article
stringlengths
7.34k
10k
nin taleplerine uygun olan "müzikal" geleneğine dönüşmüştür. Yine de "müzikal" ismini taşıyan "Brigadoon", "Candide", "Batı Yakası Hikayesi (West Side Story)" gibi eserlerle operetler arasındaki farkları bulmak zor olmaktadır. Operet, Türkiye'de 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısında yaygın bir tür oldu. Operet besteleyen ilk müzikçi Dikran Çuhacıyan Efendi oldu. Özellikle Leblebici Horhor operetiyle yaygın bir ün kazandı. İsmail Hakkı Bey, doğu müziği sistemleri içinde operetler besteledi. Daha sonra Dr. Suphi Ezgi, Hasan Ferit Alnar, Muhlis Sabahattin Ezgi, Cemal Reşit Rey bu türden ürünler verdiler. 1933de bestelenmiş olan Cemal Reşit Rey'in Lüküs Hayat opereti 6 Mart 1985'te İstanbul Şehir Tiyatroları'nda yeniden sahnelenmiş ve zaman zaman tekrar edilmiştir. Naftalin Naftalin veya naftalen, kapalı kimyasal formülü CH olan, aromatik hidrokarbondur. Maden kömürünün damıtılmasıyla elde edilen orta ve ağır yağlardan ayrıştırılır. Beyaz pulcuklar biçiminde, billur yapılı bir katıdır. Keskin ve kendine özgü bir kokusu vardır. Yoğunluğu 1,15 olup, 80 °C'de erir, 217 °C'de kaynamaya başlar. Suda çözünmez, alkolde ise, ısıyla doğru orantılı olarak artan bir yoğunlukta çözünür. Atmosfer ortamında kolaylıkla buharlaştığından haşere(böcek türleri) ile mücadelede kullanılır. Güveleri uzaklaştırdığından yünlü kumaş ve kürkleri korumakta kullanılır. Sanayide eritici, yakıt ve boya hammaddesi olarak; eczacılık ve parfümeride ise ara madde olarak kullanılır. Ayrıca lavaboların temizlenmesinde büyük rol oynar. Naftalin katı halden gaz hâle sıvılaşmadan geçer. Buna süblimleşme denir. 1866'da Alman kimyacısı Emil Erlenmeyer tarafından onarılmış olan açık formülü, ortaklaşmış iki karbon atomu içeren iki bitişik benzen halkası gösterir: Naftalen, benzen gibi, yer değiştirme ve katılma tepkimelerine yatkındır. Tetralin, dekalin, naftoller, naftilaminler ve stalik anhidrit üretiminde, ayrıca güve öldürücü olarak kullanılır. Büyük miktarlarda naftaline maruz kalınması alyuvarlara zarar verebilir ve hatta yok edebilir. Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) tarafından naftalin, insanlarda ve hayvanlarda kansere neden olabilen bir madde olarak sınıflandırılmıştır (Grup 2B). Güve ilacı olarak üretilen naftalin topları ve naftalin içeren diğer ürünler AB içerisinde 2008 yılından itibaren yasaklanmıştır. Folklor Halk bilimi veya folklor, bir ülkede veya bölgede yaşayan halkın kültür ürünlerini, sözlü edebiyatını, geleneklerini, törelerini, inançlarını, mutfağını, müziğini, oyunlarını, halk hekimliğini inceleyerek bunların birbirleriyle ilişkilerini belirten, kaynak, evrim, yayılım, değişim, etkileşim vb. sorunlarını çözmeye, sonuç, kural, kuram ve yasaları bulmaya çalışan bilim dalıdır. "Halk bilimi", Arapça kökenli bir sözcük olan "halk" ve Türkçe "bilim" sözcüklerinin bir tamlama oluşturmasıyla ortaya çıkmıştır. En basit haliyle halkla ilgilenen bilim anlamındadır. "Folklor" terimi ise Türkçeye Fransızcadan geçmiş olup, "folk" (halk) ve "lore" (bilgi)'den gelmektedir. Terim ilk kez İngiliz araştırmacı William Thoms (1803-1885) 1846 yılında, Londra’da yayınlanan “Athenaeum” adlı bir dergideki yazısında kullanmıştır. Thomas söz konusu yazısında halk edebiyatı ve halk gelenekleri konularındaki ürünleri inceleyen bilim dalına ad olarak "Folklore" teriminin kullanılmasını önermiştir. Johann Gottfried von Herder de Alman halkının otantik ruhu, geleneği ve kimliğinin belgesi olan folklorün kaydedilmesi ve korunması gerektiğini ilk savunan kişilerden biri olmuştur. Metin merkezli kuramlar halk edebiyatını temel alır. Daha eski bir yöntemdir. Kültürü incelerken edebi ürünlerden yararlanır.Geçmişe dönüktür. Tamamlanmış ürünler olarak bakılan halkbilim verileri derlenip toplanması gereken birer objedir. Fonetik yöntemler, motif ve epizotlar ile metinler incelenir. İngiliz halkbilimci Edward B. Tylor'un öncülüğünde kurulmuş, kültlerin nasıl oluştuğuna ve gelişim gösterdiğine değinilmiştir. Farklı toplumlardaki benzer özelliklerin gösterilmesi esastır. Finlandiya, İsveç, Norveç gibi İskandinav ülkelerinde ortaya çıkan halk edebiyatı falliyetlerini incelemede ortaya çıkmıştır. Sözlü anlatıların, özellikle de masalların nerede ve ne zaman oluştuğu üzerinde durulur. Benzer metinler incelenerek bir anlatının ilk şeklini bulmak hedeflenir. Herder ve Krohn'un öncülüğünde gelişmiştir. Yaratıcı ve yaratım ortamından soyutlanarak incelemesi nedeniyle eleştirilmiştir. Axel Olrik'in Epik Yasaları bu kuram içerisindedir. Buna göre halk anlatıları temel yapılara sahiptir. On beş ayrı kuram ile ürünler arasındaki ilişkiler ortaya konur. Antti Aarne Masal Tipleri Kataloğu eserinde masallara numaralar vermek ve beş ana gruba ayırdığı masalları 2500 farklı ilinti ile sınıflandırmaktadır. Stith Thomson ve Halk Edebiyatı Motif İndeksi de motifleri alfabetik sıraya göre sıralamıştır. Farklı toplumlarda benzer özellikler görülmesinden hareket eder. Dünyada ilk olarak bir kültür merkezinin bulunma olasılığını sorgulamıştır. Elliot Smith ve arkadaşları bu kuramın öncüsüdür. Onlara göre Mısır ilk kültür merkezidir. F.Ratzel ve İkinci Viyana Yayılmacıları olarak bilinen grup da göç olgusu üzerinde durmuştur. İnsanların yaptıkları göçlerle kültürel değerlerini taşıdıkları, farklı toplumlarda benzer özelliklerin görülmesinin bu göçlerle ilgili olduğu savındadırlar. Sigmund Freud ve çevresi, halkbilim ürünlerinin kaynağı olarak insanın düş ve imgelerini öne sürer. Çocukluk döneminde arzu edilip sahip olunamayan istekler ve korkular halk anlatılarındaki sembollerin temelidir. Bilinçaltını bir açıklama alanı olarak gören Wundt, Carl Jung da benzer yöntemlerle çalışmıştır. Halk edebiyatı ürünlerinin yapısal özelliklerini inceler. Bir anlatı grubu üzerinde inceleme yapıp, yapısını formül haline getirir ve formülü evrensel düzeyde uygulanabilir kılmayı umar. Kahramanın Biyografisini Çözümleyen Yapısal Kuram gibi bir yöntem farklı dini, epik kahramanların ortak bir kahraman modeline dayandığını savunur. Vladimir Propp ve Masalların Yapısal Çözümlemesi bir masalın değil, tüm masalların kökenini araştırır. Tarihi coğrafi Fin Metodu'nun aksi bir görüştür. Fonksiyon ve rol olarak iki kavram üzerinde temellenen bu çalışma, çeşitli masallardaki aynı işlevleri sergilemeye çalışır. Levi Strauss ekolüne göre doğal yapıyı açığa çıkarmak için mitlerdeki öykülendirme ögeleri bölünmeli ve yeniden düzenlenmelidir. Bağlam merkezli yöntemde halk bütün olarak ele alınır. Halkbilim bitmiş bir obje değildir. Yaşayan, anlatılan, dinleyen yaratıcı bir süreçtir. Yalnızca metinler değil, metnin işlendiği toplumsal çevre de değerlendirilmelidir. Antropoloji kökenlidir. Malinowiski, Boas, Herkovist, Margerat gibi bilimciler metnin yaratıldığı bağlamı incelerler. Halkbilim ürünlerinin derlenip yazılması ile birlikte kültürel ve fiziki şartlar da dikkate alınmalıdır. Anlama ve dinleme olayı da önemlidir. Kültürü oluşturmada insanın temel ihtiyaçlarının rolü göz önünde bulundurulmalıdır. Homer Meselesi olarak da bilinir. 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır.Milmen Parry ve Albert Bateslord tarafından, İlyada ve Odessa eserlerinin nasıl ortaya çıktığı sorusu ile geliştirilmiştir. Homer'in bu destanları sözlü olarak öğrenmesi ve sonrasında yazıya geçirmesine vurgu yapılır. Destanların günümüze nasıl geldiği böylece açıklanır. Halkbilim dinamik bir iletişim sürecidir. Roman Jacobson ve Saussure gibi dilbilimciler ile ortaya çıkmıştır. Alan Dundes, Rager Abraham, Don Ban Amos gibi Amerikalılar da dahil olmuştur. Halk kültürü ögelerinin genel dokusu ile birlikte dinsel ögelerinin de incelenmesi gerekir. Dundes, metin ve bağlam kavramları üzerinde durarak; metnin toplumdan topluma aktarıldığını, oysa sözlü ürünün aktarılmasının olanaksız olduğunu söyler. Toplumsal bağlam her yaratmada değişkendir. Performans kuramında halkbilim sanatsal bir eylemdir. Ürünlerin geçtiği çevre kültür olarak ele alınır.Halkbilim ürünlerinin anlatımında yeniden yararlanma değil, kültürel yeniden üretim vardır. Ürünlerin özü tarihsel dokuya bağlı kalır, anlatıcı yalnızca bunun aktarımını yapar. Folklor kavramı 19.yüzyılın sözlü gelenekleri modern ideolojik amaçlar doğrultusunda birleştirmeyi arzulayan romantik ulusalcı ideolojinin bir parçası olarak gelişmiş ancak 20.yüzyılda etnograflar politik amaçlar dışında folklor kayıtları yapmaya başlamışlardır. Folklor kavramı 19.yüzyılın sözlü gelenekleri modern ideolojik amaçlar doğrultusunda birleştirmeyi arzulayan romantik ulusalcı ideolojinin bir parçası olarak gelişmiş ancak 20.yüzyılda etnograflar politik amaçlar dışında folklor kayıtları yapmaya başlamışlardır. Mika Mika grubu mineralleri bir düzleme göre çok iyi dilinimlidir. Dilinim ("şistozite") yaprakcıkları elastik olarak bükülebilir. Dilinim yüzeyleri sedef parıltıdır. Mika grubu mineraller, yerkabuğunu oluşturan kayaçlar içerisinde ortalama % 3.8 oranında dağılım frekansına sahiptir. Kimyasal bileşim bakımından aluminyum silikattır. Al ve Si ‘den başka K, Mg ve Li kapsarlar. Buna göre de, potasyumlu, magnezyumlu ve lityumlu mika adını alırlar. Ayrıca mikaların HO, Flor ve başka izomorf elementleri; koyu renkli mikalarında Fe vardır. Yani kısaca mika grubu mineralleri çok değişik kimyasal bileşimlerine göre mikalar 3 e ayrılır. A. Ferro-magnezyumlu mikalar "“ Siyah mikalar “" "*  Biotit"      K( Mg,Fe)Si A10 (OH,F) *  "Lepidomelan" K( Fe,Mg )SiA10 (OH,F ) *  "Flogopit"         K,Mg Si A10(OH ,F) Bu mikalar genellikle az miktarda Fe ve Ti içerirler. "Anomit, siderofillit" ve "Eastonit" aluminyumca zengin ara çeşitleridir. B.        Aluminyumlu mikalar "“ Beyaz mikalar “" *   "Muskovit"            KAlSi A1O ( OH,F ) *   "Paragonit"           NaA1SiA1O (OH,F ) *   Fenjit                 K (Mg ,Fe )A1O ( Si A1 ) ( OH,F) Fe bazen kısmi olarak A1’un yerini alır. “"Ferri-muskovit" “ C.  Lityumlu mikalar *  Lepidolit           K,Li,A1SiA1O ( OH,F ) *   "Zinvaldit"             K,Li,A1SiA1O ( OH,F ) D. Talk grubu mikalar *  "Talk"  MgSiO (OH ) *  "Pirofillit" A1SiO (
OH ) "." Biyotit Sertlik = 2- 2.5, Yoğunluk = 3.02-3.12 gr / cm  - K( Mg,Fe)Si A10 (OH,F)                  En son bulunan mika türüdür. Kor kayaçların bünyelerinde yaygın şekilde yer alır. Volkanik kayaçlar içerisinde fenokristaller halinde görülen biyotit korozyona uğramış bir görüntü arzeder. Lamprofirlerde pek bol rastlanır. Biyotit, demirli olduğundan çoğunlukla koyu renklidir. Elastik ve bükülebilen ince lameller ve pullar halindedir. Mükemmel dilinim gösterir. Dilinim düzlemleri boyunca çok kuvvetli camsal bir parlaklık verir.    İnce lamelleriışığı geçirir. Koyu kahverengi, koyu yeşil, siyah renklidir. Biyotit, potasyum içerdiği için toprak için önemlidir. Ayrışması esnasında açığa çıkan bir miktar potasyum toprağa karışarak toprağın verimini arttırır. Ayrıca biyotit ince toz haline getirilerek yağlayıcı madde olarak kullanılır. Biyotit, yüksek ısı altında sillimanite dönüşür. Ayrıca ayrışarak kloriti oluşturur. Kloritleşme sırasında dilinim düzlemleri boyunca opak mineraller, özellikle hematit (Fe O) oluşur. Flogopit ise, kırmızı kahverengi, sarımsı veya renksiz bir mika türüdür. Karbonatlı kayaçların metamorfizmasıyla oluşmuş bazı metamorfik kayaçlarda, ( "kontakt zonlarında" ) ultrabazik kayaçlarda, genellikle kimberlit ve bazı volkaniklerde görülür. Daima flor içerir ve hemen hemen demirsizdir. "." Muskovit      Sertlik = 2- 2.5, Yoğunluk = 2.8-2.9 gr / cm   - KAlSi A1O ( OH,F )                  Sarımsı, renksiz, hafif kahverengimsi veya yeşilimsi olup, saydamdır. Doğada kısmen primer, kısmen de sekonder (diğer silikatların ayrışmasından) oluşumuştur . İnce plakalar ve pullar halindedir. Bazen çok büyük levhalar halinde çıkabilir. Bu şekildeki muskovitlerin büyük ekonomik önemleri vardır. Yaprakların büyüklüğüne, saydamlık derecesine ve rengine göre çeşitli kaliteleri vardır. Toz haline getirilerek refrakter madde yapımında, kâğıt, karton, boya ve seramik endüstrisinde kullanılır. Çünkü muskovit lamelleri ve plakaları kolay kolay kırılmazlar. Elastik ve bükülme özelliğinin yanı sıra elektrik akımını iletmemesi nedeniyle elektroteknikte geniş kullanılma sahası vardır.             Saydam ve kolay dilinimli oluşlarından dolayı pencere camı olarak; ateşe dayanıklı olduklarından da sobalarda ve lambalarda kullanılır. Volkanik kayaçlarda muskovit görülmez. Genellikle çoğu silikatların hidrotermal suların etkisiyle ayrışması ("serisitleşme gibi" ) sonucu sekonder olarak oluşur. Küçük pulumsu, ipek parıltılı muskovite serisit adı verilir. Çoğu zaman talktan güç ayrılır. Krom içeren muskovit, kromlu olivinli kayaçların ayrışmasından oluşur ve fuksit adını alır.  "." Lepidolit  Sertlik = 2- 3, Yoğunluk = 2,8 -2,9 gr / cm  - K,Li,A1SiA1O ( OH,F )                  Nadir rastlanan bir mika çeşididir. Hemen hemen muskovite benzer. Biyotit içindeki Mg atomlarının yerine A1 ve Li atomlarının geçmesiyle oluşur. Şeftali çiçeği kırmızısı yaprakcıklar ve pulcuklar oluşturur. Bazen soluk mor renkte olur. Dilinim düzlemleri boyunca camsal, görünüşümsü sedefimsi parlaklık gösterir. İyi oluşmuş kristalleri nadirdir. El örneklerinde diğer örneklerden mor veya pembe rengiyle ayrılır, elastiktir, bükülebilir. Greizen ve pegmatitlerde rastlanır. Kuvars, muskovit, feldspat, spodumen, topaz, turmalin gibi minerallerle beraber bulunur. Eiður Guðjohnsen Eiður Smári Guðjohnsen (d. 15 Eylül 1978, Reykjavik), İzlandalı millî futbolcudur. İzlandalı oyuncu futbola 1994 yılında İzlanda'nın Valur kulübünde başladı. Valur Reykjavik takımının altyapısından yetişmiştir. Valur Reykjavik'de 17 maçta 7 gol atıp 1 yıl boyunca oynamıştır. Babası da kendi gibi futbolcudur. Daha sonra PSV'ye giden oyuncu bekleneni veremeyince, Bolton Wanderers'a gönderildi. Premier League'de yıldızı parlayan oyuncu, Chelsea'nin dikkatini çekti ve 5.750.000 € transfer bedeliyle Chelsea'ye transfer oldu. Chelsea'de uzun süre takımda ilk 11'de yer aldı. Her fırsatta bir Jimmy Floyd Hasselbaink hayranı olduğunu belirtten Guðjohnsen, genç yaşta Hasselbaink'le futbol oynama imkânı bulmuştur. 2005-06 sezonunda Chelsea'de forma şansı bulamaması nedeniyle İspanyol kulübü FC Barcelona'ya transfer olmuştur.2009-2010 sezonunda AS Monaco FC'ya transfer olmuştur.2010-2011 sezonunda Premier Liginin 2.yarısında Stoke City'den Fulham FC'ye kiralık olarak gitmiştir. 19 Temmuz 2011 tarihinde, Gudjohnsen İngiliz kulüpleri West Ham United ve Swansea City'nin ilgisine rağmen 2013 yılına kadar AEK Atina]] kulübü ile iki yıllık anlaşma imzaladı. Kentin Eleftherios Venizelos havaalanında 2.500 AEK taraftarı tarafından karşılandı. Yunan liginde bir zamanlar oynayan Brezilyalı yıldız Rivaldo kendisini tebrik etti. Temmuz 2012'de Gudjohnsen kulübün ciddi mali zorlukları nedeniyle ile AEK ile sözleşmesini feshetme anlaşmasına vardı. AEK takımından serbest bırakıldıktan sonra ABD'nin Major League Soccer takımlarından Seattle Sounders FC ile deneme antrenmanlarına çıktı. 2012-13 sezonunda Belçika'nın Cercle Brugge takımına transfer oldu. 2013-14 sezonunda buradan da ayrılarak yine bir Belçika kulübü olan Club Brugge takımına transfer oldu. Burada bir sezon oynadıktan sonra serbest kaldı. 5 Aralık 2014 tarihinde bedelsiz olarak İngiltere Championship Ligi ekiplerinden Bolton Wanderers kulübüne transfer olmuştur. 5 Temmuz 2015 tarihinde, Çin Süper Ligi kulübü Shijiazhuang Ever Bright, Guðjohnsen ile sözleşme imzaladıklarını duyurdu. 12 Şubat 2016 tarihinde, Gudjohnsen Eliteserien takımı Molde FK ile iki yıllık sözleşme imzaladı. Gudjohnsen'in 3 Ağustos 2016 tarihinde yaptığı sözleşmeden dolayı serbest bırakıldı. Ayrıca Guðjohnsen, İzlanda millî futbol takımında da 1996 yılından beri forma giymektedir. Babası Arnór Guðjohnsen 34 yaşındayken 17 yaşında olan oğlu Eiður ile bir millî maçta beraber oynamışlardır. Ancak aynı anda saha da bulunmamışlar. Arnór Guðjohnsen'in bir de gol attığı maçta oğlu Eiður Guðjohnsen ilk yarı sonunda babasının yerine oyuna girmiştir. İzlanda bu maçta Estonya'yı 3-2 mağlup etmiştir. Bu aynı zamanda baba oğlun aynı kadroda bulunduğu tek millî maçtır. Ayrıca İzlanda'nın en çok gol atan futbolcularından biridir. İzlandaca, Felemenkçe, İngilizce, İspanyolca, Katalanca ve Danca bilmektedir. "15 Ekim 2013'e kadar" Kavun Kavun ("Cucumis melo"), kabakgillerden sürüngen gövdeli bitki türü ve bu bitkinin iri meyvesidir. Olgunlaşmamış hali de meyve olarak tüketilir ve bu haldeki meyvesine kelek denir. Bir yıllık otsu bir bitkidir. Sürüngen gövdesi metrelerce uzayabilir. Yaprakları yürek biçiminde iridir. Bir eşeyli ve bir evcikli çiçekleri yaprakların koltukaltından çıkar. Türüne ve çeşidine göre kalın kabuklu iri meyvesinin içi etli, sulu ve bol çekirdeklidir. Anayurdu Ortaasya iran ve Anadolu'dur. Türkiye'de yetişen başlıca türleri Topatan, Hasanbey, Van kavunu, Altınbaş Kızılırmak, Ankara kavunu, kırkağaç (Manisa) kavunu gibi yerel tipleri yanı sıra pek çok yerli ve yabancı hibrit çeşitleri de kullanılmaktadır. pH'ı 7,0'dır. Karga Karga, kargagiller (Corvidae) familyasından "Corvus" cinsini oluşturan, iri yapılı, düz gagalı, pençeli, tüyleri çoğunlukla siyah, yüksek ve rahatsız edici sesli kuş türlerinin ortak adı. Daha büyük ve genellikle leş yiyici olanlarına "karakarga" veya "kuzgun" denir. Kuzgun Osmanlı Türkçesinde "kelâg" (Farsça: کلاغ) olarak adlandırılır. Kargalar tuhaf sesleri, siyah renkleri, parlak cisimlere olan düşkünlükleri ile mitolojiye ve sanata sıklıkla konu olmuşlardır. Kimi öykülerde akılsız tasvir edilmelerine rağmen bazı araştırmalar karganın en zeki kuş olabileceğini göstermektedir. Kargaların, köpekgillerden kurt vb. hayvanlarla belki de eşit zekaya sahip olduğu düşünülmektedir. Kargalar ses taklidi konusunda oldukça yetenekli hayvanlardır. Yapılan bazı çalışmalarda yaklaşık 100 kelimeyi ve 50 tam cümleyi öğrenebilen kargalar görülmüştür. Bazı kargaların sahiplerinin seslerini taklit ederek köpek ve atları kızdırdıkları görülür. Aynı zamanda oldukça meraklı hayvanlar olan kargaların mektup, çamaşır mandalı, araba anahtarı gibi nesneleri çaldığı da sıklıkla görülür. Kargaların cinsel olgunluğa erişim yaşı dişilerde 3, erkeklerde 5 yıldır. Kargaların ömrü doğada yaklaşık 13 yıldır. Doğal yaşam alanlarında kargaların 20 yaşına erişebildiği de görülmektedir ve en yaşlı Amerikan kargasının 30 yaşına kadar yaşayabildiği saptanmıştır. Doğada yaşamayan (esaret altındaki) kargaların ise 20 yıldan daha uzun yaşadığı görülür. ABD'de bir aile, 2006 yılında 59 yaşındayken öldüğüne inandıkları evcil kargalarının dünyanın en yaşlı kargası olduğunu iddia etmektedir. Kargalar Antik Yunan ve Roma'da uzun ömürlülüğün sembolü olmuştur. Plutarkhos'un Hesiodos'un kayıp bir eserinden aktardığına göre, karganın ömrü insan ömrünün dokuz katıdır. Geyikler kargalardan dört kat fazla yaşarken, kuzgunların ömrü geyiklerinkinin üç katı kadardır. Kargalar hemen hemen her şeyi yerler. Çöplükleri karıştırırlar, böcek, kurt, fare, leş, böğürtlen, mısır gibi çok çeşitli besinlerle beslenirler. Yetişkin bir karga günde 300 gramdan fazla yiyecek tüketir. Bilindiği kadarıyla, kargalar ceviz, palamut, incir gibi orman ürünlerini de tüketirler. Onları tüketirken, bir yandan da yayılmalarını sağlayarak doğaya katkıda bulunurlar. Kargaların ekinlere zarar verdiği konusunda yaygın bir inanış vardır. Oysaki kargalar her türlü ekin zararlısını yiyerek zaman zaman çiftçilere faydalı da olurlar. 2006-07 Azerbaycan Yüksek Deste İlk yarı bitti. İkinci yarı 11 Şubat 2007 günü başlayacak. Updated to games played on 5 May 2013. Source: Azerbaijan Professional Football league Rules for classification: 1) points; 2) goal difference; 3) number of goals scored  MKT-Araz qualified for the first qualifiying round of the 2005–06 UEFA Cup as winner of the 2004–05 Azerbaijan Cup. FK Gäncä were excluded from the league due to financial problems (C) = Champion; (R) = Relegated; (P) = Promoted; (E) = Eliminated; (O) = Play-off winner; (A) = Advances to a further round. Only applicable when the season is not finished: (Q) = Qualified to the phase of to
