amaçlanan teokratik devleti kurmak demokratik yollarla sağlanmayacağından ve bu amaca ancak terör yöntemleri ile ulaşılabileceğinden örgüt 3713 sayalı yasa kapsamında terör örgütü olarak değerlendirilmektedir.Sanığın savunması, olay esnasında kaydedilen görüntü ve fotoğraflarla, ele geçen bildiri örgütsel içerikli kitap ve dergilerle ayrıca sabıkasına yansıyan Hizb-ut Tahrir terör örgütü üyeliği suçundan almış olduğu mahkumiyet ve sonrasında Hizb-ut Tahrir terör örgütü ile bağlantısını kopartmayarak yukarıda anlatılan örgütün eylemine katılarak, örgütle ilişkisini kesmediği 02/09/2005 İstanbul Fatih Camii önünde düzenlenen Hizb-ut Tahrir örgütünün en önemli faaliyetlerinde olan " Hilafetin Kaldırılış Yıldönümü" mitingine katılarak burada yasa dışı slogan attığı bununla ilgili fotoğrafının dosya içerisinde olduğu, ayrıca örgüte taban oluşturmak için tebliğ çalışmaları yaptığı, sanığın evinde 15/11/2005 tarihinde yapılan aramada 02/09/2005 tarihindeki eylemede okunan bildiri metnini, ayrıca örgütü tanımlayan bilgi notunun evinde ele geçirildiği bu olay ile ilgili olarak 13/12/2005 tarihinde örgüt üyeliği suçundan kamu davası açıldığı, tutuklu yargılanır iken tahliye olması üzerine Konya iline gittiği, burada yakalandığı 04/02/2006 tarihine kadar faaliyetlerini sürdürdüğü Konya'daki eylemleri nedeni ile 15/03/2006 tarihinde Adana Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2006/51 esas sayılı iddianamesi ile "Hizb-ut Tahrir terör örgütü üyesi olmak suçundan" yeniden kamu davası açıldığı, sanığın bu iddianamede belirtildiği üzere örgütle arasındaki hiyerarşik bağı sürdürdürerek örgüte üye kazandırmak maksadı ile tebliğ faaliyetleri yürüttüğü 04/02/2006tarihinde evinde yapılan aramada Hizb-ut Tahrir örgütüne adam kazandırmak maksadı ile propaganda içerikli çok sayıda CD, dergi, kitap ve dokümanların ele geçirildiği, ele geçirilen dokümanlarla ilgili incelememe tutanaklarının yapıldığı, sanığın savunmalarında örgütün faaliyetlerini legal kabul ederek bir siyasi parti olarak değerlendirdiği, bu şekilde Hizb-ut Tahrir adına faaliyet yürüttüğünü zımnen ikrar ettiği, ancak mahkeme aşamasında vermiş olduğu savunmasında suçlamaları kabul etmemişse de; tüm dosya kapsamı ve soruşturma aşamasındaki beyanı birlikte değerlendirildiğinde, Hizb-ut Tahrir terör örgütü üyesi olduğu kanaatine varılmıştır..." Anılan karar, Yargıtay Ceza Dairesince 17/5/2014 tarihinde onanmıştır. Başvurucu onama kararından 25/6/2014 tarihinde haberdar olduğunu belirtmiştir. Başvurucu 23/7/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğünün Hizb-ut Tahrir örgütüne ilişkin raporu ve bu örgütle ilgili mahkeme kararları için Yılmaz Çelik [GK] (B. No: 2014/13117, 19/7/2018, §§ 23-29) kararına bakılabilir. İlgili hukuk kaynakları için Yılmaz Çelik (aynı kararda bkz. §§ 30, 31) kararına bakılabilir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/12920
Başvuru, ceza davasında esaslı talep ve görüşlerin değerlendirilmemesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, ceza infaz kurumunda meydana gelen intihara teşebbüs eylemi sonrasında tedavi görülen sağlık kurumunda teşebbüse bağlı olarak gerçekleşen ölüm nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 25/4/2019 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucunun 1987 yılında dünyaya gelen oğlu R.E. gasp, cinsel taciz, uyuşturucu madde kullanımı suçları isnadıyla Diyarbakır E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (Kurum) tutukludur. R.E. Kurumda bulunduğu süre içinde birden fazla kez olmak üzere (bazılarında kendi isteği ile) koğuşu değiştirilmiş, sağlık kurumunda uyuşturucu madde bağımlılığı tedavisi görmüş, farklı nedenlerle (sigara yanığı, kesi izi, psikotik bozukluk) birden fazla kez sağlık kurumuna sevk edilmiş ve R.E. için farklı türde ilaç reçete edilmiştir. Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi tarafından R.E. hakkında "cezai ehliyetinin tam olduğu" yönünde 26/3/2014 tarihli sağlık kurulu raporu tanzim edilmiştir. R.E. 16/4/2014 tarihinde saat 15 sıralarında battaniye kenarından çıkarılmış iple koğuşunun banyosunda intihar girişiminde bulunmuş, kendisini bulan Kurum personeli tarafından revire götürülmüştür. Kurum doktorlarının derhâl müdahalede bulunduğu R.E. Kuruma intikal eden 112 Acil Servis ekibi tarafından hayata döndürülmüş ve akabinde sağlık kurumuna sevk edilmiştir. R.E. tedavi gördüğü hastanede 2/6/2015 tarihi itibarıyla hayatını kaybetmiştir. Otopsi raporunda, R.E.nin ölümünün asıya bağlı olarak gelişen mekanik asfiksi ve tedavi sürecinde oluşan komplikasyon sonucu meydana geldiği ifade edilmiştir. Koğuşta kalan diğer tutuklular olaya ilişkin ifadelerinde R.E.nin psikolojik durumunun kötü olduğunu, son dönemde "Yaşamın anlamı yok." gibi söylemlerde bulunduğunu belirtmiştir. Olay Yeri Tespit Tutanağı'na göre dışarıdan girişi önlemek için banyo kapısının ardında, kapı koluna takılı şekilde kırık çekpas (süpürge) sapı bulunmaktadır. Ayrıca R.E.yi intihara teşebbüs etmiş hâlde bulan tutuklu F.Y. ifadesinde R.E.yi elleri arkadan düğümlü (bir tarafı düğümlü, bir tarafı geçmeli şekilde hazırlanmış) hâlde bulduğunu belirtmiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından R.E.nin şüpheli ölümü nedeniyle Kurum personeli hakkında görevi kötüye kullanma suçu isnadıyla yapılan soruşturma sonunda takipsizlik kararı verilmiştir. Kararın gerekçesinde özetle R.E.nin psikolojik sıkıntıları olduğu, banyoya kimsenin girmemesi için kapı kolunu arkadan süpürge sapı ile sıkıştırdığı, ellerini arkasından bağlaması dışında cinayet ihtimalini düşündürecek delil bulunmadığı, ellerini arkadan bağlama şekli, kapının arkasına konulan süpürge sapı ve ruh hâli dikkate alındığında haricî bir müdahalenin bulunmadığı kanaatine ulaşıldığı, intihara teşebbüste kullanılan malzemelerin bir infaz kurumunda bulunması mevzuat anlamında mümkün olan eşyalar (battaniye, tabure) olduğu, intihara teşebbüsten sonra kişiye acil müdahalede bulunulduğu ve Acil Servis ekibi marifetiyle sağlık kurumuna naklinin sağlandığı, bu nedenlerle kamu adına kovuşturmaya yer olmadığı ifade edilmiştir. Başvurucu, oğlunun ölümünde Kurumun kusuru bulunduğunu ileri sürerek Bakanlık aleyhine maddi ve manevi tazminat istemiyle tam yargı davası açmıştır. Diyarbakır İdare Mahkemesi (Mahkeme) 26/4/2018 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Gerekçede "R.E.nin Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nce düzenlenen sağlık kurulu raporu ile cezai ehliyetinin tam olduğunun belirlenmesi, ceza infaz kurumunda intihara teşebbüs edilmesi olayında idareye yüklenebilecek herhangi bir hizmet kusuru bulunmadığının Diyarbakır Cumhuriyet Bassavcılığı tarafından yapılan soruşturma ile sabit olması karşısında tazminat talebinin hukuki dayanağının bulunmadığı" ifade edilmiştir. Ret hükmüne yönelik istinaf başvurusu Gaziantep Bölge İdare Mahkemesi Üçüncü İdari Dava Dairesi tarafından 14/1/2019 tarihli kararla reddedilmiştir. Başvurucu, nihai hükmü 26/3/2019 tarihinde tebellüğ etmesinin ardından 25/4/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Yaşam hakkı-Kötü muamele yasağı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/14852
Başvuru, ceza infaz kurumunda meydana gelen intihara teşebbüs eylemi sonrasında tedavi görülen sağlık kurumunda teşebbüse bağlı olarak gerçekleşen ölüm nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 4/8/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia dışındaki iddialar yönünden kısmi kabul edilmezlik kararı verilerek makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia yönünden başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Ordu İl Sağlık Müdürlüğünün "Hizmet Binası ile Trafo Arası Elektrik Bağlantı Sistemi Onarımı İşi" ihalesinde satın alma komisyonu üyesi olarak görev yapan başvurucu hakkında, Sağlık Bakanlığı müfettişlerince yapılan inceleme sonucunda düzenlenen raporda başvurucunun 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 125-/C-a maddesine göre aylıktan kesme cezası ile tecziyesi teklif edilmiştir. Ordu İl Sağlık Müdürlüğünün "Kit Karşılığı Tam Kan Sayımı Cihazı Alımı İşi" ihalesinde satın alma komisyonu üyesi olarak görev yapan başvurucu hakkında yapılan soruşturma sonucunda düzenlenen raporda, başvurucunun 657 sayılı Kanun'un 125/C-a maddesi uyarınca aylıktan kesme cezası ile tecziyesi teklif edilmiştir. Getirilen teklifler doğrultusunda, 20/7/2007 tarihli ve 14602, 14595 sayılı işlemler ile 657 sayılı Kanun'un 125/C-a maddesi uyarınca başvurucu her bir ihale dolayısıyla ayrı ayrı 1/8 oranında aylıktan kesme cezası ile cezalandırılmıştır. Başvurucu ile birlikte diğer şüpheliler hakkında görevi ihmal, kamu kurum ve kuruluşlarının ihalesine fesat karıştırmak isnadıyla başlatılan kovuşturmada Ordu Ağır Ceza Mahkemesinin 24/1/2013 tarihli ve E.2006/236, K.2013/28 sayılı kararı ile başvurucunun beraatine karar verilmiştir. Başvurucu ve diğer iki görevli hakkında elektrik bağlantı sistemi onarımı işinde idareyi zarara uğrattıkları iddiasıyla zarar tutarın kendilerinden tahsili için açılan alacak davasında Ordu Sulh Hukuk Mahkemesinin 27/5/2010 tarihli ve E.2007/973, K.2010/471 sayılı kararı ile davanın reddine karar vermiştir. Başvurucu tarafından, uygulanan disiplin cezaları aleyhine 10/10/2007 tarihinde iptal davaları açılmıştır. Ordu İdare Mahkemesinin 6/5/2008 tarihli ve E.2007/1195, K.2008/523 sayılı kararı ile 14602 sayılı dava konusu işlem yönünden davanın reddine hükmedilmiştir. Başvurucunun temyizi üzerine Danıştay Onikinci Dairesinin 31/5/2011 tarihli ve E.2008/5821, K.2011/2962 sayılı kararı ile İlk Derece Mahkemesi hükmünün onanmasına karar verilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme istemi, aynı Dairenin 14/5/2014 tarihli ve E.2011/7649, K.2014/3748 sayılı kararı ile reddedilmiştir. Bu karar 9/7/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Ordu İdare Mahkemesinin 21/5/2008 tarihli ve E.2007/1196, K.2008/602 sayılı kararı ile 14595 sayılı dava konusu işlem yönünden davanın reddine hükmedilmiştir. Başvurucunun temyizi üzerine, Danıştay Onikinci Dairesinin 31/5/2011 tarihli ve E.2008/6033, K.2011/2963 sayılı kararı ile İlk Derece Mahkemesi hükmünün onanmasına karar verilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme istemi, aynı Dairenin 14/5/2014 tarihli ve E.2011/7642, K.2014/3747 sayılı kararı ile reddedilmiştir. Bu karar 18/7/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 4/8/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/12985
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, işçinin fazla çalışma ücretinin ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 5/4/2018 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyet yönünden Komisyonca ayırma kararı verilerek anılan şikâyet 2018/37083 başvuru numarasına kaydedilmiş ve belirtilen şikâyetin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna 15/1/2019 tarihinde karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 1969 doğumlu olup İzmir'de ikamet etmektedir. Başvurucu 21/11/2005 tarihinde ... Bank Anonim Şirketinin Bandırma Şubesinde (işveren) finans yönetmeni olarak çalışmaya başlamıştır. Taraflar arasında akdedilen hizmet sözleşmesinin maddesinde, sözleşmede kararlaştırılan ücretin fazla çalışma dâhil tüm çalışma ücretlerini kapsadığı hükmüne yer verilmiştir. Başvurucu en son Bostanlı Şubesinde çalışmaktayken 29/4/2014 tarihinde emekli olmuştur. Başvurucu 11/6/2014 tarihinde Karşıyaka İş Mahkemesinde (İş Mahkemesi) işveren aleyhine tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu, fazla çalışma yaptığı hâlde fazla çalışma ücretlerinin ödenmediğini belirtmiş; son beş yılda ödenmeyen işçilik alacaklarının yasal faiziyle birlikte işverenden tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. İşveren cevap dilekçesinde; başvurucunun fazla çalışmasının bulunmadığını, ayrıca fazla çalışması bulunsa bile sözleşme uyarınca bunun sözleşme ücretine dâhil olduğunu ve başkaca bir ücret isteyemeyeceğini savunmuştur. İş Mahkemesinin dinlediği ve işverenin eski çalışanları olan iki tanık işyerinde akşamları fazla mesai yapıldığını beyan etmiştir. İş Mahkemesi 22/2/2017 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun işyerindeki -bilgisayar açılış-kapanış saatlerini gösterir kayıtlar esas alındığında- fazla çalışmalarının yıllık 270 saati geçmediği belirtilmiştir. Kararda; yerleşik yargı kararlarının, fazla çalışma ücretinin sözleşme ücretine dâhil olduğuna dair sözleşmede hüküm bulunduğu hâllerde yıllık 270 saat fazla çalışma için ayrıca ücret ödenmesi yükümlülüğünün bulunmadığı yönünde olduğu ifade edilmiştir. Taraflar arasında akdedilen sözleşmenin maddesinde aylık ödenecek ücretin fazla çalışma ücretlerini de kapsadığı yönünde hüküm bulunduğuna işaret edilmiş, başvurucunun fazla çalışmalarının yıllık 270 saati aşmaması sebebiyle alacağının bulunmadığı açıklanmıştır. Başvurucu bu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 23/1/2018 tarihinde, ilk derece mahkemesinin gerekçesini değiştirmek suretiyle istinaf istemini esastan ve kesin olarak reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, tartışmalı olan hususun fazla çalışma onayının işçiden her yıl alınmasının gerekip gerekmediği olduğunun altını çizmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi, Yargıtay Hukuk Dairesinin bir kararına da atıfta bulunarak uygulamanın 25/8/2017 tarihine kadar her yıl onay alınması yönünde olduğunu, bununla birlikte ilgili Yönetmelik'in maddesinin ikinci fıkrasında yapılan ve 25/8/2017 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle her yılın başında onay alma şartının kaldırıldığını vurgulamıştır. Taraflar arasındaki hizmet sözleşmesinde fazla çalışma ücretinin asıl ücrete dâhil olduğunu düzenleyen hükme dikkat çeken Bölge Adliye Mahkemesi, başvurucunun sözleşmedeki onayını geri almadığı sürece yıllık 270 saati aşmayan fazla çalışma ücretinin başvurucuya ödendiğinin kabulü gerektiğini, bu nedenle başvurucunun fazla mesai ücretine hak kazanamayacağını açıklamıştır. Nihai karar 6/3/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. İlgili hukuk için bkz. Onur Özdamar, B. No: 2019/1450, 22/2/2022, §§ 18-
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/11246
Başvuru, işçinin fazla çalışma ücretinin ödenmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, telefonla görüşme hakkının kullandırılmaması nedeniyle haberleşme hürriyetinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 21/9/2015 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre olaylar özetle şöyledir:Başvurucu, İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (İnfaz Kurumu) devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya çalışma suçundan hükümlü olarak bulunmaktadır. İnfaz Kurumu İdare ve Gözlem Kurulunun (Kurul) 29/6/2015 tarihli kararıyla başvurucunun telefonla görüşmesi yasaklanmıştır. Kararın gerekçesinde, başvurucunun silahlı terör örgütü üyesi olma suçundan İnfaz Kurumunda bulunduğu ve tehlikeli hükümlüler sınıfında sayılması gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca başvurucunun aynı örgüte mensup hükümlülerle ve Abdullah Öcalan ile haftada üç kez toplantılara katıldığı, bu toplantılarda Abdullah Öcalan'ın verdiği talimat niteliğini taşıyan mesajların İnfaz Kurumu dışında bulunan örgüt mensuplarına telefon, mektup ve faks yolu ile ulaştırılmaya çalışıldığının anlaşıldığı, bunun engellenmesi amacıyla telefonla görüşmesinin ikinci bir değerlendirilmeye kadar kısıtlanarak yaptırılmamasına karar verildiği ifade edilmiştir. Başvurucunun anılan karara karşı itirazı, Bursa İnfaz Hâkimliğinin (İnfaz Hâkimliği) 30/7/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Kararda, öncelikle Kurul kararına kadar ankesörlü telefonun bozuk olması ve hükümlünün belgelerinin eksik olması nedenleriyle telefonla görüşme yapılamadığı belirtilmiştir. Öte yandan ilgili mevzuata göre başvurucunun, infaz edilen mahkûmiyet kararının niteliğine göre tehlikeli hükümlüler sınıfında değerlendirilmesi gerektiği kabul edilerek Kurul kararının usul ve yasaya uygun olduğu sonucuna varılmıştır. Başvurucunun itirazı Bursa Ağır Ceza Mahkemesinin 21/8/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Gerekçede, İnfaz Hâkimliği kararının usul ve yasaya uygun olduğu belirtilmiştir. Nihai karar 27/8/2015 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 21/9/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.İnfaz Kurumunun gönderdiği belgelerde; i. 29/6/2015 tarihli 2015/49 sayılı Kurul kararının 21/7/2016 tarihine kadar uygulandığı, mevzuatta bir süre sınırlandırılması olmadığı, hükümlünün PKK terör örgütünün faaliyetleriyle ilgili tutum ve konuşmalarında değişiklik olmadığı gözlemlendiğinden yeniden bir değerlendirme yapılmadığı ve belirtilen süre boyunca telefon görüşmesinin tamamen yasaklanarak görüşme yaptırılmadığı,ii. Kurul kararının uygulanmasının Bursa İnfaz Hâkimliğinin İnfaz Kurumunda bulunan tüm hükümlüler hakkında telefon görüşmelerinin kısıtlanmasına yönelik 21/7/2016 tarihli kararıyla sonlandığı, bu karara yapılan itiraz sonucu Bursa Ağır Ceza Mahkemesinin26/4/2018 tarihli kararıyla üç aylık süre ile kısıtlamaya hükmedildiğiifade edilerek belirtilen kararlar da eklenmiştir. Bursa Ağır Ceza Mahkemesinin anılan kararında, her bir yasaklama ve kısıtlamalarile ilgili belirli bir sürenin öngörülmemesinin Anayasa'ya aykırılık oluşturulacağı vurgulanmıştır. İnfaz Kurumu, hükümlülerin sohbet toplantılarında örgütsel faaliyetlere yönelik konuşmalar yapıldığı konusunda infaz koruma memurları tarafından düzenlenen beş tutanak göndermiştir. Ayrıca UYAP üzerinden yapılan araştırmada İnfaz Kurumunun ilgili Kurul kararına itirazın değerlendirilmesi kapsamında Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına tutanak ve mektup örnekleri gönderdiği anlaşılmıştır. 29/4/2015 tarihli tutanakta Abdullah Öcalan'ın diğer hükümlülere hitaben konuşurken güncel olaylarla ilgili görüşlerinin örgüt üyelerine ulaştırılması yönünde talimat verdiği ve bir hükümlü tarafından gönderilen 30/4/2015 tarihli mektupta da anılan talimatın yerine getirildiği hususlarının tespit edildiği görülmüştür. A. Ulusal Hukuk 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un "Hükümlünün telefon ile haberleşme hakkı" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Kapalı ceza infaz kurumlarındaki hükümlüler, tüzükte belirlenen esas ve usullere göre idarenin kontrolündeki ücretli telefonlar ile görüşme yapabilirler. Telefon görüşmesi idarece dinlenir ve kayıt altına alınır. Bu hak, tehlikeli hâlde bulunan ve örgüt mensubu hükümlüler bakımından kısıtlanabilir." 6/4/2006 tarihli ve 26131 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük'ün (Tüzük) "İdare ve gözlem kurulunun görev ve yetkileri" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının (g) bendi şöyledir:"g) Tehlikeli hâli bulunan ya da örgüt mensubu olan hükümlülerle ilgili olarak, telefon görüşmeleri ile radyo, televizyon yayınları ve internet olanaklarından yararlanma hakkının kısıtlanmasına karar vermek," Tüzük'ün "Telefonla görüşme hakkı" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(2) Telefonla görüşmeleri aşağıda belirtilen esaslara göre yapılır:a) Hükümlüler, haberleşme veya iletişim araçlarından yoksun bırakılma veya kısıtlama cezası ile hücreye koyma cezasının infazı sırasında olmamak koşuluyla, idarenin kontrolünde bulunan ve kurumun uygun yerlerine yerleştirilen telefonlardan yararlandırılır,...g) Hükümlünün, kurumun güvenliğini tehlikeye düşüren, suç oluşturan veya bir suça azmettirme ya da yardım etme sonucunu doğurabilecek konuşmalarda bulunduğu dinleme sırasında belirlendiğinde, görüşme derhâl kesilir. Bu hâlde hükümlü hakkında adlî veya idarî soruşturmaya esas olacak işlemler kurum en üst amiri tarafından yapılır,h) Suç işlemek amacıyla kurulan silâhlı örgütün yöneticiliğini yapmaya devam eden, bu konuda herhangi bir yöntemle, kurum içi veya dışındaki kişilere talimat veya mesaj veren hükümlülere idare ve gözlem kurulu kararıyla telefon görüşmesi hiçbir şekilde yaptırılmaz,ı) Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan hükümlüler, idare ve gözlem kurulunun uygun gördüğü hâllerde ve onbeş günde bir olmak üzere eşi, altsoy ve üstsoyu, kardeşleri ve vasisi ile on dakikayı geçmemek üzere görüşebilir,..."B. Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) "Özel ve aile hayatına saygı hakkı" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"(1) Herkes .... yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. (2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), haberleşme hürriyetine yapılan müdahalelerin demokratik toplumda zorunluluk teşkil etmesine ilişkin kriteri incelediği kararlarda öncelikle ceza infaz kurumlarında bulunan kimselerin yazışmalarının belirli ölçüde kontrolünün başlı başına Sözleşme'nin ihlaline sebebiyet vermeyeceğini, keza ceza infaz kurumunun olağan ve makul gereksinimleri dikkate alınarak bir değerlendirmede bulunmanın gerekli olduğunu belirtmiştir Mehmet Nuri Özen/Türkiye,B.No:15672/08…11/1/2011,§ 51; Silver ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 5947/72, 6205/73, 7052/75, 7061/75, 7107/75, 7113/75, 7136/75, 25/3/1983, § 98). AİHM kararlarına göre haberleşme özgürlüğüne yapılan müdahale öncelikle kanunla öngörülmelidir. Müdahalenin yasal dayanağını oluşturan mevzuatın ulaşılabilir, yeterince açık ve belirli bir eylemin gerektirdiği sonuçlar açısından öngörülebilir olması gerekir. İkinci olarak söz konusu sınırlandırma meşru bir amaca dayalı olmalıdır. Bunun yanı sıra müdahale demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olmalıdır (Silver ve diğerleri/Birleşik Krallık, §§ 85-90; Klass ve diğerleri/Almanya, B. No: 5029/71, 6/9/1978, §§ 42-55; Campbell/Birleşik Krallık, B. No:13590/88, 25/3/1992, § 34). AİHM içtihatlarında ifade edilen demokratik toplumda zorunluluk kavramı, müdahale teşkil eden eylemin acil bir toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanması ve takip edilen meşru amaç bakımından orantılı olması unsurlarını içermektedir (Silver ve diğerleri/Birleşik Krallık, § 97).AİHM'e göre hükümlü ve tutuklular Sözleşme kapsamında kalan temel hak ve hürriyetlerin tamamına kural olarak sahiptir (Hirst/Birleşik Krallık (No. 2), B. No: 74025/01, 6/10/2005, § 69). AİHM, ceza infaz kurumunda tutulmanın kaçınılmaz sonucu olarak suçun önlenmesi ve disiplinin sağlanması gibi güvenliğin ve düzenin korunmasına yönelik kabul edilebilir gerekliliklerin olması durumunda, mahkûmların sahip olduğu haklara sınırlama getirilebileceğini kabul etmiştir. Ancak bu durumda dahi hükümlü ve tutukluların haklarına yönelik herhangi bir sınırlama makul ve ölçülü olmalıdır (Silver ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 5947/72 ..., 25/3/1983, §§ 99-105). Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Avrupa Cezaevi Kuralları Hakkında REC (2006) 2 sayılı tavsiye kararlarının hükümlü ve tutukluların dış dünya ile ilişkilerine dair kısmı şöyledir:"Dış Dünya ile İlişki Mahpusların mümkün olabilen sıklıkta mektup, telefon veya diğer iletişim vasıtalarıyla aileleriyle, başka kişilerle ve dışarıdaki kuruluşların temsilcileriyle haberleşmelerine ve bu kişilerin mahpusları ziyaret etmelerine izin verilmelidir.2 Devam etmekte olan bir ceza soruşturması, emniyet, güvenlik ve düzeninin muhafaza edilmesi, suç işlenmesinin önlenmesi ve suç mağdurunun korunması için gerekli görülmesi halinde, haberleşme ve ziyaretlere kısıtlamalar konabilir ve izlenebilir. Ancak adli bir merci tarafından konulan özel kısıtlamalar da dahil olmak üzere, bu tür kısıtlamalar yine de kabul edilebilir asgari bir iletişime izin vermelidir. Ulusal hukuk, mahpuslarla iletişim kurması kısıtlanamayacak olan ulusal ve uluslararası kuruluşları belirlemelidir, Cezaevi yetkilileri, dış dünyayla yeterli bir iletişim sürdürmelerinde mahpuslara yardım etmelidirler ve bunun için onlara uygun destek ve yardım sağlamalıdırlar ..."
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2015/15981
Başvuru, telefonla görüşme hakkının kullandırılmaması nedeniyle haberleşme hürriyetinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru ceza davasının uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkı ile Anayasa'da güvence altına alınan diğer hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Ekli tabloda sıralanan başvurular, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemelerinden sonra Komisyonlara sunulmuştur. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Konularının aynı olması sebebiyle ekli tablonun (B) sütununda numaraları belirtilen başvuru dosyalarının 2021/5740 numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmesine, incelemenin 2021/5740 numaralı dosya üzerinden yapılmasına ve diğer dosyaların kapatılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucuların bir kısmı, haklarında yürütülen yargılamaların uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının; bir diğer kısmı ise makul sürede yargılanma hakkının yanı sıra Anayasa'da güvence altına alınan diğer hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine çeşitli tarihlerde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/5740
Başvuru ceza davasının uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkı ile Anayasa'da güvence altına alınan diğer hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, idari işlemin iptali talebiyle açılan davada yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 3/1/2013 tarihinde dava açmıştır. Danıştay Onikinci Dairesi 13/6/2019 tarihinde karar düzeltme talebini reddetmiş, hüküm kesinleşmiştir. Başvurucu, idare mahkemelerinde açtığı davada yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla 24/7/2019 tarihinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/26904
Başvuru, idari işlemin iptali talebiyle açılan davada yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurular süresi içinde yapılmıştır. Başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ekli tabloda yer alan başvurular bu başvuru ile birleştirilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/64612
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, mahpus olan eşlerin ziyaret hakkı olan çocuklarıyla aynı anda görüş yapabilmelerine izin verilmemesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucu, başvuruya konu olayın gerçekleştiği tarihlerde, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan tutuklu olarak Aydın E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (Kurum) bulunmaktadır. Başvurucunun mahpus olan eşi de aynı yerleşkededir. Çiftin şikâyet konusu olay tarihinde altı ve sekiz yaşlarında iki çocuğu bulunmaktadır. Başvurucu, Kuruma eşi ve çocuklarıyla aynı anda görüş yapabilmesine izin verilmesi talebinde bulunmuştur. Kurum, Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünün (Genel Müdürlük) "ceza infaz kurumlarında kapasite üzerinde hükümlü ve tutuklu barındırılması, personel durumu, hükümlü/tutuklu profili ile kurumların mevcut düzen ve güvenlik durumu gözönüne alınmak suretiyle alınacak İdare ve Gözlem Kurulu kararı ile kurumda bulunan tüm hükümlü/tutukluların görüşlerinin hafta sonu ya da hafta içi olmak üzere sadece bir kez yaptırılabileceği" şeklindeki 14/9/2018 tarihli görüş yazısına dayanarak aynı yerleşkede bulunan eş ve dışarıdan gelen ziyaretçilerle aynı anda görüşme sağlanamayacağını belirtmiş ve bu gerekçeyle başvurucunun talebini reddetmiştir. Diğer yandan Genel Müdürlük tarafından ceza infaz kurumlarına 8/3/2019 tarihinde gönderilen yazıda da aynı yerleşkede bulunan eş ve dışarıdan gelen ziyaretçilerle aynı anda görüşme yaptırılamayacağı, mahpusların kapalı veya açık ceza infaz kurumundaki yakın akrabası ile mi yoksa dışarıdan gelen ziyaretçi ile mi görüşmek istediğini açıkça belirten dilekçelerini her hafta ceza infaz kurumlarına vermesi gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucu, söz konusu uygulamanın aile ilişkilerine zarar verdiğini belirterek Aydın İnfaz Hâkimliğine (İnfaz Hâkimliği) şikâyet dilekçesi sunmuştur. Dilekçede; aynı ceza infaz yerleşkesinde tutulan eşiyle görüş yaptığında ailesiyle veya çocuklarıyla görüşemediğini, ailesi ya da çocuklarıyla görüş yaptığında tutuklu eşiyle görüşemediğini belirterek eşi ve çocuklarıyla aynı anda görüş yapabilmesine izin verilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. İnfaz Hâkimliği başvurucunun şikâyetinin reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; Genel Müdürlüğün 14/9/2018 tarihli yazısı hatırlatılmış ve Kurum tarafından bu yönde devam ettirilen uygulamanın ilgili mevzuata uygun olduğu ifade edilmiştir. Karara karşı yapılan itiraz usule ve yasaya aykırı bir husus bulunmadığı gerekçesiyle Aydın Ağır Ceza Mahkemesinin 6/9/2019 tarihli kararıyla kesin olarak reddedilmiştir. Başvurucu, nihai kararı 24/9/2019 tarihinde öğrendikten sonra 17/10/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/35533
Başvuru, mahpus olan eşlerin ziyaret hakkı olan çocuklarıyla aynı anda görüş yapabilmelerine izin verilmemesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurular, süresi içinde yapılmıştır. Başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ekli tabloda yer alan başvurular bu başvuru ile birleştirilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/21295
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurucu, hatalı olarak yapılan imar ıslah planı çalışması sonucu taşınmazının kaybolduğunu, yaptığı başvuruyu haklı bularak söz konusu planın yeniden yapılmasına karar veren Mahkeme kararının icra edilmemesi nedeniyle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürerek maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmaktadır. Başvuru, 12/2/2013 tarihinde İzmir Bölge İdare Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca, 19/12/2013 tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 10/4/2014 tarihinde kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir. Adalet Bakanlığının görüş yazısı, 30/6/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiş, başvurucu Adalet Bakanlığının cevabına karşı beyanlarını yasal süresi içinde 14/7/2014 tarihinde ibraz etmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, maliki olduğu İzmir İli Buca İlçesi 38876 ada 1 no.lu parselde yer alan 91 m² arsasının aplikasyonu ve yer gösterimi için 2007 yılı Şubat ayında Buca Kadastro Müdürlüğüne başvurmuş ve 5/3/2007 tarihli teknik raporla aplikasyon işlemine başlandığında 38876 nolu adaya ait koordinatlarla pafta arasında farklılıklar ve tersimat hatası bulunduğu, bu hatanın ıslah imar planı sonucu oluşan parsel alanlarını ve dağıtım cetvelinde bulunan tahsis miktarlarını değiştirecek nitelikte olduğundan Kadastro müdürlüğünce düzeltilmesinin mümkün olmadığı, durumun Buca Belediyesine iletilmesi ve hatalar giderildikten sonra aplikasyon talebinin değerlendirilebileceği şeklinde rapor hazırlanmıştır. Bunun üzerine başvurucu, 29/5/2007 tarihli dilekçesiyle, Buca Belediyesi (idare) İmar Müdürlüğü Harita İşleri Alt Birimi ile üç defa görüştüğünü ve soruna bir çözüm bulamadıklarını, kendi tespitiyle diğer parsellerden farklı olarak kendisine ait taşınmazdan iki defa düzenleme ortaklık payı alındığını ve son olarak da taşınmazın bir kısmının yola terk edildiğini, toplamda taşınmazın % 62’sinin alındığını belirterek hukuka aykırı olarak yapıldığını iddia ettiği 54-55 nolu imar ıslah planının yeniden yapılmasını talep etmiştir. İdarenin 60 gün içinde cevap vermemesi üzerine başvurucu 54-55 nolu imar ıslah planının iptali istemiyle İzmir İdare Mahkemesinde dava açmıştır. Mahkeme, 24/12/2008 tarihli ve E.2007/1676, K.2008/2350 sayılı kararında, söz konusu hatanın imar mevzuatına göre düzeltilip sonuçlandırılması gerektiği gerekçesiyle, başvurucunun talebini zımni olarak reddeden idarenin işleminin iptaline karar vermiştir. İdare, 2/9/2010 tarihli ve 2010/159 sayılı Belediye Meclis kararıyla İdare Mahkemesi kararında hatanın imar mevzuatına göre düzeltilip sonuçlandırılmasının istendiği, planın iptal edilmesi yönünde hüküm kurulmadığı, 23 yıllık geçmişi olan planın kapsadığı alanın büyük olduğu ve değiştirilmesi halinde kazanılmış hakların telafisi mümkün olmayacak şekilde zararına yol açacağı, sorunun taşınmazın kamulaştırılması yoluyla çözümünde bir engelin olmadığı gerekçesiyle başvurucunun uyuşmazlık konusu taşınmazının tamamının kamulaştırılmak üzere Beş yıllık imar programına alınmasına karar vermiştir. Başvurucu, bahse konu kararın iptali istemiyle İzmir İdare Mahkemesinde dava açmış; Mahkeme, 21/4/2011 tarihli ve E.2010/2250, K.2011/576 sayılı kararıyla henüz kamulaştırma yönünde işlemler başlamadığından alınan kararın kesin ve yürütülmesi zorunlu bir işlem niteliğinde olmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir. Danıştay Altıncı Dairesi, 14/3/2012 tarihli ve E.2011/6739, K.2012/1061 sayılı ilamıyla İzmir İdare Mahkemesi kararını onamıştır. Anılan Daire, 26/11/2012 tarihli ve E.2012/4884, K.2012/6764 sayılı ilamıyla karar düzeltme istemini reddetmiş ve İzmir İdare Mahkemesi kararı kesinleşmiştir. Bu ilam başvurucuya 14/1/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 12/2/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İzmir İdare Mahkemesinin kararına karşı yapılan temyiz başvurusu ise Danıştay Altıncı Dairesinin 29/4/2013 tarihli ve E.2009/8214, K.2013/3004 sayılı ilamıyla onanmıştır. İdare, başvurucuya ait taşınmazın kamulaştırılması amacıyla uzlaşma teklif etmiş, uzlaşma sağlanamaması üzerine İzmir Asliye Hukuk Mahkemesinde 29/4/2013 tarihinde kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescil davası açmış; Mahkeme, 9/6/2014 tarihli ve E.2013/227, K.2014/123 sayılı kararıyla toplam 91 m² taşınmaz için kamulaştırma bedelini 360,00 TL olarak tespit ederek başvurucuya ödenmesine ve taşınmazın idare adına kaydına karar vermiştir. Bu karara karşı temyiz başvurusu yapılmış olup, dosya Yargıtay ilgili Hukuk Dairesinde derdesttir. B. İlgili Hukuk 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nun geçici maddesi şöyledir:“2981 sayılı Kanuna göre düzenlenmiş ve tasdik edilmiş olan ıslah imar planlarının uygulanmasında, inşaat ruhsatı verilmesine ilişkin şart ve şekilleri tespite, belediye ve mücavir alanlar içinde belediyeler, dışında valilikler yetkilidir.” 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/2/2005 tarihli ve 5304 sayılı Kanunla değişik maddesi şöyledir:“Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce re'sen düzeltilir. Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir. Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların re'sen düzeltilmesine kadastro müdürlükleri yetkilidir. Bu maddenin uygulanmasında, 12 nci maddede belirtilen hak düşürücü süre aranmaz.” 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun maddesi şöyledir:“Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder.Devletin sorumluluğuna ilişkin davalar, tapu sicilinin bulunduğu yer mahkemesinde görülür.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/1308
Başvurucu, hatalı olarak yapılan imar ıslah planı çalışması sonucu taşınmazının kaybolduğunu, yaptığı başvuruyu haklı bularak söz konusu planın yeniden yapılmasına karar veren Mahkeme kararının icra edilmemesi nedeniyle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürerek maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmaktadır.
0
Başvuru, tam yargı davasının süre aşımı yönünden reddi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 29/6/2016 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, Batman İl Jandarma Komutanlığı bünyesinde sivil memur olarak görev yapmakta iken 13/6/2014 tarihli işlem ile Van Jandarma Asayiş Koruma Komutanlığına atanmıştır. Başvurucu, söz konusu atama işlemine karşı Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) nezdinde iptal davası açmıştır. AYİM İkinci Dairesi (Mahkeme) 11/2/2015 tarihli kararıyla naklen atama işlemini iptal etmiştir. İptal hükmü başvurucuya 10/4/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 18/6/2015 tarihinde İçişleri Bakanlığına başvurarak hukuka aykırılığı yargı kararı ile ortaya konulan işlem nedeniyle uğradığını ileri sürdüğü maddi ve manevi zararın yerine getirilmesini talep etmiştir. Bu talep zımnen reddedilmiştir. Zımnen ret üzerine başvurucu 21/9/2015 tarihinde maddi ve manevi tazminat istemiyle tam yargı davası açmıştır. Diğer taraftan atama işlemini iptal eden 11/2/2015 tarihli karara karşı davalı idare tarafından gerçekleştirilen karar düzeltme istemi Mahkeme tarafından 8/7/2015 tarihinde reddedilmiş ve ilam taraflara 26/10/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir. Mahkeme tam yargı davasını 11/11/2015 tarihli kararı ile süre aşımı yönünden reddetmiştir. Ret gerekçesinde öncelikle 4/7/1972 tarihli ve 1602 sayılı mülga Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Kanunu’nun dava açma süresine ilişkin hükümlerine yer verilmiştir. Buna göre ilgililerin haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla açtıkları iptal davasında verilen kararın veya kanun yollarına başvurulması hâlinde verilen kararın tebliğinden itibaren altmış gün içinde tam yargı davası açabilecekleri ve bu hâlde de ilgililerin idareye başvurma haklarının saklı olduğu hatırlatılmıştır. Somut olayda başvurucunun iptal kararını 10/4/2015 tarihinde tebellüğ ettiği ve bu tarihten itibaren altmış gün içinde ne idari başvuruda bulunduğu ne de dava açtığı ifade edilmiştir. Bu nedenle iptal kararının tebliğinden itibaren dava açmak veya idari başvuruda bulunmak için kullanılabilecek olan altmış günlük süre geçtikten sonra 18/6/2015 tarihinde yapılan başvurunun reddi üzerine açılan davanın süre aşımına uğradığı ifade edilerek ret gerekçesi oluşturulmuştur. Karar düzeltme istemi Mahkemenin 27/4/2016 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Başvurucu nihai kararı 1/6/2016 tarihinde tebellüğ etmesinin ardından 29/6/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. 1602 sayılı mülga Kanun’un "İptal ve tam yargı davaları" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"İlgililer, haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davaları ile birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı, icra tarihinden itibaren altmış gün içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 35 inci madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır."
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/12354
Başvuru, tam yargı davasının süre aşımı yönünden reddi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvurucu, "suç eşyasının satın alınması ve kabul edilmesi" suçundan hakkında açılan kamu davasında makul sürede yargılama yapılmadığını belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, manevi tazminat talebinde bulunmuştur. Başvuru, 22/5/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 31/10/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilir olduğuna ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 26/12/2014 tarihinde, esas incelemesinin yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği, görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Adalet Bakanlığının 16/1/2015 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve UYAP aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir: Başvurucu ve diğer üç şüpheli hakkında, Bolvadin Cumhuriyet Başsavcılığının 14/8/2000 tarih ve E.2000/67 sayılı iddianamesi ile "suç eşyasının satın alınması ve kabul edilmesi" suçundan, dört şüpheli hakkında "gasp için adam öldürme" suçundan kamu davası açılmış, dava, Mahkemenin E.2000/79 sayılı dosyasına kaydedilmiştir. Başvurucu dışındaki üç şüpheli hakkında Bolvadin Cumhuriyet Başsavcılığının 21/12/2000 tarih ve E.2000/555 sayılı iddianamesi ile "yağma" suçundan kamu davası açılmış, dava, Mahkemenin E.2001/131 sayılı dosyasına kaydedilmiştir. Bolvadin Ağır Ceza Mahkemesi, 22/2/2001 tarih ve E.2001/131, K.2001/12 sayılı kararı ile E.2001/131 sayılı dava dosyası ile E.2000/79 sayılı dava dosyası arasında hukuki ve filli irtibat bulunduğu gerekçesiyle dava dosyalarının birleştirilmesine, yargılamaya E.2000/79 sayılı dava dosyası üzerinden devam edilmesine karar vermiştir. Bolvadin Ağır Ceza Mahkemesinin 18/9/2002 tarih ve E.2000/79, K.2002/106 sayılı kararı ile başvurucu hakkında mahkûmiyet kararı verilmiştir. Temyiz üzerine karar, Yargıtay Ceza Dairesinin 18/5/2004 tarih ve E.2003/3462, K.2004/1870 sayılı ilâmıyla bozulmuştur. Mahkemece bozma ilâmına uyularak yapılan yargılama sonunda başvurucunun mahkûmiyetine karar verilmiştir. Temyiz üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 9/2/2005 tarih ve E.2004/243746-1 sayılı yazısı ile 5218 sayılı Kanun uyarınca sanıklar hakkında yeniden değerlendirme yapılmak üzere dava dosyasını Mahkemeye iade etmiş, Mahkeme, 25/8/2004 tarih ve E.2004/67, K.2004/114 sayılı ek kararı ile başvurucunun mahkûmiyetine karar vermiştir. Temyiz üzerine, Yargıtay Ceza Dairesinin 31/5/2005 tarih ve E.2005/1204, K.2005/1568 sayılı ilâmı ile başvurucu hakkında verilen mahkûmiyet kararı onanarak aynı tarihte kesinleşmiştir. 26/9/2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun yürürlüğe girmesi nedeniyle başvurucunun lehine olan hükümlerin değerlendirilmesi için Mahkemece, 12/7/2005 tarih ve E.2004/67, K.2004/114 sayılı ek karar ile başvurucu ile diğer üç sanık hakkında verilen mahkûmiyet kararının infazının ertelenmesine karar verilmiştir. Mahkemece, 4/11/2004 tarih ve 5252 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un maddesinin (3) numaralı fıkrası gereği 5237 sayılı Kanun ile 1/3/1926 tarih ve 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu'nun lehe olan hükümlerinin tespiti amacıyla 14/4/2009 tarihinde duruşma açılmasına ve dava dosyasının Mahkemenin E.2009/65 sayılı dosyasına kaydedilmesine karar verilmiştir. Mahkemece yapılan uyarlama yargılaması sonunda 22/7/2009 tarih ve E.2009/65 ve K.2009/107 sayılı karar ile başvurucunun "suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi" suçundan 1 yıl 8 ay hapis ve 160,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına, diğer üç sanığın da ayrı ayrı mahkûmiyetlerine karar verilmiştir. Temyiz üzerine, Yargıtay Ceza Dairesi, 11/4/2013 tarih ve E.2010/24235, K.2013/7884 sayılı ilâmı ile başvurucu vekilinin ilk hükmün kesinleşmesi ile vekaletinin sona erdiği, uyarlama davası sonunda verilen kararı temyiz etme yetkisinin bulunmadığı, başvurucunun temyize muvafakatinin olup olmadığının tespiti gerektiği belirtilerek, dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına iade edilmiştir. Eksikliklerin tamamlanmasından sonra dava dosyası temyiz incelemesi için Yargıtaya gönderilmiş olup, Yargıtay Ceza Dairesinin E.2013/33370 sayılı dosyasında temyiz incelemesi devam etmektedir. Başvurucu, 22/5/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 5237 sayılı Kanun’un maddesinin (1) numaralı fıkrası; 765 sayılı mülga Kanun'un maddesinin birinci fıkrası; 5252 sayılı Kanun'un maddesinin (3) numaralı fıkrası.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/7040
Başvurucu, "suç eşyasının satın alınması ve kabul edilmesi" suçundan hakkında açılan kamu davasında makul sürede yargılama yapılmadığını belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş, manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
1
Başvuru; sahte fatura kullanma fiili sebebiyle yapılan vergi ziyaı cezalı tarhiyata karşı açılan davada, aynı nedenle açılan kamu davasında verilen beraat hükmünün dikkate alınmaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 18/3/2016 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş verilmesine gerek görülmediğini bildirmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu Şirketin 2009 yılı hesapları üzerinde 2012 yılında yapılan vergi incelemesinde başvurucunun sahte fatura ticareti yapan İ. İnş. Nak. Taah. Ltd. Şti.nden sahte fatura aldığı, bu sahte belgeleri resmî defterlerine kaydettiği ve anılan sahte faturaları kullanarak haksız yere katma değer vergisi indiriminden yararlanmak suretiyle vergi ziyaına yol açtığı tespiti yapılmıştır. Söz konusu incelemeye istinaden başvurucu Şirket adına 2009/2, 3, 5, 6 ve 7 dönemleri için vergi ziyaı cezalı katma değer vergisi tarhiyatı yapılmış ve özel usulsüzlük cezası kesilmiştir.A. Ceza Davası Gölcük Cumhuriyet Başsavcılığının 2/1/2013 tarihli iddianamesiyle başvurucu Şirketin mesul müdürü İ.E.nin 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'na muhalefet suçundan dolayı 213 sayılı Kanun'un maddesinin (b) fıkrası ile 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun maddesinin birinci fıkrası ve maddesinin birinci fıkrası uyarınca cezalandırılması talebiyle kamu davası açılmıştır.Gölcük Asliye Ceza Mahkemesince iddianamenin kabul edilmesiyle başlanan kamu davasında yapılan yargılama neticesinde 14/4/2015 tarihli kararla sanık İ.E.nin beraatine hükmedilmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:"Dosya içerisinde bulunan soruşturma evrakı, iddianame, sanık savunması, katılan vekilinin beyanı, tanık anlatımları, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamı içeriği birlikte değerlendirildiğinde; her ne kadar sanık hakkında salt KDV ödemelerini düşürmek amacı ile gerçeği yansıtmayan sahte fatura temin etme ve kullanma olayına bir çok kez gittiği, vergi ziyanına sebebiyet verdiği ve 213 Sayılı Vergi Usul Yasası'na Muhalefet ettiği iddiasıyla kamu davası açılmış ise de, tanık anlatımlarına binaen sanığın kayıtlara istinaden alındığı gözüken yakıtı gerçekte de almış olduğunun beyan edildiği, makine bilirkişisi raporunda toplam tank hacminin 865,494 litre olduğunun belirtildiği, üçlü bilirkişi raporunda ise fatura muhteviyatı malların alındığı ve hizmetlerin görüldüğü anlaşıldığından sanığın 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu'nun 359/b-1 maddesinde yazılı suçu işlemediği sonucuna varıldığının bildirildiği anlaşılmakla sanığa sabit sayılabilecek bir eylem isnadının bu delillerle mümkün olmadığı, iddianın sabit olması için tüm şüphe sebeplerinden arınmış tarafsız delillerle sübuta varılması gerektiği, savunmanın aksinin kanıtlanamamış olup var olan şüphe sebepleri de sanık lehine yorumlanarak sanığın atılı suçu işlediğine dair mahkumiyetine yeterli somut her türlü şüpheden uzak ve cezalandırmaya yeterli delil elde edilemediğinden isnat edilen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle atılı suçtan beraatine dair aşağıdaki şekilde karar vermek gerekmiştir." Kararın temyiz edilmesi nedeniyle dosya Yargıtay Ceza Dairesinde derdesttir.B. İptal Davası Başvurucu Şirket tarafından 17/1/2013 tarihli dilekçe ile cezalı tarhiyata karşı dava açılmış; Kocaeli Vergi Mahkemesinin (Mahkeme) 28/6/2013 tarihli kararıyla davanın özel usulsüzlük cezasına ilişkin kısmı kabul edilmiş, vergi ziyaı cezalı tarhiyata ilişkin kısmı ise reddedilmiştir. Kararın gerekçesinin ret ile sonuçlanan kısmı şöyledir:"İ. İnş.Nak.Taah. Ltd. Şti hakkında düzenlenen 2011 gün ve 619/2 sayılı vergi tekniği raporunda; şirketin 2006 yılında sahte fatura kullandığı gerekçesiyle incelemeye alındığı, çeşitli tarihlerde yapılan yoklamalarda işyerinde bulunmadığı ve tanınmadığı, vergi borçlarını ödemediği, 2006 ve 2007 yılında çok yüksek tutarlar içeren katma değer vergisi beyannameleri verdiği, Ba, Bs bildirimlerinde çelişkili ve hatalı bilgiler yer aldığı, sahte fatura kullandığı, şirket yetkilisinin faaliyette bulunmadıklarını belirttiği dönemlerde de yüksek tutarlı matrahlar içeren beyannameler vermeye devam ettiği, defter tasdik ettiğine ilişkin kayıt bulunmadığı, muhtelif tür ve dönemlere ait vergi beyannameleri vermediği gibi tespitlerin yer aldığı ve bu tespitler doğrultusunda mükellefiyetlerinin resen terk ettirildiği görülmektedir.Buna göre davacının faturalarını kullandığı mükellefin vergi tekniği raporunda tespit edilen ve yukarıda ayrıntılı şekilde belirtilen bu olumsuz özellikleriyle, düzenlediği belgelere göre kısa süre içinde çok yüksek tutarlı hasılatlarını elde edebileceği gerçek bir faaliyetinin mevcut olması ekonomik ve ticari hayatın olağan icaplarına uygun düşmemektedir. Bu ölçekte hasılatı bulunan mükellefin adreslerinde yapılan yoklamada bulunmaması, asgarivergisel ödevlerini yerine getirmemesi gibi hususlar dikkate alındığında, bu mükellefin düzenlediği belgelerin gerçek bir alım satım ilişkisine dayalı olarak düzenlenmediği sonucu açıkça ortaya çıkmaktadır.Bu itibarla davacı şirketin bu mükelleften aldığı faturaların gerçeği yansıtmadığı ve içeriği vergilerin hazineye intikal ettirilmemiş olması nedeniyle yukarıda anılan yasal düzenlemeler gereği olarak indiriminin kabulü hukuken mümkün değildir. Dolayısıyla yasal kayıtlara alınan ve beyannamelere konu edilen ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge niteliği taşıyan bu faturalar içeriği vergilerin indirimlerinin reddi suretiyle salınan vergi ziyaı cezalı katma değer vergisinde hukuka aykırılık görülmemiştir." Karar temyiz edilmiş ve Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 28/1/2015 tarihli ilamıyla kararın onanmasına hükmedilmiştir. Karar düzeltme istemi de aynı Dairenin 23/12/2015 tarihli kararıyla 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun maddesinde yazılı karar düzeltme nedenlerinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Nihai karar, 22/2/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir. 18/3/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur. 213 sayılı Kanun’un maddesinin ilgili kısımları şöyledir:"Resen vergi tarhı, vergi matrahının tamamen veya kısmen defter, kayıt ve belgelere veya kanuni ölçülere dayanılarak tespitine imkan bulunmayan hallerde takdir komisyonları tarafından takdir edilen veya vergi incelemesi yapmaya yetkili olanlarca düzenlenmiş vergi inceleme raporlarında belirtilen matrah veya matrah kısmı üzerinden vergi tarh olunmasıdır. İnceleme raporunda bu maddeye göre belirlenen matrah veya matrah farkı resen takdir olunmuş sayılır.Aşağıdaki hallerden herhangi birinin bulunması durumunda, vergi matrahının tamamen veya kısmen defter, kayıt ve belgelere veya kanuni ölçülere dayanılarak tespitinin mümkün olmadığı kabul edilir.... Tutulması zorunlu olan defterlerin veya verilen beyannamelerin gerçek durumu yansıtmadığına dair delil bulunursa. .." 213 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir: “Vergi incelemesinden maksat, ödenmesi gereken vergilerin doğruluğunu araştırmak tespit etmek ve sağlamaktır.İncelemeye yetkili olanlar tarafından lüzum görüldüğü takdirde inceleme, işletmeye dahil iktisadi kıymetlerin fiili envanterinin yapılmasına ve beyannamelerde gösterilmesi gereken unsurların tetkikına da teşmil edilebilir. Fiili envanterin yapılmasının gerektirdiği ve incelemeyi yapan tarafından tasdik edilen giderler Hazinece mükellefe ödenir.” 213 sayılı Kanun'un maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "Vergi ziyaı, mükellefin veya sorumlunun vergilendirme ile ilgili ödevlerini zamanında yerine getirmemesi veya eksik yerine getirmesi yüzünden, verginin zamanında tahakkuk ettirilmemesini veya eksik tahakkuk ettirilmesini ifade eder" 213 sayılı Kanun'un maddesinin birinci fıkrası ile ikinci fıkrasının ilgili kısmı şöyledir: "341 inci maddede yazılı hallerde vergi ziyaına sebebiyet verildiği takdirde, mükellef veya sorumlu hakkında ziyaa uğratılan verginin bir katı tutarında vergi ziyaı cezası kesilir.Vergi ziyaına 359 uncu maddede yazılı fiillerle sebebiyet verilmesi halinde bu ceza üç kat ... olarak uygulanır." 213 sayılı Kanun’un maddesinin son fıkrası şöyledir:"Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkimini bağlamaz." 25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:"Mükellefler, yaptıkları vergiye tabi işlemler üzerinden hesaplanan katma değer vergisinden, bu Kanunda aksine hüküm olmadıkça, faaliyetlerine ilişkin olarak aşağıdaki vergileri indirebilirler:a) Kendilerine yapılan teslim ve hizmetler dolayısıyla hesaplanarak düzenlenen fatura ve benzeri vesikalarda gösterilen katma değer vergisi." 3065 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir: “ Yurt içinden sağlanan veya ithal olunan mal ve hizmetlere ait Katma Değer Vergisi, alış faturası veya benzeri vesikalar ve gümrük makbuzu üzerinden ayrıca gösterilmek ve bu vesikalar kanuni defterlere kaydedilmek şartıyla indirilebilir. Katma Değer Vergisinin fatura ve benzeri vesikalarda ayrıca gösterilmesine gerek görülmeyen işlemlerde Vergi indiriminin nasıl belgelendirileceği Maliye ve Gümrük Bakanlığınca tespit olunur.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/5849
Başvuru, sahte fatura kullanma fiili sebebiyle yapılan vergi ziyaı cezalı tarhiyata karşı açılan davada, aynı nedenle açılan kamu davasında verilen beraat hükmünün dikkate alınmaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, sağlık sorunları bulunan hükümlünün infazın ertelenmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 11/10/2019 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca 4/11/2019 tarihinde, başvurucunun tahliye edilmesi yönündeki tedbir talebi, sağlık hizmetlerine erişim imkanına sahip olduğu değerlendirilerek reddedilmiştir. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiş; başvurucu karşı beyanda bulunmamıştır. Başvuru formu ve ekleri ile Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler doğrultusunda tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir:A. Başvuru Öncesi Dönem Ahmet Sılık (Başvurucu), silahlı terör örgütüne (PKK) üye olmamakla birlikte bilerek isteyerek yardım etme suçu sabit görülerek Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin 12/12/2012 tarihli kararı uyarınca 6 yıl 6 ay 22 gün hapis cezası ile cezalandırılmış ve hüküm kesinleşmiştir. Başvurucu, cezasının infaz edilmesi amacıyla 10/3/2018 tarihinde İzmir 2 No.lu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna yerleştirilmiştir. Başvurucu, cezasının infazına başlanan tarih itibarıyla 74 yaşındadır. Müddetnamede başvurucunun koşullu salıverilme tarihi 23/2/2022, hak ederek tahliye tarihi ise 14/10/2023 olarak tespit edilmiştir. İzmir 2 No.lu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, başvurucuyu sağlık durumu nedeniyle infazın ertelenmesi şartlarının var olup olmadığı hususunda değerlendirme yapılması için 19/3/2018 tarihinde İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesine sevk etmiştir. Ayrıca başvurucu 18/4/2018 tarihli dilekçesi ile İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına (Başsavcılık) müracaat ederek infazının evde ya da bir bakımevinde gerçekleştirilmesini talep etmiştir. Başvurucunun vasisi B.S. de 23/7/2018 tarihli dilekçe ile başvurucunun cezasının infazının ertelenmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucunun sevk edildiği sağlık kurumu tarafından başvurucu hakkında birden fazla rapor düzenlenmiştir. 14/5/2018 tarihli raporda "3 aydır küçük adımlarla yürüme, unutkanlık, idrar kaçırma, BBT: atrofi, periventriküler lökomalazi, sağ sentrum semiovale kronik laküner infarkt mevcut olduğu" tespiti yapılmıştır. 30/5/2018 ile 6/6/2018 tarihleri arasındaki zaman dilimini kapsayan epikriz raporunda ise "bilinen HT, SVH öyküsü, 5-6 aydır artan unutkanlık, zaman zaman idrarını tutamama, son 2-3 aydır devamlı olarak idrar ve gaita kacırma, sol hemihipoestezi, hafif demans tespitinde bulunulmuş ve MMSE sonucuna göre takiplerinde kliniğinin daha iyi olduğu" ifade edilmiştir. Son olarak 8/6/2018 tarihli raporda daha önceki raporlarda bulunan tespitlere yer verilmekle birlikte ayrıca "sağ göz 3, sol göz 1, sağ PCIOL, PCO+, sol grade 2 nükleer katarakt, sağ psödofaki, sola katarakt için ameliyat gerekir, sol sekel hemiparezi" tespitinde bulunulmuş, raporun devamında "hastanın her soruya 'Ben ne bileyim.' şeklinde cevap verdiği, yemeğini yediği, kendi banyosunu yaptığı fakat hijyeninin bozuk olduğu, umursamadığı, kendisinin arada gaita kaçırdığını söylediği, hastanın 2018 tarihinde nöroloji kliniğine yatırılarak izlendiği, yattığı sürede öz bakımını kendisinin yapabildiği, hafif demans düşünüldüğü, hastanın takip ve tedavisinin R Tipi Ceza İnfaz Kurumunda sürdürülmesi, düzenli aralıklarla nöroloji-demans polikliniğinde takip edilmesinin uygun olduğu" ifade edilmiştir. Başvurucu bu sürecin ardından 13/8/2018 tarihinde Menemen R (rehabilitasyon merkezi) Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna (Ceza İnfaz Kurumu) nakledilmiştir. Ceza İnfaz Kurumu tarafından yapılan kabul muayenesinde başvurucu hakkında bunama, sol kısmi felç tespiti yapılmıştır. Başvurucunun kurum bünyesinde olduğu 1/10/2018 ile 4/12/2020 tarihleri arasında birden fazla kez olmak üzere (genel cerrahi polikliniğine yatış ve tedavi dâhil olmak üzere yaklaşık 15 defa) sağlık kurumuna sevk edildiği, ilaçların/tedavilerinin düzenlendiği görülmüştür. Başsavcılık, başvurucuyu 14/8/2018 tarihinde infazın ertelenmesi koşullarının mevcudiyeti hakkında değerlendirme yapması için Adli Tıp Kurumuna sevk etmiştir. Adli Tıp Kurumu İhtisas Kurulu tarafından düzenlenen 16/11/2018 tarihli raporda özetle başvurucunun ayağa yardımsız kalktığı, kas tonunun normal olduğu, geniş adımlarla yürüyebildiği, konuşma ve anlamasının normal olduğu, duyu kusuru ve nöbet öyküsü olmadığı, nörolojik muayenede demansiyel bulgular (yürüme bozukluğu, idrar kaçırma) tespit edildiği, belleğinin zayıf olduğu, kişisel bilgilerini verirken zorlandığı ifade edilmiş; başvurucunun hayatını yalnız idame ettiremeyeceği, başvurucunun durumunun 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un maddesinin altıncı fıkrası kapsamında olduğu, bununla beraber toplum açısından risk oluşturup oluşturmadığı hususunun tıbbi açıdan değerlendirme yapılacak bir konu olmadığı belirtilmiştir. Başvurucu hakkında düzenlenen 14/3/2019 tarihli Kolluk Tahkikat Tutanağı'nda özetle başvurucu ve ailesinin terör örgütüne müzahir kitleden olduğu, eşinin hâlen örgüte yardım ettiği ve oğlunu örgüt mensubu olarak yetiştirmek istediği, bu sebeplerle başvurucunun infazının ertelenmesinin örgüt/örgütün eylemleri üzerinde toplum aleyhine olumsuz etki göstereceği ifade edilmiştir. Başvurucunun infazın ertelenmesi talebi, 15/3/2019 tarihli Başsavcılık kararı ile reddedilmiştir. Kararda adli tıp raporuna da yer verilerek kolluk tutanağına atıfla silahlı terör örgütüne üyelik suçundan mahkûm olan başvurucunun cezasının infazının ertelenmesinin toplum güvenliği için tehlike oluşturabileceği ifade edilmiştir. Söz konusu karara karşı yapılan itiraz (kapatılan) Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin 26/6/2019 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Başvurucunun tedavilerinin yapılması için ilgili mercilere gönderilmesi, infazın evde gerçekleştirilmesi yönündeki talepleri içeren 21/8/2019 tarihli dilekçe üzerine Başsavcılık 2/9/2019 tarihli yazısıyla Ceza İnfaz Kurumundan konuya ilişkin olarak işlem yapılmasını ve edimde bulunulmasını istemiştir. Başsavcılık söz konusu yazısında Ceza İnfaz Kurumundan başvurucu için sağlık kurumları ile irtibat kurularak gerekli muayene ve tedavilerinin eksiksiz yerine getirilmesini, kontrollerinin düzenli olarak yaptırılması hususunda gerekli duyarlılığın ve özenin gösterilmesini, yatarak tedavisinin öngörülmesi hâlinde herhangi bir gecikmeye meydan verilmeksizin yatışı ile ilgili tedbirlerin alınmasını istemiştir. Yazının devamında 5275 sayılı Kanun'un maddesi uyarınca cezanın infazının ertelenmesi/geri bırakılması için gereken koşulların varlığı hususunda değerlendirme yapılmasını talep etmiştir. Ayrıca Ceza İnfaz Kurumunun talebi üzerine İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi tarafından başvurucu hakkında düzenlenen 6/9/2019 tarihli sağlık kurulu raporunda başvurucunun ceza infaz kurumunda tek başına hayatını idame ettiremeyeceği, hayati tehlike teşkil etmemekle birlikte hayatını yalnız idame ettirmekte güçlük çekeceği, R tipi ceza infaz kurumunda kalmasının uygun olduğu ifade edilmiştir. Başvurucu, (kapatılan) Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin 26/6/2019 tarihli kararını 9/10/2019 tarihinde tebellüğ etmesinin ardından 11/10/2019 tarihinde tedbir talebiyle bireysel başvuruda bulunmuştur.B. Başvuru Sonrası Dönem Başvurucunun bireysel başvuru dilekçesinde ayrıca tedbir talebinde bulunması nedeniyle Anayasa Mahkemesi, Ceza İnfaz Kurumundan başvurucunun tedavi ve takip durumuna, acil sağlık hizmetlerine erişimine, öz bakımını nasıl sağladığına, kendisine bu konuda yardım eden birisinin olup olmadığına ve sağlık durumuna ilişkin olarak sonradan alınmış bir rapor bulunup bulunmadığına dair bilgi istemiştir. Ceza İnfaz Kurumu tarafından iletilen ve yukarıda aktarılan tedavi sürecine dair bilgileri de ihtiva eden 16/10/2019 tarihli cevabi yazının ilgili kısmı şöyledir:" ... kurumumuzda görevli doktor tarafından düzeni olarak yapılan muayenelerin ardından ... Reçeteler tanzim edilerek ilaçlarının kullandırılması sağlanmaktadır.Kurumumuz revir biriminde 2 pratisyen hekim, 1 memur kadrosunda doktor, 1 tane diş hekimi, 1 ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı, 1 fizik ve tedavi uzmanı, 1 fizyoterapist ayrıca 4 sağlık memuru, 3 acil tıp teknisyeni bulunmakta olup 24 saat nöbet sistemi ile çalışılmaktadır.Kurum doktoru hergün hükümlü ve tutuklulara vizit yapmakta, muayene sonucu sevk olması gereken hükümlü ve tutuklular hakkında sevk evrakı düzenlenmekte, hükümlü ve tutukluların ilgili hastanelere sevk edilmeleri için yapılan sevk planlaması sevk ve idareden sorumlu Menemen Cezaevi Jandarma Bölük Komutanlığına teslim edilmekte olup, hükümlü ve tutukluların sevkleri ilgili hastanelere gerçekleştirilmektedir.Hükümlü ve tutukluların muayeneleri Kurum doktoru tarafından yapılarak gerekli ilaç tedavisi düzenlenmekte, yazılan ilaçlardan kontrole tabi olanlar günlük dozlar halinde verilerek kontrollü dağıtımı sağlanmaktadır. Hükümlü, tutuklu ve personelin acil rahatsızlığı durumunda hemen muayenesi yapılarak tedavileri gerçekleştirilmekte, tedavisi tabipliğimizde yapılamayanların ise vakit kaybedilmeden Devlet Hastanelerine sevkleri sağlanmaktadır. Kurumumuzun fiziki yapısı gereğince tek kişilik ve üç kişilik odaların mevcut olduğu, mevcut cezası nedeniyle ilgili mevzuat uyarınca tek kişilik odada kalmasını gerekir hükümlü ve tutukluların tek kişilik odada kalmasına sağlanılmaktadır. Hükümlü Ahmet SILIK'ın silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan hükümlü olduğu ve Kurumumuzun A Blok tekli koğuşunda kalmaktadır.Kurumumuzda bulunan her odada tuvalet ve banyo bulunmaktadır. Kurumumuzda 24 saat temiz suya erişim sağlanmaktadır. Sıcak su sürekli ve sınırsız verilmektedir.Kurumumuzda bulunan hükümlü ve tutuklular gün içerisinde istediği kadar havalandırma bahçesine çıkmaktadırlar. Kurumumuzda sürekli işçi kadrosunda görev yapmakta olan 18 hasta bakıcının mevcut olduğu, 24 saat esasına göre görev yapmakta oldukları, sağlık durumu nedeniyle öz bakım becerilerini yerine getiremeyen tüm hükümlü/tutukluların bu ihtiyaçlarının hasta bakıcılar tarafından yerine getirildiği, görevli hekimler ve sağlık personelleri tarafından muayene, tedavi takipleri ve gerekli diğer sağlık işlemlerinin yapıldığı,Kurumumuzda engelli hükümlü ve tutuklular için gerekli düzenlemeler yapılmaktadır. Kurum hastabakıcıları ve Kurum işçi hükümlüleri tarafından odalar hergün yıkanmakta olup, hükümlü ve tutuklular haftada 2 kere banyoları yaptırılmaktadır. Ayrıca engelli hükümlü ve tutukluların özbakımları hastabakıcılar tarafından düzenli olarak yapılmaktadır. Kurumda bulunan koğuşların temizliği hastabakıcı ve işçi hükümlüler tarafından yapılmakta olup ayrıca gerekli durumlarda gerekli malzemeler verilmektedir....İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının 2/9/2019 tarihli yazısı ile ... sağlık işlemlerinin devam ettiği, hükümlünün eksik tetkiklerinin tamamlanmasının ardından İstanbul Adli Tıp Kurumuna evrakların gönderileceği ve hükümlü hakkında düzenlenecek adli tıp raporunun ... ilgili Savcılık birimine gönderilecektir." Anayasa Mahkemesi 4/11/2019 tarihinde, başvurucunun tahliye edilmesi yönündeki tedbir talebini sağlık hizmetlerine erişim imkânına sahip olduğunu değerlendirerek reddetmiştir. İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin başvurucu hakkında düzenlediği 16/12/2019 tarihli raporda özetle yakınından alınan öyküye göre başvurucunun normalde kendi işlerini yerine getirebilmekteyken iskemik inme geçirdikten sonra günlük işlevlerini yapmakta zorlanmaya başladığı, eşinden alınan öyküye göre günlük işlevlerinin tamamına yakınını yerine getirebilirken zaman zaman az olsa kafa karışıklığı yaşadığı ancak bu ufak tefek unutmaların, eşyaların yerini karıştırmaların günlük hayatını kısıtlamadığı, 4-5 ay önce iskemik serebrovasküler hastalık geçirdikten sonra öz bakımında azalma olduğu, gönderilen parayı nasıl kullanacağını artık bilemediği için harcamadığı, telefon kartını tek başına kullanamadığı için telefonla görüşemediği, görüşe kimlerin geldiği sorulduğunda bu kişileri bilemediği şeklinde cevap verdiği belirtildikten sonra yıl ve ayı bilemediği, mekân değerlendirmesinde sadece bulunduğu semti doğru yanıtlayamadığı, kayıt hafızası değerlendirmesinde üç kelimeyi doğru yanıtladığı ancak hatırlatmada sadece bir kelimeyi hatırlayabildiği, dikkat ve hesap değerlendirmesinde haftanın günlerini geriye doğru saymasının tam, lisan değerlendirmesinde cisimlerin isimlendirmesinin, tekrarlamasının, kompleks emir almasının olağan olduğu, şekil çizmede yetersiz olarak değerlendirildiği, psikiyatri muayenesinde kendisinden alınan öykünün kısmen yeterli ve güvenilir olduğu, daha önce psikiyatri başvurusunun ve ruhsal şikâyetinin bulunmadığını, bir hastalığının olmadığını, yaşlılıktan dolayı ayaklarının iyi tutmadığını söylediği, kendini kötü gösterme eğilimi olmadığı, simülatif tutum gözlenmediği, bilincinin açık, koopere, yer-zaman-kişi oryantasyonunun tam, diğer muayene bulgularının normal olduğu, hastanın mahkûm koğuşunda yatmaktayken odasındaki tuvalet ışıklarını açmadan girmesi, klozet yerine lavoboya idrar yapması gibi durumların gerçekleşmesi üzerine hastaya refakatçisi eşliğinde izlem uygun görüldüğü, mahkûm koğuşunda kendisine verilen yemeği tek başına yiyebilen başvurucunun temizlik ve öz bakımına yönelik ihtiyaçlarını tek başına karşılayamadığının görüldüğü, sonuç olarak stroke sonrası gelişen ılımlı organik mental bozukluk olarak değerlendirildiği, son durumu ile değerlendirildiğinde başvurucunun yemeğini önüne konduğunda yiyebildiği, tek başına mobilize olsa da tuvaletini uygunsuz yerlere yaptığı, banyo ihtiyacını tek başına yapamadığının gözlendiği, ceza infaz kurumu koşullarında yaşaması hayati tehlike arz etmemekle birlikte hayatını yalnız idame ettirmekte güçlük çekeceğinin düşünüldüğü, henüz beş ay önce stroke geçirmesi nedeniyle süreklilik ve kocama hâlinin yılın sonunda değerlendirilmesinin uygun görüldüğü, kontrol muayenesinde (16/12/2019) bilinç açık, koopere, yer ve zaman yönelimi kısıtlı, konuşma dizartrik, solda kas gücü 4+/5, bilateral parmak vurma yavaş, geniş tabanlı magnet yürüyüşü mevcut olduğu ifade edilmiştir. Başsavcılığın 2/9/2019 tarihli yazısı (bkz. § 16) gereği başlatılan ve Ceza İnfaz Kurumunun cevabi yazısında da (bkz. § 19) belirtilen süreç sonunda Adli Tıp Kurumu İhtisas Kurulu tarafından düzenlenen 25/12/2019 tarihli raporun sonuç kısmı şöyledir:"Kurulumuzca 2019 tarihli yapılan muayenesine göre daha önce kurulumuzda yapılan nörolojik muayene bulgularında uygulanan fizik tedavi ve rehabilitasyon sonrası düzelme tespit edilen H. oğlu 1944 doğumlu Ahmet Sılık adına düzenlenen dosyadaki mevcut belgeleri ve kurulumuz muayene bulgularına göre halihazırda; a. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 16/ maddesi kapsamında değerlendirilmediği, tedavisi ve önerilen aralıklarla düzenli poliklinik kontrolleri sağlanarak rehabilitasyon tipi cezaevi şartlarında infazına devam edilebileceği,b. 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 16/ maddesi kapsamında değerlendirilmediği, hayatını yalnız idame ettirebileceği,c. 6291 sayılı yasanın maddesi ile değişik 5275 sayılı yasanın 105/A maddesinin 3-B fıkrası kapsamında değerlendirilmediği, hayatını yalnız idame ettirebileceği,d. T. Anayasası’nın maddesinde belirtilen sürekli hastalık, sakatlık ve kocama hali kapsamında değerlendirilmediği oy birliği ile mütalaa olunur." UYAP kayıtlarından başvurucunun 6/5/2021 tarihinde denetimli serbestlik koşulları uyarınca tahliye edildiği ve 2/12/2022 tarihinde hayatını kaybettiği anlaşılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) tutuklu bir kimsenin sağlık gerekçesiyle serbest bırakılması için hiçbir genel zorunluluk getirmediğini ancak doğal olarak ortaya çıkan fiziksel ya da ruhsal rahatsızlıklardan kaynaklanan acının yetkililerin sorumlu tutulabileceği tutukluluk koşullarından dolayı artması ya da artma riski bulunması hâlinde bu durumun Sözleşme’nin maddesi kapsamına girebileceğini belirtmektedir (Mouisel/Fransa, B. No: 67263/01, 14/11/2002, §§ 38-40; Ürfi Çetinkaya/Türkiye, B. No; 19866/04, 23/7/2013, § 88). Bu tür davalarda AİHM, sağlık durumunun endişeye sebep olduğu durumlarda başvurucunun alıkonulmasına devam edilmesinin sağlık durumu açısından uygun olup olmadığının değerlendirilmesinde özellikle üç etkenin dikkate alınmasının gerektiğini belirtmiştir. Bunlar hükümlü/tutuklunun sağlık durumu, sağlanan bakımın kalitesi ve sağlık durumu açısından başvurucunun tutulmasına devam edilmesinin gerekip gerekmediğidir (Zarzycki/Polonya, B. No: 15351/03, 12/3/2013, § 103). Ayrıntılı ilgili hukuk için bkz. Fatih Hilmioğlu, B. No: 2014/648, 18/9/2014, §§ 28-34; Temur Eskibağ ve Mehmet Rıza Eskibağ, B. No: 2014/5098, 20/12/2017, § 45; Civan Boltan, B. No: 2014/5324, 30/10/2018, §§ 33-
Yaşam hakkı-Kötü muamele yasağı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/34112
Başvuru, sağlık sorunları bulunan hükümlünün infazın ertelenmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonuna yapılan başvurunun daha önce Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun süresinde olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 17/5/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçlamasıyla 2/9/2007 tarihinde gözaltına alınmış, 5/9/2007 tarihinde de tutuklanmıştır. Aralarında başvurucunun da bulunduğu sanıklar hakkında Bergama Asliye Ceza Mahkemesinde (Mahkeme) 19/11/2007 tarihinde açılan dava 5/12/2014 tarihinde başvurucu yönünden beraat kararı ile sonuçlanmıştır. Yapılan temyiz incelemesi sonucu Yargıtay Ceza Dairesi (Daire) 20/6/2016 tarihli kararı ile başvurucu hakkındaki davanın zamanaşımı nedeniyle düşmesine diğer sanıklar hakkında ise mahkeme kararının bozulmasına hükmetmiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun maddesi uyarınca aralarında başvurucunun da bulunduğu dört kişi dışındaki sanıklar yönünden Daire kararına 2/11/2016 tarihinde itiraz etmiştir. İtiraz üzerine, Yargıtay Ceza Dairesinin 15/3/2017 tarihli ve E.2016/7027, K.2017/1109 sayılı ilamı ile itirazın reddine, dosyanın Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gönderilmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdiine karar verilmiştir. Başvurucu Daire kararının tarafına tebliğ edilmediğini, 5/1/2017 tarihinde kararı öğrendiğini belirterek makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla 10/1/2017 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesinin 2017/4454 başvuru numarasına kaydedilen başvuru 2015/796 başvuru numaradaki bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmiştir. Anayasa Mahkemesi, 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'a eklenen geçici maddeyle Bakanlık bünyesinde oluşturulan başvuru yoluna istinaden, ilk bakışta ulaşılabilir ve ihlal iddialarıyla ilgili başarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesi olduğu görünen İnsan Hakları Tazminat Komisyonunu (Tazminat Komisyonu) işaret ederek 31/10/2018 tarihli kararla başvuruyu kabul edilemez bulmuştur. Bunun üzerine başvurucu 16/11/2018 tarihinde Tazminat Komisyonuna başvurmuştur. Tazminat Komisyonu 7/3/2019 tarihli karar ile başvuru yollarının tüketildiği tarihten itibaren otuz gün içinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunulmadığı gerekçesi ile reddedilmiştir. Başvurucu, karara karşı Ankara Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesine (Bölge İdare Mahkemesi) itirazda bulunmuştur. Başvurucu itiraz dilekçesinde, nihai karar olan Yargıtay ilamının taraflarına tebliğ edilmediğini, öğrenme üzerine süresinde başvuru yaptığını ileri sürmüştür. Bölge İdare Mahkemesi 3/4/2019 tarihli kararla itirazın reddine hükmetmiştir. Bölge İdare Mahkemesi gerekçesinde, Yargıtay ceza dairelerinin kararlarının taraflara tebliğine ilişkin bir düzenleme bulunmadığını, ceza yargılamasında nihai kararın tebliğ edilmediği durumlarda kararın derece mahkemesine ulaşmasından ve böylece gerekçesinin erişilebilir olmasından sonra, özen yükümlülüğü kapsamında makul bir süre içinde bireysel başvuru yapmak isteyen ilgililerden karara erişmeleri ve karar gerekçesini öğrenmesinin bekleneceğini belirtilmiştir. Bölge İdare Mahkemesi, bu kapsamda başvuranın makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine dair şikâyetine konu olan yargılama sürecinin 20/6/2016 tarihinde son bulduğunu ve 28/7/2016 tarihinde Yargıtayda dosyanın kapatılmış olmasına vurgu yapmıştır. Bölge İdare Mahkemesi bu tarihi izleyen üç ayın bitiminden itibaren 30 gün içinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunması gerekmesine karşın, bu sürenin bitiminden çok sonra 10/1/2017 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunduğunu belirterek itirazın reddine hükmetmiştir. Nihai karar 24/4/2019 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiştir. Başvurucu 17/5/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi, Daire kararının başvurucuya tebliğine ilişkin hususu belirginleştirme amacıyla Mahkemeden, Yargıtay Ceza Dairesinin 20/6/2016 tarihli ve E.2015/6865, K.2016/4208 sayılı bozma kararının Mahkeme kalemine ne zaman ulaştığını ve başvurucuya nihai kararın tebliğ edilip edilmediğini 6/1/2023 tarihli yazı ile sormuştur. Mahkemenin 9/1/2023 tarihli cevabında ise belirtilen Daire kararının Mahkemeye henüz ulaşmadığının belirtildiği görülmüştür. 6384 sayılı Kanun'un "Müracaat hakkında karar ve karara itiraz" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "(1) Komisyon, müracaat hakkında dokuz ay içinde karar vermek zorundadır. (2) Komisyon, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin emsal kararlarını da gözetmek suretiyle müracaat konusunda gerekçeli olarak karar verir. (3) Komisyon kararlarına karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde Komisyon aracılığıyla Ankara Bölge İdare Mahkemesine itiraz edilebilir. İtiraz dilekçesi müracaata ilişkin diğer tüm belgelerle birlikte derhal itiraz merciine gönderilir. Bu itiraz öncelikli işlerden sayılarak üç ay içinde karara bağlanır. Mahkeme tarafından Komisyon kararı yerinde görülmezse işin esası hakkında karar verilir. İtiraz üzerine verilen kararlar kesindir. (4) Ödenmesine karar verilen tazminat, kararın kesinleşmesinden itibaren üç ay içinde Bakanlık tarafından ödenir. Ödemeye ilişkin düzenlenecek kâğıtlar damga vergisinden, yapılacak işlemler harçlardan müstesnadır." 6384 sayılı Kanun'un "Anayasa Mahkemesinde bulunan bazı bireysel başvurular hakkında Komisyona müracaat" kenar başlıklı geçici maddesi şöyledir: "(l) Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) bentleri kapsamında olup, münhasıran bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla Anayasa Mahkemesinde derdest olan bireysel başvurular, başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle verilen kabul edilemezlik kararının tebliğinden itibaren üç ay içinde yapılacak müracaat üzerine Komisyon tarafından incelenir.  (2) Komisyona müracaat, müracaat edenin kimlik bilgileri ile Anayasa Mahkemesine başvuru tarihi ve numarasını içeren imzalı bir dilekçeyle yapılır. Dilekçeye, Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuruya ilişkin form, kabul edilemezlik kararı ve bu kararın tebliğine dair belge ile ihlal iddiasına ilişkin diğer bilgi ve belgeler eklenir.  (3) Müracaat evrakındaki eksikliğin giderilmesi için müracaat edene otuz günü geçmemek üzere süre verilir. Bu süre içinde, geçerli bir mazeret olmaksızın eksikliğin tamamlanmaması hâlinde müracaat reddedilir.  (4) Bu madde uyarınca Komisyona gelen müracaatlar bakımından 7 nci maddenin birinci fıkrasındaki dokuz aylık süre, on altı ay olarak uygulanır." 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un "Bireysel başvuru usulü" kenar başlıklı maddesinin (5) numaralı fıkrası şöyledir:"Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren onbeş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler ... " Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) "Başvuru süresi ve mazeret" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir: "Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir."