urnament indicated; (TQ) = Qualified to tournament, but not yet to the particular phase indicated; (RQ) = Qualified to the relegation tournament indicated; (DQ) = Disqualified from tournament. KAYNAKÇA Mil-Muğan FK Mil-Muğan FK, İmişli kentinde kurulmuş bir Azeri futbol kulübüdür. 2004 yılında MKT Istehsalat-Kommersiya adlı bir pamuk üretim şirketi tarafından kuruldu. Kurulduktan sonra doğrudan Azerbaycan Premier Ligi'ne alınan kulüp, 2004-05 mevsiminde ligi sekizinci sırada ve 2005-06 sezonunda ise ligi dokuzuncu sırada tamamladı. 2006 yılında UEFA Intertoto Kupası'nda, 2007 yılında UEFA Kupası'nda mücadele etti. İzmiroğlu Cüneyd Bey İzmiroğlu Cüneyd Bey (Aydınoğlu hanedanına mensup olmakla birlikte, hanedanın olağan çizgisi dışından gelerek tarih sahnesine çıktığından ve İzmir valiliği yapmış olmasından ötürü İzmiroğlu Cüneyd Bey olarak anılır; Kara Cüneyd de denilir) Osmanlı Devleti'nin yaşadığı Fetret Devri ve II. Murad'ın saltanatının ilk yıllarında gündemde kalmış, Osmanlı Devleti'nin bu 20 yıllık süredeki bütün toparlanma çabalarında karşısına çıkmış bir yerel yönetici ve asidir. İsmi bu anlamda Fetret Devri ile özdeşleşmiştir. 1402 Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezid’in Timur’a mağlup ve esir düşmesinden sonra Aydınoğlu Beyliği tekrar canlanmıştır. Aydınoğlu hanedanının başında bulunan İsa Bey ölmüş bulunduğundan, beyliğin başına Timur Han'ın emriyle, İsa Bey'in oğlu Aydınoğlu Musa Bey geçti. Musa Bey'in de ertesi yıl vefatı üzerine, 1403'de yerine Aydınoğlu II. Umur Bey geçti. Fakat, Aydınoğlu İbrahim Bahadır Bey'in oğlu ve o sırada Timur tarafından Cenevizlilerden tamamen alınmış bulunan İzmir'in valisi olan Cüneyd Bey buna karşı çıkarak, saltanat iddiasında bulundu. II. Umur Bey'in üzerine yürüyerek payitahtı Ayasuluk’u (Selçuk) zapteden Cüneyd Bey, Umur’un 1405’te ölümüyle de, Aydınoğlu topraklarına tek başına hakim oldu ve bu hakimiyetini aralıklarla 1425’e kadar sürdürdü. Cüneyd Bey, konumunu sağlamlaştırmak için, Osmanoğlu hanedanı içinde Fetret Devri boyunca cereyan eden taht kavgalarına karıştı, ve her defasında şehzadelerden birini tutarak, zaman zaman kendisine müttefik bulmak veya mevcut ittifaklara katılmak yolunu tuttu. Birçok kereler başarısızlığa uğramasına rağmen, kendini bağışlatmayı bildi ve her seferinde yeni vazifeler almaya muvaffak oldu. İzmiroğlu Cüneyd Bey'in Fetret Devri içinde karıştığı başlıca gaileler şunlardır: 1404 yılında I. Mehmed Çelebi'nin Bursa'ya girerek hükümdarlığını ilan etmesinden sonra Ulubat'ta yendiği kardeşi İsa Çelebi, önce Bizans'a, sonra Edirne'deki diğer kardeş Süleyman Çelebi'ye, I. Mehmed'e ikinci defa yenilmesinden sonra da İsfendiyar Bey'e, üçüncü yenilgisinden sonra ise İzmiroğlu Cüneyd Bey'e sığınmıştı. Onun aracılığıyla Saruhan ve Menteşe Beyleriyle anlaşarak talihini bir kere daha denemek istedi, ancak yine mağlup oldu ve bu defa Karamanoğlu Beyliği'ne iltihak etti. Ancak bir süre sonra yakalanarak ortadan kaldırıldı. Anadolu'da yalnız kalarak kuvvetlenen I. Mehmed'in bu kez karşısına çıkan Edirne'deki kardeşi Süleyman Çelebi'nin hakimiyetini İzmiroğlu Cüneyd Bey ve Menteşeoğlu İlyas Bey kabul ettiler. Ancak I. Mehmed'in diğer kardeşi Musa Çelebi'yi Rumeli'ye göndermesiyle geri çekilmek zorunda kalan Süleyman Çelebi, Musa Çelebi'nin bir baskını ile ortadan kaldırıldı. Süleyman Çelebi'yi bertaraf eden Musa Çelebi Edirne’de bu kez kendi hükümdarlığını ilan edince İzmiroğlu Cüneyd Bey bu defa da onun tarafına geçti. Musa Çelebi I. Mehmed'in Anadolu’da kuvvetli olduğunu bildiği için daha ziyade Bizans'la meşgul oldu ve İstanbul'u bir kez kuşattı. Bu arada sonradan büyük bir isyan çıkaracak Şeyh Bedreddin’i kazasker yaparak, nüfuzunu artıracağı bir mevki edinmesini sağladı. Bizans İmparatoru'nun Musa Çelebi'ye karşı yardım istemesiyle I. Mehmed 1411’de İnceğiz mevkiinde kardeşi ile savaşa girişti ve kaybetti. Gemilerle Anadolu tarafına geçerek yaralı bir halde Bursa’ya geldi. Bir yıl sonra Musa Çelebi’yle yaptığı ikinci savaşta da yenildi. Musa Çelebi’nin sert yönetiminin ahaliyi I. Mehmed tarafına meylettirmesiyle I. Mehmed kardeşine karşı üçüncü defa Rumeli’ye geçti. Kendisine katılan Sırp despotu ve bazı ümera ile birlikte, Tuna’ya çekilmekte olan Musa Çelebi üzerine yürüyen I. Mehmed, Çamurlu Derbend mevkiinde meydana gelen savaşta Musa Çelebi’yi nihayet yendi. Musa Çelebi, yaralı olarak kaçarken yakalanıp boğduruldu ve Bursa’ya nakledilip, babasının türbesine defnedildi. İzmiroğlu Cüneyd Bey ise Ohri'ye sürüldü. Ancak İzmiroğlu Cüneyd Bey kısa süre sonra Ohri’den kaçarak Aydın’a geldi ve Ayasuluk’u (Selçuk) kuşatarak şehri aldı ve sancakbeyini öldürttü. I. Mehmed, Anadolu’ya dönünce önce Cüneyd Bey üzerine yürüyüp, Çandarlı (1.) İbrahim Paşa eliyle Menemen, Kayacık ve Nif kalelerini aldı. Bu arada İzmir de temelli olarak Osmanlı Devleti idaresine alındı. İzmiroğlu Cüneyd Bey'in sürekli istikrarsızlık unsuru oluşturması, ailesinin ve kuvvetlerinin içinde bulunduğu Kadifekale kuşatmasını uluslararası bir olay haline getirmişti. Rodos, Midilli ve Sakız Hıristiyan donanmaları ile Menteşe Beyliği donanması da Osmanlılarla işbirliği yaparak İzmir'in zaptında rol oynadılar. Rodos Şövalyeleri yardımları karşılığında Timur tarafından yıktırılan İzmir Okkale'yi yeniden inşa etme talebinde bulundular. I. Mehmed Rodos Şövalyelerinin ısrarlarına karşı direndi; ancak ilişkileri büsbütün bozmak istemediği için onlara Bodrum Kalesi'ni inşa etmelerine izin verdi. Bu arada Çelebi I. Mehmed, Cüneyd’in annesinin ricası üzerine İzmiroğlu Cüneyd Bey'i affederek 1414’te ona Niğbolu Sancakbeyliğini verdi ve Aydın sancakbeyliğine de Bulgar kralı Şişman'ın müslüman olan oğlu Süleyman'ı atadı. İzmiroğlu Cüneyd Bey, affedilip Niğbolu sancakbeyi tayin edilmişken, Düzmece Mustafa'nın ortaya çıkmasıyla bu sefer onunla birlik oldu ve padişaha tekrar baş kaldırdı. Harekete Eflak voyvodası Mirçe'yi de dahil edip Tesalya ve Selanik tarafında büyük karışıklıklar çıkardılar. Bu bölgeyi seçmelerinin sebebi, yenilgi halinde, o dönemde hem Bizans İmparatorlu'na hem de Osmanlı Devleti ile bağımlılık anlaşmaları olmakla birlikte özerk bir konumda olan Selanik'e sığınabilme düşüncesiydi. Nitekim I. Mehmed, Çelebi Mustafa ordusunu Selanik mıntıkasında yendi ve isyancılar Selanik valisi Dimitrios Laskaris'in himayesine sığındılar. Uzun müzakerelerden sonra I. Mehmed, Bizans İmparatoru II. Manuil isyancıların Selanik'te tutuklanmalarına ve Bizanslıların yıllık üç yüz bin akçe karşılığında kayd-ı hayat şartıyla Çelebi Mustafa, Cüneyd Bey ve otuz üç maiyetinin Limni adasında sürgün edilmelerine ikna etti. 1421 Mayısında tahta geçen II. Murad padişah değişikliklerinin karışıklıklara gebe olduğunu bildiğinden ve daha bir yıl öncesinde, şehzadeliğinde, Rumeli'de Şeyh Bedreddin İsyanı'nın, Ege Bölgesi'nde Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal (Samuel) isyanlarının bastırılmasına bizzat nezaret ettiğinden, gönül alıcı mektuplar ve çok değerli hediyeler göndermek suretiyle herhangi bir kargaşa çıkmasını baştan önlemek istiyordu. II. Murad zamanında da mevkiini koruyan Amasyalı Beyazıd Paşa, I. Mehmed'in ölümünün duyulmasından sonra Bizanslilar tarafından serbest bırakılan ve bu sefer yeni meşru hükümdarla mücadeleye başlayan Çelebi Mustafa'nın üzerine gönderildi. Edirne'nin Sazlıdere mevkinde Çelebi Mustafa'nın kuvvetleriyle karşılaştı. Emri altındaki askerlerin büyük çoğunluğu Çelebi Mustafa tarafına geçince teslim olmak zorunda kaldı ve ertesi gün İzmiroğlu Cüneyd Bey'in tahrikleriyle katledildi. Sazlıdere zaferinden sonra Çelebi Mustafa bir süre boyunca güçlendi ve Edirne'de saltanat sürmeye başladı. Fakat Çelebi Mustafa kendine bağlı birlikler ile karşı tarafın avantajını değerlendirmekte geç kalmıştı. Bundan istifade eden II. Murad'ın birlikleri Ocak-Şubat 1422'de Ulubat Çayı kenarında Çelebi Mustafa güçleri ile karşı karşıya geldiler. II. Murad'ın maiyetindeki Hacı İvaz Paşa ve Mihaloğlu Mehmed Bey gibi şahısların, Çelebi Mustafa'ın emri altında bulunan Rumeli beylerini sözlü ve yazılı olarak etkilemesi üzerine, herhangi bir çarpışma olmaksızın Çelebi Mustafa'nın kuvvetlerinde bir moral çöküntüsü yaşandı. Bunu fark eden ve Çelebi Mustafa'nın sonunu iyi görmeyen İzmiroğlu Cüneyd Bey de değerli eşyaları ve kendisine bağlı yetmiş kişi ile birlikte gece vakti karargahtan kaçarak Aydın yöresine sığındı. Ancak Düzmece Mustafa olayı Osmanlı Devleti açısından bardağı taşıran son damla olmuştu. Döndüğü Aydın yöresinde Aydınoğulları Beyliğinin eski topraklarını tekrar ele geçirmek niyetiyle Bizanslılar ve Venediklilerle ilişkiler kurmak çabası içine girdi. Aydın Sancak beyi Yahşi Bey ve Anadolu Beylerbeyi Oruç Bey Cüneyd Bey'in üstesine gelemeyi başaramadılar. Yeni Anadolu Beylerbeyi atanan Hamza Bey ise Cüneyd Bey'i Akhisar civarında yenilgiye uğrattı. Sıkıştırılan Cüneyd Bey Sisam adası karşısındaki İpsili kalesine sığındı. Ancak Osmanlıların Anadolu'daki en önemli hasmı konumunda olan Karamanoğlu Beyliği'nden destek sağlamak icin gizlice Karamanoğlu İbrahim Bey'in yanına kadar gidip bir miktar Karaman askeri ile döndüğünde, bu yardımcı kuvvetler İpsili'ye varışta Cüneyd'i terkettiler. Bu suretle istediği yardımı bulamayan Cüneyd Bey Osmanlı Anadolu Beylerbeyi'ne teslim olmak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti başına devamlı gaile yaratan Cüneyd Bey ve yanındaki oğlu Beyazıd ile birlikte öldürüldu. Sonra da Çanakkale hapishanesinde bulunan diğer oğlu Kurt Bey ve kardeşi Hamza Bey de öldürülerek soyuna son verildi. Bu bir türlü rahat durmayan tarihi şahsiyetin ortadan kaldırılmasıyla Aydınoğlu Beyliği toprakları tamamıyla Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altına girmiştir (1425). Rusafe Camii Rusafe Camii, Bağdat'da bilinen en eski Türk Camii'dir. Asker-ul Mehdi'nin kurduğu Rusafe Mahallesindeki camii, IX. yy.da Bağdad'ın 3 cami'inden biri idi. Mihrab önü kubbe ile örtülen cami, sel taşkınlarıyla harap olmuş, 1325 yılında tamamen Dicle'ye gömülerek yok olmuştur. Tarkan Altınok Tarkan Altınok (d. 1 Mayıs 1970, Çanakkale, Türkiye), pop müzik sanatçısıdır. 1 Mayıs 1970 yılında Ç
anakkale'de doğan Tarkan Altınok beş çocuklu bir ailenin ortanca çocuğudur. İlk öğretimini Avusturya'da işçi olarak bulunan ailesinden ayrı, Çanakkale'de tamamladı. Ailesi İsviçre'ye taşındıktan sonra eğitimine devam etmesi için Tarkan'ı yanlarına aldılar. Bölge Türk okulundaki müzik öğretmeninin teşviki ile müziğe ilgi duydu. Meslek okulunu bitirdikten sonra işçi olarak çalışmaya başladı. Amatör bir çalışma olan ilk albümünü 1990 yılında yayımladı. Kardeşi ile birlikte bir müzik grubu kurarak özel geceler, düğünler ve bazı barlarda sahne aldı. Naile Hatun Camii Bağdat, Reşid Caddesinde, Haydarhane Camii karşısında bulunan cami 1874'de Mektupcu Murad Efendi'nin eşi Naile Hatun tarafından yaptırılmıştır. 1934'de tamir edilen yapıya bir de medrese eklenmiştir. Ancak 1965 yılında Reşid Caddesi’nin genişletilmesi sırasında yıkılmıştır. Şarabiye Medresesi Şarabiye Medresesi, Bağdat'ta Dicle kıyısı yanındaki Irak Savunma Bakanlığı içinde bulunur. Şerafeddin İkbal eş-Şarabî tarafından 1239 yılında yaptırılmıştır. Yapı bakımından Mustansırıye Medresesi’ne benzeyen yapının bugün Kasr-ül Abbasi olarak tanınan bina olduğu sanılmaktadır. Karabağ FK Karabağ Ağdam (Azerice:"Qarabağ Ağdam"), Ağdam kentinde kurulmuş bir Azerbaycan futbol kulübü. 1993 yılında Karabağ'ın Ermenilerce işgal edilmesinden sonra kulüp sürgün edilmiştir. Bu yüzden sportif etkinliklerini Bakü'de devam ettirmektedir. 1951 yılında kurulan Karabağ, 1992 yılında Azerbaycan Premyer Ligası'nın kurucu üyelerinden olmuştur. Bir sezon sonra ilk şampiyonluğunu alan kulüp henüz Bakü'ye taşınmamıştı. Karabağ, Neftçi Bakü ile Azerbaycan Premyer Ligası'nın tüm sezonlarında yer almıştır. Karabağ evindeki maçlarını Bakü'de, Avrupa ligi maçlarını Tevfik Behramov Stadyumu'nda, Lig maçlarını ise Azersun Arena'da oynamaktadır. 2014 yılında ligde önceki şampiyonluğundan 21 yıl sonra şampiyon olmuştur. Ayrıca üç kez Azerbaycan Kuboku'nı almıştır. Aynı yıl play-offlarda Twente'yi eleyip 2014-15 UEFA Avrupa Ligi gruplarına kalmıştır. 2017-18 UEFA Şampiyonlar Ligi'inde 3 ön eleme turu geçerek grup aşamasına kalma başarısını gösterdi ve böylece Şampiyonlar Ligi'ne katılma başarısı gösteren ilk Azerbaycan takımı olmuştur. Karabağ Futbol Kulübü'nün kurulma tarihi 1950'li yılların öncesine dayanmaktadır. 1951 yılında Ağdam şehir stadının inşasından sonra profesyonel bir spor kulübü olması için ciddi işler yapıldı. Kurulduğu günden sonra bir süre "Mahsul" adı ile mücadele eden "Karabağ" ilk kez 1966 yılında Azerbaycan SSC Şampiyonası'nda yer aldı. Şampiyonayı 4. sırada tamamladı. Karabağ, dört yıl üst üste yerel şampiyonaya katıldı. Bu yıllar boyunca en iyi sonucunu 1968 yılında ikinci olarak aldı. Ancak, 1968 yılından sonra ilgisizlik ve finansal desteklerin eksikliği nedeniyle uzun süre yerel şampiyonaya katılamadı. 1977 yılında kulüp "Şafak" adı ile tekrar futbola döndü. Şafak, 1982 yılına kadar Ağdam futbolunun tek temsilcisi oldu. 1982 yılından 1987 yılına kadar ise kulüp "Kooperator" adı ile şampiyonalara katıldı. 1988 yılında Azerbaycan, SSCB bünyesinde iken Karabağ, ilk defa Azerbaycan SSC şampiyonu oldu. 1991 yılında SSCB dağıldıktan sonra Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ilk kez bağımsız bir ligi yapıldı. 1992-1993'li yıllarda rakiplerini Ağdam'da kabul eden "Karabağ" burada 28 maç yaptı. "Karabağ" Ağdam'da yaptığı son 22 maçta galip geldi. "Karabağ"'ın Ağdam'da yenildiği tek maç SSCB'nin dağılmasından sonraki ilk karşılaşması oldu. 1993 yılında Karabağ Savaşı'nda Karabağ'ın Ermenilerce işgal edilmesinden sonra kulüp Ağdam şehrinden sürgün edildi. Ayrıca kulübün teknik direktörü Allahverdi Bağırov hayatını kaybetti. Kulüp sürgünden sonra Bakü'ye taşındı. Yirminci yüzyılın son yıllarında kulüp maddi sıkıntılardan ciddi eziyet çekiyordu. Bu nedenle 1998-2001 yıllarında ligde güçlüler grubunda alt sıralarda yer aldı. Üstelik maddi durum kulübün önde gelen futbolcularının kulübü terk etmesine yol açtı. Tüm bunlara rağmen böyle bir zor dönemde "Karabağ" avrupa kupalarında mücadele etmiştir. 1999 yılında UEFA Intertoto Kupasında İsrail'in Makkabi Hayfa (futbol takımı) takımı'na karşı galibiyet alarak tur atlayan kulüp Avrupa kupalarında tur atlayan ilk Azeri futbol takımı olmuştur. 21. yüzyılın başında kulüp maddi sorunlarla yüz yüze kaldı. Bu sorunlar 2001 yılında Azerbaycan'da faaliyet gösteren en büyük holdinglerindən biri olan "Azersun" şirketinin takıma sponsor olmasından sonra çözüldü. Şirketin başkanı Abdulbari Güzel'in doğrudan kişisel yardımıyla takımın maddi sorunları çözüldü. İmkansızlık yüzünden diğer kulüplere gitmiş olan eski Karabağlılar kadroya döndürüldü ve o dönemden kulüp "Karabağ - Azersun" adı ile çıkış yapmaya başladı. Maddi durumun düzelmesi kulübün sonuçlarına da etki gösterdi. 2001 yılında "Karabağ - Azersun" ligde 9. sırada yer alsa da bir sonraki sezona hazırlık çalışmalarına ciddi başladı ve bu sezonda şampiyon olmak takımın amacı oldu. Fakat bu dönemde Azerbaycan futbolunda yaşanan kriz nedeniyle ülkede 2002-03 sezonundaki lig durdurulduğu için öne sürülen amaca ulaşmak mümkün olmadı. Azerbaycan futbolundaki kriz sona erdikten sonra, 2003 yılında "Karabağ - Azersun"un yönetim kadrosunda bir takım değişiklikler yapıldı ve Tahir Güzel takımın başkan yardımcısı atandı. Takımın ligdeki başarısı için tüm imkanlar açıldı. Bu çabaların sonucunda 2003-2004 yılı sezonunda "Karabağ" uzun bir aradan sonra yeniden Azerbaycan Premyer Ligası'nı 3. sırada tamamladı. "Karabağ" ın yönetimi 2004-2005 sezonunda İsveç'te yaşayan tecrübeli teknik direktör İgor Ponomaryov takımın başına getirildi. Bundan kısa zaman sonra Azerbaycan'ın çeşitli yaş gruplarına ait bazı futbolcular kadroya dahil edildi. Tahir Güzel'in girişimi ile 2004 yılında takım yeniden "Karabağ" ismiyle anılmaya başlandı. Ayrıca Tahir Güzel kulüp için yeni logo da hazırlattırdı. İngiltere'de tasarımcılar tarafından hazırlanan bu logoda Karabağ'ın sembolü olan Karabağ atları tasvir edilmiştir. Logo bundan başka futbola ait çeşitli semboller içeriyordu. 2008 yılında teknik direktör Rasim Kara'nın 2008-09 sezonunun ilk haftasından hemen önce Hazar Lenkeran'a geçmesiyle Azeri eski futbolcu Kurban Kurbanov takımın başına getirildi. Kurban Kurbanov önderliğinde Karabağ, Azerbaycan futbolundaki yaygın stratejisindeki yabancı oyuncu lehine yapılan imzalardan sakınarak daha çok yerli futbolcu lehine hareket etti. Kurbanov takımın oyun tarzına daha çok kısa paslar, topla daha çok oynama ve oyuncuların pozisyonlarını değiştirme gibi özellikler ekleyerek tiki-taka benzeri bir oyun oynatmaya başladı. Karabağ, 2009-10 UEFA Avrupa Ligi'nde 2. ön eleme turunda Norveç kulübü Rosenborg'u ve 3. ön eleme turunda Finlandiya kulübü Honka'yı eledi. Böylece Kurbanov, Azerbaycan futbolunda Avrupa'da en başarılı olan teknik direktör oldu. 2012 yılında kulüp, 2010-11 UEFA Avrupa Ligi 1. ön eleme turunda Bakü'de Metalurg Skopje'yi 4-1 yenerek Avrupa'da en farklı galibiyet alan Azerbaycan takımı oldu. 3. ön elemede Wisła Kraków'u eleyerek play-offlara yükseldi. 2011 yılında Gargždai'de Banga Gargždai takımını 4-0 yenerek rekorunu geliştirdi. 2011-12 sezonunda ligi dördüncü sırada bitiren Karabağ Avrupa şampiyonalarına katılamadı. Bir sezon aradan sonra 2013 yılında üçüncü kez katıldığı Avrupa Ligi'nde play-offlara kaldı. 2014 yılının Mayıs ayında lig şampiyonluğunu ilan eden Karabağ en son 21 yıl önce şampiyon olmuştu. Bir ay sonra UEFA Şampiyonlar Ligi 3. ön eleme turunda Red Bull Salzburg'u kendi evinde yendi. Ağustos 2014'te Avrupa Ligi play-off turuna kaldı. Böylece son beş sezonda dördüncü kez Avrupa Ligi'nde yer almış oldu. Karabağ, play-offlarda Twente'yi eleyerek gruplara kaldı. Neftçi Bakü'den sonra Avrupa Ligi gruplarına kalan ikinci Azerbaycan takımı oldu. 23 Ekim 2014 tarihinde Dnipro Dnipropetrovsk takımında deplasmanda 1-0 yenerek Avrupa Ligi gruplarında galibiyet alan ilk Azerbaycan takımı oldu. Karabağ,bir sonraki sezonda şampiyon olarak UEFA Şampiyonlar Ligi 3. ön eleme turuna katıldı.Celtic'e mağlup olarak UEFA Europe League Play-off turuna düştü.Young Boys'u yenerek üst-üste 2 kere UEFA Europe League Grup aşamasına katıldı. Karabağ'ın lakapları içerisinde en eskisi "Atlılar" lakabıdır. Lakap Karabağ atları ile bağlantılıdır. İngiltere'de özel tasarımcılar tarafından hazırlanan logoda da Karabağ'ın sembolü olan atlar tasvir edilmiştir. 2009 yılında UEFA Avrupa Ligi'ndeki Rosenborg zaferinin ardından Honka maçından da galip ayrılınca kulübe "Kafkasya'nın Barselonası" lakabı verilmiştir. Ayrıca 1993 yılında Ağdam şehri Ermeniler tarafından işgal edildikten sonra İmaret Arena'da zorunlu olarak oynayamayan kulüp "Mülteci kulüp" adını da almıştır. Karabağ'ın geleneksel formasındaki siyah ve beyaz renkler, karanlık ve ışığı temsil ederek kulübün önceki konumu olan Karabağ'ı kastetmektedir. Kulübün formaları Adidas tarafından üretilmektedir ve sponsorları Bakü'nün gıda üretim şirketi Azersun'dır. Karabağ'ın kardeş olduğu ilk takım Hollanda'nın Enschede şehrinin "Twente" kulübüdür. 2009 yılında UEFA Avrupa Ligi play-off turunda karşılaştıkları zaman anlaşmışlardır. Anlaşmanın sonucu olarak Karabağ'ın genç futbolcusu Vagif Cavadov "Twente" kulübüne transfer edilmiştir. Vagif, 11 Ocak 2010'da Twente kulübü ile 4,5 yıllık sözleşmeye imza attı. Karabağ'ın tüm kardeş olduğu takımların listesi aşağıdaki gibidir: Karabağ FK, 1994 ve 2004'te olmak üzere toplam iki kere Azerbaycan Birlik Kupası'na katılmıştır. "(2.kaptan)" 2009-10 sezonunda "Karabağ"ın Avrupa Ligi'ndeki başarılı çıkışıyla takımın sıralamasını yükseldi.İki aşama geçen takım 11 puan toplayarak Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu'nun (IFFHS) sıralama tablosunda 279. oldu. Sonraki ayda 20 basamak daha ilerleyen "Karabağ" 76,5 puan ile "United Harara" ve "Falkirk" takımları ile birlikte 259. basamağa çıkmıştır. Sıralamada yükselişi sürdüren Ağdamlılar 2009 yılının Aralık ayının başındaki sıralamada 249. basamakta bulunmuştur. 2010-11 sezonunda da "Karabağ"ın çıkışı devam etmiştir. 30 Temmuz 2010'da açıklanm
ış listede ise "Karabağ" 88,5 puan ile 189 uncu basamağa yükselmiştir. Bu başlık altında kulübün en çok maçta oynayan ve en çok gol atan oyuncuları listelenmektedir. Şu anda Karabağ'da oynayan oyuncuların adları koyu yazılmıştır. Müşfik Hüseynov 320 maçta 125 golle kulübün en çok maçta oynayan ve en çok gol atan futbolcusudur. 22 Mayıs 2015 itibarıyla Karabağ, Azerbaycan Premyer Ligası, Azerbaycan Kuboku ve Azerbaycan Süper Kupası'nı kazanarak sezonu üç kupayla tamamlamıştır. Ligde Bakü dışından şampiyon olan ilk takım olmuştur. Neftçi Bakü ile beraber Azerbaycan Premyer Ligası kurulduğundan beri hiç küme düşmemiştir. Karabağ futbol simülasyon oyunu Pro Evolution Soccer 2015'te yer almıştır. Şeytan taşlama Şeytan taşlama, Müslüman inancına göre Hac ibadetinin bir parçası olarak yapılan bir törendir. Kimilerine göre şeytan Allah'a baş kaldırdığı için taşlanmakta, kimilerine göre de kötülüklerinden kurtulmak için taşlanmaktadır. Bu tören sırasında arkadan atılan taşlar ve izdiham sebebiyle çok sayıda Hacı adayı öldüğü için, Suudi Arabistan devleti bu şeytan kayasının etrafına iki katlı bir yapı inşa ederek bu ölümleri azaltmaya çalışılmıştır. Vakfeden sonra Müzdelife denilen yere gelinerek bir süre orada beklenir ve şeytan taşlanmak için taş toplanır. Daha sonra Mina'ya gidilir. Kurban kesimi ve temsili olarak şeytan taşlama burada gerçekleştirilir. İslam öncesi Arabistanda tahminen MÖ 600’lerde Akabe (EY LAT) körfezi-Kızıldeniz’in kuzeyi ile-Lut Gölü arasında bulunan taştan oyma yoluyla inşa edilmiş, MS 200’lere kadar da, Nebatilerin başkenti olmuş Petra şehri ”taşlayarak ibadetin” (şeytan taşlama) yapıldığı bir yerdi. MÖ 190’da yaşamış, İskenderiye’li Klement'e göre “Arapların tapınma taşı” vardı, Petra’daki tapınağındaki siyah bir taşı taşlıyorlardı. Prof. Bayraktar Bayraklı hac ibadetinde Kur'anda da bahsedilmeyen "şeytan taşlamaya" yer olmadığını, bunun bir hurafe olduğunu iddia etmiştir. Alevi anlayışı diğer ibadetlerde olduğu gibi hac ile ilgili ritüellere de biçimsel olarak karşı çıkmakta, Tanrı'ya yönelimin gönülden yapılması gerektiği, şekil ve yer ile ilgili olmadığı öğretisini savunmaktadır. Alevilere göre Muhammed tavaf, Hacer-ül Esved'e saygı gibi pagan dönem davranışlarını Arapların gönlünü kazanmak için, geçici ve taktik davranışlar olarak yapmıştır ve aslında hiç önemsememiş ve bunlara saygı duymamıştır. Aleviler bu ritüellerin sünni-ortodoks islam tarafından içselleştirilerek süreğen hale getirilmesini de yanlış bulurlar. Bektaşi geleneğinde Kâbe ve Hac ibadetlerine benzer kutsallaştırma ve ritüelleri görülür. Aleviler Hacı Bektaş Veli türbesini ziyaret etmeyi hacı olabilmek için yeterli sayarlar ve 15-25 Ağustos tarihleri arasında Hacı Bektaş Veli’nin türbesini ziyarete gelerek çevresini tavaf ederler.Çilehane adı verilen yüksek bir tepenin diğer bir adının “Arafat” olması, Beştaşlar bölgesinde bulunan bir kayanın şeytan taşlama yeri olarak kullanılması yine burada bulunan bir çeşmenin zemzem çeşmesi olarak nitelendirilmesi dikkat çekicidir. Raven Riley Raven Riley (d. 6 Eylül 1986), ABD'li kadın porno yıldızı. İtalyan ve Porto Riko kökenlidir. Porno sektörüne 18 yaşında girdi ve kısa sürede popüler oldu, fotoğrafları ve filmleriyle birçok ödül kazandı. Riley sitesini sert, hafif ve fetiş porno filmlerle güncellemektedir. Sitesinde şu anda 9 tane DVD satılmaktadır. Kate's Playground sitesinde de filmleri bulunabilmektedir. Resmi sitesinde onunla internet kamerası sohbeti yapılabilmektedir. Jaymancash.com sitesinin de kurulma aşamasında yer almıştır ve bu siteden kendi sitesine link verilmektedir. WWF WWF kavramı aşağıdaki anlamlarda kullanılabilir: Jerry Rivera Jerry Rivera (d. Geraldo Rivera Rodríguez, 31 Temmuz 1973, Humacao), Porto Rikolu salsa ve Latin pop şarkıcısıdır. Kadının Adı Yok Kadının Adı Yok, Duygu Asena'nın yazdığı, 1987 yılında basılan kitap. Kadınların sorunlarına eğilen ve kadın-erkek eşitsizliği gibi konulara değinen kitap, mahkeme kararıyla 1988'de yasaklanmış; sonrasında ise yasak kaldırılarak Atıf Yılmaz tarafından filme çekilmiştir. Mavi uskumru Mavi uskumru ("Scomber australasicus"), uskumrugiller (Scombridae) familyasına ait bir balık türü. Büyük Okyanus'un, Kızıldeniz'in, Arap Yarımadası'nın ve diğer denizlerin sıcak ve ılıman sularında bulunur. Genelde 200 metre derinlikte yaşar. 30–55 cm uzunluğa ve 1 kilodan fazla ağırlığa ulaşabilir. Ve bu ölçüleri ile uskumrugiller familyasının en küçük balıklarından biridir. Mavi uskumru yumuşakçalar, kabuklular ve küçük balıklar ile beslenir. Beyaz ton balığı Ton balığı ("Thunnus alalunga"), uskumrugiller (Scombridae) familyasının orkinos cinsine ait bir balık türü. Dünyaca çok önemli bir gıda balığıdır. Tropik ve ılıman okyanuslarda ve Akdeniz'de bulunur. Boyu 140 cm ve ağırlığı 60,3 kiloya varabilir. Çok değerli bir gıda balığı olan ton balığı, teknelerden olta ile ya da geminin arkasından sürüklenen ağlarla avlanır. Konservelerde satılan ton balıkları arasında en yüksek kalitelisidir. Ton balığında da diğer pek çok balıkta olduğu gibi zamanla cıva birikimi gerçekleşir. Özellikle ton balığının yüksek miktarda cıva ve diğer ağır metalleri içerdiğine dair pek çok söylenti olmasına rağmen, son yıllarda belli ton balığı üretilen bölgelerde yapılan araştırmalarda ton balığının içerdiği cıva miktarının sağlık açısından riskli olan sınıra çok uzakta olduğu saptanmıştır. 0,027 ppm ile 0,26 ppm arasında değişmekle beraber ton balığındaki ortalama cıva miktarı 0,135 - 0,145 ppm arasındadır. Bu seviye Amerikan Gıda ve İlaç Dairesinin (FDA) cıva standartlarının (1,0 ppm) çok altında bir seviyedir. 2014'te Tahran, İran'da gerçekleştirilen bir çalışmada konserve ton balıkları kurşun, kadmiyum, arsenik ve cıva miktarları için incelendi. Bunun için popüler 10 farklı konserve ton balığı markasının ürünleri kullanıldı. Elde edilen sonuçlar bu 4 ağır metalin ton balığındaki miktarının sağlık riski oluşturmaktan çok uzak olduğunu ortaya çıkardı. Her ne kadar ton balığı sağlık için risk oluşturmaktan çok uzakta olsa da, cıva ve diğer ağır metallerin vücuttan atımı yıllar sürer. Bu yüzden özellikle hamile ve hamilelik şüphesi bulunan kadınların ton balığını çok tüketmemeleri tavsiye edilir. Sarı yüzgeçli orkinos Sarı yüzgeçli orkinos ("Thunnus albacares"), uskumrugiller (Scombridae) familyasına ait bir balık türü. Tüketicilerin çok sevdiği bir balıktır. Dünyanın tüm sıcak ve ılıman denizlerinde, ve Akdeniz'de yaygındır. Tutulmuş en büyükleri 239 cm uzunluğa ve 200 kilo ağırlığa sahiptir. Ikinci sırt yüzgeci ve anal yüzgeci açık sarı renktir, ve bu yüzgeçleri diğerlerinden daha uzundur. Vücudunun üst kısmı koyu metalik mavi, karnına dogru gümüşümsü renktedir. Aynı büyüklükte olan balıklar sürüler oluştururlar. Bazen bu sürülere diğer orkinos türleri de karışır. Balinalarla ya da balina köpekbalıklarıyla birlikte yüzdükleri de sık sık görülmüştür. Diğer balıklar ve kabuklular ile beslenirler. Sarı yüzgeçli orkinos çoğunlukla konserve ya da donmuş halde satılır. Lezzetli kırmızı etinde çok sağlıklı proteinler vardır. Etinin lezzetini korumak için sadece az pişirmek gerekir. Fazla pişirilirse tadı kaçabilir. Poitou-Charentes Poitou-Charentes [] (Poitevin-saintongeais: "Poetou-Chérentes", Oksitanca: "Peitau-Charantas"), Fransa'nın 26 bölgesinden biridir. Fransa'nın merkez batısında yer alır ve Manş Denizi'nde kıyısı vardır. Merkez şehri Poitiers'dir. Bölgenin bilinen ilk yerleşik halkı Pictavi adlı Galyalılardır. Endülüs Emevilerinin Avrupa içlerine doğru ilerlemesini durduran Puvatya Savaşı 732 yılında burada geçmiştir. Provence-Alpes-Côte d'Azur Provence-Alpes-Côte d'Azur [] (Oksitanca provençal: "Provença-Aups-Còsta d'Azur" ya da "Prouvènço-Aup-Costo d'Azur"), Fransa'nın 26 bölgesinden biridir. Kısaca "PACA" ya da "Paca" olarak da bilinir. Fransa'nın güneydoğusunda yer alır ve Akdeniz'e kıyısı vardır. Alp dağları ile İtalya'ya komşudur. Merkez şehri Marsilya'dir. Dünyaca ünlü Fransız Rivierası bu bölgede bulunmaktadır. Dünya çapında ünlü ve zenginlerin bulunduğu bu kıyı Toulon'dan İtalya sınırındaki Menton'a kadar olan kısmı kapsar. Sahildeki önemli şehirler, Altın Palmiye ödülünün verildiği Cannes şehri, plajlarıyla ünlü Saint-Tropez, Nice'tir. Ayrıca Monako prensliği de burada bulunmaktadır. Rhône-Alpes Rhône-Alpes [] (Francoprovençal: Rôno-Alpes, Oksitanca: Ròse-Aups / Ròse-Alps ya da Prouvènço-Aup-Costo d'Azur), Fransa'nın 26 bölgesinden biridir. Fransa'nın doğusunda ve güneye doğru bir konumda yer alır. İtalya ve İsviçre sınırındadır. Merkez şehri Fransa'nın ikinci büyük şehri olan Lyon'dur. Bölge adını Rhône Nehri ve Alp Dağları'ndan almaktadır. Avrupa'nın en yüksek noktası Fransa-İtalya sınırındaki Alp Dağları'nın Mont Blanc zirvesi (İtalyanca: Monte Bianco) bu bölgededir. Bölgenin ilk kaydedilen yerleşik halkı Keltlerdir. Romalılar tarafından Lyon'a verilen Latince isim Lugdunum, Kelt Tanrısı Lugh'un adından gelmektedir. Sürücü belgesi Sürücü belgesi veya ehliyet yetkili kurumlar tarafından verilen; karayolunda seyreden motorlu veya motorsuz araçların bireyler tarafından idare edilebilmesine olanak tanıyan, kimlik işlevi görebilen resmi belgedir. Arapça'da bir işi yapmak için elzem olan yetkinlik ve bilgiyi barındırma manasına gelen "ehil" kelimesinden gelir. Bir işin gerçekleştirilebilmesi için gerekli özelliklerin, işi yapacak kişide bulunup/bulunmama durumudur. Dünyadaki ilk sürücü belgesinin sahibi günümüz otomobillerinin muciti olarak görülen, Karl Benz'dir. İcat etmiş olduğu Motorwagen'in çıkarttığı gürültü ve rahatsızlık yüzünden Mannheim vatandaşları Benz'den şikayetçi olmuş bunun üzerine Benz, yetkili kurumlardan kamu alanlarında arabasını kullanabilmesine olanak tanıyan bir izin belgesi almıştır. Taşıt kullanılabilmesi için sürücü belgesini zorunlu kılan ilk ülke Prusya'dır - 29 Eylül 1903. Norveç'in illeri Dingo Dingo ("Canis dingo"), köpekgiller (Canidae) familyasından başlıca Avustralya'da ve güneydoğu Asya'da yaşayan etçi
l yaban köpeği türü. 17. yüzyılda Avustralya'ya yerleşen ilk Avrupalı göçmenler tarafından keşfedilmiştir. Avustralya'da yaşayan memeli hayvanların büyük bölümü kangurular gibi keseliler grubundandır. Avustralya'da yaşayan dingo yırtıcı bir hayvandır. Dingoların tüyleri genellikle sarımsı ya da kum rengi, daha ender olarak kara ve kızıl kahverengidir. Büyüklüğü ve genel görünümüyle Alman çoban (kurt) köpeğini andıran bu hayvan Yeni Gine'den gelen tüccarlar tarafından MÖ 1500'lerden sonra getirilmiştir. Ekinlere zarar veren kanguruları tarlalara yaklaştırmadıkları için dingolar Avustralyalı çiftçiler tarafından kullanılmışlardır. Ama sonradan koyun ve sığır yetiştirilen alanlar genişledikçe bu yaban köpekleri çiftlik hayvanlarına da saldırmaya başladı. Çiftçiler de hayvanlarını koruyabilmek için dingolara savaş açtılar; bu yüzden sayıları iyice azalan dingolar bugün yalnızca ülkenin uzak köşelerinde bulunur. Kıtanın güneyindeki Tasmanya Adası'nda ise bugüne kadar hiç dingoya rastlanmamıştır. Dingolar yalnız yaşarlar. Ancak gerektiği zaman bir araya gelen küçük gruplar oluşturur, yalnız dolaşırken tıpkı köpekler gibi kayalara, ağaçlara idrarlarıyla iz bırakarak grubun öbür üyeleriyle haberleşirler. Kanguru gibi iri hayvanları avlayacakları zaman ya da grubun tehlikede olan bir üyesine yardım etmeleri gerektiğinde toplanırlar. Yavrulama mevsiminde, anne ya da baba olmayan dingolar da yavruların bakımına yardımcı olur. Dişi dingo bir kaya çıkıntısının altında, içi boş bir kütük ya da boş bir tavşan yuvası gibi korunaklı bir yerde dört beş civarı yavru doğurur. Dingolar çoğu kez evcil köpeklerle de çiftleşir ve Avustralya'nın kalabalık nüfuslu bölgelerinde bu melezlere sık rastlanır. Yabani yaşarken kurt gibi uluyan dingolar, yavruyken alınıp evcilleştirilirse havlamayı öğrenebilir. Debriyaj Debriyaj, motorla vites kutusu arasındaki irtibatı keserek vites değiştirme olanağı sağlayan aktarma organıdır. Ayrıca aracın kalkışı ve vitesteyken basılınca durmasını sağlar. Araç kalkerken debriyajdan yavaşça ayak çekilerek belli bir devirde araç kalkmalıdır. Döner haldeki bir parçanın hareketini aynı eksen üzerinde bulunan diğer bir parçaya iletmek veya iletilmekte olan bu hareketi istendiği zaman durdurmak amacıyla kullanılan tertibata kavrama adı verilir. Konumuz olan ve motorlu taşıtlarda kullanılan kavramalar krank mili ekseninde olmak üzere motorla vites kutusu arasına bağlanmış olup, motordan vites kutusuna hareket iletimini sağlar ve istendiği zaman, motor çalışmasına devam ettiği halde, bu hareket iletimini durdurur. Debriyajın görevi şu şekilde özetlenebilir: Debriyaj kavrama ve bırakma ile güç iletim yürüten mekanik bir aygıttır, özellikle tah-rik milinden sürüş miline kadar güç iletimini sağlar. Debriyajlar güç iletiminin ya da hareketin miktar ya da süreyle kontrol edilmesini sağ-layan cihazlardır. ( Örneğin, elektrikli tornavidalar debriyajla birlikte ne kadar tork uy-gulayacaklarını ayarlar yahut arabalardaki debriyajlar motordan gelen gücün teker-leklere verilip verilmeyeceğine karar verir ) En basit uygulamada, kavramalar iki dönen mili birbirine bağlar ya da ayırır (şaftları veya çizgi milleri) . Bu tarz cihazlarda genellikle bir mil motor ya da diğer güç sağlayı-cıya bağlıdır diğer mil ise bu motordan gelen gücün iş yaptığı kısımdır. Genellikle bu hareketler dönmesel olmasına karşılık doğrusal debriyajlarda vardır. Örneğin, güç kontrolü olan bir matkapta , bir mil motora bağlıyken diğeri ise matkabın başına bağlıdır. Debriyaj ise bu iki mili birbirine bağlayabilir ve aynı hızda gitmelerini sağlayabilir ya da kilitliyken farklı hızlarda dönmelerine sebep olabilir. Debriyajların çoğunun çalışma prensibi sürtünme kuvveti üzerinedir.Bu tarzdaki debriyajların asıl amacı farklı hızlarda dönen iki parçanın hızlarını eşitlemek ya da buradaki güç kontrolünü sağlamaktır. Genellikle hızlar arasında en düşük fark istenendir. Çeşitli malzemeler debriyaj disklerinin yapımında kullanılabilir. Geçmişte asbest kullanılmış şimdiler de ise organik bileşenli bir reçine ile bakır telli diskler ya da seramik materyaller kullanılmakta. Seramik materyaller daha ziyade ağır işlerde kullanılır örneğin yarış arabaları yahut ağır yük taşıyan kamyonlar. Seramiğin sertliği arttıkça debriyaj özellikleri değişir. Sürtünmeli diskler genellikle itme ve çekme tipler olarak sınıflandırılır. Bu sınıflandırma diskin basınç levhasına göre konumuna göre yapılır. Çekme sınıfına giren bir debriyajda pedal basma eylemi yayı çeker ve aracın sürüşünü bırakır. İtme tipinde olan debriyajda ise pedal basma eylemi yayı iter ve yine aracın sürüşünü bırakır. Amortisörler debriyajın hareketini yumuşatmaya çalışan araçlardır ve debriyajdan kaynaklanan tutma ve bırakmanın en az şekilde hissedilmesini sağlar. Otomobil endüstrisinde kullanımı genellikle debriyaj dişlisindeki bir mekanizmayla sağlanır. Sönümlü disklerin sürüşteki titreşimi azaltmasına ek olarak ön sönümlü diskler durağan haldeki titreşimi azaltır. Mercedes kamyon örnekleri: 33 kN kelepçe yükü tek bir 430 tabaka için normal. 400 çift uygulaması ise sadece 23 kN kelepçe yükü uygular. Yanma hızları ise en zayıf noktalar için genel olarak dakikada beş bin devirdir. Modern debriyaj geliştirme yöntemleri genel olarak üretim tekniğine ve montajın olabildiğince basitleştirilmesine odaklanır. Örneğin sürüş milleri günümüzde sadece torku taşımakta değil aynı zaman da basınç tabakasını taşımaktadır. Diyafram yaylarının üretiminde ise ısı çok önemlidir. Lazerle birleştirme şu anda en sık kullanılan yöntemlerden biridir çünkü lazerli birleştirmede lazer 2-3 kilowatt güce sahiptir ve birleştirme hızı dakikada bir metredir. Bu tür debriyajlar da birkaç sürüş levhası aralanmış ya da birden çok sürüş elemanı dizilmiştir. Formula 1, IndyCar ve World Rally gibi yarış arabalarında kullanılır. Çoklu levha debriyajı en iyi hızlanmanın gerektiği hızlanma yarışı gibi yarışlarda çok fazla kullanılır. Bu tür debriyajların kullanılmasının nedeni çoklu levha sistemi sayesinde kötü kullanımlara dahi dayanıklıdır. Bu tip debriyajlar ayrıca motosiklet, otomatik şanzıman ve dizel lokomotiflerde de sıkça kullanılır. Ayrıca elektrikle kontrol edilen sürüş sistemlerinde de kullanılır. Tanklar ve AFV’ler gibi ağır araçlarda da kullanılması çok yaygındır. Motor yarışlarında kullanılmasının en büyük sebebi gerekli olan sürtünme kuvvetini daha küçük yarıçaplı bir diskten elde edebilir. Motor sporlarında yüksek hızlarda küçük yarıçaplı disklerin kullanılması dönmesel etkiyi azaltır, sürüş parçalarının daha hızlı hızlanmasını sağlar ayrıca açısal hızı da azaltarak aracın yüksek kuvvet binen bu parçasının kırılmasını ya da kullanılmaz hale gelmesini engeller. Formula 1 gibi sporlarda bu kuvvet çok büyüktür dolayısıyla çoklu paralel levhalara sahip debriyajların kullanımı çok yaygındır. Ağır ekipmanlar ise sıklıkla çok yüksek tork güçleri üretir ve çok fazla güç yükler, bir tek plaka debriyaj gerekli gücü sağlamakta çok zorlanır dolayısıyla çok plakalı debriyajların kullanılması çok önemlidir. Bir başka önemli örnek ise hızlanma yarışlarında kullanılan debriyajlar bunlar özel olarak en üst seviye üretilir ve özel olarak üretilir mesela az benzim tüketimi isteyen bir araç için farklı komik bir araç için farklı olmalıdır. Bu araçlar o kadar güçlü olmalıdır ki eğer tek yüzeyli debriyaj kullansalardı başlangıçta aracın kontrolünü tamamen kaybederlerdi. Normal arabalarda ise debriyaj sistemini parçalara ayırarak gerekli hıza ulaşana kadar güç limitlenir. Enerji tasarrufu yüksek araçlarda ise vites geçişleri yerine çok fazla vites oluşturularak benzin tasarrufu sağlanır. Bu araçlardaki bu çoklu vitesler arasındaki geçişler sabit tutulur ve bu sayede vitesler her defasında bir bir tutulur sonuç olarak ise daha az yakıt tüketimi sağlanır. Bu debriyaj plakaları tek tek tasarlanmış olarak sürücüsü sadece ilk kavrama ile başlar, böylece motor gücünden daha fazla kısmını tutunur. Bu debriyaj güç motorunun, izin verdiği bir kısmını jantlara aktarır daha yavaş bir araba, ama daha fazla benzin gerektirmeyen bir debriyajdır. Hız büyüdükçe, sürücü, ikinci kavramayı devreye bir kol yardımıyla sokar, tekerlekleri için motor gücünü biraz daha fazla gönderir. Bu işlem böyle devam ederek hızlanmayı sağlar. Bu araba en son debriyajı devreye sokabileceği bir hıza varıncaya kadar birçok kavrama ile devam eder. Bütün debriyajlar devreye girdiğinde, motor arka tekerleklere tüm gücünü gönderir. Bu sürücünün el ile debriyajı kullanmasından çok daha verimlidir ve daha çok hıza ulaştırır. Başka bir yararı ise geçişler sürekli olduğu için vites geçişlerinde vakit kaybetmesine gerek yoktur bu sayede bir salisenin bile önemli olduğu hız yarışlarında çok büyük avantaj sağlar. Normal şekildeki çok debriyajlı sistemlerde tüm vitesler kullanılana kadar tüm dişliler ısınacağından ve sürtünmeye maruz kalacaklarından problemler çıkabilir bunu engellemek için yarış araçlarında son birkaç vites sistemden ayrı tutulur ve tüm viteslerin devreye girebileceği zamana kadar soğuk kalır. Debriyajın son kısımlarını yapmak göreceli olarak daha kolay ve daha güçlüler çünkü onlar ilk dişlilere bir şey olsa dahi motordan tüm gücü alabilecek şekilde yapılıyorlar. Bu sayede gereken çok yüksek sürtünmeye dayanabiliyorlar. Islak debriyaj yüzeyleri temiz tutar ve daha yumuşak bir performans ve uzun ömür, soğutma ve yağlama sağlayan bir sıvıya batırılır. Islak kavramalar, ancak sıvıdan ötürü biraz enerji kaybederler. Yüzeyler ıslak kavrama kaygan olabilir (Motosiklet gibi bir debriyaj motor yağı), çoklu istifleme debriyaj diskleri kaymayı telafi etmek için daha düşük sürtünme katsayısı olan ve böylece kaymasını ortadan kaldırmak için güç tam olarak devreye girer. Shaw debriyaj tamamen viskoz etkilerine dayanan ıslak debriyajdır sürtünmeden hiç faydalanmaz. Kuru debriyaj adından da anlaşılacağı gibi, sıvı içinde kalmamış ve sürtünmeyi kavrama etmek için kullanır. Bir santrifüj debriyaj örneğin testere motor hızını kavrama durumu tanımlar diğer uygulamaları ise