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/16485
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonuna yapılan başvurunun daha önce Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun süresinde olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, 17/7/2004 tarihli ve 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun kapsamında yapılan başvurunun reddedilmesi nedeniyle hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ile mülkiyet hakkının; ret işlemine karşı açılan davada Batman İdare Mahkemesince Oyluca mezrasının boşaltılıp boşaltılmadığı hususunda çelişkili kararlar verilmesi, yargılama işlemlerinin adil olmaması, makul sürede sonuçlandırılmaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru, 1/7/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca 29/12/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 29/12/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu; Batman ili Sason ilçesi Dereköy köyü Oyluca mezrasında ikamet etmekteyken 1990'lı yıllarda terör olaylarının yoğunlaşması nedeniyle can ve mal güvenliği kalmadığı için yerleşim yerinin boşaltıldığını, bu nedenle köyünü terk etmek zorunda kaldığını iddia etmiştir. Başvurucu 6/1/2006 tarihinde, yerleşim yeri olan Oyluca mezrasında can ve mal güvenliği kalmadığını, 1993 yılında güvenlik tehlikesi nedeniyle ilçe merkezine göç ettiğini beyan ederek 5233 sayılı Kanun kapsamına giren zararlarının karşılanması talebiyle Batman Valiliği Zarar Tespit Komisyonuna (Komisyon) başvurmuştur. 6/1/2011 tarihli ve 2011/1-44 sayılı Komisyon kararında bilirkişi heyetince yapılan keşif, tutulan tutanaklar ve dosyasında bulunan diğer bilgi ve belgelerin değerlendirilmesi sonucu köy boşaltılmadığından, kişiye yönelik tehdit ve saldırı olmadığından bahisle talebin reddine karar verilmiştir. Başvurucu tarafından belirtilen ret işlemi aleyhine Diyarbakır İdare Mahkemesinde açılan dava, yetkisizlik kararıyla Batman İdare Mahkemesine devredilmiştir. Batman İdare Mahkemesinin 23/11/2011 tarihli ve E.2011/82, K.2011/1142 sayılı kararı ile davanın reddine hükmedilmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir:“... Batman İl Jandarma Komutanlığı'nın 2011 tarih ve 18647 sayılıyazısında, Dereköy Köyü'nün "kısmen boşaldığı", Oyluca Mezrasının ise "tamamen boşaldığı"nın belirtildiği, 2006 tarih ve 30571 sayılı yazısında, "terör olaylarından etkilenen köy" olarak belirtildiği, 2009 tarih ve 63966 sayılı yazısı ekinde, 1987-2000 yılları arasında GKK ve GÖKK görevlendirilen köyler arasında yer almadığı, Batman Valiliği'nin 2006 tarih ve 406 sayılı yazı ekleri uyarınca, köy nüfusunun 1990 yılında 841, 1997 yılında 240, 2000 yılında 296 kişi olduğu, Sason İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı'nın 2009 tarih ve 11851 sayılı yazısında, aralarında davacının Köyünün de bulunduğu köylerde 1990-2000 yılları arasında muhtarlık seçiminin yapıldığının belirtildiği görülmektedir.Bu durumda; aralarında davacının da bulunduğu Dereköy Köyü halkının bir kısmının, güvenlik kaygısıyla da olsa köyden göç etmelerinden dolayı uğradıkları zararın, anılan köyün tamamen boşalmamış olması diğer bir ifadeyle anılan köyde nesnel güvenlik kaygısının yaşanmamış olması ve davacıya yönelik bir terör tehdidi ya da saldırısının bulunmaması nedenleriyle, 5233 sayılı Yasa hükümlerine göre idarece karşılanmasına hukuki olanak bulunmadığından, davacının isteminin reddi yolunda tesis edilen dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.” Başvurucunun temyizi üzerine Danıştay Onbeşinci Dairesinin 22/5/2012 tarihli ve E.2012/1785, K.2012/3288 sayılı ilamı ile hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir: "Oyluca Mezrası'na ilişkin dava dosyalarında bulunan 2010 tarihli Jandarma tutanağında, "... Dereköy Köyü'nün Şahinli, Göşek ve Oyluca olmak üzere 3 mezrasının bulunduğu, Dereköy Köyü ve mezralarda oturan köy halkının terör olaylarının başladığı 1993 yılından itibaren göç ederek köyü boşalttıkları, 1996 yılından itibaren kısmen geri dönüşlerin olduğu, köyde görev yapan geçici ve gönüllü köy korucularının ise köyde kalarak terörle mücadele ettiğinin ..." belirtildiği; Batman İl Jandarma Komutanlığı'nın Mayıs 2006 gün ve ASYŞ:7130-06 sayılı yazısına ekli listede, Oyluca Mezrası'nın "terör olaylarından tamamen etkilendiğinin ve Eylül 1993 tarihinde boşaldığının" belirtildiği; ayrıca, Sason İlçe Jandarma Komutanlığı'nın Batman İl Jandarma Komutanlığı'na hitaplı 2011 tarih ve ASYŞ:0490-1668-11 sayılı yazısına ekli boşalan köylere/mezralara ilişkin listede, Oyluca Mezrası'nın 1993-2001 tarihleri arasında "tamamen" boşaldığının belirtildiği anlaşılmıştır. Buna göre, bakılan uyuşmazlıkta öncelikle Oyluca Mezrası'nın tamamen boşaltılıp boşaltılmadığının tespit edilmesi gerekmekte olup; İdare Mahkemesi tarafından, davacının terör olayları nedeniyle terk ettiğini ileri sürdüğü Oyluca Mezrası'nın tamamen boşaltılıp boşaltılmadığına yönelik herhangi bir araştırma yapılmadan, Dereköy Köyü'nün tamamen boşaltılmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de; yukarıda belirtilen Jandarmaya ait listelerde Oyluca Mezrası'nın tamamen boşaldığının belirtildiği de dikkate alınarak, İdare Mahkemesi'nce, davacının terör olayları nedeniyle göç etmek zorunda kaldığını ileri sürdüğü Oyluca Mezrası'nın "terör eylemleri" veya "terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler" nedeniyle idarece veya köy halkı tarafından tamamen boşaltılıp boşaltılmadığının araştırılması ve uyuşmazlık konusu dönemde adı geçen mezrada köy korucuları dışında oturan olup olmadığı (mezranın tamamen boşaltılıp boşaltılmadığı) hususunun tereddüte yer bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşturulmasından sonra yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir. Bu nedenle; eksik incelemeye dayalı İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir." Danıştayın bozma kararı üzerine Batman İdare Mahkemesi 24/8/2012 tarihli ve E.2012/4610, K.2012/5097 sayılı ilamı ile davanın reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir: "... Batman İl Jandarma Komutanlığı'nın 2006 gün ve 06 sayılı yazısı ekinde yer alan listede, "terör olaylarından tamamen etkilenen köy" olduğu belirtilmiş ise de, söz konusu belgenin İl Jandarma Komutanlığı'nca daha sonraki tarihlerde ve çelişkili bilgilerin giderilmesi amacıyla yeniden hazırlanan listede Dereköy Köyü merkezi ile Şahinli ve GöşekMezraalarının "kısmen boşalmıştır.", Oyluca Mezraasının ise "1993-2001 yılları arasında "tamamen boşalmıştır." bilgisine yer verilmesi, ayrıca yerleşik Danıştay içtihatları uyarınca, nesnel güvenlik kaygısının yaşandığının "tamamen boşalmış" olması ve korucu ailesi dışında ikâmet eden kimsenin kalmamış olması gerektiği kuşkusuz olup, 2006 gün ve 06 sayılı yazı ekinde ise, köyün boşalıp-boşalmadığına yönelik olmaması, sadece terör olaylarından etkilenmesine yönelik olması ve Sason Cumhuriyet Başsavcılığı'nda yürütülen soruşturma dosyalarına yer verilen 2011 tarihli tutanak içeriğinde, hakkında soruşturma yapılan kişilerin Dereköy Köyü ve bağlısı Mezraalardaikâmet ettiğinin belirtilmesi nedeniyle, hükme esas alınmasına olanak bulunmamaktadır.... dava dosyalarında yapılan ara kararları uyarınca gönderilen bilgi ve belgeler ile dava dosyası birlikte değerlendirildiğinde, davacının ikâmet ettiği Dereköy Köyü'nün yerleşik bir nüfusunun olması, yerel ve genel seçimlerin yapılması, köyde 1987-2000 yılları arasında korucu ailesi dışında 100 hanenin ikâmet etmesi ve davacı vekilince sunulan tutanaktan daha sonra İlçe Jandarma Komutanlığı'nca her bir köy ve mezraada yapılan inceleme, resmi kurumlardan alınan bilgi ve belgeler birlikte değerlendirildikten sonra hazırlanan çizelgede de "kısmen" boşaldığının belirtilmesi karşısında, davacının ikâmet ettiği yerleşim yerinin "tamamen boşalmamış" olması, diğer bir ifadeyle nesnel güvenlik kaygısının yaşanmamış olması ve davacıya yönelik herhangi bir terör tehdidi yada saldırısının bulunmaması nedenleriyle, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır..." Başvurucunun temyizi üzerine aynı Dairenin 13/2/2013 tarihli ve E.2013/8, K.2013/1139 sayılı ilamı ile kararın usul ve hukuka uygun olduğu, dilekçede ileri sürülen temyiz nedenlerinin kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmediği belirtilerek onanmasına karar verilmiştir. Onama kararı başvurucuya 7/6/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 1/7/2013 tarihlerde bireysel başvuruda bulunmuştur. B. İlgili Hukuk 5233 sayılı Kanun’un , , , , , , geçici , geçici , geçici maddeleri, 24/6/2013 tarihli ve 2013/5034 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı Eki Karar’ın maddesi, Danıştay Onuncu Dairesinin 30/12/2008 tarihli ve E.2008/4141, K.2008/9584 sayılı kararı, Danıştay Onuncu Dairesinin 31/12/2008 tarihli ve E.2008/5548, K.2008/9733 sayılı kararı, Danıştay Onuncu Dairesinin 20/2/2009 tarihli ve E.2008/6679, K.2009/1227 sayılı kararı (Celal Demir, B. No: 2013/3309, 6/2/2014, §§ 15-28). 5233 sayılı Kanun’un 25/4/2013 tarihli ve 6462 sayılı Kanun’un maddesiyle değişik maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:“Yaralanma, engelli hâle gelme ve ölüm hâllerinde (7000) gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucunda bulunan miktarın; a) Yaralananlara altı katı tutarını geçmemek üzere yaralanma derecesine göre, b) Çalışma gücü kaybı, yetkili sağlık kuruluşları tarafından üçüncü derece olarak tespit edilenlere dört katından yirmidört katı tutarına kadar, c) Çalışma gücü kaybı, yetkili sağlık kuruluşları tarafından ikinci derece olarak tespit edilenlere yirmibeş katından kırksekiz katı tutarına kadar, d) Çalışma gücü kaybı, yetkili sağlık kuruluşları tarafından birinci derece olarak tespit edilenlere kırkdokuz katından yetmişiki katı tutarına kadar, e) Ölenlerin mirasçılarına elli katı tutarında, Nakdî ödeme yapılır. … Birinci fıkranın (e) bendine göre belirlenen nakdî ödemenin mirasçılara intikalinde 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun mirasa ilişkin hükümleri uygulanır.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/4635
Başvuru, 17/7/2004 tarihli ve 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun kapsamında yapılan başvurunun reddedilmesi nedeniyle hakkaniyete uygun yargılanma hakkı ile mülkiyet hakkının; ret işlemine karşı açılan davada Batman İdare Mahkemesince Oyluca mezrasının boşaltılıp boşaltılmadığı hususunda çelişkili kararlar verilmesi, yargılama işlemlerinin adil olmaması, makul sürede sonuçlandırılmaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurular, süresi içinde yapılmıştır. Başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ekli tabloda yer alan başvurular bu başvuru ile birleştirilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/21952
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, sınır dışı kararı nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 15/11/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm başkanlığı tarafından 15/11/2018 tarihinde başvurucunun ülkesine sınır dışı edilmesine dair işlemin geçici olarak durdurulmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Bireysel başvuru formuna göre 1978 doğumlu ve Türkmenistan vatandaşı olan başvurucu 1997 yılında Türk vatandaşı R. ile evlenmiş olup evliliğe bağlı olarak Türk vatandaşlığına geçmiştir. İçişleri Bakanlığının 9/11/2012 tarihli kararıyla Türk vatandaşlığından çıkmasına izin verilen başvurucu, Türkmenistan vatandaşlığına geçmesi üzerine 6/12/2012 tarihinde vatandaşlığı kaybetmiştir. Başvurucunun biri Türk vatandaşı olmak üzere 6 çocuğu bulunmaktadır. Başvurucuya 2013 yılında 5 yıl süreli ikamet izin belgesi verilmiştir. İkamet izin belgesinin süresinin bitmesi üzerine başvurucu Bursa İl Göç İdaresi Müdürlüğüne (Müdürlük) başvurmuştur. Başvurucuya hakkında kamu düzeni ve güvenliği açısından tehdit tespiti gerekçesiyle 15/5/2018 tarihinde G-82 tahdit kodu oluşturulduğu ve sınır dışı kararı alındığı bildirilmiştir. Başvurucu, sınır dışı işlemine karşı Bursa İdare Mahkemesinde (Mahkeme) 23/5/2018 tarihinde dava açmıştır. Mahkeme 1/10/2018 tarihinde kesin olmak üzere davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; başvurucu tarafından Terörle Mücadele Müdürlüğünce kendisi ile ilgili bir işlem yapılmadığı, ifadesinin alınmadığı, terörle ilgisi bulunmadığının ileri sürüldüğü ancak yabancıların ülkede kalıp kalmaması konusunda idarenin geniş takdir yetkisine sahip olduğu belirtilmiştir. Bu bağlamda kamu düzeni, kamu güvenliği ya da kamu sağlığı açısından tehdit unsurunun varlığının sınır dışı kararı için yeterli sayıldığı, başvurucunun sınır dışı edilmesine ilişkin işlemin de devletin hükümranlık yetkisinin sonucu olduğu ve hukuka uygun olarak tesis edildiği değerlendirmesine yer verilmiştir. Nihai karar başvurucu vekiline 14/11/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 15/11/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/32957
Başvuru, sınır dışı kararı nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, şeref ve itibara zarar veren yayınlarla ilgili sorumluluğu olduğu ileri sürülen kişilerin cezalandırılması için yapılan şikâyet üzerine Cumhuriyet Başsavcılığınca kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesiyle şeref ve itibarın korunmasını isteme hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. BAŞVURU SÜECİ Başvuru 15/9/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 27/2/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Ulusal düzeyde yayımlanan Takvim gazetesinin internet sitesinde 1/2/2014 tarihinde ''Hedef 24 Aralık'ta İktidarı Yıkmaktı'' ve3/2/2014 tarihinde ''Kozanlı Ömer'in Sırları'' başlıklı iki haber yayımlanmıştır. Başvuruya konu edilen 1/2/2014 tarihli haber metni şöyledir:"Hedef 24 Aralık'ta İktidarı Yıkmaktı...'Emniyet İmamı' O.H.Ö.'nün 24 Aralık Hayali Suya Düştü!PARALEL Yapı'nın 'Emniyet İmamı' O.H.Ö. ile bir bomba daha ortaya çıktı. Buna göre O.H.Ö., 17 Aralık Operasyonundan iki gün sonra İstanbul Emniyeti'nden sorumlu imam K.'yı aradı '24 Aralıkta hükümet düşecek görevlerinize döneceksiniz' dedi. Böylece görevden alınan polislere güvence verdi. Ancak O.H.Ö., 24 aralıkta beklediği gelişme olmayınca bu kez de 'Plan sekteye uğradı. Himmet fişlerini kaybedin' dedi." Başvuruya konu edilen 3/2/2014 tarihli haber metni ise şöyledir: "KOZANLI ÖMER'İN SIRLARIKozanlı ömer olarak tanınan ve cemaatin emniyet imamı olduğu ortaya çıkan O.H.Ö.'nün Dubai ve Erbil'e giderek önemli iş anlaşmaları yaptığı iddia edildi. İddialara göre cemaate yakın işadamı A.İ.'nin özel uçağıyla yurt dışına giden Kozanlı Ömer, bu seyahatlerde Türkiye'den çıkışta başka yabancı ülkeye girerken başka pasaport kullanıyordu. Böylelikle Kozanlı'nın takip edilmesi imkansız hale geliyordu ." Başvurucu 10/2/2014 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği şikâyet dilekçesinde özetle 1/2/2014 tarihli ''Hedef 24 Aralık'ta İktidarı Yıkmaktı'' ve3/2/2014 tarihli ''Kozanlı Ömer'in Sırları'' başlıklı haberlerin yer aldığı Takvim gazetesinin genel yayın yönetmeni ve muhabirleri hakkında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları ile (3) numaralı fıkrasının (b) bendi, maddesi, maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi, maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları, maddelerinde düzenlenen hakaret, iftira, özel hayatın gizliliğinin ihlali, kişisel verilerin hukuka aykırı kaydedilmesi, verileri hukuka aykırı olarak ele geçirme, gizli bilgileri ele geçirme ve açıklama iddiaları ile ilgili olarak suç duyurusunda bulunmuştur. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 22/5/2014 tarihli ve 2014/35793 sayılı kararıyla kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermiştir. Kararın gerekçe kısmı şöyledir: "... Anayasamızın 28- Maddeleriyle 5187 sayılı Yasanın 3 ve taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Maddesinde basın özgürlüğünün tarif edilip, hüküm altına alındığı, basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir cüz'ü olduğu, genel olarak basın özgürlüğünün doktirinde ve uygulamadaki amacı hakkında, ülke gündemini oluşturan politik konular, kamuoyunu oluşturan fikirler hakkında yorum yapma ve yayma, kamuoyunun önünde olan kişiler ile ilgili haber verme ve yorum yapma, eleştirme ve aynı zamanda bunları basın ve yayın araçları ile kitle iletişimine sunma, diğer yandan da yönetsel konular ile ilgili fikir oluşturma haklarını içerdiği anlatılmakta ve benimsenmektedir.  Bu anlamda, eleştirin sert bir üslupla yapılmasının ve bazen nezaket sınırlarını zorlamasının, eleştiri yapanın amacına eğitim ve kültür düzeyine bağlı bir olgu olarak ortaya çıktığı, ancak, basın özgürlüğünün belli ölçülerde abartmayı hatta kışkırtmayı da içerdiğinin kabul edilmesinin gerektiği, gazetecilerin zaman zaman yazılarında kullandıkları kelime ve cümlelerin polemik niteliğinde de olabileceğinin, bunların kişisel saldırı olarak görülmemesi gerektiği, toplum önünde olan veya kamu görevinde bulunan kişilerin veya buna talip olanların, toplumun diğer bir kısmına göre sert eleştiriye muhatap olmasının da doğal karşılanmasının gerektiği, AİHM ve Yargıtay kararlarında sıkça değinildiği, Kişisel verilerin hukuka aykırı olarak kaydedilmesi ile ilgili olarak, yurt dışı kaynaklı internet sitelerinde yasal olmayan şekilde elde edilen müştekinin konuşmalarının konulmasından sonra, mevcut konuşmaların alenileştiği, basın mensubu olan şüphelilerin bu konuşmalar üzerinden ülke gündemini ve toplumun genelini ilgilendiren, haber yapılmasında ve kamuoyu tarafından tartışılmasında fayda gördüğü, değerlendirme ve eleştiri yapmanın demokratik hukuk devletlerinin olmazsa olmazı olduğu, bu konuda Yargıtay ve AİHM'in bu özgürlüğü çok geniş olarak yorumladığı, şöyleki Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2006 tarih 2006/181 sayılı kararında da belirtildiği gibi; "eleştirinin, ancak toplumu irkiltmesi ve yanılgıları çarpıcı bir biçimde ortaya koyabilmesi için yapılması ve bir ölçüde saldırı içermesi doğaldır. Bunun sonucu olarak onurları ve saygınlıkları örselenecek kadar şiddetli olsa bile eğer eleştiri hakkının kullanılması söz konusu ise, suçta hukuka aykırılık öğesi oluşmayacaktır" denildiği,  Özel hayatın gizliliği ve kişisel verilerin kaydedilmesi suçları açısından da , toplumun bütününü ilgilendiren kişilerin özel hayatın gizliliği anlamında, normal standartlarda yaşayan vatandaşlara göreözel hayatın topluma yansıyan kısımlarının hukuka uygunluk sebebi olarak Yargıtay ve AİHM içtihatlarında belirtildiği,  Yapılan iki haberin tümü bir bütün olarak incelendiğinde, daha önce müşteki ile ilgili çeşitli kitap ve yazılarda haberlerin çıktığı, kamuoyunun ve devlet yetkililerinin bir kısmının paralel yapı olarak vasıflandırdıkları bir yapının içinde yer aldığı iddia edilen müşteki hakkında, toplumun bir kısmı tarafından ve bu bir kısmın içinde yer alan gazeteciler tarafından sert ve kırıcı bir üslupla yapılan haberlerin yukarıda bahsedilen AİHM ve Yargıtay içtihatları doğrultusunda basın özgürlüğü kapsamında kaldığı değerlendirildiğinden,  Yukarıda açıklanan nedenlerle şüpheliler hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına,..." Anılan karara itiraz edilmesi üzerine Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi, 4/7/2014 tarihli ve 2014/538 Değişik İş sayılı kararı ile itirazın reddine dair karar vermiş; kanun yolları tüketilmiştir. Karar, başvurucu vekiline 15/8/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 15/9/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İlgili hukuk için bkz. Fetullah Gülen [GK], B. No: 2014/12225, 14/7/2015, §§ 11-
Maddi ve manevi varlığın korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/14934
Başvuru, şeref ve itibara zarar veren yayınlarla ilgili sorumluluğu olduğu ileri sürülen kişilerin cezalandırılması için yapılan şikâyet üzerine Cumhuriyet Başsavcılığınca kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesiyle şeref ve itibarın korunmasını isteme hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 25/7/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia dışındaki iddialar yönünden kısmi kabul edilmezlik kararı verilerek makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia yönünden başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucular 14/4/2007 tarihinde gözaltına alınmışlardır. Uşak Cumhuriyet Başsavcılığının 23/8/2007 tarihli iddianamesiyle başvurucular hakkında tasarlayarak kasten insan öldürme suçunu işledikleri iddiasıyla kamu davası açılmıştır. Uşak Ağır Ceza Mahkemesinin 28/5/2008 tarihli kararıyla başvurucuların hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. Temyiz üzerine hüküm, Yargıtay Ceza Dairesinin 20/6/2011 tarihli kararıyla bozulmuştur. Bozmaya uyularak yürütülen yargılamada, Mahkemenin 11/6/2013 tarihli kararıylabaşvurucuların hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiştir. Temyiz üzerine hüküm, Yargıtay Ceza Dairesinin 28/5/2014 tarihli kararıyla onanmıştır.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/12834
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurucu, 28/2/2001 tarihinde İzmir İş Mahkemesinde açtığı tazminat davasında makul sürede yargılama yapılmadığını ve zararlarının tazmin edilmediğini belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş ve tazminat talep etmiştir. Başvuru, 30/12/2013 tarihinde İzmir Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 31/3/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, 9/4/1999 tarihinde meydana gelen iş kazası sonucu üç parmağını kaybetmiştir. a. Başvurucu, 28/2/2001 tarihinde, işyeri sahibi Ş.B. aleyhine İzmir İş Mahkemesinde açtığı davada, 500,00 TL maddi ve 500,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren yasal faiziyle tahsilini talep etmiştir.b. Mahkemece, 7/9/2011 tarih ve E.2001/192, K.2011/379 sayılı kararla; başvurucunun meslekte kazanma gücünü %13,1 oranında kaybettiği ve davalının %60 oranında kusurunun bulunduğu, maddi zararının 271,82 TL olduğu gerekçesiyle taleple bağlı kalınarak davanın kısmen kabulüne, 500,00 TL maddi, 700,00 TL manevi tazminatın faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, başvurucunun maddi tazminatla ilgili fazlaya ilişkin haklarının saklı tutulmasına karar verilmiştir.c. Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 4/12/2012 tarih ve E.2011/14658, K.2012/22034 sayılı ilamıyla hüküm onanmıştır.d. Başvurucu, anılan ilama dayalı olarak İzmir İcra Müdürlüğünde 26/9/2011 tarihinde icra takibi başlatmış, asıl alacaklar ve faizleriyle birlikte toplam 323,26 TL’yi 24/12/2012 tarihinde borçludan tahsil etmiştir. a. Anılan dava devam ederken başvurucu, 30/11/2006 tarihinde işveren Ş.B. ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı (SGK) aleyhine İzmir İş Mahkemesinde açtığı davada, iş göremezlik aylığı bağlanmasını talep etmiştir.b. Mahkemece, 4/11/2008 tarih ve E.2006/486, K.2008/637 sayılı kararla; Adli Tıp Kurumunun 9/3/2005 tarihli ve Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunun 22/12/2007 tarihli raporlarına göre, başvurucunun meslekte kazanma gücünü %1 oranında kaybettiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, başvurucuya 15/7/1999 tarihinden itibaren sürekli kısmi iş göremezlik geliri bağlanmasına karar verilmiştir.c. Karar Yargıtay Hukuk Dairesinin 10/5/2010 tarih ve E.2009/26, K.2010/6776 sayılı ilamıyla onanmıştır. a. Başvurucu, Mahkemece tespit edilen maddi zararın 271,82 TL olduğunu, 500,00 TL maddi tazminatın tahsil edildiğini ileri sürerek, bakiye 771,82 TL maddi tazminatın yasal faiziyle tahsili amacıyla İzmir İcra Müdürlüğünde işveren Ş.B. aleyhine 25/12/2012 tarihinde genel haciz yoluyla ilamsız icra takibi başlatmıştır. b. Borçlunun borca ve ferilerine itirazı üzerine takip durmuştur. c. Başvurucu, 23/1/2013 tarihinde Ş.B. aleyhine İzmir İş Mahkemesinde açtığı davada, davalının itirazının iptalini ve takibin devamını talep etmiştir.d. Davalı 1 ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin geçtiğini savunarak davanın reddini istemiştir.e. Mahkemece, 4/4/2013 tarih ve E.2013/45, K.2013/191 sayılı kararla; iş kazasının 9/4/1999 tarihinde meydana geldiği, başvurucunun 28/2/2001 tarihinde tazminat davası açtığı, 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun maddesindeki 1 ve 10 yıllık süreler ile 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun maddesinde düzenlenen 2 ve 10 yıllık sürelerin, zararın ve failinin öğrenilmesinden itibaren geçtiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.f. Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 21/10/2013 tarih ve E.2013/11715, K.2013/18811 sayılı ilamıyla hüküm onanmıştır.g. Karar, 6/12/2013 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, 30/12/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. B. İlgili Hukuk 12/1/2011 tarih ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Usul ekonomisi ilkesi” kenar başlıklı maddesi şöyledir:“Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” 6100 sayılı Kanun’un “Diğer kanunlardaki yargılama usulü ile ilgili hükümler” kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:“Diğer kanunların sözlü yahut seri yargılama usulüne atıf yaptığı hâllerde, bu Kanunun basit yargılama usulü ile ilgili hükümleri uygulanır.” 30/1/1950 tarih ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “İş Kanununa göre işçi sayılan kimselerle (o kanunun değiştirilen ikinci maddesinin Ç, D ve E fıkralarında istisna edilen işlerde çalışanlar hariç) işveren veya işveren vekilleri arasında iş akdinden veya iş Kanununa dayanan her türlü hak iddialarından doğan hukuk uyuşmazlıklarının çözülmesi ile görevli olarak lüzum görülen yerlerde iş mahkemeleri kurulur.” 5521 sayılı Kanun’un maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “İş mahkemelerinde şifahi yargılama usulü uygulanır. İlk oturumda mahkeme tarafları sulha teşvik eder. Uzlaşamadıkları ve taraflar veya vekillerinden birisi gelmediği takdirde yargılamaya devam olunarak esas hakkında hüküm verilir.” 5521 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:“Bu Kanunda sarahat bulunmayan hallerde Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümleri uygulanır.” 22/4/1926 tarih ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun maddesi şöyledir: “Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namiyle nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz.” 11/1/2011 tarih ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun maddesi şöyledir:“Tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar….”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/9768
Başvurucu, 28/2/2001 tarihinde İzmir 3. İş Mahkemesinde açtığı tazminat davasında makul sürede yargılama yapılmadığını ve zararlarının tazmin edilmediğini belirterek, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş ve tazminat talep etmiştir.
0
Başvuru, taşınmazın imar planında kamu hizmeti alanına ayrılması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 8/8/2017 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucunun maliki olduğu başvuruya konu taşınmaz 1/1000 ölçekli revizyon uygulama imar planında kamu hizmeti alanına ayrılmıştır. Başvurucu, bu taşınmazın kamulaştırılması istemiyle Belediyeye başvurmuş fakat bu yoldan bir sonuç elde edememiştir. Başvurucu, bunun üzerine imar planında kamu hizmeti alanına ayrılan taşınmazın rayiç bedelinin ödenmesi istemiyle Belediye aleyhine tam yargı davası açmıştır. Derece mahkemelerince uyuşmazlığın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmedilmiştir. Kararda, 20/8/2016 tarihli ve 6745 sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'la 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'na birtakım hükümler eklendiği vurgulanmıştır. Bu bağlamda uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılan taşınmazların kamulaştırılması için öngörülen beş yıllık sürenin 2942 sayılı Kanun'a eklenen geçici madde gereğince bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlayacağı ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılan ancak henüz karara bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen davalara da bu madde hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir. Başvurucu, nihai kararın tebliği üzerine bireysel başvuruda bulunmuştur. Konu ile ilgili hukuk için bkz. Hüseyin Ünal, B. No: 2017/24715, 20/9/2018, §§ 17-
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2017/31113
Başvuru, taşınmazın imar planında kamu hizmeti alanına ayrılması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurucu, süresi içerisinde, havale yoluyla gönderdiği temyiz posta masrafının kalemde teslim edilmediği gerekçesiyle temyiz dilekçesinin reddedildiğini, bu nedenle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvuru, 14/12/2012 tarihinde İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde belirlenen eksiklikler tamamlatılmış ve Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca, 30/9/2013 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Birinci Bölüm tarafından 3/2/2014 tarihinde yapılan toplantıda başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular 3/2/2014 tarihinde Bakanlığa bildirilmiştir. Bakanlığın yazılı görüşü 5/3/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunulmuştur. Bakanlık görüş yazısı, başvurucuya 19/3/2014 tarihinde bildirilmiştir. Başvurucu Bakanlık görüşüne beyanlarını 3/4/2014 tarihinde sunmuştur. OLAYLAR VE OLGULARA. Olaylar Başvuru dilekçesi ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, Çanakkale ili, Ayvacık ilçesi, Küçükçetmi Köyü’nde yer alan taşınmazların kadastro tahdit ve tespitleri sırasında yanlışlıklar yapıldığı iddiası ile Ayvacık Kadastro Mahkemesinde (Mahkeme) 13/1/2005 tarihinde kadastro tespitlerinin iptali ve pay hakkının tapuya tesciline karar verilmesi talebiyle dava açmıştır. Mahkemenin 30/4/2010 tarih ve E.2005/3, K.2010/22 sayılı kararı ile bazı taşınmazlar hakkında karar verilmesine yer olmadığına ve bazı taşınmazlar hakkında da davanın reddine hükmedilmiştir. Bu karar başvurucuya 10/6/2010 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu, temyiz karar harcını ve temyiz yoluna başvurma harcını da yatırarak anılan karara karşı temyiz dilekçesini 24/6/2010 tarihinde Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla Mahkemeye göndermiştir. Başvurucu, temyiz posta masraflarına ilişkin olarak kendisine bildirimde (muhtıra) bulunulabilmesi için posta masrafı karşılığı pulu da temyiz dilekçesine eklemiştir. Mahkemenin 9/7/2010 tarihli yazısı ile başvurucunun 8/7/2010 tarihinde mahkeme ilâmını temyiz ettiği belirtilerek, posta ve tebligat giderlerinin, yazının tebliğinden itibaren yedi günlük kesin süre içerisinde dava dosyasına yatırılması gerektiği, aksi takdirde temyiz isteminden vazgeçilmiş sayılacağı uyarıları yapılmıştır. Bu bildirim başvurucuya 2/9/2010 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucunun avukatı, 7/9/2010 tarihinde PTT (Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi) İstanbul Adalet Sarayı Şubesi aracılığıyla, Mahkemeye 50,00 TL havale yapmıştır. Ancak bu para, Mahkeme görevlilerince PTT Şubesinden teslim alınmamıştır. Mahkemenin 5/11/2010 tarihli ek kararı ile başvurucunun mahkeme ilâmını 24/6/2010 tarihinde temyiz ettiği, posta masraflarının muhtırada belirtilen yedi günlük kesin süre içerisinde yatırılmadığı gerekçeleriyle temyiz dilekçesinin reddine karar (ek karar) verilmiştir. Bu karar başvurucuya 22/11/2010 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu, 29/11/2010 tarihinde temyiz dilekçesini ve temyiz harç makbuzunu Şişli Asliye Hukuk Mahkemesi aracılığıyla sunarak, temyiz dilekçesinin reddine dair Mahkeme kararını temyiz etmiştir. Mahkemenin 20/1/2012 tarihli yazısı ile başvurucudan 7/9/2010 tarihli PTT ödeme belgesi alındısı, Yargıtaya gönderilmek üzere istenmiştir. Başvurucu, istenen bu belgeyi, İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla 31/1/2012 tarihinde göndermiştir. Ek kararın temyizi istemine ilişkin temyiz posta masraflarının ödenmesi gerektiği başvurucuya telefonla bildirilmiş olup, başvurucu 1/2/2012 tarihinde PTT İstanbul Gayrettepe Şubesi aracılığıyla Mahkemeye 50,00 TL havale yapmıştır. Yargıtay Hukuk Dairesinin 14/3/2012 tarih ve E.2012/1506, K.2012/1743 sayılı kararı ile posta masraflarının “kalemde teslim şeklinde gönderilmediği” bu nedenle “süresi içerisinde dosyaya yatırılmış masraftan söz edilemeyeceği” gerekçesiyle Mahkemenin temyiz dilekçesinin reddine dair kararının onanmasına karar verilmiştir. Bu karar başvurucuya 24/4/2012 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu Yargıtayın onama kararına karşı karar düzeltme yoluna başvurmuş ve aynı Dairenin 27/9/2012 tarih ve E.2012/5717, K.2012/6441 sayılı kararı ile karar düzeltme talebinin reddine karar verilmiştir. Başvurucu, bu şekilde başvuru yollarının tüketildiğini, davanın vekalet ücretine ilişkin icra emrinin ve ekinde bulunan kesinleşmiş karar örneğinin kendisine 16/11/2012 tarihinde tebliği ile öğrenmiştir. Başvurucu, 14/12/2012 tarihinde, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 6100 sayılı Kanun’un geçici maddesi şöyledir:“(1) Bölge adliye mahkemelerinin, 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca Resmî Gazete’de ilan edilecek göreve başlama tarihine kadar, 1086 sayılı Kanunun temyize ilişkin yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.(2) Bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1086 sayılı Kanunun 26/9/2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki 427 ilâ 454 üncü madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.…” 18/6/1927 tarih ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26/9/2004 tarih ve 5236 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunla yapılan değişiklikten önceki maddesi şöyledir:“(Değişik madde: 26/02/1985 - 3156/20 md.)…Temyiz dilekçesi, kararı veren mahkemeye veya başka bir yer mahkemesine verilebilir.Temyiz dilekçesi, kararı veren mahkemeden başka bir mahkemeye verilmişse, 434 üncü maddeye göre işlem yapıldıktan sonra kararı veren mahkemeye örnekleriyle birlikte gönderilir.Temyiz, kanuni süre geçtikten sonra yapılır veya temyizi kabil olmayan bir karara ilişkin olursa, kararı veren mahkeme temyiz isteminin reddine karar verir ve Yargıtaya gönderme için yatırılan parayı kullanarak ret kararını kendiliğinden ilgiliye tebliğ eder.Bu ret kararı tebliğinden itibaren yedi gün içinde temyiz edilebilir, temyiz edildiği ve gerekli giderler de yatırıldığı takdirde dosya kararı veren mahkemece Yargıtaya yollanır. Yargıtayın ilgili dairesi temyiz isteminin reddine ilişkin kararı bozarsa, ilk temyiz dilekçesine göre temyiz istemini inceler.” 1086 sayılı mülga Kanun’un 5236 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki maddesi şöyledir:“(Değişik madde: 16/07/1981 - 2494/27 md.)Temyiz dilekçesi hangi mahkemeye verilmişse o mahkemece temyiz defterine kaydolunur ve temyiz edene ücretsiz bir alındı kağıdı verilir.Temyiz isteği, harca tabi değilse dilekçenin temyiz defterine kaydedildiği, harca tabi ise harcın yatırıldığı tarihte yapılmış sayılır.Temyiz dilekçesi verilirken gerekli harç ve giderlerin tamamı ödenir. Bunların eksik ödenmiş olduğu sonradan anlaşılırsa, kararı veren hakim veya mahkeme başkanı tarafından verilecek yedi günlük kesin süre içinde tamamlanması, aksi halde temyizden vazgeçmiş sayılacağı hususu temyiz edene yazılı olarak bildirilir. Verilen süre içinde harç ve giderler tamamlanmadığı takdirde, mahkeme kararın temyiz edilmemiş sayılmasına karar verir. Bu kararın da temyiz edilmesi halinde 432 nci maddenin son fıkrası hükmü kıyasen uygulanır.” 3/4/2012 tarih ve 28253 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu Yönetmeliği’nin ve maddeleri şöyledir:“Yürürlükten kaldırılan yönetmelikMadde 65 - (1) Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinin Yazı İşleri Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır.YürürlükMadde 66 - (1) Bu Yönetmeliğin, elektronik ortamda yapılması öngörülmüş olup henüz UYAP uygulamalarında bulunmayan işlemlere ilişkin hükümleri, gerekli yazılım çalışması tamamlanıp uygulama güncelleme duyuruları yapıldıktan sonra, diğer hükümleri ise yayımı tarihinde yürürlüğe girer.” Hukuk ve Ticaret Mahkemeleri Yazı İşleri mülga Yönetmeliği’nin “Harç ve masraf için tutulacak defterler” kenar başlıklı maddesinin ikinci fıkrası şöyledir:“… Dosyaların temyize sevki için alakalıları tarafından mahkeme yazı işleri müdürüne veya yardımcılarına tevdi olunan paralar da tahsilat makbuzu karşılığında kasaya alınır. Dosyanın temyize sevki sırasında da alınan bu paranın sarfedilen kısmı reddiyat makbuzunda ve defterdeki reddiyatı gösteren kısımda gösterilir ve artan para varsa alakalısına makbuzla iade olunur.” Hukuk ve Ticaret Mahkemeleri Yazı İşleri mülga Yönetmeliği’nin “Davanın açılma tarihi ile temyiz tarihinin tesbiti” kenar başlıklı maddesi şöyledir:“Dava dilekçeleri, yetkili ve görevli hâkimler veya bunların bulunmaması halinde mahkeme yazı işleri müdürü tarafından, dilekçe üzerine başvuru tarihi yazılarak doğrudan kaleme verilir.Harca tabi olmayan davalara ait dilekçeler, esas, muhabere ya da tevzi defterlerine kaydedilir.Harca tabi olan davalarda dilekçenin kaleme verilmesi üzerine, gerekli harç tahakkuk ettirilerek ilgilisinden tahsil edilir ve ondan sonra esas, muhabere ya da tevzi defterine kaydedilir. Harcın Maliyece tahsili gerektiği hallerde ilgilisine tahakkuk belgesi verilerek, harcın tahsil edildiğine dair belgenin yazı işleri müdürüne ibraz edilmesi üzerine yukarıda sözü edilen defterlere kayıt işlemi yapılır.Vezne teşkilatı bulunan yerlerde dava dilekçesinin kabulü ile harcın yatırılmasında yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.Dava dilekçesinin esas veya muhabere ya da tevzi defterine kayıt tarihi davanın açıldığı tarihtir.Dava dilekçesinin esas, muhabere ya da tevzi defterine kaydedilmesi üzerine ilgilisine kayıt gün ve sayısını gösterir ücretsiz bir alındı belgesi verilir. Alındı belgesinin verildiği tarih dava dilekçesine de kaydedilir.Temyiz dilekçesi, verildiği mahkeme temyiz defterine kaydolunur ve temyiz edene bir alındı belgesi verilir. Temyiz isteği, harca tabi değilse dilekçenin temyiz defterine kaydedildiği, harca tabi ise yatırıldığı tarihte yapılmış sayılır. Alındı belgesinin verildiği tarih temyiz dilekçesine de yazılır.” 1/12/2008 tarih ve 27071 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren PTT Yurtiçi Havale ve Posta Çeki Yönetmeliği’nin “Tanımlar” kenar başlıklı maddesi şöyledir:“(1) Bu Yönetmelikte geçen,…r) Serbestçe girilemeyen yer: Serbestçe girilip alıcısına ulaşılamayacak resmi veya özel kurum ve kuruluşları,…ifade eder.” PTT Yurtiçi Havale ve Posta Çeki Yönetmeliği’nin “Havale paralarının ödeneceği kişiler” kenar başlıklı maddesinin (3) numaralı fıkrası şöyledir:“Serbestçe girilemeyen yerlerdeki kişiler adına gelen havale paraları, PTT işyerine başvuran alıcının kendisine, tayin etmek kaydıyla mutemet veya vekiline yahut kuruluşun mutemedine ödenir.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2012/1223
Başvurucu, süresi içerisinde, havale yoluyla gönderdiği temyiz posta masrafının kalemde teslim edilmediği gerekçesiyle temyiz dilekçesinin reddedildiğini, bu nedenle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
1
Başvuru, ceza infaz kurumunda hükümlü olarak bulunan başvurucunun göndermek istediği mektupların sakıncalı bulunarak muhatabına gönderilmemesine karar verilmesi nedeniyle haberleşme hürriyetinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 30/6/2017 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. 2018/2475 numaralı başvuru dosyasının konu ve kişi yönünden irtibat nedeniyle 2017/30716 numaralı başvuru dosyası ile birleştirilmesine, incelemenin 2017/30716 numaralı başvuru dosyası üzerinden yürütülmesine ve diğer dosyanın kapatılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmuştur. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya çalışma suçundan İzmir 2 No.lu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (İnfaz Kurumu) hükümlü olarak bulunan başvurucu farklı tarihlerde Özgürlükçü Demokrasi ve Hürriyet gazetelerine birer mektup göndermek istemiştir. Benzer içerikli her iki mektupta da; darbe girişiminin etkilerinin, bulunduğu İnfaz Kurumunda da görüldüğü, özellikle İnfaz Kurumu Müdürünün keyfî uygulamalarda bulunduğu, kendilerini tehdit ettiği, bu uygulamalara karşı kamuoyunun bilgilendirilmesi ve dayanışma talebi yapıldığı, zorlayıcı koşullar devam ederse tehlikeli sonuçların doğacağı ve başlarına bir şey gelirse bunun sorumlusunun İnfaz Kurumu Müdürünün olacağı ifadelerine yer verilmiştir. Ceza İnfaz Kurumu Disiplin Kurulu Başkanlığının (Disiplin Kurulu) 22/3/2017 ve 30/3/2017 tarihlerinde sakıncalı mektup değerlendirme kararlarıyla mektupların muhatabına gönderilmemesine karar vermiştir. 22/3/2017 tarihli kararın gerekçesinde mektuplarda PKK silahlı terör örgütünü övücü, destekleyici ve propagandasını yapan ifadeler bulunduğu vurgulanmıştır. 30/3/2017 tarihli kararın gerekçesinde ise; mektupta İnfaz Kurumu Müdürünün "ben istediğimi yaparım, burada herşey benim ve açlık grevi bırakılmazsa daha farklı yöntemlere başvururum" dediği iddia edilerek görevlilerin hedef gösterildiği, kişi veya kuruluşları paniğe yöneltecek yalan ve yanlış bilgiler, tehdit ve hakaret içeren ifadelerin yer aldığı belirtilmiştir. Başvurucu tarafından Disiplin Kurulu kararlarına karşı Karşıyaka İnfaz Hâkimliğine (İnfaz Hâkimliği) yapılan şikayetler 14/4/2017 tarihli kararlarla reddedilmiştir. Kararlarda; mektuplarda kurumun asayiş ve güvenliğini tehlikeye düşürecek, kurum çalışanlarını hedef gösteren ibarelerin olduğu vurgulanmıştır. Başvurucu tarafından anılan kararlara karşı İzmir Ağır Ceza Mahkemesine yapılan itirazlar 11/5/2017 ve 18/5/2017 tarihli kararlarla reddedilmiştir. Karar gerekçelerinde, itirazların dayanağını oluşturan İnfaz Hâkimliği kararlarının usul ve yasaya uygun olduğuna ilişkin değerlendirmeye yer verilmiştir. Nihai kararlar 6/6/2017 ve 12/6/2017 tarihlerinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 30/6/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İlgili hukuk için bkz. Ahmet Temiz, B. No: 2013/1822, 20/5/2015, §§ 16-
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2017/30716
Başvuru, ceza infaz kurumunda hükümlü olarak bulunan başvurucunun göndermek istediği mektupların sakıncalı bulunarak muhatabına gönderilmemesine karar verilmesi nedeniyle haberleşme hürriyetinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, infaz koruma memurlarınca gerçekleştirilen fiziksel şiddetle ilgili olarak etkili bir ceza soruşturması yürütülmemesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucu, Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) soruşturması kapsamında tutuklanarak yerleştirildiği kurumdan 8/5/2017 tarihinde Bandırma 2 No.lu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna (Ceza İnfaz Kurumu) nakledilmiştir. Başvurucu; başvuru formunda 5/2/2019 tarihinde Ceza İnfaz Kurumu yetkililerine maç yayını yapılıp yapılmayacağını sorması üzerine insanlık dışı muameleye maruz kaldığını ve hakarete uğradığını, hakkında usulüne uygun olmayan biçimde tutanak tutularak haksız yere bir ay ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma disiplin cezası uygulandığını, yaralanması adli raporla tespit edildiği hâlde yapılan suç duyuruları neticesinde Bandırma Cumhuriyet Başsavcılığı (Başsavcılık) tarafından kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiğini, karara itirazının reddedildiğini belirtmiştir. Başvurucu; koğuşta bulunan bütün tutukluların önünde fiziksel şiddete maruz kaldığını, infaz koruma memurları tarafından kolunun ve parmaklarının kıvrıldığını, koğuş dışına çıkarılarak elleri arkada olacak şekilde kelepçelendiğini, süngerli odaya alınarak iç çamaşırlarına kadar soyulduğunu, burada iki saatten fazla tutulduğunu, iki saatin sonunda akvaryum denilen yere alınarak tehdit ve hakarete maruz kaldığını, yaralarının iyileşmesi beklenerek olaydan bir hafta sonra doktora götürüldüğünü, 14/3/2019 tarihli raporda medial menisküs posterior hornunda yırtık tespit edildiğini, etkili soruşturma yürütülmediğini, kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yaptığı itirazın sulh ceza hâkimliğince haksız olarak reddedildiğini ifade etmiştir. Olay günü görevli memurlarca tanzim edilen tutanağın ilgili kısmı şöyledir: “...Kurumumuz D vardiyası 05/02/2019 tarihli saat 20:00-08:00 nöbeti esnasında saat 20:30 sularında B-16 koğuşundan butona basılması üzerine blok nöbetçisinin bakmaya gittiğinde koğuşta kalan H/T Zeynel AÇIKMEŞE maç olduğunu A spor kanalının açılmasını istemiştir bunun üzerine blok nöbetçisi merkez kontrol odasını arayıp A ... kanalını açmasını istemiş olup merkez kontrol görevlisinin kurum müdürünün talimatı olmadan kanal değişimi yapılmadığını söylemiştir. Daha sonra tekrar B-16 koğuşundan butona basılması üzerine blok nöbetçisi bakmaya gittiğinde koğuşta kalan H/T Zeynel AÇIKMEŞE isteğimiz kanal hala açılmadı diyerek tepki göstermesi üzerine görevli memur sakin olmasını kanalın müdürün talimatı olmadan açılmayacağını söylemiş olup bir daha kanal için butona basmamasını aksi takdirde tutanak tutulacağını söylemesi üzerine hükümlü/tutuklu Zeynel AÇIKMEŞE 'tutarsan tut lan artist misiniz lan siz' şeklinde konuşması üzerine hemen baş memura haber verildi gerekli güvenlik önlemleri alınarak koğuşa girildi H/T Zeynel AÇIKMEŞE nin agresif hareketler sergilemesi üzerine H/T koğuştan alınıp 5275 sayılı ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı hakkında kanunun Maddesi 1-c bendinde ve ceza infaz kurumlarının yönetimi ile ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazı hakkındaki tüzüğün 22-8 fıkrasındaki belirtilen durum söz konusu olduğundan kurum nöbetçi müdürünün bilgisi dahilinde saat 20:45 de Zeynel AÇIKMEŞE T-11 nolu yumuşak odaya alınmıştır. Daha sonra saat 22:55 te H/T Zeynel AÇIKMEŞE nin sakinleştiği gözlemlenmiş olup T-11 nolu yumuşak odadan alınıp tekrar B-16 koğuşuna verilmiştir...” Ceza İnfaz Kurumu Tabipliğinin 6/2/2019 tarihli raporunda “Sol aksilla tam altında 2 adet göğüse doğru uzanan alt alta lezyonlar mevcut (hiperemi+ekimoz) 2x2 cm ... sol el ve parmak arasında germeye bağlı ödem var. Sol diz lateralinde minimal ekimotik alan var. BTM ile giderilir. Kati rapordur.” tespiti yapılmıştır. Bandırma Devlet Hastanesi Ortopedi Polikliniğinin 14/3/2019 tarihli manyetik rezonans (MR) tetkik raporunun ilgili kısmında “...medial menisküs posterior hornunda horizontal yırtık izlenmektedir...” tespiti yapılmıştır. Ceza İnfaz Kurumu Disiplin Kurulu Başkanlığı, başvurucu hakkında başlattığı disiplin soruşturması kapsamında görevli infaz koruma memurları ile başvurucunun koğuşta birlikte kaldığı kişilerin ifadesini almıştır. Başvurucu ile birlikte kalan A.F.Ç., A.K., Y.E.O. ve H.S. ayrı ayrı alınan ifadelerinde özet olarak başvurucu ile görevli memurlar arasında yaşanan itişme sırasında memurun gözlüğünün düşmesi üzerine diğer memurların müdahale ederek başvurucuyu odadan çıkardığını belirtmiştir. Görevli infaz koruma memurları ayrı ayrı alınan ifadelerinde özet olarak başvurucunun saldırısı üzerine başvurucuyu odadan çıkardıklarını belirtmiştir. Ceza İnfaz Kurumu Disiplin Kurulu Başkanlığı 12/2/2019 tarihinde, başvurucuya 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un maddesinin (2) numaralı fıkrasının (d) bendi gereğince kurumda korku, kaygı ve panik yaratabilecek biçimde söz söyleme veya davranışta bulunma disiplin suçu sebebiyle 1 ay ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma disiplin cezası uygulanmasına karar vermiştir. Başvurucu; disiplin cezası için açılan disiplin soruşturmasının usule aykırı olduğunu, tutanakta belirtildiği gibi agresif tavırlar biçiminde bir disiplin suçu olmadığını, infaz koruma memurlarının kötü muamelesine maruz kaldığını, görevli memurlara direnmediğini belirterek Bandırma İnfaz Hâkimliğine itiraz etmiştir. Anılan Hâkimlik başvurucunun itirazını "mevzuata uygun bir şekilde müdahalede bulunan kurum memurlarına karşı tutuklunun, tahrik edici söylemleri ve direniş hareketleri tüm dosya kapsamında sabit olduğu" gerekçesiyle reddetmiştir. Başvurucunun karara itirazı Bandırma Ağır Ceza Mahkemesince reddedilmiştir. Başvurucu 6/2/2019 tarihinde Başsavcılığa gönderdiği dilekçesinde 5/2/2019 tarihinde bulunduğu koğuşta butona basarak infaz koruma memuruna maç yayınının açılıp açılmayacağını sorduğunu, memurun bağırıp azarlayarak ve hakaret ederek butona basmamasını söylediğini, beş dakika sonra aynı memurun ondan fazla memurla gelerek kendisini zorla koğuştan çıkardığını, koğuş içinde fiziksel şiddete maruz kaldığını, yüzüstü yatırılarak elleri arkadan birleştirilmek suretiyle kelepçelendiğini, iç çamaşırlarıyla süngerli odaya alındığını, iki saat sonra infaz koruma başmemuruna götürüldüğünü, başmemurun hakaretlerine maruz kaldığını, gece ağrılarına rağmen doktora götürülmediğini ifade ederek görevli infaz koruma memurlarından ve nöbetçi başmemurdan şikâyetçi olduğunu belirtmiştir. Başvurucunun babası A.A. 8/2/2019 tarihinde Başsavcılığa sunduğu ihbar dilekçesinde, başvurucunun 5/2/2019 tarihinde spor kanalının açılmasını istemesi üzerine infaz koruma memurunun fiziksel şiddetine maruz kaldığını belirtmiştir. Belirtilen her iki dilekçe üzerine başlatılan soruşturmalar birleştirilmiştir. Başsavcılık tarafından soruşturma kapsamında alınan 12/3/2019 tarihli bilirkişi raporunda olay gününe ait kamera kayıtlarının incelenmesi neticesinde başvurucunun fiziksel şiddete uğradığına ilişkin görüntünün mevcut olmadığı, infaz koruma memurlarının üst araması ve kelepçe takılması haricinde başvurucuya temasının olmadığı tespit edilmiştir. Başsavcılık 10/4/2019 tarihinde kovuşturmaya yer olmadığına dair karar vermiştir. Kararda "mevcut doktor raporları, mağdur ve müşteki beyanları, kamera kayıtlarının incelenmesinde iddiaları destekler nitelikte herhangi bir görüntüye rastlanılmadığı, şüpheli infaz koruma memurlarının kurumun güvenliği, düzeni ve disiplininden sorumlu oldukları, görevin yerine getirilmesinin gerektiği ölçüde kuvvet kullanmasının Türk Ceza Kanunu'nun maddesi kapsamında meşru ve haklı sayılacağı, mağdur/müştekinin yaralanmasının niteliği ve kendisine karşı Türk Ceza Kanunu'nun maddesinde düzenlenen zor kullanma yetkisine ilişkin sınırın aşılması sonucunda suç işlendiği yönünde iddiaları destekler mahiyette delil bulunmadığı" gerekçesi açıklanmıştır. Başvurucu; kovuşturmaya yer olmadığına dair karara, kurum hekimi tarafından düzenlenen adli raporun gerekli şartları taşımadığını, Bandırma Devlet Hastanesinden alınan raporda yaralanmalarının basit tıbbi müdahale ile giderilemeyecek nitelikte olduğunun tespit edildiğini, kamera görüntülerine müdahale edilmesinin mümkün olduğunu, disiplin soruşturmasında dinlenen tanık beyanlarının gözardı edildiğini belirterek itiraz etmiştir. Başvurucunun itirazını inceleyen Bandırma Sulh Ceza Hâkimliği itirazı 20/6/2019 tarihinde reddetmiştir. Başvurucu, nihai hükmün 3/7/2019 tarihinde vekiline tebliğ edilmesinden sonra 17/7/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Komisyonca başvurucunun adli yardım talebinin kabulüne, yargılama giderlerini ödemekten geçici olarak muaf tutulmasına karar verilmiştir.
Yaşam hakkı-Kötü muamele yasağı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/26238
Başvuru, infaz koruma memurlarınca gerçekleştirilen fiziksel şiddetle ilgili olarak etkili bir ceza soruşturması yürütülmemesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, tutuklama tedbirinin hukuki olmaması, tutukluluğun makul süreyi aşması, tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması, tutukluluğa itirazın ve tahliye taleplerinin bağımsız ve tarafsız hâkim güvencelerine aykırı olan sulh ceza hâkimliklerince karara bağlanması ve soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; bir kısım medya organında yapılan haberler nedeniyle şeref ve itibar hakkının; müdafi hukuki yardımından gereği gibi yararlanılmaması ve mevzuata aykırı bir şekilde dijital delillere el konulması nedeniyle adil yargılanma hakkının; hiçbir suç şüphesi olmadan evinin ve işyerinin aranması nedeniyle özel hayata saygı ile konut dokunulmazlığı haklarının; gözaltı ve tutukluluk süreçlerindeki bazı uygulamalar nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 22/11/2016 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir:A. Tutuklamaya İlişkin Süreç Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı (Başsavcılık) tarafından başvurucunun da aralarında bulunduğu bir kısım şüpheliler hakkında Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ve/veya Paralel Devlet Yapılanmasının (PDY) Manisa emniyet yapılanmasıyla bağlantılı olarak bir soruşturma başlatılmıştır. Başvurucu, anılan soruşturma kapsamında 12/7/2016 tarihinde gözaltına alınmıştır. Başvurucunun ifadesi 13/7/2016 tarihinde Manisa Emniyet Müdürlüğünde alınmıştır. İfade alma işlemi sırasında başvurucunun müdafii de hazır bulunmuştur. İfadesine esas olmak üzere başvurucuya, alınan birtakım beyanlarda adının FETÖ/PDY'nin Manisa emniyet yapılanması içinde il imamından sonra en yetkili kişi olarak geçtiği, aynı beyanlarda Manisa Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubede çalışan polislere sohbet imamlığı yaptığının, bu polisler hakkında bilgiler topladığının, kod adı kullandığının, emniyet yapılanmasında mütevelli heyeti içinde sorumluluk üstlendiğinin, sohbet imamlığı yaptığı toplantıların öncesinde cep telefonlarının sohbet yaptığı yerde bulunmaması gerektiği yönünde talimatlar verdiğinin, bu toplantılarda Fetullah Gülen'in videolarını izlettiğinin ve kitaplarını okuduğunun belirtildiği hususları açıklanarak bu konuya ilişkin birtakım sorular sorulmuştur. İfadesine esas olmak üzere başvurucuya ayrıca FETÖ/PDY'nin Manisa emniyet yapılanması içinde önemli görevler (il imamlığı, emniyet imamlığı sohbet hocalığı gibi) icra ettiği iddia edilen birtakım kişilerin kullandıkları telefonlara ilişkin HTS kayıtlarının incelenmesinde, bu kişilerle arama-aranma ya da mesaj atma-alma şeklinde iletişiminin olduğu hususu belirtilerek bu hususa ilişkin birtakım sorular sorulmuştur. Başvuruya son olarak FETÖ/PDY ve bu örgütün Manisa geneli ile emniyet yapılanmasına ve bu yapılanma içinde görev alıp almadığına ilişkin birtakım sorular sorulmuştur. Başvurucu ifadesinde genel olarak isnat edilen suçlamaları kabul etmemiş, FETÖ/PDY ile alakası olmadığı ve bu örgüte ilişkin bilgisinin olmadığı yönünde beyanlarda bulunmuştur (FETÖ/PDY'nin genel özelliklerine ve bu paragrafta geçen birtakım terimlere ilişkin olarak bkz. Aydın Yavuz ve diğerleri [GK], B. No: 2016/22169, 20/6/2017, § 26). Başsavcılık 15/7/2016 tarihinde başvurucuyla birlikte yirmi şüpheliyi tutuklanması talebiyle Manisa Sulh Ceza Hâkimliğine sevk etmiştir. Tutuklama talep yazısında "Şüphelilerden A.U., S.K., S.S., Cengiz TÜRKMEN, K. ve Ş.U.'un emniyet personeli olmadıkları halde, FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün Devleti ele geçirme planının bir parçası olarak yapılanmada azami bir gayret sarf ettiği ve silahlı bir güç olan polis teşkilatı içerisinde taban bulma faaliyetinin bir gereği olarak, polis teşkilatı içerisindeki polislerin dini duygularını sömürmek ve kullanmak suretiyle tabanlarını genişletmeye çalıştıkları, bu doğrultuda şubelerde oluşturulan sohbet ve ders grubu adı altındaki ve polis memurlarının katıldığı toplantılara ders hocası - imamı adı altında katılmak suretiyle faaliyette bulundukları diğer şüphelilerin ise polis memuru olarak grupladıkları polis memurlarının içerisinde bulunan gruplara aynı amaç doğrultusunda sorumluluk yaptıkları, ders hocası ve istişare grubuna katılan grup sorumlusu polislerin kendilerine gösterdikleri hedefler doğrultusunda ve istişare grubunda alınan kararlar doğrultusunda hareket ettikleri, himmet adı altında para topladıkları, polis teşkilatı gibi devlet güvenliği ile doğrudan ilgili olan bir kurumun personellerini kişisel bilgilerini toplayacak ve bunları ders hocaları aracılığı ile il emniyet imamının emir ve selayeti altında toplanan çatı yapıya iletecek şekilde hareket ettikleri, bir kısım şüphelilerin kod isim kullandıkları, dini sohbet adı altında yaptıkları toplantılarda amaçlarını deklare eder şekilde gizliliğe azami önem verdikleri, tanık, itirafçı ve gizli tanık beyanlarından anlaşıldığından, Şüphelilerin üzerlerine atılı suçu işlediklerine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların ve tutuklama nedeninin bulunduğu anlaşılmakla; Atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, suça dair yasada yazılı cezanın üst haddi suçun katalog suçlardan olması, kaçma ve tanıklar tarafından beyan edilen delilleri karartma ihtimalleri dikkate alınarak 5271 sayılı CMK'nın [Ceza Muhakemesi Kanunu] vd. maddeleri uyarınca ayrı ayrı tutuklanmalarına..." karar verilmesi istenmiştir. Savcılığın talep yazısının içeriği ve başvuruya yönelik suçlama sorgu işlemi öncesinde Manisa Sulh Ceza Hâkimliği tarafından başvurucuya özetle anlatılmıştır. Bu sırada başvurucunun avukatı hazır bulunmuştur. Başvurucu, sorgu sırasında "...ben ne Manisa da ne de başka bir yerde herhangi bir sohbete katılmadım, kimse hakkında herhangi bir bilgi toplamadım, K'yı iş kur dan tanırım, tam tarihini hatırlamadığım bir zamanda arkadaşımın iş başvurusu için gittiğimde tanımıştım, Ş.U'u da isim olarak tanımıyorum, ancak gözaltına alındıktan sonra simaen hatırladım, ancak nerden hatırladığımı bilmiyorum, şimdi kendisinin de öğretmen olduğunu öğrendim, belki seminerlerde karşılaşmış olabiliriz, hakkımda bahsi geçen ve herhangi bir terör örgütü ile hiçbir şekilde ve surette bir bağım yoktur, herhangi maddi ve manevi desteğim yoktur, ayrıca dergi ve gazete aboneliği ve ders hocalığı gibi faaliyetlerde bulunmadım, Cengiz dışında ikinci bir ismim yoktur, veya kod adım yoktur, kısacası bana isnat edilen tüm suçlamaları reddediyorum, bana iftira atıldığını düşünüyorum, imkan dahilinde bu iftira atanlar kimler öğrenmek istiyorum, sabah 06:00 da gözaltına alınmak için kapıma dayanıldı. evde 6,5 aylık hamile eşim vardır, o saatte ne gerek vardı, arasalar gelirdik, kaçma ihtimalim yoktur, yerim yurdum bellidir, çalıştığını kurum bellidir, devlet memuruyum, öğretmenim, öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirerek vatanıma milletime hizmet ediyorum, nesil yetiştiriyorum, daha iyi hizmet etmek için yüksek lisans yaptım, doktora yaptım ve doktoramı bitirmek üzereyim, yerli ve yabancı uluslar arası konferanslarda makalem yayınlandı, kısacası benim işim kalemle, terörle değildir, benim işim ilimle, silahla değildir, 4 gündür 6 m2 lik havasız, yaz sıcağında, tuvalet arızalı, duş imkanı yok, tuvalet kağıdı yok, her taraf çamur pislik içinde 3 kişilik hücrelerde 4 kişi kaldık, bir arkadaşımız yerde yattı, sert zeminden dolayı ben iki gündür uykusuzum, havluyu sarıp yastık yaptım, ve 4 . gün hiç uyumadan yaklaşık şu an itibariyle 22 saattir savunma veriyorum, emniyetteki polis ifademi gece 23:30 da aldı, 01:30 da bitti, yemek olarak 4 gündür bize sadece yarım ekmek arası bazen yarım peynir, bazen ne olduğu belli olmayan 2-3 parça et, ekmek yemekten bağırsaklarımız kilitlendi, uzun zamandır çocuk istiyorduk rabbim nasip etti, eşim 6,5 aylık hamile, bu zor zamanda eşimin, hayat arkadaşımın, can yoldaşımın yanında bulunmak durumundayım, özel bir sebepten dolayı aylık doktor kontrollerini hanımımı Balıkesir den İstanbul a götürüyorum, ayrıca evimizi çalıştığını yere taşımak üzereyken taşınma işlemim yarım kaldı, bugüne kadar hiçbir kötü sicil kaydım bulunmamaktadır, tutuksuz yargılanmak istiyorum..." şeklinde beyanda bulunmuştur. Manisa Sulh Ceza Hâkimliğince 16/7/2016 tarihinde, başvurucunun anayasayı ihlal, silahlı terör örgütüne üye olma ve 7/2/2013 tarihli ve 6415 sayılı Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'a muhalefet suçlarından tutuklanmasına karar verilmiştir. Hâkimliğin tutuklama kararının ilgili bölümü şöyledir: "Şüpheliler ...Cengiz Türkmen, ...'e isnat edilen terörizmin finansmanının önlenmesi hakkındaki kanuna muhalefet, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya tesebbüs etme, terör örgütü kurmak veya yönetmek, silahlı terör örgütü kurma veya yönetme suçunun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, dosyada mevcut tutanaklar, tanık beyanları etkin pişmanlık yararlanmak isteyen şüpheli beyanları, HTS tutanakları birlikte değerlendirildiğinde şüphelilerin üzerlerine atılı suçu işlediklerine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunması, atılı suçun CMK'nun maddesinde sayılan katalog suçlardan olması, yasada öngörülen ceza miktarı nedeni ile kaçma şüphesi, verilecek tutuklama kararının ölçülü oluşu ve adli kontrol hükümlerinin uygulamasının yetersiz kalacağı anlaşılmakla 5271 sayılı CMK'nun 100 ve devamı maddeleri uyarınca ayrı ayrı tutuklanmalarına...[karar verildi.]" Manisa Sulh Ceza Hâkimliği 6/10/2016 tarihinde, Manisa Cumhuriyet Başsavcılığının talebi üzerine başvurucunun da aralarında bulunduğu çok sayıda şüphelinin tutukluluk durumunu incelemiş ve "...atılı eylemin niteliği, mevcut delil durumu, delillerin henüz toplanmamış olması, üzerlerine atılı suçun CMK'nun 100 maddesinde sayılan katalog suçlardan olması, atılı suçta öngörülen cezanın alt ve üst sınırı, tutuklama gerekçeleri göz önüne alındığında kaçma şüphesi olduğundan..." gerekçesiyle tutukluluğun devamına karar vermiştir. Başvurucu 31/10/2016 tarihinde tutukluluğun devamına ilişkin karara itiraz etmiş, Manisa Sulh Ceza Hâkimliği 14/11/2016 tarihinde "...şüphelinin üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, delillerin henüz toplanmamış olması, tutuklulukta geçen süre, üzerine atılı suçu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut olguların bulunması, üzerine atılı suçun katalog suçlardan olması, atılı suçta öngörülen cezanın alt ve üst sının göz önüne alındığında kaçma şüphesi olduğundan..." gerekçesiyle itirazın kesin olarak reddine karar vermiştir. Başvurucu, anılan kararı 14/11/2016 tarihinde öğrendiğini bildirmiştir. Başvurucu 22/11/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Manisa Cumhuriyet Başsavcılığının 10/1/2018 tarihli iddianamesi ile başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olma suçunu işlediğinden bahisle cezalandırılması istemiyle aynı yer Ağır Ceza Mahkemesinde kamu davası açılmıştır. İddianamede ilk olarak FETÖ/PDY'nin kuruluşu, sosyo-kültürel ve zihinsel yapısı, yönetim modeli, faaliyet şekli, hiyerarşik yapısı, istihbarat ağı, mali yapısı, haberleşmede kullandığı yöntemler, örgütün eleman devşirme faaliyetleri hususlarında birtakım açıklamalara değinilmiştir. Sonrasında ise başvurucunun FETÖ/PDY'nin Manisa yapılanmasında yer aldığına ilişkin birtakım olgulara dayanılmıştır. Bunlar özetle şöyledir:i. Başvurucunun örgüt mensuplarının örgüt içinde haberleşme aracılığıyla kullandıkları ByLock programını bizzat aktif olarak kullandığı belirtilmiştir. ii. Başvurucu hakkında birtakım beyanlarda bulunan H.B., , P., T. ve A.Ç. adlı kişilerin başvurucunun FETÖ/PDY'nin Manisa yapılanması içinde yer aldığı yönünde beyanlarda bulunduğu belirtilmiştir. Beyanların içeriği incelendiğinde; başvurucunun sohbet hocalığı yaptığı, sohbete katılan polis memurlarının birtakım bilgilerini topladığı, Manisa emniyet yapılanmasına ilişkin olarak tüm kararları alan ana heyetin üyelerinden biri olduğu ve bu heyette istihbarat imamı olarak görev yaptığı, üniversite öğrencisi iken ev imamlığı yaptığı gibi hususlarda beyanlarda bulunulduğu görülmektedir. Hatta T. isimli şahsın kendi telefonuna ByLock programını başvurucunun yüklediği yönünde beyanda bulunduğu belirtilmiştir.iii. Başvurucunun FETÖ/PDY'nin finans kuruluşu olduğu belirtilen Bank Asyada hesap hareketlerinin örgüte destek mahiyetinde olduğu ileri sürülmüştür. Bu kapsamda başvurucunun Bank Asyada hesabının olduğu, bu hesapta 31/12/2013 ile 24/12/2014 tarihleri arasında 250,24 TL'lik artış olduğu belirtilmiştir (Bank Asyanın FETÖ/PDY ile bağlantısı hususundaki açıklamalar için bkz. Metin Evecen, B. No: 2017/744, 4/4/2018, §§ 26, 35).iv. Başvurucunun HTS kayıtlarının incelenmesi sonucunda, FETÖ/PDY'nin Manisa yapılanması içinde yer aldığı değerlendirilen ve haklarında soruşturma yürütülen birçok kişiyle irtibat hâlinde olduğu belirtilmiştir. Başvurucuya isnat edilen suça dayanak olan olgulara ilişkin hukuki değerlendirmeler iddianamede şöyle ifade edilmiştir:"...*Şüphelinin PDY/FETÖ silahlı terör örgütü mensuplarının kullanması amacıyla oluşturulmuş ve münhasıran bu suç örgütü mensupları tarafından ve örgüt talimatıyla bu ağa dahil olunup gizliliği sağlamak amacıyla haberleşme için kullanılan BYLOCK programını 5362421214@ttnet adsl hattı ile 0535 793 07 64 gsm numaralı hattı aracılığıyla kullandığı, BYLOCK isimli programa PDY/FETÖ silahlı terör örgütü içerisinde faaliyet göstermeyen bir kişinin ulaşmasının mümkün olamaması, bu manada söz konusu programın bir kişide mevcudiyetinin aslen ve doğrudan doğruya örgütle görüşme dahilinde devam eden bir organik bağı ispat eden bir sübut vasıtası olması,*Şüphelinin örgüte ait Bankasyada bulunan 3388695 numaralı hesabında 31/12/2013 tarihi itibariyle para bulunmamasına rağmen 24/12/2014 tarihinde 35,250,24 TL bakiye farkın bulunduğunun, bu manada örgüt elebaşının talimatına uygun şekilde hesaba para yatardığının tespit edilmesi, *Şüphelinin HTS kayıtlarının yapılan incelemesinde PDY/FETÖ silahlı terör örgütü Manisa Yapılanması içerisinde sohbet hocası, grup sorumlusu, mütevelli üyesi gibi görevlerle yer aldıkları tespit edilen ve haklarında soruşturma yürütülen bir çok şüpheli ile irtibat içerisinde olduğunun tespit edilmesi,*Yürütülen soruşturmalar kapsamında alınan tanık, itirafçı şüpheli beyanlarından şüphelinin PDY/FETÖ Silahlı Terör Örgütünün Manisa Emniyet Yapılanması içerisinde oluşturulangruplarda grup sorumlusu, ders hocası, ana heyet mensubu olarak yer aldığının sabit olması,Göz önüne alındığında şüphelinin PDY/FETÖ silahlı terör örgütünün Manisa İl Yapılanması içerisinde yer alarak örgüte üye olduğu, Anlaşılmıştır. ..." Manisa Ağır Ceza Mahkemesi 18/1/2018 tarihinde, iddianamenin kabulüne karar vermiş ve E.2018/139 sayılı dosya üzerinden kovuşturma aşaması başlamıştır. Manisa Ağır Ceza Mahkemesince yapılan tensip (duruşmaya hazırlık) incelemesi sonunda yetkisizlik kararı ile dosyanın Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine ve başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar verilmiştir. Yetkisizlikle Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesine gönderilen dosya aynı Mahkemenin E.2018/154 sayısına kaydedilmiştir. Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesi ise 6/6/2018 tarihli duruşmada dosyanın hukuki ve fiilî irtibat nedeniyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin (Mahkeme) 2017/856 Esas sayılı dosyası ile birleştirilmesine ve başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Birleştirme kararı üzerine Mahkemece 28/6/2018 tarihinde yapılan inceleme sonunda başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar verilmiştir. Mahkemece 8/10/2018 tarihli duruşmada başvurucunun tahliyesine karar verilmiştir. Yapılan yargılama sonucunda Mahkeme, 22/4/2019 tarihli kararıyla başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar vermiştir. Hükme karşı istinaf yoluna başvurulmuş olup bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla yargılama dosyası ilk derece mahkemesindedir.B. İlgili Süreç Türkiye 15/7/2016 tarihinde askerî bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalmış, bu nedenle 21/7/2016 tarihinde ülke genelinde olağanüstü hâl ilan edilmesine karar verilmiştir. Olağanüstü hâl 19/7/2018 tarihinde son bulmuştur. Kamu makamları ve yargı organları -olgusal temellere dayanarak- bu teşebbüsün arkasında Türkiye'de çok uzun yıllardır faaliyetlerine devam eden ve son yıllarda FETÖ/PDY olarak isimlendirilen bir yapılanmanın olduğunu değerlendirmişlerdir (Aydın Yavuz ve diğerleri, §§ 12-25). Darbe teşebbüsü sırasında ve sonrasında ülke genelinde Cumhuriyet başsavcılıkları tarafından, darbe girişimiyle bağlantılı ya da darbe girişimiyle doğrudan bağlantılı olmasa bile FETÖ/PDY'nin kamu kurumlarındaki örgütlenmesinin yanı sıra eğitim, sağlık, ticaret, sivil toplum ve medya gibi farklı alanlardaki yapılanmasına yönelik soruşturmalar yürütülmüş ve çok sayıda kişi hakkında gözaltı ve tutuklama tedbirleri uygulanmıştır (Aydın Yavuz ve diğerleri, § 51; Mehmet Hasan Altan (2) [GK], B. No: 2016/23672, 11/1/2018, § 12). 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun "Tutuklama nedenleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümü şöyledir:"(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez. (2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.b) Şüpheli veya sanığın davranışları; Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa. (3) Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir:a) 2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;... Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315),..." 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklama kararı" kenar başlıklı maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:"(1) Soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re'sen mahkemece karar verilir. Bu istemlerde mutlaka gerekçe gösterilir ve adlî kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukukî ve fiilî nedenlere yer verilir. (2) Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda;a) Kuvvetli suç şüphesini,b) Tutuklama nedenlerinin varlığını,c) Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu,gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir. Kararın içeriği şüpheli veya sanığa sözlü olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak suretiyle kendilerine verilir ve bu husus kararda belirtilir." 5271 sayılı Kanun'un "Şüpheli veya sanığın salıverilme istemleri" kenar başlıklı maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir: "(1) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında şüpheli veya sanık salıverilmesini isteyebilir. (2) Şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir. Ret kararına itiraz edilebilir. 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat istemi" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili bölümü şöyledir:"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen,b) Kanunî gözaltı süresi içinde hâkim önüne çıkarılmayan,...d) Kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen,...i) Hakkındaki arama kararı ölçüsüz bir şekilde gerçekleştirilen, ...Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler." 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat isteminin koşulları" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir." 5271 sayılı Kanun'un "Müdafiin dosyayı inceleme yetkisi" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümü şöyledir:"(1) Müdafi, soruşturma evresinde dosya içeriğini inceleyebilir ve istediği belgelerin bir örneğini harçsız olarak alabilir. (2) Müdafiin dosya içeriğini inceleme veya belgelerden örnek alma yetkisi, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise Cumhuriyet savcısının istemi üzerine hâkim kararıyla kısıtlanabilir. Bu karar ancak aşağıda sayılan suçlara ilişkin yürütülen soruşturmalarda verilebilir:... Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315, 316),... (3) Yakalanan kişinin veya şüphelinin ifadesini içeren tutanak ile bilirkişi raporları ve adı geçenlerin hazır bulunmaya yetkili oldukları diğer adli işlemlere ilişkin tutanaklar hakkında, ikinci fıkra hükmü uygulanmaz. (4) Müdafi, iddianamenin mahkeme tarafından kabul edildiği tarihten itibaren dosya içeriğini ve muhafaza altına alınmış delilleri inceleyebilir; bütün tutanak ve belgelerin örneklerini harçsız olarak alabilir..." 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun "Anayasayı ihlal" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar." 5237 sayılı Kanun'un "Silâhlı örgüt" kenar başlıklı maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:"(1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir." 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun "Terör tanımı" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir." 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçlusu" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur.Terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır." 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçları" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 302, 307, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 320 nci maddeleri ile 310 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı suçlar, terör suçlarıdır." 3713 sayılı Kanun'un "Cezaların artırılması" kenar başlıklı maddesinin birinci fıkrası şöyledir:"3 ve 4 üncü maddelerde yazılı suçları işleyenler hakkında ilgili kanunlara göre tayin edilecek hapis cezaları veya adlî para cezaları yarı oranında artırılarak hükmolunur. Bu suretle tayin olunacak cezalarda, gerek o fiil için, gerek her nevi ceza için muayyen olan cezanın yukarı sınırı aşılabilir. Ancak, müebbet hapis cezası yerine, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur." 7/2/2013 tarihli ve 6415 sayılı Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun'un maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) 3 üncü madde kapsamında suç olarak düzenlenen fiillerin gerçekleştirilmesinde tümüyle veya kısmen kullanılması amacıyla veya kullanılacağını bilerek ve isteyerek belli bir fiille ilişkilendirilmeden dahi bir teröriste veya terör örgütlerine fon sağlayan veya toplayan kişi, fiili daha ağır cezayı gerektiren başka bir suç oluşturmadığı takdirde, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır..." 16/5/2001 tarihli ve 4675 sayılı İnfaz Hâkimliği Kanunu'nun "Amaç ve kapsam" kenar başlıklı maddesinin ikinci fıkrası şöyledir:"Bu kanun, ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde bulunan hükümlü ve tutuklular hakkında yapılan işlemler veya bunlarla ilgili faaliyetlere yönelik şikâyetleri incelemek, karara bağlamak ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirmek üzere kurulan infaz hâkimliklerine ilişkin hükümleri kapsar." 4675 sayılı Kanun'un "İnfaz hâkimliklerinin görevleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:" (1) İnfaz hâkimliklerinin görevleri şunlardır: Hükümlü ve tutukluların ceza infaz kurumları ve tutukevlerine kabul edilmeleri,yerleştirilmeleri, barındırılmaları, ısıtılmaları ve giydirilmeleri, beslenmeleri, temizliklerinin sağlanması, bedensel ve ruhsal sağlıklarının korunması amacıyla muayene ve tedavilerinin yaptırılması, dışarıyla ilişkileri, çalıştırılmaları gibi işlem veya faaliyetlere ilişkin şikâyetleri incelemek ve karara bağlamak, ...Kanunlarda başka bir yargı merciine bırakılan konulara ilişkin hükümler saklıdır." 4675 sayılı Kanun'un "İnfaz hâkimliğine şikâyet ve usulü" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir: "Ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde hükümlü ve tutuklular hakkında yapılan işlemler veya bunlarla ilgili faaliyetlerin kanun, tüzük ve yönetmelik hükümleri ile genelgelere aykırı olduğu gerekçesiyle bu işlem veya faaliyetlerin öğrenildiği tarihten itibaren on beş gün, herhalde yapıldığı tarihten itibaren otuz gün içinde şikâyet yoluyla infaz hâkimliğine başvurulabilir.Şikâyet, dilekçe ile doğrudan doğruya infaz hâkimliğine yapılabileceği gibi; Cumhuriyet başsavcılığı veya ceza infaz kurumu ve tutukevi müdürlüğü aracılığıyla da yapılabilir. İnfaz hâkimliği dışında yapılan başvurular hemen ve en geç üç gün içinde infaz hâkimliğine gönderilir. Sözlü yapılan şikâyet, tutanağa bağlanır ve bir sureti başvurana verilir....Şikâyet yoluna başvurulması, yapılan işlem veya faaliyetin yerine getirilmesini durdurmaz. Ancak, infaz hâkimi giderilmesi güç veya imkânsız sonuçların doğması ve işlem veya faaliyetin açıkça hukuka aykırı olması koşullarının birlikte gerçekleşmesi durumunda işlem veya faaliyetin ertelenmesine veya durdurulmasına karar verebilir."4675 sayılı Kanun'un "İnfaz hâkimliğince şikâyet üzerine verilen kararlar" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"...Şikâyet başvurusu üzerine infaz hâkimi, duruşma yapmaksızın dosya üzerinden bir hafta içinde karar verir; ancak, gerek gördüğünde karar vermeden önce şikâyet konusu işlem veya faaliyet hakkında resen araştırma yapabilir ve ilgililerden bilgi ve belge isteyebilir; ayrıca ceza infaz kurumu ve tutukevi ile ilgili Cumhuriyet savcısının da yazılı görüşünü alır. Disiplin cezasına karşı yapılan şikâyet üzerine infaz hâkimi, hükümlü veya tutuklunun savunmasını aldıktan ve talep edilen diğer delilleri toplayıp değerlendirdikten sonra kararını verir. Hükümlü veya tutuklu, savunmasını, hazır bulunmak ve vekâletnamesini ibraz etmek koşuluyla avukatıyla birlikte veya avukatı aracılığıyla yapabilir. İnfaz hâkimi gerekli görmesi durumunda hükümlü veya tutuklunun savunmasını ceza infaz kurumunda da alabilir.İnfaz hâkimi, inceleme sonunda şikâyeti yerinde görmezse reddine; yerinde görürse, yapılan işlemin iptaline ya da faaliyetin durdurulmasına veya ertelenmesine karar verir..."
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/43843
Başvuru, tutuklama tedbirinin hukuki olmaması, tutukluluğun makul süreyi aşması, tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması, tutukluluğa itirazın ve tahliye taleplerinin bağımsız ve tarafsız hâkim güvencelerine aykırı olan sulh ceza hâkimliklerince karara bağlanması ve soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; bir kısım medya organında yapılan haberler nedeniyle şeref ve itibar hakkının; müdafi hukuki yardımından gereği gibi yararlanılmaması ve mevzuata aykırı bir şekilde dijital delillere el konulması nedeniyle adil yargılanma hakkının; hiçbir suç şüphesi olmadan evinin ve işyerinin aranması nedeniyle özel hayata saygı ile konut dokunulmazlığı haklarının; gözaltı ve tutukluluk süreçlerindeki bazı uygulamalar nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru; çocuk ile velayet dışı ebeveyni arasında şahsi ilişkinin geç tesis edilmesi, yargılamanın sürüncemede bırakılması ve velayetin anneye verilmesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 26/1/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. İkinci Bölümün 18/5/2021 tarihinde yaptığı toplantıda başvurunun niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Birinci başvurucu (başvurucu) ile E.Ü. 2000 yılında evlenmiş olup 2001 ve 2005 yıllarında müşterek çocukları dünyaya gelmiştir. 2001 doğumlu çocuk ikinci başvurucu, 2005 doğumlu çocuk ise üçüncü başvurucudur. Başvurucu, evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle -aile mahkemesi sıfatıyla- Tire Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) 11/3/2011 tarihinde boşanma davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu; boşanma talebine ilişkin iddialarını belirttikten sonra eşinin antisosyal bir kişiliğe sahip olduğunu, eşinin yanında kalmaları hâlinde çocukların ruhsal durumlarının da etkileneceğini ifade etmiştir. Eşinin engellemesi nedeniyle çocuklarıyla görüşemediğini, öğretmen olduğu için çocuklarını daha iyi yetiştirebileceğini belirterek çocukların velayetinin kendisine verilmesini, çocuklarıyla arasında tedbiren kişisel ilişki kurulmasını ve yargılama sonucunda da velayet durumuna göre kişisel ilişki tesis edilmesini talep etmiştir. Başvurucunun eşi karşı dava ve cevap dilekçesinde; başvurucunun psikolojik sorunlarının olduğunu, çocuklarını ve kendisini silahla tehdit etmesi ve çocuklarla ilgilenmemesi sonucu çocukları da yanına alarak ailesinin yanına yerleştiğini, bu olay sonrası talebi üzerine İzmir Aile Mahkemesince 2010 yılında ayrılık ve nafaka kararı verildiğini belirtmiştir. Yaklaşık iki yıldır ayrı yaşadığını, bir çocuğunun engelli olduğunu, diğerinin okula gittiğini, çocuklarla kendisinin ilgilendiğini, başvurucunun bu süreçte çocukları yok sayarak temel ihtiyaçlarını bile karşılamadığını vurgulayarak çocukların velayetinin kendisine verilmesini talep etmiştir. Mahkeme 14/3/2011 tarihli tensiple tedbiren şahsi ilişki kurulması talebi yönünden bilirkişi incelemesi yapılmasına karar vermiştir. Başvurucu vekili 16/6/2011 ve 16/2/2012 tarihli duruşmalarda, çocuklarla başvurucu arasında tedbiren şahsi ilişki kurulmasına karar verilmesi talebini yinelemiş ancak Mahkeme bu konuda karar verilmesi için bilirkişi raporunun beklenmesine hükmetmiştir. Beklenen bilirkişi raporu 6/11/2012 tarihinde Mahkemeye sunulmuştur. Raporda; annenin her iki çocuğun da bakım ve yetiştirme görevlerini yerine getirebildiği, müşterek çocukların anne ile paylaşımlarının daha yoğun olduğu, annenin velayetleri almasına engel teşkil edebilecek herhangi somut bir veriye rastlanmadığı belirtilmiştir. Bu durum gözetilerek çocukların velayetlerinin anneye verilmesinin, başvurucu ile düzenli şahsi ilişki kurulmasının küçüklerin psikolojik, pedagojik ve sosyal gelişimleri açısından uygun olacağı değerlendirmesine yer verilmiştir. Mahkeme, bilirkişi raporu sonrası tedbiren kişisel ilişki kurulmasına ayrıca karar vermemiştir. Ancak Mahkeme, anılan bilirkişi raporundaki tespitlere dayanarak 13/6/2013 tarihinde davanın ve karşı davanın kabulüne, çocukların velayetinin anneye bırakılmasına ve başvurucu ile çocuklar arasında belirlenen günlerde şahsi ilişki kurulmasına karar vermiştir. Başvurucu bu karara dayanarak çocukların teslimi talebiyle 11/7/2014 tarihinde icra dairesine başvurmuştur. İzmir İcra Dairesi, mahkeme kararının temyiz edildiği ve henüz kesinleşmediği gerekçesiyle takip talebini almamıştır. Başvurucunun temyizi üzerine Yargıtay Hukuk Dairesi 17/9/2014 tarihinde ilk derece mahkemesinin anılan kararının bozulmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun delil listesinde bildirdiği tanıkların dinlenmeden karar verilmesinin adil yargılanma hakkına aykırı olduğu vurgulanmıştır. Bozma kararına uyularak yapılan yargılamada başvurucunun talebi üzerine Mahkeme 29/1/2015 tarihinde başvurucu ile çocuklar arasında tedbiren şahsi ilişki kurulmasına karar vermiştir. Mahkeme, tanıkları dinledikten sonra 24/12/2015 tarihinde karşı davanın kabulüne, çocukların velayetinin anneye bırakılmasına ve başvurucu ile çocuklar arasında Mahkemenin belirlediği günlerde kişisel ilişki kurulmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, eşine karşı şiddet uygulayan başvurucunun evlilik birliğinin bozulmasında daha ağır kusurlu olduğu belirtilmiştir. Müşterek çocukların bilirkişi raporundaki hususlar değerlendirilerek velayetlerinin anneye bırakıldığı ve babayla çocuklar arasında kişisel ilişki tesis edildiği ifade edilmiştir. Başvurucu, anılan karara karşı temyiz yoluna gitmiştir. Temyiz dilekçesinde; eşinin çocuklarına şiddet uyguladığını, çocuklarıyla görüşmesini engellediğini, bu nedenle yaklaşık üç yıldır çocuklarıyla iletişim kuramadığını belirtmiştir. Ayrıca taleplerine rağmen Mahkemenin de çocuklarıyla şahsi ilişki kurulmasına tedbiren karar vermeyerek bu sürece katkıda bulunduğunu ifade etmiştir. Eşinin ruhsal sorunlarının olduğu ve velayetin ona bırakılması hâlinde çocukların ruhsal gelişiminin olumsuz etkileneceği yönündeki iddialarının incelenmediğini, masa başında tek bir kişi tarafından hazırlanan rapor ile çocuklarının velayetinin kendinden alındığını vurgulamıştır. Yargıtay Hukuk Dairesi 6/2/2017 tarihinde derece mahkemesinin kararının onanmasına hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde bozma kararına uygun işlem ve araştırma yapıldığı, delillerin takdirinde bir yanlışlık bulunmadığı belirtilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme talebi de anılan Dairenin 30/11/2017 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Söz konusu karar başvurucu vekiline 29/12/2017 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 26/1/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun "Geçici önlemler" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Boşanma veya ayrılık davası açılınca hakim, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakım ve korunmasına ilişkin geçici önlemleri resen alır." 4721 sayılı Kanun'un "Hâkimin takdir yetkisi" kenar başlıklı maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:"Mahkeme boşanma veya ayrılığa karar verirken, olanak bulundukça ana ve babayı dinledikten ve çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesini aldıktan sonra, ana ve babanın haklarını ve çocuk ile olan kişisel ilişkilerini düzenler.Velâyetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlâk bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır." 4721 sayılı Kanun’un "Durumun değişmesi" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Ana veya babanın başkasıyla evlenmesi, başka bir yere gitmesi veya ölmesi gibi yeni olguların zorunlu kılması hâlinde hâkim, re'sen veya ana ve babadan birinin istemi üzerine gerekli önlemleri alır." 4721 sayılı Kanun’un "Kural" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Ana ve babadan her biri, velâyeti altında bulunmayan veya kendisine bırakılmayan çocuk ile uygun kişisel ilişki kurulmasını isteme hakkına sahiptir." 4721 sayılı Kanun’un "Sınırları" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Ana ve babadan her biri, diğerinin çocuk ile kişisel ilişkisini zedelemekten, çocuğun eğitilmesi ve yetiştirilmesini engellemekten kaçınmakla yükümlüdür.Kişisel ilişki sebebiyle çocuğun huzuru tehlikeye girer veya ana ve baba bu haklarını birinci fıkrada öngörülen yükümlülüklerine aykırı olarak kullanırlar veya çocuk ile ciddi olarak ilgilenmezler ya da diğer önemli sebepler varsa, kişisel ilişki kurma hakkı reddedilebilir veya kendilerinden alınabilir." 4721 sayılı Kanun’un "Yetki" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"Kişisel ilişki kurulmasıyla ilgili bütün düzenlemelerde çocuğun oturduğu yer mahkemesi de yetkilidir.Boşanmaya ve evlilik birliğinin korunmasına ilişkin yetki kuralları saklıdır.Çocuk ile kişisel ilişkiye yönelik bir düzenleme yapılıncaya kadar, velayet hakkına sahip veya çocuk kendisine bırakılmış kişinin rızası dışında kişisel ilişki kurulamaz."B. Uluslararası Hukuk Türkiye tarafından 14/9/1990 tarihinde imzalanan ve 27/1/1995 tarihli ve 22184 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 20/11/1989 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin maddesinin ilgili kısmı şöyledir:" Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir. Taraf Devletler, çocuğun ana-babasının, vasilerinin ya da kendisinden hukuken sorumlu olan diğer kişilerin hak ve ödevlerini de göz önünde tutarak, esenliği için gerekli bakım ve korumayı sağlamayı üstlenirler ve bu amaçla tüm uygun yasal ve idari önlemleri alırlar...." Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin maddesi şöyledir:" Taraf Devletler, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler. Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler." Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin maddesi şöyledir:" Taraf Devletler, çocuğun yetiştirilmesinde ve gelişmesinin sağlanmasında ana-babanın birlikte sorumluluk taşıdıkları ilkesinin tanınması için her türlü çabayı gösterirler. Çocuğun yetiştirilmesi ve geliştirilmesi sorumluluğu ilk önce ana babaya ya da durum gerektiriyorsa yasal vasilere düşer. Bu kişiler her şeyden önce çocuğun yüksek yararını göz önünde tutarak hareket ederler. Bu Sözleşmede belirtilen hakların güvence altına alınması ve geliştirilmesi için Taraf Devletler, çocuğun yetiştirilmesi konusundaki sorumluluklarını kullanmada ana-baba ve yasal vasilerin durumlarına uygun yardım yapar ve çocukların bakımı ile görevli kuruluşların, faaliyetlerin ve hizmetlerin gelişmesini sağlarlar." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre ebeveyn ve çocukların birlikte yaşama hakkı aile hayatının esaslı bir unsuru olup anne ve baba arasındaki ilişkinin sona ermesi durumunda hukuksal düzenlemelerden kaynaklanan ve bu ilişkiyi kısıtlayan ya da engelleyen tedbirler, aile hayatına saygı hakkına bir müdahale oluşturur (Hoppe/Almanya, B. No: 28422/95, 5/12/2002, § 44; Johansen/Norveç, B. No: 17383/90, 7/8/1996, § 52; Elsholz/Almanya [BD], B. No: 25735/94 13/7/2000, § 43). AİHM'e göre aile hayatına saygı hakkı kapsamındaki negatif ve pozitif yükümlülükler arasındaki sınırları kesin biçimde tanımlamak mümkün değildir. İlgili makamlar her iki yükümlülük çerçevesinde belirli bir takdir alanına sahiptir. Her iki yükümlülük kapsamında da benzer ilkelerin gözönünde bulundurulması, özellikle her iki durumda da kamusal makamlarca olayın bağlamı ve müdahalenin türüne göre birey menfaatleri ile toplum menfaatleri ve çocuk ile ebeveyn menfaatleri arasında adil bir denge kurulmasına özen gösterilmesi gerekmektedir. AİHM'e göre bu dengenin tesisinde niteliği gereği çocuğun menfaatlerine özel bir önem verilmelidir (Hokkanen/Finlandiya, B. No: 19823/92, 23/9/1994, § 55; Hoppe/Almanya, § 49). AİHM, ebeveynin çocuk ile birlikte yaşamaya devam etmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) maddesinin birinci paragrafı kapsamında aile hayatının temel bir unsurunu oluşturduğunu vurgulamaktadır. Sözleşme’nin maddesi, ebeveynin çocuğu ile yeniden birleşmesini sağlayacak önlemlerin alınmasını talep etme hakkının yanı sıra ulusal makamların bu önlemleri alma yükümlülüğünü de kapsamaktadır. Bu husustaki belirleyici husus, ulusal makamların uygulamadaki mevzuat ya da mahkeme kararlarıyla ebeveyne tanınan velayet, ziyaret ya da birlikte yaşama hakkının icrasını kolaylaştırmada kendilerinden beklenilen bütün makul önlemleri alıp almadığıdır (Hokkanen/Finlandiya, § 55). AİHM, çocuğun ve ebeveynin menfaatlerine ilişkin değerlendirmenin ulusal yargı makamlarınca yapılması gerektiğini kabul etmekle birlikte uyuşmazlığa ilişkin yargılama prosedürünün adil olması ve ilgililere bütün haklarını kullanabilme olanağı sağlaması gerektiğini ifade etmekte; bu bağlamda ulusal mahkemelerin özellikle olgusal, duygusal, psikolojik, maddi ve tıbbi nitelikteki bütün faktörler ile ailenin durumunu derinlemesine inceleyip incelemediğini, çocuğun yüksek menfaatlerini tespit etmek suretiyle ilgili kişilerin de yararlarına ilişkin makul bir değerlendirme ve dengelemede bulunulup bulunulmadığını belirlemek durumunda olduğunu belirtmektedir (İlker Ensar Uyanık/Türkiye, B. No: 60328/09, 3/5/2012, § 52; Neulinger ve Shuruk/İsviçre [BD], B. No: 41615/07, 6/7/2010, § 139). AİHM, ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkileri konu alan uyuşmazlıklar açısından söz konusu yargılamaların adil yargılanma hakkının usule ilişkin gereklerini haiz olması, ilgili ebeveyn ve çocuğu birleştirmek için uygun tedbirlerin alınması gereğini birlikte ele almakta ve söz konusu vakaların birçoğunda Sözleşme’nin maddesi açısından ayrıca bir değerlendirme yapmamaktadır (Amanalachioai/Romanya, B. No: 4023/04, 26/5/2002, § 63; İlker Ensar Uyanık/Türkiye, § 33; Raban/Romanya, B. No: 25437/08, 26/10/2010, § 23).
Özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/4453
Başvuru, çocuk ile velayet dışı ebeveyni arasında şahsi ilişkinin geç tesis edilmesi, yargılamanın sürüncemede bırakılması ve velayetin anneye verilmesi nedeniyle aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; başvurucunun infaz hâkimliğine yaptığı şikâyette, duruşmanın başvurucu hazır edilmeksizin Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) kullanılarak yapılması, disiplin cezasının kanuni dayanağının olmadığı eylemin hatalı vasıflandırıldığı ve cezanın orantısız olduğunu belirtilerek adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvurucu, nihai hükmü 12/5/2020 tarihinde öğrendikten sonra 3/6/2020 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Komisyonca başvurunun adil yargılanma hakkı kapsamında duruşmada hazır bulunma hakkı yönünden kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüme sevk işlemi kısmi kabul edilmezlik kararı ile yapılmıştır. Aynı kararla, adil yargılanma hakkı kapsamında hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilerek adli yardım talebi kabul edilmiş ve başvurucu yargılama giderlerini ödemekten geçici olarak muaf tutulmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/17506
Başvuru; başvurucunun infaz hâkimliğine yaptığı şikâyette, duruşmanın başvurucu hazır edilmeksizin Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) kullanılarak yapılması, disiplin cezasının kanuni dayanağının olmadığı eylemin hatalı vasıflandırıldığı ve cezanın orantısız olduğunu belirtilerek adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
1
Başvuru, gazeteci olan başvurucu hakkında uygulanan gözaltı ve tutuklama tedbirlerinin hukuki olmaması, tutukluluğa ilişkin kararların bağımsız ve tarafsız olmayan sulh ceza hâkimliklerince verilmesi, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması ve tutukluluğa itiraz incelemesinin duruşmasız olarak yapılması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; gazetecilik faaliyeti ve ifade özgürlüğü kapsamındaki eylemlerin tutuklamaya konu edilmesi nedeniyle ifade ve basın özgürlüklerinin; gözaltı ve tutukluluk süreçlerindeki bazı uygulamalar nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 8/11/2016 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını Anayasa Mahkemesine sunmuştur. Birinci Bölüm tarafından 5/12/2017 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Akademisyen olan başvurucu, aynı zamanda kamuoyunca bilinen gazeteci ve yazardır. Türkiye, 15 Temmuz 2016 gecesi askerî bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalmış; bu nedenle 21/7/2016 tarihinde ülke genelinde olağanüstü hâl ilan edilmesine karar verilmiştir. Kamu makamları ve soruşturma mercileri -olgusal temellere dayanarak- bu teşebbüsün arkasında Türkiye'de çok uzun yıllardır faaliyetlerine devam eden ve son yıllarda Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ve/veya Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olarak isimlendirilen bir yapılanmanın olduğunu değerlendirmişlerdir (Aydın Yavuz ve diğerleri [GK], B. No: 2016/22169, 20/6/2017, §§ 12-25). Bu kapsamda FETÖ/PDY'nin kamu kurumlarındaki eğitim, sağlık, ticaret, sivil toplum ve medya gibi farklı alanlardaki yapılanmalarına yönelik soruşturmalar yapılmış ve çok sayıda kişi hakkında gözaltı ve tutuklama tedbirleri uygulanmıştır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başvurucunun da aralarında bulunduğu ve çoğunluğu gazeteci, yazar ve akademisyen olan on yedi şüpheli hakkında FETÖ/PDY'nin medya yapılanmasıyla bağlantılı olarak soruşturma başlatılmıştır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, anılan soruşturma kapsamında 9/9/2016 tarihinde, başvurucunun konutunda ve aracında terör örgütüyle bağını ortaya çıkaracak deliller ile suç konusu olabilecek diğer eşyalara el konulması amacıyla arama yapılmasına karar verilmesini talep etmiş ve bu talep İstanbul Sulh Ceza Hâkimliği tarafından aynı tarihte kabul edilmiştir. Ayrıca İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 9/9/2016 tarihinde, başvurucunun yakalanması ve otuz günü geçmemek üzere gözaltına alınması için (23/7/2016 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 22/7/2016 tarihli ve 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin (KHK) maddesinin (l) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca) İstanbul Emniyet Müdürlüğüne yazılı talimat vermiştir. Talimatın gerekçesi şöyledir:"Ülkemizde gerçekleşen FETÖ/PDY mensubu bir kısım şahıslarca darbe girişiminde bulunulması olaylarından bir gün önce, 14 Temmuz 2016 günü www.youtube.com isimli sosyal paylaşım sitesi üzerinden canlı yayın yapan Can Erzincan Tv isimli kanalda şüpheliler A.N. ve başvurucunun hazırlayıp sundukları 'Özgür Düşünce' isimli programa katılan A.H.A. ile birlikte darbe çağrışımıyla subliminal mesaj içeren söylemlerde bulundukları, bu söylemler kapsamında Türkiye Cumhuriyetini ve Cumhurbaşkanı'nı tehdit ettikleri, darbenin gerçekleşeceğini beyan ettikleri, darbe girişimini terör örgütünce fikir ve eylem birliği içerisinde olmadan bilmelerinin ve bunu bir gün önce kamuoyu algısını şekillendirecek biçimde beyan etmelerinin mümkün olmayacağı, hiçbir demokratik düzende darbe girişimini desteklemenin veya darbeyle seçilmiş hükumeti tehdit etmenin basın veya ifade hürriyetiyle açıklanamayacağı, bu şekilde darbe girişiminde bulunan terör örgütü mensubu bir kısım asker şahıslarla birlikte iştirak halinde atılı suçları işledikleri [anlaşılmıştır.]" Başvurucu 10/9/2016 tarihinde saat 00'da oğlu tarafından kullanılan bir evde iken gözaltına alınmıştır. Başvurucunun aracında yapılan aramada herhangi bir suç unsuruna rastlanmamış, konutunda yapılan aramada ise başvurucu adına çıkarılmış Bank Asyaya ait bir adet banka kartı ve -ikisi (F) serisi olmak üzere- altı adet 1 Amerikan doları banknot ele geçirilmiştir. Banknotlardan beşinin diğer dövizlerle bir arada, birinin ise ayrı bir yerde olduğu tespit edilmiştir. Başvurucu 10/9/2016 tarihinde, soruşturma işlemlerinin yürütüldüğü İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirilerek sorgulanmaya başlanmış ancak Cumhuriyet savcısı huzurunda ifade vereceğini beyan etmesi üzerine ifadesi alınmamıştır. Başvurucu 21/9/2016 tarihine kadar burada gözaltında tutulmuştur. Başvurucu, ifadesi alınmak üzere 21/9/2016 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında hazır edilmiştir. İfade alma işlemi sırasında başvurucunun avukatları da hazır bulunmuştur. İfade tutanağında belirtildiğine göre başvurucuya, ifade alma işlemi öncesinde isnat edilen suçlar açıklanmıştır. Başsavcılık tarafından; ifadesine esas olmak üzerebaşvurucuya darbe girişiminde bulunan FEFÖ/PDY mensubu askerlerden tanıdığı ve irtibat hâlinde olduğu kimsenin bulunup bulunmadığı, 14/7/2016 tarihinde yayımlanan televizyon programındaki konuşmasında sarf ettiği "Cumhurbaşkanı'nın darbe zeminini hazırladığı ve çok kısa sürede yönetimden gideceği" yolundaki sözleri hangi amaçla söylediği, darbe girişiminden önceden haberdar olup olmadığı, FETÖ/PDY'nin lideri olan Fetullah Gülen'i ziyaret edip etmediği, konutunda ayrı bir yerde bulunan 1 Amerikan doları banknot ve Bank Asya'ya ait hesap kartı ile 2010 yılında yayımlanan "Balyoz'un Anlamı" başlıklı köşe yazısına ilişkin açıklamasının ne olduğu, yapılan bir soruşturma kapsamında izlenmekte olan bir vakfa gittiği tespit edilmesine rağmen neden bu soruşturmaya dâhil edilmediği şeklinde sorular yöneltilmiştir. Başvurucu ifadesinde isnat edilen suçlamaları kabul etmemiş ve sorulan sorulara karşı özetle aşağıdaki şekilde beyanda bulunmuştur:"... Darbe girişimine katılan herhangi bir ... muvazzaf subay tanımamaktayım ... ... Can Erzincan Televizyonu, D smart üzerinden yayın yapmaktadır. Söz konusu tarihlerde yasal bir yayın kuruluşudur. N. ile birlikte sunmuş olduğum program her perşembe günü sunulmaktaydı. Darbe girişiminin gerçekleştiği Cuma gününden bir gün öncesine getirilmesi söz konusu değildir. Ayrıca söz konusu program sezonun son programı idi. Yaz tatiline girilecekti. Ertesi gün ne olacağından bir bilgim yoktu. A.A.yı da 2/9/2016 tarihinde Balyoz davası kapsamındaki gizli belgeleri temin etme suçundan dolayı yargılandığı davanın ilk duruşması olacağı için çağırmıştım. Bu davanın açılmış olması o haftanın önemli olaylarından biri olduğu için program gündemine aldık. Söz konusu programda Cumhurbaşkanı ve hükümet politikaları bu kapsamda mevcut anayasal düzene aykırı tavır ve icraatları eleştirilmişti. Kamuoyunca tanınan biri olarak geçmişten beri darbelere karşı tavır aldım ... Darbe girişimine destek verdiğim veya bu yönde imada bulunduğum iddiaları söz konusu değildir. Tam tersine darbelerin yaşanmaması için uyarılarda bulunmam söz konusudur. Hükumetin eski politikalarına tekrar dönmesi halinde ülkenin daha huzurlu bir noktaya geleceğini özellikle vurguladım ... Yaklaşık 5-6 yıl önce Fatih Üniversitesinde 3 ay süre boyunca dersler vermiştim. Verdiğim derslerin bedel karşılığını Bank Asya üzerinden yatıracakları için bu kartı çıkarmamı istediler. Ben de bunu çıkardım ... Bu 3 aylık ödemelerden başka herhangi bir hesap hareketi bulunmamaktadır ... [Yapılan bir soruşturma kapsamında izlenmekte olan bir vakfa gitmesine rağmen bu soruşturmaya dâhil edilmeme nedenine ilişkin soruya karşılık] Bu sorunun muhatabı söz konusu tarihlerde soruşturmayı yapanlardır. Neden bu şekilde davranıldığı konusunda bir fikrim yoktur. Akademisyen kimliğimle bir çok yerde konuşma yapmaktayım. Söz konusu yere de bu sebeple gittim ... ["Balyoz'un anlamı" başlıklı yazıya ilişkin olarak] ... Söz konusu tarihlerde güncel bir gelişme olduğundan dolayı fikrimi beyan ettim. Ayrıca dönemin siyasi yetkililerinin söz konusu tarihlerde Balyoz soruşturması ve davasını destekledikleri kamuoyunca malumdur. Balyoz davasının FETÖ/PDY faaliyeti olduğuna dair tespite katılmıyorum. Ki davaya ilişkin Yargıtay tarafından mahkumiyet onanmıştır. Hali hazırda ise sanıkların tamamı hakkında verilen beraat kararı yedi kişi açısından temyiz edildiği bilinmektedir ... ... Fetullah Gülen'in siması nedeniyle gazetecilik açısından haber değeri olduğundan dolayı bir grup gazeteci ile birlikte ziyaret gerçekleştirildi. Burada herhangi bir toplantı yapılması söz konusu değildir. Gazetecilik faaliyetinden ibarettir ... Fetullah Gülen'in elini öpmem söz konusu değildir. Hayatımda hiç el öpmedim. Öptürmedim bu benim hayat tarzım ...1 adet tedavülden kalkmış ve yırtık olduğunu bildiğim ABD doları kenara köşeye atılmış, unutulmuş bir şekilde bulunmuştur. Özel bir anlamı bulunmamaktadır. Kendimden emin olduğumdan dolayı da darbe girişiminden sonra atma ihtiyacı duymadım ..." İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı aynı tarihte "terör örgütünün amaç ve ideolojileri doğrultusunda süreklilik ve çeşitlilik arz eden faaliyetlerde bulunarak terör örgütünün darbe girişimine bürokrasi ve medya unsurları içerisindeki sivil ve asker örgüt ve yönetici ve üyeleriyle iştirak halinde katılarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olma suçlarını işledi[ği]" gerekçesiyle tutuklanması istemiyle başvurucuyu İstanbul Sulh Ceza Hâkimliğine sevk etmiştir. Tutuklama talep yazısında, öncelikle FETÖ/PDY'ye ilişkin genel bilgilere ve bu örgütün medyadaki yapılanmasına ilişkin açıklamalara yer verilmiş; akabinde başvurucuya isnat edilen suçlamalarla ilgili değerlendirmeler yapılmıştır. Bu kapsamda başvurucunun 15 Temmuz darbe girişiminden bir gün önce Can Erzincan TV'de yayımlanan programdakikonuşmasına, hakkında soruşturma yürütülen bir vakfa gidip geldiği tespit edilmesine rağmen bu soruşturmaya dâhil edilmemesine, "Balyoz'un Anlamı" başlıklı köşe yazısına, BankAsyaya ait ATM kartının bulunmasına ve evinde yapılan aramada ele geçirilen (F) serisi 1 Amerikan doları banknotun ayrı ve özel bir yerde muhafaza edilmesine değinildiği görülmüştür. Talep yazısında Can Erzincan TV'de yayımlanan programdaki konuşmasında başvurucunun soruşturma makamlarınca kumpas olduğu belirtilen Balyoz soruşturmasını aklamaya çalıştığı, bu olaya ilişkin devletin güvenliğiyle ilgili gizli belgeleri temin etme suçundan tutuklu bulunan bir gazetecinin gazetecilik faaliyetinden dolayı tutuklandığını söyleyerek Türkiye'de ifade özgürlüğünün olmadığını iddia ettiği ve yapılacağını bildiği darbe girişimine ilişkin olarak kamuoyunda alt yapı oluşturmaya çalıştığı ileri sürülmüştür. Savcılığın talep yazısı, sorgu işlemi öncesinde İstanbul Sulh Ceza Hâkimliği tarafından başvurucuya okunmuştur. Ayrıca sorgu tutanağında, başvurucuya isnat edilen suçların okunup anlatıldığı da belirtilmiştir. Bu sırada başvurucunun üç avukatı da hazır bulunmuştur. Başvurucu, sorgu sırasında Savcılıkta verdiği ifadesini tekrar ettiğini belirtmiş ve ek olarak "Fetullah Gülen'i tanırım. Yüz yüze bir heyetle gazetecilik amacıyla görüşmüşlüğüm vardır. Fetullah Gülen'in nihai hedefinin ne olduğunu bilmiyorum. Hakkımdaki örgüt üyeliği iddiasını kabul etmiyorum. Fetullah Gülen'in elini öptüğüme dair iddiada bulunulmuş ise de, iddia sahibi özür dilemiştir. Evimde 6 (altı) adet bir dolarlık banknot bulunmuştur. Bunlardan birisi 1990 yılında basılmıştır ve kullanılmayacak vaziyettedir. Diğer 5 (beş) adet bir dolarlık banknot ise cüzdanımda bulundu. Bu paraları yurt dışına çıktığımda kullanıyordum. 2012 yılında 'Star' gazetesinde yazılar yazıyordum. 2016 yılının Ocak ayına kadar herhangi bir gazetede çalışmadım. Bu tarihten sonra 'Özgür Düşünce' isimli gazetede köşe yazarlığı yaptım. Bu gazete 15 Temmuz tarihinden önce kendiliğinden kapanmıştı. Bu gazetenin kimin kontrolünde olduğunu bilmiyorum. Benim darbe girişimine katılmam söz konusu değildir. Darbe aleyhine kitaplar yazmıştım. 28 Şubat sürecinde mağdur olduğum için şahsım komisyona davet edilmiştir. 