bazı araçlarda (örneğin, Moped) kullanılır. Bu debriyaj sistemi merkezkaç kuvvetini kullanır, motor devri bir eşik seviyesinin üzerine çıktığında otomatik olarak debriyajı arttırmaya ve otomatik olarak motor devri yeterince düştüğünde debriyajı ayırmak için kullanır. Sistem debriyaj ayağı ve tahrik miline bağlı debriyajdır çıkış miline bağlı içinde dönen bir sistem içerir. Ayaklar merkezkaç kuvvetinin gerilimi belli bir seviyeye gelene kadar içeriye dönüktür sonrasında ise yaya temas eder ve sürüş yapılır. Bu testerenin zinciri gibi motor boştayken hareketi engeller. Adından da anlaşılacağı gibi, bir koni debriyajın konik sürtünme yüzeyleri vardır. Koni konik tahrik ünitesinin hareketiyle belirli bir miktar daha yavaş bir disk yaklaşım ya da çekilme yapar anlamına gelir. Bunun yanı sıra, hareket kuvvet yüzeyleri üzerinde daha fazla baskı oluşturur. Koni debriyajın bilinen en iyi örneği, manuel iletim eşitleyici halka. Eşitleyici halka için kayma hızı ve vites değiştirmek için tekerlek sorumludur. Aynı zamanda güvenlik debriyajı olarak bilinen bu debriyaj aracın beklenenden daha çok direnç gösterdiği zamanlarda milin dönmesine izin verir bu sayede hareket başlar. Bunun örneği ise çim biçme makinalarında olan debriyajdır. Eğer alet kayaya ya da parçalayamayacağı bir maddeye denk gelirse bu debriyaj devreye girer ve aracın güç transferinin zarara uğramasını engeller. Motorla çalışan mekanik hesap makinalarında da bu alet vites kısmıyla sürücü motor arasında bir kazayı engellemek için bulunur. Dikkatle hazırlanan debriyaj sistemleri maksimum torku bu tipte bir tehlikede bile sağlar örneğin tork kontrollü vidalamalar. Stagg Stagg, Belçika merkezli, 1956'dan beri çeşitli müzik aletleri üreten bir firmadır. Çözünürlük Çözünürlük kelimesinin farklı anlamları: Sancak (bölge) Balkanlar'da Sırbistan ve Karadağ arasındaki koridorda, merkezi Yeni Pazar ("Novi Pazar") kenti olan ve Bosnalı ve diğer Müslümanların nüfusun çoğunluğunu teşkil ettiği bir bölge. Bu bölgeye Sancak bölgesi denmesinin sebebi de Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki son sancağının burada kalmış olmasıdır. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Sancak topraklarının bir kısmı Bosna Hersek Eyaleti'nde bir kısmı da Kosova Vilayeti'nde olmuştur. Son sayıma göre 2003; Sancak'ta; Kendini Boşnak ve Müslüman olarak adlandıran nüfus toplam: 220.073'tür ve nüfusun %51,66'sına tekabül etmektedir. 2003 Nüfus Sayımına göre Yeni Pazar'ın nüfusu Toplam: 85.996'dır. Etnik gruplar ise şöyledir: 1953 yılında bölgenin toplam nüfusu 345.496'dır. Etnik gruplar ise şöyledir: 1953'te başkent Yeni Pazar'ın nüfusu toplam 53.331'dir. Etnik gruplar ise şöyledir: nacional coat of arms of the bosniaks in sanjak İskele İskele şu anlamlara gelebilir: Sancak (gemi) Sancak, deniz taşıtlarının sağ tarafını ifade etmek için kullanılan bir terim. Büyük yelkenli teknelerde, gemilerde, liman veya marina girişlerinde kolay tanımlanabilmesi maksadıyla yeşil renkli sancak borda feneri kullanılır. Sancak terimi birçok dilde aynı anlamda kullanılmaktadır. Sancak teriminin bir Tarihi ve birde Teknik nedeni vardır. İskele terimindeki tarihi sebep ile bağlantılı olarak erken İngiliz Donanması döneminde gemiler her iki yönden iki ayrı İskeleye bağlanmaktaydılar. Bu nedenle alt rütbeli kişiler ve işçiler, inme, binme, yükleme ve boşaltma işlemleri için İskele (sol) tarafı kullandıklarından üst rütbeli kişi ve askerlerin onların işlerini bölmemek ve rahatsız etmemek için (Üst rütbeli personelin gemiye girişi ve inişi sırasında iş durur ve o kişiye selam verilir) devamlı sağ taraftaki iskeleleri (Merdiven/platform) kullandıklarından, Sancak terimi kullanılmaktadır. Sancak iskelesinden günümüzde de üst rütbeli kişiler inip , binmektedirler. Geminin burun (Puruva) kısmına göre geminin sağ tarafına verilen isim tıpkı İskele teriminde ki gibi, Gemi içi yön ve Uluslararası Çatışmayı Önleme kuralları gereğince geminin gittiği yönün kesin olarak belli olmasından dolayı sadece geminin sağ tarafını belirtmek için kullanılır. Gemi içinde "sağ tarafa dön" emri kullanılmamasının temel olarak iki nedeni vardır. İlki; Emri veren, Emri alan ve geminin sol taraflarının her zaman aynı yönde olmaması nedeni ile karışıklık ortaya çıkması. İkincisi ise Karşılıklı gelen iki geminin yönlerinin farklı olmasıdır. Kuzey yönünden gelen geminin sağ tarafı batı yönü iken güney yönünden gelen geminin sağ tarafı doğu yönüne denk gelir. Bu nedenle geminin sağından geç emri yanlış bir emirdir ve karışıklıklara neden olabilir. Büyük yelkenli teknelerde, gemilerde, liman veya marina girişlerinde kolay tanımlanabilmesi maksadıyla yeşil renkli sancak borda feneri kullanılır. Şahin Giray Şahin Giray (d. 1745- ö. 1787), 47. ve en son Kırım hanıdır. Birinci saltanatı 1777-1782 ve ikinci saltanatı 1782-1783 yılları gerçekleşti. Şahin Giray, 1745 yılında Edirne'de doğdu. Yunanistan ve İtalya'da eğitim gördü. Kırım Tatarcası ve Osmanlıca'nın yanı sıra Yunanca ve İtalyanca da öğrendi. Şahin Giray'ın gençlik yıllarında savaşılan 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı Kırım Tatarları için büyük kayıplarla sonuçlandı. Özellikle 21 Temmuz 1770 tarihindeki Kartal Muharebesi'nde Osmanlı-Tatar ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. Ruslar, Kırım'daki bütük stratejik kaleleri ellerine geçirdiler. Savaşın sonunda 21 Temmuz 1774 tarihinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'na göre Kırım Osmanlı Devleti'nden özerklik kazanıyor ve Rusya'nın kontrolüne giriyordu. Şahin Giray 1777 yılında Kırım tahtına geçtiğinde Kırım Hanlığı yıkılış sürecine girmişti. Rusya, Kırım'da modernleşme programları başlattı. Kırım'da fabrikalar kuruldu. Başkent Bahçesaray'dan Kefe'ye taşındı. Rusya'nın baskılarına dayanamayan Şahin Giray sonunda 1783 yılında hayatını kurtarmak amacıyla Kırım Hanlığı'nın kapılarını Rus ordularına açtı. 1787 yılına kadar Sankt-Peterburg'da ev hapsinde yaşadı. Daha sonra Rusya'yı terkederek Edirne'ye gitmesine izin verildi. Daha sonra İstanbul'a getirildi. Sonunda 1787 yılında Rodos'ta idam edildi. Firdevsî Firdevsî (Farsça: حکیم ابوالقاسم فردوسی توسی, d. 940, Tus - ö. 1020 ay.), Samanîler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen Fars şair. Eski İran tarihine büyük ilgi duyan Firdevsî Pehlevi dilinde yazılmış eserleri okuyabilmek için Zerdüşt rahiplerden veya babasından Pehlevice öğrendi. Arapçası şiir yazacak kadar iyiydi. Başlıca yapıtı Şehnâme'yi (60.000 beyitten oluşur; ilk insandan III. Yezdigirt dönemine kadar İran tarihi anlatır) tamamlayınca 1010 yılında Gazneli Mahmut'a sunan Firdevsi, bağlanan aylığı az bulduğu için sultanı ağır biçimde hicvedince, Gazne'den göçmek zorunda kaldı. Bir süre Herat'ta ve Taberistan emiri Şehriyar'ın yanında kaldıktan sonra, Tus'a dönerek orada öldü. Firdevsi'nin soyca bir Dihkan ailesinden olduğu söylenir. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. Firdevsî, Gazneli Mahmut'un fikirler aldığı bilginlerden de bir tanesidir. Firdevsi gibi bilginlere Gazneli Mahmut maddi ve manevi yönden destek olmuştur. Şii olmasına rağmen, Şehname'de ilk üç halifeyi över ve Turanlılar ile İranlılar'ın eski İran hükümdarlarından Tur ve İr'in soyundan geldiklerini söyleyerek bu iki halkı kardeş sayar. Redmond, Washington Redmond, Microsoft Corporation'un bulunduğu küçük bir kasaba ve Microsoft teknolojilerinin üretim merkezidir. Ayrıca sessizliğiyle de iyi bilinir. Bu yüzden "deadmond" olarak da bilinir. Seattle ile çok kısa bir mesafeleri vardır. Google Haritalardan Redmond Paul Gardner Allen Paul Gardner Allen (d. 21 Ocak 1953, Seattle, Washington), 1975'te Bill Gates ile birlikte Microsoft'u kuran kişidir. Bir süre sonra geçirdiği bir hastalık nedeniyle şirketten ayrılmıştır. Aynı zamanda NBA'deki Portland Trail Blazers takımının sahibidir. Pornografik film oyuncusu Pornografik film oyuncusu ya da porno yıldızı, pornografik filmlerde, canlı seks organizasyonlarında ya da şehvet şovlarında rol alan seks işçisi. Birçok aktör ve aktris çıplaklık veya cinsellik içeren ana akım filmlerde rol alabilir; fakat pornografik oyuncu sayılması için şöhretini artıran yahut tanınmasını sağlayan filmlerin önemli bir bölümünün pornografi içermesi gereklidir. Geniş kitleler tarafından bilinen ilk porno yıldızı 1972 yapımı Deep Throat filminde oynayan Linda Lovelace'dır. Dünya çapında ünlenen ve milyonlarca dolar kazandıran bu filmin başarısı üzerine yeni filmler çekilmeye başladı ve Marilyn Chambers ("Behind the Green Door"), Gloria Leonard ("The Opening of Misty Beethoven"), Georgina Spelvin ("The Devil in Miss Jones"), Jeremy Cohen ("The Speed Demon Of Porn"), ve Bambi Woods ("Debbie Does Dallas") gibi isimlerle pornografik oyuncuların sayısı çoğaldı. 1970'lerin sonu ""Pornonun Altın Çağı"" oldu. DVD egemenliğinde geçen 1990'ların sonundan günümüze kadar Jenna Jameson, Tera Patrick, Briana Banks, Nikki Benz, Mason Moore, Ariana Jollee, Stacy Valentine, Preston Parker, Asia Carrera ve Silvia Saint gibi isimler ön plana çıktı ve dünya çapında tanınır oldular. Unutulmaz performansları ve ilginç kişilikleriyle John Holmes, Johnny Sins, Rocco Siffredi, Ginger Lynn Allen, Christy Canyon, Veronica Hart, Nina Hartley, Seka ve Hyapatia Lee bu alanda önemli bir şöhrete eriştiler. Aynı şekilde gay porno yıldızları da eski yıllardan daha sağlıklı ve kaliteli ortamlarda film çekmeye başladılar. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1970'li yıllarda sektörü geriletmek için porno yıldızları hakkında fahişelikten dava açıldı fakat bu davaların hepsi düştü. Mahkeme para karşılığı cinsel ilişkiye giren kişiyle, para karşılığı cinsel ilişkiye giren kişiyi "canlandıran"ı birbirinden ayrı tuttu ve bu kişileri oyuncu kategorisine soktu. VCR (şu anda DVD ve internet) sektörünün gelişmesiyle insanların kendi evlerinde porno filmi izlemesine olanak sağlandı ve görmezlikten gelmenin mümkün olmadığı bir alan oluştu. Kısa bir süre içerisinde kurulan firmalar ve çekilen porno film sayısı katlanarak arttı. Bunun sonucu olarak şu anda yüzlerce yetişkin film şirketi vardır ve bir yılda binlerce pornogra
fik oyuncunun rol aldığı on binlerce yeni film yayımlanır. Heteroseksüel pornografide erkek oyuncular ise görünüşlerinden çok seksüel performanslarına göre seçilir. Yeterli süre ereksiyon halinde kalabilmeleri ve penislerinin büyük olması ya da büyümeye müsait olması genel anlamda aranan özelliktir. Erkek oyuncular genelde kadın oyunculara göre daha çok para kazanırlar. Gay filmlerinde erkeklere daha fazla para ödenir. Kadın oyuncular da lezbiyen sahnelerde oynayabilir fakat bu onlara ödenen ücreti fazla değiştirmez. İzleyiciyi soğuttuğu sebebiyle bazı filmlerde kondom kullanılmaması porno oyuncularını da AIDS gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı savunmasız bırakır. 1980'lerde AIDS'in patlamasıyla birlikte John Holmes'un da dahil olduğu birçok oyuncu hayatını kaybetti. Bu trajik olay sonrasında ABD'de Adult Industry Medical Health Care Foundation kuruldu ve erotik aktörler 30 günde bir HIV testinden geçmeye zorlandı. Ayrıca bu vakıf bütün testlerin ve bilinen cinsel ilişkilerin kaydını tutar, bir sorun olduğunda oyuncuları uyarır. 2004 yılında erkek oyuncu Darren James'in HIV testi pozitif çıktı. Aynı aralıkta kadın oyuncu Lara Roxx'un da testi pozitif çıktı. James'in önceki negatif HIV testinden sonra 12 kadınla birlikte olduğu sanılıyor. Hastalığı Lara Roxx'un zaman zaman sokak fahişeliği de yapmasından dolayı kaptığı sanılmakla birlikte, kimilerine göre de James'in Brezilya'da çektiği film sırasında ona bulaşmış olabileceği söyleniyor. Olay tam aydınlığa kavuşmamıştır fakat olay duyulduktan sonra heteroseksüel porno endüstrisi çalışmalarına bir süre ara vermiş, çok sayıda oyuncu teker teker testten geçirilmiştir. Sputnik 1 Sputnik 1 (Rusça: Спутник-1), Dünya'nın ilk yapay uydusu. Sputnik serisinden ilk uzay aracı. SSCB tarafından 4 Ekim 1957'de yörüngeye oturtuldu. Sputnik 1'in uzaya gönderilmesi soğuk savaş yıllarında gerçekleşti ve süper güçler arasında yeni bir rekabet olan Uzay Yarışı'nı başlattı. Uydunun ağırlığı 80 kg olup, çapı 58 cm, yörünge yüksekliği 250 km idi. Küre şeklinde bir gövdesi ve bundan ayrılan 2,4 ila 2,9 m uzunluğunda dört uzun anteni vardı. 20 ve 40 MHz gücünde iki radyo vericisi bulunmaktaydı. Bu radyo sinyalleri iyonosferdeki elektron yoğunluğunu ölçmede kullanıldı. Ayrıca, uydunun iç basıncı ve sıcaklığı da sinyallerle iletiliyordu. Böylece uydu çeperinin bir göktaşı tarafından delinip delinmediği takip edilebiliyordu. Uydunun basınçlı iç bölgesi nitrojen gazıyla doldurulmuştu. Ancak yörünge sırasında uydu çeperinin hiç delinmediği tespit edildi. Bu durum, gelecekteki uzay uçuşları için Dünya yörüngesinin güvenli olduğunu gösteriyordu. Sputnik 1, uzaya SSCB'deki (bugün Kazakistan sınırları içinde kalan) Baykonur Uzay Üssü'nden fırlatıldı. Sputnik kelimesi "uydu" anlamına gelmektedir. Sputnik 1'in resmi adı ise Yapay Dünya Uydusu'dur. Sputnik'in fırlatılışının gerçek nedeni propagandadır, görünüşteki nedense Uluslararası Jeofizik Yılı (1957-1958) çalışmalarına katkı sağlamaktır. Sovyetler'in Dünya yörüngesine uydu yerleştirebilecek teknolojiyi edindiği anlaşıldığında, Sovyet Bilimler Akademisi'nden Mstislav Keldiş, uzayda çeşitli deneyler yapabilecek bir buçuk tonluk konik bir uydu planladı. Ancak bu sırada Sovyet istihbaratı, ABD'nin uzaya, tek amacı yörüngeye oturup oturmayacağının görülmesi olan "basit bir uydu" göndermek istediğini haber aldı. "Basit uydu" fikrini kapan Sovyetler, geride kalmamak için hızla Sputnik 1'i geliştirdiler. Böylece Dünya yörüngesine daha pahalı uyduların gönderilmesi imkânı da sınanmış olacaktı. Ayrıca, uydu, Ekim Devrimi'nin yıl dönümü kutlamalarına yetişecekti. Uydu ve roketin tasarımı Sovyet roket bilimci Sergey Korolyov tarafından yapıldı. Aslında, bu uydu, ABD'nin "basit uydusu" Vanguard'dan çok daha ağırdı. Aylar sonra Vanguard uydusu yörüngeye girdiğinde, Nikita Kruşçev, onunla "greyfurt" diye alay edecekti. Sputnik 1, pilleri bitinceye kadar üç hafta boyunca sinyal gönderdi. Bundan sonra uydunun yörüngesi görsel olarak izlenmeye devam edildi. Yörüngesi gitgide alçalan Sputnik 1, fırlatmadan 92 gün sonra, 4 Ocak 1958'de atmosfere girerek yandı. Sputnik 1, yörüngede 1.400 tur atmış, 70 milyon km yol kat etmiştir. Uydu, yörüngede kaldığı sürece 6. kadirden bir cisim parlaklığında gözlenebiliyordu. Sputnik 1'i yörüngeye oturtan roket de yörüngeye girmiş olup, Dünya'dan 1. kadirdegörülebilmekteydi. Sputnik 1'e karşılık ABD hemen uzaya bir uydu göndermeyi denedi. Ancak yaptığı ilk denemeler başarısızlıkla sonuçlandı. ABD uzaya ancak 1958'de bir uydu gönderebildi. ABD'nin başarısızlığı, bu ülkede eğitim müfredatının ve sisteminin gözden geçirilmesine, roket bilimine ve fen bilimlerine ilgi uyanmasına ve uzay projelerine ayrılan mali kaynağın artmasına neden oldu. Bu gelişmeler, Uzay Yarışı'nın başlangıcı sayılmaktadır. Sputnik 1'in çeşitli kopyaları ve maketleri Rusya'da ve diğer ülkelerdeki müzelerde sergilenmektedir. SSCB'nin yedekleme ve test amacıyla dört ila yirmi kadar Sputnik 1 kopyası yaptığı iddia edilmektedir. Aynı zamanda bir uzay ajansının yönetimini ele almamıza fırsat veren Kerbal Space Program isimli oyunda Sputnik'e eşdeğer olan uzay aracında "Stayputnik" ismi kullanılmıştır. Can Bahadır Yüce Can Bahadır Yüce (d. 1981, Erzurum) Türk şair, akademisyen, gazeteci. İlk şiirleri Varlık Dergisi'nde çıktı. Eleştirmenlerce Fazıl Hüsnü Dağlarca - Attilâ İlhan - Hilmi Yavuz üçgeninde seyreden bir tarzı olduğu söylendi. Kuleli Askeri Lisesi'nden 1999'da mezun oldu. Şiirlerinde yatılı okul, deniz ve korsan imgelerini sıkça kullanır. 2004 yılında Yeditepe Üniversitesi Felsefe bölümünü bitirdi, Yüksek lisansını Virginia Üniversitesi'nde Orta Doğu ve Güney Asya Dil ve Kültürleri alanında, doktorasını Indiana Üniversitesi'nde Yakın Doğu Dil ve Kültürleri alanında yaptı. İlk şiir kitabı Yaslı Mızıka'yı 18 yaşında yayımladı. İkinci şiir kitabı Uzakta Beyaz 2003 yılında yayımlandı. Hilmi Yavuz'la yaptığı nehir söyleşiden oluşan "Şiirim Gibi Yaşadım" adlı kitabı Eylül 2006'da Dünya Kitap'tan, üçüncü şiir kitabı "Unuttum Dünya" ise Mart 2008'de Sel Yayıncılık'tan çıktı. 2006-2016 yılları arasında Zaman Gazetesi'nin aylık kitap eki Kitap Zamanı'nın editörlüğünü yapan Yüce 2014-2016 yılları arasında Zaman Gazetesi'nde ve Yeni Hayat Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmıştır. Pendikspor Pendikspor İstanbul'un Pendik ilçesinde 1950 yılında kurulmuş olan spor kulübü. Maçlarını 2.500 kişilik Pendik Stadı'nda oynayan takım kırmızı-beyaz renklere sahiptir. Takım şu anda Spor Toto 2. Lig'de mücadele etmektedir. Türkiye Kupası'nda Fenerbahçe'yi 14 Aralık 1999'da 2-1 mağlup etmesiyle ünlenmiştir. Tarihi 1927'e kadar uzanan Pendikspor, 1950 yılına kadar resmî prosedürlere bağlı olmaksızın faaliyetlerini sürdürdü. 1950 öncesinde "Pendik Gençlerbirliği" adıyla Fenerbahçe, Beşiktaş ve Vefa kulüplerini mağlup etti. 1950 yılında kurulan kulüp, 1982-83 sezonuna kadar İstanbul amatör kümelerinde mücadele etti. 1984 yılında 3. Lig'in kurulması ile profesyonel statü kazanan kulüp 1992-1993 yılına kadar 3. ligde yer aldı. Bu sezon amatöre düşen takım ertesi yıl tekrar 3. Lig'e yükseldi. 1997-1998 sezonunda 3. Lig'de Şampiyon olarak Türkiye 2. Ligine (Şu an 1. Lig) çıktı, bu ligde 2 sezon mücadele etti daha sonra 1999-2000 sezonunda tekrar 3. Lig'e düştü. 2003-2004 sezonunda 3. Lig 4. Grupta Şampiyon olarak 2. Lig'e yükseldi. O zamandan bu yana 2. Ligde mücadele etmektedir. 2005-2006'da 1. Lig'e çıkacak 3. takımın belli olacağı play-off'lara kaldı ancak final maçında Eskişehirspor'a elendi. 1999 yılındaki eşleşmeden 13 yıl sonra Fenerbahçe ve Pendikspor 28 Kasım 2012 tarihinde Türkiye Kupası 4. turunda eşleşti. Bu eşleşme kura çekiminin yapıldığı salonda gülüşmelere neden oldu ve "Belalısıyla eşleşti." şeklinde manşetler atıldı. Maç, Sezer Öztürk'ün 45. dakikada attığı golle, Fenerbahçe'nin 1-0'lık üstünlüğü ile sona erdi. 2014-2015 sezonunda 2. Lig Beyaz grupta oynadığı maçlar sonucu ligi 2. tamamlayarak playoffa yükseldi ve playoff çeyrek finalinde Menemen Belediyespor'u saf dışı bıraktı. Final maçında ise 1461 Trabzon'a yenilerek 1. Lig'e çıkamadı. 1998-2000 2004- 1994-1998, 2000-2004 1950-1984, 1993-1994 Şampiyonluk (2) : 1997-1998, 2003-2004 *Kademe-Klasman grubu olan sezonlar birleştirilerek yazılmıştır. *Play Off maç sonuçları ssezona dahil değildir. Gödence, Seferihisar Gödence, İzmir'in Seferihisar ilçesine bağlı bir mahalle. Mahalle zeytinyağı ile ünlüdür. Mahalledeki kooperatif aracılığıyla zeytin çeşitleri ve yağlarının pazarlama ve satışı yapılmaktadır. Her yıl Gödence Zeytinyağı Yarışması düzenlenmektedir. Son yıllarda, mahalle halkı ürünlerini organik tarım ile yetiştirmektedir. Bir tepenin üzerine konumlanmış olan mahallenin etrafı zeytinlikler, meyve bahçeleri ve üzüm bağları ile çevrilidir. Halkın bir kesimi, şaraplık cins üzümden ev yapımı şarap yapmaktadırlar. Deep Throat Deep Throat (Türkçe: Derin Gırtlak) 1972 yazında yayımlanan Amerikan yapımı porno film. Linda Lovelace'in (Linda Susan Boreman) başrolünü oynadığı filmi Gerard Damiano yazmış ve yönetmiştir. Gösterime girdiği an olay yaratmış, birçok sinema salonunda gösterilmiş ve büyük başarılar kazanmıştır. Tüm zamanların en etkileyici ve sansasyonel porno filmi olarak kabul edilmektedir. Cinsel sorunlar yaşayan bir kadın (Linda Lovelace, Linda ismiyle oynamaktadır.) arkadaşı Helen'den (Dolly Sharp) yardım ister, o da Linda'ya bir doktora gitmesini tavsiye eder. Doktor (Harry Reems) Linda'nın klitorisinin boğazında olduğunu fark eder. Daha sonra Linda evleneceği adamı bulana kadar özel bir oral seks (filmin adı buradan gelmektedir.) tekniği uygular. Bu arada doktor da sarışın hemşire (Carol Connors) ile yatar. Film ""The End. And Deep Throat to you all."" dizesiyle biter. 61 dakikalık bu filmde eğlenceli diyaloglar ve müzikler de önemli bir yer tutar. Filmde belirgin anal, oral ve vajinal seks sahneleri de yer alır. Bu filmi asıl ünlendiren ise, Watergate Skandalında gazetecilere bilgi sızdıran görevlinin "DEEP THROAT" takma adını kullanması
ve yazılarda bu şekilde geçmesidir. Yaşlılıkta egzersiz Yaşlanmayla birlikte bedenin fizyolojik özelliklerine uygun egzersiz programları geliştirilerek hem yaşlanmayla ve hareketsizlikle kişinin gündelik yaşamına etki eden engelleyici faktörleri ortadan kaldırmak hem de vücudun daha sağlıklı, hastalıklara karşı daha dirençli olmasını sağlamak bilimsel bakımdan mümkün görülmektedir. Bu nedenle hayatın her safhasında olduğu kadar yaşlılıkta da egzersiz önerilmektedir. Yaşla beraber kas lifi ve boyutu ile toplam kas lif sayısının azalmasından dolayı kas gücü ve fonksiyonunda %40 azalma görülür. Buna hareketsizlik ve birtakım hastalıklar da eklenince en küçük fiziksel güç gerektiren hareketlerde bile başarısızlık ortaya çıkabilmektedir. Ancak uzman kontrolünde yapılacak egzersizlerle birlikte kas gücü ve fonksiyonundaki azalma yavaşlatılabilir hatta geriye çekilebilir. Yapılan araştırmalar egzersiz yapan yaşlı insanların kas gücü ve fonksiyonunun egzersiz yapmayan gençlerden daha yüksek olabildiğini göstermektedir. Genel olarak egzersizlerden beklenen amaçlar yaşlılıkta verilen egzersizlerden de aynı şekilde beklenmekte ancak bunlara yaşlıların durumlarıyla ilgili bir iki özellik daha eklenmektedir. Bunlar; Kuvvetlendirme egzersizleri : yaşlılarda büyük kas gruplarına (Ön-üst bacak"Kuadriseps", Üst-arka bacak "Hamstring", ve karın kasları)yönelik olarak uygulanır. Süre 20-30 dakika kadardır ve 60 dakikayı geçmemelidir. Egzersizler Haftada 2 kez 8-15 tekrar ve 1-3 set veya haftada 3 kez 2 set 8-10 tekrar verilir. Egzersiz öncesi esneme egzersizleri 5 darika yürüme gibi ısınma hareketleri önerilebilir. Aerobik Egzersizler : Egzersizin yoğunluğu kişinin maksimum kalp hızının %50'sini aşmaması ve iki haftada bir %5 arttırılması ancak yoğunluğunun %70'inin üzerine hiçbir zaman çıkılmaması gerekir. Egzersiz esnasında konuşma güçlüğü çekiliyorsa egzersizin yoğunluğu fazla demektir. Yorgunluk, kas ve eklem zorlaması, stres oluşuyorsa egzersize son verilir. Toplam süre haftada 3 gün 20-30 dakikadır ve egzersiz öncesi ısınma ve esneme, sonrası soğuma egzersizlerine yer verilmelidir. Pilates Egzersizleri : İzometrik ve izotonik hareketleri birleştiren bir egzersiz çeşididir. Kasları germe ve solunum ile birlikte yapılan Pilates gövde kaslarını güçlendirir, eklem mobilitesini, denge ve koordinasyonu artırır. Glikojen Glikojen, karbonhidratların polisakkaritler grubundan doğal organik bileşiktir. Her glikojen molekülü, birbirine bağlı yüzlerce glikoz molekülünden oluşan karmaşık bir yapıdadır. Glikojen, bir nevi glikoz külçesidir.Enzimler tarafından çok hızlı yapılıp parçalanan glikojen, bakteriler, mantarlar ve birçok hayvanda enerji depolanmasını sağlar. Omurgalılarda insülin hormonu karaciğerde ve kaslarda glikojen oluşumunu hızlandırır, glükagon ve adrenalin ("epinefrin") hormonlarıysa, glikojenin yıkımına ve glikoz açığa çıkmasına neden olur. Hayvanlardaki glikozun fazlasının depo şeklidir. Suda çok az çözünür ve iyotla kahverengini alır. Glikojen genellikler karaciğer ve kas hücrelerinde depolanır. Bakteriler ve mantarlarda da glikoz glikojen şeklinde depo edilmektedir. Glukagon Glukagon, pankreastaki Langerhans adacıklarının salgıladığı hormona verilen isimdir. Salgılanması kan glukoz düzeyinin düşmesiyle uyarılan glukagon, kan şekerini hızla arttırır; yani insülin etkisine ters tepki gösterir. Hipoglisemi halinde salınımı artar. Açlık, proteinden zengin yemek, ağır egzersiz, sempatik uyarı ve glukokortikoitler salgı artışına neden olur. Kanda glikoz artışı, somatostatin, sekretin ve insülin tarafından serbest bırakılması inhibe edilir. Karaciğer hücrelerinde glikojen yıkımını ve karbonhidrat olmayan maddelerden glikoz oluşumunu artırarak kan glikoz düzeyini yükseltir. Yağ hücrelerinde lipazı etkin duruma getirerek yağların yıkımını artırır ve kanda serbest yağ asitleri düzeyini yükselttirir. Göbek bağı Göbek bağı, memelilerde embriyoyu eteneye bağlayan dokuya verilen isimdir. Embriyonun kalp atışları, kanı göbek bağındaki (ya da "göbek kordonu") iki atardamardan etenyeye gönderir; sonra kan göbek bağı toplardamarından geçerek embriyoya geri döner. Bu üç damar, bir ip gibi birbiri üstüne sarılmıştır. İnsanda doğumdan hemen sonra göbek bağı kesilip düğümlenir; yaranın iyileşmesinden sonra yerinde kalan ise "göbek" ya da "göbek çukuru" adı verilir. Öbür memeliler, göbek bağını ısırarak koparırlar ve salyalarındaki bir enzim, göbek bağının kopmasından sonra kanamasını önler. Siirtspor Siirtspor ("eski adları": Siirt YSE ("Yol Su Elektrik Spor") 1983-1989, Siirt Köy Hizmetleri Spor 1989-1999, Siirt Jet-PA Spor 1999-2002), Fadıl Akgündüz'ün sahibi olduğu JetPA ile sponsorluk anlaşması yaparak "Siirt Jet-PA Spor" adıyla 1999-2000 sezonunda 1. Lig'e yükselmiştir. O dönem Sergen Yalçın, Ersen Martin, Timuçin Bayazıt, Ceyhun Eriş, Okan Öztürk, Oktay Derelioğlu, Hamza Hamzaoğlu gibi önemli isimleri kadrosuna katmasına rağmen 2000-2001 sezonunda 1. Lig'den düşmüştür. Daha sonra Jet-PA şirketinin iflas etmesi nedeniyle mali sıkıntılar yaşadıktan sonra yoluna "Siirtspor" olarak 3. Lig'de devam eden kulüp, 2013-2014 sezonunda yaşadığı mali sıkıntılardan ötürü ligden çekildi ve amatör kümeye düştü. Maçlarını 5.650 kişilik Siirt Atatürk Stadı'nda oynamaktadır. Renkleri sarı-mavidir. Gözyaşı Gözyaşı, omurgalıların göz boşluğundaki bezlerin salgıladığı, gözlerin temizlenmesi ve nemlenmesini sağlayan berrak, tuzlu sıvıdır. Keder, sevinç ve korku gibi güçlü duygular; gülme, göz kaşıma veya esneme, gözyaşı salgılanmasının artmasına ve neticesinde ağlamaya sebep olabilir. Göz çukurunda kayganlığı sağlayan, bazı bakteri türlerini parçalayıcı enzimler içeren gözyaşı, toz, bakteri vb. yabancı cisimcikleri ya yanağa ya da gözyaşı kanalından buruna sürükler. Kimyasal ve mekanik tahriş, ağrı yoğun duygusal değişiklikler, gözyaşı salgılamasını arttırır. Manyetik Uyarım Tedavisi Transkraniyal Manyetik Uyarım (TMU), psikiyatride ve nörolojik hastalıklarda kullanılan yeni bir tedavi yöntemidir. Son 15 yılda kaydedilen teknolojik ilerlemeler beyinde hücresel elektrik akımını ölçmek ve değiştirmek konusunda bazı cihazların geliştirilmesini sağladı. Bu cihazlardan biri Transkraniyal Manyetik Uyarım (TMU) sistemidir. TMU’da saçlı kafa derisinin üzerine elektro manyetik bir bobin (coil) yerleştirilir. Kapasitörler de tutulan enerji ile manyetik alan oluşturulur. Bu manyetik alan 100-200 mikro-saniyede artıp azalma özelliğindedir. Bölgesel uygulanır. Dünyayı saran manyetik alanın 40,000 katı yüksekliğindedir. MR görüntülemede uygulanan manyetik alanla aynı şiddettedir. MR’daki manyetik alan statiktir, TMU’da değişkendir. Elektriksiz uyarımdır. Bir tel bobinden akım geçirildiğinde bobine dikey manyetik alan oluşur. Karşı tarafta iletken ortam varsa o bölgede bir akım indüklenir. İndüklenen akım bobindeki akıma paralel fakat ters yöndedir. TMU uygulanmasında, dışarıdan elektrik akımı verilmeden güçlü ama kısa bir manyetik alan oluşturularak beyin aktivitesi değiştirilmekte ve tedavi etkisi oluşmaktadır. Beyinde hedeflenen alanda “nöronal depolarizasyon” dediğimiz değişim oluşur. Beyindeki hücrelerin elektriksel iletisine müdahale edilmiş olur. Beynin elektriksel ve kimyasal ileti ile çalıştığı düşünülürse beynin yeterli çalışmayan doğal süreçlerini harekete geçirici etkisi olduğu anlaşılır. Dışarıdan elektrik akımı vermeden, güçlü ama kısa bir manyetik alan oluşturarak tedavi etkisini oluşturur. EKT beyine doğrudan elektrik akımı verilerek uygulanır. Hastane ortamında ve genel anestezi altında yapılması gereklidir. TMU tedavisi ise ayaktan uygulanabilir, anestezi ya da analjezik gerektirmez. Çoğu kez hasta hafif baş ağrısı ve uyarım uygulanan yerde hafif bir rahatsızlık dışında herhangi bir olumsuz etki hissetmez. Seansın süresi, hastanın bireysel ihtiyacına göre belirlenir. 5-30 dakika süre ile belirlenen sıklıkta, belirlenen frekans ve şiddette ritmik uygulama yapılır. 1985 yılından beri yapılan çalışmalarda hafif baş ağrısı dışında bir yan etkisine rastlanılmamıştır. Avrupa ve Kanada da resmen onaylanmış ve klinik uygulamaya girmiştir. (Tubitak Bilim Teknik, Eylül 2002) Şu anda öncelikle önerilen tedavi alanları; Tedaviye Dirençli Depresyon, Şizofreni ve Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Şizofreni ruhsal bozukluklarıdır. Gebelikte, emziren annelerde ve kalp hastalarında kullanılabilmesi, ilaç tedavisine bir üstünlüğü olarak dikkat çekmektedir. (Arch. Gec - Psychiatry. 1999; 56:300-311) Konuşma Bozuklukları, Epilepsi, Parkinson, Bunam, Migren ve bazı felçlerde kullanılmaktadır. Otizm ve hiperaktivite'de kullanım ile ilgili bilimsel çalışmalar sürmektedir. Beynin işlevsel olarak fonksiyonel MRI veya Kantitatif EEG ile görüntülenmesinden sonra uygun görülen alanın belirlenmesi ve o bölgeye uygulanması önerilir. Depresyonda genelde sol ön alın bölgesine bobin yerleştirilir. Ritmik uyarılar verilir. 10-30 dakikalık seanslar halinde 10 seanstan az olmamak üzere uygulanır. Saçların temiz olması dışında bir ön hazırlığa gerek yoktur. Faktöriyel Faktöriyel, matematikte, sağına ünlem işareti konulmuş sayıya verilen isim, daha genel olan Gama Fonksiyonu'nun tam sayılarla sınırlanmış özel bir durumudur. 1'den başlayarak belirli bir sayma sayısına kadar olan sayıların çarpımına o sayının faktöriyeli denir. Basit bir şekilde faktöriyel, n tane ayrık elemanın kaç farklı şekilde sıralanabileceğidir. Faktöriyel fonksiyonu verilen pozitif tam sayının kendisinden önceki bütün tamsayılarla 1'e inilinceye kadar çarpılması sonucunda elde edilen çarpımı gösterir. Örnek olarak şunları gösterebiliriz: Sıfır pozitif bir sayı olmamasına rağmen faktöriyeli tanım olarak bire eşittir: 0!=1 Çünkü 0 ayrık eleman hiçbir şekilde sıralanamaz yani sonuç tektir. Sual: Ali'nin üç çeşit gömleği, dört çeşit pantolonu, iki çeşit ayakkabısı vardır. Bir gömlek, bir pantolon ve bir ayakkabıyı kaç farklı şekilde giyer? Cevap: formula_5 farklı şekilde giyer. Programlama dillerinde de sıklıkla karşılaşılan bir kavram olan f
aktöriyel, özyineli (kendi kendini çağıran) ya da tekrarlamalı (iteratif) fonksiyonlarla hesaplanabilir. Java programlama dilinde yazılmış özyineli ve tekrarlamalı fonksiyonlara birer örnek verecek olursak: Public Function Faktoriyel_Oz(n) { static double faktoriyelIt(double n) { Spor psikolojisi Spor psikolojisi psikolojinin spor ve egzersiz sırasında performansı etkileyen psikolojik/zihinsel faktörleri araştırır ve bulguları bireysel ve takım performansını arttırmakta kullanır. Spor psikolojisinde en çok kullanılan tekniklerden biri gevşeme çalışmalarıdır. Bu çalışmalarla müsabaka, yarışma sırasında oyuncular zihinlerini gevşetip yarışma koşullarının üzerlerinde yaratabileceği ve kas-koordinasyon sistemlerinin etkin çalışmasını etkileyebilecek stres faktörünü azaltıp oyuna yoğunlaşmayı öğrenirler. Spor psikolojisinde spor ve egzersiz bilimleri alanı içinde yer alan kinesioloji (kinesiology) ve psikolojik danışmanlık gibi alanlarda da uzman olunması önerilmektedir. Neden Sporcu-Öğrenci? Özellikle Amerikan ekolündeki draft sistemine göre, hangi spor branşı olursa olsun, profesyonelliğe geçiş yapan tüm yerli sporcular liselerarası ligden itibaren takip altına alınmakta ve üniversite ligindeki performansları göz önünde tutularak, üniversiteden mezun oldukları yıl draft sistemine girmektedirler. Bunun neticesinde ya profesyonel bir takımla sözleşme imzalama ya da mesleklerini icra etme seçeneklerine sahip genç bir nüfus yetiştirilmektedir. Eğitimin öncelikli tutulmasının sebebi ise geçmişte yaşanmış olan acı tecrübelerdir. Çok başarılı bir sporcu iken, kariyerinin henüz başında geçirilen sakatlıklar, hastalıklar v.b. şanssızlıklar neticesinde spordan kopmak zorunda kalan, ancak herhangi bir eğitim almamış olan insanların hayatları boyunca eğitimlerini yarıda bırakarak tamamen spora yönelmelerinin pişmanlığı içinde yaşamaları günümüzde son derece popüler olan bu sistemin şekillenmesine yol açmıştır. Bu sistemin amacı okulları ve/veya eğitim kurumlarını donanımlı tesisler, ekipmanlar ve teknik ekip ile donatarak spora yönelmek isteyen öğrencileri okul çatsı altında yetiştirmektir. Benzer sistem Doğu Blok’u ülkelerinde de Spor Okulları şeklinde uygulanmaktadır. Normal bir İlk ve Orta Dereceli okuldan tek farkı standart müfredat dışında ek olarak yüklü miktarda spor dersleri olmasıdır. Yani haftda 40 kredi standart ders alan bir öğrenci, buna ek olarak da 20 kredi seçtiği/önerilen branşta spor dersleri almaktadır. Spor akademileri için altyapı niteliği de taşıyan bu Spor Okulları K-12, Yıldızlar, Gençler ve Kadetler kategorilerinde Milli Takımlar seviyesine ulaşan sporcu öğrenciler yetiştirmektedir. Sporcu disiplini, takım çalışması, özveri ve özgüven artışı ile birlikte hedefe yönelik, başarıya odaklı, sistematik bir çalışma şemasını esas alan bu bireyler edindikleri disiplin, özgüven ve azimle akademik olarak da başarılara imza atmaktadırlar. Egzersiz fizyolojisi Egzersiz fizyolojisi fiziksel aktivite altında yatan fizyolojik mekanizmanın incelendiği bilim dalı. Egzersiz fizyolojisi atletlerde, spor antrenmanlarında kronik rahatsızlıkların giderilmesi, fiziksel uyumun korunması gibi alanlarla da ilgilidir. Egzersiz fizyoloji insan bedenindeki Austin O'Riley Austin O'Riley, 27 Ocak 1980 doğumlu Amerikan çıplak model ve pornografik film oyuncusu. Şimdiye kadar 126 filmde oynamıştır. Güney Kaliforniya`da "Palm Springs" ve "Big Bear" yakınlarında dünyaya geldi ve büyüdü. Ailesi İrlandalı Katolik ve dindar insanlardı. Kız arkadaşı "Britney Foster"`ın önerisi üzerine Austin, 2001'de 21 yaşındayken yetişkin film sektörüne girmeye karar verdi. 2001'de sektöre girdiği ilk yıl "Legal Skin 1" ve "Great American Ass 2" adlı filmlerde erkil eşi "Brett Rockman" olmak üzere hardcore ilk sahnelerinde oynadı. Klasik sarışın, mavi gözlü, dolgun göğüslü görüntüsünden dolayı kısa sürede basamakları tırmandı, daha çok arkadan ilişki sahnelerinde oynadı. Resmi bir emeklilik açıklaması gelmemesine karşın 2006`dan beri yeni bir filmde oynamamaktadır ve sektörü bırakmış görünmektedir. Arjantin Ulusal Marşı Himno Nacional Argentino yani Arjantin'in Ulusal Marşı Vicente López y Planes tarafından 1812 yılında yazılmış, Blas Parera tarafından bestelenmiş, 11 Mayıs 1813 tarihinden - Arjantin'in İspanya'dan bağımsız oluşundan 3 yıl önceden beri benimsenmekte ve hatta o gün "Ulusal marş günü" olarak kutlanmaktadır. Aksum Aksum, batı Etiyopya'da bulunan bir şehir. Tigray'ın Mehakelegnaw Bölgesi'nde, Adwa dağlarının yamaçlarında bulunan şehrin enlemi ve boylamı 'dir. İsa'nın doğumundan sonra ortaya çıkan ve 7. yüzyıldan sonra bilinmeyen sebeplerden dolayı, büyük bir olasılıkla Etiyopya İmparatorluğu'nun iktidarı ülke merkezine taşımasından sonra, çöküş gösteren Aksum Krallığı'nın merkezi olmuştur. Merkezi İstatistik Teşkilatı'nın verdiği rakamlara göre, 2005 yılında Aksum'un nüfusu yaklaşık 47,320'dir (20,774'ü erkek ve 21,898'i kadındır). Şehirde yaşayanların yüzde yetmişbeşi Etiyopya Ortodoks Tewahedo Kilisesi'nin üyesidir. Nüfusun geri kalanı Sünni Müslümanlar ve P'ent'aylardan (Protestan ve diğer Ortodoks olmayan Hristiyanlardan) oluşur. Aksum'a hizmet eden bir havaalanı vardır. Şehrin tarihsel değer taşıyan arkeolojik kısımları 1980 yılında UNESCO tarafından Dünya Miraslarına alınmıştır. Aksum Krallığının kendine özgü yazılı dili (Ge'ez) ve dev dikili taşlardan oluşan farklı bir mimarisi vardı. Bu taşların en eskisi (ufak olmasına rağmen) MÖ 5,000 ve 2,000 yılları arasında inşa edilmiştir. Krallığın yükselişi Kral Ezana'nın hükümdarlığı sırasında gerçekleşmiştir. Kral Ezana 4. yüzyılda vaftiz edildikten sonra Abreha ismini almıştır ve Hristiyanlığı Krallığın resmi dini ilan etmiştir. Etiyopya Ortodoks Tewahedo Kilisesinin inançlarına göre Aksum'da bulunan Siyon'lu Meryem Ana Kilisesi, Musa'ya Tanrı tarafından verilen ve üzerinde On Emir'in yazıldığı iki taş tablete ev sahipliği yapmaktadır. Etiyopya kralları yüzlerce sene bu kilisede taçlarını alıp tahta oturdular. Fasilides'in hükümdarlığında kaldırılan bu gelenek IV. Yohannes döneminde tekrar uygulandı ve imparatorluğun sonuna kadar sürdürüldü. Etiyopya'nın en kutsal şehri sayılan Aksum hac yolculuğuna çıkanların uğradığı önemli bir yerdir. Önemli dini festivalleri 7 Ocak'ta kutlanan T'imk'et Festivali (batı Hristiyanlığında Epifani olarak bilinir) ve Kasım aylarının sonunda kutlanan Meryem Siyon Festivali'dir. 24 metre uzunluğunda olan 1700 senelik Aksum Dikilitaşı, 1937 yılında İtalyan askerler tarafından üç parçaya bölünüp Roma'ya gemi yoluyla gönderildi. Bu dikilitaş Aksum Krallığı'nın en yüksek döneminde gelişen mühendisliğin en güzel örneği sayılır. Senelerce iki ülke arasında gerginlik yaratan dikilitaş, Nisan 2005'te Etiyopya'ya geri gönderdi. 2006 yılında yeniden inşa edilmesi planlanıyor ve devlet bu konuda UNESCO'dan maddi destek alacaktır. Aksum'un İslam'la olan bağları çok eski zamanlara dayanır. İbn Hişam'ın anlatımlarına göre, Muhammed Kureyş aşiretinden çektiği zulmün karşısında, aralarında kızı Rukiye ve eşi Osman bin Affan'ın da bulunduğu ufak bir topluluğu Aksum'a yolladı. Aksum kralı Aşama ibn Abjar topluluğa sığınak verdi ve Kuraiş aşretinin topluluğu Arabistan'a geri gönderme taleplerini reddetti. Topluluğun bir kısmı Hicret'in altıncı yılına kadar Arabistan'a geri dönmedi ve bunlardan bazıları Etiyopya'nın Negaş bölgesine yerleşti. Avy Scott Avy Scott (d. 2 Kasım 1981), ABD'li porno yıldızı. İşletme ve psikoloji okurken okulu bırakarak Kasım 2001'de 20 yaşındayken porno endüstrisine girdi. İlk yıllarında vermiş olduğu bir demeçte sektörde 10 yıl kalamayacağını göğüslerinin bu durumu kaldıramayacağını ve estetikten korktuğunu söylemiştir fakat şu anda emekli olmayı düşünmeyen Avy twitter adlı sitede günlük fotoğraflarını ve resimlerini yayınlamaktadır. İki erkekli grup sahnelerine yanaşmayan 300 civarı filmi olmasına rağmen henüz 10 anal videoya sahip olan porno yıldızıdır. Olof Palme Olof Palme, (d. 30 Ocak 1927 - ö. 28 Şubat 1986), İsveçli siyasetçi ve devlet adamı. 1948'de Stokholm Üniversitesi Hukuk Bölümü'ne girdi. 1949 yılı başlarında İsveç Öğrenci Birlikleri Federasyonu'nun dış ilişkiler bürosunda görev aldı. 1952'de İsveç Öğrenci Birliği Federasyonu başkanlığına getirildi. 1951 yılında Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İsveç ve İskandinav Sosyal Demokrasisinin orta yol politikasının içindeydi. Palme siyasi kariyerine İsveç Ulusal Öğrenci Birliği’nin (SFS) başkanı olarak başladı. 1963 yılında Devlet Bakanı, 1965 yılında Ulaştırma ve İletişim Bakanı, 1967’de Eğitim ve Kültür İşleri Bakanı ve 1969'da da Tage Erlander'den sonra Parti Başkanlığına getirilmesi üzerine İsveç Başbakanı olmuştur. Özellikle Üçüncü Dünya içerisinde aktif rol oynamış ve oradaki ulusal hareketler ile Batı’daki Sosyal Demokratlar arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. 28 Şubat 1986 gecesi eşi ve oğlu ile sinemadan evine (her zaman olduğu gibi korumasız olarak) dönerken faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Palme'nin cinayet davasından yargılanıp daha sonra aklanan tek zanlı Christer Pettersson 16 Eylül 2004'te esrarengiz bir biçimde öldü. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde Olof Palme adına açılmış park ve caddeler bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak İzmir Karşıyaka ilçesinde yer alan Olof Palme park ve anıtı, İzmir'in kuzey sahil kıyısında yer alan Dikili ilçesinde Olof Palme anıtı ve parkı, Konya'ya bağlı Kulu İlçesi'ndeki Olof Palme Parkı ve Caddesi (İlçenin en işlek caddesi)verilebilir. Kulu'da yer alan bu park Olof Palme'nin başbakanlığı sırasında İsveç'e çalışmaya giden işçilerin Olof Palme'ye duyduğu vefa dolayısıyla açılmıştır. İsveç'in birçok devlet görevlisi ve başbakanı bu ilçeyi ziyaret etmektedir. Ayrıca Tunceli'de de Olof Palme adını taşıyan bir cadde mevcuttur. Forbes Forbes, iki haftada bir yayınlanan bir iş dergisidir. 1917 yılında İskoçya'dan ABD'ye göç eden B. C. Forbes tarafından kurulmuştur. Onun ölümünden sonra oğlu Bruce şirketin başkanı olmuştur. Bruce'un da ölümünden sonra sırasıyla dergiyi Malcolm