14 Temmuz 2016 günü 'Can Erzincan Tv' deki programda dile getirdiğim husus yasama, yürütme, yargıya ilişkindir.Darbe olacağından haberim yoktu. O televizyon konuşmasında kastettiğim yapı devlet organlarıdır. Subliminal kelimesinin anlamı, insan bilincinin algılamadığı mesajları bilinç altına yerleştirme anlamına gelmektedir. Bu durum skandal niteliktedir. Bilinç altına hükmetmem nedeniyle tutuklanmam isteniyor." şeklinde beyanda bulunmuştur. İstanbul Sulh Ceza Hâkimliğince 22/9/2016 tarihinde, başvurucununTürkiye Cumhuriyeti hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olma suçlarından tutuklanmasına karar verilmiştir. Anılan kararda FETÖ/PDY ve darbe teşebbüsü hakkında bazı genel bilgilere yer verildikten sonra başvurucunun da aralarında bulunduğu şüphelilerin her biri hakkında tutuklama koşullarının bulunup bulunmadığı hususunda ayrı ayrı değerlendirme yapılmıştır. Başvurucuyla ilgili değerlendirmeler özetle şöyledir: i. Kararda, başvurucunun gazetecilik faaliyeti çerçevesinde görüşlerini ifade ettiğini savunduğu ancak askerî darbeye zemin hazırlamak amacıyla yıllarca süreklilik arz edecek şekilde görüş bildirmenin, yayın yapmanın ve tek yanlı bilgilendirmede bulunmanın düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti kapsamında değerlendirilemeyeceği ifade edilmiştir. ii. Hâkimlik, 15 Temmuz 2016'da gerçekleştirilen darbe girişiminden önce -ülkemizde ve dünyada gerçekleştirilen diğer darbelerde olduğu gibi- FETÖ/PDY'nin darbe ortamını hazırlamak amacıyla kontrolündeki medya organları vasıtasıyla sürekli yayın yaptığını, özellikle ülkeyi yönetenlerin -her ne yolla olursa olsun- iktidardan gitmesi gerektiği algısını ülke içinde ve dışında yerleştirmeye çalıştığını belirtmiştir.iii. Hâkimliğe göre başvurucu, FETÖ/PDY'nin 17-25 Aralık 2013 tarihlerinde gerçekleştirdiği operasyonlarla Hükûmeti devirmek suretiyle ülke yönetimini ele geçirmeye çalıştığını -bilgi birikimi, eğitim durumu ve sosyal statüsü dikkate alındığında- bilebilecek durumdadır. Buna rağmen FETÖ/PDY'nin kontrolünde olduğu herkesçe bilinen televizyonlardaki programlarda örgütü açıkça desteklemiş ve çeşitli medya organlarında yazdığı yazılarla örgütün amacı doğrultusunda hareket etmiştir.iv. Hâkimlik başvurucunun, yazdığı yazılar ve televizyon programlarındaki konuşmalarıyla ülkeyi yönetenlerin -her ne yolla olursa olsun- iktidardan gitmesi gerektiği algısının oluşmasına destek verdiğini, bu kapsamda özellikle "Cumhurbaşkanı'nın diktatör olduğu ve hukuk tanımadığı" yönündeki propagandaya katkıda bulunduğunu, böylelikle toplumu askerî darbeye karşı çıkmamaya yönlendirdiğini ifade etmiştir. Hâkimlik tarafından, anılan eylemlerin darbe ortamının oluşturulması amacıyla yapıldığının göstergesi olarak Türkiye Radyo-Televizyon Kurumunda (TRT) okunan darbe bildirisinde yer alan benzer söylemlere dikkat çekilmiştir. v. Hâkimlik, yukarıdaki suçlamalar kapsamında özellikle başvurucunun 14/7/2016 tarihinde (darbe teşebbüsünden bir gün önce) Can Erzincan TV'de yayımlanan programdaki konuşmasında yer alan "... Türkiye Devletinin içinde de muhtemelen bütün bu gelişmeleri dış dünyadan daha fazla belgeleyen, izleyen bir başka da yapı var. Yani onun ne zaman torbadan yüzünü çıkaracağını, nasıl çıkacağı da belli değil..." şeklindeki sözlerine atıf yapmıştır. Hâkimliğe göre başvurucu, bu sözlerle açıkça darbe çağrısında bulunmuştur. Tutuklama kararında bu değerlendirmelerle başvurucu yönünden Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olma suçlarını işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu sonucuna varılmıştır. Kararın tutuklama koşullarına ilişkin bölümü ise şöyledir: "Şüpheliye isnat edilen suçların kanunda öngörülen ceza miktarları, işlediği iddia edilen suçların önemli ve ciddi sayılan katalog suçlardan olması nedeniyle tutuklama nedeninin kanun gereğince var sayıldığı ... CMK'nın 100 ve devamı maddeleri uyarınca şüphelinin tutuklanmasına engel bir halinin bulunmadığı, alması muhtemel ceza göz önüne alındığında kaçma şüphesinin bulunduğu ... adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı ... uygulanacak tutuklama tedbirinin, soruşturma konusu suçun ağırlığı ve önemi, suçun sabit görülmesi halinde verilmesi muhtemel ceza veya güvenlik tedbirleri ile ölçülü olduğu kanaatine varıl[mıştır.]" Başvurucu 28/9/2016 tarihinde tutuklama kararına itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde incelemenin duruşmalı olarak yapılması ve tutukluluğa itirazı inceleyecek olan İstanbul Sulh Ceza Hâkimliğinin daha önce ağabeyi A.H.A. hakkında tutuklama kararı vermesi nedeniyle benzer olay ve hukuki sorun hakkında karar veren bu hâkimin çekilmesi talep edilmiştir. Çekilme talebini kabul etmeyen İstanbul Sulh Ceza Hâkimliğince 10/10/2016 tarihinde, dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda "isnat olunan suçların CMK'nın maddesinde belirtilen katalog suçlardan olduğu, atılı suç ve öngörülen ceza miktarına göre de tutuklama tedbirinin orantılı olduğu" gerekçesiyle itirazın kesin olarak reddine karar verilmiştir. Başvurucu anılan kararı 13/10/2016 tarihinde öğrendiğini bildirmiştir. Başvurucu 8/11/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 12/4/2017 tarihli iddianamesi ile başvurucunun Türkiye Büyük Millet Meclisini (TBMM) ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçlarını işlediğinden bahisle cezalandırılması istemiyle aynı yer Ağır Ceza Mahkemesinde kamu davası açılmıştır. İddianamede başvurucu dışında on altı şüpheli hakkında da benzer suçlardan cezalandırma talebinde bulunulmuştur. İddianamede ilk olarak FETÖ/PDY'nin yapısına, kamuoyunca bilinen isimleriyle "17-25 Aralık", "MİT tırları", "Selam-Tevhid-Kudüs Ordusu", "Tahşiye", "Kozmik oda" ve "Balyoz" gibi soruşturmalarda veya bu soruşturmalar sonucunda açılan davalarda anılan örgütün yargı ve emniyet içindeki unsurlarını kendi amaçları doğrultusunda nasıl kullandığına ve Hükûmeti devirmeye yönelik eylemlerine değinilmiştir. Devamında ise FETÖ/PDY ile bağlantılarının bulunduğu ve darbe girişimine iştirak ettikleri değerlendirilen Zaman, Today's Zaman, Taraf, Samanyolu TV, Can Ezincan TV gibi örgütün medya yapılanmasına dâhil olduğu belirtilen unsurlara yer verilmiştir. Cumhuriyet savcısı; başvurucunun süreklilik arz edecek şekilde örgütün amaçları doğrultusunda faaliyette bulunduğunu, özellikle gerçekleştirileceğini önceden bildiği darbe girişiminin alt yapısının oluştuğunu ima eden konuşmalar yaparak bu girişime iştirak ettiğini ileri sürmüştür. Bu suçlamalara esas alınan iddianamedeki olgular şöyle özetlenebilir:i. Başvurucunun A.N. (Bazı soruşturma belgelerinde "N." olarak ifade edilmiştir.) ile birlikte yaptığı ve Can Erzincan TV'de yayımlanan "Özgür Düşünce" isimli programın 14/7/2016 tarihli yayınına A.H.A. (Bazı soruşturma belgelerinde "A.A." olarak ifade edilmiştir.) da katılmıştır. Başvurucunun bu programda yaptığı konuşmalarla -ertesi gün gerçekleşecek olan- darbe girişimine ilişkin çağrıda bulunduğu iddia edilmiştir. Ayrıca bu programın yayımlandığı Can Erzincan TV isimli televizyon kanalı FETÖ/PDY'nin amacı doğrultusunda yayınlar yaptığı ve kamuoyu oluşturmaya çalıştığı gerekçesiyle 27/7/2011 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 668 sayılı KHK ile kapatılmıştır. Başvurucunun suçlamaya konu programdaki konuşmasının ilgili kısmı şöyledir:"...[A.H.A.] ... Amerika ve Almanya dedi ki: Ben seni dinledim. Bizimkiler sesini bile çıkartmadılar. Ne demek ben seni dinledim! Ben seninle ilgili her şeyi biliyorum diyor. Bu aynı zamanda inanılmaz bir tehdit, inanılmaz bir tehdit. AKP'nin ne halt ettiğini biz biliyoruz. Bir de bizim bilmediğimiz kısmı var. Amerika ile Almanya diyor ki sen Türk halkının bildiği bir bölüm var ben onların bilmediklerini de biliyorum[A.N.] Muhtemelen ... Kriptolu telefonlar onların dinlenmesi neticesi olabilir. 'babacığım' falan o konuşmalar çünkü polisler diyor ki ... Biz onları dinlemedik diyorlar ve ... biz Kriptolu telefonu kırabilecek ve dinleyecek imkânımız da yok. Muhtemelen hani biz sizi dinledik diyorlar öyle olabilir veriyorsun sen bir sosyal medya ağı üzerinden[A.H.A.] Sadece telefonla dinlememiş olabilirler dimi mi[A.N.] Efendim[A.H.A.] Sadece telefonla mı dinlediler acaba[A.N.] Hayır ortam dinlemesi [A.H.A.] Sadece aletle mi dinlediler demek istiyorum. İnsan unsuru yok mu? ... Oralarda kim olduğunu biz biliyor muyuz? ... Bu ülkenin zirvesinde bir sürü tuhaf adam dolaşıyor ... Onların kim olduğunu kimse biliyor mu? Kim onlar? Kimler? Ya sadece tamam dinlediler biliyorlar ama sadece dinleyerek mi biliyorlar? Ondan da çok emin değilim. Ama şu var: Ben seni biliyorum ben seni tanıyorum. Ne halt ettiğinin bütün kayıtları bende var. Almanya da Amerika da bunu söyledi. Burda çok tehlikeli şeyler var. Sadece iç hukukumuza göre değil uluslararası hukuka göre de suçlar var ve bunların ne zaman gündeme geleceği ne olacağı hiç belli değil. AKP'liler için de hakikaten üzülüyorum [Başvurucu] Ayriyeten tabi buradan bir parantez açmak lazım, sadece teknoloji ile mi dinlediler? Yanındaki kimler dendiği vakit, yani bir devlete birisi hakim olamaz. Eğer birisi,hukuk dışı bir şekilde seçilmiş birisi, hukuka uygun olarak o devleti yönetebilir ama hukuk dışı bir anlayışı suç işleyerek, bir devleti ele geçirmeye kalkacağını sanmak. Eğer o devlet var olmaya devam edecekse, bu bir gaflettir ve Türkiye Devletinin içinde de muhtemelen bütün bu gelişmeleri dış dünyadan daha fazla belgeleyen, izleyen bir başka da yapı var. Yani onun ne zaman torbadan yüzünü çıkaracağını, nasıl çıkacağı da belli değil. Yani işte köşkü kurdum diyorsun, bu köşk de senin[A.H.A.] Noluyor[Başvurucu] etrafındaki adamlar[A.N.] Kaç masraf acaba, o kadar çünkü para yetmiyor.[A.H.A.] Ha gözetleyen var[Başvurucu] Neyi gözetliyor? Kimin adına yani? Ne zaman ne olacağı, padişah mülkün sahibi, muhalefeti yok. Bütün bu kavgalar aslında devlet içi kavgalar. Çünkü devleti ele geçirmeye kalktığın vakit; bir metabolizmayı yok etmek istiyorsun. Eee.. o metabolizmanın da kendi refleksleri var. O refleksi gösterecek unsurlar nedir? Bunları yok edemezsin. Edersen, o zaman zaten devlet ve toplum yok olur. Bu olmayacaksa etmen mümkün değil. Peki onun unsurları ne? Gözetleyeni kimler? [A.H.A.] Bence burası çok tehlikeli bir yerdir. Türk Devleti çok tehlikeli bir devlettir. Çok buzul gibi, çok yavaş, çok ağır kımıldar. Ama daima kımıldar, daima hareket eder ve bir kere kayıtlarına seni aldıktan sonra bir daha seni bırakmaz. Bence AKP’yi de Erdoğan'ı da çoktan devlet kayıtlarına aldı. Bütün kayıtlarda bulunuyor. Ayrıca ne kadar doğru bunu bilmiyorum, bunu doğru olarak söylemiyorum fakat okuduklarımıza göre ki; yalanlamadılar Ergenekon'dan epeyce adam şu anda sarayın danışmanı olarak o Beştepe denilen yerde dolaşıp duruyor.[A.N.] Ne faydası var böyle? Bunu niye alıyor? Bu kadar güveniyor mu hakikaten yoksa?[A.H.A.] Bence çok çaresiz. Erdoğan'ın çaresizliğini insanlar çok görmüyorlar. Çünkü medyası sürekli olarak Erdoğan'ı çok güçlü olarak lanse ediyor. O kadar güçlü değil. Dediğim gibi bu adamın partisi geçen yıl iktidardan düştü. Panik içinde büyük bir savaş çıkarttılar. Bir yıl içinde binlerce insan öldü. Yeniden oyları azalıyor. Ben son gördüğüm bir şeye göre HDP'yi yok edemediler ve yeniden oyları azalıyor. Bunun korkusu içindeler. Öyle bir anlatıyorlar ki; Erdoğan sanki hakikatten hayatı boyunca burada kalacak. Ya Erdoğan iki sene sonra gidecek. Seçim geliyor, iki sene sonra seçimde ne olacağını kimse bilemez. Seçimden önce[Başvurucu] Hayır iki seneye kadar da ne olacağı belli değil bu ülkede.[A.H.A.] Ya belli değil de, elli tane AKP’li milletvekili biz Akşener ile parti kuruyoruz dese, ayrılsa, bütün sistem sarsılıyor. Ya bu adam sağlam bir zeminde durmuyor. Her an her şeyin değişebileceği ve değiştiğinde bunu çok ciddi hukukla ilgili bir problemin ortasında bırakacak bir ortamda yaşıyor. Bu panik içinde bir şey. Haklı olmamak çok zor bir şeydir. Haklı olmamak çok zor bir şeydir. Güçlü olmayabilirsiniz ama haklıysanız çok sağlam durursunuz. Kimse dokunamaz. Ne yapacak? Seni hapse atsa bile haklılığını elinden alamaz ama haksızsan sarayda da otursan her an senin elinden her şeyi alabileceklerini bilirsin. Erdoğan her an her şeyi kaybetme korkusuyla yaşayan bir adam. Çünkü haklı değil. Bir sene önce seçimi kaybetmiş bir partiye, seçimi kazandırmak için olmadık işler yaptı. MİT tırları denilen, Can Dündar'ı mahkum ettirdiler kendi mahkemelerinde. Ama uluslararası suç sayılabilecek bir tuhaflık ortada duruyor. Bütün darbecilerle, Ergenekoncularla iş birliği var. Yolsuzluk davaları var. Bakan ortaya çıkıp dedi ki ben ne yaptıysam başbakanın emriyle yaptım canlı yayında bütün bu laflar kaybolmuyor.[A.N.] Bakalım ne zamana kadar? Bakalım, bunu da göreceğiz evet.[A.H.A.] Ama şunun böyle korkunç tehlikeleri var. Türkiye'de gerçekleşmiş askeri darbelerin önünü açan gelişmeler her ne ise, Erdoğan bugün aynı kararları vererek o yolları teker teker açıyor. Yani şehirlerin yönetiminde mesela generallere sivillerden öncelik tanıyan bir yasa çıkarttı. İsterse general şehri yönetecek. Bu EMASYA denilen planı bir daha canlandırdı. Ayrıca sen eğer askerlerin yargılanmasını izne bağlarsan eee adam darbe hazırlığını çok daha rahat yapar. Yani kim yargılayacak ki darbe yaparsa? Çok daha bu işleri kolay her türlü… [Başvurucu] Herkes için dokunulmazlık zırhı getiriyor.[A.N.] Evet sevgili seyirciler yine birlikteyiz. Gördünüz, yine yeşillendi fındık dalları. Hep yeşillenecek, bu umudun hiç sönmemesi lazım. Böyle Ahmet-Mehmet ALTAN gibi aydınlar bize umut veriyor. Hani bu pes eden bu yılgınlar var ya; onlarla bi yere gidilemez. Yani ben görüyorum ki bugünkü şartlar değişecek bunu da çok güzel birinci kısımda anlattınız.[Başvurucu] Ya mümkün değil gitmesi...."ii. Başvurucunun 17/12/2010 tarihinde Star gazetesinde yayımlanan "Balyoz'un Anlamı" başlıklı köşe yazısında ve Can Erzincan TV'deki 14/7/2016 tarihli programdaki konuşmasında -soruşturma mercilerince FETÖ/PDY tarafından sahte delillerle kurgulandığı belirtilen- Balyoz soruşturmasını övücü nitelikte beyanlarda bulunduğu (Başvurucunun programdaki hangi sözlerinin bu mahiyette olduğu açıklanmamıştır.), böylelikle örgütün amacı doğrultusunda kamuoyu oluşturmaya çalıştığı ileri sürülmüştür.- Televizyon programında yer alan Balyoz soruşturmasına ilişkin konuşmaların ilgili bölümü (iddianamede yer verildiği şekliyle) şöyledir:"...[A.N.] ... bugün öğrendim çok önemli 14 meslek kuruluşu gazetecilik, yazarlık ve fikir özgürlüğünü savunan 14 meslek kuruluşu bir araya geldi ve sizin 2 Eylül'de değil mi [Taraf gazetesinde yayımlanan Balyoz davasına ilişkin haberlerle bağlantılı olarak açılan ] dava?[A.H.A.] Evet.[Başvurucu] Dünyadaki, bütün dünyadaki. Uluslararası.[A.N.] Dünyadaki tabi, Türkiye zaten uyuyo. Türkiye'dekiler gölgesinden korkuyor. Uluslararası bu şekildeki örgütler bir araya geldi ve B. serbest bırakılsın ve sizlere yani bu Balyozdan yargılanacak olan A.A.ya, Y.Ç.ye ve tabi Taraf’ın başka yazı işlerinde çalışan arkadaşlara hepsine sahip çıkan.[A.H.A.] Y.O.ya, T.O.ya. Bu davanın düşmesi ve B.nin serbest kalması için dünyanın en büyük 14 gazetecilik meslek kuruluşu ve ifade özgürlüğü kuruluşu ortak bir bildiri yayınladılar bugün. Bu davayı düşürün, B.yi de serbest bırakın hemen diye. Ayrıca duyduğum kadarıyla Avrupa Parlementosu Medya Komisyonu da bu davayı gündemine aldı. Yani bu çok basit geçecek bir dava değil tabi. Yani bir ülkede bir darbe hazırlığı yapılıyor, o darbe hazırlığını bir gazete ortaya çıkartıyor. Sonra o darbe hazırlığını yapanlar yargılanıyor, mahkum oluyor. Derken siyasi iktidar hırsızlıktan yakalanıyor, bütün hukuki neticeleri tersine çevirdik diyolar. O yargılama bir daha oluyor. Ne kadar adam varsa beraat ediyor ve arkasından o haberleri yapan ne kadar gazeteci varsa hapse atalım gibi yeni bir dalga geliyor. Şimdi bu dünyanın dikkatini çekmeyecek bir olay değil, haliyle buna bakacaklar....[A.H.A.] Şimdi bu kadar rahat AKP, ben canımın istediğine göre mahkemeler kurdum, her istediğim mahkemeye kendi adamlarımı atadım, facebookta kim 'Erdoğan’ı Seviyorum' diyorsa onu yargıç yapıyorum. Bunu işletebilirsin, devletin bir gücü var, iki tane polis üç tane jandarma gönderdiğinde istediğinadamı alıp hapse koyabilirsin. Bu zorbalığı yapabilirsin. Ama eğer bu hukuka aykırıysa yenilirsin. Hapse girmek seni galip getirmez. Haklı adamlar hapisten de mücadeleyi kazanır. Haksız adamlar sarayda da kaybeder. Önemli olan senin haklı olup olmadığın ve haklılığının peşinde mücadele edecek gücün ve kararlılığının olup olamaması. Bunlar haksız, haksız oldukları için bu kadar korkuyorlar, haksız oldukları için. Ben kendime yargıç, mahkeme kurmaya çalışıyor muyum? Onlar kendilerine yargıç, mahkeme, parlamento, her şeyi kurmayı çalışıyorlar. Niye? Korkuyorlar ve haksızlar ve bu işin içinden çıkamayacaklar. Hırsızlarla darbeciler bir araya gelince.[Başvurucu] Haksız, haksız lafı zarif, yani suçlu oldukları için korkuyorlar. ...[A.H.A.] Kime ben öyle şeyler yapmam ben bunun ne olduğunu yazdım ...'te duruyor. İnsanlar merak ettiklerinde onu bulurlar ve insanlar mutlaka bulur ben buna çok güvenirim çok güvenim hiç yani bir kayıkla bir amiral gemisini batırırsın eğer sen haklıysan hiç farketmez ben daha öncede onlarla kavga ettim daha önce de battılar çünkü daima haksızlar daima yalan söylüyorlar daima sopa yiyorlar ve dayak arsızılar utanmıyorlar ya utanmaları lazım. [A.N.] Bakın şimdi burada sırası gelmişken T.T.den de kısaca söz etmemiz lazım şimdi durup dururken gene hani Hürriyet gazetesinde maalesef bir muhabir şey olarak nedir Türk Silahlı Kuvvetlerinin imamı diye T.T.den söz ediyor ve İzmir askeri casusluk yine sözüm ona oda bir kumpas artık bütün davalar sözde kumpas ...[A.H.A.] Bu tür davalar benim biraz mesafeli durduğum davalar.[A.N.] Ama casusluk meselesi de var bu işin içinde yani birlikte birbirini besleyen meseleler.[A.H.A.] Darbe planları kadar ilgimi çeken şey değil zaten gazetede biz bu konuya bildiğim kadarıyla çok fazla girmedik bunlardanbiraz uzak dururum ama T.nin yakalanması ve onun bu işleri bilmiyorum ama onun öyle bişey yaptığını zannetmiyorum buraya gelmemin bir nedeni bir tür dayanışma çünkü herkesin bir biri ile dayanışması gerektiğini düşünüyorum yani burayı kapatmak istiyorlar insanları yakalıyorlar hapislere atıyorlar haksız yere ve kimse kimseye sahip çıkmıyor bu iyi bişey değil biz kalabalığız biz haklıyız ve eğer bütün bu haklılar hukuk çerçevesinde bir araya gelirse bu hırsız iktidar orda çok fazla kalamaz bu hırsız iktidar hukuka karşı geliyor hakka karşı geliyor ahlaka karşı geliyor hatta siyasete karşı geliyor siyaset dışında bir işler yapıyor bu orda duramaz bunun sihri haksızlığa uğrayanlarınbir araya gelmesi dayanışması birbirine sahip çıkması omuz vermesi ve hukuku talep etmesi eğer gerçekten Türkiye'de insanlar hukuk istiyoruz diye hiç birşey yapmadan durdukları yerden bağırsalar dediğim gibi bu AKP iktidarı olduğu yerde zangır zangır titrer şeytanın haç görmesi gibi bişey hukuk lafı bunları öldürüyor titretiyor sadece hukuk diye bağırsanız bunlar korkudan yaşayamazlar hukuktan ödleri patlıyor. ..."- "Balyoz'un Anlamı" başlıklı köşe yazısının Star gazetesinde yayımlandığı tarihte (17/12/2010) ülke gündemindeki en önemli olaylardan biri olan Balyoz davasının ilk duruşması yapılmıştır. Anılan soruşturma Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki bir grubun darbe yapmak üzere bazı hazırlık ve planlamalar yaptığı iddialarına ilişkin olup soruşturma sürecinde kamuoyunun önemli bölümü ve siyasi çevrelerin bir kısmı bu soruşturmaya destek vermiş; bir kısım çevreler ise özellikle soruşturma sürecinde ciddi hukuksuzluklar olduğunu belirterek bu süreci eleştirmiştir. Söz konusu yazının içeriği şöyledir:"Aralarında eski kuvvet komutanları ve yüksek rütbeli muvazzaf subayların da bulunduğu 195 sanıklı Balyoz Planı Davası dün başladı. Balyoz Planı Davası Türkiye açısından tarihsel bir önem taşımakta...Birincisi, iddianamede, tüm tutuksuz sanıkların 15 ile 20 yıl arasında hapis cezası öngören ve 'Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs' suçunu düzenleyen eski TCK'nın 147 ve maddeleri gereğince cezalandırılmaları isteniyor. Kısacası bu bir darbe davası...Türkiye, ilk defa bir askeri darbe girişimini yargılamakta...İkincisi, emekli ya da muvazzaf, Türkiye'de ilk kez bu kadar yüksek rütbeli subay mahkeme karşısına çıkıyor... Türkiye Cumhuriyeti geleneğinde ne darbe davası olur, ne de asker yargılanırdı...Bu açıdan Balyoz Davası bir ilk.Adeta darbenin suç olduğunu, askerlerin de karanlık işlere bulaşması halinde yargılanabileceğini bizler ilk defa öğrenir gibiyiz...Çok da yadırgamamak gerek...Komşumuz Yunanistan, 1967 Askeri Darbesi'ni yapan albayları ölünceye kadar kodese tıkarken, buralarda Süleyman Demirel ile Kenan Evren kol kola girip açılışlara gitti.Halkın oyunu alan siyasetçide 'halk egemenliği' onuru olmayınca; askerle iş tutmayı, kumpasa girmeyi, demokratikleşmenin gereklerini yapmak yerine, kendi siyasal ikbalinin ayarını topluma empoze etmeyi uygun buluyor...Düşünün ki...Bir taraftan Balyoz Davası görülüyor...Diğer yandan siyasal iktidar askerin harcamalarını meclisin ve kamuoyunun denetimden çıkaran düzenlemeler yapıyor...İlkeli, sistemli bir bütün buralarda kalıcı olarak egemen olamıyor...Otuz yıldır 12 Eylül rejiminden bir türlü kurtulamadık...Ekonomi dünyasının etkili dergisi The Economist'in araştırma biriminin raporu ne diyor: 'Dünya demokratik resesyonda, Türk demokrasisi de kan kaybetti...'The Economist'in araştırma biriminin demokratiklik sıralamasında Türkiye, 2010 yılında 2008’e göre iki sıra düştü, 87’nciyken 89’uncu oldu. Ve maalesef 'sorunlu demokrasi' ile 'otoriter rejim' arasında 'melez rejim' statüsünde yer aldı.Dergi, demokratikliği sınıflandırırken 60’a yakın kriteri dikkate alıyor. Kriterler arasında siyasete katılım ve temsil, partilere duyulan güven, seçimlerde şaibe, ekonomide yolsuzluk algısı, bireysel özgürlükler ve medyanın üzerindeki iktidar baskısı yer alıyor.Bireysel özgürlüklerde 167 ülke arasında 133’üncü olan Türkiye, siyasi katılımda ise 3,89 puanla otoriter rejimler kategorisindeki ülkelerden bile geride kaldı.Türkiye, siyasi gelenek kategorisinde Latin ülkelerini geride bırakırken, sivil özgürlüklerde 132’nci sıradaki Kazakistan’ı bile geçemedi.Türkiye, içinde yer aldığı Batı Avrupa kategorisinde Fransa ve İtalya ile beraber medya özgürlüğünde geriye giden ülkeler arasında yer aldı. Bütün kriterlere beraber bakıldığında ise Norveç birinci oldu.Balyoz davası dün başladı...Darbe ve suç işlediği iddia edilen yüksek rütbeli askerlerin yargı önüne çıkarılması açısından tarihsel bir gün, yaşanan bir ilkti...Ama temel soru, Economist Dergisi araştırma biriminin ortaya çıkardığı siyasal rejim açısından bulunduğumuz konum...Maalesef 'sorunlu demokrasi' ile 'otoriter rejim' arasında 'melez rejim' statüsünde yer alıyoruz...Neden?Siyaset kurumunun otuz yıldır 12 Eylül rejimini berhava etmemesinden dolayı...Umarım önümüzdeki dönem siyaset kurumunun amacı 'Saray’a girmek' değil, 'toplu bir hamleyle Saray’ı yıkmak' olur...Yoksa Balyoz Davası’nın başladığı gün bile 'melez rejim' olmaktan kurtulamıyoruz...Askeri rejimden mek parmak ileri, gerçek demokrasiden bir karış geri..."iii. Başvurucunun kendisine ait www.mehmetaltan.com isimli internet sitesinde 20/7/2016 tarihinde yayımlanan "Türbülans" başlıklı yazısıyla darbe girişimi sonrasında alınan tedbirler kapsamında FETÖ/PDY mensuplarının kamu göreviyle ilişiğinin kesilmesini ve örgüte ait kurum ve kuruluşlarının kapatılmasını "hukuksuz bir tasfiye" olarak nitelediği, bağlı olduğu FETÖ/PDY'nin amacına böylece hizmet ettiği ileri sürülmüştür. Anılan yazının içeriği şöyledir:"Cuma günü yaşadığımız vahşi ve kanlı darbe girişiminin sarsıcı acıları, etkileri ve bilinmeyen yanlarının ortaya çıkarılması çabaları devam ediyor.Bir yandan da kamuda hukuksal denetim mekanizmasının devre dışı bırakıldığı, önceden hazırlanmış gibi görünen bir liste üzerinden çok geniş kapsamlı hukuksuz bir tasfiye yaşandığı görülüyor.Doğal olarak en çok merak edilen ve konuşulan konulardan biri de Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki gelişmeler.İnsanlar ne olduğunu anlamaya çalışıyor.Siyasal iktidar, Cuma günü yaşanan vahşeti anında 'FETÖ'cü' darbecilere bağladı ama daha sonra ortaya o kadar geniş, yaygın ve yüksek rütbeli bir resim çıktı ki herkes şaşırdı… Cumhurbaşkanı'nın başyaverinden ordu komutanlarına kadar uzanan, tüm kentlerde örgütlenmiş, mevcut silahlı kuvvetlerdeki generallerin üçte birini kapsayan darbecilerin iddia edildiği gibi sadece 'FETÖ'cülerden' oluştuğuna inanmak güçleşti.'Gördüklerimizin ardındaki gerçek ne' sorusu sorulmaya başlandı.Zaten uzun zamandır askeriyedeki farklı kanatların varlığından ve güç savaşından söz ediliyordu… Ankara kulislerinde bu söylentiler dolaşıp duruyordu.Siyasal iktidar ile ittifak içindeki 'ulusalcıların', içinde bulunduğumuz ve üyesi olduğumuz NATO'yla ve Batı sistemiyle ilişkileri dinamitlemek istediği endişeleri de seslendirilmekteydi.Yaşananlar, bu endişeleri yeniden hortlatmış gözüküyor.Darbe girişiminin hemen öncesi Rusya Devlet Başkanı P.nin Özel Temsilcisi A. Avrasya Yerel Yönetimler Birliği'nin daveti üzerine Ankara'daydı.Fanatik Rus milliyetçiliğinin önemli bir temsilcisi ve Ulusal Bolşevik Partisi, Ulusal Bolşevik Cephesi ve Avrasya Partisi kurucularından olan nin 'Türkiye'yi AB'de görmüyorum. Avrasya ittifakında görüyorum' demesi bile bu söylentilere altlık yapılıyor…Tabii bizim Batı serüvenimizin, en azından şimdilik, sonunu getirecek olan 'idam' konusu, anayasa ve hukuka aldırmadan yapılan ve ifade özgürlüğünü de tamamen ortadan kaldıracak olan baskılar, 'şark usulü dinsel bir Baas Rejimi' spekülasyonlarını koyulaştırıyor.Doğrusu önceki gün Brüksel'deki ABD-AB Zirvesi, ABD Dışişleri Bakanı J.K. ile AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi F.nin uyarıları, söyledikleri ve öngörüleri de bu bağlama oturunca daha da farklı bir anlam içeriyor…Hele uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's tarafından yapılan ve ülke ekonomisini derinden yaralayacak olan 'Türkiye'nin Baa3 olan kredi notunun 'çöp'e düşürülebileceği' açıklamasıyla, Batı basınında darbenin bastırılması sonrası ortaya çıkan ve 'demokrasi ve hukuku' devre dışı bırakan uygulamaları ağır eleştiren uyarılar da buna eklenince, 'Ne oluyor' sorusu bir daha soruluyor…Gerçekten ne oluyor?Siyasal iktidarın canını sıkan herkesi zorba bir baskının hedefi haline getirecek olan 'FETÖ'cülük' suçlamasının böylesine kapsamlı ve geniş bir şekilde tedavüle sokulmasının, demokratik her eleştirinin bu tür suçlamalarla susturulma çabalarının altında, 'Avrasyacılık' hayalini gerçekleştirme arzusu mu yatıyor?Türkiye, kendisini AB'den kopartacak olan 'idamı geri getirme' gibi adımlarla kamp ve rejim mi değiştiriyor?Eğer böyleyse kolayından durulmayacak ve sonunun ne olacağını kimsenin bilemeyeceği bir türbülansa giriyoruz demektir.Demokrasiden ve hukuktan uzaklaşan her adım da Türkiye'nin içinde bulunduğu sarsıntıyı ve tehlikeyi artıracaktır.Türkiye'yi huzura ve güvenceye ulaştıracak tek çare demokrasiye ve hukuka sarılmaktır, umarım siyaset sistemi bu gerçeği fark eder."iv. FETÖ/PDY içinde üst düzey yöneticilik yaptıktan sonra yapılanmadan ayrıldığı belirtilen N.nin tanık olarak alınan 24/10/2016 tarihli ifadesine atıfla; N.den sonraki dönemde FETÖ/PDY'nin medya yapılanmasının en güçlü kişisinin A.K. olduğu, başvurucunun da aralarında olduğu bir kısım medya mensubu ile Fetullah Gülen arasındaki ilişkinin bu kişi tarafından sağlandığı ve söz konusu medya mensuplarının A.K. ile sık sık görüştükleri ileri sürülmüştür.v. Telefon kayıtlarına dayanılarak başvurucunun, FETÖ/PDY'nin üst düzey yöneticilerinden oldukları iddia edilen ve haklarında bu yapılanmayla bağlantılı suçlardan kamu davası açılan bazı kişilerle (H.K., H.T., H.E., Y., A.K., Ö.A., A.B., U. ve G.) iletişim hâlinde olduğu ileri sürülmüştür.vi. Darbe teşebbüsü sonrasında yürütülen soruşturmalarda ifadesi alınan bazı şüphelilerin -FETÖ/PDY mensupları arasında tanınmayı sağlamak amacıyla- Fetullah Gülen ve örgüt yöneticileri tarafından (F) serisi 1 Amerikan doları banknotların dağıtıldığını ifade ettikleri; başvurucunun konutunda yapılan aramada da altı adet 1 Amerikan doları banknotun ele geçirildiği, bunlardan beşi çalışma odasındaki masanın çekmecesinde diğer dövizlerle bir arada bulunurken (F) serisi olduğu tespit edilen birinin ayrı bir yerde muhafaza edildiği ileri sürülmüştür.vii. FETÖ/PDY'ye mensup emniyet ve yargı görevlileri tarafından örgütün amaçları doğrultusunda yürütüldüğü belirtilen ve kamuoyunda "Selam-Tevhid" olarak bilinen soruşturma kapsamında, bir vakıfla bağlantılı olarak yapılan teknik takip sırasında, başvurucunun bu vakfa gidip geldiği tespit edilmiş olmasına rağmen anılan soruşturmaya şüpheli olarak dâhil edilmediği ileri sürülmüştür. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 3/5/2017 tarihinde iddianamenin kabulüne karar vermiş ve E.2017/127 sayılı dosya üzerinden kovuşturma aşaması başlamıştır. Başvurucunun savunması 19/6/2017 tarihinde yapılan ilk duruşmada alınmıştır.Başvurucu savunmasında özetle;i. (Can Erzincan TV'deki konuşmasına ilişkin olarak) TV programının yayımlandığı kanalın o tarihte devlet denetimindeki bir platform üzerinden yayınyaptığını, dolayısıyla yasal bir kanal olduğunu, her hafta Perşembe günleri yapılan programda o haftanın gelişmelerinin yorumlandığını, davaya konu tarihteki programda da bu kapsamda konuşmalar yapıldığını ancak program içeriğinin ve konuşmaların bağlamından kopartılarak suçlamaya konu edildiğini, yapılan konuşmaların uyarıcı ve eleştirici nitelikte olduğunu ifade etmiştir.ii. ("Balyoz'un Anlamı" başlıklı yazısına ilişkin olarak) Yazının yayımlandığı 2010 yılında görülmeye başlanan Balyoz davasının kamuoyunun gündeminde olan bir dava olduğunu, görsel ve yazılı medyanın tümünün bu davayı takip ettiğini, siyasetçilerin de dava hakkında yorum yaptıklarını ve davaya konu olayların gerçek olduğuna dair açıklamada bulunduklarını, yazıda suç unsurunun bulunmadığını ve bunun bir gazetecilik faaliyetinden ibaret olduğunu; vesayetin her türlüsüne karşı çıktığını, darbeci olmadığını, tüm yaşamını askerî ve sivil vesayete karşı demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmakla geçirdiğini, suça konu yazının da bunun bir kanıtı olduğunu ve hiçbir yazısından dolayı soruşturma geçirmediğini beyan etmiştir. Ayrıca anılan yazının 2010 yılında yazıldığını, 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın Kanunu'nda soruşturma için 4 aylık süre öngörülmesine rağmen 6 yıl önceki yazının suça konu edildiğini ifade etmiştir.iii. ("Türbülans" başlıklı yazısınailişkin olarak) Yazıda 15 Temmuz darbe teşebbüsünün anlaşılmaya çalışıldığını ve Türkiye'de neler olduğunun sorgulandığını, bu bağlamda en çok TSK'daki gelişmelerin merak edildiğini, ordunun demokratik bir kurum olarak kalması gerektiğine inandığını, yazılanların hâlen Türkiye'nin gerçeği olduğunu, iddia makamının, yazdıklarından ne anlaşılıyorsa onu ifade etmek yerine hiç olmayan anlamlar çıkardığını beyan etmiştir.iv. (Tanık N.nin beyanları ve telefon kayıtlarına ilişkin olarak) 2006 yılından 2012 yılına kadar Star gazetesinde çalıştığını, bu dönemde görüştüğü iddia edilen A.K.nin gazetenin finans işi ile ilgilenen kişi olduğunu, Star gazetesinden ayrıldıktan sonra 2016'ya kadar hiç bir gazetenin yazar kadrosunda yer almadığını, bu nedenle tanık beyanını kabul etmediğini ifade etmiştir. Ayrıca telefon kayıtlarına dayanılarak görüştüğü belirtilen kişilerin yasal medya kurumlarının yöneticileri ve bir kısmının siyasi iktidarı elinde bulunduranların danışmanlığını yapmış kişiler olduğunu, yazarlık ve akademisyenlik mesleğinden kaynaklanan bu görüşmelerin hiçbirinde suç unsurunun bulunmadığını beyan etmiştir. v. (Evinde ele geçen paralara ilişkin olarak) Konferanslar ve diğer vesilelerle çok sayıda ülkeye gittiğini, bu nedenle evinde bozuk para olarak sadece suça konu edilen 1 Amerikan dolarının değil kırk ayrı ülkenin parasının bulunduğunu, bunun eski seyahatlerinden kalma tedavülden kalkmış ve yırtık bir banknot olduğunu, darbe teşebbüsünden sonra 1 Amerikan doları meselesi kamuoyunda çok konuşulmasına rağmen suçlu olmadığı için kendisinde ele geçen Amerikan dolarlarını yok etmeyi de düşünmediğini ifade etmiştir.vi. ("Selam-Tevhid" soruşturmasına dâhil edilmemesine ilişkin olarak) Yazar, gazeteci ve akademisyen olduğunu, bağımsız ve özerk düşünce adamı olmakla tanındığını, seküler, demokrat ve liberal kimliğiyle bilindiğini, bu yüzden farklı görüşe sahip kuruluşlardan davet aldığını, yasal bir kuruluş olan söz konusu vakfa da bu kapsamda gittiğinibeyan etmiştir. Cumhuriyet savcısı, 11/12/2017 tarihli duruşmada esas hakkındaki mütalaasını sunmuştur. Savcılık mütalaasında; iddianamede olduğu üzere (bkz. § 33) FETÖ/PDY hakkında genel bazı açıklamalara yer verilmiş, başvurucunun da aralarında bulunduğu her bir sanık hakkında ayrı ayrı değerlendirme yapılmıştır. Mütalaada başvurucuyla ilgili değerlendirmeler genel olarak iddianamede belirtilen olgularla aynı mahiyette olup (bkz. § 34) bunlara ek olarak münhasıran FETÖ/PDY üyeleri tarafından örgütsel haberleşme aracı olarak kullanılan "Bylock" isimli haberleşme programı (Anılan programla ilgili olarak bkz. Aydın Yavuz ve diğerleri, § 106) üzerinden bu örgütün üst düzey yöneticilerinden olduğu belirtilen kişiler arasında yapılan görüşmelerin içeriğinde başvurucuyla ilgili bazı hususların bulunmasına değinilmiştir. Söz konusu görüşmeleri yapan kişilerden E.T.A.nın FETÖ/PDY ile irtibatı olduğu gerekçesiyle kapatılan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın başkan yardımcılığı görevini yürüttüğü, FETÖ/PDY ile bağlantılı suçlardan hakkında soruşturma yürütüldüğü ve kaçak konumda olduğu; Y.nin ise bir dönem FETÖ/PDY'nin Antalya il imamlığını yaptığı iddiasıyla "silahlı terör örgütü kurma veya yönetme suçundan" cezalandırılması istemiyle hakkında Antalya Ağır Ceza Mahkemesinde kamu davası açıldığı ve kaçak konumda olduğu anlaşılmaktadır. Görüşme yapılan diğer kişinin ise kimlik bilgilerine dair bir tespite yer verilmemiştir. - 27/12/2015 tarihinde E.T.A ile Y. arasında yapılan görüşmenin içeriği söyledir:"[E.T.A]: Merhaba, bazı sorularımız olacak, iletebilirmisiniz? Ocak ayının sonuna doğru Abant toplantısı yapmak istiyoruz. İyi bir katılım için ümitlerimiz var.[Y.]: Katılımcı kimler düşünülüyor[E.T.A]: 80 bin TL gibi bir maliyeti olacak. Yapalım mı? Para konusunda yardımcı olunabilir mi?........Mehmet Altan, T. ile görüştük Yapalım diyorlar, bir sorum daha var, Vakfa [Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı] yönelik bir tehlike arifesinde beyin yerine 15 günlük nöbetçi başkanlar olsun diyoruz.... T., Mehmet Altan tamam dedi. Demokrasi nöbeti, uygun mudur?"- 18/02/2016 tarihinde E.T.A. ile53123 ID numaralı kullanıcı arasında yapılan görüşmenin içeriği söyledir:"[E.T.A]: Diyoruz ki hizmete dair insan hakları ihlalleri bizler dahil gazeteci ve yazarlar bilmiyor, bu raporları ilgili arkadaşlar ihidime verse ve oradan yayınlansa, biz de o link üzerinden medyaya duyursak[53123 ID numaralı kullanıcı]: Tanıdığın var mı araştıralım mı?[E.T.A]: Tanıdığım olsa niye sana yazayım. Seninle ilgilidir sanıyorum.[53123 ID numaralı kullanıcı]: Ok irtibat kurabiliriz sanıyorum.[E.T.A]: Bugün halledebilir miyiz[53123 ID numaralı kullanıcı]: Ama raporu orda yayınlamak yerine üst kesime verip onda sonra yayınlamak lazım.[E.T.A]: Üst kesim?[53123 ID numaralı kullanıcı]: Altanlar, T.A.lar, m vekilleri, hukukçu akademisyenler.[E.T.A]: İşte onlara biz duyuracağız" Savcılık mütalaasında başvurucunun "örgütsel amaçlar doğrultusunda, darbe girişimine maddi cebir kullanmak suretiyle iştirak eden faillerin eylemine girişime sözde neden teşkil eden siyasal ve toplumsal kaos ortamının bulunduğuna ve bu ortamın yaratılmasına yönelik örgütsel amaçla gerçekleştirilen kalkışma suçlarının hareket unsurunun alt unsuru olan 'cebir' teriminin öncülü ve ayrı düşünülemeyecek bir parçası olan söylem ve propagandalarda bulunmak suretiyle" üzerine atılı anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçunun asli faili olduğu belirtilerek bu suçtan cezalandırılmasına karar verilmesi talep edilmiştir. Dava, bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla ilk derece mahkemesinde derdesttir ve başvurucunun tutukluluk durumu devam etmektedir. Öte yandan başvurucu 27/10/2016 tarihinde Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığına dilekçe vererek ceza infaz kurumunda uygulanan insan haklarına aykırı kısıtlama ve yasakların ortadan kaldırılmasını talep etmiştir. Başvuru formunda -herhangi bir belge eklenmeksizin- bu talebin kabul edilmediği belirtilmiştir. A. Ulusal Hukuk Gözaltına İlişkin 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun "Gözaltı" kenar başlıklı maddesinin (1), (3) ve (5)numaralı fıkraları şöyledir:"(1) Yukarıdaki maddeye göre yakalanan kişi, Cumhuriyet Savcılığınca bırakılmazsa, soruşturmanın tamamlanması için gözaltına alınmasına karar verilebilir. Gözaltı süresi, yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süre hariç, yakalama anından itibaren yirmidört saati geçemez. Yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilme için zorunlu süre oniki saatten fazla olamaz....(3) Toplu olarak işlenen suçlarda, delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle; Cumhuriyet savcısı gözaltı süresinin, her defasında bir günü geçmemek üzere, üç gün süreyle uzatılmasına yazılı olarak emir verebilir. Gözaltı süresinin uzatılması emri gözaltına alınana derhâl tebliğ edilir....(5) Yakalama işlemine, gözaltına alma ve gözaltı süresinin uzatılmasına ilişkin Cumhuriyet savcısının yazılı emrine karşı, yakalanan kişi, müdafii veya kanunî temsilcisi, eşi ya da birinci veya ikinci derecede kan hısımı, hemen serbest bırakılmayı sağlamak için sulh ceza hâkimine başvurabilir. Sulh ceza hâkimi incelemeyi evrak üzerinde yaparak derhâl ve nihayet yirmidört saat dolmadan başvuruyu sonuçlandırır. Yakalamanın veya gözaltına alma veya gözaltı süresini uzatmanın yerinde olduğu kanısına varılırsa başvuru reddedilir ya da yakalananın derhâl soruşturma evrakı ile Cumhuriyet Savcılığında hazır bulundurulmasına karar verilir. " 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat istemi" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili bölümü şöyledir:"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;a) Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen,...Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler." 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat isteminin koşulları" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir." 667 sayılı KHK'nın (18/10/2016 tarihli ve 6749 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun'un) "Soruşturma ve kovuşturma işlemleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümü şöyledir: "26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu işlenen suçlar bakımından, olağanüstü halin devamı süresince;a) Gözaltı süresi, şüphelinin yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süre hariç, yakalama anından itibaren otuz günü geçemez...." 23/1/2017 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 2/1/2017 tarihli ve 684 sayılı KHK'nın maddesiyle değiştirilen (18/10/2016 tarihli ve 6749 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun'un) "Soruşturma ve kovuşturma işlemleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümü şöyledir: "26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu işlenen suçlar bakımından, olağanüstü halin devamı süresince;Gözaltı süresi, şüphelinin yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süre hariç, yakalama anından itibaren yedi günü geçemez. Delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle Cumhuriyet savcısı, gözaltı süresinin yedi gün süreyle uzatılmasına yazılı olarak emir verebilir." Tutma Koşullarına İlişkin 16/5/2001 tarihli ve 4675 sayılı İnfaz Hâkimliği Kanunu'nun "Amaç ve kapsam" kenar başlıklı maddesinin ikinci fıkrası şöyledir:"Bu kanun, ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde bulunan hükümlü ve tutuklular hakkında yapılan işlemler veya bunlarla ilgili faaliyetlere yönelik şikâyetleri incelemek, karara bağlamak ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirmek üzere kurulan infaz hâkimliklerine ilişkin hükümleri kapsar." 4675 sayılı Kanun'un "İnfaz hâkimliklerinin görevleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümleri şöyledir:" (1) İnfaz hâkimliklerinin görevleri şunlardır:   Hükümlü ve tutukluların ceza infaz kurumları ve tutukevlerine kabul edilmeleri,yerleştirilmeleri, barındırılmaları, ısıtılmaları ve giydirilmeleri, beslenmeleri, temizliklerinin sağlanması, bedensel ve ruhsal sağlıklarının korunması amacıyla muayene ve tedavilerinin yaptırılması, dışarıyla ilişkileri, çalıştırılmaları gibi işlem veya faaliyetlere ilişkin şikâyetleri incelemek ve karara bağlamak, ...Kanunlarda başka bir yargı merciine bırakılan konulara ilişkin hükümler saklıdır." 4675 sayılı Kanun'un "İnfaz hâkimliğine şikâyet ve usulü" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümleri şöyledir: "Ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde hükümlü ve tutuklular hakkında yapılan işlemler veya bunlarla ilgili faaliyetlerin kanun, tüzük ve yönetmelik hükümleri ile genelgelere aykırı olduğu gerekçesiyle bu işlem veya faaliyetlerin öğrenildiği tarihten itibaren on beş gün, herhalde yapıldığı tarihten itibaren otuz gün içinde şikâyet yoluyla infaz hâkimliğine başvurulabilir.Şikâyet, dilekçe ile doğrudan doğruya infaz hâkimliğine yapılabileceği gibi; Cumhuriyet başsavcılığı veya ceza infaz kurumu ve tutukevi müdürlüğü aracılığıyla da yapılabilir. İnfaz hâkimliği dışında yapılan başvurular hemen ve en geç üç gün içinde infaz hâkimliğine gönderilir. Sözlü yapılan şikâyet, tutanağa bağlanır ve bir sureti başvurana verilir....Şikâyet yoluna başvurulması, yapılan işlem veya faaliyetin yerine getirilmesini durdurmaz. Ancak, infaz hâkimi giderilmesi güç veya imkânsız sonuçların doğması ve işlem veya faaliyetin açıkça hukuka aykırı olması koşullarının birlikte gerçekleşmesi durumunda işlem veya faaliyetin ertelenmesine veya durdurulmasına karar verebilir." 4675 sayılı Kanun'un "İnfaz hâkimliğince şikâyet üzerine verilen kararlar" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümleri şöyledir:"...Şikâyet başvurusu üzerine infaz hâkimi, duruşma yapmaksızın dosya üzerinden bir hafta içinde karar verir; ancak, gerek gördüğünde karar vermeden önce şikâyet konusu işlem veya faaliyet hakkında resen araştırma yapabilir ve ilgililerden bilgi ve belge isteyebilir; ayrıca ceza infaz kurumu ve tutukevi ile ilgili Cumhuriyet savcısının da yazılı görüşünü alır. Disiplin cezasına karşı yapılan şikâyet üzerine infaz hâkimi, hükümlü veya tutuklunun savunmasını aldıktan ve talep edilen diğer delilleri toplayıp değerlendirdikten sonra kararını verir. Hükümlü veya tutuklu, savunmasını, hazır bulunmak ve vekâletnamesini ibraz etmek koşuluyla avukatıyla birlikte veya avukatı aracılığıyla yapabilir. İnfaz hâkimi gerekli görmesi durumunda hükümlü veya tutuklunun savunmasını ceza infaz kurumunda da alabilir. İnfaz hâkimi, inceleme sonunda şikâyeti yerinde görmezse reddine; yerinde görürse, yapılan işlemin iptaline ya da faaliyetin durdurulmasına veya ertelenmesine karar verir." Tutuklamaya İlişkin 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklama nedenleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili bölümü şöyledir:"(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.(2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.b) Şüpheli veya sanığın davranışları; Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa.(3) Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir:a) 2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;... Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315),..." 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklama kararı" kenar başlıklı maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:"(1) Soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re'sen mahkemece karar verilir. Bu istemlerde mutlaka gerekçe gösterilir ve adlî kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukukî ve fiilî nedenlere yer verilir.(2) Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda;a) Kuvvetli suç şüphesini,b) Tutuklama nedenlerinin varlığını,c) Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu,gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir. Kararın içeriği şüpheli veya sanığa sözlü olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak suretiyle kendilerine verilir ve bu husus kararda belirtilir." 5271 sayılı Kanun'un "Adlî kontrol" kenar başlıklı maddesinin (1) ve (3) numaralı fıkraları şöyledir:"(1) Bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, 100 üncü maddede belirtilen tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilir.…(3) Adlî kontrol, şüphelinin aşağıda gösterilen bir veya birden fazla yükümlülüğe tabi tutulmasını içerir: a)Yurt dışına çıkamamak. b) Hâkim tarafından belirlenen yerlere, belirtilen süreler içinde düzenli olarak başvurmak. c) Hâkimin belirttiği merci veya kişilerin çağrılarına ve gerektiğinde meslekî uğraşlarına ilişkin veya eğitime devam konularındaki kontrol tedbirlerine uymak. ...f) Şüphelinin parasal durumu göz önünde bulundurularak, miktarı ve bir defada veya birden çok taksitlerle ödeme süreleri, Cumhuriyet savcısının isteği üzerine hâkimce belirlenecek bir güvence miktarını yatırmak. g) Silâh bulunduramamak veya taşıyamamak, gerektiğinde sahip olunan silâhları makbuz karşılığında adlî emanete teslim etmek. ...j) Konutunu terk etmemek. k) Belirli bir yerleşim bölgesini terk etmemek. l) Belirlenen yer veya bölgelere gitmemek." 5271 sayılı Kanun'un "Müdafiin dosyayı inceleme yetkisi" kenar başlıklı maddesinin (2) numaralı fıkrasının ilgili bölümü ile (3) ve (4) numaralı fıkraları şöyledir:"(2) Müdafiin dosya içeriğini inceleme veya belgelerden örnek alma yetkisi, soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise Cumhuriyet savcısının istemi üzerine hâkim kararıyla kısıtlanabilir. Bu karar ancak aşağıda sayılan suçlara ilişkin yürütülen soruşturmalarda verilebilir: a) 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan; ... Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315, 316),...(3) Yakalanan kişinin veya şüphelinin ifadesini içeren tutanak ile bilirkişi raporları ve adı geçenlerin hazır bulunmaya yetkili oldukları diğer adli işlemlere ilişkin tutanaklar hakkında, ikinci fıkra hükmü uygulanmaz."(4) Müdafi, iddianamenin mahkeme tarafından kabul edildiği tarihten itibaren dosya içeriğini ve muhafaza altına alınmış delilleri inceleyebilir; bütün tutanak ve belgelerin örneklerini harçsız olarak alabilir." 5271 sayılı Kanun’un "İtirazın Cumhuriyet savcısına ve karşı tarafa tebliği ile inceleme ve araştırma yapılması" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"İtirazı inceleyecek merci, yazı ile cevap verebilmesi için itirazı, Cumhuriyet savcısı ve karşı tarafa bildirebilir. Merci, inceleme ve araştırma yapabileceği gibi gerekli gördüğünde bunların yapılmasını da emredebilir." 5271 sayılı Kanun’un "İtirazın Cumhuriyet savcısına ve karşı tarafa tebliği ile inceleme ve araştırma yapılması" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Kanunda yazılı olan hâller saklı kalmak üzere, itiraz hakkında duruşma yapılmaksızın karar verilir. Ancak, gerekli görüldüğünde Cumhuriyet savcısı ve sonra müdafi veya vekil dinlenir." 6/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun "Suç işlemek amacıyla örgüt kurma" kenar başlıklı maddesinin (6) numaralı fıkrası şöyledir:"Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir." 5237 sayılı Kanun'un "Anayasayı ihlal" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar." 5237 sayılı Kanun'un "Yasama organına karşı suç" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılırlar." 5237 sayılı Kanun'un "Hükûmete karşı suç" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:"Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir." 5237 sayılı Kanun'un "Silâhlı örgüt" kenar başlıklı maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:"(1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.(2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir." 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun "Terör tanımı" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir." 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçlusu" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur.Terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır." 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçları" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 302, 307, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 320 nci maddeleri ile 310 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı suçlar, terör suçlarıdır." 3713 sayılı Kanun'un "Cezaların artırılması" kenar başlıklı maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "3 ve 4 üncü maddelerde yazılı suçları işleyenler hakkında ilgili kanunlara göre tayin edilecek hapis cezaları veya adlî para cezaları yarı oranında artırılarak hükmolunur. Bu suretle tayin olunacak cezalarda, gerek o fiil için, gerek her nevi ceza için muayyen olan cezanın yukarı sınırı aşılabilir. Ancak, müebbet hapis cezası yerine, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur."B. Uluslararası Hukuk Sözleşme Metinleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme/AİHS) "Özgürlük ve güvenlik hakkı" kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili bölümü ve (4) numaralı fıkrası şöyledir:" Herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir. Aşağıda belirtilen haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz:...c) Kişinin bir suç işlediğinden şüphelenmek için inandırıcı sebeplerin bulunduğu veya suç işlemesine ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olma zorunluluğu kanaatini doğuran makul gerekçelerin varlığı halinde, yetkili adli merci önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutulması;...(4) Yakalama veya tutulma yoluyla özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, tutulma işleminin yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar verilmesi ve, eğer tutulma yasaya aykırı ise, serbest bırakılması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir...." Sözleşme'nin "İfade özgürlüğü" kenar başlıklı maddesi şöyledir:" Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir. Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı a. Kişi Hürriyeti Güvenliği Hakkı Yönünden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'nin maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendi uyarınca yalnızca bir ceza soruşturması veya kovuşturması çerçevesinde kişinin suç işlediğine dair şüphenin bulunması hâlinde yetkili adli makamın huzuruna çıkarılması amacıyla tutuklanabileceği yönündeki içtihadını (Jecius/Litvanya, B. No: 34578/97, 31/7/2000, § 50; Wloch/Polonya, B. No: 27785/95,19/10/2000, § 108) yakın dönemde verdiği Buzadji/Moldova ([BD], B. No: 23755/07, 5/7/2016, § 101) kararında geliştirmiştir. Buna göre ilk tutuklama kararından itibaren suçun işlendiğine ilişkin makul şüphenin varlığı yanında tutuklamaya ilişkin nedenlerin bulunduğunun ilgili ve yeterli gerekçelerle ortaya konulması gerekir. AİHM'e göre ilk tutuklama için yeterli görülen makul şüphenin varlığı -elde edilen deliller ve somut olayın kendine özgü koşulları da dikkate alındığında- olaylara dışarıdan bakan tamamen objektif bir gözlemciyi ikna edecek yeterlilikte olmalıdır. Toplanan deliller objektif bir gözlemciye sunulduğunda şüpheli ya da sanığın atılı suçu işlemiş olabileceği yönünde bir kanaat oluşturmaya yeterli ise somut olayda makul şüphe vardır. Diğer bir ifade ile inandırıcı neden ya da makul şüphe, suçlanan kişinin üzerine atılı suçu işlemiş olabileceğine dair objektif bir gözlemciyi ikna etmeye yeterli olay, olgu veya bilginin varlığını gerektirmektedir (Fox, Campbell ve Hartley/Birleşik Krallık, B. No: 12244/86-12245/86-12383/86, 30/8/1990, § 32; O'Hara/Birleşik Krallık, B. No: 37555/97, 16/10/2001, § 34). AİHM, tutukluluğu meşru kılan makul dört temel neden belirlemiştir. Bunlar sanığın duruşmaya çıkmama (kaçma) tehlikesi (Stögmüller/Avusturya, B. No: 1602/62, 10/11/1969, hukuki gerekçe bölümü, § 15), sanığın serbest bırakıldıktan sonra adaletin iyi idaresine zarar verecek tarzda önlemler alabilecek olma tehlikesi (Wemhoff/Almanya, B. No: 2122/64, 27/6/1968, hukuki gerekçe bölümü, § 14), tekrar suç işleme tehlikesi (Matznetter/Avusturya, B. No: 2178/64, 10/11/1969, hukuki gerekçe bölümü, § 7) ve kamu düzenini bozma tehlikesidir (Letellier/Fransa, B. No: 12369/86, 26/6/1991, § 51).b. İfade Özgürlüğü Yönünden AİHM'e göre ifade özgürlüğü, demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardandır. İfade özgürlüğü toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini teşkil etmektedir. Sözleşme'nin maddesinin (2) numaralı fıkrası saklı tutulmak üzere ifade özgürlüğü, sadece toplum tarafından kabul gören, zararsız veya ilgisiz kabul edilen "bilgi" ve "fikirler" için değil incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerlidir; yokluğu hâlinde "demokratik bir toplum"dan söz edemeyeceğimiz çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereğidir. AİHM, maddede güvence altına alınan bu özgürlüğün bazı istisnalara tabi olduğunu ancak bu istisnaların dar yorumlanması ve bunun sınırlandırılmasının ikna edici olması gerektiğini vurgulamıştır (Handyside/Birleşik Krallık, B. No: 5493/72, 7/12/1976, § 49; Von Hannover/Almanya (No. 2) [BD], B. No: 40660/08 ve 60641/08, 7/2/2012, § 101). AİHM, demokratik bir toplumda basının oynadığı temel rolün birçok kez altını çizmiştir. AİHM'e göre basının, görev ve sorumluluklarının bilincinde olarak kamu yararını ilgilendiren her konuyu iletme görevi vardır. AİHM, basının böyle konularda bilgi ve fikir yaymadan ibaret olan görevine kamunun bu fikir ve bilgileri alma hakkının da eklendiğini hatırlatmıştır. AİHM'e göre aksi takdirde basın, vazgeçilmez kamusal "gözetleyici" (watchdog) rolünü oynayamaz (Bladet Tromsø ve Stensaas/Norveç [BD], B. No: 21980/93, 20/5/1999, §§ 59, 62; Pedersen ve Baadsgaard/Danimarka [BD], B. No: 49017/99, 17/12/2004, § 71; Von Hannover/Almanya (No. 2), § 102). AİHM, Nedim Şener/Türkiye (B. No: 38270/11, 8/7/2014, §§ 94, 95) kararında öncelikle ifade özgürlüğü üzerinde caydırıcı etkisi olan bazı koşulların -henüz kesinleşmiş bir karar ile mahkûm olmamış- kişilere, söz konusu özgürlüğe yapılan bir müdahalenin mağduru olma sıfatı tanıdığını önceki kararlarına atfen hatırlatmıştır. AİHM somut başvuruyla ilgili olarak gazeteci olan başvurucunun, Ergenekon örgütünün varsayılan üyelerinin talebi ve desteği ile yazılan ve yayımlanan iki kitabın yazımına yardımda bulunma şeklinde özetlenebilecek olgulara dayanılarak hakkında terör örgütüne üye olduğu için açılan ceza kovuşturması çerçevesinde bir yıldan fazla tutuklu kaldığını kaydetmiştir. AİHM'e göre ağır şekilde cezalandırılan suçlar için yürütülen bir ceza yargılaması çerçevesinde başvurucu hakkında uygulanan tutuklama tedbiri, ifade özgürlüğü üzerinde tamamen varsayımsal bir risk değil gerçek ve fiilî bir kısıtlamadır. Dolayısıyla bu durum, başvurucunun Sözleşme'nin maddesi tarafından koruma altına alınan ifade özgürlüğünün kullanımına bir "müdahale" teşkil etmektedir (Şık/Türkiye, B. No: 53413/11, 8/7/2014, § 85). Aynı kararda AİHM, adli makamların ilgili ve yeterli gerekçe olmaksızın bir yılı aşkın süre boyunca başvurucuyu özgürlüğünden yoksun bırakarak başvurucunun genel kamu yararını ilgilendiren konularda görüşlerini ifade etme iradesi üzerinde caydırıcı bir etki ortaya çıkardığını değerlendirmiştir. AİHM; özgürlükten yoksun bırakma şeklinde bir tedbir uygulanmasının, başvurucu gibi devlet organlarının faaliyetleri ve tutumları hakkında araştırma yapmak ve yorumda bulunmak isteyen diğer bütün araştırmacı gazeteciler üzerinde kendi kendini sansürleme ortamı oluşturabileceğini ifade etmiştir (Benzer yöndeki karar için bkz. Şık/Türkiye, § 111). AİHM, anılan kararda kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının yanı sıra ifade özgürlüğünün de ihlal edildiği sonucuna varmıştır. AİHM, gazeteci olan ve tutuklandıktan sonra milletvekili seçilen Mustafa Ali Balbay ((k.k.), B. No: 666/11-73745/11, 26/3/2015, §§ 66-75) tarafından yapılan başvuruda ise suç işlendiğine dair şüphe duyulması için makul sebepler olmadığından bahisle tutuklamanın hukuki olmadığı yönündeki iddiayıincelerken başvurucuya yöneltilen suçlamalara (şiddet kullanarak hükûmeti devirmek amacıyla faaliyetlerde bulunmakla suçlanan bir suç örgütünün aktif üyelerinden biri olmak, özellikle basın ile söz konusu suç örgütü arasında koordinasyon görevini üstlenmek, ülkede kaotik bir durum yaratmak için bahsi geçen örgütün askerî üyelerinin talimatı altında faaliyet yürütmek, eski bir kuvvet komutanı askerin darbe günlüğünün bir bölümünü saklamak, devletin gizli belge ve bilgilerini yasa dışı şekilde elde etmek) dikkat çekmiştir. AİHM, başvurucunun ağır nitelikteki bu suçları işlediğine dair şüphelere dayanılarak telefon dinleme kayıtları, bazı suç ortaklarının ifadeleri, farklı aramalar sırasında el konulan belgeler gibi delillerin savcılık tarafından yakalama öncesinde toplandığını belirtmiş ve yargılama sonucunda başvurucunun 35 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edildiğine vurgu yapmıştır. AİHM bu değerlendirmesi sonucunda ceza dosyasının, başvurucunun kovuşturulmasına neden olan suçu işlemiş olabileceği konusunda objektif bir gözlemciyi ikna edebilecek bilgiler içerdiği kanaatine vararak iddiaları açıkça dayanaktan yoksun görerek kabul edilemez bulmuştur. Öte yandan AİHM, hükûmet ile ilgili olarak yapılmasına müsaade edilen eleştirinin sınırının bireyler veya siyasetçiler hakkında yapılan eleştiriye oranla daha geniş olduğunu belirtmiştir. AİHM'e göredemokratik bir sistemde, hükûmetin fiilleri ve ihmalleri sadece yasama ve yargı otoritelerinin değil aynı zamanda kamunun da incelemesine açık olmalıdır. Hükûmetin güçlü konumu dolayısıyla kendisine yönelik eleştirilere ve haksız saldırılara başka yöntemlerle karşılık vermesinin mümkün olduğu hâllerde ceza davası başlatma konusunda çekimser davranması gerekir (Ceylan/Türkiye [BD], B. No: 23556/94, 8/7/1999, § 34). Fuentes Bobo/İspanya (B. No: 39293/98, 29/2/2000, § 46) kararında AİHM, canlı radyo yayınında kullandığı ifadeler nedeniyle işten çıkarılan başvurucunun şikâyetini incelerken ifadelerin hangi bağlamda söylendiğini ve olayın bütününü, özellikle de canlı radyo yayını sırasında yapılan sözlü beyanların kamuya duyurulmadan önce yeniden formüle edilmesi veya değiştirilmesi ya da geri alınması imkânı bulunmamasını dikkate alacağını belirtmiştir. AİHM, Stojanovic/Hırvatistan (B. No: 23160/09, 19/9/2013, §§ 39, 62) kararında ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığını incelerken başvurucunun sorumluluğunun kapsamının kendi sözlerinin ötesine taşıp taşmadığının belirlenmesi gerektiğini ifade etmiştir. AİHM, derece mahkemelerince başvurucunun sorumluluğunun -bunu haklı gösterecek "ilgili ve yeterli" gerekçeler gösterilmeksizin- onun sözlerinin ötesinde genişletilmesi suretiyle ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir . AİHM; Reznik/Rusya (B. No: 4977/05, 4/4/2013, §§ 44, 45) kararında, canlı yayımlanan bir televizyon programında baro başkanı olan başvurucunun iki gardiyanın bir kadın avukatın üzerini aramasıyla ilgili sarf ettiği sözler sebebiyle açılan davada başvurucu aleyhine tazminata hükmedilmiş olmasının Sözleşme'nin maddesini ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır. AİHM bu sonuca ulaşırken başvurucunun bu ifadeleri, sözlerini yeniden formüle etmesine veya bir süzgeçten geçirmesine imkân olmayan, tansiyonun oldukça yüksek olduğu ve canlı yayımlanan bir tartışma programında kullandığına dikkat çekmiştir. AİHM; ayrıca hiçbir durumda başvurucunun sorumluluğunun kapsamının kullandığı sözlerinin ötesine geçmemesi, programa katılan diğer kişilerin ifade ve iddialarından sorumlu tutulmaması gerektiğini vurgulamıştır.