Forbes, Steve Forbes, Timothy C. Forbes yönetmiştir. Derginin bugünkü editörü William Baldwin, yayıncısı ise Richard Karlgaard’dır. Forbes’in merkezi New York'ta 5. Cadde üzerindedir. Şirketin "Forbes" dergisinden başka "ForbesLife" , "Forbes Asia", " American Heritage ", "American Legacy" ve " American Heritage of Invention & Technology " isimli dergileri de yayınlanmaktadır. "Forbes", ingilizcenin dışında yedi başka yerel dilde yayınlanmaktadır. Steve Forbes ve derginin bazı yazarları Fox TV için "Forbes on Fox" ve "Forbes On Radio" programlarını da hazırlamaktadırlar. Forbes'in internet sitesi, Forbes.com, kendini "dünya iş liderlerinin ana sayfası" olarak tanımlamaktadır. Forbes.com 1996 yılında David Churbuck tarafından kurulmuştur. Ayrıca lüks otomobillerle ilgili ForbesAutos ve diğer internet sitelerine kılavuzluk özelliği taşıyan Best Of The Web de "Forbes"e aittir. Forbes çeşitli konular hakkında hazırladığı sıralı listelerle dünya çapında bilinilirliğe ulaşmıştır. Bunlar arasında en popüler olanları En Zengin Rapperlar ve Milyarderler listesidir. Popüler kültürde "Forbes" muhtemelen yayınladığı zenginler listeleri ile daha fazla bilinmektedir. Forbes’in bu konuda yaptığı dedektifvari araştırmalarının sonuçlarına neredeyse kesin gözüyle bakılmaktadır. Yeni Pazar Yeni Pazar (Sırpça: Нови Пазар, Osmanlı Türkçesi: يكى پازار "Yeŋi Pazar") Sırbistan sınırları içinde, Sancak bölgesinde bir şehir ve belediye merkezidir. Sancak bölgesinin, Sırbistan bölümünde kalmış kısmının merkezidir. İdari olarak Şumadiya ve Batı Sırbistan bölgesinin Raşka İlçesi sınırları içinde yer alır. Sırbistan-Kosova sınırına yakın bir konumdadır. Yeni Pazar, 1459-1461 yıllarında Saraybosna’nın da kurucusu olan İsa Bey İshakoviç tarafından kurulmuştur. Şehre dair ilk kayıt 15. yüzyıla aittir. Bu kayıtta şehir, Dubrovnik bölgesine bağlı bir kasaba olarak belirtilmiştir. 19. asır sonu idarî dağılımda Kosova Vilayeti’nin Priştine Sancağı’na bağlı bir merkez olmuştur.) Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehir, Balkanlar’ın genelinde ünlü bir şehir olmuştur. Osmanlı idaresinde şehir, Sancak bölgesinin kültür başkentidir. 1878 yılında, Berlin Kongresi ile beraber şehir, dünya tarafından da duyulmaya başlanmıştır. Bu dönemde Osmanlı Devleti ile batı devletleri arasındaki sorunlardan birisi de burası olmuştur. 1878 yılı, şehrin Osmanlı’dan koparılışının başlangıcıdır. Şehir, 1878-1908 yılları arasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu egemenliğine girmiştir. 1908’de Yeni Pazar yeniden Osmanlı hükümranlığına alınsa da, bu durum, patlak veren Balkan Savaşları ile tamamen değişmiş ve şehir 1912 yılında Sırbistan Krallığı tarafından işgal edilmiştir. 1912 sonrasındaki süreçte şehir, hızla önemini ve gücünü kaybedip sıradan bir şehir hâlini almıştır. Şehir, Kosova-Karadağ-Sırbistan’ın kesiştiği bölgede (Sancak) bulunur. Belgrad’ın 290 km güneyinde yer alan Yeni Pazar, İbre Nehri mevkiinde ilerleyen eski yol üzerinde bulunur. Bu yol güney yönünde Karadağ’ın başkenti Podgorica ve Adriyatik Denizi’ne doğru devam eder. Belediyenin toplam sınırları 742 km²’dir. Sancak bölgesi Sırbistan ve Karadağ'ın ayrılmasından sonra coğrafi bakımdan ikiye ayrılmıştır. Başkent, Yeni Pazar bu sebeple bölgenin Sırbistan kesiminde kalmıştır. Bölgenin en büyük şehri olmakla beraber Boşnakların yoğun olarak yaşadığı bir şehirdir. Halkı büyük çoğunlukla Boşnaklardan oluşmaktadır. Yeni Pazar, Taş Devri’ne kadar giden bir yerleşim geçmişine sahiptir. Şehir ve civarının eski devirlerdeki bu durumu, yakın devirlerde ve özellikle Osmanlı zamanındaki gelişmelerle şehre yeni bir hava katmıştır. Tarihî yapılar: Aluloviće, Bajevica, Banja, Bare, Batnjik, Bekova, Bele Vode, Boturovina, Brđani, Brestovo, Varevo, Vever, Vidovo, Vitkoviće, Vojkoviće, Vojniće, Vranovina, Vučiniće, Vučja Lokva, Golice, Gornja Tušimlja, Goševo, Građanoviće, Gračane, Grubetiće, Deževa, Dojinoviće, Dolac, Doljani, Dragočevo, Dramiće, Žunjeviće, Zabrđe, Zlatare, Ivanča, Izbice, Jablanica, Javor, Janča, Jova, Kašalj, Kovačevo, Kožlje, Koprivnica, Kosuriće, Kruševo, Kuzmičevo, Leča, Lopužnje, Lukare, Lukarsko Goševo, Lukocrevo, Miščiće, Mur, Muhovo, Negotinac, Novi Pazar, Odojeviće, Okose, Osaonica, Osoje, Oholje, Pavlje, Paralovo, Pasji Potok, Pilareta, Pobrđe, Požega, Požežina, Polokce, Pope, Postenje, Prćenova, Pusta Tušimlja, Pustovlah, Radaljica, Rajetiće, Rajkoviće, Rajčinoviće, Rajčinovićka Trnava, Rakovac, Rast, Sebečevo, Sitniče, Skukovo, Slatina, Smilov Laz, Srednja Tušimlja, Stradovo, Sudsko Selo, Tenkovo, Trnava, Tunovo, Hotkovo, Cokoviće, Čašić Dolac, Šavci, Šaronje i Štitare. İskorpit balığı İskorpit ("Scorpaena porcus"), Scorpaenidae familyasından bir balık türü. Yaşamı aynı aileden olan Lipsos'un aynıdır. Farkları İskorpit'in Lipsos'a göre daha küçük olması (ortalama 20 – 30 cm.) ve renginin koyuluğudur. Eti oldukça lezzetlidir ancak dikenleri çok zehirli olduğundan yakalandığında dikkat edilmelidir. Pişirme biçimi: Çorba, yahni, buğlama , pilaki, fleto tava Dönem: yaz ayları, özellikle de ağustos. Dikenleri vücuda değdiğinde, deride kızarıklık ve şişlik meydana getiren bir balık türüdür. Zehir etkisini birkaç gün sürdürmektedir. Tedavi için amonyak kullanılabilir. Ayrıca halk arasında bu balığa "çarpan" denmektedir. Kıyıdan yem ile tutulabilen, izmarit avcılarının bol bol karşılaştığı bir balık türüdür.Genelde kumluk yerlerde tutulur.Daha önce söylendiği gibi tehlikelidir, özellikle acemi balıkçılar için daha tehlikelidir; kırlangıç gibi balıklarla karıştırıp müdahele edildiğinde iğnelerine temas edilirse, büyük acı verir. İskorpit adı Türkçeye Rum balıkçıların dilinde kullanılan Yunanca σκορπίδι "skorpidi" kelimesinden geçmiş bir alıntıdır. Yazılı kaynaklarda «iskorpit ("S. porcus") ile lipsoz/lipsos ("S. scrofa")» olarak geçen ikili çapraz adlandırmanın yanlış olduğu ve doğrusunun «iskorpit ("S. scrofa") ile lipsoz/lipsos ("S. porcus")» biçiminde olması gerektiği balıkçılar tarafından da öne sürülmektedir. Her iki tür de Akdeniz'de bulunur; fakat Karadeniz'de yalnızca "S. porcus" türü bulunur, "S. scrofa" türü bulunmaz. Surname Surname, Osmanlı dönemi Türk edebiyatında şenlikler hakkında yazılan edebî metinlerin genel adıdır. Osmanlı döneminde padişah çocuklarının doğum ve sünnet törenleriyle padişah kızlarının düğün törenlerini anlatan manzum, mensur ya da manzum-mensur karışık yazılan eserler genellikle Surnâme adını taşır. "Suriyye" adıyla kaside şeklinde yazılan şiirlerle “"tarih manzumeleri"” de bu tür içinde değerlendirilir. Surnâmeler sadece sarayın düzenlediği törenleri konu edinirken sûriyyelerle bu merasimlerin yılını belirleyen tarih manzumelerinde hem sarayın hem bu çevrenin dışında kalan kişilerin düzenlediği törenler anlatılmaktadır. Şehzadelerin sünnet törenleri için yapılan şenlikler “"sûr-ı hıtân"”, padişah kızlarının nişan ve evlenmeleri vesilesiyle düzenlenenler “"sûr-ı cihaz"”, padişah çocuklarının doğumu dolayısıyla tertiplenenler “"velâdet-i hümâyun"” şenlikleri olarak adlandırılır ve surnâmelerin konusunu oluştururlar Yazarlar, bir şenliğin ardından kendi istekleriyle yahut padişahın ya da “sûr emini” adı verilen şenlikten sorumlu kişinin emriyle bu eserleri meydana getirmişlerdir. Kimi sûrnâmelerde eğlencelerin niteliğine, kiminde esnaf alaylarının anlatımına ağırlık verilir. Şenlikler minyatürlerle de tasvir edilir.Nakkaş Osman’ın resimlediği Surname-i Hümayun ile Levni’nin resimlediği Surname-i Vehbi minyatür sanatının en önemli eserlerinden kabul edilir. Osmanlı’da düzenlendiği tespit edilmiş 556 kadarı düğün ve şenlikten 11 tanesi bağımsız birer eser olarak yazılmış sûrnâmelere konu olmuş; bu 11 tören için toplam on dokuz eser yazılmıştır. Söz konusu sûrnâmelerden 9 tanesi evlilik törenlerini, 7 tanesi sünnet törenlerini, 2 tanesi hem evlilik hem sünnet törenlerini ve iki tanesi de padişah kızlarının doğumunu anlatmaktadır. Bağımsız surnâmelerin bilinen ilk örnekleri, III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’in 1582’de yapılan sünnet töreni için Âlî Mustafa Efendinin ve İntizâmî’nin yazdığı eserlerdir. Bu iki eserle birlikte sûrnâme bağımsız bir edebî tür olarak ortaya çıkmıştır. Kökünün Anadolu halk düğünlerindeki hediye kayıtlarının tutulması geleneğine bağlı olduğu düşünülür. Ancak surnameler sadece hediye listelerini değil, şenlik eğlencelerine ve geçit alaylarına dair pek çok ayrıntılı anlatımı içerir. Surnâmeler Osmanlı sarayının ve toplumun belirli günlerdeki hayatını, zevk ve eğlence anlayışını, kıyafetlerini, törenlerini, mûsikisini, oyun ve eğlence şekillerini, dönemin geleneklerini anlatması bakımından kültür tarihi, sosyoloji ve halk bilimi açısından kaynak değeri taşımaktadır. Yazıldığı devrin kelime, deyim ve terim varlığını, kullanım özelliklerini göstermesi surnâmeleri dil ve edebiyat bakımından da önemli kılmaktadır. Müellifin padişahın ihsanına kavuşmak ya da atiyye elde etmek amacıyla yazması, olayların abartılı, eğlencelerin haddinden fazla övüldüğü, olağandan farklı ifadelerin kullanılmasına neden olmuştur ancak yine de surnameler şenliğin gerçekleştiği dönemle ilgili değerli bilgiler sağlamaktadır. Seks işçisi Seks işçisi (kullanım yerine göre aşağılayıcı ve/veya "argo": fahişe), cinsel hizmet sunarak para kazanan kişidir. Seks işçisi terimi zaman zaman "fahişe", "rent", "jigolo" gibi kelimelerle ile aynı anlamlı kullanılsa da akademisyenler "seks işçisi"ni seks endüstrisinde yer alan striptizciler, porno oyuncuları, telefonla seks çalışanları insanların bütününü kastedecek şekilde kullanır. Bu kavramı genelde feminist akademisyenler ve yazarlar da, erkekegemen toplumun "fahişe" sözcüğüne yüklediği kötü yan anlamlara ve aşağılamak amacıyla kullanılmasına tepki olarak, yine belirli bir kısmı sanat için seks işçiliği yapan bu insanların emeğine saygılarını göstermek için yerine "seks işçisi" terimini kullanmaktadırlar. Ülkeye, bölgeye göre seks işçilerinin yasal statüleri değişebilir. Bazı yerlerde bu aktivitelerin bazıları yasalken bazı yerlerde yasa dışıdır (örnek: bazı ülkelerde fahişelik devlet
kontrolü altında yapılırken, bazı ülkelerde de tamamen yasa dışıdır). Hollanda, Belçika ve Türkiye gibi ülkelerde seks işçilerinin çalışabilecekleri ayrı sokaklar veya evler tahsis edilmiştir ve kısmen yasaldır. Gelişmiş seks işçiliğinin yasal olduğu Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, İrlanda, Finlandiya gibi ülkelerde dahi seks işçileri genellikle kötü muameleye maruz kalır.Seks işçiliği, iş güvenliğinin olmadığı bir alandır ayrıca toplumsal normlar yüzünden işçiler sosyal çevrelerden de dışlanırlar.Bütün bölgelerdeki ortak sonuç bu sektörün suistimale açık olduğudur. Seks işçisi diğer çalışan insanlar gibi temel insan ve emekçi haklarına sahip olmayı ister (Weitzer 1991). "Kanada Seks Emekçileri Derneği" seks işçileri için ülkedeki düzenlemenin diğer iş dallarına göre daha ağır, işe alınma/çıkarılma gibi konularda korumanın yetersiz, profesyonel dernek kurma hakkının daha zor olduğunu söyler. Hollanda, Almanya ve Yeni Zelanda'da seks işçileri devlet tarafından tanınır ve diğer ülkelere oranla daha sıkı korunur. Bu koruma gerek işçilerin gerekse müşterilerin daha rahat ve tehlikeli hareket edebilmesinin (örnek: prezervatif kullanımı, cinsel saldırı) önüne geçmektedir. Büyüyen seks turizmi ise seks sektörü için bir sorun halindedir. Özellikle reşit olmayan çocukların yasa dışı biçimde çalıştırılması ve dağıtılması ciddi bir sorundur. Yasal seks turizmi ise kimi şehirlerin ekonomisine katkıda bulunmaktadır ve bu bölgeler bu yönleriyle bilinir, turist çeker. Seks işçilerinin çoğunluğu, heteroseksüel genç kadınlardan oluşmaktadır. Travesti ve transseksüeller de seks işçiliği sayısı ise hetetoroseksüel kadınlara oranla daha fazladır. Transseksüel seks işçilerinin HIV taşıma oranları yine aynı şekilde daha fazla olup kadın Hint seks işçileri üzerinde yapılan bir çalışmada, cehalet ve düşük sosyal statünün yaygın olduğu saptanmıştır. Türkiye devlet konservatuvarları listesi Türkiye Devlet Konservatuvarları listesi: Türkiye'de 2015 yılı itibarıyla 39 tane konservatuvar bulunmaktadır. Bu konservatuvarlar ve bağlı oldukları üniversiteler ile ağ sayfalarının listesi alfabetik sırayla aşağıda yer almaktadır: Ücret Ücret; işgücünün kullanımı karşılığında ödenen bedeldir. Kurum ve organizasyonlar tarafından çalışanlara ödenen maaşlar, primler ve komisyonlar ücret kapsamına girerler. İktisatta kullanılan iki tür ücret kavramı vardır: parasal ücret ve reel ücret. Parasal ücret işçilerin çalışma karşılığı aldığı para miktarını gösterirken, reel ücret parasal ücret ile ne kadar mal ve hizmet satın alınabileceğini, yani satın alma gücünü belirtir. Ücret, Marksist ekonomi politik anlayışta, Klasik iktisat'tan farklı olarak emeğin değeri ya da fiyatı değildir. Aksine Marks, bu noktada klasik iktisadın eleştirisini yapmak üzere, ""emek gücünün değeri ya da fiyatının ücrete dönüşmesinden"" sözeder. klasik iktisat "emeğin degeri" kavramını gündelik yaşamdan almış ve olduğu gibi kullanmıştır; bunun sonucunda da, Marks'a göre kendi analizlerinin sonuçlarını görememiştir. Marks söyle belirtir: Nasıl ki, pazarda işçinin sattığı şey "emeği" degil de "emek gücü" ise, bununla bağlantılı olarak "ücret" de emeğin değeri değil emek gücünün değeri ya da fiyatıtır. Bunların birbirine karıştırılması ve birbirleri yerine konulması, Marks'a göre, hem "varolan ilişkilerin görünmez hale getirilmesi" ve hem de tepetaklak bir görünüm içinde "gerçekliğin başka türlü gösterilmesi" anlamına gelmektedir. Marks durumu şöyle betimler: Slam (dergi) Amerika’nın en çok satan basketbol dergisi Slam, 13 Nisan 2006’da Doğuş Yayın Grubu bünyesinde Türkiye’deki yayın hayatına başladı. Slam, NBA yıldızlarının her yönünü usta kalemlerin yorumlarıyla ortaya koyarken, yüksek fotoğraf kalitesiyle de rakiplerinin önüne geçiyor. Derginin hemen her sayısı için NBA yıldızlarıyla stüdyoda özel fotoğraf çekimleri yapılıyor. Ayrıca Türk ve Avrupa liglerinin yıldızları da dergide yer alıyor. Dergide Murat Kosova, Kaan Kural, Yiğiter Uluğ, İsmail Şenol, İhsan Bayülken ve daha birçok basketbol yorumcusu yazı yazmaktadır. Derginin yılda 11 adet sayısı çıkmaktadır, duruma göre Mayıs-Haziran 2008 veya Haziran-Temmuz 2008 olarak tek sayı çıkmaktadır. Nisan 2009 yılında yayın hayatına son verilmiştir. Türkçe internet sitesi için: http://www.slamonline.com.tr/0901/default.asp Esrarengiz Yıldız Esrarengiz Yıldız (Fransızca: L'Étoile Mystérieuse), Tenten çizgiroman serisinde yayınlanan bir macera. Bu kitapta Tenten, Dünya'ya düşen bir göktaşını bulmak için Kuzey Buz Denizi'ne gider. "Esrarengiz Yıldız" serinin onuncu bölümüdür. İlk kez 1942 yılında, II. Dünya Savaşı devam ederken yayımlanmıştır. Tenten bir sıcak bir yaz akşamı Fındık ile dolaşırken daha önce gökyüzünde olmayan parlak bir yıldız dikkatini çeker. Yıldız hakkında bilgi almak için rasathaneye giden Tenten, tuhaf olaylarla karşılaştıktan sonra, yıldızın dünyaya çarpmak üzere olan bir kuyrukluyıldız olduğunu öğrenir. Dünyanın sonunun geldiğine inanan Tenten ümitsizlik içinde evine döner. Ancak ertesi gün bir deprem dışında felaket yaşanmaz. Astronomlar, kuyrukluyıldızın yörüngesini yanlış hesaplamıştır. Yıldız dünya ile çarpışmamıştır, ancak bir parçası Kuzey Buz Denizi'ne düşmüştür. Bu parça, daha önce bilinmeyen bir element içermektedir. Tenten, yıldızın düşen parçasını bulmak için Avrupa Bilimsel Araştırma Kurumu (kurgusal) tarafından düzenlenen keşif seferine katılır. Sefere Tenten'le birlikte Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden bilimadamları ve Kaptan Haddok, "Ufuk" adlı geminin kaptanı olarak katılır. Ancak kuyrukluyıldızın peşindeki tek sefer onlarınki değildir: Saõ Rico ülkesinden (kurgusal) bir banker, yeni elementi ele geçirmek istemektedir. Bunun için kendi adamlarını göndermekle kalmaz, Ufuk gemisini durdurmak için çeşitli hileler dener. Hikâyenin sonunda kuyrukluyıldıza ilk ulaşan Tenten olur. Ancak Tenten kendini yeni elementin tuhaf özellikleri yüzünden hızla büyüyen bitki ve böceklerle çevrili bir dünyada bulur. Kuyrukluyıldızdan bir örnek almayı güçlükle başaran Tenten gemiye geri döner. Kuyrukluyıldız Kuzey Buz Denizi'ne gömülür. Kitap II. Dünya Savaşı yıllarında yazılmıştı ve o sırada Hergé'nin ülkesi Belçika, Almanya'nın kontrolündeydi. Bu nedenle, keşif seferindeki tüm bilimadamları mihver devletlerinden veya tarafsız kalan ülkelerdendir. Yine aynı nedenle, Tenten'in rakibi olan banker ilk baskıda Amerikalı olarak tasvir edilmiştir. Ancak daha sonra Hergé bankerin adını değiştirerek Saõ Rico adlı hayali ülkenin tabiyetine sokar. Ayrıca 35. sayfadaki Amerikan bayrağını hayali bir Saõ Rico bayrağı ile değiştirir. Ancak bazı ayrıntılar, örneğin rakip şirketin gemilerinin adları ("Peary" ve "Kentucky Star") Amerikan çağrışımları yapmaktadır. Bankanın adamları ("Johnson", "Douglas") da Amerikan isimleri taşırlar. Keşif seferinde Tenten'in kullandığı uçak II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın kullandığı bir keşif uçağıdır. Sayfa 20'de, Dupond kardeşlerin önünde Hergé'nin bir diğer çizgiroman serisinin kahramanları Quick ve Flupke görülmektedir. Sayfa 21'de Kaptan Haddok'un manşetlerinde önce üç şerit görülürken sayfanın sonunda şeritler ikiye düşer. Bu macerada Tenten, Kaptan Haddok'a istediğini yaptırmak için içki içirir (s. 37). Tenten bunu bir kez daha, Tenten Tibet'te macerasında yapacaktır. Türkmenistan manatı Manat, Türkmenler'in kullandığı resmî para birimidir. Türkmenistan'da bağımsızlıktan sonra kabul edilmiştir. Türkmenistan'da bundan önce Ruble kullanılmaktaydı. Virüs Virüs, sadece canlı hücreleri enfekte edebilen ve böylece replike olabilen mikroskobik enfeksiyon etkenleri. Virüsler: hayvanlardan ve bitkilerden, bakterilerin ve arkelerin de içinde bulunduğu mikroorganizmalara kadar her türlü canlı şekillerine bulaşabilirler. Dmitri Ivanovsky 1892 yılında bir makalede tütün bitkisine bulaşan bakteri olmayan etkenleri açıkladığından ve Martinus Beijerinck'in 1898 yılında tütün mozaik virüsünü keşfetmesinden beri, 5,000 civarında virüs türü detaylı bir şekilde tarif edilse de milyonlarca türde virüs vardır. Virüsler yeryüzündeki hemen her ekosistemde bulunan biyolojk varlığın en bol türüdür. Virüslerle ilgilenen bilime viroloji denir ve mikrobiyolojinin alt uzmanlık alanıdır. Virüsler, enfekte hücre içerisinde veya enfeksiyon sürecinde, virionlar ve bağımsız viral parçacıklar halinde bulunabilir. Bir virüsün tüm yapılarını barındıran tek bir virüs partikülüne virion denir ve iki ya da üç parçadan oluşur: (i) DNA veya RNA'dan sadece birisi olabilen viral genom ve genetik materyali taşıyan büyük moleküller; (ii) genetik materyali saran, koruyan ve başka işlevleri de olan kapsid denilen bir protein tabakası, (iii) protein tabakayı saran lipit bir zarf. Virüs parçacıkları sarmal (helikal), kübik veya karmaşık (kompleks) morfolojilerde olabilmektedirler. Virionlar ışık mikroskobuyla görülemeyecek kadar küçük yapıdadırlar. Ortalama bir virion ortalama bir bakterinin yüzde biri büyüklüğündedir. Yaşamın evrimsel tarihinde virüslerin menşei açıklanamamıştır. Bazıları, hücreler arasında hareket edebilen DNA parçacıkları olan plazmidlerden, bazıları da bakterilerden evrimleşmiş olabilir. Evrimde, virüsler genetik çeşitliliği arttıran yatay gen transferinde önemli bir araçtırlar. Virüsler genetik materyal taşıdıkları, üredikleri ve doğal seçilime uğradıkları için bazıları tarafından canlı kabul edilirler. Ancak canlı olarak kabul edebilmek için gerekli bazı anahtar özellikleri (ör. hücre yapısı) taşımadıkları için virüslere "yaşamın kıyısındaki organizmalar" ve kopyalanıcılar denilmiştir, . Virüsler birçok yolla yayılırlar; bitkilerde virüsler genellikle yaprak bitleri ve bitki özsuyu ile beslenen Böcekler tarafından bitkiden bitkiye aktarılırken, hayvanlarda kan emici haşerat tarafından aktarılırlar, bu hastalık taşıyan organizmalara vektörler denilir. Grip virüsleri solunum yoluyla yayılım gösterirler. Norovirüs ve rotavirüs viral kaynaklı gastroenteritin en bilindik etkenlerindendir ve fekal-oral bulaş yoluyla ve insandan insana temas ile, su ve yiyeceklerle
bulaşırlar. HIV cinsel temas yoluyla ve enfekte kanla temas yoluyla bulaşan ciddi bir etkendir. Virüsün enfekte edebildiği hücrelere "konak" hücre denirve konak türü geniş veya dar olabilir, bunu virüsün "konak özgüllüğü" belirler. Hayvanlarda viral enfeksiyonlar genelde immun sistemin uyarılaması ve enfeksiyona neden olan virüsün ortadan kaldırılması ile sonuçlanır. Bağışıklık tepkileri aynı zamanda aşı ile de uyarılabilir, bu durum belirli viral ajanlara karşı yapay bir bağışıklık kazandırır. Bununla beraber AIDS ve viral hepatit etkeni olan bazı virüsler immun yanıttan kaçarlar ve kronik enfeksiyonlara yol açarlar. Antibiyotikler virüslere karşı etki etmezler ancak virüslere etki edebilen bazı antiviral ilaçlar geliştirilmiştir. Latinceden gelen "vīrus" kelimesi zehir anlamına gelmektedir ve Hint-Avrupa dil kökeninden gelen diğer zararlı sıvılar ile sanskritçede "viṣa" poison, Doğu İran dillerinde "vīša" poison, antik Yunancada "ἰός" poison aynı anlamdadır, bu kelimenin ilk tastiki 1398'de Bartholomeus Anglicus'un John Trevisa tarafından İngilizce tercümesi olan "De Proprietatibus Rerum'da "yapılmıştır. 1400'lerde Latincede "Virulent", "virulentus" (zehirli) kelimesi kullanılmıştır. Dmitri Ivanovsky'nin 1892'de virüsları keşfinden önce "bulaşıcı hastalığa neden ajan" anlamı ilk kez 1728'de kayda girmiştir. "Viral "sıfatı 1948'de kullanılmıştır. "Virion" terimi (çoğulu "virionlar") 1959'da, Özgül hücreleri enfekte edebilen tek bir stabil enfektif viral partikül anlamında kullanılmıştır. Louis Pasteur kuduz için bir nedensel ajan bulamadı ve bir mikroskop kullanılarak tespit edilemeyecek kadar küçük bir patojenle ilgili spekülasyonlar yaşandı. 1884'te, Fransız mikrobiyolog Charles Chamberland, bakteriden daha küçük gözeneklere sahip olan filtreyi icat etti (günümüzde Chamberland filtresi ya da Chamberland-Pasteur filtresi olarak bilinir). Böylece, bakteri içeren bir çözeltiden bakteriler tamamiyle ayrıştırılabildi. 1892'de, the Rus biyolog Dmitri Ivanovsky şimdiki tütün mozaik virüsü olarak bilinen virüsü incelemek için bu filtreyi kullandı. Deneylerinde enfekte tütün bitkilerinin ezilmiş yapraklarından elde edilen çözeltilerin süzülmesi sonucunda süzülen sıvıda etkenlerin süzülmeden kaldığını gözlemledi. Ivanovsky enfeksiyonun bakteriler tarafından üretilen bir toksin tarafından meydana geldiğini öne sürdü, ancak bu düşüncesini sürdürmedi. O zamanlar tüm enfeksiyöz ajanların filtreler tarafından süzülebildiği ve üretilme ortamlarında üreyebildikleri düşünülmekteydi – Bu düşünce hastalık yapıcı mikrop teorisinin bir parçasıydı. 1898'de, Hollandalı mikrobiyolog Martinus Beijerinck bu deneyleri tekrarladı ve süzülmüş çözeltinin enfeksiyöz ajanların yeni bir formunun içerdiğine ikna oldu. Bu ajanların sadece bölünebilen hücrelerde çoğaldıklarını gözlemledi ancak bu deney sonucunda hastalık oluşturan partikülleri göremedi, ajanlara "contagium vivum fluidum" (çözünür canlı mikroplar) adını verdi ve sonra "virüs "olarak yeniden adlandırıldı. Beijerinck virüslerin doğada sıvı olarak bulunduğunu savunmuştur, daha sonra bu teori virüslerin partikül olduğunu düşünen Wendell Stanley tarafından düşürülmüştür. Aynı yıl içinde Friedrich Loeffler ve Paul Frosch ilk hayvan virüsü olan şap hastalığı virüsünü tescillediler. 20. yüzyılın başlarında, İngiliz bakteriyolog Frederick Twort, şimdilerde bakteriyofaj (ya da sadece faj) denilen ve bakterileri enfekte eden virüs gruplarını keşfetti. Fransız-Kanadalı mikrobiyolog Félix d'Herelle, besiyerindeki bakterilere süspansiyon şeklinde eklendiğinde onları öldüren virüsları tanımladı. Bu süspansiyonları seyrelterek en yüksek seyreltmeyi keşfetti (en düşük virüs konsantrasyonları), tüm bakterilerin ölmesinden ziyade, ölü organizmaların oluşturduğu alanları gözlemledi. Bu alanları sayma ve seyreltme faktörü ile çarparak orijinal süspansiyondaki virüslerin sayısını hesaplamaya çalıştı. Fajlar tifo ve kolera gibi hastalıkların olası tedavisi gibi takdim edildi, ancak penisilinin geliştirilmesi ile bir kenara bırakıldılar. Faz çalışmaları, genlerin açılıp kapanma mekanizmalarını ve yabancı genlerin bakteri hücrelerine aktarılmaları için kullanışlı bir mekanizmayı anlamayı destekledi . 19. yüzyılın sonlarında virüsler, enfeksiyonları, filtrelerden geçebilmeleri ve yaşamaları için konağa gereksinim duymaları bakımından tanımlanmışlardır. Virüsler sadece bitki ve hayvanlarda üretilebilmişlerdi. 1906'da, Ross Granville Harrison lenf dokusu yetiştirmek için bir yöntem icat etti ve 1913'te E. Steinhardt, C. Israeli, ve R. A. Lambert, gine domuzu kornea dokusu parçalarında Vaccinia virüsü üretme amacıyla bu metodu kullandı. 1928'de, H. B. Maitland ve M. C. Maitland, kıyılmış tavuk böbreği süspansiyonunda vaccinia virüsü ürettiler. Bu metotlar 1950'lerde aşı üretimi için büyük ölçekte poliovirüs üretilene kadar geniş ölçüde kabul edilmediler, . Diğer bir atılım 1931'de geldi, Amerikan patologlar Ernest William Goodpasture ve Alice Miles Woodruff influenzavirüs ve bazı diğer virüsleri döllenmiş tavuk yumurtasında ürettiler. 1949'da, John Franklin Enders, Thomas Weller ve Frederick Robbins insan embriyo hücre kültüründe poliovirüs ürettiler ve böylece sağlam hayvan dokuları ve embriyonlu yumurta dışında virüs üretilmiş oldu. Bu çalışma etkili polio aşısı üretmek için Jonas Salk tarafından yapıldı. Virüslerin ilk görüntüleri, Alman mühendisler Ernst Ruska ve Max Knoll tarafından 1931'de elektron mikroskobunun icadı üzerine elde edildi. 1935'te, Amerikan biyokimyacı ve virolog Wendell Meredith Stanley tütün mozaik virüsü ile ilgili çalışmalar yaptı ve çoğunlukla protein yapılardan oluştuğunu buldu. Kısa bir süre sonra, virüsler proteinler ve RNA parçalarına ayrıştırıldılar. Tütün mozaik virüsü ilk kez kristalize edildi ve yapısı bu nedenle ayrıntılı olarak tarif edilebildi. Kristalize virüsün ilk x ışını kristalografi görüntüleri Bernal ve Fankuchen tarafından 1941'de elde edildi. Bu görüntüleri temel alan Rosalind Franklin 1955 yılında virüsün tam yapısını keşfetti. Aynı yıl içinde, Heinz Fraenkel-Conrat ve Robley Williams saflaştırılmış tütün mozaik virüsünün RNA ve protein kapsidinin kendi kendine birleşip fonksiyonel virüs formunu oluşturabildiğini gösterdi, bu basit mekanizmanın muhtemelen virüslar tarafından konak hücre içinde oluşturulduğu düşünüldü. 20. yüzyılın ikinci yarsında virüs keşfi altın çağını yaşadı ve bu yıllarda 2000'den fazla hayvan, bitki ve bakteri virüsü türü keşfedildi. 1957'de, atların viral arteritine yol açan equine arterivirüs ve sığır viral diyare virüsü (bir pestivirüstür) keşfedildi. 1963'te, hepatit B virüsü Baruch Blumberg tarafından keşfedildi, ve 1965'te, Howard Temin ilk retrovirüsü tanımladı. Ters transkriptaz enzimi retrovirüsler tarafından kendi RNA'larından DNA kopyalamada kullanılır ve ilk kez birbirinden bağımsız olarak Howard Martin Temin ve David Baltimore tarafından 1970'te tanımlanmıştır. 1983'te Luc Montagnier'in takımı Fransada Pasteur Enstitüsünde, şimdilerde HIV olarak bilinen retrovirüsü ilk kez izole ettiler. Virüsler ve canlı hücreler, DNA veya RNA, ve proteinler gibi ortak bileşiklere sahiptirler. Lakin biyokimyacı Wendel Stanley'nin tanımına göre virüsler biyolojik moleküllerden "basit" oluşumlardır. Organik moleküllerin kendi kendilerine yapısallaşma özeliklerinin bir sonucudurlar ve dolayısıyla canlı sayılmazlar. François Jacob da virüsler hakkında "bir kültür ortamına yerleştirildiklerinde virüslerin bir metabolik faaliyeti yoktur, enerjiyi ne üretebilirler ne de kullanabilirler, ne büyür ne çoğalabilirler, canlıların bu ortak özelliklerinden hiçbiri yoktur onlarda" der. Virüsler ancak canlı bir hücrenin enzimlerini kullanarak çoğalabilirler. Ayrıca, virüsler DNA veya RNA'dan birine sahip olsalar da, canlı hücrelerde olduğu gibi bunların ikisi birden yoktur. Öte yandan son yıllarda yapılan yeni keşifler virüslerin canlılığı hakkındaki tartışmayı yeniden gündeme getirmiştir. Amipleri enfekte eden Mimivirüsün 1200 geni vardır, ki bu rakam bâzı bakterilerin gen sayısından daha fazladır. Bu virüslerin genleri arasında normalde virüslerde bulunmayan, canlı hücrelerde bulunan 30 kadar gen vardır, örneğin protein sentezi ve DNA tamirinden sorumlu enzimleri kodlayan genler. Virüslerin canlı olup olmadığı tartışması sürmektedir. Sorunun cevaplandırılması için "hayat nedir?" sorusunun cevabı gerekmektedir. Zooloji ve botaniğe dayalı kıstaslara göre virüsler canlı değildir. Ancak, bu çıkarım canlı olduğu kabul görmüş varlıkların özelliklerinden genelleme yaparak elde edilmiştir ve yıllar boyunca keşfedilmiş, gittikçe daha küçük canlı türlerini göz önüne alarak sürekli değiştirilmiş tanımlara dayalıdır. Eğer hayat temel ilkelere göre tanımlanırsa, canlılığın en temel kıstası çoğalma yeteneğidir. Virüsler çoğalabildiklerine göre canlı oldukları, veya konak hücreler olmadan çoğalamadıkları için canlı olmadığı iddia edilebilir. Öte yandan pek çok canlı da diğer canlıların ürettiği gıdalar olmadan ne büyüyebilir ne çoğalabilir. Virüslerin canlı olup olmadığı kullanılan hayat tanımına bağlıdır. Hayatı yahut canlılığı tanımlarken Alman bilim adamı Hoimar von Ditfurth şu yorumu yapmıştır: "Amerikalı biyokimyacı ve Nobel Ödülü sahibi Melvin Calvin'in bilimsel bir yazısından aktarılmış 'canlılık:düzenli enerji dönüştürme mekanizmasına ilişkin bilgiyi başka bir özdeş sisteme aktarabilme yeteneği' tanımı, içinden çıkılmazlığıyla aslında sorunun güçlülüğünü ortaya koyuyor. Canlı olmayan ile canlı olanı birbirinden ayırt etmeye kalkışmak, aslında doğaya kendisinde bulunmayan bir duruma ilişkin dıştan bir 'müdahale' ve bu müdahaleye bağlı bir kavram getirme anlamına gelmektedir. Gerçekten de böyle bir girişim doğaya kendisinin tanımadığı sınırları yerleştirmekle eş anlamlıdır. Aslında bu türden sınırların gerçekte karşılığı bulunmayan yapay sınırlar oldukları kesindir. Doğanın o sayısız olayları ve süreçleri karşısında derli toplu bir bakış edinebilmek ve kolaylık sağlayıcı sınıflandırmalar yapabilmek için doğaya dıştan aklın bulunduğu ayırıcı çizgile
r yerleştirmek, Dünya'yı gerçekte bulunmayan enlem ve boylam çizgilerine bölmekten hiç farklı değildir. Yön bulmamıza yardımcı olan ve coğrafî alanlar ya da noktalarda nereleri kastettiğimizi kolaylıkla belirtmemizi sağlayan haritalar üzerindeki bu kavramsal çizgileri hiç kimsenin kalkıp da söz konusu bölgelerin doğal bir özelliğini algılayabileceği gibi, bu çizgileri de o bölgelerde aramak kimsenin aklına gelmeyecektir." Virüsler hayatın olduğu her yerde bulunurlar ve canlı hücrelerin ilk geliştiği andan beri muhtemelen virüsler de vardı. Virüslerin kökenleri bilinmemektedir çünkü fosil formları bulunmamaktadır, virüslerin kökenlerini bulabilmek için DNA ve RNA karşılaştırmasını kullanan moleküler teknikler uygulanmıştır. Ek olarak, viral genetik materyal bazen konak hücredeki gen bölgelerine entegre olabilir, bu yolla virüs genomu nesille boyu dikey olarak aktarılabilir. Bu bilgiler milyon yıllar önceki antik virüslerin izini sürmeye çalışan paleovirologlar için pahabiçilemezdir. Şu anda, Virüslerin kökenini açıklamaya çalışan üç ana hipotez vardır: Geçmişte, bu hipotezlerin hepsi ile ilgili sorunlar vardı: en küçük hücresel parazitlerin bile virüslere benzememesi nedeniyle gerileme hipotezi açıklanmakta zorlanılmıştır. Kaçış hipotezinde, karmaşık kapsidlerin, virüslerin diğer parçacıklarının ve yapılarının nasıl oluştuğunun açıklaması yapılamamıştır. Birlikte evrim hipotezinde de virüslerin konak hücre gereksinimlerini açıklayamamıştır. Şimdilerde virüslerin antik ve üç üst alemin tarih öncesi bir ayrışımına ait oldukları kabul edilmektedir. Bu keşif modern virologları tekrar düşünmeye ve klasik üç üst alem hipotezini yeniden değerlendirmeye sevketmiştir. RNA dünyası hipotezi, virüslerin bilgisayar analizi ve konak DNA dizileri, farklı virüsler arasındaki evrimsel ilişkileri daha iyi anlamamızı sağlar ve modern virüslerin atalarını belirlemenize yardımcı olabilir. Günümüzde, analizler herhangi bir hipotezi doğrulamamaktadır. Ancak, tüm bilinen virüsler ortak bir atası var zor görünüyor, ve muhtemelen virüsler geçmişte farklı farklı mekanizmalar ile birçok kez ortaya çıkmışlardır. Prionlar DNA ya da RNA barındırmayan infeksiyöz protein molekülleridir. Koyunlardaki gibi enfeksiyöz hastalıklara neden olurlar, sığırlarda bovin spongiform ensefalopati ("deli dana hastalığı"), ve geyiklerde kronik halsizlik hastalığı; insanlarda, prionik hastalıklar "gülme hastalığı" olarak da bilinen Kuru hastalığı, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, ve . Prionlar temelde viroidlerden ve virüslerden farklı olamasına rağmen keşfedilemeleri, virüslerin kendini kopyalayan moleküllere evrimleşmiş olduğu teorisini destekler. Sınıflandırma ve adlandırma, virüslerin benzer ya da farklı özellikleri dikkate alınarak yapılmaktadır. 1962'de, André Lwoff, Robert Horne, ve Paul Tournier linnean hiyerarşik sistemi baz alan ilk virüs sınıflandırma şeklini geliştirmişlerdir. Bu sistem şube, sınıf, takım, aile, cins, ve tür sınıflantırmasını temel alır. Virüslerin genom türlerini baz alan gruplandırmalar da yapılmıştır. Sonraları Uluslararası Virüs Taksonomisi Komitesi (UAVTK) kuruldu. Ancak virüsler şube ve sınıf olarak sınıflandırılmadı, bunun nedeni küçük genomları ve yüksek oranda mutasyona uğramaları nedeniyle yaşanan zorluklar sebebiyle takımın ötesinde tanımlamaya geçilmemesidir. Geleneksel hiyerarşiyi desteklemek için Baltimore Sınıflandırması kullanıldı. Şu andaki sınıflandırmayı Uluslararası Virüs Taksonomisi Komitesi geliştirdi ve aile bütünlüğünü korumak için virüs ailelerinin özelliklerine ağırlık veren bir rehber yayınladı. virüsleri sınıflandırmak için uluslararası birleşik bir taksonomi kuruldu. 9. UAVTK raporunda viral taksonların dallanma hiyerarşisinde en düşük takson grubu olarak virüs türü kavramı tanımlanmıştır. Ancak günümüzde virüsleri ve virüs çeşitliliğinin sadece çok küçük bir bölümü incelenmiştir. Genel taksonomik yapı aşağıdaki gibidir: Mevcut (2013) UAVTK taksonomisi, 7 takımdan oluşur, "Caudovirales", "Herpesvirales", "Ligamenvirales", "Mononegavirales", "Nidovirales", "Picornavirales", and "Tymovirales". Komite alt tür, suş ve izolatlar arasında resmi bir ayrım yapmamaktadır. Toplamda 7 takım, , 22 alt aile, 455 cins, 2,827 civarında tür vardır ve 4,000'den fazla tip henüz sınıflandırılmamıştır. Nobel ödüllü biylog David Baltimore, Baltimore sınıflandırma sistemini geliştirmiştir. UAVTK sınıflandırma sistemini, modern sınıflandırma sistemleri ve Baltimore sınıflandırma sistemini bağdaştırarak yapmıştır. Baltimore sınıflandırması viral mRNA sentezini temel alan bir sınıflandırmadır Virüsler genelde genomlarıyla sentez ettirdikleri proteinleri kullanarak kendilerini replike ettirirler. Viral genom çift iplikçikli (çi) veya tek iplikçikli (ti) olabileceği gibi DNA ya da RNA da olabilir, bazı virüslerde ters transkriptaz enzimi varken bazılarında da bu enzim yoktur. Ek olarak tiRNA virüsleri pozitif yönelimli ya da negatif yönelimli olabilirler, pozitif yönelimli virüslerin genomlarına enfektif genom denmektedir. Bu sınıflandırma virüsleri yedi grupta toplamıştır: Bu gruplar aşağıdaki gibidir: Virüslerin bir yaşam biçimi olup olmadığı ya da canlı organizmalarla etkileşime girip girmedikleri konusunda farklı görüşler mevcuttur. Virüsler "yaşamın kıyısındaki organizmalar" olarak tanımlanmışlardır, genler, doğal seçilim yoluyla evrim, ve öz-montaj yoluyla kendilerinin birden çok kopyasını yeniden oluşturarak organizmalardakine benzer özelliklere sahiptir. Genleri olmasına rağmen, genellikle yaşamın temel birimi olarak görülen bir hücresel yapıya sahip değillerdir. Virüsler kendi metabolizmalarına sahip değillerdir ve yeni ürünler üretmek için konak hücrelere ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden konak hücre dışında replike olamazlar Rickettsia ve chlamydia gibi bakterilerde konak hücrelerde çoğalabilir olmalarına rağmen canlı olarak kabul edilirler. Canlı kabul edilen hücrelerin çoğalmak için hücre bölünmesini kullanmaları, buna karşın virüslerin hücrelerde spontan olarak replike olmaları onların çoğalmasını canlı kabul edilen hücrelerin çoğalmasından ayırırken virüslerin, çoğalırken doğal seçilime maruz kalmaları nedeniyle genetik yapılarında meydana gelen farklılıklar, onları kristallerin özerk çoğalmasından ayırır. Konak hücrede virüs replikasyonunun, hayatın kökeni çalışmalarına katkısı vardır ve hayatın, moleküllerin kendiliğinden birleşmesi ile başlamış olabileceğini savunan hipoteze katkıda bulunabilir. Virüsler "morfoloji" denilen şekil ve boyutları bakımından farklılıklar gösterirler. Genellikle bakterilerden çok küçüktürler. İncelenen virüslerin çoğunluğu 20 ila 300 nanometre çapa sahiptirler Bazı filovirüslerin çapları yaklaşık 80 nm iken uzunlukları toplamda 1400 nm'ye kadar çıkmaktadır. Çoğu virüs optik mikroskopla görülemez, bu yüzden taramalı ve geçirimli elektron mikroskobu virionları görselleştirmek için kullanılır. Virüs ile arka plan arasındaki kontrastı arttırmak için, elektron - yoğun " boyama" kullanılır. Bu boyalar tungsten gibi ağır metallerden yapılmış tuz solusyonlarıdır, bu boya ile boyanmış yerler elektonla kaplanır. Virionlar boya ile kaplandığında (pozitif boyama), ince ayrıntılar belirsizleşir. Negatif boyamada sadece arka planın boyanması ile bu sorun giderilebilir. Bir virüs türüne özgü yapıların tümünü bir arada bulunduran tek bir virüs partikülüne virion denmektedir. Viral genom tarafından kodlanan ve kapsomer adı verilen alt ünite proteinlerin bir araya gelmesiyle kapsid oluşmuştur ve kapsidin şekli virüsun morfolojik ayrımında kullanılır. Virüsler konak hücre zarından kendilerine "zarf" adı verilen ve kapsidi çevreleyen lipit bir dış zar oluşturabilirler. Virüs tarafından kodlanan protein alt-üniteleri özerk olarak birleşerek, içinde genellikle virüs genomunu barındıran kapsidi oluştururlar. Kapsid yapılarına yardımcı proteinler için virüslerde karmaşık kodlar vardır. nükleik asit ile ilgili proteinler nükleoproteinler şekilde bilinmektedir ve viral nükleik asit ile viral kapsid proteinlerinin birlikte bulunduğu yapı nükleokapsid olarak adlandırılır. Kapsid ve tüm virüs yapısı atomik kuvvet mikroskobu aracılığıyla mekanik (fiziksel) olarak derinlemesine incelenebilir. Genel olarak, dört ana morfolojik virüs türü vardır: Virüslerin morfolojilerini çeşitli faktörler etkilemektedir, bunların en önemlisi kapsid ve zarf yapılarıdır. Poksvirüsler büyük, karmaşık yapılı, alışılmadık morfolojiye sahip virüslerdir. Viral genom nukleoid olarak bilinen merkezi disk yapısında proteinlerle ilişkilidir; Nükleoid zar ve işlevi bilinmeyen iki adet yanal protein kütlesinden oluşur; Virüs protein yoğun bir tabaka ile çivili dış zara sahiptir; Tam virion oval bir tuğlaya benzeyen pleomorfik yapıya sahiptir. , 400 nm'lik kapsid çapları ile en geniş karakterdeki virüslerdendir, yüzeyden çıkan 100 nm boyutlarında iplikçikleri vardır; Kapsid muhtemelen ikozahedral yapıda olduğundan elektron mikroskobu altında altıgen şekilde görünür. 2011'de, araştırmacılar Şilinin Las Cruces kıyılarından toplanan okyanus dibinden alınan su örneklerinde bilinen en uzun virüs örneğini keşfettiler; Bazik optik mikroskopla görülenebilen bu virüsa geçici olarak " chilensis" adı verildi. 2013'te, Şili ve Avustralyada Megavirüs ve Mimivirüs'tan iki kat daha büyük genoma sahip cinsi keşfedildi. Arkeleri enfekte eden bazı virüsler diğer virüs şekillerinden bağımsız, iğ, çengel, çubuk, gözyaşı ve hatta şişe şeklinde çok çeşitli sıradışı şekillerde kompleks yapıya sahiptirler. Kuyruklu bakteriyofajlara benzer ve çoklu kuyruk yapıları barındırabilen diğer arke virüsler de vardır. Genetik yapıların en muazaam çeşitleri virüs türleri arasında görülebilir; virüsler, bitkilerden, hayvanlarden, arkelerden ya da bakterilerden daha fazla genomik çeşitlilik barındırırlar. Yaklaşık 5.000 tür detaylı bir şekilde tarif edilmiş olmasına rağmen, farklı türde milyonlarca virüs mevcuttur. Eylül 2015 tarihi itibarıyla, NCBI Virüs Genomu Veritabanı 75.000 'den fazla tam genom dizisine sahiptir, kuşkusuz daha keşfedilmeyi bekleyen birçok çeşidi me