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/23672
Başvuru, gazeteci olan başvurucu hakkında uygulanan gözaltı ve tutuklama tedbirlerinin hukuki olmaması, tutukluluğa ilişkin kararların bağımsız ve tarafsız olmayan sulh ceza hâkimliklerince verilmesi, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması ve tutukluluğa itiraz incelemesinin duruşmasız olarak yapılması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; gazetecilik faaliyeti ve ifade özgürlüğü kapsamındaki eylemlerin tutuklamaya konu edilmesi nedeniyle ifade ve basın özgürlüklerinin; gözaltı ve tutukluluk süreçlerindeki bazı uygulamalar nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvuru, kasten adam öldürme ve kasten adam öldürmeye teşebbüs etmek suçlarını işlediğinden bahisle tesis edilen meslekten çıkarma cezasına karşı açılan iptal davasının kesinleşmemiş ceza mahkemesi kararına dayanılarak reddedilmesi nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucu, Gaziantep İl Emniyet Müdürlüğünde polis memuru olarak görev yapmaktayken kasten adam öldürme ve kasten adam öldürmeye teşebbüs etme suçlarını işlediğinden bahisle Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Disiplin Kurulunun 7/7/2015 tarihli kararıyla Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğü'nün maddesinin altıncı fıkrası uyarınca meslekten çıkarma cezası ile cezalandırılmıştır. Başvurucu meslekten çıkarılmasına ilişkin işlemin iptali talebiyle dava açmıştır. Gaziantep İdare Mahkemesi (Mahkeme) 19/1/2017 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Mahkeme kararının gerekçesi şöyledir:"... dava dosyasında bulunan soruşturma raporu, ifade tutanakları ve görüntü inceleme tutanağı ile davacının K.G.'ye yönelik kasten öldürme suçunu işlediğinden 15 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına, G.'ye yönelik kasten öldürmeye teşebbüs suçunu işlediğinden 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, Ö.G.'ye yönelik kasten öldürmeye teşebbüs suçunu işlediğinden 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, S.G.'ye yönelik kasten öldürmeye teşebbüs suçunu işlediğinden 8 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, H.G.'ye yönelik kasten öldürmeye teşebbüs suçunu işlediğinden 8 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, F.G.'ye yönelik kasten adam öldürmeye teşebbüs suçunu işlediğinden 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına, Ş.G.'ye yönelik kasten öldürmeye teşebbüs suçunu işlediğinden 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Kahramanmaraş Ağır Ceza Mahkemesi'nin 2015 tarih ve E:2014/138, K:2015/321 sayılı kararı'nın incelenmesi sonucunda, davacının kasten öldürme ve kasten öldürmeye teşebbüs fiileri subuta erdiğinden davacı hakkında eylemi karşılığı meslekten çıkarılma cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin konu dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır." Başvurucunun Mahkeme kararına karşı yaptığı istinaf istemi Gaziantep Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesinin (Bölge İdare Mahkemesi) 29/12/2017 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Danıştay Beşinci Dairesi 4/7/2019 tarihli kararıyla Bölge İdare Mahkemesi kararını kesin olarak onamıştır. Nihai karar başvurucuya 12/8/2019 tarihinde tebliğ edilmiş, başvurucu 11/9/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) kayıtlarının incelenmesinden İdare Mahkemesi kararının gerekçesinde yer verilen Kahramanmaraş Ağır Ceza Mahkemesinin (Ağır Ceza Mahkemesi) 2014/138 esas numaralı dosyasında başvurucu hakkında kasten adam öldürme ve kasten adam öldürmeye teşebbüs suçlarından ceza davası açıldığı anlaşılmıştır. Ağır Ceza Mahkemesi 17/11/2015 tarihli kararıyla mezkur suçlar yönünden başvurucu hakkında mahkûmiyet ve beraat hükümleri vermiştir. Başvurucuya ilişkin mahkûmiyet ve beraat kararlarının Yargıtay Ceza Dairesinin 15/10/2018 tarihli kararıyla (fazla ceza tayini, suçun nitelemesinde yanılgıya düşülmesi vs. sebeplerle) bozulduğu görülmüştür. Ağır Ceza Mahkemesinin bozma kararına uyarak 11/11/2019 tarihli kararıyla başvurucu hakkında kasten adam öldürme ve kasten adama öldürmeye teşebbüs suçlarından verilen cezaların Yargıtay Ceza Dairesinin 9/11/2021 tarihli kararıyla onandığı anlaşılmıştır.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/31489
Başvuru, kasten adam öldürme ve kasten adam öldürmeye teşebbüs etmek suçlarını işlediğinden bahisle tesis edilen meslekten çıkarma cezasına karşı açılan iptal davasının kesinleşmemiş ceza mahkemesi kararına dayanılarak reddedilmesi nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, işçilik alacaklarının tahsili talebiyle açılan davada yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurucuya ait başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra başvuru Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 30/12/2011 tarihinde dava açmıştır. Yargıtay Hukuk Dairesi 6/5/2019 tarihinde kararı onamış ve hüküm kesinleşmiştir. Başvurucu, açtığı davadaki yargılamanın uzun sürdüğü iddiasıyla 17/6/2019 tarihinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/22124
Başvuru, işçilik alacaklarının tahsili talebiyle açılan davada yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurucu, hırsızlık suçundan yargılandığı Kayseri Ağır Ceza Mahkemesinin E.2011/18 sayılı dosyasında, delillerin eksik ve hatalı değerlendirilmesi sonucu mahkûmiyetine karar verilmesi ve makul sürede yargılanmaması nedenleriyle Anayasa’nın maddesinde belirtilen adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvuru, 6/1/2014 tarihinde Vezirköprü Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Birinci Komisyonunca 30/6/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 11/9/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Adalet Bakanlığının 18/9/2014 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen olaylar özetle şöyledir: Başvurucu hakkında 3/4/2008 tarihinde otobüs bekleyen katılanın çantasını çekip sürükleyerek aldığı iddiasıyla aynı gün Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığınca hırsızlık suçundan soruşturma başlatılmıştır. Başvurucunun hırsızlık suçunu işlediği konusunda yeterli şüpheye ulaşan Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı, 29/4/2008 tarih ve E.2008/4543 sayılı iddianamesiyle aynı yer Asliye Ceza Mahkemesine kamu davası açmıştır. Daha önce savunması alınamayan ve iddianame kendisine tebliğ edilemeyen başvurucu, 4/2/2009 tarihinde yakalanmış ve aynı tarihli celsede savunması alınmıştır. Anılan Mahkemece, başvurucunun eyleminin yağma suçunu oluşturabileceği ihtimaline binaen dosya, 30/12/2010 tarih ve E. 2010/857, K.2010/1025 sayılı görevsizlik kararıyla aynı yer Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir. Kayseri Ağır Ceza Mahkemesinin 21/3/2011 tarih ve E.2011/18 ve K.2011/115 sayılı kararıyla başvurucu, yağma suçundan 6 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Başvurucunun temyizi üzerine anılan Mahkeme kararı, Yargıtay Ceza Dairesinin 12/9/2013 tarih ve E.2013/14177, K.2013/17155 sayılı ilamıyla onanmış ve karar aynı tarihte kesinleşmiştir. Başvurucuya onama kararı 11/12/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvuru, 6/1/2014 tarihinde yapılmıştır.B. İlgili Hukuk 23/3/2005 tarih ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un maddesi, 4/4/1929 tarih ve 1412 sayılı mülga Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 305 ila maddeleri, 26/9/2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun ve maddeleri.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/366
Başvurucu, hırsızlık suçundan yargılandığı Kayseri Ağır Ceza Mahkemesinin E. 2011/18 sayılı dosyasında, delillerin eksik ve hatalı değerlendirilmesi sonucu mahkûmiyetine karar verilmesi ve makul sürede yargılanmaması nedenleriyle Anayasa’nın 36. maddesinde belirtilen adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
1
Başvuru, Sabah gazetesinde ve gazetenin internet sitesinde yer alan bir haberde gerçeğe aykırı bilgilere yer verilmesi nedeniyle şeref ve itibarının korunması hakkının ihlal edildiğine ilişkindir. Başvuru 19/2/2014 tarihinde Antalya Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Birinci Komisyonunca 23/2/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 10/7/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvurunun bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 31/8/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş 30/9/2015 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını 7/10/2015 tarihinde sunmuştur. A. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, başvuru tarihi itibarıyla tıp profesörü unvanıyla bir üniversitede öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.  Sabah gazetesinin 20/4/2011 tarihli nüshasında ve gazetenin “www.sabah.com.tr” isimli internet sitesinde “Kadın profesörle hastasına restoranda ‘aşk’ baskını” başlıklı bir haber yayımlanmıştır. Söz konusu haberde, başvurucunun görev yaptığı üniversitede tedavi gören hastası ile yemek yediği bir restoranda hastasının eşi ve diğer bazı yakınlarının saldırısına uğradığı iddia edilmiştir. Bahsi geçen haber şöyledir: “… bir balık lokantasında 12 Nisan akşamı yaşanan olayda, doktoru olan … Üniversitesi Tıp Fakültesi …Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. A.T. ile yemek yiyen lösemi hastası Ö.Y., eşi, annesi ve babasının restorana geldiğini görünce hemen dışarı çıktı. A.T. de peşinden gitti. İddiaya göre, anne A.Y. ile gelini Y. profesöre saldırdı. Bu sırada dizlerinden yaralanan A.T.’nun gözlüğü kırıldı. Restoran çalışanları duruma müdahale ederek, polise haber verdi. İki çocuk annesi Y., 5 yıldır evli olduğu eşinin 7 Mart 2010’da lösemi tedavisi görmeye başladığını, ve A.T.’nun eşine karşı özel ilgisi olduğunu gözlemlediğini belirterek şunları söyledi: ‘Kontrol için profesörle birlikte Ankara’ya gittikten sonra eşim evi terk edip benden boşanmak istediğini söyledi. Kabul ettim. Ancak ailesi karşı çıktı. Aile toplantısı yaptık. Eşim bir hata yaptığını, ancak doktorun kendisini <Senin tedavini benden başka yapabilecek kimse yok. Boşanmıyorsan dosyayı sekreterime bırakıyorum> dediğini söyledi. Tedavide sıkıntı yaşayacağından korktuğumuz için bunlara katlandım.’ Y., kadın profesörün lösemi hastası eşini, sigara ve alkole alıştırdığını da iddia etti. Baba Y. da profesör A.T.’nun, oğlunu tehdit ederek kendine bağladığını öne sürdü. Baba ve anne, oğulları ile profesör hakkında suç duyurusunda bulundu. ‘Aramızda İlişki Yok’…Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan Ö.Y. ise evde ailesiyle tartıştığı ve morali bozuk olduğu için doktorunu aradığını, birlikte yemek yedikleri sırada annesiyle eşinin doktora saldırdığını, babasının da doktorun başına vurduğunu belirterek sadece işyeri çalışanlarından şikâyetçi oldu. Kendisine yöneltilen hiçbir suçlamayı kabul etmeyen A.T. de olay gecesi Ö.Y.’nin arayıp konuşmak istediğini belirterek, ‘Hepsinden şikâyetçiyim’ dedi. Taraflar hakkında kasten yaralama, hakaret, tehdit ve mala zarar verme suçlarından işlem yapıldı.” Başvurucu, bahsi geçen haber nedeniyle kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu iddiasıyla 27/4/2011 tarihinde Antalya Asliye Hukuk Mahkemesinde tazminat davası açmıştır.  Antalya Asliye Hukuk Mahkemesi, Sabah gazetesinde ve internet sitesinde yayımlanan haberin görünür gerçekliğe uygun olduğu gerekçesiyle 9/3/2012 tarihli kararı ile davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir: “… Mahkememize tarafların iddiaları doğrultusunda tüm deliller ve dokümanlar toparlanmış gösterilen tanıklar tek tek dinlenmiştir. Dinlenen davacı tanıkları Mahkememize, davacının hastalarının hepsine ilgi gösteren, yakınlık gösteren, iyi bir hekim olduğunu anlatmışlardır. Başsavcılığından celp edilen ceza dosyalarının tetkikinde; gazetenin ve internet sitesinin bildirdiği olayın esas itibarı ile gerçekleşmiş olduğu, ceza soruşturmasının devam ettiği, 2011/24584 soruşturma no.lu dosyada dava dışı Ö.Y.’ın Savcısı huzurunda verdiği 13/7/2011 tarihli beyanında açıkça ‘… aramızda duygusal bir yakınlaşma oldu. Yaklaşık 20-25 gün bu manada bir ilişki yaşadık, en son … balıkçıdaki olaydan sonra ilişkimiz de bitti…’ şeklinde beyanda bulunduğu, yani basının verdiği haberin yaşanan olaylara ilişkin olduğu, görünür gerçekliğe uygun olduğu görülmüştür. Basın görünür gerçekliği kamuoyu ile paylaşmak görevini, hakkını ve sorumluluğunu yürütmektedirler. Bu olayda yapılan haber görünür gerçekliğe uygundur. Eğer davacı bu haber sebebiyle manevi tazminat talebinde bulunacak ise haberi yayınlayan basından değil, yukarıdaki beyanı veren ve ilişkisi olduğu iddia olunan Ö.Y.’dan, beyanlarıyla böyle bir habere sebebiyet verdiği için manevi tazminat talebinde bulunmalıdır. Ayrıntılarıyla incelenen ceza soruşturmasına ilişkin dosyadan edinilen kanaatle davalı basın kuruluşunun yaptığı haberin olaya ve görünür gerçekliğe uygun olduğu, maddi gerçeğin ceza mahkemesince yapılacak yargılama sonucunda ortaya çıkacağı kanaatine varıldığından,…davanın reddine…” Temyiz üzerine Yargıtay Hukuk Dairesinin 13/6/2013 tarihli kararıyla hükmün usul ve yasaya uygun olduğundan bahisle onanmasına karar vermiştir.  Karar düzeltme istemi ise aynı Dairenin 12/12/2013 tarihli kararı ile reddedilmiş ve anılan karar başvurucu vekiline 29/1/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir.  Başvurucu 19/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun maddesi şöyledir: “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.”
Maddi ve manevi varlığın korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/2252
Başvuru, Sabah gazetesinde ve gazetenin internet sitesinde yer alan bir haberde gerçeğe aykırı bilgilere yer verilmesi nedeniyle şeref ve itibarının korunması hakkının ihlal edildiğine ilişkindir.
0
Başvuru, yargı kararının uygulanmaması nedeniyle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 17/9/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:A. Sit Alanıyla İlgili İdari ve Yargısal Süreç Başvurucunun hisse sahibi olduğu başvuru konusu Niğde'nin Merkez ilçesine bağlı Tepebağları Mahallesi'nde bulunan 93 ada 22 ve 23 parsel sayılı taşınmazlar mülga Nevşehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun (Kurul) 15/4/2000 tarihli kararıyla derece doğal sit alanı olarak ilan edilmiştir. Başvurucunun taşınmazlarının derece doğal sit alanından çıkartılması talebiyle 7/12/2006 tarihinde Kurula yaptığı başvuru 2/2/2007 tarihinde reddedilmiştir. Talebi reddedilen başvurucunun Aksaray İdare Mahkemesinde (Mahkeme) Kurulun 2/2/2007 tarihli ret işleminin iptali talebiyle 22/3/2007 tarihinde açtığı davada, dava konusu işlemin iptaline dair verilen karar Danıştay Altıncı Dairesince bozulmuştur. Mahkemece bozma kararı üzerine yapılan yargılama sonucunda davanın reddine karar verilmiş ancak bu kez anılan karar Danıştay Ondördüncü Dairesince (Daire) bozulmuştur. Bozma kararı sonrasında bu defa Mahkemece 17/8/2012 tarihinde dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, bilirkişi raporuna dayanılarak başvuru konusu taşınmazların derece doğal sit alanı özelliği göstermediği belirtilmiştir. İdarenin temyiz talebi üzerine Dairece 19/12/2013 tarihinde onanan karar, karar düzeltme yoluna gidilmemesi üzerine 6/3/2014 tarihinde kesinleşmiştir. Mahkeme kararının kesinleşmesinden sonra Nevşehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonun (Komisyon) 26/6/2014 tarihli kararıyla söz konusu şerhin kaldırılmasına karar verilmiş ise de Komisyon'un 27/11/2014 tarihli kararıyla şerhin kaldırılmasından vazgeçilerek konunun ekolojik temelli bilimsel araştırma raporunun sunulmasından sonra değerlendirileceği belirtilmiş ve taşınmazlar üzerine yeniden derece doğal sit alanı şerhi konulmuştur. Başvurucu 4/8/2016, 5/9/2016 ve 14/11/2016 tarihli dilekçeleriyle Mahkeme kararı doğrultusunda taşınmazlarının sit alanından çıkarılmasını talep etmiştir. Komisyonca, süreç özetlenerek yeni bir değerlendirme yapılmasına yer olmadığına dair karar verilmiştir.B. Ceza Soruşturması Süreci Başvurucu 10/3/2017 tarihli şikâyet dilekçesiyle söz konusu Mahkeme kararını uygulamayan yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Başvurucunun suç duyurusundan sonra Komisyon'un, başvuru konusu taşınmazların bulunduğu mahallenin doğal sit alanı statüsünden çıkarılmasına dair 21/7/2017 tarihli kararı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 28/11/2017 tarihinde onaylanmıştır. Nevşehir Cumhuriyet Başsavcılığı (Başsavcılık) tarafından görevi kötüye kullanma suçundan yapılan soruşturma kapsamında, Nevşehir Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne (Müdürlük) yazılan müzekkere 13/2/2018 tarihinde cevap verilmiştir. Müdürlük müzekkere cevabı özetle şöyledir:i. Mahkemece iptal kararı verilen Kurulun 2/2/2017 tarihli kararında başvuru konusu taşınmazların sit alanından çıkarılması talebinin hazırlanmakta olan koruma amaçlı imar planı ile birlikte değerlendirileceğine karar verildiği ve Mahkeme kararında 15/4/2000 tarihli Kurul kararına ilişkin herhangi bir iptal kararı bulunmadığı ifade edilmiştir. ii. Öte yandan taşınmazların sit alanından çıkarılmasına ilişkin ekolojik temelli bilimsel araştırma raporlarının hazırlanmasının zorunluluk olduğu ve 1/1/2015 tarihinde hazırlanmaya başlanan söz konusu raporların 4/6/2016 tarihinde tamamlandığı ve Komisyonca raporlar değerlendirilerek doğal sit-sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı olarak yeni sınırların tescil edildiği belirtilmiştir. iii. Buna göre başvuru konusu taşınmazların doğal sit alanı dışında kaldığı ve netice itibarıyla söz konusu Mahkeme kararının gereğinin yerine getirildiği vurgulanmıştır. Başsavcılıkça 22/2/2018 tarihinde kovuşturma yapılmasına yer olmadığına (takipsizlik) karar verilmiştir. Kararın gerekçesinde, Müdürlüğün 13/2/2018 tarihli müzekkere cevabına değinilerek 28/11/2017 tarihinde onaylanan Komisyon kararıyla başvuru konusu taşınmazların doğal sit alanı dışında kaldığı ve böylece Mahkeme kararının gereğinin yerine getirildiği açıklanarak görevi kötüye kullanma suçunun yasal unsurlarının oluşmadığı ifade edilmiştir. Takipsizlik kararı başvurucuya 4/4/2018 tarihinde tebliğ edilmiş ve başvurucu 18/4/2018 tarihinde takipsizlik kararına itiraz etmiştir. İtirazı inceleyen Nevşehir Sulh Ceza Hâkimliği 29/7/2018 tarihinde itirazın kesin olarak reddine karar vermiştir. İtirazın reddine dair karar, başvurucuya 17/8/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 17/9/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/29908
Başvuru, yargı kararının uygulanmaması nedeniyle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, işveren ile arasındaki güven ilişkisinin bozulduğu gerekçesiyle başvurucunun iş sözleşmesinin feshedilmesi üzerine açtığı işe iade davasında, adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 10/6/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: 19/9/1979 doğumlu olan başvurucu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Diyarbakır Sur İlçe Belediyesi bünyesinde alt işveren konumundaki şirketin personeli olarak çalışmaktayken 5/2/2017 tarihinde iş akdi tek taraflı olarak feshedilmiştir. Başvurucu, feshin geçersizliğinin tespitine ve işe iadesine karar verilmesi talebiyle 31/5/2017 tarihinde dava açmıştır. Diyarbakır İş Mahkemesi (Mahkeme) 6/7/2018 tarihinde davayı reddetmiştir. Başvurucu, karara karşı 6/9/2018 tarihinde istinaf yoluna başvurmuştur. Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 18/3/2019 tarihinde istinaf başvurusunu esastan reddetmiştir. Nihai karar başvurucuya 18/5/2019 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 10/6/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/21330
Başvuru, işveren ile arasındaki güven ilişkisinin bozulduğu gerekçesiyle başvurucunun iş sözleşmesinin feshedilmesi üzerine açtığı işe iade davasında, adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvurucu, işverene ait kendisinin kullanımında olan telefonla özel görüşmeler yapması nedeniyle iş akdinin işverence feshedilmesi sonrasında açtığı işe iade davasında verilen ret kararı sonucu çalışma, özel hayatın gizliliği ve adil yargılanma hakları, eşitlik ilkesi ile haberleşme hürriyetinin ve Anayasa’nın maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüş, yeniden yargılama yapılarak ihlalin giderilmesi ya da tazminat ödenmesi talebinde bulunmuştur. Başvuru, 7/5/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 26/7/2013 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm tarafından 6/2/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Adalet Bakanlığının 7/4/2014 tarihli görüş yazısı, 17/4/2014 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili Adalet Bakanlığı cevabına karşı beyanlarını yasal süresi içinde 30/4/2014 tarihinde ibraz etmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, 1997 yılı Mart ayından itibaren ASKİ’nin taşeron firması olan işveren ortak girişim firmasında (İşveren) sayaç okuma işinde çalışırken 2010 yılında İ.A. isimli bir şahsın eşini işverene ve kendisine ait GSM hatlarıyla arayarak kişinin huzur ve sükûnunu bozduğu gerekçesiyle hakkında Şarkışla Cumhuriyet Savcılığı tarafından soruşturma başlatılmıştır. Başvurucunun iş akdi, 3/11/2010 tarihinde, aynı olaya ilişkin olarak “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller” gerekçesiyle işveren tarafından feshetmiştir. Başvurucu 1/12/2010 tarihinde Ankara İş Mahkemesi (Mahkeme) nezdinde işe iade istemli tespit davası açmıştır. Şarkışla Ceza Mahkemesi 12/9/2011 tarihli ve E.2011/223, K.2011/310 sayılı kararıyla TCK 123/1 maddesinde yer alan atılı suçun şikâyete bağlı bir suç olması ve müştekinin şikâyetinden vazgeçmesi sonucu başvurucu hakkında yürütülen davada düşme kararı vermiştir. İş Mahkemesi, 3/3/2011 tarihli duruşmada ulaşılamayan davalıya ulaşılması amacıyla tebligat yapılmasına, 28/4/2011 tarihli duruşmada tarafların delillerini sunmasına ve taraflarca belirlenen tanıklara davetiye çıkarılmasına karar vermiş, 15/6/2011 ve 15/9/2011 tarihli duruşmalarda ise tarafların gösterdiği tanıkları dinlemiştir. Mahkeme, 1/12/2011 tarih ve E.2010/1071, K.2011/739 sayılı kararla başvurucunun ahlak dışı davranışlarının ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın kabulüne, başvurucunun işe iadesine, işe iade edilmemesi halinde beş aylık ücreti tutarında tazminat ödenmesine, işe iadesi halinde dört aylık ücretin başvurucuya ödenmesine ve bu ödemenin kıdem ve ihbar tazminatından mahsubuna karar vermiştir. Bahsedilen Mahkeme kararı temyiz edilmiş, temyiz incelemesi yapan Yargıtay Hukuk Dairesi tarafından 12/11/2012 tarih ve E.2012/34516, K.2012/37178 sayılı kararla ve başvurucunun kendisinin kullanımına tahsisli işverene ait bir telefon hattıyla birçok kez bir kadınla özel görüşmeler yaptığının sabit olduğu, söz konusu kadının eşinin şikâyetçi olması üzerine Şarkışla Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan soruşturma neticesinde telefon numarasının tespit edildiği ve işveren vekilinin şüpheli sıfatıyla ifadesinin alındığı, davacının üzerine atılı suçtan açılan kamu davasında müştekinin şikâyetinden vazgeçmesi nedeniyle düşme kararı verildiği, işverenin iş gereği kullanmak üzere kendisine verdiği telefonu tahsis amacı ve iş dışında kullanmak suretiyle işverenin güvenini kötüye kullandığı ve feshin haklı nedene dayandığı gerekçesiyle, Mahkeme kararının bozularak ortadan kaldırılmasına ve davanın reddine karar verilmiştir. Karar aynı tarihte kesinleşmiş ve başvurucuya 29/4/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 7/5/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 12/1/2011 tarih ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Usul ekonomisi ilkesi” kenar başlıklı maddesi şöyledir: “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” 6100 sayılı Kanun’un “Diğer kanunlardaki yargılama usulü ile ilgili hükümler” kenar başlıklı maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir: “Diğer kanunların sözlü yahut seri yargılama usulüne atıf yaptığı hâllerde, bu Kanunun basit yargılama usulü ile ilgili hükümleri uygulanır.” 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun “Fesih bildirimine itiraz ve usulü” kenar başlıklı maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:“ Dava seri muhakeme usulüne göre iki ay içinde sonuçlandırılır. Mahkemece verilen kararın temyizi halinde, Yargıtay bir ay içinde kesin olarak karar verir.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/2929
Başvurucu, işverene ait kendisinin kullanımında olan telefonla özel görüşmeler yapması nedeniyle iş akdinin işverence feshedilmesi sonrasında açtığı işe iade davasında verilen ret kararı sonucu çalışma, özel hayatın gizliliği ve adil yargılanma hakları, eşitlik ilkesi ile haberleşme hürriyetinin ve Anayasa’nın 14. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüş, yeniden yargılama yapılarak ihlalin giderilmesi ya da tazminat ödenmesi talebinde bulunmuştur.
0
Başvuru; alacak davasında yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmaması, kanun yolu aşamasında gerekçesiz karar verilmesi ve delillerin takdirinde hata yapılması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 12/11/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca başvurunun içtihadın oluştuğu alana ilişkin olduğu değerlendirilerek Bakanlık cevabı beklenmeden incelenmesine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, zorunlu göç nedeniyle 1989 yılında Bulgaristan'dan Türkiye'ye gelmiştir. Zorunlu göçe tabi olan soydaşların iskân edilmelerine destek olmak amacıyla inşa edilecek konutlardan edinmek için sözleşme imzalayan başvurucu, peşinat olarak toplamda 000 TL ödeme yapmıştır. Başvurucu ödemiş olduğu peşinatın daire maliyetinden mahsup edilmemesi nedeniyle 5/11/2010 tarihinde Ankara Tüketici Mahkemesi (Mahkeme) nezdinde alacak davası açmıştır. Mahkeme 1/3/2013 tarihli kararı ile davayı esastan reddetmiştir. Yargıtay Hukuk Dairesi 16/1/2018 tarihli kararı ile ret hükmünü gerekçesini düzelterek onamışır. Buna göre nihai ret gerekçesinde, dosya içinde yer alan kamu kurumu yazışmaları, bilgi, belge ve raporlar uyarınca evlerin maliyet bedelinin daha altında bir bedelle yapılan borçlandırma sözleşmesi ile ev satın alan başvurucunun maliyetinin altında bir tutar karşılığında ev sahibi olduğu anlaşıldığından davanın hukuki dayanaktan yoksun olduğu ifade edilmiştir. Karar düzeltme istemi de 25/9/2018 tarihinde aynı Daire tarafından reddedilmiştir. Başvurucu, nihai kararı 15/10/2018 tarihinde tebellüğ ettikten sonra 12/11/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuşlardır. İlgili hukuk için bkz. Güner Yıldırım ve Arif Aydoğmuş, B. No: 2014/20030, 17/11/2016, §§ 18-
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2018/32664
Başvuru, alacak davasında yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmaması, kanun yolu aşamasında gerekçesiz karar verilmesi ve delillerin takdirinde hata yapılması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, işe iade talebiyle açılan davada aleyhe yargılama giderlerine hükmedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Vakıf üniversitesinde yardımcı doçent unvanıyla çalışmakta olan başvurucunun iş sözleşmesi, üniversite yönetimi tarafından 26/5/2017 tarihinde feshedilmiştir. Başvurucu, iş akdinin haksız olarak feshedildiğini ileri sürerek işe iade ve tazminat talebiyle 22/6/2017 tarihinde dava açmıştır. İstanbul Anadolu İş Mahkemesi (Mahkeme) 1/11/2018 tarihli kararla davanın kabulüne karar vermiştir. Davalının söz konusu karara yönelik istinaf başvurusu üzerine İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi (Daire) 28/11/2019 tarihli kararıyla mahkemenin kabulüne dair kararını kaldırarak davanın usulden reddine kesin olarak karar vermiştir. Daire gerekçeli kararında, Yargıtay Hukuk Dairesinin 23/1/2019 tarihli ve E.2017/19693, K.2019/2131 sayılı kararına atıfla başvurucu ile üniversite arasındaki ilişkinin statü hukukuna tabi olduğunu ifade ederek sözleşmenin feshine ilişkin uyuşmazlığın çözümlenmesi görevinin idari yargı mercilerine ait bulunduğuna işaret etmiştir. Nihai karar, başvurucu vekiline 13/1/2020 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 22/1/2020 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/3918
Başvuru, işe iade talebiyle açılan davada aleyhe yargılama giderlerine hükmedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, özel güvenlik görevlisi olarak çalışma izni verilmesi için yapılan başvurunun reddine yönelik işlemin iptali talebiyle açılan davada masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 31/1/2019 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, silahlı özel güvenlik görevlisi olarak çalışmak için yenileme eğitim sertifikasıyla Ankara Valiliğine başvuruda bulunmuştur. Ankara Valiliği Özel Güvenlik Komisyonunun 25/6/2015 tarihli kararıyla başvurucunun özel güvenlik görevlisi olarak çalıştırılması uygun görülmemiştir. Kararda; yapılan güvenlik soruşturmasında başvurucu hakkında açılan ceza davasında verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) kararı verildiği belirtilmiştir. Başvurucu, mezkûr işlemin iptali talebiyle dava açmıştır. Ankara İdare Mahkemesi (Mahkeme) 3/5/2018 tarihli kararıyla davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:"...davacı hakkında cinsel taciz suçundan hakkında yargılama yapılarak eyleminin sabit bulunduğu, ancak hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilerek 5 yıl denetim süresi uygulanmasına karar verildiği, dava konusu işlem tarihi itibarıyla denetim süresi tamamlanmadığından hükmün ortadan kaldırılmadığı görülmekte olup, cinsel dokunulmazlığa karşı suç işleyenlerin özel güvenlik personeli olamayacağı hususu karşısında hakkında cinsel saldırı suçundan yargılama yapılan ve dava konusu işlem tarihi itibarıyla denetim süresini tamamlamayan davacının özel güvenlik personeli olarak çalıştırılmasının uygun görülmemesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır." Başvurucu, bu karara karşı istinaf kanun yoluna başvurmuştur. Başvurucu; Mahkemeye sunduğu 3/7/2018 tarihli ek beyan dilekçesiyle, hakkında HAGB kararı verilen davanın Acıpayam Asliye Ceza Mahkemesinin 25/6/2018 tarihli ve E.2010/537, K.2013/630 sayılı ek kararı ile kaldırılarak düşmesine karar verildiğini belirtmiştir. Başvurucu, bu hususun gözönünde bulundurulmasını talep etmiştir. Başvurucunun istinaf talebi Bölge İdare Mahkemesinin 23/11/2018 tarihli kararıyla ayrı bir gerekçe belirtilmeksizin, reddedilerek karar kesinleşmiştir. Başvurucu, nihai kararı 2/1/2019 tarihinde öğrenmiştir. Başvurucu 31/1/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucu hakkında cinsel saldırı suçundan açılan davada (kapatılan) AcıpayamSulh Ceza Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2010/472, K.2013/225 sayılı kararıyla başvurucunun 93 gün adli para cezası ile cezalandırılmasına, 5 yıl denetim süresine tabi tutulmasına ve HAGB'ye karar verilmiştir. Söz konusu karar 21/6/2013 tarihinde kesinleşmiştir. Acıpayam Asliye Ceza Mahkemesi 25/6/2018 tarihli ve E.2010/537, K.2013/630 sayılı ek kararı ile başvurucu hakkındaki HAGB kararının ortadan kaldırılarak davanın düşmesine karar vermiştir. A. Ulusal Hukuk 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun "Hükmün açıklanması ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir: "(5) Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıl veya daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder.... (8) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmesi halinde sanık, beş yıl süreyle denetim süresine tâbi tutulur...... (10) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranıldığı takdirde, açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verilir. (11) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranması halinde, mahkeme hükmü açıklar..."B. Yargıtay İçtihadı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun HAGB kurumunun niteliğine yer verilen 1/2/2012 tarihli ve E.2011/19-639, K.2012/30 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:"...hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı ile kurulan hüküm, belli bir süre sanık hakkında hüküm ifade etmemekte, herhangi bir sonuç doğurmamaktadır. Sanık bulunduğu hal üzere bırakılmakta, aynen yargılanan kimsenin durumunda kalmakta ve yapılan yargılama geçici bir süre askıda kalmaktadır. Askı süresi boyunca, yargılanan kimsenin sanık sıfatı devam eder ise de, hiçbir şekilde bu kimse hükümlü sayılamaz." Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23/10/2018 tarihli ve E.2017/4-1353, K.2018/1552 sayılı ile 31/1/2019 tarihli ve E.2017/13-681, K.2019/46 sayılı kararlarında da HAGB kurumuna yönelik olarak yukarıda alıntısı yapılan kararla aynı nitelendirmeye yer verilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/3819
Başvuru, özel güvenlik görevlisi olarak çalışma izni verilmesi için yapılan başvurunun reddine yönelik işlemin iptali talebiyle açılan davada masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvurucu, hakkında açılan ceza davasının 13 yıl sürmesi, hükme esas alınan bilirkişi raporunun katılan taraf kurumun mensuplarınca hazırlanması ve beyanları hükme esas alınan tanığın savcılık ile mahkeme huzurundaki ifadelerinin değerlendirmeye alınmadığı gerekçeleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürerek tazminata ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesini talep etmiştir. Başvuru, başvurucu vekili tarafından 4/3/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 25/3/2013 tarihinde başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm, 4/12/2013 tarihinde yapılan toplantıda kabul edilebilirlik ve esas hakkındaki incelemenin birlikte yapılmasına karar vermiştir. Başvuru konusu olay ve olgular 6/12/2013 tarihinde Adalet Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı, görüşünü 4/2/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur. Adalet Bakanlığı tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş başvurucuya 5/2/2014 tarihinde bildirilmiştir. Başvurucu, Adalet Bakanlığının görüşüne karşı beyanlarını 24/2/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile Adalet Bakanlığının görüşünde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, 1997 yılında, Ordu İli Kumru İlçesinde doktor olarak çalışmıştır. Başvurucu dışındaki bir kısım sanıklar hakkında resmi evrakta sahtecilik suçundan Ünye Cumhuriyet Başsavcılığının 26/5/1999 tarihli iddianamesi ve 24/9/1999 tarihli ek iddianamesiyle Ünye Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açılmıştır. Ünye Ağır Ceza Mahkemesi 28/12/1999 tarihinde görevsizlik kararı vererek dosyayı Ordu Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir. Ordu Ağır Ceza Mahkemesi, 31/1/2000 tarihli kararı ile Ünye Ağır Ceza Mahkemesinden görevsizlikle gelen dosya ile kendi esasında kayıtlı 1999/201 esas sayılı dava dosyasının birleştirilmesine karar vermiştir. Ünye Cumhuriyet Başsavcılığı, 31/5/2000 tarihli iddianamesiyle bir kısım başka sanıklar hakkında yalan tanıklık suçundan cezalandırılmaları için Ünye Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açmıştır. Ünye Ağır Ceza Mahkemesi bu dava dosyasının 24/10/2000 tarihli kararı ile Ordu Ağır Ceza Mahkemesinin 1999/201 esas sayılı dava dosyası ile birleştirilmesine karar vermiştir. Başvurucunun, 1997 yılında hastaları muayene etmeden reçete yazdığı iddiasıyla Ünye Cumhuriyet Başsavcılığının 1/12/2000 tarihli iddianamesiyle, resmi evrakta sahtecilik suçundan cezalandırılması için Ünye Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açılmıştır. Başvurucu hakkında açılan davanın, Ünye Ağır Ceza Mahkemesinin 26/4/2001 tarihli kararı ile Ordu Ağır Ceza Mahkemesinin 1999/201 esas sayılı davası ile birleştirilmesine karar verilmiştir. Başvurucu hakkında ayrıca 18/10/2001 tarihli ek iddianameyle dolandırıcılık suçundan cezalandırılması için bu kez Ordu Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açılmıştır. Ordu Ağır Ceza Mahkemesinin 1999/201 Esas sayılı dava dosyası üzerinden yapılan yargılama sonucunda Mahkemenin 6/2/2002 tarihli kararı ile başvurucu dâhil tüm sanıkların cezalandırılmalarına karar verilmiştir. Temyiz üzerine Yargıtay Ceza Dairesinin 18/2/2004 tarihli ilamı ile karar bozularak dosya Ordu Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir. Ordu Ağır Ceza Mahkemesi 27/12/2004 tarihinde görevsizlik kararı vererek dosyayı Ünye Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir. Ünye Ağır Ceza Mahkemesinin 2005/43 Esas sayılı dosyasında yapılan yargılama sonucunda Mahkemenin 12/6/2007 tarihli kararı ile başvurucu hakkında devam eden kamu kurumunu dolandırmak suçundan açılan kamu davasının dava zamanaşımının dolması sebebiyle düşürülmesine ancak başvurucunun resmi evrakta sahtecilik suçundan cezalandırılmasına karar verilmiştir. Temyiz üzerine Yargıtay Ceza Dairesinin 15/5/2008 tarihli ilamı ile karar bozulmuş, dosya tekrar Ünye Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir. Ünye Ağır Ceza Mahkemesinin 2008/133 Esas sayılı dosyasında yapılan yargılama sonucunda Mahkemenin 17/11/2009 tarihli kararı ile başvurucunun “evrakta sahtekarlık” suçundan 2 yıl 11 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Temyiz üzerine Yargıtay Ceza Dairesinin 11/12/2012 tarihli ilamı ile karar onanmıştır.B. İlgili Hukuk 1/3/1926 tarih ve 765 sayılı Mülga Türk Ceza Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası şöyledir:“Bir memur memuriyetini icrada tamamen veya kısmen sahte bir varaka tanzim eder veya hakiki bir varakayı tağyir ve tahrif eyler ve bundan dolayı umumi ve hususi bir mazarrat tevellüt edebilirse üç seneden on seneye kadar ağır hapis cezasına mahküm olur. Eğer işbu varaka sahteliği ispat edilmedikçe muteber olan evrak kabilinden ise ağır hapis cezası beş seneden on iki seneye kadar verilir.”
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/1664
Başvurucu, hakkında açılan ceza davasının 13 yıl sürmesi, hükme esas alınan bilirkişi raporunun katılan taraf kurumun mensuplarınca hazırlanması ve beyanları hükme esas alınan tanığın savcılık ile mahkeme huzurundaki ifadelerinin değerlendirmeye alınmadığı gerekçeleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürerek tazminata ve yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
1
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 24/4/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, 2006 yılında tapusuz taşınmazın tescili talebiyle dava açmıştır. Kızıltepe Asliye Hukuk Mahkemesi 10/11/2008 tarihli kararı ile başvurucu tarafından açılan davanın kabulüne karar vermiştir. Karar, Yargıtay Hukuk Dairesinin 22/10/2009 tarihli ilamı ile bozulmuştur. Bozma üzerine Mahkemece 23/6/2010 tarihli karar ile davanın kabulüne karar verilmiştir. Temyiz üzerine karar, Yargıtay Hukuk Dairesinin 24/9/2012 tarihli ilamı ile bozulmuştur. Kızıltepe Asliye Hukuk Mahkemesinin kurulmasının ardından yargılamaya Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2013/632 sayılı dosyası üzerinden devam edilmiş; Mahkemece 23/5/2014 tarihinde davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden yapılan araştırma neticesinde dava dosyasının temyiz incelemesi için Yargıtaya gönderildiği anlaşılmıştır.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/5591
Başvuru, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasına bağlı olarak işveren ile arasındaki güven ilişkisinin bozulduğu gerekçesiyle iş sözleşmesinin feshedilmesi üzerine açılan işe iade davasında makul sürede yargılanma hakkının, masumiyet karinesinin, eşitlik ilkesinin ve cezaların şahsiliği ilkesinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Başvuru 24/1/2020 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 1/4/2010 tarihinden itibaren Ankara Büyükşehir Belediyesi bünyesinde alt işveren konumundaki şirketin güvenlik görevlisi olarak çalışmaktayken 20/11/2017 tarihli ve 696 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin (696 sayılı KHK) maddesiyle 27/6/1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'ye (375 sayılı KHK) eklenen geçici maddesi kapsamında sürekli işçi kadrosuna atanmak için başvurmuştur. Başvurucunun talebi kabul edilerek 1/4/2018 tarihinden itibaren şirkette kalorifer ateşçisi olarak çalışmaya başlamıştır. Başvurucu hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yaptırılmıştır. Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının olumsuz sonuçlanması nedeniyle başvurucunun iş akdi 31/5/2018 tarihinde tek taraflı olarak feshedilmiştir. Başvurucu, feshin geçersizliğinin tespitine ve işe iadesine karar verilmesi talebiyle 25/7/2018 tarihinde dava açmıştır. Ankara İş Mahkemesi 9/7/2019 tarihinde davayı reddetmiştir. Başvurucu karara karşı 28/7/2019 tarihinde istinaf yoluna başvurmuştur. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 14/11/2019 tarihinde, ilk derece mahkemesi kararının arabuluculuk ücreti yönünden kamu düzenine aykırılık sebebiyle kaldırılmasına ve gerekçesi değiştirilerek davanın kesin olarak reddine karar vermiştir. Nihai karar başvurucuya 1/1/2020 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 24/1/2020 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/4781
Başvuru, güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasına bağlı olarak işveren ile arasındaki güven ilişkisinin bozulduğu gerekçesiyle iş sözleşmesinin feshedilmesi üzerine açılan işe iade davasında makul sürede yargılanma hakkının, masumiyet karinesinin, eşitlik ilkesinin ve cezaların şahsiliği ilkesinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
0
Başvurucu, gayrimenkul satış vaadi sözleşmesiyle satın aldığı taşınmazlara yönelik olarak açtığı tescil davalarının reddedildiğini, temyiz üzerine Yargıtay tarafından bir kısmının onandığını, bir kısmının bozulduğunu belirterek, mülkiyet hakkı ile adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvuru, 17/5/2013 tarihinde Mersin Sulh Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca, başvurunun karara bağlanması için Bölüm tarafından ilke kararı alınması gerekli görüldüğünden, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. A. Olaylar Başvuru dilekçesindeki ilgili olaylar özetle şöyledir: a) Başvurucu, 11/6/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde Huri Özbağ aleyhine açtığı davada, noterde düzenlenen 8/1/1997 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/726, K.2011/1196 sayılı kararla iştirak hâlinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 23/3/2012 tarih ve E.2012/2747, K.2012/4366 sayılı kararıyla başvurucunun, 178 numaralı taşınmazın ifraz ve tescili sonucu oluşan 902 parsel sayılı taşınmazlar dışındaki taşınmazlardan pay satın alarak paylı mülkiyete dâhil olduğuna göre sözleşmenin ifa olanağı bulunduğu gerekçesiyle hüküm bozulmuştur. a) Başvurucu, 17/6/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, İbrahim Çınar mirasçıları aleyhine açtığı davada, noterde düzenlenen 8/1/1997 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/751, K.2011/1199 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 9/5/2012 tarih ve E.2012/4680, K.2012/6612 sayılı kararıyla başvurucunun, 178 numaralı taşınmazın ifraz ve tescili sonucu oluşan 902 parsel sayılı taşınmazlar dışındaki taşınmazlardan pay satın alarak paylı mülkiyete dâhil olduğuna göre sözleşmenin ifa olanağı bulunduğu gerekçesiyle hüküm bozulmuştur. a) Başvurucu, 25/11/2008 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Hüriye Şahin aleyhine açtığı davada, noterde düzenlenen 8/3/2000 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2008/1282, K.2011/1198 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 23/3/2012 tarih ve E.2012/3278, K.2012/4365 sayılı kararıyla başvurucunun, 178 numaralı taşınmazın ifraz ve tescili sonucu oluşan 902 parsel sayılı taşınmazlar dışındaki taşınmazlardan pay satın alarak paylı mülkiyete dâhil olduğuna göre sözleşmenin ifa olanağı bulunduğu gerekçesiyle hüküm bozulmuştur. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Hüriye Gündüz aleyhine açtığı davada, noterde düzenlenen 6/3/2000 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1065, K.2011/1202 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 23/3/2012 tarih ve E.2012/2752, K.2012/4364 sayılı kararıyla başvurucunun, 178 numaralı taşınmazın ifraz ve tescili sonucu oluşan 902 parsel sayılı taşınmazlar dışındaki taşınmazlardan pay satın alarak paylı mülkiyete dâhil olduğuna göre sözleşmenin ifa olanağı bulunduğu gerekçesiyle hüküm bozulmuştur. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Yusuf Tezcan aleyhine açtığı davada, 1/7/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1060, K.2011/1194 sayılı kararla iştirak hâlinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 21/3/2013 tarih ve E.2013/849, K.2013/4065 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 19/4/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Ayşe Kızılalan aleyhine açtığı davada, 20/8/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1064, K.2011/1201 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 12/2/2013 tarih ve E.2013/839, K.2013/1332 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 8/3/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Gülsüm Kütük aleyhine açtığı davada, 1/7/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1057, K.2011/1203 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 12/2/2013 tarih ve E.2013/848, K.2013/1330 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 8/3/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Ayşe Coşar aleyhine açtığı davada, 1/1/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1059, K.2011/1193 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 12/2/2013 tarih ve E.2013/840, K.2013/1329 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 8/3/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Mehmet Akça aleyhine açtığı davada, 1/7/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1061, K.2011/1195 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 12/2/2013 tarih ve E.2013/842, K.2013/1331 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 8/3/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Halil İslim aleyhine açtığı davada, 20/8/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1062, K.2011/1197 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 27/11/2012 tarih ve E.2012/4678, K.2012/11236 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 26/12/2012 tarihinde tebliğ edilmiştir. a) Başvurucu, 1/9/2009 tarihinde Silifke Sulh Hukuk Mahkemesinde, Halil Mukuoğlu aleyhine açtığı davada, 1/7/1990 tarihli harici satış sözleşmesine dayalı olarak 178 numaralı parselin adına tescilini talep etmiş, Mahkemece, 1/12/2011 tarih ve E.2009/1063, K.2011/1192 sayılı kararla iştirak halinde mülkiyetin esas olduğu taşınmazda mirasçının miras şirketine dâhil olmayan kişiye yaptığı satışın geçerli olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. b) Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 12/2/2013 tarih ve E.2013/808, K.2013/1333 sayılı kararıyla karar düzeltme yolu kapalı olarak hüküm onanmıştır. c) Karar başvurucuya, 8/3/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.B. İlgili Hukuk 22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun maddesinin birinci şöyledir: “Mülkiyetin kazanılmasına esas olacak bir hukuki sebebe dayanarak malikten mülkiyetin kendi adına tescilini istemek hususunda kişisel hakka sahip olan kimse, malikin kaçınması halinde hâkimden, mülkiyetin hükmen geçirilmesini isteyebilir.” 4721 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir:“Kanun veya kanunda öngörülen sözleşmeler uyarınca oluşan topluluk dolayısıyla mallara birlikte malik olanların mülkiyeti, elbirliği mülkiyetidir. Elbirliği mülkiyetinde ortakların belirlenmiş payları olmayıp her birinin hakkı, ortaklığa giren malların tamamına yaygındır.” 22/4/1926 tarih ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası şöyledir:“Bir akdin ilerde inşa edilmesine dair yapılan mukavele muteberdir.”
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/3351
Başvurucu, gayrimenkul satış vaadi sözleşmesiyle satın aldığı taşınmazlara yönelik olarak açtığı tescil davalarının reddedildiğini, temyiz üzerine Yargıtay tarafından bir kısmının onandığını, bir kısmının bozulduğunu belirterek, mülkiyet hakkı ile adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
0
Başvuru, tarla vasfını haiz taşınmazın bir bölümü üzerinden kamulaştırma yapılmaksızın enerji nakil hattı geçirilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 20/9/2017 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca 8/5/2019 tarihinde kısmi kabul edilemezlik kararı ile birlikte mülkiyet hakkı yönünden başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu Muhubet Sever 1943 doğumlu olup Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde ikamet etmektedirler. Başvurucuların Diyarbakır'ın Silvan ilçesi Pınarbaşı ve Boyunlu Mahallesi'nde kain toplam büyüklüğü 7200 m² olan 205 parsel numaralı tarla niteliğindeki taşınmazının 522,80 m²lik kısmının üzerinden kamulaştırma yapılmadan veya idari irtifak tesis edilmeksizin 2006 yılında enerji nakil hattı geçirilmiş, ayrıca anılan kısma elektrik direği dikilmiştir. Başvurucu 16/2/2012 tarihinde Dicle Elektrik Dağıtım A.Ş. (DEDAŞ) aleyhine Silvan Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davası açmıştır. Başvurucu dava dilekçesinde; üzerinde meyve ağaçları bulunan ve bahçe niteliğinde olan taşınmazının bugüne kadar kamulaştırılmaksızın kullanıldığını ifade etmiştir. Dilekçede, taşınmazının yerinin merkezi nedeniyle diğer taşınmazlardan daha değerli olduğunu, tazminat ve ecrimisil ödenmesi gerektiğini belirtmiştir. Davalı idare ise savunmasında davanın hukuki dayanaktan yoksun olduğunu, el atılan alanın 205 parsel sayılı taşınmaz içinde olmadığını ileri sürmüştür. Mahkemece 25/12/2014 tarihinde bilirkişilerle birlikte keşif yapılmıştır. Ziraat ve mülk uzmanı teknik bilirkişi kurulunun 28/4/2015 tarihli raporunda, taşınmazın kuru tarla olduğu belirtilerek net gelir yöntemine göre irtifak hakkı bedeli hesaplanmıştır. Bilirkişi raporunda özetle şu tespitlere yer verilmiştir:i. Taşınmazın buğday, mercimek tarımı için uygun olduğu, ulaşım ve pazarlama sorunu bulunmadığı raporda açıklanmıştır. ii. Raporda dava tarihindeki mevkii ve şartlara göre taşınmazın toprak durumunun, verimliliğinin, sulanabilirlik durumunun, uygulanan münavebe sisteminin dikkate alındığı ifade edilmiştir. Yine raporda Silvan İlçe Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğüne ait maliyet cetvelinde yer alan verim ve üretim giderleri ile aynı yıla ait mahsul birim fiyatlarının hesaplamalarda kullanıldığı hususuna vurgu yapılmıştır.iii. Raporda yapılan hesaplamaya göre dekar başına ortalama net gelir 241,43 TL'dir. Bilirkişi heyeti kapitalizasyon faiz oranının %6 alınmasının uygun olacağı kanaatini bildirmiş, arazinin m²sinin 4,02 TL olduğunu hesaplamıştır.iii. Taşınmazların kullanım bütünlüğünün bozulması nedeniyle değer kaybı oluşacağı, değer düşüklüğü oranının taşınmazın tüm değerinin %0,016'sını geçemeyeceği kabul edilmiştir. iv. Sonuç olarak taşınmazda yer alan 162 m²lik pilon yeri için 651,24 TL pilon yeri bedeli hesaplanmış, ardından 360 m² büyüklüğünde olan irtifak tesis edilecek kısım için 463,10 TL olmak üzere toplam 114,34 TL ödenmesi gereken tazminat olarak belirlenmiştir. Mahkeme 25/5/2016 tarihinde davanın kabulü ile taleple bağlı kalınarak 900 TL tutarındaki maddi tazminatın davalı idareden alınarak başvurucuya ödenmesine karar vermiştir. Mahkeme, el atılan 522,80 m²lik kısmın başvurucu adına olan tapu kaydının iptali ile TEDAŞ Genel Müdürlüğü lehine irtifak hakkı tesis edilerek tapuya tescil edilmesine karar karar vermiştir. Kararın temyizi üzerine Yargıtay Hukuk Dairesi (Daire) 22/6/2017 tarihinde Mahkeme kararını onamıştır. Nihai kararlar 5/9/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, nihai kararın tebliği üzerine 20/9/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Konu ile ilgili hukuk için bkz. Bekir Aybar ve Hacı Aybar, B. No: 2015/12564, 14/11/2018, §§ 19-
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2017/35081
Başvuru, tarla vasfını haiz taşınmazın bir bölümü üzerinden kamulaştırma yapılmaksızın enerji nakil hattı geçirilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, ceza infaz kurumunda hükümlü olarak bulunan başvurucuya gönderilen bir dokümanın ceza infaz kurumu idaresince sakıncalı bulunarak verilmemesi nedeniyle ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 17/12/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurucunun adli yardım talebinin kabulüne karar verilmiştir. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü sunmuştur. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır. İkinci Bölüm tarafından 21/11/2017 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla başvurunun Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görülmüş ve Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu; başvuru tarihinde, Türkçe adı Kürdistan İşçi Partisi olan silahlı terör örgütü PKK'ya silah sağlamak ve bu örgüte üye olmak suçundan Ankara 2 No.lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (Ceza İnfaz Kurumu) hükümlü olarak bulunmaktadır. Ceza İnfaz Kurumu Eğitim Kurulu (Eğitim Kurulu)9/10/2014 tarihli kararıyla; başvurucuya gelen ve teksir kâğıdına oldukça iptidai bir şekilde basılmış, numaraları ve kapağı bulunmayan, yayımlayanı belli olmayan, sayfaları tel zımba ile birbirine tutturulmuş ve "Özgür Halk" ismi verilmiş olan dokümanın başvurucuya verilmemesine karar vermiştir. Eğitim Kurulu, adı geçen dokümanda ceza infaz kurumunda bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan'ın ve PKK'nın yöneticilerinden Duran Kalkan'ın terör örgütünü yüceltici açıklamalarına yer verildiğini; dokümanın kalan kısmında ise terör örgütünün silahlı unsurlarının ve ölen üyelerinin yüceltildiğini tespit etmiştir. Eğitim Kurulu kararına karşı başvurucunun Sincan İnfaz Hâkimliğine (İnfaz Hâkimliği) yaptığı şikâyet, İnfaz Hâkimliğinin 22/10/2014 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Kararın ilgili kısımları şöyledir:"...Eğitim Kurulu kararına konu yazının da yasaklanmış bir kitaptan alındığı anlaşılmış olup Kanundaki düzenleme gözetildiğinde Eğitim Kurulu'nun kararında hukuka aykırılık sözkonusu değildir. Bu nedenle şikayetin reddine karar vermek gerekmiştir." Başvurucu, İnfaz Hâkimliğinin ret kararına karşı itiraz yoluna başvurmuştur. İtirazı inceleyen Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, İnfaz Hâkimliğinin kararının usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle başvurucunun itirazının reddine karar vermiştir. Bu karar, başvurucuya19/11/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 17/12/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un “Süreli veya süresiz yayınlardan yararlanma hakkı” kenar başlıklı maddesinin ilgili kısımları şöyledir:“(1) Hükümlü, mahkemelerce yasaklanmamış olması koşuluyla süreli ve süresiz yayınlardan bedelini ödeyerek yararlanma hakkına sahiptir. ... (3) Kurum güvenliğini tehlikeye düşüren ... hiçbir yayın hükümlüye verilmez.” 12/7/2005 tarihli Adalet Bakanı oluru ile yürürlüğe giren Ceza İnfaz Kurumları Kütüphane ve Kitaplık Yönergesi’nin “Kuruma kabul edilmeyecek yayınlar” kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"b) Mahkemelerce yasaklanmamış olsa bile, kurum güvenliğini tehlikeye düşürdüğü ... eğitim kurulu kararıyla tespit edilen, hiçbir yayın kuruma kabul edilmez."B. Uluslararası Hukuk Mevcut başvurunun değerlendirilmesi sırasında gözönünde bulundurulan uluslararası hukuk kaynakları için bkz. Ahmet Temiz (6), B. No: 2014/10213, 1/2/2017, §§ 17,
İfade özgürlüğü
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/20002
Başvuru, ceza infaz kurumunda hükümlü olarak bulunan başvurucuya gönderilen bir dokümanın ceza infaz kurumu idaresince sakıncalı bulunarak verilmemesi nedeniyle ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, anlatımları mahkûmiyete belirleyici ölçüde dayanak oluşturan gizli tanığın sorgulanmasına ya da sorgulatılmasına imkân verilmemesi nedeniyle tanık sorgulama hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 25/9/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden temin edilen ek bilgilere göre olaylar özetle şöyledir: PKK/KONGRA-GEL terör örgütü liderinin ceza infaz koşullarının kötüleştirildiği iddia edilerek bu durumun protesto edilmesi amacıyla Siirt'in Eruh ilçesinde düzenlenen izinsiz gösterilere katıldıkları tespit edilen kişiler hakkında tutuklama kararları verilmiştir. Söz konusu tutuklama kararlarını protesto etmek için 11/12/2009 tarihinde Eruh Adliyesi önünde toplanan bir grup tarafından terör örgütü lehine slogan atılması ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) İlçe Teşkilatı binasına taş atılarak zarar verilmesi üzerine olay hakkında Eruh Cumhuriyet Başsavcılığınca (Başsavcılık) soruşturma başlatılmıştır. Soruşturma devam etmekte iken bu defa 23/12/2009 tarihinde aynı binaya kimliği belirsiz kişilerce molotof atılarak zarar verilmesi üzerine Başsavcılık tarafından olayla ilgili yeni bir soruşturma başlatılmıştır. Daha sonra soruşturma konusu olaylar arasında fiilî ve hukuki irtibat bulunduğu değerlendirilerek dosyalar birleştirilmiştir. Soruşturma kapsamında Eruh 56, Siirt 56 ve Gözcü 56 isimli gizli tanıkların beyanlarına başvurulmuştur. Tanıkların kimliklerinin gizlenmesi hususunda Cumhuriyet Başsavcılığınca gerekçe gösterilmemiş, karara dayanak olabilecek hukuki ve fiilî nedenlere yer verilmemiştir. Beyanına başvurulan Siirt 56 isimli gizli tanık 28/12/2009 tarihli beyanında özetle olay tarihinde AK Parti İlçe Teşkilatı binasına yakın mesafede bulunan bir sokaktan geçmekte olduğu sırada cam kırılma sesi duyduğunu, sesin geldiği sokağa doğru yöneldiğinde ise AK Parti İlçe Teşkilatı binasına molotof atıldığını ve molotof atan şahısların kaçtıklarını gördüğünü beyan etmiştir. Gizli tanığın 28/12/2009 tarihli beyanının ilgili kısımları şöyledir:"(...) olay tarihinde çarşıdan eve doğru gittiğini, bu esnada bir cam kırılma sesiniduyduğunu, Eruh ilçesindeki AK Parti ilçe binasının bulunduğu sokağa doğru yöneldiğini, AK Parti ilçe binasına molotof atıldığını ve molotofu atan şahısların kaçtığını gördüğünü, önden kaçan şahsın [Y.Ö.] olduğunu, [Y.Ö.nün] peşinden [Y.] isimli şahsın koştuğunu, aynı zamanda olay yerinde [R.B.yi] ve [E.yi] de gördüğünü, bu iki şahsın AKP İlçe binasının bulunduğu sokak başlarında durmakta olduklarını, zannına göre gözetleme yaptıklarını, onların da olaya müteakiben oradan uzaklaştıklarını, çevrede zaten bu şahısların AKP İlçe binasına molotof atacaklarının konuşulduğunu beyan etti (...)" Beyanına başvurulan Eruh 56 isimli gizli tanık 4/1/2010 tarihli beyanında; 23/12/2009 tarihinde molotof atılması olayından önceki bir tarihte bir çay bahçesinde oturduğu sırada başvurucunun da aralarında yer aldığı bir grubun çay bahçesine gelerek kendi aralarında terör örgütü liderinin ceza infaz koşulları hakkında konuşmalar yaptıklarını ifade etmiştir. Gizli tanık; bahsi geçen konuşmalarda terör örgütü liderinin ceza infaz koşullarının kötüleştirilmesini protesto etmek için eylemler yapılması, bu eylemlerde kullanılmak üzere molotofhazırlanması ve bunların AK Parti İlçe Teşkilatı binasına atılması yönünde plan yapıldığını duyduğunu beyan etmiştir. Gizli tanığın4/1/2010 tarihli beyanının ilgili kısımları şöyledir:"(...) 23/12/2009tarihinde meydana gelen AKP ilçe binasının molotoflanma olayından önce [İ.Y.nin] çalıştırmış olduğu çay bahçesinde oturduğu sırada 8-10 kişinin toplandığını gördüğünü, bu şahıslardan [Y.Ö.], [R.B.], [Y.], [ E.], Serdar BATUR [başvurucu], [A.] ve [Ö.Ö.nün] PKK ve Abdullah ÖCALAN'dan bahsederek kendi aralarında konuştuklarını, Abdullah ÖCALAN'ın cezaevindeki durumundan dolayı bütün illerde molotof, gösteri yürüyüşü ve polislere saldırı gibi faaliyetler yapıldığını, ancak Eruh'ta böyle bir şey yapılmadığını, Serdar BATUR, [A.] ve [Ö.Ö.] nün yanlarında bulunan [Y. Ö.], [R. B.], [Y. ] ve [ E.ye] hitaben "siz ne biçim Kürt gencisiniz, sizin ne biçim onurunuz var, hiçbir şey yapmıyorsunuz" diye onlara propaganda yaparak baskı uygula[d]ıklarını, onların "biz ne yapabiliriz ki" cevabına karşılık "bizim size hazırlayacağımız molotofları AK Parti binasına da mı atamazsınız" dediklerini, Serdar BATUR, [A. ] ve [Ö. Ö.nün] "tamam, biz size gerekli hazırlığı yaparız, siz de üzerinize düşeni yaparsınız" diyerek parktan ayrıldıklarını (...)molotof atma olayını Serdar BATUR [başvurucu], [A.] ve [Ö.Ö.] nün söylemleri doğrultusunda ve hazırladıkları molotoflarla [ Y. D], [Y. Ö.], [R. B.] ve [ E.] nin yaptığını anladığını beyan etmiştir." Bir diğer gizli tanık Gözcü 56 6/1/2010 tarihli beyanında; molotof atma olayının gerçekleştirildiği 23/12/2009 tarihinde olay yerine yakın bir sokakta yürümekte iken başvurucunun da aralarında bulunduğu bazı kişilerin aynı sokakta koşar vaziyette bir araca doğru gitmekte olduklarını ve bu kişilerin söz konusu araca binerek olay yerinden uzaklaştıklarını gördüğünü ifade etmiştir. Gizli tanığın 6/1/2010 tarihli beyanının ilgili kısmışöyledir:"23/12/2009 günü olay tarihinde saat 21:15 sıralarında evinden çıktığını, Tabur Yolu olarak adlandırılan caddeden Eruh Belediye Başkanının annesinin bulunduğu ismini hatırlamadığı sokaktan S... internet kafeye giderken [Y.], Serdar BATUR [başvurucu] ve[A. K.yı] koşar vaziyette gördüğünü, bu kişilerin sokak içerisinden koşarak Tabur Caddesinde bulunan Serdar BATUR'un ... marka aracına bindiklerini ve Şırnak Yolu istikametine doğru gittiklerini, kendisinin yaklaşık 50 metre yürüdükten sonra Cumhuriyet Caddesine vardığında AK Parti ilçe binasının önünde atılan molotoftan dolayı çıkan yangını 4-5 kişinin söndürmeye çalıştığını gördüğünü beyan etmiştir." Soruşturma kapsamında bazı şüphelilerin ev ve işyerlerinde yapılan aramalar sonucu ele geçirilen bazı eşyaların patlayıcı ve yanıcı madde yapımında kullanılan maddeler olduğu tespit edilmiştir. Eruh Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan soruşturma dosyası, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına (CMK mülga madde ile görevli) gönderilmiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının (CMK mülga madde ile görevli) 5/10/2010 tarihli iddianamesiyle başvurucunun da aralarında yer aldığı bazı şüphelilerin terör örgütü propagandası yapma, mala zarar verme, izinsiz olarak tehlikeli madde bulundurma ve örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçlarından cezalandırılmaları talebiyle haklarında dava açılmıştır. Diyarbakır (kapatılan) Ağır Ceza Mahkemesinde (CMK mülga madde ile görevli) (Mahkeme) yapılan yargılamanın başvurucu ve müdafiinin hazır bulunduğu 15/3/2011 tarihli celsesinde; Siirt 56, Eruh 56 ve Gözcü 56 isimli gizli tanıkların duruşmada hazır bulunma hakkı olanların bulunmadığı ve tarihi ayrıca belirlenecek bir duruşmada dinlenmeleri yönünde ara karar verilmiştir. Mahkeme, söz konusu ara kararında 4/12/2014 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun maddesinin (3) numaralı fıkrasında öngörülen ses ve görüntülü aktarma sisteminin mevcut olmadığı gerekçesiyle gizli tanıkların bu maddede belirlenen usule göre dinlenemeyeceklerini de ayrıca belirtmiştir. Mahkeme, günü ve saati başvurucuya bildirilmeyen 18/4/2011 tarihinde sanık ve müdafiinin bulunmadığı ara oturumda Eruh 56 isimli gizli tanığın beyanını almıştır. Anılan celsede Cumhuriyet savcısı hazır bulunmuştur. Tanığın neden bu şekilde dinlenmesi gerektiği hususunda tutanaklarda bir gerekçeye rastlanmamıştır. Gizli tanık soruşturma aşamasında verdiği beyanını tekrar etmiştir. Başvurucu ve müdafiinin hazır bulunduğu 12/5/2011 tarihli celsede Eruh 56 isimli gizli tanığın celse arasında dinlendiği hususu tutanağa geçirilmiştir. Yargılamanın 21/11/2012 tarihinde yapılan, sanık ve müdafiinin bulunmadığı ara oturumunda ise Gözcü 56 isimli gizli tanık dinlenmiştir. Söz konusu gizli tanığın da neden bu şekilde dinlenmesi gerektiği hususunda tutanaklarda bir gerekçeye rastlanmamıştır. Gizli tanığın beyanı 13/12/2012 tarihli oturumda okunmuştur. Soruşturma aşamasında verdiği beyanını tekrar eden gizli tanık, söz konusu beyanına ek olarak aşağıdaki ifadelerde bulunmuştur:"(...) Ben Serdar BATUR'u [başvurucu] doğrudan sokak içerisinde koşarken görüp görmediğimi şu an net olarak hatırlamıyorum, şu anki bilgime göre araçta oturuyordu, ancak ilk ifadem olayın hemen akabinde olduğu için bu beyanlarım daha doğru olabilir."Mahkeme 23/12/2009 tarihli molotof atma olayının tahkikatında görev yapan ve olay yerinde ilk incelemelerde bulunan bazı polis memurlarının da tanık sıfatıyla ifadelerine başvurmuştur. Polis memurları beyanlarında, başvurucunun da aralarında bulunduğu sanıklar tarafından yapılan eylem planları kapsamında AK Parti İlçe Teşkilatı binasına molotof atılmasının planlandığı yönünde duyumlar aldıklarını ifade etmişlerdir. Mahkeme, yaptığı değerlendirme sonucu başvurucunun örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçundan 6 yıl 3 ay, izinsiz olarak tehlikeli madde bulundurma suçundan 4 yıl 2 ay ve mala zarar verme suçundan 2 yıl 6 ay süreyle hapis cezasıyla cezalandırılmasına; terör örgütü propagandası yapma suçu yönünden ise kovuşturmanın ertelenmesine hükmetmiştir. Gerekçeli kararın ilgili kısmı şöyledir: "(...) 23/12/2009 günü akşam saat 21:30 sıralarında Eruh AKP teşkilatı binasına kimliği meçhul kişilerce taş ve molotof kokteyli atılmak suretiyle zarar verildiği, terör örgütünün amaç ve faaliyetleri doğrultusunda eylem yapmak üzere sanıklar (...) Serdar BATUR, (...) aralarında konuştuğu, sanıklardan Serdar BATUR, (...)konuşmalarında diğer sanıkların Eruh AKP İlçe Binasına molotof atıp atamayacaklarını teklif ettiği, diğer sanıkların bu teklife olumlu yaklaştıkları, bu konuşma akabinde 23/12/2009 tarihinde Eruh AKP İlçe Teşkilat binasına molotoflu ve taşlı saldırının düzenlendiği, bahsi geçen adreste maddi hasarın meydana geldiği, gerçekleşen saldırıyı gizli tanıklar Siirt 56, Gözcü 56, ve Eruh 56'nın bizzat gördükleri, gizli tanıkların ifadelerinin birbirini doğrular nitelikte olduğu, bölgede görevli polis memurları [ S.], [ A.] ve [ O.nun] beyanlarında da ismi geçen sanıkların molotoflu saldırıyı gerçekleştirdikleri yönünde ilçede konuşmaların olduğu ve bu yönde duyum aldıkları, sanıkların evlerinde yapılan aramalarda molotof yapımında kullanılan malzemelerin ele geçtiği, tüm bu hususlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde sanık [Y. nin] sanıklar Serdar BATUR,(...)'dan temin ettiği molotof kokteylini sanıklar (...)Serdar BATUR, (...) gözcülüğünde Eruh AKP ilçe teşkilatına attığı sonuç ve kanaatine varılmıştır."Yargıtay Ceza Dairesi 24/4/2014 tarihli kararıyla hükmü onamıştır. Nihai karar başvurucuya tebliğ edilmemiş olup başvurucu 11/9/2014 tarihinde nihai karardan haberdar olduğunu beyan etmiştir. Başvurucu 25/9/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 5271 sayılı Kanun'un maddesinin (2) ve (3) numaralı fıkraları şöyledir: “(2)Tanık olarak dinlenecek kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması kendileri veya yakınları açısından ağır bir tehlike oluşturacaksa; kimliklerinin saklı tutulması için gerekli önlemler alınır. Kimliği saklı tutulan tanık, tanıklık ettiği olayları hangi sebep ve vesile ile öğrenmiş olduğunu açıklamakla yükümlüdür. Kimliğinin saklı tutulması için, tanığa ait kişisel bilgiler, Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından muhafaza edilir. (3) Hazır bulunanların huzurunda dinlenmesi, tanık için ağır bir tehlike teşkil edecek ve bu tehlike başka türlü önlenemeyecekse ya da maddî gerçeğin ortaya çıkarılması açısından tehlike oluşturacaksa; hâkim, hazır bulunma hakkına sahip bulunanlar olmadan da tanığı dinleyebilir. Tanığın dinlenmesi sırasında ses ve görüntülü aktarma yapılır. Soru sorma hakkı saklıdır.” 27/12/2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu'nun "Haklarında koruma tedbiri kararı alınan tanıkların dinlenmelerinde uygulanacak usuller" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısımları şöyledir:"(1) Bu Kanun hükümlerine göre, haklarında tedbir kararı alınan tanıkların duruşmada dinlenmesi sırasında Ceza Muhakemesi Kanununun 58 inci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları uygulanır. (2) Ceza Muhakemesi Kanununun 58 inci maddesinin üçüncü fıkrasının uygulanmasına mahkemece karar verilmesi hâlinde, dinleme sırasında tanığın görüntü veya sesi değiştirilerek tanınması engellenebilir. (3) Tanığın, duruşma salonunda fiziksel görünümünü engelleyecek tarzda mahkemece tayin ve tespit edilecek bir usule göre, dinlenmesine de karar verilebilir.... (5) Tanığın üçüncü fıkra hükmüne göre dinlenmesi hâlinde, Ceza Muhakemesi Kanununun 201 inci maddesinin uygulanmasında, tanığa sorulacak soruların bu Kanun kapsamında tanık hakkında uygulanan tedbirlerle orantılı ve amaca uygun olması gerekir. Bu amaçla, hâkim, sorulan soruların tanığa sorulmamasına karar verebilir veya tanığı dinlerken dolaylı dahi olsa tanığın kimliğini ortaya çıkaracak soruların sorulmasına izin vermez.... (8) Bu Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) bentlerine göre, hakkında tedbir uygulanan tanığın beyanı tek başına hükme esas teşkil etmez.... (10) Bu madde hükümleri, savunma hakkını kısıtlayacak şekilde uygulanamaz." Aynı Kanun'un maddesi şöyledir:"(1) Bu Kanun hükümlerine göre haklarında tanık koruma tedbiri uygulanabilecek kişiler şunlardır:a) Ceza muhakemesinde tanık olarak dinlenenler ile 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 236 ncı maddesine göre tanık olarak dinlenen suç mağdurları.b) (a) bendi hükümlerine göre dinlenenlerin nişanlısı, evlilik bağı kalmasa bile eşi, kan hısımlığından veya kayın hısımlığından üstsoy veya altsoyu, ikinci derece dahil kan veya ikinci derece dahil kayın hısımları ve evlatlık bağı bulunanlar ile yakın ilişki içerisinde olduğu kişiler. (2) Tanık koruma tedbirleri, birinci fıkrada sayılanların kendilerinin veya bu Kanunda belirtilen yakınlarının hayatı, beden bütünlüğü veya mal varlığı ağır ve ciddi bir tehlike içinde bulunması ve korunmalarının zorunlu olması halinde uygulanabilir." Aynı Kanun'un maddesinin (4) numaralı fıkrası şöyledir:"Bu madde hükümlerine göre;a) Tanık koruma kararının alınmasında; korunan kişi veya yakınlarının karşı karşıya kaldığı tehlikenin ağırlığı ve ciddiliği, soruşturma ve kovuşturma konusu suçun önemi, tanığın yapacağı açıklamalar, alınacak tedbirin yaklaşık maliyeti, tanığın psikolojik durumu ve benzer mahiyetteki diğer özellikler de göz önünde bulundurulur.b) Yapılacak istemlerde, mutlaka gerekçe gösterilir ve karara dayanak olabilecek hukukî ve fiilî nedenlere de yer verilir. Yargıtay Ceza Dairesinin 21/3/2017 tarihli ve E.2016/7026, K.2017/3341 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: "Somut olayda, mahkemece tanığın kimliğinin neden gizlendiği hususunda gerekçe yer almakta olup; gizli tanığın beyanları soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısı tarafından, kovuşturma aşamasında ise mahkeme tarafından alınmıştır. Gizli tanık, oturum arasında sanıklara ve müdafilerine haber verilmeksizin mahkemece dinlenilmiştir. Bununla birlikte, ilk derece mahkemesi, dinlemeden önce sanıklara ve müdafilerine gizli tanığa sormak istedikleri hususları bildirmeleri için uygun süre vermiş, ayrıca daha sonra mahkemece tespit olunan gizli tanık beyanlarını da duruşmada okumuştur. Sanıklar ve müdafileri gizli tanık beyanlarını kabul etmemişler ve gizli tanığın kendilerinin bulunduğu duruşmada kimliği gizlenerek dinlenilmesi yönündeki taleplerinde ısrar etmişlerdir. Eldeki davada verilen hükümlerde, gizli tanık beyanlarının belirleyici delil olmadığı anlaşılmaktadır. Sanıklara isnat edilen eylemlerin gizli tanık beyanı dışında delillere dayandığı sabittir. Hükümlerin dayanağı olan maddi vakıalar ile sanıklar arasındaki bağlantı, gizli tanık beyanı ile sağlanmamıştır. Mahkeme, sanıkların ve müdafilerinin savunma haklarını korumak amacıyla sanıklara ve müdafilerine gizli tanığa sormak istedikleri hususları bildirmeleri için yedi günden az olmayan yeterli bir süre vermiş ve daha sonra da tespit ettiği gizli tanık beyanlarını duruşmada okumuştur. Tanık, mahkeme tarafından dinlenildiğinden, tanığın reaksiyonları mahkeme tarafından gözlemlenebilmiştir. Mahkeme, tanığın kimliğinin neden gizlendiği hususunda, yeterli ve ikna edici bir gerekçeye yer vermiş, tanığın menfaatleri ile sanıkların adil yargılanma ölçütleri içerisinde yer alan haklarını adil bir şekilde dengelemiş olup, hükümlerini de belirleyici ölçüde gizli tanık ifadesine dayandırmamıştır. Bu nedenler iles anıklar müdafilerinin mahkemece sanıkların ve kendilerinin hazır bulunmadığı duruşmada gizli tanık beyanlarını tespit etmiş olması hukuka aykırı görülmemiştir."B. Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı maddesinin (3) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:"Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir: (...)d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek;" Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre gizli tanık anlatımlarının hükme esas alınmış olması, her koşulda Sözleşme’yle bağdaşmaz değildir. Sözleşme’nin maddesi, her ne kadar tanıkların ve özel olarak tanıklık için çağrılan mağdurların menfaatlerinin dikkate alınmasını açıkça gerektirmese de bu kişilerin -yaşamları, özgürlük ve güvenlikleri gibi- genel olarak Sözleşme’nin maddesi kapsamına giren birçok menfaatleri de tehlikeye girebilir. Tanıkların ve mağdurların bu tür menfaatleri, Sözleşme’nin maddi hükümleri tarafından korunmaktadır. Bu durumlarda Sözleşme’nin maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi ile maddesinin (1) numaralı fıkrasının birlikte ele alınması suretiyle sanık menfaatleri ile tanık menfaatlerinin yargı makamları tarafından uygulanan usullerle yeterince dengelenmesi gerekir (Doorson/Hollanda, B. No: 20524/92, 26/03/1996, §§ 69, 70, 72). Bu hâllerde kimliği gizlenen kişinin önyargılı, düşmanlıkla hareket eden veya güvenilmez biri olup olmadığını sınama veya söyleyeceklerinin inandırıcılığı üzerine şüphe çekebilme imkânından savunmanın yoksun kalabilmesi de söz konusudur. Diğer taraftan kimliği gizlenen kişilerin duruşmada hazır bulunmaması; yargılamayı yapan hâkimlerin bu kişilerin hâl ve tavırlarını gözlemlemesini, böylece bu kişilerin güvenilirliği hakkında kendi izlenimini oluşturmasını da engeller. Bu hususta AİHM, alınacak olan ifadenin güvenilirliğini adil ve uygun olarak değerlendirmeye imkân tanıyan usule ilişkin önlemleri de içeren yeterli dengeleyici faktörlerin bulunması gerektiğini belirtmektedir (Al-Khawaja veThery/Birlesik Krallık [BD], B. No: 26766/05 ve 22228/06, 15/12/2011, § 147; Ellis, Simms ve Martin/Birlesik Krallık (k.k.), B. No: 46099/06 ve 46699/06, 10/4/2012, § 78;Pesukıc/İsviçre, B. No: 25088/07, 6/12/2012, § 45). AİHM, duruşma salonunda bulunmayan tanıkların durumu ile gizli tanıkların durumunun benzer olduğunu kabul etmektedir (Ellis, Simms ve Martin/Birleşik Krallık § 74, 75). Bu nedenle mahkeme önünde sözlü olarak ifade vermesi için çağrılan gizli tanıkların bulunduğu bir yargılamanın adilliğini değerlendirirken AİHM ilk olarak tanığın kimliğini gizlemek için makul gerekçelerin olup olmadığını incelemektedir. İkinci olarak gizli tanık ifadesinin verilecek hükmün dayandığı tek veya belirleyici temel olup olmadığını değerlendirmektedir. Üçüncü olarak hükmün büyük ölçüde veya yalnızca gizli tanığın ifadesine dayanması durumunda yargılamaları detaylı incelemelere tabi tutmaktadır (Al-Khawaja ve Tahery/Birleşik Krallık, §§ 119, 147; Pesukıc/İsviçre, § 45; Balta ve Demir/Türkiye, B. No: 48628/12,23/6/2015, § 39). AİHM, bu üç kriterin varlığı hâlinde gizli tanık ifadelerine dayanılması durumunda dahi adil yargılanma hakkının ihlal edilmediğine karar vermektedir (Ellis, Simms ve Martin/Birleşik Krallık, § 89). AİHM'e göre kanıtın tekliğinden sanık aleyhine tek kanıtın olması, kanıtın belirleyiciliğinden ise davanın sonucunu ağırlıklı olarak etkileme eğilimi olan belirleyici kanıt olması anlaşılmalıdır. Bu bağlamda diğer kanıtlar ne kadar güçlü olursa gizli tanığın ifadesinin belirleyici olma ihtimali o kadar azalır (Ellis, Simms ve Martin/Birleşik Krallık, § 77). Bu bakımdan gizli tanığın verdiği ifadenin mahkûmiyet kararının tek nedeni veya belirleyici unsuru olduğu durumlarda usul işlemleri en detaylı incelemelere tabi tutulmalıdır. Verilen ifadenin güvenilirliğinin uygun bir şekilde değerlendirebilmesi için usule ilişkin güçlü teminatlar da dâhil olmak üzere taraflar arasında dengeleyici unsurların varlığından emin olunmalıdır (Al-Khawaja ve Tahery/Birleşik Krallık, § 147).
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/15652
Başvuru, anlatımları mahkûmiyete belirleyici ölçüde dayanak oluşturan gizli tanığın sorgulanmasına ya da sorgulatılmasına imkân verilmemesi nedeniyle tanık sorgulama hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, ihalenin feshi davasında aleyhe hükmedilen para cezası nedeniyle mahkemeye erişim hakkının; esaslı iddiaların mahkeme ve Yargıtay kararlarında cevaplandırılmaması nedeniyle de gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 25/12/2015 tarihinde yapılmıştır.Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir: Başvurucu Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı (Vakıf), Ankara'nın Çankaya ilçesinde yapılacak olan Yunus Emre Cem ve Kültür Merkezi inşaat yapım işini 3/6/2008 tarihli sözleşme ile müteahhit İ.S.ye ihale etmiştir. Müteahhit, inşaatla ilgili bir kısım imalat işini alt taşeron B. İnşaat Ltd. Şti.ye (Şirket) devretmiştir. Şirket, yaptığı işin bedelinin ödenmediğini iddia ederek müteahhide karşı icra takibi başlatmış; müteahhidin Vakıftan olan alacağından borca yeter kısmının icra dosyasına yatırılması için 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun maddesi uyarınca başvurucuya icra müdürlüğü tarafından haciz ihbarnamesi gönderilmiştir. Başvurucu, haciz ihbarnamesine karşı müteahhidin kendisinden herhangi bir alacağının olmadığını belirterek itirazda bulunmuştur.A. Ankara İcra Ceza Mahkemesinin E.2009/82 Sayılı Dosyasındaki Süreç Şirket; Ankara İcra Ceza Mahkemesinde açtığı davada, müteahhidin başvurucu Vakıftan hakediş alacağının olduğunu, Vakfın sırf kendisini zarara uğratmak amacıyla haksız itirazda bulunduğunu belirterek itirazın kaldırılması ile başvurucu Vakfın, alacağın %40'ından az olmamak üzere tazminata mahkûm edilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Ankara İcra Ceza Mahkemesi 30/12/2011 tarihli kararında, 2004 sayılı Kanun'un maddesi kapsamında usulüne uygun dava açılmadığını belirterek cezalandırma talebini reddetmiş, 000 TL üzerinden tazminat talebini kısmen kabul etmiştir. Bu arada Şirket, lehine hükmedilen tazminat kararının kesinleşmesini beklemeden tazminatın tahsili amacıyla Ankara İcra Müdürlüğünün E.2012/1085 sayılı dosyasında takip başlatmıştır. Ankara İcra Ceza Mahkemesinin kararı başvurucu tarafından temyiz edilmiş, Yargıtay Hukuk Dairesi 29/4/2014 tarihli kararında, tazminat isteminin reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Karar düzeltme talebi Yargıtay Hukuk Dairesinin 18/11/2014 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Bozma ilamına uyan Mahkeme 26/2/2015 tarihli kararında, tazminat yönünden davanın reddine karar vermiştir.Karar, temyiz edilmeksizin 21/5/2015 tarihinde kesinleşmiştir.B. Başvuruya Konu Çatalca İcra Hukuk Mahkemesinin E.2014/48 Sayılı Dosyasındaki Süreç Bu arada başvurucu aleyhine başlatılan icra takibi (bkz. § 14) kapsamında başvurucu adına kayıtlı taşınmazın satışı talep edilmiş, taşınmaz 27/5/2014 tarihinde yapılan ihale ile üçüncü şahıs konumundaki bir şirkete satılmıştır. Başvurucu bu süreçte takibin durdurulması gerektiğini belirterek Ankara İcra Hukuk Mahkemesinin E. 2014/253 sayılı dosyasında şikâyette bulunmuş, Mahkemenin 22/5/2014 tarihli kararı ile bu talep reddedilmiş, Yargıtay Hukuk Dairesinin 29/4/2014 tarihli bozma kararından sonra 23/6/2014 tarihinde icra müdürlüğü tarafından takibin durdurulmasına karar verilmiştir. Başvurucu, icra takibi kapsamında gerçekleşen satış işlemi ile ilgili olarak Çatalca İcra Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) açtığı davada; takibe dayanak ilam hakkında Yargıtay tarafından bozma kararı verildiğini, kararın bozulması nedeniyle satış işleminin durması gerektiğini, satış ilanının usulüne uygun yapılmadığını belirterek ihalenin feshini talep etmiştir. Mahkeme 4/9/2014 tarihli kararında, ihalenin feshi nedenlerinin 2004 sayılı Kanun'un maddesinde belirtildiğini, somut dava açısından Kanun'da aranan fesih şartlarının gerçekleşmediğini belirterek davayı reddetmiş; başvurucuyu ihale bedelinin %10'u oranında 800 TL para cezasına mahkûm etmiştir. Temyiz üzerine karar, Yargıtay Hukuk Dairesinin (Daire) 30/4/2015 tarihli kararıyla onanmıştır. Karar düzeltme talebi üzere Daire 20/10/2015 tarihli kararında, ihale bedelinin 000 TL olduğunu, para cezası miktarının maddi hata sonucu Mahkemece 000 TL yerine 800 TL olarak yazıldığını, maddi hatanın mahallinde düzeltilmesinin mümkün olduğunu belirterek karar düzeltme talebini reddetmiştir. Karar düzeltme ilamı 26/11/2015 tarihinde tebliğ edilmiş ve 25/12/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur. A. Ulusal Hukuk2004 sayılı Kanun'un maddesinin ikinci fıkrası şöyledir: “İhalenin feshini, Borçlar Kanununun 226 ncı maddesinde yazılı sebepler de dahil olmak üzere yalnız satış isteyen alacaklı, borçlu, tapu sicilindeki ilgililer ve pey sürmek suretiyle ihaleye iştirak edenler yurt içinde bir adres göstermek koşuluyla icra mahkemesinden şikayet yolu ile ihale tarihinden itibaren yedi gün içinde isteyebilirler. İlgililerin ihale yapıldığı ana kadar cereyan eden muamelelerdeki yolsuzluklara en geç ihale günü ıttıla peyda ettiği kabul edilir. İhalenin feshi talebi üzerine tetkik icra mahkemesi talep tarihinden itibaren yirmi gün içinde duruşma yapar ve taraflar gelmeseler bile icap eden kararı verir. Talebin reddine karar verilmesi halinde icra mahkemesi davacıyı feshi istenilen ihale bedelinin yüzde onu oranında para cezasına mahküm eder. (Ek cümle: 17/7/2003-4949/38 md.) Ancak işin esasına girilmemesi nedeniyle talebin reddi hâlinde para cezasına hükmolunamaz."B. Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “Herkes davasının medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde, görülmesini isteme hakkına sahiptir...” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mahkemeye erişim hakkının Sözleşme'nin maddesinde yerini bulan güvencelerin doğal bir parçası olduğunu (Lawyer Partners A.S./Slovakya, B. No: 54252/.., 16/6/2009, § 52), bu kapsamda herkesin kişisel hak ve yükümlülükleriyle ilgili her türlü iddiasını bir mahkeme veya yargı önüne getirme hakkının güvence altına alındığını belirtmiştir (Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36). Sözleşme'nin maddesi, mahkemeye erişim hakkını etkin bir biçimde güvence altına alsa da bu hususta kullanılacak araçların seçiminin Sözleşme'ye taraf devletlere ait olacağını, devletler bu konuda belli bir takdir hakkına sahip olmakla birlikte Sözleşme'nin gereklerine riayet edilip edilmediğine dair son kararı AİHM'in vereceğini belirtmiştir (Kreuz/Polonya, B. No: 28249/95, 19/6/2001, § 53). AİHM, mahkemeye erişim hakkına yönelik birtakım sınırlandırmaların kabul edilebileceğini, ancak sınırlamaların meşru bir amaca yönelik olmadığı veya kullanılan yöntem ile ulaşılması hedeflenen amaç arasında makul bir orantısallık ilişkisinin bulunmadığı durumlarda, kısıtlamaların Sözleşme'nin maddesinin birinci fıkrasına uygun olmayacağını belirtmiştir (Ashingdane/Birleşik Krallık, B. No: 8225/78, 28/5/1985, § 57).AİHM'e göre yerel mahkemeler önünde davaların birikmesini önlemek ve adaletin işleyişini sağlamak amacıyla uygulanan para cezası kural olarak mahkemeye erişim hakkına müdahale sonucunu doğurmaz (Toyaksi ve diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 43569/.., 20/10/2010). Ancak para cezasının miktarı, özellikle söz konusu davanın koşullarında bir kişinin mahkemeye erişim hakkından yararlanıp yararlanmadığını belirlemede önemli bir faktördür (Sace Elektrik Ticaret ve Sanayi A.Ş./Türkiye, B. No: 20577/05, 22/10/2013, § 27). AİHM, somut olaya benzer bir başvuruda, ihalenin feshi davasında başvurucu aleyhine hükmedilen para cezasını mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelemiş; başvurucunun davasını üç aşamalı olarak yargı mercileri önünde ileri sürdüğünü, yargılamanın sonuçlanmasının ardından dikkate değer miktardaki finansal yük uygulamasının mahkemeye erişim hakkını kısıtlayabileceğini, 2004 sayılı Kanun'un maddesinde öngörülen %10 oranındaki para cezasının adaletin uygun bir şekilde yönetilmesini sağlamak üzere meşru amaca yönelik olarak öngörüldüğünü ancak başvuru konusu davada, ihalede gerçekten bir eksiklik olduğunun gözlemlenebileceğini, bu açıdan başvurucunun gereksiz ve önemsiz yargılama işlemleri başlattığının kabul edilemeyeceğini, bunun yanında 2004 sayılı Kanun'un maddesinde verilen para cezasının üst sınırının belirlenmediğini ve mahkemece bu oranda para cezasına hükmedilmesinin de zorunlu olduğunu, başvurucuya yükletilen 000 Avro mali yükün somut olay koşullarında oldukça yüksek ve öngörülen meşru amaca uygun olmadığını belirterek mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Sace Elektrik Ticaret ve Sanayi A.Ş./Türkiye, §§ 28-33).
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/738
Başvuru, ihalenin feshi davasında aleyhe hükmedilen para cezası nedeniyle mahkemeye erişim hakkının; esaslı iddiaların mahkeme ve Yargıtay kararlarında cevaplandırılmaması nedeniyle de gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; taşınmaz satış vaadi sözleşmesine istinaden açılan tapu iptali ve tescil davasında taşınmazınharca esas olmak üzere tespit edilen gerçek bedeli yerine sözleşmede belirlenen bedelin malike ödenmesine karar verilmesi, buna karşılık harç ve vekâlet ücretinin ise mahkemece belirlenen gerçek bedel üzerinden hesaplanması, karar ve ilam harcına her bir davalı için ayrı ayrı hükmedilmemesi, ayrıca temyiz karar harcının yanlış hesaplanması nedenleriyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 11/7/2014 tarihinde yapılmıştır. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü Anayasa Mahkemesine sunmuştur. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 1950 doğumlu olup Samsun ili Vezirköprü ilçesinde ikamet etmektedir. Başvurucu ve başvurucunun kardeşleri olan A. Karaca ve N. Karaca Samsun ili Vezirköprü ilçesi Esentepe Mahallesi'nde kâin 179 ada 3 parsel numaralı taşınmazın hisseli malikleri olup her biri taşınmaza 1/3 oranında paydaştır. Başvurucu ve kardeşlerden N. Karaca, anılan taşınmazdaki hisselerini Vezirköprü Noterliğinde düzenlenen 11/3/2005 tarihli gayrimenkul satış vaadi sözleşmesiyle diğer kardeş A. Karaca'ya 000 TL bedel karşılığında satmayı taahhüt etmiştir. Taraflar arasında anlaşmazlık çıkması üzerine A. Karaca tarafından söz konusu gayrimenkul satış vaadi sözleşmesine dayanılarak başvurucu ve diğer hissedar aleyhine 22/5/2008 tarihinde Vezirköprü Asliye Mahkemesinde (Mahkeme) tapu iptali ve tescil davası açılmıştır. Mahkeme tarafından dava konusu taşınmazın harca esas değerinin tespiti için 18/5/2012 tarihinde mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Bilirkişi tarafından Mahkemeye sunulan 24/5/2012 tarihli raporda, taşınmazın değeri 616 TL olarak hesaplanmıştır. Mahkeme, taşınmazın değerini dikkate alarak eksik yatırılan harcı ikmal ettirmiştir. Bu şekilde davacı tarafından 232 TL peşin karar ve ilam harcı yatırılmıştır. Mahkeme, davacının sözleşme ile belirlenen 000 TL satış bedelinin ödendiğini ispatlayamadığı sonucuna ulaşarak bu tutarı başvurucu ve diğer davalıya ödenmek üzere Mahkeme veznesine depo ettirmiştir. Mahkemece 25/12/2012 tarihinde verilen kararla, davanın kabulü ile taşınmazın tapusunun davacı adına tesciline hükmedilmiştir. Mahkeme ayrıca davalılar (başvurucu ve N. Karaca) aleyhine 931,59 TL nispi karar ve ilam harcına, 719,76 TL de vekâlet ücretine hükmetmiştir. Karar ve ilam harcı ile vekâlet ücretinin miktarı, taşınmazın bilirkişi tarafından belirlenen değerinin -davalıların hisseleri dikkate alınarak- üçte ikisi üzerindenhesaplanmıştır. Kararın gerekçesinde 12/1/2011 tarihli ve 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un maddesi delaletiyle olayda uygulanacak olan 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun maddesi uyarınca vaat alacaklısı lehine tescile hükmedilebilmesi için vaat alacaklısının sözleşmede belirlenen semeni ödemesi gerektiği ifade edilmiştir. Gerekçede, satış vaaadi sözleşmesinin 11/3/2005 tarihinde akdedildiği ve davanın da 22/5/2008 tarihinde açıldığı gözetildiğinde yerleşik Yargıtay içtihadına göre semenin güncelleştirilmeksizin aynen depo ettirilmesinin yeterli olacağı açıklanmıştır. Karar, davalılar tarafından temyiz edilmiştir. Başvurucuya ait temyiz dilekçesinde, harç ve vekâlet ücretinin taşınmazın satış bedeli üzerinden belirlenmesi gerektiği savunulmuş; her bir davalının sorumlu olduğu yargılama giderinin ayrı ayrı belirlenmesi gerektiği ifade edilmiş; ayrıca davacının ediminin de (satış bedelinin) taşınmazın bilirkişi tarafından belirlenen bedelinin esas alınarak tayin edilmesi gerektiği iddia edilmiştir. Yargıtay Hukuk Dairesinin (Daire) 16/12/2013 tarihli kararıyla Mahkeme kararı usul ve yasaya uygun görülerek onanmıştır. Daire kararında, ayrıca temyiz talebinde bulunan her iki davalı aleyhine ayrı ayrı 471,26 TL temyiz karar harcına hükmedilmiştir. Harcın oranının binde 68,31 olarak uygulandığı anlaşılmaktadır. Kararın düzeltilmesi isteminde bulunan başvurucu tarafından diğer iddiaların yanında aleyhine hükmedilmesi gereken temyiz karar harcının hissesi gözetildiğinde 235,66 TL olması gerektiği de ileri sürülmüştür. Daire 14/5/2014 tarihli kararıyla karar düzeltme istemini reddetmiştir. Kararda, başvurucunun temyiz karar harcının yanlış hesaplandığına yönelik iddiasıyla ilgili herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Kararın düzeltilmesi isteminin reddine ilişkin karar 20/6/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 11/7/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. A. Ulusal Hukuk 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun maddesi şöyledir:  “Yargı harçları (1) sayılı tarifede yazılı işlemlerden değer ölçüsüne göre nispi esas üzerinden, işlemin nev'i ve mahiyetine göre maktü esas üzerinden alınır.” 492 sayılı Kanun’un maddesinin ilgili bölümü şöyledir: “Değer ölçüsüne göre harca tabi işlemlerde (1) sayılı tarifede yazılı değerler esastır. Müdahelenin men'i tescil ve tapu kayıt iptali gibi gayrimenkulün aynına taallük eden davalarda gayrimenkulün değeri nazara alınır.Gayrimenkulün aynına taallük eden davalarda ecrimisil ve tazminat gibi taleplerde de bulunulduğu takdirde harc, gayrimenkulün değeri ile talebolunan tazminat ve ecrimisil tutarı üzerinden alınır....Noksan tesbit edilen değerler hakkında 30 uncu madde hükmü uygulanır.” 492 sayılı Kanun’a ekli (1) sayılı Tarife'nin "Karar ve ilam harçları"nı düzenleyen bölümünün ilgili kısmı şöyledir:  “ Nispi harç :a) Konusu belli bir değerle ilgili bulunan davalarda esas hakkında karar verilmesi halinde hüküm altına alınan anlaşmazlık konusu değer üzerinden (Binde 68,31) (Ek hüküm: 4/12/1985 - 3239/96-A md.) (Değişik cümle: 15/7/2016-6728/36 md.) ... Bakanlar Kurulu dava çeşitleri itibariyle birlikte veya ayrı ayrı olmak üzere bu bente yazılı nispeti binde 10’a kadar indirmeye veya Kanunda yazılı nispete kadar çıkarmaya yetkilidir....e)(Değişik:25/12/2003-5035/34 md.) Yukarıdaki nispetler... Yargıtayın tasdik veya işin esasını hüküm altına aldığı kararları için de aynen uygulanır.” 6101 sayılı Kanun'un maddesi şu şekildedir:"(1) Türk Borçlar Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki fiil ve işlemlere, bunların hukuken bağlayıcı olup olmadıklarına ve sonuçlarına, bu fiil ve işlemler hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmişse, kural olarak o kanun hükümleri uygulanır. Ancak, Türk Borçlar Kanununun yürürlüğe girmesinden sonra bu fiil ve işlemlere ilişkin olarak gerçekleşecek temerrüt, sona erme ve tasfiye, Türk Borçlar Kanunu hükümlerine tabidir.” Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı mülga Kanun'un maddesi şu şekildedir:"Mütekabil taahhütleri muhtevi olan bir akdin ifasını talep eden kimse, akdin şartlarına ve mahiyetine nazaran bir ecelden istifade hakkını haiz olmadıkça kendi borcunu ifa etmiş veya ifasını teklif eylemiş olmak lazımdır.” 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun maddesi şöyledir:  “(1) Kanunda yazılı hâller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir.(2) Davada iki taraftan her biri kısmen haklı çıkarsa, mahkeme, yargılama giderlerini tarafların haklılık oranına göre paylaştırır.(3) Aleyhine hüküm verilenler birden fazla ise mahkeme yargılama giderlerini, bunlar arasında paylaştırabileceği gibi, müteselsilen sorumlu tutulmalarına da karar verebilir.” 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun maddesi şöyledir:  “(1) Kanunda yazılı hâller dışında, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir.(2) Davada iki taraftan her biri kısmen haklı çıkarsa, mahkeme, yargılama giderlerini tarafların haklılık oranına göre paylaştırır.(3) Aleyhine hüküm verilenler birden fazla ise mahkeme yargılama giderlerini, bunlar arasında paylaştırabileceği gibi, müteselsilen sorumlu tutulmalarına da karar verebilir.” 12/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun maddesi şöyledir:  “Birden çok borçludan her biri, alacaklıya karşı borcun tamamından sorumlu olmayı kabul ettiğini bildirirse, müteselsil borçluluk doğar.Böyle bir bildirim yoksa, müteselsil borçluluk ancak kanunda öngörülen hâllerde doğar.” Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 8/11/2006 tarihli ve E.2006/14-692, K.2006/702 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:  “...Satış vaadi sözleşmesine dayanılarak elde edilmesi istenilen hak tapu iptali ve tescildir. Sözleşmenin asli unsurunu tapu iptali ve tescil oluşturmaktadır. Sözleşme ile elde edilmek istenilen nihai talep iptal ve tescildir. Tatbikatta görüldüğü gibi, bu talep, bazen çok uzun yıllarca yapılmamaktadır. Taşınmaz vaad olunana teslim edilmişse zamanaşımı da işlemeyeceğinden, taraflar tescil talebinde bulunmamaktadır. Çok zaman 20-30 yıl sonra talepte bulunabilmektedirler. Bazen de sözleşmede onlarca taşınmazınsatışı vaat edilmektedir. 20-30 yıl önce veya onlarca taşınmazın satışının vaad edildiği sözleşmelerde gösterilen değerler yeni açılan davalarda çok cüzi kalmaktadır. Uzun yıllar süren yüksek enflasyon ve tarafların satış bedelini sözleşmede bilerek düşük göstermeleri ihtimali nazara alındığında taşınmazın değerinin dava tarihine göre belirlenmesi gerekmektedir. Hakim yapacağı keşifte dinleyeceği bilirkişilere taşınmazın değerini tespit ettirecektir. Tespit edilen bu değere göre hem mahkemenin görevi tayin edilecek, hem de noksan harç ikmal ettirilecektir. Bu durumda sözleşmeye müdahaleden de söz edilemeyecektir. Kamu düzeninden olan bu husus tarafların insiyatifine bırakılmadan, hakim tarafından resen yerine getirilmiş olacaktır. Harçlar Kanununun maddesi de, müdahalenin meni, tescil ve tapu iptali gibi taşınmazın aynını ilgilendiren davalarda, taşınmazın değerinin esas alınacağını öngörerek görüşümüzü teyit etmektedir. Harç kaybı da böylece önlenmiş olacaktır. ...” HGK'nın 29/3/2006 tarihli ve E.2006/14-91, K.2006/115 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:  “...Satış vaadi sözleşmesine dayanılarak elde edilmesi istenilen hak tapu iptali ve tescildir. Sözleşmenin asli unsurunu tapu iptali ve tescil oluşturmaktadır. Sözleşme ile elde edilmek istenilen nihai talep iptal ve tescildir. Tatbikatta görüldüğü gibi, bu talep, bazen çok uzun yıllarca yapılmamaktadır. Taşınmaz vaad olunana teslim edilmişse zamanaşımı da işlemeyeceğinden, taraflar tescil talebinde bulunmamaktadır. Çok zaman 20-30 yıl sonra talepte bulunabilmektedirler. Bazen de sözleşmede onlarca taşınmazınsatışı vaat edilmektedir. 20-30 yıl önce veya onlarca taşınmazın satışının vaad edildiği sözleşmelerde gösterilen değerler yeni açılan davalarda çok cüzi kalmaktadır. Uzun yıllar süren yüksek enflasyon ve tarafların satış bedelini sözleşmede bilerek düşük göstermeleri ihtimali nazara alındığında taşınmazın değerinin dava tarihine göre belirlenmesi gerekmektedir. Hakim yapacağı keşifte dinleyeceği bilirkişilere taşınmazın değerini tespit ettirecektir. Tespit edilen bu değere göre hem mahkemenin görevi tayin edilecek, hem de noksan harç ikmal ettirilecektir. Bu durumda sözleşmeye müdahaleden de söz edilemeyecektir. Kamu düzeninden olan bu husus tarafların insiyatifine bırakılmadan, hakim tarafından resen yerine getirilmiş olacaktır. Harçlar Kanununun maddesi de, müdahalenin meni, tescil ve tapu iptali gibi taşınmazın aynını ilgilendiren davalarda, taşınmazın değerinin esas alınacağını öngörerek görüşümüzü teyit etmektedir. Harç kaybı da böylece önlenmiş olacaktır. ...” Yargıtay Hukuk Dairesinin 13/11/2015 tarihli ve E.2015/10774, K.2015/10298 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:  “...Mahkemece, satış bedelinin dava tarihindeki güncelleştirilmiş değeri depo ettirilerek tapu iptali ve tescil isteminin kabulüne karar vermiştir....Kaynağını Türk Borçlar Kanununun maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri, Türk Borçlar Kanununun maddesi ile Türk Medeni Kanununun ve Noterlik Kanununun maddesi hükümleri uyarınca noter önünde re’sen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla geçerliliği resmi şekil şartına bağlı kılınan, tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan sözleşme türüdür. Vaat alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyet devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde Türk Medeni Kanununun maddesi uyarınca açacağı tapu iptali ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilir.Taşınmaz mal satış vaadi sözleşmesine dayanan tescil isteminin hüküm altına alınabilmesi için sözleşmede kararlaştırılan bedel ödenmiş olmalıdır. Ancak, bedelden ödenmeyen bir kısım var ise, bu bedel Borçlar Kanununun maddesi uyarınca depo ettirilmelidir.Yukarıda yapılan açıklamaların ışığı altında somut olaya gelince; dava konusu 1226(103 ada 3) sayılı parsel, Giresun Noterliği'nin 1993 tarihli ve 760 yevmiye numaralı satış vaadi sözleşmesi gereğincedavalıların murisi ... tarafından 000,00 ETL'ye dava dışı ...'e satmayı vaad edildiği onun da taşınmazdaki hak ve hisselerinin tamamını 1990 tarih 2469 yevmiye numaralı satış vaadi sözleşmesi ile davacıya satmayı vaad ettiği anlaşılmaktadır. Satış vaadi sözleşmesinin taraflarınca satış bedelinin 000,00 ETL kısmı peşin kalan kısmının ise tapu devrinde ödeneceği kararlaştırılmıştır. Davacı satış bedelinin tamamının ödendiği kanıtlanayamadığına göre dava konusu taşınmazın dava tarihindeki rayiç değeri belirlenerek, ödenen 000,00 ETL taşınmazın sözleşmedeki satış bedeli olan 000,00 ETL’ye oranlanmalı ve bu orana göre dava konusu bağımsız bölümün dava tarihindeki rayiç değeri üzerinden belirlenecekbakiye satış bedelinin depo edilmesi için davacıya süre verilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, satış bedelinin ödenmeyen kısmının güncelleştirilmiş değeri esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir." Yargıtay Hukuk Dairesinin 17/5/2012 tarihli ve E.2012/5689, K.2017/7082 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:  “...Kaynağını Borçlar Kanununun maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri, Borçlar Kanununun maddesi ile Türk Medeni Kanununun ve Noterlik Kanununun maddesi hükümleri uyarınca noter önünde re’sen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla geçerliliği resmi şekil şartına bağlı kılınan, tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan sözleşme türüdür. Vaat alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyet devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde Türk Medeni Kanununun maddesi uyarınca açacağı tapu iptali ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilir.Taşınmaz mal satış vaadi sözleşmesine dayanan tescil isteminin hüküm altına alınabilmesi için sözleşmede kararlaştırılan bedel ödenmiş olmalıdır. Ancak, bedelden ödenmeyen bir kısım var ise, bu bedel Borçlar Kanununun maddesi uyarınca depo ettirilmelidir.......Somut olayda; dosya içerisinde bulunan 1978 tarihli satış vaadi sözleşmesi incelendiğinde satış bedelinin 000 TL olduğu 000TL kısmınınpeşin ödendiği, kalan 000 TL'nin ise 000TL'lik taksitlerle ödeneceğinin kararlaştırıldığı görülmektedir. Satış vaadinde bulunan ... mirasçıları davalılar satış bedelinin tamamınınödenmediğini savunmuşlar, satış vaadi alacaklısı ... mirasçıları davacılar ise dosyaya ibraz ettikleri bono niteliğindeki belge fotokopileri ile satış bedelinin tamamının ödenerek senetlerin geri alındığını ifade etmişlerdir. Bu durumda davacılarınsatış bedeline ilişkin ödemelerini dosyaya ibraz ettikleri senetler karşılığında yapıldığını ispat etmeleri gerekir. Davacılar bu hususu kanıtlayamadıkları takdirde dava konusu taşınmazın dava tarihindeki rayiç değeri hesaplanarak davalılar tarafından ödendiği kabul edilen 000TL, taşınmazın değerine oranlanıp hesaplanmalı, ödenmeyen kısım davacılar tarafından depo edildiğinde davakabul edilmelidir." Yargıtay Hukuk Dairesinin 17/2/2014 tarihli ve E.2013/14923, K.2014/2015 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:  “... Somut olayda; dosya içerisinde bulunan 1997 tarihli satış vaadi sözleşmesi incelendiğinde satış bedelinin 000,00 eski TL olduğu, 000,00 eski TL kısmınınpeşin ödendiği, kalan 000,00 eski TL'nin ise yarısının 1997 diğer yarısının 1997 tarihindeödeneceğinin kararlaştırıldığı görülmektedir. Davalı satış vaadi borçlusu yüklenici ... satış bedelinin tamamınınödenmediğini savunmuştur. Bu durumda davacı ...'ın satış bedelinden kalan kısmı ödendiğini kesin delillerle ispat etmesi gerekir. Davacı...ödemeyi kanıtlayamadığıtakdirdedavakonusu taşınmazın dava tarihindeki rayiç değeri hesaplanarak satış vaadi sözleşmesinde ödendiği belirtilen 000,00 eski TL, taşınmazın değerine oranlanıp hesaplanmalı, ödenmeyen kısım davacı ... tarafından depo edildiğinde davakabul edilmelidir. " Yargıtay Hukuk Dairesinin 27/10/2015 tarihli ve E.2015/8956, K.2015/9538 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:  “... Davacıların dayanağı olan Adana Noterliği'nin 1998 tarihli 16660 yevmiye no'lu satış vaadi sözleşmesinde sözleşmeye konu taşınmazın satış bedelinin "000 TL" olduğu belirtilmiş ise de gerek satış vaadinde bulunan davalıların murisi ... gerekse satış vaadini kabul eden ... tarafından satış bedelinin ödendiğine ilişkin beyanlarının sözleşmeye geçirilmediği açıkça anlaşılmaktadır. Satış vaadi sözleşmesinin zorunlu unsurlarından olan "satış bedeli" sözleşmede belirtilmekte ise de gerek sözleşme kapsamından gerekse dosya içerisindeki belge ve delillere göre satış vaadini kabul eden ... tarafından satış bedelinin ödendiği kanıtlanamadığındanBorçlar Kanununun maddesi uyarınca dava konusu taşınmazın satış vaadine konu kısmınındava tarihindeki rayiç değeri belirlenerek satış vaadinde bulunan ...'ün mirasçıları adına depo ettirilmesi için davacıya süre verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir. "B. Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün maddesi şöyledir:"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının pozitif yükümlülükleri de içerdiğini kabul etmektedir (Kotov/Rusya, [BD] B. No: 54522/00, 3/4/2012, §§ 109-115; Öneryıldız/Türkiye, [BD], B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 134; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004, § 143; Dzugayeva/Rusya, B. No: 44971/04, 12/2/2013, § 26). AİHM, bu hükümle koruma altına alınan mülkiyet hakkının gerçek ve etkili kullanımının sadece devletin müdahale etmeme ödevine bağlı olmadığını fakat aynı zamanda özellikle başvurucunun kamu otoritelerinden meşru olarak alınmasını beklediği önlemler ile mülkünden etkin bir biçimde yararlanması arasında doğrudan bir bağlantının bulunduğu durumlarda koruyucu pozitifönlemler alınmasını da gerektirdiğini ifade etmektedir. Öte yandan AİHM'e göre özel kişiler arasındaki ilişkilerde bile devlete pozitif yükümlülük yükleyen kamusal menfaatlersöz konusu olabilir (Kotov/Rusya, § 109). AİHM, bu bağlamda mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına kamu otoriteleri dışındaki kişilerce müdahale edilmesi durumunda devletin pozitif yükümlülüğünün koruyucu/önleyici ve düzeltici ödevler biçiminde ikiye ayrılacağını ifade etmektedir. AİHM'e göre bu durumda Sözleşme'ye taraf devletler, iç hukuk sisteminde mülkiyet hakkının yasalar tarafından tatmin edici bir şekilde korunmasının güvence altına alınması ve hakkına müdahale edilen kişinin -gerekmesi durumunda- meydana gelen zararının giderilmesine yönelik talepler dâhil olmak üzerehakkını arayabileceği düzeltici mekanizmaların temin edilmesi yükümlülüğü altındadırlar (Blumberga/Litvanya, B. No: 70930/01, 14/10/2008, § 67). AİHM, devletin pozitif yükümlülüklerinin mahiyeti ve kapsamının olayın somut koşullarına göre farklılaşabileceğini düşünmektedir (Kotov/Rusya, § 111). AİHM'e göre devletin olayın somut koşullarına göre sağlama yükümlülüğü altına girdiği düzeltici önlemler, zarar gören tarafın hakkını savunabilmesi imkânı tanıyan uygun yasal mekanizmaların oluşturulmasını içermektedir. (1) No.lu Protokol'ün maddesi açık bir biçimde usule ilişkin yükümlülükler içermemekte ise de bu hüküm, gerek devletin müdahil olduğu uyuşmazlıklarda gerekse iki özel kişi arasındaki uyuşmazlıklarda devlete usule ilişkin yükümlülükler yüklemektedir. Özel kişiler arasındaki müdahalelerde devlet, zorunlu usule ilişkin garantiler içeren yargısal başvuru yolları kurma yükümlülüğü altındadır. Bu bağlamda görevlendirilecek mahkemelerin veya yargısal yetkiyi haiz diğer kurul veya kamusal otoritelerin özel kişiler arasındaki uyuşmazlığı etkili ve adil bir şekilde çözecek yargısal güçle donatılmaları gerekmektedir (Kotov/Rusya, § 114).
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/11657
Başvuru, taşınmaz satış vaadi sözleşmesine istinaden açılan tapu iptali ve tescil davasında taşınmazın harca esas olmak üzere tespit edilen gerçek bedeli yerine sözleşmede belirlenen bedelin malike ödenmesine karar verilmesi, buna karşılık harç ve vekâlet ücretinin ise mahkemece belirlenen gerçek bedel üzerinden hesaplanması, karar ve ilam harcına her bir davalı için ayrı ayrı hükmedilmemesi, ayrıca temyiz karar harcının yanlış hesaplanması nedenleriyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvurular, süresi içinde yapılmıştır. Başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Ekli tabloda yer alan başvurular bu başvuru ile birleştirilmiştir.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/54721
Başvurular, davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, zilyetliğe dayalı olarak tasarrufta bulunulan taşınmazların Hazine adına tescil edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 22/12/2016 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucular 8/1/2013 tarihinde Hazine aleyhine Silivri Asliye Hukuk Mahkemesinde tazminat davası açmışlardır. Dava dilekçesinde, atalarından bu yana hem tapulu malları olan hem de zilyedi bulundukları iki taşınmazın -murisleri adına tespit görmüş olduğu hâlde- orman olarak Hazine adına tescil edildiği belirtilmiştir. Başvurucular, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 000 TL tazminat talebinde bulunmuşlardır. Mahkeme 12/12/2014 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; başvurucuların geçerli tapularının bulunmadığı, tapu almaya matuf kadastro tespitinin Silivri Kadastro Mahkemesinin 17/6/2002 tarihli kararı ile iptal edilerek taşınmazların orman vasfıyla Hazine adına tesciline karar verildiği ifade edilmiştir. Mahkeme ayrıca başvurucuların dayanak yaptığı tapu kaydının harita ve krokisinin bulunmadığını, hudutları itibarıyla bütün köyü kapsadığını, gitti kaydı itibarıyla silsilesinin düzgün olmadığını, kadastro tespitini itiraz davasında da davalı tarafın dayanağı olmaktan çıktığını ve orman vasıflı arazi bakımından devletin kusursuz sorumluluğundan söz edilemeyeceğini vurgulamıştır. Temyiz edilen karar, Yargıtay Hukuk Dairesinin 6/6/2016 tarihli kararıyla onanmıştır. Onama kararında, kadastro tespitine itiraz davası ile tapu kaydı oluşmadan kadastro tespitinin iptaline karar verildiği, ayrıca tazminat isteğine dayanak yapılan parselin kadastro tespitine esas alınan Ekim 1944 tarihli ve 41 sıra numaralı tapu kaydının malikinin İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü olduğu belirtilmiştir. Ayrıca tazminat isteğine dayanak yapılan taşınmazlar yönünden başvurucular ya da murisleri adına oluşmuş bir tapu kaydı veya tapu sicili bulunmadığından tapu sicilinin tutulmasından kaynaklanan zararın söz konusu olamayacağı vurgulanmıştır. Başvurucuların karar düzeltme dilekçeleri aynı Dairenin 12/10/2016 tarihli kararıyla değeri 390 TL'den az olan davalara ait hükümlerin onanmasına veya bozulmasına ilişkin Yargıtay kararları bakımından karar düzeltme yoluna gidilemeyeceği gerekçesiyle reddedilmiştir. Yargıtay onama ilamının başvurucular vekilince, karar düzeltme istemli dilekçede 23/6/2016 tarihinde tebellüğ edildiği beyan edilmiştir. Başvurucular 22/12/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
Adil yargılanma hakkı (Hukuk)-Mülkiyet Hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2016/73176
Başvuru, zilyetliğe dayalı olarak tasarrufta bulunulan taşınmazların Hazine adına tescil edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, kamu makamının toplantı ve gösterileri yasaklama kararlarına uymayarak toplantılara katılan başvurucunun emre aykırı hareket ettiği gerekçesiyle hakkında idari para cezası uygulanmasının toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını ihlal ettiği iddiasına ilişkindir. Başvurular 7/6/2021 ve 21/6/2021 tarihlerinde yapılmıştır. Komisyon, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir. 2021/63594 sayılı bireysel başvurunun mevcut başvuru ile birleştirilmesine Komisyonca karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur. Birinci Bölüm, başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir: Tunceli Valiliği (Valilik) COVID-19 salgını tedbirleri kapsamında 10/6/1949 tarihli ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu'nun maddesinin (A) ve (C) bentleri, 6/10/1983 tarihli ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun ve maddeleri ile 24/4/1930 tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun -madde numarası belirtilmeksizin- hükümleri uyarınca il genelindeki tüm etkinlik ve eylemleri otuz gün süreyle yasaklamıştır. 27/1/2021 ila 25/2/2021 tarihleri ve 26/2/2021 ila 27/3/2021 tarihlerinde verilen yasaklama kararları, sırasıyla 25/1/2021 ve 1/3/2021 tarihlerinde Valiliğin resmî sitesinden duyurulmuştur. Bununla birlikte Valiliğin resmî internet sitesinden bu tarihler öncesinde ve sonrasında otuz gün süreli yasaklama kararları verildiği anlaşılmıştır. Başvuruya konu her iki yasaklama kararı benzer mahiyette olup içeriklerinin ilgili kısmı şöyledir:"Dünya Sağlık Örgütü tarafından 'Pandemi' olarak ilan edilen Covid-19 salgını ile ilgili olarak Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu'nun önerileri, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatları doğrultusunda salgının toplum sağlığı ve kamu düzeni açısından oluşturduğu riski yönetme, sosyal izolasyonu temin, fiziki mesafeyi koruma ve hastalığın yayılım hızını kontrol altında tutmak amacıyla yeni kısıtlama ve tedbir kararları alınarak uygulamaya geçirildiği,Tunceli il sınırları içerisinde vatandaşlarımızın temel hak ve hürriyetlerine dair Uluslararası Sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunular kapsamında, genel sağlığın korunması, kamu düzeni ve kamu güvenliğinin sağlanması, suç işlenmesinin ve şiddet olaylarının önlenmesi, temel hak ve hürriyetlerin korunması amacıyla;2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu ve maddeleri, 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu 11/A ve 11/C maddeleri, 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu hükümleri ile İl Hıfzıssıhha Meclisi’nce alınan kararlar kapsamında, Valilik ve Kaymakamlık Makamının uygun göreceği etkinlikler, basın açıklamaları, kamu kurum ve kuruluşlarının düzenleyeceği resmi bayram, resmi anma günleri, resmi tören ve kutlamalar ile bu kurumların gelenek ve göreneklere göre yapacakları programlar, spor faaliyetleri, bilimsel, ticari ve ekonomik amaçlarla yapılan etkinlik ve toplantılar hariç olmak üzere, her türlü basın açıklaması, toplantı ve gösteri yürüyüşü, miting, açık hava toplantısı, protesto eylemi, oturma eylemi, açlık grevi, stant açmak, imza kampanyası, konser, şenlik, el ilanı bildiri, broşür dağıtmak, afiş, poster açmak, meşale yakma ve taşıma, konferans vb. tüm eylem ve etkinliklerin ... tarihleri [Tarihler değişiklik göstermektedir] 30 (otuz) gün süreyle yasaklanmıştır." İ.K. isimli şahıs, 21/3/2021 tarihinde "nevruz" konulu açık hava toplantısı düzenlemek için Valiliğe bildirimde bulunmuştur. Valilik, İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulunun 2/3/2021 tarihli kararının "sivil toplum kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile birlikler ve kooperatifler tarafından düzenlenecek genel kurul dahil kişilerin bir araya gelmesine neden olan her türlü etkinliklerin; kişi başına 8 metrekare alan bırakma ve aynı anda bulunabilecek azami kişi sayısı 300’ü geçmemek üzere ilgili kurum/kuruluşların yetkililerince her türlü tedbir alınarak yapılabilmesi" paragrafına atıf yaparak "artan vaka artışı sebebiyle maske kullanımına dikkat edilmesi, sosyal mesafe kuralını ihlal edecek ve kişilerin bir araya gelmesine neden olabilecek oyun, halay, konser vb faaliyetlerin yapılmaması ve slogan atılmaması" durumunda toplantı yapılmasında bir sakınca olmadığını bildirmiştir. Tunceli Valiliği İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulunun 2/3/2021 tarihli kararının ilgili kısmı şöyledir: "1 Mart 2021 günü Sayın Cumhurbaşkanımız başkanlığında toplanan Kabine’de yeni kontrollü normalleşme sürecine dair temel usul ve esaslar, Sağlık Bakanlığı ve Koronavirüs Bilim Kurulunun tavsiyeleri göz önünde bulundurularak belirlenmiştir.Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar çerçevesinde; İl Umumi Hıfzıssıhha Meclisi, 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanununun ve 26’ıncı maddeleri gereğince; Tunceli Valisi A.Ö. başkanlığında toplanarak aşağıdaki kararları almıştır.2 Mart 2021 tarihinden geçerli olmak üzere;7- a) Sivil toplum kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları ile birlikler ve kooperatifler tarafından düzenlenecek genel kurul dahil kişilerin bir araya gelmesine neden olan her türlü etkinliklerin; kişi başına 8 metrekare alan bırakma ve aynı anda bulunabilecek azami kişi sayısı 300’ü geçmemek üzere ilgili kurum/kuruluşların yetkililerince her türlü tedbir alınarak yapılabilmesine,...12- İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulu’nun aldığı kararlara uyulmaması halinde ve her seferinde olmak üzere; a. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun Maddesi ve 5236 Sayılı Kabahatler Kanununun Maddesi gereğince idari para cezasının uygulanmasına... karar verilmiştir." Başvurucunun Tunceli Valiliğinin kararlarına aykırı olacak şekilde 26/2/2021 tarihinde gerçekleştirilen bir basın açıklamasına katılması ve 21/3/2021 tarihinde ise Nevruz kutlamasında halay çekerek -Valiliğin toplantıyı uygun bulma kararında yer alan- sosyal mesafe kuralını ihlal etmesi nedeniyle 30/3/2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu'nun maddesi uyarınca hakkında emre aykırı davranışta bulunmaktan her bir olay için ayrı ayrı olmak üzere 427 TL idari para cezası uygulanmıştır. Her iki yaptırıma ilişkin İdari Para Cezası Tutanağı'nın "Kabahat ile İlgili .../ Yetkili Merci Emir ve Kararları" bölümünde "Valilik yasaklama kararı" yazılmıştır. 21/3/2021 tarihli eyleme ilişkin İdari Para Cezası Tutanağı'nda ayrıca "...nevruz etkinliğinde halay çekerek İl Hıfzıssıhha Meclisi'nin almış olduğu sosyal mesafe kuralını ihlal ettiği" gerekçesine yer verilmiştir. Başvurucu, farklı tarihlerde idari para cezalarına itiraz etmiştir. Tunceli Sulh Ceza Hâkimliği (Hâkimlik) 1593 sayılı Kanun'un ve maddeleri, 5442 sayılı Kanun'un maddesinin birinci fıkrası ve 5326 sayılı Kanun'un maddesi uyarınca itirazları 30/4/2021 ve 20/5/2021 tarihlerinde kesin olarak reddetmiştir. 26/2/2021 tarihli müdahaleye ilişkin olarak Hâkimlik, Valiliğin -27/1/2021 ila 25/2/2021 geçmiş tarihli olan- yasaklama kararının varlığını ve katılımcıların tüm uyarılara rağmen dağılmamalarını itirazın reddi kararına dayanak yapmıştır. Ayrıca Hâkimlik, Valiliğin 17/3/2021 tarihli yazısına aykırı olarak sosyal mesafe gözetilmeden etkinlik yapılması nedeniyle 21/3/2021 tarihli müdahaleyi de hukuka uygun bulmuştur. 26/2/2021 tarihli müdahalenin değerlendirildiği 30/4/2021 tarihli Hâkimlik kararının ilgili kısmı şöyledir:"1593 Sayılı Kanunu'nun Maddesi kapsamında, Valinin başkanlığında toplanan ve yasal bir heyet olan il umumi hıfzıssıhha meclisleri, il genelinde genel sağlığı tehdit eden sakıncaların giderilmesi amacıyla gerek kamunun gerekse gerçek ve tüzel kişilerin salgınla mücadele uyması gereken tedbirleri almaya yetkilidir. 1593 Sayılı Kanun'da, İl Umumi Hıfzıssıhha Meclislerinin genel sağlığı tehdit eden sakıncaları gidermek için alabilecekleri tedbirlerin; Kanun'un Maddesinde sınırlı sayıda yazılı tedbir türleriyle sınırlandırılmadığı, ancak alınacak tedbirlerin Kanun'da yazılı çerçevede genel sağlığı tehdit eden sakıncaları gidermek maksadıyla tesis edilebileceği açıktır.Bir il genelinde, solunum yoluyla çok hızlı şekilde insandan insana bulaşan COVID-19 hastalığının tespit edilmesi halinde, genel sağlığı tehdit eden sakıncalı bir durumla karşı karşıya kalındığının, dolayısıyla bu sakıncalı durumun giderilmesi amacıyla 'maske takma yükümlülüğü, sosyal mesafe kuralı, her türlü etkinlik ve toplantı gösteri yürüyüşlerinin yasaklanması' gibi tedbirlerin, Valinin başkanlığında toplanan il umumi hıfzıssıhha meclisleri tarafından alınabilmesinin mümkün olduğu değerlendirilmiştir. 1593 Sayılı Kanun'un Maddesi kapsamında, il umumi hıfzıssıhha meclisleri tarafından alınan bu kararların il genelinde icra edilmesi görevi illerde Valilere verilmiştir. Valilerin, 1593 Sayılı Kanun'un Maddesi ile kendilerine verilen icra görevini yerine getirmek ve bulaşıcı ve salgın hastalıkla mücadelede etmek amacıyla il umumi hıfzıssıhha meclisleri tarafından alınan tedbirleri ve bu tedbirlere uyulmaması halinde 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu'nun Maddesinin uygulanacağını, gerek ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına gerekse il genelinde yaşayan halka usulüne uygun şekilde ilan etmesi-duyurması gerekmektedir.'5442 Sayılı Kanun'un 66/ Maddesinde Valilerce kanunların verdiği yetkiye istinaden çıkarılan emirlere riayet etmeyenler hakkında 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu'nun Maddesi gereği idari para cezası uygulanacağı da açıkça hüküm altına alınmıştır. Bu nedenlerle; il umumi hıfzıssıhha meclisi tarafından genel sağlığı tehdit eden sakıncaların giderilmesi maksadıyla alınmış olan 'maske takma yükümlülüğü-sosyal mesafe tedbirinin' Valiliklerce il genelinde icra edilmesi maksadıyla usulüne uygun şekilde duyurulması halinde; 'Valilik ve Kaymakamlık Makamlarının uygun göreceği etkinlikler hariç olmak üzere ilimiz mülki sınırları içerisinde (polis ve jandarma sorumluluk alanının tamamı) gerçekleşebilecek her türlü eylem ve etkinlik 26/02/2021 günü saat 00:01'den 27/03/2021 günü saat 23:59' a kadar 30 gün süre ile yasaklanma kararı alınmıştır.' aykırı davrananlar hakkında 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu'nun Maddesi kapsamında 'emre aykırı davranış' nedeniyle idari yaptırım uygulanmasının hukuken mümkün olduğu değerlendirilmiştir.Somut olayda; Tunceli ili Merkez ve İlçeleri sınırları içinde, Valilik ve Kaymakamlık Makamlarının uygun göreceği etkinlikler hariç olmak üzere, İl Hıfzıssıhha Meclisince Alınan Karar gereği 'her türlü basın açıklaması, toplantı ve gösteri yürüyüşü, miting, açık hava toplantısı gibi etkinlikler 2021 günü saat 00:01 ile 2021 günü saat 23:59'a kadar 30 gün süre ile yasaklanmıştır. İş bu kararın duyurusu www.tunceli.gov.tr URL adresli internet sitesinde 2021 tarihinde ilanen tebliğ edilmiştir. Yapılan tebliğ işleminin ardından gerek sosyal medya üzerinde gerekse de ulusal ve yerel basın üzerinde valilik emrinin halk genelinde usulüne uygun duyurulduğuna kanaat getirilmiştir. Güvenlik-polis kamera görüntülerinin çözümü niteliğinde olan 2021 tarihli 'Şahıs Tespit Tutanağı'ndan anlaşılacağı üzere İtiraz edenin de aralarında bulunduğu grup 2021 tarihinde 2021 tarihli 'Olay Tutanağı'ndan anlaşılacağı üzere tüm uyarı ve hatırlatmalara rağmen saat 12:15 de itiraz olunan kabahat eylemini gerçekleştirmiştir. Anayasanın Maddesinde ve AİHS nin 10 ve Maddelerinde ifade özgürlüğü ve Toplantı hakkı ve ne şeklide sınırlandırılacağı belirtilmiş olup kamu sağlığı gerekçesi ile yapılan sınırlamanın yasaya ve uluslararası sözleşmelere uygun olduğuna kanaat getirilmiştir. 21/3/2021 tarihli müdahalenin değerlendirildiği 20/5/2021 tarihli Hâkimlik kararının ilgili kısmı şöyledir:"[yukarıdaki gerekçe haricinde ve farklı olarak] ... Somut olayda; Tunceli ili Merkez ve İlçeleri sınırları içinde, Valilik ve Kaymakamlık Makamlarının uygun göreceği etkinlikler hariç olmak üzere, İl Hıfzıssıhha Meclisince Alınan Karar gereği 'her türlü basın açıklaması, toplantı ve gösteri yürüyüşü, miting, açık hava toplantısı gibi etkinlikler 2021 günü saat 00:01 ile 2021 günü saat 23:59'a kadar 30 gün süre ile yasaklanmıştır. İş bu kararın duyurusu www.tunceli.gov.tr URL adresli internet sitesinde 2021 tarihinde ilanen tebliğ edilmiştir. Yapılan tebliğ işleminin ardından gerek sosyal medya üzerinde gerekse de ulusal ve yerel basın üzerinde valilik emrinin halk genelinde usulüne uygun duyurulduğuna kanaat getirilmiştir. Ayrıca söz konusu etkinliğin düzenlenmesi talebinde bulunan [İ.K.] adlı kişiye Tunceli Valiliği tarafından 17/03/2021 tarihli yazı ile etkinliğin ne şekilde yapılacağı bildirilmiştir. Güvenlik-polis kamera görüntülerinin çözümü niteliğinde olan 2021 tarihli 'Şahıs Tespit Tutanağı'ndan anlaşılacağı üzere İtiraz edenin de aralarında bulunduğu grup 2021 tarihinde 2021 tarihli 'Olay Tutanağı'ndan anlaşılacağı üzere tüm uyarı ve hatırlatmalara rağmen saat 11:00-13:00 sıralarında itiraz olunan kabahat eylemini gerçekleştirmiştir. Anayasanın Maddesinde ve AİHS nin 10 ve Maddelerinde ifade özgürlüğü ve Toplantı hakkı ve ne şeklide sınırlandırılacağı belirtilmiş olup kamu sağlığı gerekçesi ile yapılan sınırlamanın yasaya ve uluslararası sözleşmelere uygun olduğuna kanaat getirilmiştir." 2911 sayılı Kanun'un maddesi şöyledir: "Bölge valisi, vali veya kaymakam, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla belirli bir toplantıyı bir ayı aşmamak üzere erteleyebilir veya suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike mevcut olması hâlinde yasaklayabilir." 2911 sayılı Kanun'un maddesinin ilgili kısmı şöyledir: "Bölge valisi, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla bölgeye dahil illerin birinde veya birkaçında ya da bir ilin bir veya birkaç ilçesinde bütün toplantıları bir ayı geçmemek üzere erteleyebilir. (Değişik ikinci cümle: 30/7/2003-4963/22 md.) Valiler de aynı sebeplere dayalı olarak ve suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike mevcut olması hâlinde; ile bağlı ilçelerin birinde veya birkaçında bütün toplantıları bir ayı geçmemek üzere yasaklayabilir." 5442 sayılı Kanun'un maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"A) Vali, il sınırları içinde bulunan genel ve özel bütün kolluk kuvvet ve teşkilatının amiridir. Suç işlenmesini önlemek, kamu düzen ve güvenini korumak için gereken tedbirleri alır. Bu maksatla Devletin genel ve özel kolluk kuvvetlerini istihdam eder, bu teşkilat amir ve memurları vali tarafından verilen emirleri derhal yerine getirmekle yükümlüdür....C) İl sınırları içinde huzur ve güvenliğin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteallik emniyetin, kamu esenliğinin sağlanması ve önleyici kolluk yetkisi valinin ödev ve görevlerindendir. (Ek cümle: 25/7/2018-7145/1 md.) Bunları sağlamak için vali gereken karar ve tedbirleri alır. (Ek paragraf: 25/7/2018-7145/1 md.)Vali, kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu ya da bozulacağına ilişkin ciddi belirtilerin bulunduğu hâllerde on beş günü geçmemek üzere ildeki belirli yerlere girişi ve çıkışı kamu düzeni ya da kamu güvenliğini bozabileceği şüphesi bulunan kişiler için sınırlayabilir; belli yerlerde veya saatlerde kişilerin dolaşmalarını, toplanmalarını, araçların seyirlerini düzenleyebilir veya kısıtlayabilir ve ruhsatlı da olsa her çeşit silah ve merminin taşınması ve naklini yasaklayabilir." 5442 sayılı Kanun'un maddesinin birinci fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:"İl genel kurulu veya idare kurulları yahut en büyük mülkiye amirleri tarafından kanunların verdiği yetkiye istinaden ittihaz ve usulen tebliğ veya ilan olunan karar ve tedbirlerin tatbik ve icrasına muhalefet eden veya müşkülat gösterenler veya riayet etmeyenler, mahallî mülkî amir tarafından Kabahatler Kanununun 32' nci maddesi hükmü uyarınca cezalandırılır..." 1593 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:  “Umumi hıfzıssıhha meclisleri alelade ayda bir kere içtima ederler. Ahvali fevkalâdede veya bir sari ve salgın hastalık zuhurunda valinin daveti veya Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin talebi üzerine daha sık toplanırlar. ” 1593 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:  “Umumi hıfzıssıhha meclisleri mahallin sıhhi ahvalini daima nazarı dikkat önünde bulundurarak şehir ve kasaba ve köyler sıhhi vaziyetinin ıslahına ve mevcut mahzurların izalesine yarayan tedbirleri alırlar. Sâri ve salgın hastalıklar hakkında istihbaratı tanzim, sari ve içtimai hastalıklardan korunmak çareleri ve sıhhi hayatın faideleri hakkında halkı tenvir ve bir sari hastalık zuhurunda hastalığın izalesi için alınan tedbirlerin ifasına muavenet eylerler.” 1593 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:  “Umumi hıfzıssıhha meclislerinin mukarreratından mahalli vazifeler ve salahiyetler arasında bulunan işler vali veya kaymakam tarafından icra olunur ve istizana muhtaç olanlar kaymakamlıkça vilayetten ve vilayetçe Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinden sorulur.” 1593 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:  “57 nci maddede zikredilenlerden başka her hangi bir hastalık istilai şekil aldığı veya böyle bir tehlike baş gösterdiği takdirde o hastalığın veya her hangi bir hastalık şeklinin memleketin her tarafında veya bir kısmında ihbarı mecburi olduğunu neşrü ilâna ve o hastalığa karşı bu kanunda mezkür tedabirin kaffesini veya bir kısmını tatbika Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti salahiyettardır.” 1593 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir:  “57 nci maddede zikredilen hastalıklardan biri zuhur ettiği veya zuhurundan şüphelenildiği takdirde aşağıda gösterilen tedbirler tatbik olunur:1 - Hasta olanların veya hasta olduğundan şüphe edilenlerin ve hastalığı neşrü tamim eylediği tetkikatı fenniye ile tebeyyün edenlerin fennen icap eden müddet zarfında ve sıhhat memurlarınca hanelerinde veya sıhhi ve fenni şartları haiz mahallerde tecrit ve müşahede altına vaz'ı.2 - Hastalara veya hastalığa maruz bulunanlara serum veya aşı tatbikı.3 - Eşhas, eşya, elbise, çamaşır ve binaların ve fennen intana maruz olduğu tebeyyün eden sair bilcümle mevaddın fenni tathiri.4 - Hastalık neşreden haşarat ve hayvanatın itlafı.5 - Memleket dahilinde seyahat eden eşhasın icap eden mahallerde muayenesi ve eşyalarının tathiri.6 - Hastalığın sirayet ve intişarına sebebiyet veren gıda maddelerinin sarf ve istihlakinin men'i.7 - Dahilinde sari ve salgın hastalıklardan biri zuhur eden umumi mahallerin tehlike zail oluncaya kadar set ve tahliyesi. ” 1593 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir: "Sari ve salgın hastalıklardan birinin hüküm sürdüğü veya tehdit ettiği mahallerde Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin tasvibiyle bütün umumi mahallerde vuku bulacak içtimalar tahdit veya menolunabilir. Bundan başka hastalarla hastalığı şüpheli olanların ve hastalığın sirayet ve neşrine vasıta olabilecek eşyanın fenni tathirat ile mahzur ve mazarratı izale edilmeksizin nakillerine ve bütün kara ve deniz ve hava nakil vasıtalarının fenni tathir ve tephire tabi tutulmadan seyrüseferlerine mümaneat edilir." 5326 sayılı Kanun’un maddesi şöyledir: “(1) Hangi fiillerin kabahat oluşturduğu, kanunda açıkça tanımlanabileceği gibi; kanunun kapsam ve koşulları bakımından belirlediği çerçeve hükmün içeriği, idarenin genel ve düzenleyici işlemleriyle de doldurulabilir. (2) Kabahat karşılığı olan yaptırımların türü, süresi ve miktarı, ancak kanunla belirlenebilir.” 5326 sayılı Kanun'un maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:"Yetkili makamlar tarafından adlî işlemler nedeniyle ya da kamu güvenliği, kamu düzeni veya genel sağlığın korunması amacıyla, hukuka uygun olarak verilen emre aykırı hareket eden kişiye yüz Türk Lirası idarî para cezası verilir. Bu cezaya emri veren makam tarafından karar verilir.Bu madde, ancak ilgili kanunda açıkça hüküm bulunan hallerde uygulanabilir."
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/29184
Başvuru, kamu makamının toplantı ve gösterileri yasaklama kararlarına uymayarak toplantılara katılan başvurucunun emre aykırı hareket ettiği gerekçesiyle hakkında idari para cezası uygulanmasının toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını ihlal ettiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru, tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 17/2/2015 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, başvuru hakkında görüş sunulmayacağını bildirmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvuruculardan Nigar Alma 2010 yılı Mart ayında baş ağrısı ve bulantı şikâyeti ile Atatürk Üniversitesi Erzurum Yakutiye-Aziziye Araştırma Hastaneleri Süleyman Demirel Tıp Merkezine başvurmuş, kendisine Arnold-Chiari Sendromu (beyincik sarkması) ve Hidrosefali (kafa içi basınç artışı) teşhisi konulması akabinde 18/3/2010 tarihinde Beyin Cerrahi Servisine yatırılmıştır. Başvurucu Nigar Alma 24/3/2010 ila 4/5/2010 tarihleri arasında dört operasyon geçirmiş, bu operasyonlarda şant (beyin omurilik sıvısının beyinden başka bir vücut boşluğuna aktarımı için kullanılan ince uzun elastik, silikon boru) uygulaması yapılmasına rağmen enfeksiyon geliştiğinden başvurucu bitkisel hayata girmiştir. Bu durum üzerine başvurucu, ilk önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesine sevk edilmiş, hasta kabulünün yapılmaması nedeniyle Darıca Devlet Hastanesine, oradan da Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesine sevk edilmiştir. Başvurucu Nigar Alma Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesinde yapılan cerrahi müdahaleler neticesinde bitkisel hayattan çıkmış 29/9/2010 tarihli sağlık kurulu raporu ile de başvurucu Nigar Alma'nın %90 oranında vücut fonksiyon kaybına uğradığı tespit edilmiştir. Başvurucular, Atatürk Üniversitesine bağlı hastanede yapılan tedavinin kusurlu olduğu iddiasıyla Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü aleyhine 1/6/2011 tarihinde Erzurum İdare Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası açmışlardır. Dava dilekçesinde; kamu hizmetinin doktorların ihmal ve kusuru, meslek ve sanatta acemilik göstermeleri nedeniyle eksik ve hatalı işlediğini, başvuruculara gerekli bilgiler verilmeden yeniden ameliyat edilmesinin haksız fiil teşkil ettiğini ileri sürmüşlerdir. Nigar Alma'nın yaşamını tek başına sürdürmesinin imkânsız hâle geldiğini, bu süreçte eşinin işinden ayrılmak zorunda kaldığını ve ailece mağdur olduklarını belirtmişlerdir. İdare Mahkemesi, bilirkişi incelemesi yaptırılmasına karar vererek olayda idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığı, hizmet kusuru var ise kusur oranı ile meydana gelen iş gücü kaybı oranının tespitine yönelik olarak Adli Tıp Kurumu (ATK) Başkanlığından rapor istemiştir. ATK İhtisas Kurulu (Kurul) tarafından hazırlanan 18/2/2013 tarihli bilirkişi raporunda:- Dosyanın tetkikinde hastaya konulan chiarimalformasyonu ve hidrosefali tanılarının doğru olduğu, mevcut tanılara yönelik yapılan servikal dekompresyon ve ventriküloperitonealşant operasyonu endikasyonunun bulunduğu, hastanın operasyon sonrası serviste kontrol tomografisinin çekildiği ve şantın hidrosefaliyi azalttığı (beyin omurilik sıvısını karın boşluğuna tahliye ederek) belirtilmiştir.-Ameliyattan bir hafta sonra kişide şuur bulanıklığı gelişmesi üzerine hastaya tekrar kontrol tomografisi çekilerek şanttadisfonksiyon tespit edildiği, söz konusu istenmeyen durumun tıbbi bir hatadan ve özen eksikliğinden kaynaklanmayan bu tarz operasyonlardan sonra gelişebilecek komplikasyon olarak nitelendirildiği ifade edilmiştir.- Bunun üzerine hastanın acil olarak revizyon amaçlı ameliyata alındığı, revizyon sonrası takipte olan hastada şanttan hızlı tahliyeye bağlı olarak biparyetal subdural efüzyon (beyin zarı altında ödem) geliştiği ve bu kez şantın kapatılıp subdural efüzyonun boşaltıldığı, genel durumunda kısmi düzelme olan hastanın şikâyetlerine yönelik son olarak üçüncü ventrikülostomi uygulandığı tespitine yer verilmiştir.- Tüm bulgular bir bütün olarak değerlendirildiğinde, hastada gelişen komplikasyonların zamanında fark edilip vakit geçirilmeksizin müdahalede bulunulduğu ve sonrasında gerekli takibin yapıldığının anlaşıldığı, dolayısı ile ilgili hekimler Prof. Dr. Ç.R.K. ve Yrd. Doç. Dr. G.Ş.ye atfı kabil kusur tespit edilmediği bildirilmiştir. Başvurucular; bilirkişi raporuna itiraz ederek ilk operasyonda uygulanan şantın doğru çalışmadığı ve enfeksiyona yol açtığını, buna rağmen sonraki operasyonlarda ısrarla aynı uygulamaya devam edildiğini, oysa Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesinde deri altı şant sistemi uygulanarak hastanın bitkisel hayattan çıkarıldığını iddia etmişlerdir. Diğer taraftan dosyanın beyin cerrahi uzmanlarınca incelenmesi ve başvurucunun bizzat muayene edilmesi gerekirken bu hususlara riayet edilmediğini, heyette konunun uzmanlarının bulunmadığını belirtmişlerdir. Mahkemenin 24/5/2013 tarihli kararıyla dava reddedilmiştir. Karar gerekçesinde dosya içindeki tüm doktor raporları, tıbbi bilgi ve belgelerin değerlendirilmesi sonucunda Kurulca hazırlanan 18/2/2013 tarihli bilirkişi raporunun hükme esas alındığı belirtilmiştir. Bu rapor uyarınca idareye atfı kabil bir kusurun bulunmadığı sonucuna ulaşılmış ve tazminat talebi hukuka uygun bulunmamıştır. Başvurucular karara karşı temyiz başvurusunda bulunmuşlardır. Temyiz dilekçesinde; başvurucunun bizzat muayene edilmediğini, Kurulda beyin cerrahisi uzmanının bulunmadığını, bilirkişi raporunda iddialarının cevaplanmadığını ve çelişkilerin giderilmediğini, sonuç olarak raporun tıbbi yeterlilikte olmadığını ileri sürmüşlerdir. Temyize konu karar, Danıştay Dairesinin 10/9/2014 tarihli toplantısında bir üyenin muhalefetiyle onanmıştır. Karşı oy gerekçesinde "Mahkemece, Adli Tıp raporu hükme esas alınmış olmakla birlikte; dosyadaki belgelerden davacının intaniye bölümünde de tedavi gördüğü anlaşıldığından meydana gelen zararda enfeksiyonun etkisi olup olmadığının araştırılmadığı ve bu konu irdelenmediğinden, söz konusu raporun bu yönüyle yeterince açıklık getirici nitelikte bulunmadığı, bu durumda, idarenin tazmin sorumluluğu açısından, hizmet kusurunun bulunup bulunmadığı hususunun saptanması için dosyanın yeniden Adli Tıp Kurumuna gönderilerek, dosya üzerinden yaptırılacak yeni bir inceleme sonucu hazırlanacak rapor incelendikten sonra bir karar verilmesi gerektiği" belirtilmiştir. Nihai karar 30/1/2015 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir. 17/2/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur. Başvurucuların karar düzeltme istemleri Danıştay Dairesinin 17/12/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir. İlgili hukuk için bkz. Fesih Aydar, B. No: 2015/4259, 10/1/2019, §§ 24, 26-
Maddi ve manevi varlığın korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2015/2928
Başvuru, tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, kas hastalığı nedeniyle reçete edilen ilacın ithali için gerekli ödemenin Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanması amacıyla yapılan talebin reddedilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 15/6/2021 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. 2021/47007 numaralı başvuru incelenen başvuruyla birleştirilmiştir. Başvurucu, tedavisi süresince ilaç bedelinin ilacın ithalinde yetkili kuruluşa Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından ödenmesi yönünde tedbir kararı verilmesini talep etmiştir. Başvurucunun tedbir taleplerinden ilkinin 28/6/2021 tarihinde reddine, ikincisinin ise 11/11/2021 tarihinde kabulüne karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden ulaşılan bilgi ve belgelere göre ilgili olaylar özetle şöyledir: 27/5/2017 doğumlu olan başvurucuya duchenne muscular dystrophy teşhisi konulmuştur. Başvurucunun belirttiğine göre bu hastalık nadir görülen ancak yüksek düzeyde ölümcül seyreden, nörolojik bir rahatsızlıktır. 25/2/2021 tarihli doktor raporunda, başvurucunun tedavisi için ilacın kullanılmasının gerekli olduğunun belirtilmesi sonrasında başvurucunun Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumuna başvurusu üzerine eteplirsen etken maddeli Exondys isimli ilacın kullanımının ve ithalinin uygun görüldüğü bildirilmiştir. İlaç bedelinin ödenmesi talebiyle yaptığı başvurunun SGK tarafından reddedilmesi üzerine başvurucu, ret işleminin iptali talebiyle Ankara İdare Mahkemesinde ( İdare Mahkemesi) dava açıp idari işlemin yürütmesinin durdurulmasına karar verilmesini de talep etmiştir. İdare Mahkemesi, dava konusu işlemin yürütmesinin durdurulması talebinin reddine karar vermiştir. UYAP üzerinden yapılan incelemede İdare Mahkemesinin 17/9/2021 tarihinde dava konusu işlemin "... hastalığının tedavisi için Etepilirsen etken maddeli ilacın endikasyon dışı kullanımına izin verilmesi talebiyle idareye yapılan başvurunun reddine ilişkin Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunun 25/03/2021 tarih... işleminin iptali istemiyle Ankara İdare Mahkemesinin ... dosyasında açılan davada anılan Mahkemece 04/05/2021 tarihli karar ile söz konusu işlemin yürütmesinin durdurulması üzerine, Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunun 22/05/2021 tarih ... işlemi ile Etepilirsen etken maddeli ilacın kullanımının ve yurtdışından ithalatının uygun görüldüğü anlaşılmakla, ... davacıların çocuğunun muayenesi ve tetkiklerini yapmak suretiyle hastalığı teşhis eden hastane tarafından, hastalığın tedavisinde kullanılması için uygun ve elzem görülen ve kullanılması hastanın tercihine bırakılmayan Etepilirsen etken maddeli Exondys 51 isimli ilaç bedelinin mali külfetinin ağır olduğu,..." gerekçesiyle iptaline karar verildiği anlaşılmıştır. SGK vekili tarafından karara karşı istinaf başvurusunda bulunulmuş olup istinaf incelemesi devam etmektedir. Öte yandan, başvurucu söz konusu ilacın endikasyon dışı kullanımına izin verilmesi isteminin Türkiye Tıbbi İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunca 25/3/2021 tarihinde reddedilmesine dair işlemin iptali ve yürütmesinin durdurulması talebiyle dava açmıştır. Ankara İdare Mahkemesi ( İdare Mahkemesi) 4/5/2021 tarihinde yürütmenin durdurulması talebinin kabulüne karar vermiştir. Ayrıca UYAP üzerinden yapılan incelemede İdare Mahkemesinin 17/9/2021 tarihinde "... tedavisini yürüten doktor tarafından ... ilacın haftada bir süreklikullanılmasının önerildiği ve bu talebin usulüne uygun olarak yapıldığı, davacının tedavisinin planlanmasından ve bu tedavide uygulanacak ilacın belirlenmesinden yani talep edilen ilacın kullanılmasından ve kullanılması sonrasında çıkacak sonuçtan doğacak sorumluluğun tedaviyi üstlenip planlayan doktorda olduğu,..." gerekçesiyle işlemin iptaline karar verildiği anlaşılmıştır. Türkiye Tıbbi İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu vekili tarafından karara karşı istinaf başvurusunda bulunulmuş olup istinaf incelemesi devam etmektedir.
Maddi ve manevi varlığın korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/27059
Başvuru, kas hastalığı nedeniyle reçete edilen ilacın ithali için gerekli ödemenin Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanması amacıyla yapılan talebin reddedilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvuru, cinsel saldırı suçunun işlendiği iddiasıyla Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan şikâyet üzerine başlatılan soruşturma sonucu kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 19/12/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir. Başvuru formu ve ekleri ile Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgelere göre olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 1988 yılında doğmuş olup Ankara'da yaşamaktadır. Mankenlik yaptığı iddia edilen başvurucu -kendi beyanına göre- olay tarihinde üniversite öğrencisidir. 28/4/2014 tarihinde başvurucu ve önceden tanıdığı avukat S.Ç., beş kişinin daha katıldığı yemekte bir araya gelmiş, yemeğin ardından başvurucunun eve bırakılması amacıyla restorandan birlikte ayrılmış, bir süre birlikte yürüdükten sonra S.Ç.nin yeğeni O.K.nın bürosuna gitmişlerdir. Başvurucu, S.Ç.nin ısrarıyla büroya çıktıklarını ileri sürmüş ancak S.Ç. aksini iddia etmiştir. Başvurucunun anlatımına göre eski erkek arkadaşıyla ayrılmaları hakkında konuşurlarken S.Ç. kıyafetlerini çıkararak aniden başvurucunun üzerine atlamış, bir yandan kıyafetlerini çıkarmaya çalışırken bir yandan da boynunu, omuzlarını ve göğüsleriniöpmüş, bu esnada başvurucu S.Ç.yi itmeyi başararak üzerinden atmış ve pantolununu çekerek çantasını da alıp hızla bürodan uzaklaşmıştır. Başvurucu; koşarken düştüğünü, burnunun kanadığını, yoldan geçen tanımadığı bir şahsın kendisini taksiye bindirdiğini ve eve gittiğini belirtmiştir. S.Ç. ise olay günü yemekten sonra başvurucuyla kendi yeğeninin bürosuna gittiklerini, oturup başvurucu ile konuştukları sırada yeğeni O.K. ve Ta.G.nin büroya gelmelerinin ardından başvurucunun bürodan ayrıldığını beyan etmiştir. Başvurucunun dile getirdiği olayların hiç yaşanmadığını, dokunma dahi olmadığını, bu olayın kendisinden para almak için tasarlandığını ifade etmiştir. Başvurucu, olayın ertesi günü öncelikle Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesine (Hastane) gitmiş; yapılan genel muayenesinin ardından aldığı raporla birlikte akşam saatlerinde Çankaya İlçe Emniyet Müdürlüğüne başvurarak S.Ç. hakkında cinsel saldırı ve kasten yaralama suçunu işlediği iddiasıyla şikâyetçi olmuştur. Soruşturma dosyasına delil olarak sunulan rapora göre başvurucunun göğsünde ve sol kolunda hiperemi (kanlanma), sağ bacağında abrazyon (sıyrık) bulunduğu, genel durumunun iyi ve bilincinin açık olduğu tespit edilmiştir. Başvurucunun şikâyeti üzerine başlatılan soruşturma kapsamında başvurucunun ayrıntılı ifadesi ve S.Ç.nin savunması alınmış; olay günü yemeğe katılan kişiler, başvurucu ile S.Ç.nin birlikte gittikleri büronun bulunduğu apartmanın görevlisi ve başvurucuyu taksiye bindiren şahıs tanık olarak dinlenmiştir. Olaydan sonra başvurucunun şikâyetini kayda geçen karakol amirive başvurucunun annesi dâhil olmak üzere olayla ilgili ismi geçen tanıkların bilgisine başvurulmuştur. Tanıklardan T.G. önceden tanımadığı başvurucuyu olay günü gece sokakta gördüğünü, başvurucunun yarı baygın vaziyette yolda bulunduğunu ve saçının başının dağınık olduğunu hatırladığını ifade etmiştir. Başvurucunun bir şeyler anlattığını ama anlamadığını, sonrasında başvurucuyu bir taksiye bindirip gönderdiğini beyan etmiştir. Olaydan yaklaşık üç ay sonra -17/7/2014 tarihinde- başvurucunun Hastanenin Psikiyatri Servisine bir kısım şikâyetle başvurması üzerine kendisine anksiyete (endişe ve kaygı) bozukluğu teşhisi konularak ilaç tedavisine başlanmıştır. 22/7/2014 tarihinde de aynı rahatsızlık sebebiyle başvurucuya beş günlük iş göremez raporu verilmiştir. Anılan raporların dosyaya sunulmasının ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca (Savcılık), başvurucunun ruhsal durumunun tespitinin talep edilmesi üzerine düzenlenen 4/8/2014 tarihli rapora göre başvurucunun endişe ve kaygı bozukluğu geçirdiği veuğradığını iddia ettiği cinsel saldırı sonucu ruhsal bütünlüğünün bozulduğu belirtilmiştir. Başvurucunun olaydan sonraki fiziki muayenesini içeren ilk raporla (bkz. § 12) ruhsal durumunu tespit eden diğer raporların (bkz. §§ 15, 16) değerlendirilmesi için adli tıp uzmanı, dosyaya bilirkişi olarak atanmış ve kendisinin görüşüne başvurulmuştur. 7/9/2014 tarihli bilirkişi raporunda; olayın hemen sonrasında başvurucunun fiziki muayenesinin yanı sıra psikiyatri konsültasyonunun yapılmadığı, başvurucunun boynunda emmeye bağlı ekimozun (morarma) oluştuğuna dair beyanlarının raporla tespit edilmediği, kanlanmaların herhangi bir travmaya bağlı oluşabileceği, psikiyatri raporlarının da olaydan iki ay geçtikten sonra alındığı gözönünde bulundurularak başvurucuya konulan teşhis (anksiyete bozukluğu) ile yaşandığı iddia edilen olay arasındaki illiyet bağının kurulmasının dosyadaki bilgiler ışığında zor olduğu görüşüne yer verilmiştir. Olay yerine ait kamera görüntülerinin mevcut olup olmadığına dair araştırma yapılması Savcılık tarafından istenmiş, herhangi bir kamera sisteminin bulunmadığı kolluk tarafından tespit edilerektutanak altına alınmıştır. Soruşturma devam ederken S.Ç.; başvurucu, başvurucunun avukatı ve annesinin de yer aldığı bir kısım kişiden bu olayla ilgili olarak şantaj ve iftira suçlarını işledikleri iddiasıyla ayrıca şikâyetçi olmuştur. Toplanan deliller doğrultusunda oluşturulan soruşturma dosyası, cinsel saldırı soruşturmasından daha önce Savcılığa gönderilerek soruşturma numarası alınmıştır. Savcılıkça yapılan soruşturma sonucu iddianame düzenlenerek kamu davası açılmıştır. Davanın akıbeti hakkında başvuru dosyasında herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Söz konusu soruşturma dosyası, Savcılık tarafından incelenerek deliller bu soruşturma dosyasına da alınmıştır. Şantaj ve iftira ile ilgili soruşturmada tanık olarak dinlenen E.Y. ve O.K., başvurucunun annesiyle görüştüklerini ifade etmişlerdir. S.Ç.nin başvurucuyu darbederek cinsel tacizde bulunduğunu kendilerine başvurucunun annesinin söylediğini, daha sonra S.Ç. ve başvurucunun annesiyle bir araya geldiklerini anlatmışlardır. S.Ç.nin ise olayı kabul etmediğini, başvurucunun avukatının bu olayı planladığını iddia ettiğini belirtmişlerdir. Başvurucunun annesinin başvurucuya inandığını ve S.Ç.den para talep etmediğini, sadece görev yaptığı okulda ihtiyacı olan öğrencilere S.Ç.nin yardım etmesi hâlinde başvurucuyla görüşüp şikâyeti geri alacaklarını dile getirdiğini ancak başvurucunun babasının şehir dışından döndükten sonrabu anlaşmanın bozulduğunu beyan etmişlerdir. Başvurucunun annesi aynı soruşturma kapsamında verdiği ifadede, tanıklar E.Y. ve O.K. ile buluştuklarında kızının şikâyetçi olduğu S.Ç.nin elinde başvurucunun İstanbul'da bir otelde kaldığı zamana ait gizli kamera görüntülerinin bulunduğunu belirterek şikâyetten vazgeçmemeleri hâlinde başvurucunun zarar göreceğini ima ederek kendilerini üstü kapalı tehdit ettiklerini ileri sürmüştür. Savcılık tarafından başvurucunun telefonu incelenmiş ve buna ilişkin mesaj (SMS) görüntüleri soruşturma dosyasına alınmıştır. Başvuru dosyasına aktarıldığı kadarıyla başvurucunun tanık K.Y. ile arasındaki mesajlarda; K.Y.nin S.Ç.den bir miktar para istediği hususundan başvurucunun bilgisinin olmadığının yazılı olduğu ve K.Y.nin başvurucuya ait görüntüleri içeren kamera kayıtlarının S.Ç.de bulunduğunu başvurucuya ilettiği anlaşılmaktadır. Başvurucu; şikâyetinin kolluk tarafından bekletilerek Savcılığa gönderilmediğini, buna rağmen bu olaydan sonra gerçekleşen kendisiyle ilgilişantaj ve iftira şikâyetinin Savcılığa derhâl gönderilerek delillerin karartıldığını iddia etmiş ve kolluk görevlileri hakkında görevi kötüye kullanma suçunu işledikleri iddiasıyla şikâyetçi olmuştur. Savcılıkça 24/6/2014 tarihinde, verilen talimat gereği tahkikat evrakının tamamlanarak Savcılığa gönderildiği ve şikâyetin sürüncemede bırakıldığına dair yeterli delil olmadığı gerekçesine istinaden kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiştir. Anılan kararın akıbeti başvuru dosyasından anlaşılamamaktadır. Cinsel saldırı suçu ile ilgili yapılan soruşturma sonucu toplanan deliller değerlendirilerek dava açmak için yeterli şüphe oluşmadığı gerekçesine istinaden 11/9/2014 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca, kovuşturma yapılmasına yer olmadığına dair karar verilmiştir. Kararda, Yargıtayın yerleşik uygulamasına gönderme yapılarak ilkesel olarak cinsel saldırı suçlarında olayın görgü tanığı bulunmuyorsa mağdurun iddiasına karşı şüphelinin kendini suçtan kurtarmaya yönelik ifade verebileceği vurgulanmıştır. Bu şekilde gelişen olaylar incelenirken mağdurenin saptanabilen başka bir amacının bulunmadığı ve ifadelerinin çelişkili olmadığı durumlarda kendi iffetine zarar verecek şekilde yalan söylemeyeceği de değerlendirilerek ifadesine itibar edileceği belirtilmiştir. Somut olayın değerlendirme kısmında ise mağdurenin ifadelerinde çelişki olduğu ve şüpheliden intikam alma düşüncesiyle hareket ettiği ortaya konularak karar gerekçesi açıklanmıştır. Altı sayfadan oluşan kararın ilgili kısmı şöyledir:'' ...Dosyanın bir bütün olarak değerlendirilmesi sonucu müştekinin aşamalardaki ifadeleri arasında bariz çelişkiler olduğu, kendi tanığı ve diğer tanık beyanları ile ifadeleri arasında büyük çelişkiler olduğu tespit edildiğinden mağdurenin ifadesi, samimi, tutarlı ve inandırıcı bulunmamıştır. Ayrıca mağdurenin şüpheliye karşı intikam alma düşünceside mağdure ile şüpheli arasında bir husumet olduğunu göstermektedir. Şüphelinin ise karakolda alınan ifadesi iledaha sonra Savcılığında verdiği ifadeleri arasında bir mübayenet olmadığı gibi şüpheli ifadeleri tanıklarca da doğrulanmıştır. Şüpheli leh ve aleyhine toplanan delillerin değerlendirilmesi sonucu atılı suçla ilgili CMK 170 maddesinde belirtilen dava açmak için yeterli şüphenin oluşmadığı anlaşılmıştır Yeterli şüphe oluşmadan açılacak dava sonucu, Şüphelinin evli 3 çocuk sahibi olması, eski parlamenter olarak hala siyasete devam etmesi ve avukat olduğu göz önüne alındığı zaman uğrayacağı zararın büyüklüğü mağdureden çok fazla olacak vetelafisi mümkün olmayan zararlar meydana getirecektir.....'' Belirtilen karara karşı başvurucu tarafından yapılan itiraz, Ankara Sulh Ceza Hâkimliğinin 17/10/2014 tarihli kararı ile kesin olarak reddedilmiştir. Karar, başvurucu vekiline 19/11/2014 tarihinde tebliğ edilmiş olup 19/12/2014 tarihinde yapılan bireysel başvuruda süre aşımı olmadığı tespit edilmiştir. A. Ulusal Hukuk 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun başvuruya konu suçun işlendiği iddia edilen tarihte yürürlükte olan maddesi şöyledir:'' Madde 102 - Cinsel saldırı (1) Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığını ihlâl eden kişi, mağdurun şikâyeti üzerine, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.(2) Fiilin vücuda organ veya sair bir cisim sokulması suretiyle işlenmesi durumunda, yedi yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bu fiilin eşe karşı işlenmesi halinde, soruşturma ve kovuşturmanın yapılması mağdurun şikayetine bağlıdır.(3) Suçun;a) Beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı,b) Kamu görevinin veya hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle,c) Üçüncü derece dahil kan veya kayın hısımlığı ilişkisi içinde bulunan bir kişiye karşı,d) Silahla veya birden fazla kişi tarafından birlikte,İşlenmesi halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilen cezalar yarı oranında artırılır.(4) Suçun işlenmesi sırasında mağdurun direncinin kırılmasını sağlayacak ölçünün ötesinde cebir kullanılması durumunda kişi ayrıca kasten yaralama suçundan dolayı cezalandırılır.(5) Suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması halinde, on yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur.(6) Suç sonucu mağdurun bitkisel hayata girmesi veya ölümü halinde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur.'' B. Uluslararası Hukuk Uluslararası Mevzuat Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “İşkence yasağı” kenar başlıklı maddesi şöyledir:“Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muamelelere tabi tutulamaz.” 18/6/2003 tarihli ve 25142 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 16/12/1966 tarihliBirleşmiş Milletler (BM) Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin maddesi şöyledir:"Hiç kimse işkenceye ya da zalimane, insanlık dışı ya da küçük düşürücü muamele ya da cezalandırmaya maruz bırakılamaz. Özellikle, hiç kimse kendi özgür rızası olmadan tıbbi ya da bilimsel deneylere tabi tutulamaz." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Bir muamele veya cezanın kötü muamele olduğunu söyleyebilmek için eylemin "minimum ağırlık eşiği"ni aşması beklenir (Raninen/Finlandiya, B. No: 20972/92, 16/12/1997, § 55; Erdoğan Yağız/Türkiye, B. No: 27473/02, 6/3/2007, §§ 35-37; Gafgen/Almanya [BD], B. No: 22978/05, 1/6/2010, §§ 88-90; Costello-Roberts/Birleşik Krallık, B. No: 13134/87, 25/3/1993, § 30). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), devletin pozitif yükümlülüklerinin özel kişilerin eylemlerini de içerdiğini belirtmiştir. Devlet, kamu görevlilerinde olduğu gibi özel kişiler tarafından gerçekleşebilecek kötü muamelelere karşı da yeterli korumayı ve yasal çerçeveyi sağlamakla yükümlüdür (Denis Vasilyev/Rusya, B. No: 32704/04, 17/12/2009, § 98; Yehovanın Şahitleri Gldani Cemaatinin 97 üyesi ve diğer 4 kişi/Gürcistan, B. No: 71156/01, 3/5/2007, § 96; Costello-Roberts/Birleşik Krallık, §§ 26-28; A/Birleşik Krallık, B. No: 100/1997/884/1096, 23/9/1998, §§ 22-24; X ve Y/Hollanda, B. No: 8978/80, 26/3/1985, § 27). AİHM, devletin pozitif yükümlülüklerinin kapsamının Sözleşme'nin maddesine aykırı muamelelerde bulunanların devlet memuru olması veya şiddetin özel kişiler tarafından uygulanmış olmasına göre farklılık gösterdiğini kabul etmektedir (Beganoviç/Hırvatistan, B. No: 46423/06, 25/6/2009, § 69). AİHM, Sözleşme'nin maddesinin “tartışılabilir” ve “makul şüphe uyandıran” kötü muamele iddialarının etkin biçimde soruşturma yükümlülüğü getirdiğine dikkat çekmektedir (Labita/İtalya, § 131). AİHM’in içtihadında tanımlanan etkinlik için minimum standartlar soruşturmanın bağımsız, tarafsız, kamu denetimine açık olmasını ve yetkili makamların titizlikle ve çabuklukla çalışmasını gerektirmektedir (Mammadov/Azerbaycan, B. No: 34445/04, 11/1/2007,§ 73; Çelik ve İmret/Türkiye, B. No: 44093/98, 26/10/2004, § 55).
Yaşam hakkı-Kötü muamele yasağı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/19797
Başvuru, cinsel saldırı suçunun işlendiği iddiasıyla Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan şikâyet üzerine başlatılan soruşturma sonucu kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi nedeniyle kötü muamele yasağının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
1
Başvuru; tutuklama tedbirinin hukuki olmaması, tutukluluğun makul süreyi aşması, tutukluluk incelemelerinin yapılmaması, tahliye talepleri ile tutukluluğa yönelik itirazların kısa sürede karara bağlanmaması ve tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Başvuru 26/2/2021 tarihinde yapılmıştır. Komisyon, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur. Başvuru formları ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu 7/6/2015 ve 1/11/2015 tarihlerinde yapılan milletvekili seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van milletvekili olarak seçilmiştir. Aynı zamanda 2014 yılından itibaren HDP'nin eş genel başkanlığını yürütmekte olan başvurucunun hakkında kesinleşmiş mahkûmiyet hükmü bulunması nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından 21/2/2017 tarihinde milletvekilliği düşürülmüş, aynı gerekçeye dayalı olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 9/3/2017 tarihinde parti üyeliği düşürüldüğünden partideki görevi de sona ermiştir.A. Başvuru Konusu Tutuklama Tedbirine İlişkin Süreç Milletvekili olarak görev yaptığı dönemde işlediği iddia olunan bazı suçlara ilişkin olarak başvurucu hakkında farklı Cumhuriyet başsavcılıklarınca soruşturmalar yürütülmüştür. Anayasa'nın maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan "Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz." hükmü uyarınca yasama dokunulmazlığına sahip olan başvurucunun dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle sekiz ayrı fezleke düzenlenmiş ve TBMM'ye sunulmak üzere Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğüne gönderilmiştir. Bu fezlekelerde başvurucuya isnat edilen suçlamalara ilişkin olay ve olgular şöyle özetlenebilir:i. Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) PKK terör örgütüne yönelik gerçekleştirmiş olduğu hava operasyonlarını protesto etmek amacıyla 14-15/8/2015 tarihlerinde Almanya'nın Köln kentinde bir yürüyüş tertip edildiği, bu yürüyüşe başvurucunun da katılarak bir Alman televizyonuna röportaj verdiği, başvurucunun bu röportajda "... PKK bir halk özgürlük hareketidir. Aynı zamanda demokrasi ve eşitlik mücadelesi veren bir örgüttür. Bizler PKK'nın bu hedeflere ulaşma konusunda başvurduğu yöntemleri onaylamıyoruz. Ancak şunu da kabul etmeliyiz ki uyguladığı program terör değildir." şeklinde açıklama yaparak PKK terör örgütünün propagandasını yaptığı ileri sürülmüştür.ii. Başvurucu, Türkiye'nin birçok yerinde PKK tarafından "öz yönetim" adı altında özerklik ilan edildiği ve hendek olaylarının yaşandığı bir dönemde yaptığı bazı konuşmalar nedeniyle suçlanmıştır. Bu kapsamda;- Başvurucunun Demokratik Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEM-GENÇ) tarafından 13/12/2015 tarihinde Kayapınar (Diyarbakır) Belediyesi kapalı spor salonunda gerçekleştirilen kongrede yaptığı konuşmada "...Burası Amed [Diyarbakır] hem direnişin hem de zulmün başkenti. Halkımızın direnişinin geleceğe duyduğu özlemin, hayallerinin başkenti olmuştur. Amed. Nice büyük kavgalar verildi bu kentte, nice büyük direnişlere sahne oldu bu sokaklar, bu caddeler, bu topraklar. Halkın hayallerine geleceğe duyduğu özleme saldıranlar da oldu daima tarih boyunca. Ve bu kent tarih boyunca direndi. Bugün yine bir tarihsel direniş daha yaşanıyor. Sur da kardeşlerimiz, analarımız, gençlerimiz kadınlarımız ve halkımız tarihsel bir direnişe imza atıyor. Selam olsun bu tarihi kentin surlarında direnenlere, selam olsun bu direniş kalesinin surlarını koruyanlara ve sadece surda değil dört bir yanda bu zulüm iktidarına karşı savaştan ve Ölümden başka hiçbir şey bilmeyen bu siyasi iktidara karşı halkımız direnme hakkını kullanıyor... Devrim şehitleri mücadelede yitirdiklerimiz bizim rehberimiz olmaya devam edecek." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür.- Başvurucunun 13/12/2015 tarihinde Sur ilçesinde PKK/KCK terör örgütüne yönelik yapılan operasyonları ve Sur ilçesinin bazı mahallelerinde uygulanan sokağa çıkma yasaklarını protesto etmek amacıyla gerçekleştirilen yürüyüş sonrasında yaptığı açıklamada "... Bugün Sur halkı bundan önce öz yönetim talebini ilan eden bütün halklarımızın yaptığı gibi barışın ve yeni bir yaşamın temeli olabilecek demokratik taleplerini ortaya koyuyor ... Bugün Sur için seferber olma zamanıdır, tüm halkın Sur halkının yaşamına ve demokratik taleplerine sahip çıkma zamanıdır ... Bu ateş İstanbul'u İzmir'i Ankara'yı Manisa'yı Muğla'yı Denizli'yi Antalya'yı yakar ...Direnen Sur halkını selamlıyorum..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür.- 26-27/12/2015 tarihlerinde Diyarbakır'da Demokratik Toplum Kongresinin (DTK) olağanüstü kongresinin yapıldığı, kongrenin ilk gününde bir deklarasyon hazırlandığı, bu deklarasyonda özetle demokratik özerkliğin ilanına ve fiilî olarak işletilmesine yönelik sürecin başlatılacağı ifade edilmiştir. Başvurucunun 27/12/2015 tarihinde burada yaptığı konuşmada "... Bugün bu deklarasyonda ifade edilen söz ve talep uzun zaman süren mücadelemizin hem de bugün devam eden demokrasi direnişin, özyönetim direnişinin talebidir. Bugün yaşanan direnişler nedensiz değildir ..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür.- 31/12/2015 tarihinde Diyarbakır'ın Sur ilçesinde hendek kazan terör örgütü mensuplarına yönelik güvenlik güçlerinin yürütmüş olduğu operasyonları protesto etmek amacıyla Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde başvurucunun eş genel başkanı olduğu HDP tarafından protesto eylemi gerçekleştirildiği, bu protesto eyleminin gerçekleşmesi için DTK, HDK, HDP, DBT, KJA ve Amed Gençlik Örgütünün çağrılar yaptığı, yine 29/12/2015 tarihinde PKK/KCK terör örgütüne müzahir bir internet sitesinde "31 Aralık'ta Sur'a büyük yürüyüş var" çağrısı yapıldığı, bu protesto eylemlerinde "Her yer direniş, her yer suriçi!", "Faşist devlet kürdistanımdan defol!", "Kürdistan TC'ye mezar olacak!", "Yaşasın Cizre direnişi!" ve "PKK halktır, halk burada!" şeklinde sloganlar atıldığı, başvurucunun da bu eylemde yaptığı ve PKK terör örgütüyle bağlantılı olduğu belirtilen bir televizyon kanalında canlı olarak yayımlanan konuşmasında "...Bütün Türkiye halklarını her yerde Diyarbakır'a ses vermeye, Şırnak'a, Mardin'e, Nusaybin'e, Cizre'ye, Sur'a, Silopi'ye, Silvan'a ses vermeye davet ediyoruz... Halk sizin topyekün bu saldırganlığınıza ve inkarcılığınıza karşı da direnmeyi bilir... Tarihte her zaman direnenler kazanır, her hak her mevzi mücadele vermeden elde edilmez... Halk demokrasi ve barışın direnişin saflarında bulunmalıdır..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür.- 6/1/2016 tarihinde Diyarbakır Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Kayapınar ilçe binasında PKK/KCK terör örgütüne yönelik operasyonlar sırasında etkisiz hâle getirilen S., P.N. ve P.U. için anma programı gerçekleştirildiği, başvurucunun burada yaptığı ve PKK terör örgütüyle bağlantılı olduğu belirtilen bir televizyon kanalında canlı olarak yayımlanan konuşmasında "...Arkadaşlar ben de S., P. ve F. yoldaşlarımızın şahıslarında öz yönetim direnişinde şehit düşen yaşamını kaybeden bütün kadınların kadın direnişlerini saygı ve minnetle selamlıyorum... Öz yönetim direnişi yaşam için bir direniştir... Asla unutmayacağınız onların direndiği gibi direnmek onların yaşadığı gibi yaşamak ve onların işaret ettiği yere yürümek de bizim onlar ardından verdiğimiz sözümüzdür..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür.- 8/3/2016 tarihinde "8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü" adı altında Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda düzenlenen halka açık toplantıda yaptığı -PKK terör örgütüyle bağlantılı olduğu belirtilen bir televizyon kanalında canlı olarak yayımlanan- konuşmasında başvurucunun "... Baş eğmeyen kadının, teslim olmayan kadının ve teslimiyete inat direnişin bayrağı meşale olan kadının, sembolü olarak birleştiniz buluştunuz ve bugün bu meydandan direnişin şehrinden amedin Sur'un bağrından direnerek özgürleşen, özgürleşerek güzelleşen tüm kadınları saygıyla coşkuyla selamlıyoruz... Kadınların yüreğinden, kadınların direnişinin tam orta yerinden Sur'a selam olsun, Cizre'ye, Silopi, Silvan'a, İdil'e ve baş eğmeyen özgürlük sevdalılarına selam olsun ... O yaşam ve mücadele içerisinde kahramanca direnen o aydınlık yürekli, ak alınlı şehitlerimize kadınlara verdiğimiz sözümüz var... Ve evet bizler tarihi bugün direnenler yazacak..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür.iii. Başvurucunun PKK/KCK terör örgütünün tabana yayılması için oluşturulduğu iddia edilen ve DTK tarafından organize edilen birçok etkinliğe katıldığı ve bu etkinliklerde -bir kısmı yukarıda verilen- konuşmaları yaptığı soruşturma mercilerince ileri sürülmüştür.iv. Başvurucunun ayrıca kamuoyunda "6-7 Ekim olayları" olarak bilinen şiddet eylemlerini tahrik ve teşvik ettiği ileri sürülmüştür. Bu bağlamda Kobani'de PKK terör örgütünün Suriye'deki uzantısı olduğu ifade edilen PYD/YPG ile DAEŞ arasındaki çatışmaların yoğunlaştığı dönemde PKK'nın yayın organlarında yapılan açıklamalarla halkın ayaklanmaya çağrıldığı, -başvurucunun da üyesi olduğu- HDP MYK'sı adına sosyal medya üzerinden yapılan açıklamayla da halkın sokağa ve direnişe davet edildiği, bu çağrılar üzerine ülkenin birçok yerinde binlerce kişi tarafından gerçekleştirilen büyük şiddet olaylarının yaşandığı belirtilmiştir. Bu kapsamda; - 9/10/2014 tarihinde HDP Diyarbakır İl Başkanlığında partinin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın basın açıklaması yaptığı ve birçok televizyon kanalından canlı olarak yayımlanan konuşmasında "... DAEŞ örgütünün Mürşitpınar sınır kapısına dayandığını öğrendiğimiz için bahsi geçen çağrıları yaptık, insanlar sokağa çıktı hiçbir yerde şiddet kullanılmadı, şiddet kullanılsın demedik, siyasi mücadele amaçlı çağrı yaptık... şiddeti büyüten HDP nin çağrısı değil halkın gösterileri değil tahrik edenleri bulmak hükümetin görevidir, şiddet eylemleri olmamalı, kobané’yi sahiplenme eylemlerine müdahale edilmemeli, kobané’yi sahiplenme eylemlerine müdahale edilmemeli... Provakatörler olayları kışkırttı ve raydan çıkarttı, büst ve bayrak yakarak provakasyonu arttırdılar..." şeklinde açıklamada bulunduğu, bu sırada başvurucunun da Selahattin Demirtaş'ın yanında bulunarak bu açıklamayı sahiplendiği ileri sürülmüştür.- 23/10/2015 tarihinde Özgür Gün TV isimli televizyon kanalında "Özel Program" isimli programa katılan başvurucunun daha önce söylediği belirtilen "Sırtımızı YPJ'ye dayadık" söyleminin hatırlatılması üzerine "...Tabii ki aynı noktadayım. Sırtımı yanlış yere yaslamam yani ben çok doğru yere yasladım sırtımı ve ne kadar sırtımızı doğru yere yasladığımızı gördük. Geçen tüm zaman ne kadar doğru bir söz olduğunu, söylediğimi kanıtladı ki sırtımızı PYD'ye, YPG'ye, YPJ'ye yaslamışız..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür. 2014 yılının Ekim ayında yaşanan ve ülkenin büyük bir bölümünü etkileyen şiddet olayları ve sonrasında 2015 yılının Haziran ayından itibaren ülkede yaşanan terör saldırılarının artması dolayısıyla siyasi çevrelerde ve kamuoyunda milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması hususunda yoğun tartışmalar yaşanmış ve bu sürecin sonunda aralarında başvurucunun da bulunduğu bir kısım milletvekilinin dokunulmazlıkları kaldırılmıştır (ilgili süreç için bkz. Selahattin Demirtaş [GK], B. No: 2016/25189, 21/12/2017, §§ 38-41). Bu kapsamda başvurucu hakkındaki soruşturma dosyaları da Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü aracılığıyla 2016 yılının Haziran ayında gereğinin takdir ve ifası için Ankara ve Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılıklarına gönderilmiştir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, isnat edilen suçların Van Cumhuriyet Başsavcılığının görevi kapsamında olduğu gerekçesiyle başvurucu hakkındaki soruşturma dosyalarını Van Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiştir. Van Cumhuriyet Başsavcılığı ise soruşturmanın Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının yetkisi kapsamında olduğunu belirtmiş ve yetkisizlik kararı vererek bu dosyaları Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, yetkisizlikle gelen ve/veya uhdesinde bulunan soruşturma dosyalarının "[farklı] soruşturma dosyaları üzerinden yürütülen soruşturmaların birlikte yürütülmesinde maddi gerçeğin ortaya çıkartılması bakımından hukuki bir fayda olacağı" ve "suçun vasfının tayini konusunda tüm dosyaların birlikte değerlendirilmesinin önem arz ettiği" gerekçesiyle birleştirilmesine karar vermiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığınca başvurucu hakkındaki fezlekelere konu tüm soruşturma dosyalarının eylem bütünlüğü açısından -2016/25124 sayılı soruşturma dosyasında- birleştirilmesine karar verilmiştir. Böylece başvurucu hakkında farklı Cumhuriyet Başsavcılıklarınca (Ankara, Van ve Diyarbakır) düzenlenen fezlekelerde suça konu edilen fiillerin birlikte değerlendirilmesi söz konusu olmuştur. Başvurucu, ifadesi alınmak üzere soruşturma makamları (Ankara ve Diyarbakır Başsavcılıkları) tarafından 6/9/2016 ve 6/10/2016 tarihlerinde çağrı kâğıdı/talimat gönderilerek savcılıklara davet edilmiş ancak bu çağrılara uymamıştır. Bu sürecin öncesinde dokunulmazlıklara ilişkin kanun teklifinin TBMM Başkanlığına sunulmasından sonra HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş 19/4/2016 tarihinde TBMM'de yaptığı grup konuşmasında "Biz mahkemelerde süründürüleceğiz, yok öyle bir şey. Şunu da net olarak söyleyeyim: Bu hafta öbür hafta dokunulmazlıklarımızı kaldırabilirler. Fakat tek bir arkadaşım kendi ayağıyla ifade vermeye gitmeyecek. Nasıl götürüyorlarsa kendileri bilirler. Bu iş öyle kolay olmayacak. Zannediyorlar ki dokunulmazlığı kaldırırız, tereyağından kıl çeker gibi bunları mahkemenin önüne atarız, yok öyle yağma" şeklinde ifadeler kullanmıştır. Diğer taraftan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığınca 3/11/2016 tarihinde, başvurucunun "üzerine atılı suçların vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu değerlendirilerek" gözaltına alınmasına karar verildiği belirtilerek "yakalanarak gözaltına alınabilmesi amacıyla" evinde 4/11/2016 tarihinde arama yapılması talebiyle Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliğine başvuruda bulunulmuştur. Hâkimliğin 3/11/2016 tarihli kararı ile başvurucunun "üzerine atılı suçlama nedeni ile kaçma ya da delilleri yok etme riskinin yoğun bir şekilde bulunduğu, CMK [Ceza Muhakemesi Kanunu] 118/2 maddede belirtilen şartların oluştuğu" gerekçesiyle -yakalanarak gözaltına alınabilmesi amacıyla- evinde arama yapılmasına izin verilmiştir. Başvurucu, bu kapsamda 4/11/2016 tarihinde Ankara'da bulunan evinde yakalanarak gözaltına alınmış ve sonrasında hakkında soruşturma işlemlerinin yürütüldüğü Diyarbakır Emniyet Müdürlüğüne getirilerek burada gözaltında tutulmuştur. Başvurucu, aynı gün ifadesi alınmak üzere Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında hazır edilmiştir. Başvurucu "... Ben halen milletvekiliyim ve mecliste büyük partinin eş genel başkanıyım. Yapılan bu operasyonların hukuk çerçevesinde yapılmadığını, siyasi iktidarın bu operasyonları ve gözaltıları kendi ikbali için hukuku alet etmek suretiyle yaptırdığını, ayrıca hukuk ilkeleri çerçevesinde işlemlerin sağlıklı bir şekilde yürüyeceğini düşünmüyorum. Yargı erki toplumda denge unsurudur ve düzenleyici bir rolü vardır. Bu şekilde hareket eden yargı toplumun dengelerinin ve dinamiklerinin bozulmasında rol almaktadır. Bu durum son derece yanlıştır. Bizler seçilmiş halk temsilcileriyiz. Şahsınızı değil bizi seçen seçmen kitlelerini temsil ederiz. Şu anda da yasamanın, meclisin dokunulmazlığına sahip bir üyesi, milletvekili sıfatıyla karşınızdayım. Benim temsil ettiğim kimliğe ve halkımın iradesine saygısızlık yapılmasına izin vermem mümkün değildir. Ben adil ve tarafsız bir yargı huzurunda hesap vermekten asla çekinmiyorum. Veremeyeceğim hiçbir hesabım da yoktur. Ülkemizde yargının saygınlığı ayaklar altındayken, düğmesiz olan cübbelerini iliklemeye çalışan böylesi bir siyasi yargılamanın öznesi olmayı da asla kabul etmeyeceğim. Şahsınıza ve kişiliğinize yönelik hiçbir tereddütüm ve saygısızlığım yoktur ancak şaibeler ile dolu bir siyasi geçmişe sahip olan Erdoğan emretti diye başlatılan bu yargı tiyatrosunda figuran olmayı kabul etmiyorum. Soracağınız hiçbir soruya cevap vermeyeceğim. Yapacağınız hiçbir yargılama faaliyetinin adil olacağına inancım yoktur. Benim buraya getirilmem bile hukuk dışıdır. Siyasetçilerin siyaset arenasındaki muhatapları siyasetçilerdir, yargı mensupları değildir. Bu anlamda sizler evrensel ve demokratik hukuk ilkelerine ve Türkiyenin imzalamış olduğu, aynı zamanda bir Anayasa hükmü de olan uluslararası anlaşmalara bağlı olması gereken yargı mensupları olarak siyasi oyunların ve tezgahların parçası olmayı reddetmelisiniz. Bizler ülkemizde çoğulcu demokratik bir rejim inşa edilip, barış ve huzur sağlanıncaya kadar siyasi mücadelemize kararlılıkla devam edeceğiz. Toplumsal kutuplaşma ve kamplaşmaya karşı eşit ve birlikte yaşamın, şiddete karşı demokratik siyasi mücadeleyi, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, faşizme karşı demokrasiyi, mezhepçi ırkçı politikalara karşı inanç ve vicdan özgürlüğünün, ayrımcılığa ve nefret söylemine karşı eşitliği ve elbette kürt halkının halk olmaktan kaynaklı bütün haklarını, alevi toplumunun eşit yurttaşlık talebini, dini azınlıkların inanç özgürlüklerini, kadınların toplumsal sosyal siyasal ekonomik yaşama eşit katılımını, kapitalist tahribata karşı çevre ve ekolojinin korunmasını, sermayenin kar hırsına karşı emeğin, çalışanların haklarını savunmaya, korumaya devam edeceğiz. Parlamentoda da olsak cezaevinde de olsak bu düşüncelerimizi savunmaktan ve bunlar uğruna mücadele etmekten bizi alıkoyamayacaksınız. Başkanlık adı altında ülkemize ve halkımıza dayatılan bu faşist düzenden kurtulacağımıza şüphemiz yoktur. Er ya da geç demokrasi mücadelemiz kazanacaktır. Erdoğan şahsında köhnemiş bu rejim değişecektir. Sizden hiçbir talebim ve beklentim yoktur. Siyasi faaliyetlerim nedeniyle ancak beni seçen halkım sorgulayabilir. Hakkımda isnat edilen suçlamalar ile ilgili olarak hiçbir soruya cevap vermeyeceğim. Bu aşamadan sonra susma hakkımı kullanıyorum" şeklinde beyanda bulunmuş ve kendisine isnat edilen suçlamalara ilişkin bir açıklama yapmamıştır. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı 4/11/2016 tarihinde "üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, suça dair yasada yazılı cezanın üst haddi, adli kontrol hükümlerinin bu aşamada yetersiz kalacağı" gerekçesiyle başvurucuyu tutuklanması istemiyle Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliğine sevk etmiştir. Tutuklama talep yazısında, başvurucuya isnat edilen suçlamalara ilişkin ayrıntılı açıklamalara yer verilmiş; bu kapsamda "6-7 Ekim olayları"na, "Hendek olayları"na, başvurucunun bazı konuşmalarına ve DTK bünyesindeki faaliyetlerine değinildiği anlaşılmıştır. Savcılığın talep yazısı, sorgu işlemi öncesinde Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliği tarafından başvurucuya okunmuştur. Başvurucu, Hâkimlikteki ifadesinde Savcılık aşamasında verdiği ifadesini tekrar ettiğini söylemiş ve devamında "O savunma Partimizin hazırladığı ortak savunma metnidir. Hakimliğiniz huzurunda da aynı metni vereceğim. Böyle bir yargılama ile karşılaşacağımızı biliyorduk. Savcılık makamında verdiğim ifademde ben bugün burada bağımsız yargının yapıldığını düşünmüyorum. Bugün çok açık siyasi bir yargı ile karşı karşıyayız. Biz barış destekli bir parti olarak kalacağız. Biz bu ülkenin gözümüzün önünde savaşa sürüklenmesine sessiz kalamayız. Bu ülkede siyaset sorunları çözseydi. Sizlere hiçbir şekilde iş düşmezdi. Ben siyasetçiyim. Sözler söylerim bu sözleri de savunurum. Bizler yargıya hesap vermekten çekinmiyoruz. Ama bu yargılamaların hepsi merkezi iktidar tarafından tasarlanmıştır. Türkiye'yi düzenleyen düzenli bir sistem yoktur. Siyasetçiler için söz söyleme ve yasama dokunulmazlığı dışında bütün haklar kaldırılabilir. Ben daha önce de siyasetçilik yapmış bir insanım. Hapishaneye de girmiş çıkmışlığım vardır. Bundan dolayı da korkum yoktur. Bizim kendimizden sakınacağımız hiçbir şey yoktur. Şuan yargılanması gerekenler bizler değiliz. O darbe girişiminin kimler tarafından tezgahlandığını planlandığını isim isim biliyoruz. Ama buna rağmen yargılanan bizleriz. Bizler tutuklanmadan önce bile sizin tarafınızdan tutuklanacağımız biliniyor. Ben üzerime atılı suçlamaları kabul etmiyorum. Ben şiddet içeren direnişleri övmüyorum. Bizim partimizin programında şiddetin her türlüsüne karşıyız. Bizler Türkiye'de şiddet ortamı, savaş ortamı kalksın diye uğraşıyoruz. Konuşulacak çok şey var ama adil bir şekilde yargılama olmadığı için gereksiz görüyoruz. Barış sevdalısı olduğumuz için insanlar bize oylarını verdiler. İktidara demokrasi yaramamıştır. Anayasayı tanımıyorum diyenler bizler değiliz. Başkanlık sevdasına düşenler bizler değiliz. Biz HDP olarak demokrasi ve özgürlük mücadelesi veriyoruz. 2500'e yakın arkadaşımız tutuklu ya da hükümlüdür. Bu uğurda şehit olan bir çok arkadaşımız vardır. İsteğimiz Türkiye'deki bütün insanların huzur içinde yaşamasıdır. Tam demokrasidir. Tutuklama talebinin reddini talep ediyorum" şeklinde beyanda bulunmuştur. Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliğinin 4/11/2016 tarihli kararı ile başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olma ve halkı suç işlemeye alenen tahrik etme suçlarından tutuklanmasına karar verilmiştir. Hâkimliğin tutuklama kararında öncelikle "6718 sayılı Kanun'un maddesiyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na eklenen geçici madde uyarınca atılı suçlar yönünden yasama dokunulmazlığının bulunmadığı ve bu nedenle soruşturma ve kovuşturma işlemi yapılabileceği" değerlendirmesinde bulunduğu görülmüştür. Anılan kararda, başvurucuya isnat edilen eylemlere ilişkin olarak da bazı değerlendirmelere yer verilmiştir. Bunlar şöyle özetlenebilir:i. HDP'nin sosyal medya hesabından Kobani'de yaşanan olaylar nedeniyle halkın sokağa çıkması yönünde çağrılar yapıldığı, bu açıklamaların HDP MYK toplantısından sonra toplantının sonucu olarak basında yapılan bir çağrı olduğu, başvurucunun da eş genel başkanı ve HDP MYK'sı üyesi olduğu, bu çağrı sonrasında sokağa çıkan terör örgütü sempatizanları tarafından gerçekleştirilen olaylarda ölenlerin olduğu, kamu binalarına, güvenlik güçlerine ve vatandaşların işyerlerine saldırılar düzenlendiği, işyerlerinin ve bankaların yağmalandığı, kamu güvenliğinin tesis edilmesinin uzun bir süre aldığı, böylece başvurucunun da içinde bulunduğu kişilerce halkın suç işlemeye alenen tahrik edildiği belirtilmiştir.ii. Başvurucunun değişik tarihlerdeki miting, toplantı, gösteri, televizyon programları ve DTK kongresinde yaptığı konuşmalarda; özellikle de Sur, Cizre, Nusaybin, Silopi ve diğer bazı yerlerde sözde demokratik özerklik gerekçesi ile hendek kazarak terör eylemleri gerçekleştiren PKK terör örgütü mensuplarının eylemlerini destekleyici, meşrulaştırıcı, övücü ve yüceltici şekilde beyan ve açıklamalarda bulunduğu, bu yerlerde yapılan terör eylemlerinin haksızlığa karşı yapıldığını iddia ederek gerekirse eylemlerin Türkiye'nin her tarafına yayılabileceğini söylediği, çatışmalarda ölen terör örgütü mensuplarını "şehitlerimiz" diyerek tanımladığı, bazı terör örgütleri ile iş birliği ve dayanışma içinde olduklarını dolaylı olarak beyan ettiği, PKK terör örgütünün uyguladığı programın terör olmadığını söylediği ve PKK/KCK terör örgütünün ilan ettiği demokratik özerklik açıklamalarını destekleyici beyanda bulunduğu, böylece silahlı terör örgütüne üye olma suçunu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu ifade edilmiştir.Kararın tutuklama koşullarına ilişkin bölümü ise şöyledir: "Şüphelinin üzerine atılı suçların vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, suçlara ilişkin yasada yazılı cezaların üst hadleri dikkate alındığında CMK'nın 100/maddesinde öngörülen kuvvetli suç şüphesini gösterir somut delillerin mevcut olması, müsnet suçun CMK'nın 100/3-a maddesinde sayılan katalog suçlardan olması, müsnet suçlar için kanunda öngörülen cezanın alt ve üst sınırları, verilmesi beklenen cezaya göre tutuklama tedbirinin ölçülü olması bu nedenlerle adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı anlaşıldığından tutuklanmasına ... [karar verildi.]" Başvurucu 9/11/2016 tarihinde tutuklama kararına itiraz etmiştir. Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliği 11/11/2016 tarihinde itirazın kesin olarak reddine karar vermiştir. Diyarbakır ve Sulh Ceza Hâkimlikleri sırasıyla 2/12/2016 ve 30/12/2016 tarihlerinde başvurucunun tutukluluk durumunu dosya üzerinden incelemiş ve "kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delililerin olması ve tutuklama nedeninin bulunması, üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durum, suça dair yasada yazılı cezanın üst haddi de dikkate alındığında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin maddesinde öngörülen geçerli şüphe sebeplerinin, 1982 Anayasası'nın maddesinde belirtilen kuvvetli belirtinin ve CMK'nın 100/ maddesinde öngörülen kuvvetli suç şüphesini gösterir somut delillerin mevcut olması, müsnet suçun CMK'nın 100/3-a maddesinde sayılan katolog suçlardan olması, verilmesi beklenen cezaya göre tutuklama tedbirinin ölçülü olması bu nedenlerle adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı" gerekçesiyle tutukluluğun devamına karar vermiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının 15/1/2017 tarihli iddianamesi ile başvurucunun silahlı terör örgütü kurma veya yönetme, terör örgütü propagandası yapma, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme, suç işlemeye alenen tahrik etme, kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama, halkı kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşüne kışkırtma suçlarından cezalandırılması istemiyle aynı yer ağır ceza mahkemesinde kamu davası açılmıştır. İddianamede, başvurucu hakkında daha önce düzenlenen sekiz ayrı fezlekedeki olaylar (bkz. § 7) suçlamaya konu edilmiştir. Savcılık, suçlamaya konu olaylarla ilgili dosyaların eylem bütünlüğü açısından birleştirildiğini ve bir bütün olarak suç nitelendirilmesi yapılması yoluna gidildiğini belirttikten sonra başvurucuya yöneltilen eylemlere ilişkin hukuki değerlendirmelerini ortaya koymuştur. Bu değerlendirmeler özetle şöyledir:"...Katıldığı televizyon programında, Demokratik Toplum Kongresi Olağanüstü Genel Kurul Toplantısında, yaptığı konuşmalarda kazılan hendeklerin kapatılması, barikatların kaldırılması, bombalı/mayınlı tuzaklamaların imha edilerek sokakların ve mahallelerin güvenli hale getirilmesi yönünde operasyonel çalışma yapan güvenlik güçlerini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini İŞGALCİ olarak nitelendirerek, bu eylemleri gerçekleştiren terör örgütü mensuplarının taleplerinin kendi talepleri olduğunu ve onların sözcüleri olduklarını beyan ederek halkı direnişe çağırmaları yönündeki eylemlerinin halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçunu oluşturduğu anlaşılmıştır....Şüphelinin terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediğini gösterir yeterli delilin mevcut olduğu, ... üzerine atılı suçun yasal unsurlarının oluştuğu, ...Siyasi faaliyet görünümü altında gerçekleştirdiği ... anlatılan eylemlerinin salt siyasi faaliyet kapsamında görülemeyeceği, eylemlerin bir bütün halinde silahlı terör örgütünün hiyerarşik yapısına dahil terör örgütü üyesi olma suçunu oluşturduğu,...Şüphelinin ... PKK/KCK üst düzey yöneticilerinin talimatları doğrultusunda hareket eden örgüt mensuplarına yönelik güvenlik güçlerince yapılan operasyonları katliam, örgüt mensuplarınca kazılan hendekleri özgürlük mücadelesi ve direniş olarak nitelendirdiği, vatandaşları bu hususta örgüt mensuplarına destek olmaya ve direnmeye çağırdığı, ölen örgüt mensuplarından şehit diye bahsettiği, PKK/KCK terör örgütü elebaşısı Abdullah ÖCALAN'ı Kürt halk önderi olarak kabul ettiği, yine terör örgütü mensuplarının devletin güvenlik güçleri ile girdikleri silahlı çatışmaları haklı gösterdiği, bu nedenle de konuşma; içeriği itibariyle bir bütün halinde terör yöntemlerini kullanmaya özendirici ve terörizmi yüceltici nitelikte olduğu, bu şekilde şüphelinin terör örgütü propagandası yapma suçunu işlediği,...Bir siyasi partinin eş genel başkanı olan şüphelinin örgütçe önem atfedilen ve çağrı yapılan 31/12/2015 tarihli etkinliğe katılması yine örgüt çağrısı üzerine yapılan ve örgütçe atfedilen benzer etkinliklere de katılması bu etkinliklerde yapmış olduğu konuşmalar ve halkı direnişe davet etmesi şüpheli hakkında daha önce düzenlenen fezleke içerikleri bir arada değerlendirildiğinde şüphelinin eylemlerinin bir bütün halinde silahlı terör örgütünün hiyerarşik yapısına dahil üyesi olma suçunu da oluşturduğu,...Şüpheli ... fezlekelerde yer alan konuşma ve eylemlerinde özetle; terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da teşvik edecek şekilde konuşmalar yapmıştır. Yani terör, cebir, şiddet veya tehdit olgusunu meşru göstermiştir......HDP Merkez Yürütme Kurulu tarafından 06/10/2014 tarihinde ... sosyal paylaşım sitesi üzerinden yayınlanan ... açıklama ile halk sokaklara çıkmaya davet edilmiş, bu açıklama ayrıca yazılı ve görsel yayın organlarına da gönderilerek alenileştirilmiştir. HDP Eş Başkanları ve Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyeleri dahil tüm yöneticileri, IŞİD'in Kobaniye saldırılarını bahane ederek halkı silahlı isyana tahrik ve teşvik etmiştir. ...Şüpheli hakkında düzenlenen bazı fezlekelerde her ne kadar nitelendirme 'terör örgütü üyesi olmak', 'örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek', 'örgüte yardım' şeklinde yapılmış ise de; şüphelinin örgüt yöneticisi konumunda bulunduğu bu nedenle ilgili fezlekelerde atılı suçların örgüt yöneticiliği suçunun içerisinde [kaldığı anlaşılmaktadır]. Başvurucu hakkındaki dava Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesine tevzi edilmiş, 1/2/2017 tarihinde iddianamenin kabulüne karar verilmiş ve E.2017/102 sayılı dosya üzerinden kovuşturma aşaması başlamıştır. Aynı tarihte yapılan tensip incelemesi sonucunda Mahkeme, başvurucuya yüklenen örgüt yöneticiliği suçunun Ankara'da işlendiğini ve davanın Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde görülmesi gerektiğini belirterek yetkisizlik kararı vermiştir. Mahkeme ayrıca başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına da karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:"Sanık Figen Yüksekdağ Şenoğlu'nun üzerine atılı eylem nedeniyle kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunması, sanığın savunmasının alınmamış olması ve dolayısıyla kanıtların henüz tamamen toplanmamış olması, sanığın tutuklulukta geçirdiği süre, atılı eylemin CMK'nun 100/ maddesindeki sayılan suçlardan olması, eylemlerin sabit olması halinde kanunda öngörülen cezanın alt ve üst sınırı dikkate alındığında adli kontrol tedbirlerinin bu aşamada yetersiz kalacağı hususları birlikte dikkate alınarak sanık müdafileri Av. S.U. ve Av. K.T. nin 30/01/2017 tarihli tahliye taleplerinin reddi ile sanığın TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA... [karar verildi.]" Yetkisizlik kararıyla Ankara Ağır Ceza Mahkemesine tevzi edilen dosya hakkında Mahkeme, yetkili mahkemenin Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi olduğu gerekçesi ile karşı yetkisizlik kararı vererek yetki uyuşmazlığının giderilmesi için dava dosyasını Yargıtay Ceza Dairesine göndermiştir. Yargıtay Ceza Dairesinin 11/4/2017 tarihli ilamıyla yetkili mahkemenin Ankara Ağır Ceza Mahkemesi olduğuna kesin olarak karar verilmiştir. Bu karar sonrasında dava dosyası yeniden Ankara Ağır Ceza Mahkemesine gelmiş, dosyanın E.2017/159 sayılı sırasına kaydı yapılmıştır. Mahkeme 28/4/2017 tarihinde yaptığı tensip incelemesinin sonunda "üzerine yüklenen suçlarda öngörülen ceza miktarına nazaran sanığın kaçma ihtimali, tutuklu sanık hakkında uygulanacak her türlü adli kontrol kararının bu aşamada umulan gayeye hizmet etmeyeceği, sanığın üzerine yüklenen suçların kanunda belirtilen ceza miktarının alt ve üst sınırı, atılı suçların tutuklama kararı verilebilecek CMK.100/3-a-11 maddesinde belirtilen katalog suçlardan olması da nazara alındığında tutuklama tedbirinin ölçülük ilkesine aykırı olmayacağı" gerekçesiyle başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Mahkeme, ilk duruşmayı 4/7/2017 tarihinde yapmıştır. Başvurucunun savunması Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) üzerinden kayda alınmış ve sonrasında bu kayıtların çözümü yaptırılmıştır. Savunmasında başvurucu, kendisi hakkında uygulanan ve sürdürülen tutuklama tedbirini ve suçlamaları -SEGBİS Çözümleme Tutanağı'nda ifade edildiği şekliyle- "...Yaptığım her bir konuşmada, söylediğim her sözde meclis kürsüsünde söylenmiş sözlerdir, savunulmuş sözlerdir ve başka yerlerde tekrar edilmiş sözlerdir. Kürsü Dokunulmazlığı denilen şey de yurdumuz ve bütün dünyada kürsüde söylenen sözler ve kürsüde söylenen sözlerin başka yerlerde de tekrar edilmesi olarak tanımlanır. Bu evrensel bir tanımdır. Bu tanımda hala değişmedi. Kürsü Dokunulmazlığının tanımı budur. En önemli söylediğim sözlerin hepsi Kürsü Dokunulmazlığı kapsamındadır. Çünkü kürsüde söylediklerimi gitmiş tekrar etmişim. Gayette onurla gururla tekrar etmişim... Terör Örgütü Yöneticiliği ile itham ediliyorum. DTK Kongresinin, tek onu söyleyeceğim dayanamayacağım fezlekeler konusunda, DTK'nın yöneticisi olmak ve DTK'nın yöneticisi olma hasebiyle de Terör Örgütü Yöneticisi olmakla itham ediliyorum. İddianameyi hazırlayan Savcı'ya bu iddianame üzerinden duruşma gören siz Değerli Heyet'e bir kere daha söylemek istiyorum. Defalarca söyledim, beni tanıyanlar bilenlerde bilir. Biz eğer bir örgüt kurduysak bir örgütün yöneticisi olduysak çıkar onu çatır çatır her zeminde savunuruz. Figen YÜKSEKDAĞ parti kurduysa HDP'yi savunuyor her koşulda. Tankla, topla, tüfekle saldırıyorlar, beni yüzyılla yargılıyorlar, savunuyorum arkasındayım. DTK Yöneticisi olduğum iddiasını nasıl bir komik gerekçeye dayandırıyorlar. İşte tüzüğünde ne var, nasıl geçiyormuş; her milletvekili doğal delegeymiş, Figen YÜKSEKDAĞ'da milletvekili olmasından dolayı doğal delege sayılırmış bu vesileyle de DTK Yöneticisiymiş. ... Çok net söylüyorum DTK Yöneticisi olsam bunu göğsümü gere gere savunurum. DTK Yöneticisi olmadan da DTK'yı savunuyorum, kayıtlara geçebilirsiniz, hiç sakıncası yok. DTK, demokratik bir kurumdur, bir çözüm kurumudur, devletin, hükümetin, meclisin, bakanların müzakere görüşmeleri yaptığı bir yapıdır. Barış ve çözüm sürecinde özellikle yapılandırılmış, sayısız resmi, tutanağı, belgesi, bulgusuyla beraber ortaya konulmuş. ... Terör örgütü ilan edilemez. İkincisi de ben bir siyasi partinin eş genel başkanıyım, biz yöneticisi olduğumuz bir kurumu niye savunmayacağız, DTK savunulmayacak bir örgüt mü, ben örgütün yöneticisi olsam bunu savunmayacak bir profil mi sergiliyorum acaba. ... Hukuki bir savunma yapmayı da ve söylediğim sözler ve konuşmalar üzerinden bir savunma yapmayı da gerekli ve yararlı görmüyorum ben..." sözleriyle eleştirmiştir. Mahkeme duruşma sonunda başvurucunun tahliye talebinin reddine ve tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:"Sanık FİGEN YÜKSEKDAĞ'ın üzerine atılı suç işlemeye alenen tahrik etmek ve silahlı terör örgütüne üye olma suçlarının vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, suçlara ilişkin yasada yazılı cezaların üst hadleri dikkate alındığında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin maddesinde öngörülen geçerli şüphe sebeplerinin, 1982 Anayasasının maddesinde belirtilen kuvvetli belirtinin ve CMK'nın 100/1 maddesinde öngörülen kuvvetli suç şüphesini gösterir somut delillerin mevcut olması, müsnet suçun CMK'nın 100/3-a maddesinde sayılan katalog suçlardan olması, müsnet suçlar için kanunda öngörülen cezanın alt ve üst sınırları, verilmesi beklenen cezaya göre tutuklama tedbirinin ölçülü olması bu nedenlerle adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı anlaşıldığından tahliye talebinin reddi ile sanığın CMK 100 ve devamı maddeleri gereğince TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA... [karar verildi.]" Mahkeme sonraki tarihlerde yaptığı duruşmalarda da benzer gerekçelerle başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Mahkeme 5/1/2021 tarihli ara kararında başvurucunun tahliyesine yönelik taleplerin reddi ile tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:"sanığın üzerine atılı suçların vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu ve suç için yasada öngörülen cezaların üst sınırları, üzerine atılı 2911 ve 298 sayılı yasalara muhalefet suçları dışındaki suçların 5271 sayılı CMK'nın 100/3 maddesinde sayılan katalog suçlardan olduğu, üzerine atılı suçlamalarla ilgili sadece terör örgütü kurma ve yönetme suçu (PYD, YPG, KCK gibi Silahlı Terör Örgütleri) ile 3713 sayılı yasanın maddeleri kapsamına göre belirlenecek ve yasada öngörülen ceza alt sınırının süresi itibarıyla CMK'nun maddesinde sayılan tutuklama sebeplerinin varlığını koruduğu, tutuklulukta geçen sürenin uygulanan koruma tedbiriyle orantılı olması da değerlendirilerek SANIĞIN TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA... [karar verildi.]" Başvurucu müdafiinin tutukluluğun devamı kararına karşı 17/1/2021 tarihli dilekçeyle yaptığı itiraz da Ankara Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 28/1/2021 tarihinde "sanığın yargılanmasının mahkemesince halen devam ettiği, sanığa yüklenen suçların niteliği, mevcut tutanaklar ile delil durumu ve tüm dosya kapsamındaki bilgi ve belge içerikleri... sanığın üzerine atılı suçların bir kısmının 5271 sayılı CMK'nın 100/ maddesinde öngörülen katalog suçlardan oluşu, yine atılı suçların kanundaki ceza miktarı dikkate alındığında kaçma şüphesinin varlığı, bu bağlamda adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı ve atılı suç bakımından tutuklama tedbirinin orantılı bir tedbir niteliğini taşıması, tutukluluk halinin devamının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5 ve maddesindeki koşullara uygun olduğu anlaşılmakla Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin sanığın tutukluluk halinin devamına kararında usul ve yasaya aykırı herhangi bir cihet görülmediği" değerlendirmesiyle kesin olarak reddedilmiştir. Anılan karar 1/2/2021 tarihinde başvurucu tarafından öğrenilmiştir. Başvurucu 26/2/2021 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi 24/2/2021 tarihli otuz ikinci duruşmada hukuki ve fiilî bağlantı bulunduğu gerekçesiyle davanın başvurucunun sanığı olduğu Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin E.2021/6 sayılı dosyasında yürütülen dava ile birleştirilmesine ve başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Bu karar sonrasında dava dosyası Ankara Ağır Ağır Ceza Mahkemesine gelmiş ve Mahkeme 2/4/2021 tarihinde yaptığı duruşma sonunda başvurucunun -kendi dosyasıyla birleşen ve işbu bireysel başvurunun konusunu oluşturan- Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin E.2017/159 sayılı dosyasındaki tutukluluğunun devamına karar vermiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:"HDP (Halkların Demokratik Partisi) MYK (Merkez Yürütme Kurulu) üyeleri; A.K., B.Y., H.A., Y..Ö., Z.K. ve milletvekili Ç. isimli sanıkların, yine siyasi yapılanmada görev aldıkları iddia olunan E.K., K.Y. isimli şahısların da kaçak konumunda oldukları, dosyada çok fazla sayıda müşteki ve tanığın bulunduğu, yukarıda yer verilen olaylara karışan failler ile ilgili beyanlar kısmında görüldüğü üzere HDP'nin çağrısı sonrasında bir kısım şahısların ve çocukların PKK/KCK terör örgütü mensuplarınca tehdit edilerek söz konusu eylemlere korku ve zorlama ile katılmalarının sağlandığı, bu husus nazara alındığında mahkememiz dosyasında yer alan tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma ihtimaline ilişkin somut olguların yer aldığı, dolayısıyla bir çok sanığın soruşturmalardan kaçmış olduklarının bilinmesi, bu kapsamda tutukluluk tedbiri dışındaki CMK'nun maddesinde düzenlenen yurt dışına çıkış yasağı dahil sair adli kontrol tedbirlerinin soruşturmanın mahiyetine ve delil durumuna nazaran yetersiz kalacağı, Anayasanın maddesi uyarınca iç hukuk bakımından bağlayıcı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tutukluluk tedbiri konusundaki yerleşik birçok karar ve gerekçesinde 'Kişilerin kaçma riskinin bulunması, kamu düzeninin sağlanması ve yeni bir suç işlenmesinin önlenmesi' amacının tutukluluk tedbirinin uygulanabileceği haller arasında sayılmış olması, somut dava dosyasında da yukarıda açıklandığı üzere bu kaygı ve kriterlerin mevcut olması nedeniyle tutukluluk tedbirinin gerekli olduğu anlaşılmakla sanıklar ve müdafiilerinin yazılı ve sözlütahliye taleplerinin reddi ile CMK nın 100 ve devamı maddeleri uyarınca sanıklar Y... ile Figen Yüksekdağ Şenoğlu'nun bu dosya ve birleşen Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin 2017/159 esas sayılı dosyasından ... ayrı ayrı TUTUKLULUK HALLERİNİN DEVAMINA... [karar verildi.]" Ankara Ağır Ceza Mahkemesi 21/5/2021, 25/6/2021 ve 23/9/2021 tarihli duruşmalarda 2/4/2021 tarihli duruşmada açıkladığı gerekçeleri tekrarlayarak başvurucunun tutukluluğunun devamına karar vermiştir. Dava, bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla ilk derece mahkemesinde derdesttir ve başvurucunun tutukluluk durumu devam etmektedir. Öte yandan Kocaeli F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğünün 14/9/2021 tarihli yazısıyla; i. Başvurucu hakkında Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliği tarafından silahlı terör örgütüne üye olma suçundan verilen ve işbu bireysel başvurunun konusunu oluşturan 4/11/2016 tarihli tutuklama kararının 4/11/2016-27/7/2017 tarihleri arasında infaz edildiği, ii. 27/7/2017-16/12/2018 tarihleri arasında başvurucu hakkında farklı suçlardan verilen ve kesinleşen mahkûmiyet hükümlerinin -İstanbul Ağır Ceza Mahkemesinin E.2016/29 sayılı dosyada verdiği 1 yıl hapis cezası, Adana Asliye Ceza Mahkemesinin E.2016/783 sayılı dosyada verdiği 1 yıl hapis cezası, Mersin Ağır Ceza Mahkemesinin E.2016/364 sayılı dosyada verdiği 1 yıl 15 gün hapis cezası- infaz edildiği ve bu tarih aralığında anılan tutuklama kararının infazının durdurulduğu,iii. Mahkûmiyet hükümlerinin infaz edilmesinin ardından 16/12/2018 tarihinde tutuklama kararının infazının devam ettirildiği ancak Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin terör örgütü propagandası yapma suçundan başvurucu hakkında E.2016/8 sayılı dosyada verdiği 1 yıl 6 aylık hapis cezasının kesinleşmesi üzerine bu cezanın infazının başlatıldığı 23/1/2019 tarihinden 25/10/2019 tarihine kadar tutukluluk kararının infazının tekrar durdurulduğu,iv. 25/10/2019 tarihinden itibaren başvuru konusu tutuklama kararının infazına yeniden başlandığı ve hâlen devam edildiği,v. Başvurucuyla ilgili olarak Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliği tarafından 4/11/2016 tarihinde çıkarılan suç işlemeye alenen tahrik etme suçuna ilişkin tutuklama müzekkeresi ile Ankara Sulh Ceza Hâkimliği tarafından başvurucu hakkında devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma, bir suçu gizlemek veya başka bir suçun delillerini gizlemek ya da yakalanmamak amacıyla öldürmeye azmettirme, suç örgütüne yarar sağlamak maksadıyla yağmaya azmettirme, cebir, tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun kılmaya azmettirme ve bir suçu gizlemek veya başka bir suçun delillerini gizlemek ya da yakalanmamak amacıyla öldürmeye teşebbüse azmettirme suçlarından verilen 20/9/2019 tarihli beş ayrı tutuklama kararının -işbu kararlar başvurucunun sanığı olduğu Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin E.2021/6 sayılı dosyasında yürütülen davanın dayanağı olan ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen 2014/146757 sayılı soruşturma kapsamında verilmiştir- henüz infaz görmediği bildirilmiştir.B. İlgili Diğer Süreçler Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Süreci Başvurucu, hakkındaki -işbu bireysel başvuruya konu şikâyetlerin de dayanağını oluşturan- 4/11/2016 tarihli tutuklama tedbiri ile bağlantılı olarak 17/11/2016 tarihinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda (B. No: 2016/25187) bulunmuştur. Başvurucu, anılan başvuruda yakalama, gözaltına alma ve tutuklama tedbirlerinin hukuki olmaması ve soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; tutuklamaya konu suçlamaların ifade özgürlüğü ile siyasi faaliyet kapsamındaki eylemlere ilişkin olması ve tutukluluk nedeniyle milletvekilliği görevinin yerine getirilememesi nedenleriyle de ifade özgürlüğü ile seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının ihlal edildiğini öne sürmüştür. Anayasa Mahkemesi 4/4/2018 tarihinde anılan bireysel başvuruyu karara bağlamış; yakalama ve gözaltı tedbirlerinin hukuki olmadığına ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi, diğer ihlal iddialarının ise açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna hükmetmiştir (Figen Yüksekdağ Şenoğlu, B. No: 2016/25187, 4/4/2018). Anayasa Mahkemesi; başvurucu hakkında uygulanan tutuklama tedbirinin hukukiliği bağlamında tutuklamanın kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığı, suç işlendiğine dair kuvvetli belirtinin mevcut olup olmadığı, tutuklama nedenlerinin bulunup bulunmadığı ve tutuklamanın ölçülü olup olmadığı yönünden incelemede bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi, başvurucunun -Türk hukukunda tutuklamanın genel kanuni dayanağını oluşturan- 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun maddesi uyarınca tutuklandığına değindikten sonra tutuklamaya konu suçlamaların 20/5/2016 tarihli ve 6718 sayılı Kanun'un maddesiyle Anayasa'ya eklenen geçici madde uyarınca yasama dokunulmazlığına getirilen istisna kapsamında olduğunu belirtmiş ve buna göre başvurucu hakkında uygulanan tutuklama tedbirinin kanuni dayanağının bulunduğu sonucuna ulaşmıştır. Kararda, başvurucu yönünden -tutuklamanın ön koşulu olan- suç işlediğine dair kuvvetli belirtinin bulunduğu tespit edilirken aşağıdaki değerlendirmelere yer verilmiştir. " Suriye'de yaşanan iç savaş sırasında Kobani'de -PKK'nın Suriye kolu olduğu kabul edilen- PYD ile DAEŞ arasında çıkan çatışmaların yoğunlaştığı dönemde soruşturma mercilerinin tespitlerine göre ilk olarak PKK'nın üst düzey yöneticilerinden birinin sosyal medya hesabından 5/10/2014 tarihinde yapılan açıklamada halk sokağa çıkmaya ve şehirleri işgal etmeye çağrılmıştır. Bu açıklamanın ertesi günü HDP'nin sosyal medya hesabından yapılan duyuruda başvurucunun da üyesi olduğu HDP MYK'nın Kobani olaylarına ilişkin gündemle toplandığı belirtilerek MYK adına bir açıklamaya yer verilmiştir. Bu açıklamada da halk acil olarak sokağa çıkmaya, sokağa çıkmış olanlara destek vermeye, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağrılmıştır. Açıklamada ayrıca "Bundan böyle her yer Kobane'dir. Kobane'deki kuşatma ve vahşi saldırganlık son bulana kadar SÜRESİZ DİRENİŞE çağırıyoruz." denilmiştir. Söz konusu açıklamanın yapıldığı gün ve sonrasındaki günlerde PKK güdümünde yayın yaptığı belirtilen bir internet sitesinde yer alan duyuru ve haberlerde halk ayaklanmaya çağrılmış, tüm sokakların çatışma alanına dönüştürülmesi istenmiştir. Bu çağrılar üzerine 6/10/2014 tarihinde başlayıp günlerce devam eden, ülkenin pek çok yerine yayılan, on binlerce kişinin katıldığı, çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği ve yaralandığı, kamunun ve çok sayıda kişinin malına zarar verildiği büyük şiddet olayları yaşanmıştır (bkz. §§ 16, 17). Başvurucunun da hazır bulunduğu sırada partinin eş genel başkanlığını birlikte yürüttüğü Selahattin Demirtaş, HDP MYK tarafından yapılan çağrıyı (PKK'nın Suriye'deki uzantısı olduğu kabul edilen PYD/YPG ile DAEŞ arasında Suriye'nin Kobani kentinde yaşanan çatışmalar bağlamında) DAEŞ'in Türkiye sınırına kadar ilerlediğini öğrendiği için yaptıklarını, çağrının şiddete yönelik olmadığını, gösterilerin provokatörlerin kışkırtması sonucunda rayından çıktığını ve şiddet olaylarının yaşandığını, çağrının hâlen arkasında olduklarını basın yayın organlarına verdiği demeçte ifade etmiştir (Selahattin Demirtaş, § 37). HDP'nin sosyal medya hesabından halkın sokağa çıkması ve direnişe katılması yönünde MYK adına çağrı yapıldığı ve bu sırada başvurucunun partinin eş genel başkanı ve MYK üyesi olduğu hususlarında kuşku bulunmamaktadır. Başvurucu, söz konusu çağrının iradesi dışında yapıldığını iddia etmemiş; aksine çağrıyı sahiplenecek şekilde beyanda bulunmuştur. Başvurucu ayrıca basın yayın organlarından birine verdiği demeçte PKK'nın Suriye'deki uzantısı olduğu kabul edilen PYD/YPG'yi kendileri için bir destek olarak gördüklerini beyan etmiştir (bkz. § 21). HDP MYK adına yapılan çağrı, Suriye'de yaşanan iç savaşın Türkiye'nin ulusal güvenliği üzerinde tehdit oluşturacak boyuta geldiği bir dönemde ve -PKK'nın Suriye'deki uzantısı olan- PYD ile DAEŞ arasında Kobani'de çıkan çatışmalar üzerine yapılmıştır. Ayrıca bu çağrının çatışmaların tarafı olan PKK terör örgütünün liderlerinden birinin Kobani'de yaşanan olayları bahane ederek Türkiye'deki "metropolleri işgal etmeye" yönelik çağrısının hemen ertesi gününde yapıldığı vurgulanmalıdır. Söz konusu çağrının yapıldığı günde PKK güdümünde yayın yaptığı belirtilen bir internet haber sitesinde yer alan duyuruda da ayrımcı ifadeler kullanılarak ve bir siyasi parti hedef gösterilerek "yaşam şansı tanımama" ifadesine yer verilmek suretiyle ayaklanmanın en üst düzeyde genişletilmesi çağrısında bulunulmuştur (Selahattin Demirtaş, § 27). Başvurucu; Suriye'de yaşanan iç savaşın Türkiye'nin ulusal güvenliği üzerinde tehdit oluşturduğunu, özellikle Kobani'de -iki terör örgütü arasında- yaşanan çatışmalar gerekçe gösterilerek bu örgütlerden biri adına yapılan ayaklanma çağrısının Türkiye'de yaygın şiddet eylemlerine neden olabileceğini ve kamu düzenini bozabileceğini konumu itibarıyla öngörebilecek durumdadır. Ayrıca söz konusu çağrı, HDP'nin kurumsal sosyal medya hesabından partinin yürütme organı olan MYK adına yapılmış olup bu nitelikteki bir çağrının bölgedeki kitle üzerinde ciddi ölçüde etkili olacağı yadsınamaz. Nitekim şiddet eylemleri, bu çağrıların yapıldığı gün başlamış ve giderek yaygınlaşmış, çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesi ve yaralanmasıyla sonuçlanacak şekilde ağırlaşmış, kamu düzeni bozulmuştur. Dolayısıyla soruşturma makamlarının HDP MYK adına yapılan çağrı ile PKK tarafından yapılan çağrılar arasında, yine bu çağrılar ile söz konusu şiddet olayları arasında illiyet bağı kurmasının olgusal ve hukuki temellerinin olduğu söylenebilir. Öte yandan kamuoyunda "hendek olayları" olarak bilinen terör olaylarının yaşandığı dönemde PKK, aralarında Sur'un da bulunduğu -PKK Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki- bazı yerleşim yerlerinde cadde ve sokaklara hendekler kazıp barikatlar kurmak, bu barikatlara bomba ve patlayıcılar yerleştirmek suretiyle şehirlerin bir kısmında hâkimiyet kurmaya çalışmıştır. Güvenlik görevlileri bu hendeklerin kapatılması ve barikatların kaldırılması, böylelikle yaşamın normale dönmesini sağlamak amacıyla operasyonlar yapmıştır. Bu kapsamda Sur, Cizre, Silopi, Silvan ve İdil'de de operasyonlar gerçekleştirilmiş, bu operasyonlarda çok sayıda ağır silah ve patlayıcı madde ele geçirilmiş, hendekler kapatılmış, barikatlar kaldırılmış ve ayrıca çok sayıda terörist etkisiz hâle getirilmiştir (bkz. § 18). Soruşturma mercilerinin yaptığı tespitlere göre başvurucunun bu olayların yaşandığı dönemde Diyarbakır'da DEM-GEÇ'in kongresinde yaptığı konuşmada "... Bugün yine bir tarihsel direniş daha yaşanıyor. Sur'da kardeşlerimiz, analarımız, gençlerimiz kadınlarımız ve halkımız tarihsel bir direnişe imza atıyor. Selam olsun bu tarihi kentin surlarında direnenlere ... Devrim şehitleri mücadelede yitirdiklerimiz bizim rehberimiz olmaya devam edecek ...", Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda yaptığı konuşmada "Sur'a selam olsun, Cizreye Silopi Silvana İdile ve baş eğmeyen özgürlük sevdalılarına selam olsun. ...O yaşam ve mücadele içerisinde kahramanca direnen o aydınlık yürekli, ak alınlı şehitlerimize ...", Sur ilçesinde sokağa çıkma yasaklarını protesto etmek amacıyla yapılan yürüyüş sonrasında yaptığı açıklamada "... Bugün Sur için seferber olma zamanıdır, tüm halkın Sur halkının yaşamına ve demokratik taleplerine sahip çıkma zamanıdır. ...Bu ateş İstanbul'u İzmir'i Ankara'yı Manisa'yı Muğla'yı Denizli'yi Antalya'yı yakar ... Direngen Sur halkını selamlıyorum ..." şeklinde beyanlarda bulunduğu iddia edilmiştir.Silopi ilçesinde PKK/KCK terör örgütüne yönelik operasyon sırasında hayatını kaybeden S., P.N. ve P.U. için DBP'nin Kayapınar ilçe binasında yapılan anma programında başvurucunun "... Arkadaşlar ben de S., P. ve F. yoldaşlarımızın şahıslarında öz yönetim direnişinde şehit düşen ... bütün kadınların ... direnişlerini saygı ve minnetle selamlıyorum. ... Öz yönetim direnişi yaşam için bir direniştir. ...Asla unutmayacağınız onların direndiği gibi direnmek onların yaşadığı gibi yaşamak ve onların işaret ettiği yere yürümek de bizim onlar ardından verdiğimiz sözümüzdür ..." şeklinde ifadeler kullandığı belirtilmiştir. Başvurucunun hendek olayları devam ederken -2015 yılında- Diyarbakır'da yapılan DTK olağanüstü kongresindeki konuşmasında ise "... deklarasyonda ifade edilen söz ve talep uzun zaman süren mücadelemizin hem de bugün devam eden ... özyönetim direnişinin talebidir ..." şeklinde sözler söylediği ileri sürülmüştür. Başvurucunun aynı tarihlerde PKK terör örgütüne müzahir bir internet sitesinde yapılan çağrılar üzerine Diyarbakır Sur ilçesinde hendek kazan terör örgütü mensuplarına yönelik güvenlik güçlerinin yürütmüş olduğu operasyonları protesto etmek amacıyla yapılan bir toplantıdaki konuşmasında "...Bütün Türkiye halklarını her yerde Diyarbakır'a ses vermeye, Şırnak’a, Mardin'e, Nusaybin’e, Cizre’ye, Sur’a, Silopi’ye, Silvan’a ses vermeye davet ediyoruz. ...Halk sizin topyekün bu saldırganlığınıza ve inkarcılığınıza karşı da direnmeyi bilir ..." şeklinde beyanda bulunduğu ifade edilmiştir. Anılan konuşmalar "Hendek olayları"nın en yoğun şekilde yaşandığı yerlerden biri olan Diyarbakır'da yapılmıştır. Bu itibarla soruşturma mercilerinin başvurucunun siyasi konumunu, söz konusu konuşmaların yapıldığı dönemi ve yerleri, konuşmaların içeriğini ve bağlamını birlikte dikkate alıp yukarıda yer verilen ifadeleri içeren konuşmaları terörle bağlantılı bir suç işlendiğine dair belirti olarak kabul etmelerinin temelsiz olduğu söylenemez. Başvurucu, 2015 tarihinde yaptığı bir konuşma nedeniyle de suçlanmaktadır. Bu bağlamda soruşturma mercilerinin tespitlerine göre TSK'nın PKK terör örgütüne yönelik gerçekleştirmiş olduğu hava operasyonlarını protesto etmek amacıyla Almanya'nın Köln kentinde bir yürüyüş tertip edilmiş, başvurucunun katıldığı bu yürüyüş sırasında bir Alman televizyonuna verdiği demeçte "... bir halk özgürlük hareketidir. Aynı zamanda demokrasi ve eşitlik mücadelesi veren bir örgüttür. Bizler PKK'nın bu hedeflere ulaşma konusunda başvurduğu yöntemleri onaylamıyoruz. Ancak şunu da kabul etmeliyiz ki uyguladığı program terör değildir." şeklinde sözler sarf ettiği ileri sürülmüştür. PKK'yı ve uyguladığı terör eylemlerini olumlayan ve meşrulaştıran ifadeler içeren söz konusu konuşmaların terörle bağlantılı bir suç işlendiğine dair belirti olarak kabul edilmesinin de temelsiz olduğu söylenemez. Sonuç olarak başvurucu yönünden suç şüphesini doğrulayan kuvvetli belirtilerin bulunmadığının kabulü mümkün değildir. " Anayasa Mahkemesi, mezkûr kararda başvurucu yönünden tutuklama nedenlerinin bulunduğunu değerlendirirken özellikle kaçma şüphesi bakımından olgusal temellerin mevcut olduğunu ifade etmiştir. Bu çerçevede tutuklamaya konu silahlı terör örgütü üyesi olma suçunun Türk hukuk sistemi içinde ağır cezai yaptırımlar öngörülen suç tiplerinden olduğu hatırlatılmış ve kanunda isnat edilen suça ilişkin olarak öngörülen cezanın ağırlığının kaçma şüphesine işaret eden durumlardan biri olduğu yönündeki içtihada atıf yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi ayrıca silahlı terör örgütü üyesi olma suçunun 5271 sayılı Kanun'un maddesinin (3) numaralı fıkrasında yer alan ve kanun gereği tutuklama nedeni varsayılabilen (katalog) suçlar arasında olduğuna dikkat çekmiştir. Bunun yanı sıra başvurucunun tutum ve davranışları da değerlendirmede dikkate alınmıştır. Bu kapsamda özellikle yasama dokunulmazlığına ilişkin Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra ilgili Cumhuriyet başsavcılıkları tarafından ifadesi alınmak üzere farklı tarihlerde birçok kez çağrı kâğıdıyla davet edilmesine rağmen başvurucunun bu çağrılara uymadığına, ayrıca milletvekili dokunulmazlıklarına ilişkin Anayasa değişikliği teklifinin TBMM'ye verilmesi üzerine -başvurucunun mensubu olduğu- HDP'nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın yaptığı bir konuşmada partisine ait hiçbir milletvekilinin ifade vermeye gitmeyeceğini kesin bir tavırla belirttiğine vurgu yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi başvurucunun bu tutumunun kişisel bir yaklaşımın ötesinde soruşturma ve kovuşturma süreçlerini zorlaştırmaya yönelik siyasi bir tavır olduğunun, bu nedenle de devamlılık arz edebileceğinin altını çizmiştir (Figen Yüksekdağ Şenoğlu, §§ 98-102). Anılan kararda; tutuklamanın ölçülü olduğu sonucuna varılırken milletvekilliğinin tutuklamayı otomatik olarak ölçüsüz kılmayacağı, milletvekillerinin tutukluluğuyla ilgili daha önce verilen kararlarda seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarıyla bağlantılı olarak sadece tutukluluğun makul süreyi aştığına ilişkin şikâyetlerin incelendiği, bu incelemelerde kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği sonucuna varılırken seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının kullanılmasından kaynaklanan yararla birlikte tutukluluğun süresinin de dikkate alındığı ifade edilmiştir. Öte yandan terör suçlarının soruşturulmasının kamu makamlarını ciddi zorluklarla karşı karşıya bıraktığı hatırlatılarak kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının adli makamlar ve güvenlik görevlilerinin -özellikle organize olanlar olmak üzere- suçlarla ve suçlulukla etkili bir şekilde mücadelesini aşırı derecede güçleştirmeye neden olabilecek şekilde yorumlanmaması gerektiği yönündeki yaklaşım tekrarlanmıştır. Anayasa Mahkemesi ayrıca soruşturma sürecini de incelemeye alarak süreç yönünden tutuklamayı ölçüsüz kılan bir durumun olmadığını tespit etmiştir (Figen Yüksekdağ Şenoğlu, §§ 103-112). Bir Başka Suçtan Verilen Tutuklama Kararına İlişkin Süreç Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı (Başsavcılık) tarafından 6-7/10/2014 tarihlerinde başlayıp sonraki günlerde birçok şehre yayılan ve çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği veya yaralandığı şiddet olayları (bkz. Selahattin Demirtaş, §§ 24-30) dolayısıyla 9/10/2014 tarihinde bir (2014/146757 sayılı) soruşturma başlatılmıştır. Soruşturmanın devamında Başsavcılık 20/9/2019 tarihinde -Ankara Ağır Ağır Ceza Mahkemesinin E.2017/159 sayılı dosyasında tutuklu olarak yargılanan ve Kocaeli 1 No.lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumunda bulunan- başvurucuyu (anılan dönemde HDP'nin diğer eş genel başkanı olan Selahattin Demirtaş ile birlikte) devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma, bir suçu gizlemek veya başka bir suçun delillerini gizlemek ya da yakalanmamak amacıyla (kasten insan) öldürme ve öldürmeye teşebbüs, birden fazla kişi ile birlikte gece vaktinde suç örgütüne yarar sağlamak maksadıyla yağma, cebir, tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçlarından tutuklanması istemiyle Ankara Sulh Ceza Hâkimliğine sevk etmiştir. Tutuklama talep yazısında 6-7 Ekim olaylarına ve bu kapsamda birçok şehirde yaşanan şiddet eylemleri ile bunların sonucunda hayatını kaybeden ve yaralanan kişiler olduğuna genel olarak değinilmiş, "dosya içinde mevcut araştırma ve tespit tutanakları, müşteki tanık ve şüpheli ifadeleri, olay görüntüleri içerir tutanak ve CD'ler, sair tutanaklar birlikte değerlendirildiğinde şüphelilerin (başvurucu ve diğer şüpheli Selahattin Demirtaş) atılı suçları işlediklerine dair haklarında kuvvetli suç şüphesinin mevcut olduğu, şüphelilere atılı suçların katalog suçlardan olması ve cezaların üst sınırı dikkate alınarak" tutuklamaya karar verilmesi istenmiştir. Başvurucunun sorgusu aynı gün Ankara Sulh Ceza Hâkimliği tarafından yapılmıştır. Başvurucu, sorguya tutuklu olarak bulunduğu ceza infaz kurumundan SEGBİS yoluyla katılmıştır. Başvurucu, sorgudaki ifadesinde tutuklama talebine konu 6-7 Ekim olaylarına ilişkin suçlama dolayısıyla 4/11/2016 tarihinde tutuklandığını ve bununla ilgili yargılamasının devam ettiğini, aynı olaylar nedeniyle mükerrer olarak tutuklanmasının talep edildiğini belirtmiştir. Hâkimlik, sorgu sonucunda başvurucunun atılı suçlardan tutuklanmasına karar vermiştir. 20/9/2019 tarihli kararın ilgili kısmı şöyledir:"Şüpheliler Figen Yüksekdağ Şenoğlu ve Selahattin Demirtaş'ın üzerilerine yüklenen Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozma, Bir Suçu Gizlemek veya Başka Bir Suçun Delillerini Gizlemek ya da Yakalanmamak Amacıyla Öldürmeye Azmettirme (TCK'nın 214/ Maddesi yollamasıyla), Birden Fazla Kişi İle Birlikte Gece Vaktinde Suç Örgütüne Yarar Sağlamak Maksadıyla Yağmaya Azmettirme (TCK'nın 214/ Maddesi yollamasıyla), Cebir, Tehdit veya Hile Kullanarak Kişiyi Hürriyetinden Yoksun Kılmaya Azmettirme (TCK'nın 214/ Maddesi yollamasıyla), Bir Suçu Gizlemek veya Başka Bir Suçun Delillerini Gizlemek ya da Yakalanmamak Amacıyla Öldürmeye Teşebbüse Azmettirme (TCK'nın 214/ Maddesi yollamasıyla) suçlarının vasıf ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren deliller (müşteki, tanık ve şüpheli beyanları, olaylara ilişkin tutanak ve CD'ler, araştırma ve tespit tutanakları ile diğer bilgi ve belgeler), fiillerin kanunda karşılığı olan cezaların miktarı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin maddelerinde yer alan tutuklamaya ilişkin şartların gerçekleştiği dikkate alınarak adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı anlaşılmakla şüphelilerin CMK'nın vd. maddeleri gereğince ayrı ayrı TUTUKLANMASINA ... [karar verildi.]" Başvurucu 26/9/2019 tarihinde tutuklama kararına itiraz etmiş, Ankara Sulh Ceza Hâkimliğince 7/10/2019 tarihinde itirazın kesin olarak reddine karar verilmiştir. Bu karar başvurucuya 9/10/2019 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 8/11/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Başsavcılığın -başvurucuyla birlikte 108 şüpheli ve 676 müşteki/mağdurun yer aldığı- 30/12/2020 tarihli iddianamesi ile başvurucunun devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma, bir suçu gizlemek veya başka bir suçun delillerini gizlemek ya da yakalanmamak amacıyla öldürme ve öldürmeye teşebbüs etme, kasten yaralama, kamu malına zarar verme, hırsızlık, birden fazla kişi ile birlikte gece vaktinde suç örgütüne yarar sağlamak maksadıyla yağma, devletin egemenlik alametlerini aşağılama, çalışma hürriyetini ihlal etme ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçlarını işlediğinden bahisle aynı yer ağır ceza mahkemesinde kamu davası açılmıştır. İlk olarak PKK/KCK'ya ilişkin genel açıklamaların yapıldığı iddianamede 6-7 Ekim olaylarına giden süreç ve belirtilen tarihlerde gerçekleşen olaylar kronolojik olarak anlatılmış, örgüt liderlerinin bu süreçteki talimat ve çağrılarına değinilmiş ve son olarak şüphelilerin eylemlerine yer verilmiştir. İddianamenin değerlendirme kısmında ise 6-7 Ekim olaylarının örgütün üst yönetimince planlanan ve ''serhildan'' olarak adlandırılan ayaklanma eylemi olduğu belirtilmiş, örgütün bu plana dayalı olarak Suriye'deki kazanımlarının benzerini Türkiye'de de elde etmeyi amaçladığı ifade edilmiştir. Başsavcılık bu bağlamda başvurucu ve diğer şüphelilerin örgütten aldıkları talimatlarla olayların başlamasında rol üstlenmeleri nedeniyle olaylar sırasında işlenen suçlar ile devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçundan cezalandırılmalarını talep etmiştir. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi 7/1/2021 tarihinde iddianamenin kabulüne karar vermiş ve E.2021/6 sayılı dosya üzerinden kovuşturma aşaması başlamıştır. Mahkeme, Ankara Ağır Ceza Mahkemesine yazdığı yazıyla Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin E.2017/159 sayılı dava dosyası ile kendi önünde derdest olan E. 2021/6 sayılı dava arasında hukuki ve fiilî irtibat bulunduğunun anlaşıldığını belirterek birleştirme kararı verilip dava dosyasının tarafına gönderilmesini talep etmiştir. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin birleştirme talebini 24/2/2021 tarihli duruşmada değerlendirmiş ve hukuki ve fiilî bağlantı bulunduğu gerekçesiyle başvurucu hakkındaki E.2017/159 sayılı davanın Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin E.2021/6 sayılı dosyasında yürütülen dava ile birleştirilmesine karar vermiştir (bkz. § 38). Başvurucu hakkındaki dava bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla Ankara Ağır Ceza Mahkemesi önünde derdesttir. Tazminat Davasına İlişkin Süreç Başvurucu 22/11/2017 tarihinde 5271 sayılı Kanun'un ve maddelerine dayanarak Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu, kanunda öngörülen koşullara aykırı olarak tutuklandığını ve tutukluluğunun devam ettirildiğini iddia ederek 000 TL maddi ve 000 TL manevi tazminat talep etmiştir. Başvurucu, Anayasa Mahkemesine sunduğu bireysel başvuru formunda da anılan davadan bahsetmiştir. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi E.2017/584 sayılı dosya üzerinden yürütülen yargılama sonunda 2/7/2018 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:"Davacının halen Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin 2017/159 Esas sayılı dosyası üzerinden silahlı terör örgütüne üye olma ve suç işlemeye alenen tahrik etme suçlarından devam eden yargılaması ve yargılamaya esas soruşturması sırasında verilen gözaltına alma, tutuklama veya tutukluluğunun devamı kararlarının kanunda belirtilen usüllere göre alındığı, davacı sanığın kanuni göz altı süresi içinde Hakim önüne çıkarıldığı, kanuni hakları hatırlatıldıktan veya hatırlatılan haklarından yararlandırılma isteği yerine getirildikten sonra tutuklandığı, makul surede davası açılarak yargılamasına başlandığı, tutuklama nedenleri ve haklarındaki suçlamaların davacı sanığa bildirildiği, tutuklanmasının yakınlarına bildirildiği, tutukluluk hali farklı tarihlerde uzatılan davacı sanık hakkında tutukluluk incelemelerinin kanuni süreler içinde yapıldığı, somut olayda 5 yıllık azami tutukluluk süresinin dolmadığı, davacı sanık hakkında devam eden tutukluluk durumunun dosyadaki mevcut delillere göre kuvvetli suç şüphesinin varlığı davanın kapsamı, örgütlü suç oluşu ve olayın istisnai koşulları, davacı sanığın yargılamasına konu olan eylemlerin ağırlığı gözönüne alındığında yasal gerekçelere dayandığı, tutukluluk hali ve yargılama süreci yönünden makul sürenin aşıldığı iddiasının da yasal dayanaktan yoksun olduğu ve böylelikle olayda CMK'nun 141/ ve devamı maddelerinde düzenlenen koruma tedbirleri nedeniyle tazminata hükmedilmesinin koşullarının oluşmadığı anlaşılmakla, davacının koşulları oluşmayan davasının reddine ... [karar verildi.]" Başvurucu karara karşı istinaf kanun yoluna başvurmuştur. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesi 18/12/2020 tarihinde istinaf isteminin esastan reddine karar vermiştir. Başvurucu, karara karşı temyiz yoluna başvurmuş olup dava bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla Yargıtay önünde derdesttir. A. Ulusal Hukuk 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklama nedenleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez. (2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.b) Şüpheli veya sanığın davranışları; Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa. (3) Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir:a) 2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;... Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315),..." 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklama kararı" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re'sen mahkemece karar verilir. Bu istemlerde mutlaka gerekçe gösterilir ve adlî kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukukî ve fiilî nedenlere yer verilir. (2) Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda;a) Kuvvetli suç şüphesini,b) Tutuklama nedenlerinin varlığını,c) Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu,gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir. Kararın içeriği şüpheli veya sanığa sözlü olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak suretiyle kendilerine verilir ve bu husus kararda belirtilir." 5271 sayılı Kanun'un "Tutuklulukta geçecek süre" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) (Değişik: 6/12/2006 – 5560/18 md.) Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek altı ay daha uzatılabilir. (2) Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda beş yılı geçemez. (3) Bu maddede öngörülen uzatma kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir." 5271 sayılı Kanun'un "Şüpheli veya sanığın salıverilme istemleri" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında şüpheli veya sanık salıverilmesini isteyebilir. (2) Şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir. Ret kararına itiraz edilebilir." 5271 sayılı Kanun'un "Usul" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"103 ve 104 üncü maddeler uyarınca yapılan istem üzerine, merciince Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık veya müdafiin görüşü alındıktan sonra, üç gün içinde istemin kabulüne, reddine veya adlî kontrol uygulanmasına karar verilir. (Ek cümle: 24/11/2016-6763/23 md.) 103 üncü maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesi uyarınca yapılan istemler hariç olmak üzere örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar bakımından bu süre yedi gün olarak uygulanır. Duruşma dışında bu karar verilirken Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık veya müdafiinin görüşü alınmaz. Bu kararlara itiraz edilebilir." 5271 sayılı Kanun'un "Tutukluluğun incelenmesi" kenar başlıklı maddesi şöyledir:"(1) Soruşturma evresinde şüphelinin tutukevinde bulunduğu süre içinde ve en geç otuzar günlük süreler itibarıyla tutukluluk hâlinin devamının gerekip gerekmeyeceği hususunda, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından 100 üncü madde hükümleri göz önünde bulundurularak, şüpheli veya müdafii dinlenilmek suretiyle karar verilir. (2) Tutukluluk durumunun incelenmesi, yukarıdaki fıkrada öngörülen süre içinde şüpheli tarafından da istenebilir. (3) Hâkim veya mahkeme, tutukevinde bulunan sanığın tutukluluk hâlinin devamının gerekip gerekmeyeceğine her oturumda veya koşullar gerektirdiğinde oturumlar arasında ya da birinci fıkrada öngörülen süre içinde de re'sen karar verir." 5271 sayılı Kanun'un "Adlî kontrol" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, 100 üncü maddede belirtilen tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilir.… (3) Adlî kontrol, şüphelinin aşağıda gösterilen bir veya birden fazla yükümlülüğe tabi tutulmasını içerir: a) Yurt dışına çıkamamak. b) Hâkim tarafından belirlenen yerlere, belirtilen süreler içinde düzenli olarak başvurmak. c) Hâkimin belirttiği merci veya kişilerin çağrılarına ve gerektiğinde meslekî uğraşlarına ilişkin veya eğitime devam konularındaki kontrol tedbirlerine uymak. d) Her türlü taşıtları veya bunlardan bazılarını kullanamamak ve gerektiğinde kaleme, makbuz karşılığında sürücü belgesini teslim etmek....f) Şüphelinin parasal durumu göz önünde bulundurularak, miktarı ve bir defada veya birden çok taksitlerle ödeme süreleri, Cumhuriyet savcısının isteği üzerine hâkimce belirlenecek bir güvence miktarını yatırmak. g) Silâh bulunduramamak veya taşıyamamak, gerektiğinde sahip olunan silâhları makbuz karşılığında adlî emanete teslim etmek. ...j) Konutunu terk etmemek. k) Belirli bir yerleşim bölgesini terk etmemek. l) Belirlenen yer veya bölgelere gitmemek." 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat istemi" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;...d) Kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen,...k) (Ek: 11/4/2013-6459/17 md.) Yakalama veya tutuklama işlemine karşı Kanunda öngörülen başvuru imkânlarından yararlandırılmayan,...Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler." 5271 sayılı Kanun'un "Tazminat isteminin koşulları" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir." 5271 sayılı Kanun'un "İtiraz olunabilecek kararlar" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Hâkim kararları ile kanunun gösterdiği hâllerde, mahkeme kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilir. 5271 sayılı Kanun'un "İtiraz usulü ve inceleme mercileri" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Hâkim veya mahkeme kararına karşı itiraz, kanunun ayrıca hüküm koymadığı hâllerde 35 inci maddeye göre ilgililerin kararı öğrendiği günden itibaren yedi gün içinde kararı veren mercie verilecek bir dilekçe veya tutanağa geçirilmek koşulu ile zabıt kâtibine beyanda bulunmak suretiyle yapılır ...  (2) Kararına itiraz edilen hâkim veya mahkeme, itirazı yerinde görürse kararını düzeltir; yerinde görmezse en çok üç gün içinde, itirazı incelemeye yetkili olan mercie gönderir." 5271 sayılı Kanun'un "Karar" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(2) İtiraz yerinde görülürse merci, aynı zamanda itiraz konusu hakkında da karar verir. (3) Karar mümkün olan en kısa sürede verilir. (4) Merciin, itiraz üzerine verdiği kararları kesindir; ancak ilk defa merci tarafından verilen tutuklama kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilir. 6/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun "Suç işlemeye tahrik" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"Suç işlemek için alenen tahrikte bulunan kişi, altı aydan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır." 5237 sayılı Kanun'un "Silâhlı örgüt" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:"(1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir." 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun "Terör tanımı" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir." 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçlusu" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur.Terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır." 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçları" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 302, 307, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 320 nci maddeleri ile 310 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı suçlar, terör suçlarıdır." 3713 sayılı Kanun'un "Terör amacı ile işlenen suçlar" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir: "Aşağıdaki suçlar 1 inci maddede belirtilen amaçlar doğrultusunda suç işlemek üzere kurulmuş bir terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği takdirde, terör suçu sayılır:a) Türk Ceza Kanununun 79, 80, 81, 82, 84, 86, 87, 96, 106, 107, 108, 109, 112, 113, 114, 115, 116, 117, 118, 142, 148, 149, 151, 152, 170, 172, 173, 174, 185, 188, 199, 200, 202, 204, 210, 213, 214, 215, 223, 224, 243, 244, 265, 294, 300, 316, 317, 318 ve 319 uncu maddeleri ile 310 uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan suçlar. ..." 3713 sayılı Kanun'un "Cezaların artırılması" kenar başlıklı maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "3 ve 4 üncü maddelerde yazılı suçları işleyenler hakkında ilgili kanunlara göre tayin edilecek hapis cezaları veya adlî para cezaları yarı oranında artırılarak hükmolunur. Bu suretle tayin olunacak cezalarda, gerek o fiil için, gerek her nevi ceza için muayyen olan cezanın yukarı sınırı aşılabilir. Ancak, müebbet hapis cezası yerine, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur." 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun'un "Ağır ceza mahkemesinin görevi" kenar başlıklı maddesi şöyledir: "Kanunların ayrıca görevli kıldığı hâller saklı kalmak üzere, Türk Ceza Kanununda yer alan yağma (m. 148), irtikâp (m. 250/1 ve 2), resmî belgede sahtecilik (m. 204/2), nitelikli dolandırıcılık (m. 158), hileli iflâs (m. 161) suçları, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısmının Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeler hariç) ve 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar ile ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve on yıldan fazla hapis cezalarını gerektiren suçlarla ilgili dava ve işlere bakmakla ağır ceza mahkemeleri görevlidir. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler, askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler ile çocuklara özgü kovuşturma hükümleri saklıdır"B. Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hükümleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) "Özgürlük ve güvenlik hakkı" kenar başlıklı maddesinin ilgili kısmı şöyledir:" Herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir. Aşağıda belirtilen haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz:...c) Kişinin bir suç işlediğinden şüphelenmek için inandırıcı sebeplerin bulunduğu veya suç işlemesine ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olma zorunluluğu kanaatini doğuran makul gerekçelerin varlığı halinde, yetkili adli merci önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutulması; ... İşbu maddenin c fıkrasında öngörülen koşullar uyarınca yakalanan veya tutulan herkesin derhal bir yargıç veya yasayla adli görev yapmaya yetkili kılınmış sair bir kamu görevlisinin önüne çıkarılması zorunlu olup, bu kişi makul bir süre içinde yargılanma ya da yargılama süresince serbest bırakılma hakkına sahiptir. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminat şartına bağlanabilir." Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün maddesi şöyledir:"Yüksek Sözleşmeci Taraflar, yasama organının seçilmesinde halkın kanaatlerinin özgürce açıklanmasını sağlayacak şartlar içinde, makul aralıklarla, gizli oyla serbest seçimler yapmayı taahhüt ederler." Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'nin maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendi uyarınca yalnızca bir ceza soruşturması veya kovuşturması çerçevesinde, kişinin suç işlediğine dair şüphenin bulunması hâlinde yetkili adli makamın huzuruna çıkarılması amacıyla tutuklanabileceği yönündeki içtihadını (Jecius/Litvanya, B. No: 34578/97, 31/7/2000, § 50; Wloch/Polonya, B. No: 27785/95, 19/10/2000, § 108) yakın dönemde verdiği Buzadji/Moldova ([BD], B. No: 23755/07, 5/7/2016) kararında geliştirmiştir. Buna göre ilk tutuklama kararından itibaren suçun işlendiğine dair makul şüphenin varlığı yanında tutuklamaya ilişkin nedenlerin bulunduğunun ilgili ve yeterli gerekçelerle ortaya konması gerekir (Buzadji/Moldova, §§ 100-102). AİHM; yakalanan kişinin suç işlediğinden şüphelenmek için makul sebeplerin devam etmesinin tutukluluk hâlinin devamı bakımından olmazsa olmaz (sine qua non) bir şart olduğuna vurgu yapmakla birlikte ulusal adli makamların yakalanan kişinin tutuklanmasına gerek olup olmadığını yakalamanın hemen ardından değerlendirmeleri durumunda makul şüphenin devam etmesi koşulunun artık yeterli olmadığını belirtmekte ve adli makamların tutukluluğun meşrulaştırılması için yeterli ve ilgili başka gerekçeler de ileri sürmesi gerektiğine dikkat çekmektedir (Merabishvili/Gürcistan [BD], B. No: 72508/13, 28/11/2017, § 222). AİHM, tutukluluğu meşru kılan makul dört temel neden belirlemiştir. Bunlar sanığın duruşmaya çıkmama (kaçma) tehlikesi (Stögmüller/Avusturya, B. No: 1602/62, 10/11/1969, hukuki gerekçe bölümü § 15), sanığın serbest bırakıldıktan sonra adaletin iyi idaresine zarar verecek tarzda önlemler alabilecek olma (özellikle delillerin yok edilme) tehlikesi (Wemhoff/Almanya, B. No: 2122/64, 27/6/1968, hukuki gerekçe bölümü § 14), tekrar suç işleme tehlikesi (Matznetter/Avusturya, B. No: 2178/64, 10/11/1969, hukuki gerekçe bölümü § 7) ve kamu düzenini bozma tehlikesidir (Letellier/Fransa, B. No: 12369/86, 26/6/1991, § 51). AİHM'e göre kaçma, tanıklar üzerinde baskı kurma veya delil unsurlarını değiştirme, yeniden suç işleme, kamu düzenini bozma gibi risklerin varlığının gerektiği şekilde tespit edilmesi ve adli makamların bu bağlamdaki gerekçesinin soyut, genel veya basmakalıp bir şekilde olmaması gerekir (Merabishvili/Gürcistan, § 222). Bu yönüyle kaçma riskinin değerlendirilmesinde kişinin karakteri, ahlaki durumu, ikametgâhı, mesleği, mal varlığı, aile bağları, tutukluluğa karşı gösterdiği tepki, başka bir ülkeye gerçekten kaçmayı planlayıp planlamadığı, kaçmayı planladığı ülkeyle veya uluslararası bağlantıları gibi hususlar dikkate alınmalıdır (Becciev/Moldova, B. No: 9190/03, 4/1/2006, § 58, Buzadji/Moldova, § 90). Ayrıca cezanın ağırlığı kaçma riskinin değerlendirilmesinde dikkate alınacak bir unsur olsa da tek başına tutukluluk hâlinin uzun süreler boyunca uzatılması durumunu haklı kılmaz (Idalov/Rusya [BD], B. No: 5826/03, 22/5/2012, § 145; Garycki/Polonya, B. No: 14348/02, 6/2/2007, § 47). AİHM, tutukluluğun makul süreyi aşmamasını sağlamanın öncelikle ulusal adli makamlara düşen bir görev olduğunu, ulusal makamların bu görevi yerine getirmek için -masumiyet karinesini de tam anlamıyla dikkate alarak- Sözleşme'nin maddesinde belirlenen kurala bir istisna getirmeyi haklı kılan kamu yararı gerekliliğinin varlığını kabul edecek veya bertaraf edecek nitelikteki bütün koşulları incelemek ve tahliye taleplerine ilişkin olarak verdikleri kararlarda bu gerekçeleri dikkate almak durumunda olduklarını belirtmektedir (Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014, § 70). Esasen AİHM, ulusal mahkemeler tarafından başvuranın tutukluluğuna ilişkin olarak verilen kararlarda yer alan ve başvuran tarafından salıverilme taleplerinde veya diğer başvurularında ileri sürülen gerekçelere dayanarak Sözleşme'nin maddesinin (3) numaralı fıkrasının ihlal edilip edilmediğini belirlemektedir (Wemhoff/Almanya, s. 24, 25, § 12; Neumeister/Avusturya, B. No: 1936/63, 27/6/1968, s. 37, §§ 4, 5; Letellier/Fransa, § 35; Buzadji/Moldova, § 91). Diğer taraftan AİHM, serbest seçim hakkını Avrupa kamu düzeninin temel unsuru olan demokrasinin en önemli ilkelerinden biri olarak kabul etmektedir. AİHM, Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün maddesinin koruduğu hakların hukukun üstünlüğüne dayanan etkili ve anlamlı bir demokrasinin temellerinin kurulması ve sürdürülmesi için hayati öneme sahip olduğunu belirtmiştir (Mathieu-Mohin ve Clerfayt/Belçika, B. No: 9267/81, 2/3/1987, § 47; Ždanoka/Letonya [BD], B. No: 58278/00, 16/3/2006, § 103; Yumak ve Sadak/Türkiye [BD], B. No: 10226/03, 8/7/2008 § 105). Buna karşılık AİHM'e göre seçilme hakkı, mutlak olmayıp meşru amaçlarla sınırlanabilir. Ancak bu sınırlamalar, yasama organının seçiminde halkın görüşlerinin serbestçe açıklanmasını ve bu anlamda belli kişilerin veya grupların ülkenin siyasal hayatına katılımlarını engelleyici, söz konusu hakkın özünü zedeleyecek ve etkisini ortadan kaldıracak ölçüde olmamalıdır. Ayrıca sınırlamaların öngörülen amaçla orantılı olması gerekir (Mathieu-Mohin ve Clerfayt/Belçika, § 52; Tanase/ Moldova [BD], B. No: 7/08, 27/4/2010, §§ 157, 158, 161). Öte yandan AİHM'e göre seçilme hakkı sadece seçimlerde aday olma hakkını değil aynı zamanda seçildikten sonra milletvekili olarak parlamentoda bulunma hakkını da kapsar. Bu ise hiç kuşkusuz kişinin seçildikten sonra milletvekili sıfatıyla temsil yetkisini fiilen kullanabilmesini gerektirir. Bu bağlamda seçilmiş milletvekilinin yasama faaliyetine katılmasına yönelik müdahale, sadece onun seçilme hakkına değil aynı zamanda seçmenlerinin serbest iradelerini açıklama hakkına da yönelik bir müdahale teşkil edebilir (Sadak ve diğerleri/Türkiye, B. No: 25144/94, 26149/95, 26154/95, 27100/95, 27101/95, 11/6/2002, §§ 33, 40). AİHM ayrıca milletvekili-seçmen ilişkisinden hareketle ifade özgürlüğünün halkın seçilmiş temsilcileri için özellikle önemli olduğunu zira milletvekilinin seçmeni temsil ettiğini, onların taleplerine dikkat çekerek menfaatlerini savunduğunu, dolayısıyla bir muhalif milletvekilinin ifade özgürlüğüne yönelik müdahalenin daha sıkı bir denetimi gerektirdiğini vurgulamıştır (Castells/İspanya, B. No: 11798/85, 23/12/1992, § 42).
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2021/7181
Başvuru, tutuklama tedbirinin hukuki olmaması, tutukluluğun makul süreyi aşması, tutukluluk incelemelerinin yapılmaması, tahliye talepleri ile tutukluluğa yönelik itirazların kısa sürede karara bağlanmaması ve tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
0
Başvurucu, 19/2/2009 tarihinde, Mersin İş Mahkemesinde açtığı işe iade davasının reddedildiğini ve makul sürede yargılama yapılmadığını belirterek, çalışma ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş, yargılamanın yenilenmesini ve tazminat ödenmesini talep etmiştir. Başvuru, 3/1/2014 tarihinde Mersin İş Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm tarafından 15/5/2014 tarihinde, kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği, görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. Adalet Bakanlığının 11/6/2014 tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir. A. Olaylar Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucunun iş akdi, işveren tarafından, dışarıdan gelen kişilerin işyerine sokularak tesisin güvenliğinin tehlikeye düşürüldüğü gerekçesiyle 13/2/2009 tarihinde feshedilmiştir. Başvurucu, 19/2/2009 tarihinde Mersin İş Mahkemesinde, Enerji Petrol Ürünleri Paz. A.Ş. aleyhine açtığı davada, iş akdinin haksız feshedildiğini ileri sürerek işe iadesine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece, 16/7/2010 tarih ve E.2009/151, K.2010/376 sayılı kararla; davalı tarafından, iş akdinin haklı nedenle feshedildiğinin ispatlanamadığı, izlenen CD kayıtlarında başvurucunun tesisin güvenliğini tehlikeye düşürecek emare bulunmadığı, dolayısıyla feshin haklı bir nedene dayanmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne, başvurucunun işe iadesine karar verilmiştir. Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesince, 2/3/2012 tarih ve E.2011/9702, K.2012/3233 sayılı ilamla; başvurucu hakkında tutulan tutanakta imzaları bulunan tutanak mümzilerinin dinlenmediği gerekçesiyle ve oyçokluğuyla hüküm bozulmuştur. Anılan bozma kararına muhalif olan üye, tanık listesinde gösterilmeyen tanıkların dinlenmesinin mümkün olmadığını, hâkimin resen delil toplayamayacağını, bu hususta temyiz talebinde de bulunulmadığını, dosyada mevcut ve hukuki delillere göre iş akdinin feshinin geçerli nedene dayandığının davalı işverence ispatlanamadığını, dolayısıyla hükmün onanması gerektiğini bildirmiştir. Mahkemece bozma kararına uyularak, tutanak mümzi tanıklar dinlenmiş, 19/6/2013 tarih ve E.2012/689, K.2013/426 sayılı kararla; incelenen CD kayıtlarında başvurucunun tesisin güvenliğini tehlikeye düşürecek iz veya emare bulunmadığı, tutanak mümzi tanıkların da başvurucunun işyeri güvenliğini tehlikeye düşürecek bir davranışı belirtmedikleri gerekçesiyle davanın kabulüne, başvurucunun işe iadesine karar verilmiştir. Temyiz üzerine, Yargıtay Hukuk Dairesinin 1/10/2013 tarih ve E.2013/22760, K.2013/16458 sayılı ilamıyla; tanıkların beyanlarına göre işyerinin kapı kısmında güvenlik görevlisi olarak çalışan başvurucunun, işyerinin güvenliğini tehlikeye düşürecek şekilde görev yerinden ayrılarak işyerine gelen yabancı misafirlerle birlikte idari binaya girmesi nedenine dayanan feshin haklı ve geçerli bir nedene dayandığı, dolayısıyla davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesinin hatalı olduğu gerekçesiyle Mahkeme kararının bozularak ortadan kaldırılmasına, davanın reddine kesin olarak karar verilmiştir. Karar, 4/12/2013 tarihinde başvurucu tarafından öğrenilmiştir. Başvurucu, 3/1/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.B. İlgili Hukuk 12/1/2011 tarih ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun maddesi ile maddesinin (1) numaralı fıkrası, 30/1/1950 tarih ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun maddesinin birinci fıkrası ile maddesinin birinci fıkrası ve maddesi, 22/5/2003 tarih ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun maddesi.
Adil yargılanma hakkı (Medeni Hak ve Yükümlülükler)
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/372
Başvurucu, 19/2/2009 tarihinde, Mersin 2. İş Mahkemesinde açtığı işe iade davasının reddedildiğini ve makul sürede yargılama yapılmadığını belirterek, çalışma ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş, yargılamanın yenilenmesini ve tazminat ödenmesini talep etmiştir.
1
Başvurucu, ulusal düzeyde yayın yapan Star Gazetesinde yayımlanan bir haberde yer alan iddiaların ve ifadelerin kişilik haklarını zedelediğini, şeref ve itibarının korunması hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir. Başvuru, 21/2/2013 tarihinde Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir. İkinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 20/10/2014 tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından 6/11/2014 tarihinde kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru konusu olay ve olgular 6/11/2014 tarihinde Adalet Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı görüşünü 9/1/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur. Adalet Bakanlığı tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş başvurucuya 15/1/2015 tarihinde bildirilmiştir. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanlarını 27/1/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur. OLAYLAR VE OLGULARA. Olaylar Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, adli yargıda hâkimlik, adalet müfettişliği, başmüfettişliği, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliği yapmıştır. Başvurucu halen Yargıtay üyesi olarak görev yapmaktadır. Ulusal düzeyde yayın yapan Star Gazetesi'nin 7/9/2009 tarihli nüshasında yayımlanan “İlişkilerin kavşak noktası” başlıklı haberde, o dönemde HSYK üyesi olan başvurucunun, Ergenekon adı verilen operasyon kapsamında tutuklanan şüpheli ve sanıklarla olan ilişkisine değinilmiş ve bir de fotoğrafa yer verilmiştir. Haberde şu ifadelere yer verilmiştir: "... HSYK üyesi Ali Suat Ertosun’un Yaz Kararnamesi’nin görüşüldüğü HSYK toplantısının gündemine Ergenekon savcıları ile faili meçhul savcılarının görevden alınmasını istediği ortaya çıkmıştı. HSYK üyesi Ertosun’un, kritik HSYK toplantıları öncesi Ergenekon davası sanığı Engin Aydın’la görüştüğünü star ortaya çıkarmıştı. HSYK üyesi Ertosun, “Engin Aydın aile dostum. Kurulla ilgili şeyleri konuşmayız” demişti ancak ek klasörlere giren Aydın’ın telefon görüşmeleri ve ajandasındaki notlar aynı şeyleri söylemiyor.‘Örgütün yargıdaki işlerini takip ediyor’Ergenekon sanığı Engin Aydın, iddianamede “Örgütün yargıdaki işlerini takip eden kişi” olarak gösteriliyor. İşte Engin Aydın’ın iddianameye ve ek klasörlere giren faaliyetlerinden bazıları: Dairedekiler Deşifre Olur Hurşit Tolon, Kent Otel Toplantıları’na katılanların listesini isteyince Engin Aydın ve Erdal Şenel “Listede Ergenekon davasının temyizine bakacak Yargıtay Daire üyeleri de var. Adamları deşifre edip ispiyonlamış oluruz” diye karşı çıktı. Hsyk’da ise Hallederiz Kendisini Albay olarak tanıtan Kemal Başkaya, hâkim eşi için atama istiyor. Engin Aydın ise şu karşılığı veriyor: “HSYK ile ilgili olursa yardımcı olurum, Kadir Bey’e (Kadir Özbek-HSYK Baykanvekili) iletirim başkanvekili, Suat’a (Ali Suat Ertosun) da söylerim.” Eminağaoğlu Telkini Engin Aydın, 2008 tarihli ajandasının “Haziran 13” başlıklı sayfasına şu notu aldığı görüldü: “Suat Ertosun’a Yargıtay üyeliği için Ömer Faruk Eminağaoğlu ile Güngör Sarıkaya’yı telkin ettim.” Engin Aydın, YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun Yargıtay üyesi olmak için torpil istediğini” doğrulamıştı. Bizim Suat Takip Ediyor Engin Aydın’ın, Cumhuriyet Gazetesi İzmir Büro’ndan Serdar isimli şahısla yaptığı konuşmada ise bir ihale olayından söz ederek “Bizim Suat takip ediyor biliyorsun HSYK üyesi varya Suat Ertosun, o takip ediyor bu işi” diyor." Şikâyet konusu haberle birlikte verilen fotoğrafta başvurucu ile birlikte yer alan dört kişiden birinin üzerine “Ergenekon Sanığı Engin Aydın” yazısı bulunmaktadır. Başvurucuya göre fotoğraf, Ankara’nın Kızılay semtinde oldukça kalabalık bir caddede çekilmiştir. Başvurucu, kaleme alınan yazı vasıtasıyla kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu, asılsız iddialarla karalanmak ve küçük düşürülmek suretiyle kamuoyunun hakaret ve husumetine maruz bırakıldığını ileri sürerek, 6/9/2010 tarihinde Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinde ilgililer aleyhine manevi tazminat davası açmıştır. İlk Derece Mahkemesi, 22/3/2011 tarihli kararında “... dava konusu yazının olayın eleştiri niteliğinde olduğu, özellikle davacının kişilik haklarına saldırı mahiyetini taşımadığı, ... gazetedeki yazının basın özgürlüğü kapsamında kaleme alınmış ve eleştiri sınırları içerisinde olduğu, hukuka aykırılık unsurunun gerçekleşmediği...” gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Temyiz üzerine Yargıtay Hukuk Dairesi, 9/4/2012 tarihli ilamıyla usul ve yasaya uygun olan hükmün onanmasına karar vermiştir. Onama kararına karşı yapılan düzeltme başvurusu, aynı Dairenin 3/12/2012 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Ret kararı 23/1/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, 21/2/2013 tarihinde yapılmıştır. B. İlgili Hukuk 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun maddesi şöyledir: “Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu zararı gidermekle yükümlüdür.”
Maddi ve manevi varlığın korunması hakkı
https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2013/1592
Başvurucu, ulusal düzeyde yayın yapan Star Gazetesinde yayımlanan bir haberde yer alan iddiaların ve ifadelerin kişilik haklarını zedelediğini, şeref ve itibarının korunması hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.
0