vcut. Bir virüs DNA ya da RNA'dan sadece birini barındırabilir ve bu sebeple DNA veya RNA virüsu olarak adandırılır. Virüslerin büyük çoğunluğu RNA genomlarına sahiptir. Viral genom daki gibi dairesel ya da adenovirüslerdeki gibi doğrusal olabilir. Nükleik asit türünün genomunun şekliyle alakası yoktur. RNA virüsleri ve bazı DNA virüsleri arasında genomu birkaç parçadan oluşmuş olanlar vardır, bu şekilde genoma sahip virüslera parçalı (segmentli) genoma sahip virüsler denir. RNA virüsleri için, her segment sadece bir protein kodlar ve genelde tüm segmentler aynı kapsidin içinde bulunur. Ancak, brom mozaik virüsü ve diğer çeşitli bitki virüslerinde olduğu gibi virüsun enfektif olması için her segmentin aynı virionda bulunmasına gerek yoktur. Bir viral genom, nükleik asit türü ne olursa olsun tek veya çift sarmallı olabilir. tek şeritli genomları çiftlenmemiş bir nükleik asitten oluşmaktadır, ortadan aşağı bölünmüş bir merdivenin yarısına benzer şekildedir. Çift sarmallı genomlar birbirini tamamlayan nükleik asit çiftlerinden oluşur. Bazı virüs ailelerinin virüs partikülleri, "Hepadnaviridae "ait olanlar gibi kısmen çift iplikçikli ve kısmen tek iplikçikli olan bir genom içerebilirler. Bazı RNA virüsleri pozitif yönelimli (pozitif polariteli), bazıları ise negatif yönelimli (negatif polariteli) virüsler olarak sınıflandırılır. Pozitif yönelimli viral RNA, viral mesajcı RNA ile aynı yönelimdedir ve böylece konak hücre tarafından kolayca okunabilir. Negatif yönelimli RNA virüslerinin RNA'sı viral mRNA'nın tamamlayıcısıdır ve RNA'ya bağımlı RNA polimeraz enzimine gereksinim duyarlar. Genom boyutu türler arasında büyük ölçüde değişir. En küçük viral genom – the tek iplikçikli DNA'ya sahip circovirüslerdir, "" ailesi– sadece iki proteini kodlar ve genom boyutu sadece iki kilobazdır; en büyük genom ise –genom boyutu 2500e yakın proteini kodlayan iki megabaz civarındadır. Genelde, RNA virüslerı DNA virüslerinden daha küçük genoma sahiptirler çünkü RNa virüs replikasyonunda daha yüksek oranda hata yapılır ve bu hataların azami üst sınırı vardır. Kopyalanan genomdaki bu sınırın ötesinde yapılan hatalar nedeniyle virüs inaktif olur ya da rekabet yeteneğini kaybeder. Bunu telafi etmek için, RNA virüslerı parçalı genoma sahiptirler. Genom daha küçük moleküller halinde bölünür, bu sayede tek bileşenli genomunda oluşacak bir hatanın tüm genomu etkisiz hale getirmesi olasılığı azaltılır. Tersine, DNA virüslerinin replikasyon enzimleri yüksek oranda doğruluğa sahip olduklarından genellikle daha büyük genomlara sahiptirler. Tek sarmallı DNA virüsleri bu kuralın dışındadırlar, mutasyon oranları tek iplikçikli RNA virüslerine yakın b,ir oranda seyredebilir. Virüslerin yönetici molekülünü (genomunu) oluşturan DNA veya RNA'yı ve kor proteinlerini çevreleyerek dış etkilerden korur. Kapsit ayrıca virüse şeklini verir, kapsitteki proteinler virüsün hücreye tutunmasını sağlar ve dolayısıyla konak özgüllüğünü belirler. Virüs nüfusu hücre bölünmesi yoluyla artmamaktadır çünkü virüsler birer hücre değillerdir. Bunun yerine, kendilerinin birden fazla kopyasını üretmek için bir konak hücrenin organellerini, moleküllerini ve metabolizmasını kullanırlar, konağa kendi parçalarını kopyalattırıp bu parçaları yine konakta birleştirirler. Virüslerin hayat döngüleri türlere göre farklılık gösterse de genelde altı temel aşamada gerçekleşir: Tutunma Konak hücre yüzeyindeki reseptörlerle viral kapsid üzerindeki veya viral zarf üzerindeki proteinlerin özgül (spesifik) bağlanması ile gerçekleşir. Bu özgüllük bir virüsün konak aralığını belirleyen faktörlerdendir. Örneğin, HIV'in konak aralığı insan akyuvar hücreleri ile sınırlıdır. Bunun nedeni HIV yüzey molekülü gp120, özgül olarak molekülü ile etkileşime girer ve CD4 molekülü sıklıkla T-Hucrelerinde bulunur. Virüs konak hücreye tutunduktan sonra, konak hücre yüzeyinde çeşitli değişiklikler olur. Hücreye giriş Tutunmayı takip eder: Virion, reseptöre bağımlı endositoz ya da füzyon yolu ile konak hücreye girer. Bu genellikle viral giriş olarak adlandırılır. Bitki ve mantar hücrelerinin enfeksiyonu hayvan hücrelerininkinden farklıdır. Bitkiler selüllozdan ve mantarlar kitinden yapılmış sert bit hücre duvarına sahiptirler, çoğu virüs bitki ve mantarları hücre duvarlarının hasar görmesi sonucu enfekte eder. Ancak, neredeyse tüm bitki virüsleri (tütün mozaik virüsü gibi) tek iplikçikli nükleoprotein komplekslerinin içerisinde, plazmodezmata adlı gözenekler boyunca hücreden hücreye direkt olarak hareket ederler. Bakteriler de bitkiler gibi güçlü hücre duvarına sahiptirler. Ancak, bakteriler bitki hücrelerinden küçük oldukları için hücre duvarlarıda bitkilerinkine göre çok daha incedir, Bazı virüsler genomlarını bakteriye enjekte edecek mekanizmalar geliştirmişlerdir, bu işlemde viral kapsid hücre dışında kalır. Kapsidin soyulması Viral kapsidin çıkartıldığı bir işlemdir: Bu işlem viral enzimler ya da konak enzimleri tarafından veya kapsidin basit ayrışma ile bozulmasıyla oluşabilir; sonuç olarak viral nükleik asit hücre içinde serbest kalır. Viral replikasyon (kopyalanma) Virüs genomunun birincil çoğalmasını kapsar. Replikasyon, "erken" genlerden viral mRNA'nın sentezi (mRNA) (pozitif yönelimli virüsler için istisnadır), viral protein sentezi, viral proteinlerin olası birleşmeleri, erken veya düzenleyici olarak nitelendirilen proteinlerin aracılığıyla viral genomun replikasyonu aşamalarını kapsar. büyük genomlu kompleks virüslerde mRNA sentezinde bir veya daha fazla aşama olabilir. Birleşme Viral ürünlerin bir araya gelerek birleşmesi ve progeni virüslerinin oluşması aşamasıdır, bu aşamada proteinlerde çeşitli değişiklikler meydana gelebilir. HIV gibi virüslerde, bu değişiklikler (olgunlaşma da denilmektedir) virüs konaktan salınmadan "önce "meydana gelir. Salınma Virüsler konak hücreden lizis yoluyla salınabilirler, lyzis hücre zarı veya duvarının patlaması ile hücrenin ölmesi olayıdır. Pek çok bakteri virüsü ve bazı hayvan virüsleri bu yolla salınır ve bu tür enfeksiyonlara "litik enfeksiyon" denir. Bazı virüslerin viral genomu genetik rekombinasyon yoluyla konak kromozomunun özgül bir bölgesiyle birleşerek lizojenik döngüye girerler. Bu şekilde birleşmiş virüs genomlarına "provirüs", bakteriyofaj genomlarına ise "profaj" denmektedir. Bu birleşme olayına "lizojeni" ade verilirken, buna maruz kalan konağa da "lizojen" denir. Lizojen konak bölündükçe viral genom da çoğalır. Viral genom konak içinde çoğunlukla sessizdir. Bunun yanında bazı durumlarda provirüs ya da profaj entegre olduğu yerden ayrılabilr ve litik enfeksiyona yol açabilir. Zarflı virüsler (örneğin HIV) tipik olarak tomurcuklanarak konak hücreden salınır. Bu işlem sırasında virüs konağın plazma zarından ya da diğer iç zarlarından modifiye edilmiş bir zarla kendi zarfını elde eder. Virüs partikülleri içindeki genetik malzemeler, ve bu malzemelerin çoğaltılması, farklı virüslerda önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Virüsler birçok mekanizma ile genetik materyal değişikliğine uğrayabilirler. Antijenik kayma adı verilen işlemleride içeren DNA ya da RNA bazlarının tek tek diğerleri ile mutasyona uğramasıdır. Birçok nokta mutasyon "sessizdir" – sessiz mutasyonlar protein kodlayan genlerde değişime neden olmazlar – fakat örneğin antiviral ilaçlara karşı direnç geliştirebilen diğer mutasyonlardaki gibi, evrimsel avantajlara da neden olabilirler. Antijenik sapma virüs genomunda köklü değişikliklere neden olur; Bu değişiklikler rekombinasyon ve reassortmanın bir sonucudur; İnfluenzavirüslerde meydana gelirken pandemilere neden olur. RNA virüsleri çoğu kez quasispecies (çeyrek tür) ya da aynı türden virüs grupları şeklinde bulunurlar, grup üyelerinin genom nükleotit dizilerinde farklılıklar bulunabilir. Doğal seleksiyon için birincil hedef quasispecieslerdir. Parçalı genom evrimsel avantajlar kazandırır; parçalı genoma sahip virüsün farklı suşları, parçalı genomlarını karıştırabilir ve aynı soydan progeni virüsler ya da benzersiz özelliklere sahip yeni virüsler meydana gelebilir. Bu duruma reassortman ya da "viral çiftleşme "de denir. Genetik rekombinasyon bir DNA iplikçiğinin kırılıp daha sonra farklı bir DNA molekülünün sonuna birleştirilmesi sürecidir. Virüslerin aynı hücreyi aynı anda enfekte ettiği durumlarda oluşur ve virüs evrimi çalışmaları sırasında çalışılan türler arasında yaygın olarak yapıldığı gözlenmiştir. Rekombinasyon hem DNA hem de RNA virüslerinde meydana gelebilir. Parazitik canlıların faydalandığı diğer canlılara konak denir. Virüsler zorunlu parazitlerdir, replikasyon yoluyla çoğalırlar ve replikasyon yapabilmek için konak hücreye gereksinim duyarlar. Diğerlerini göz önünde bulundurursak virüsler yeryüzünde bugüne kadar en bol biyolojik çeşitliliğe sahip gruptur. Hayvanlar, bitkiler, bakteriler, arkeler ve mantarlar gibi yaşam biçimlerinin her türünü enfekte edebilirler. Bununla birlikte, farklı virüs tipleri bu yaşam biçimlerinin sadece sınırlı bir aralığına bulaşabilir ve virüs enfeksiyonları türe özeldir. Bu özgüllük canlı türü düzeyinde olduğu gibi hücresel düzeyde de olabilir. Örneğin smallpox virüsü sadece insan türünü enfekte edebilir ve dar bir konak aralığı olduğu söylenebilir. Kuduz virüsü gibi bazı virüsler, memelilerin birçok türünü enfekte edebilir ve buvirüslerin geniş bir konak yelpazsesi olduğu söylenebilir. Bitki virüslerinin ve diğer hayvan virüslerinin birçoğu insanları enfekte etmez. Bazı bakteriyofajlar sadece bir bakteri suşunda enfeksiyona neden olurlar ve faj tiplendirilmesi bakteriyel hastalıkların kaynaklarının araştırılmasında kullanılabilen bir yöntemdir. Virüslerin konak hücrede meydana getirdiği yapısal ve biyokimyasal etkiler geniş kapsamlıdır. Bu etkilere "sitopatik etkiler" denir. Birçok virüs enfeksiyonu sonrası konak hücre ölür. Ölüm nedenleri, hücre parçalanması (lizis), hücrenin sitoplazmik zarındaki değişiklikler ve apoptozis olabilir. Hücre ölümü vakaları sık sık, virüsün yapısına katılan ve katılmayan partiküller özgül proteinler nedeniyle virüsün hücreyi baskıl
aması sonucu hücrenin normal faaliyetlerinin durmasından kaynaklanır. Bazı virüsler enfekte hücrede hiçbir belirgin değişikliğe neden olmazlar . Virüsler hücrede sessiz (latent) olarak kalabilirler ve birkaç belirti dışında hücre normal fonksiyonlarına devam eder. Bu kalıcı (persistan) enfeksiyon vakalarına neden olur ve virüs aylarca hatta yıllarca uykuda kalabilir. Bu vakalar genelde herpes virüs enfeksiyonlarında meydana gelir. Baz virüsler, Epstein–Barr virüsü gibi, habis kanserlere neden olmadan hücre çoğalmasına neden olurlar, Papillomavirüsler gibi bazı virüsler ise kanserlere neden olabilirler. Virüslere karşı vücudun ilk savunma hattı doğuştan gelen bağışıklık sistemidir. Bu konağı enfeksiyondan nonspesifik olarak savunan hücreleri ve diğer mekanizmaları içermektedir. Bunun anlamı doğuştan gelen bağışık sistemi hücrelerinin patojenleri tanıması ve genel bir şekilde onlara cevar vermesidir ancak edinilmiş bağışıklık sisteminin aksine konağa uzun süreli ya da koruyucu bağışıklık sağlamaz. RNA interferaz virüslere karşı doğuştan gelen önemli bir savunmadır. Birçok virüsün çift iplikçikli RNA (çiRNA) içeren bir replikasyon stratejisi vardır. Böyle bir virüs bir hücreyi enfekte ettiğinde, RNA molekülü ya da moleküllerini salar ve bu moleküller hemen RNA'yı küçük parçalara kesen dicer denilen bir protein kompleksine bağlanırlar sonrasında bir biyokimyasal yol olan aktive olur ve viral mRNA'yı yıkımlayarak hücreyi enfeksiyondan korur. Rotavirüsler çift kapsidlidirler ve kapsidleri tam olarak soyulmaz virüsün üretilen mRNA'lar iç kapsidinde bulunan gözeneklerden salınırlar ve bu sayede RISC kompleksi aktive olmaz. Böylece rotavirüsün çift iplikçikli RNA'sı kapsid içinde zarar görmeden kalır. Omurgalıların edinilmiş bağışıklık sistemi bir virüsle karşıaştığında, virüse bağlanan ve genellikle enfeksiyon yapma özelliğini ortada kaldıran özgül antikorlar üretirler. Buna humoral ya da sıvısal immün yanıt denir. Antikorların iki önemli tipği vardır. Birincisi denen ve virüs nötralizasyonunda oldukça etkili bir antikordur ancak hücreler tarafından sadece birkaç hafta boyunca üretilirler. İkincisine ise denir ve süresiz olarak üretilir. Konakçı kanında IgM varlığı akut enfeksiyonların tanımlanmasında kullanılır, bunun yanında IgG varlığı geçmiş bir zamanda deçirilmiş bir enfeksiyona işaret eder. Bağışıklık testlerinde ise IgG'ye bakılır. virüsler konak hücreye girdikten sonra da antikorlar etkili bir savunma mekanizması olmaya devam edebilir. Omurgalılardaki ikinci savunma mekanizması hücresel immunitedir ve T hücreleri olarak bilinen savunma hücrelerini içerir. Bir T hücresi vücuttaki hücrelerin yüzeylerindeki proteinlerin kısa bölümlerini gözlemler ve şüpheli bir durumla karşılaşırsa "öldürücü T hücreleri" hücreyi yıkımlar, eğer yıkımlanan hücrede virüs enfeksiyonu var idiyse bu sefer virüse özgül T hücreleri çoğalır. Makrofajlar gibi hücreler bu antijen sunumunda uzmanlaşmıştır. İnterferon üretimi önemli bir konak savunma mekanizmasıdır, interferon virüs mevcudiyetinde vücut tarafından üretilen bir hormondur. Bağışıklıktaki rolü karmaşıktır; enfekte hücreyi ve komşularını öldürerek enfeksiyonun yayılmsına mani olur. Tüm virüs enfeksiyonlarında bağışıklık cevabı oluşmayabilir. HIV virion yüzeyindeki amino asit dizilimini sık sık değiştrerek bağışıklık sisteminden kaçar. "kaçış mutasyonu" olarak bilinen bu durumla birlikte viral epitoplar konak bağışıkık mekanizmalarından kaçar. Bu kalıcı virüsler antijenik sapma ile beraber konak bağışıklık sisteminin enfeksiyonu sınırlandırmasını engellerler, antijen sunumunu bloke ederler, sitokine direnç sağlarlar, doğal öldürücü hücrelerin faaliyetlerinden kaçarlar, apoptozisten kaçarlar. "Nörotropik virüsler "denen başka diğer virüslerde sinirler boyunca yayıldıkları için bağışıklık sistemi elemanları bunlara ulaşamayabilir. Viral epidemiyoloji virüslerin yayılımı ve kontrolünü ele alan bir tıp dalıdır. Virüsler anneden-bebeğe dikey (vertikal) yolla yayılablecekleri gibir, insandan insana yatay (horizontal) yolla da yayılabilirler. Dikey yolla bulaşmaya hepatit B virüsü ve HIV örnek verilebilir, bebek doğduğunda çoktan bu virüslerle enfekte olmuştur. Daha nadir görülen başka bir örnek varicella zoster virüsudur, yetişkinlerde hafif seyreden enfeksiyonlara neden olurken ceninde ve yeni doğanlarda öümcül enfeksiyonlara yol açabilir. Epidemiyoloji, viral hastalıkların salgınları sırasında hayat çemberini kırmak için kullanılır. kontrol önlemleri virüsün nasıl bulaştığı sorusunun ceabına göre alınır. Salgının kaynağını veya kaynaklarını b ulmak için virüsün tespiti önemlidir. Tespit edilen virüsün yaılımı aşılamalar yoluyla engellenebilir. Mevcut aşısı bulunmayan virüsler içinse, sanitasyon ve dezenfeksiyon etkili önlemler olabilir. Sık sık, enfekte kişiler toplumun geri kalanında ayrı tutulurlar ve virüse maruz kalmış olanlar karantinada tutulurlar. 2001 yılında İngilterede şap hastalığı salgınının kontrol altına alınması çalışmalarında yüzlerce sığır itlaf edildi. İnsan ve hayvanlarda meydana gelen viral enfeksiyonların çoğunda kuluçka süresince herhangi bir belirti meydana gelmez. Çoğu viral hastalık için bilinen kuluçka süreleri birkaç günden birkaç haftaya kadar değişebilir. İnsanlar ya da hayvanlar enfekte olduklarında kontajiyöz olarak diğer insanlara ve hayvanlara enfeksiyonu belaştırdıkları, genel olarak kuluçka dünemini takip eden bir yayılım dnemi vardır. Birçok viral enfeksiyon için bilinen bu dönemlerin bilinmesi, salgınların kontrolünde çok önemlidir. Bir popülasyonda, toplulukta, ya da bölgede hastalık vakalarının alışılmadık derecede yüksek oranda olması durumuna epidemi denir. Salgınlar dünya çapına yayıldıysa bunlara pandemi denir. Amerkan yerlileri kontajiyöz hastalıklar nedeniyle harap olmuş durumda idiler, özellikle de avrupalı sömürgeciler tarafından getirilen çiçek hastalığı nedeniyle. Colomb'un amerikaya ayak basmasından öne kaç tane yerlinin aşina olmadıkları hastalıklardan öldüğü bilinmemektedir, ancak rakamların yerli nüfusunun %70'ine yakın olduğu tahmin edilmiştir. Bu hastalıkların yerlilere verdikleri zararlar önemli ölçede avrupalıların istilalarına yardımcı olmuştur. Dünya çapındaki epidemilere pandemi denir. 1918 grip pandemisi, 1919 yılına kadar devam etti,kategori 5 influenza pandemisi influenza A virüsünün neden olduğu ciddi alışılmadık ciddi ve ölümcül hastalıklara neden olmuştur. Birçok grip salgınında ağırlıklı olarak, çocuklar yaşlılar ve bağışıklığı zayıf kişiler etkilenirken, kurbanlar genellikle sağlıklı genç yetişkinler olmuştur. Eski tahminlere göre 40-50 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir, daha yeni tahminlerde ise etkilenip bir şekilde ölen insanların 100 milyonu bulduğu belirtilmektedir ve bu rakam 1918'deki dünya nüfusunun %5'idir. Birçok araştırmacı HIV'in 20. yüzyılda Sahra Altı Afrika'da ortaya çıktığını olduğunu düşünmektedir; Şu anda pandemik olan bu etkenin neden olduğu hastalıkla dünya çapında tahminen 38.6 milyon insan yaşamaktadır. HIV/AIDS Hakkında Ortak Birleşmiş Milletler Programı (UNAIDS) ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) AIDS'in ilk tanımlandığı 5 Haziran 1981 yılından bu yana 25 milyon insan öldü ve kaydedilen en yıkıcı pandemilerden birine neden oldu. 2007'de 2.7 milyon insan HIV ile enfekte olmuştur ve 2 milyon insan HIV ile ilşkili enfeksiyonlardan dolayı ölmüşlerdir. Ciddi manada ölümcül etkenlerin yer aldığı "" ailesi. Filovirüsler ebolavirüsleri ve marburg virüsleri barındırır, iplik benzeri virüslerdir ve viral kanamalı hummalara neden olurlar. , 1967'de tespit edildi, 2005'te Angola'da meydana gelen salgın basının dikkatini çekmişti. Ebola Virüs Hastalığı ilk tanımlanığı 1976 yılından bu yana yüksek oranda ölümlerle seyreden aralıklı salgınlara neden oldu. En kötü ve en yakın zamanda meydana gelen salgın Batı Afrika Ebola salgınıdır. virüsler konak hücrede hayati metabolik yolları kullandıkları için, genel olarak konak hücrede toksik etkilere neden oan ilaçlar kulanılmak durumundadır. Viral hastalıklarda en etkili medikal yaklaşım enfeksiyona bağışıklık sağlamak aşılama yapmak ve seçici olarak viral replikasyonu engelleyen antiviral ilaçlardır. Aşılama virüs enfeksiyonlarından korunmada etkili ve ucuz bir seçenektir. Aşı uygulamaları virüslerin keşfinin de öncesinde uygulanmakta idi. Aşılamanın keşfi çocuk felci, kızamık, kabakulak ve kızamıkçık gibi hastalıkların morbiditeleri (hastalık) ve mortalitelerinde (ölüm) dramatik bir düşüşe neden olmuştur. Çiçek hastalığı enfeksiyonları eradike edilmiştir. Aşılamalar insanlarda halihazırda 13'ün üzerinde viral enfeksiyonun önlenmesinde ve daha fazlası hayvanlardaki viral enfeksiyonların önlenmesinde kullanılmaktadır. Aşılar viral proteinleri ya da zayıflatılmış veya öldürülmüş virüsleri (antijenler) içerebilir. Virüslerin zayıflatılmış (attenüe) formlarını içeren canlı aşılar, hastalığa neden olmazlar ancak yine de bağışıklık sağlarlar. Canlı aşılar, bağışıklık sistemi zayıf insanlarda tehlikeli olabilirler çünkü bu insanlarda virüs zayıflatılmış bile olsa hastalığa yok açabilir. Biyoteknoloji ve genetik mühendisliği teknikleri alt ünite aşıların üretilmesi için kullanılmıştır. Bu aşılar sadece virüsün kapsid proteinlerinden yapılmaktadır. Hepatit B sşısı bu aşılara bir örnektir. Alt ünite aşıları bağışıklık sistemi zayıf insanlarda güvenle kullanılabilirler çünkü hastalığa neden olmazlar. Sarı humma virüsü aşısı, 17D olarak bilinen canlı-attenüe bir suştur, muhtemelen üretilen en güvenli ve etkili aşıdır. antiviral ilaçlar genellikle virüslerin yanlışlıkla kendi genomları ile birleştirdiği nükleosit analoglarıdır (Sahte DNA yapıtaşı). Virüsün yaşam döngüsü durdurulur çünkü yeni sentezlenen DNA inaktiftir. Örneğin herpes simpleks virüs enfeksiyonları için kullanılan bir nükleosit analoğu olan asiklovir ve HIV ve hepatit B virüs enfeksiyonlarında kullanılan . Asiklovir en eski ve en sık reçete edilen antiviral ilaçların biridir. Kullanılan diğer antiviral ilaçlar virüs yaşam döngüsünün çeşitli evreleri hedefler. HIV, enfeksiyöz forma geçebilmek için
denilen proteolitik bir enzime gereksinim duyar. Bu enzimi inaktive etmek için proteaz inhibitörleri adı verilen geniş bir ilaç grubu vardır. Hepatit C'ye neden olan RNA virüslerinin oluşturduğu enfeksiyonların %80'i kronik seyirlidir ve hastalar tedavi edilmezlerse karaciğerlerinin kalan kısımları da enfekte olur, etkili bir tedavi için interferon ile kombine şekilde nükleozid analogu bir ilaç olan ribavirin kullanılır. Benzer bir strateji kullanarak, kronik hepatit B taşıyıcılırını tedavi etmek için lamivudine geliştirilmiştir. Laboratuvarda virüsleri çoğaltma ve tespit etmek için çeşitli yöntemler vardır. Kültürlenmiş hücreler bir virüsle enfekte edildikten sonra ortama salınan virüslerin saflaştırılması için santrifüjleme yöntemleri, amonyum sülfat veya etilen glikol ile çökeltme, veya hücre bileşenlerinin organik çözücülerle arıtılması gibi teknikler kullanılır. Virüslerin tespiti ve miktarlarının belirlenmesi için kullanılan yöntemler arasında: Hastalardan yeni bir hastalığın virüsünün tespiti (yakın geçmişten ebola veya HIV örnekleri verilebilir) ve o virüsün saflaştırılması özelleşmiş laboratuvarlar, ayrıca moleküler biyolog ve virolog gibi uzmanlar gerektirir. Bu genelde devlet laboratuvarlarının gayretleriyle gerçekleştirilir ve zor durumlarda Dünya Sağlık Örgütü gibi kuruluşların yardımını gerektirebilir. Virüsler tüm hücresel yaşam formlarını etkilerler, virüsler evrensel etkenler olmalarına karşın kendilerine özgül konaklarda enfeksiyona neden olurlar. Uydu adı verilen bazı virüsler, replike olabilmek için başka virüslere gereksinim duyarlar. Virüsler çiftlik hayvanlarında önemli hastalık etkenlerindendir. Şap (hastalık) (şap) ve mavidil hastalığının etkenleri virüslerdir. Kedi, köpek ve atlar gibi refakatçi hayvanlar aşılanmadıklarında ciddi viral enfeksiyonlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. yavru köpeklerde ölüme yol açan enfeksiyona neden olan küçük bir DNA virüsüdür. Tüm omurgasızlar gibi bal arıları da viral enfeksiyonlara oldukça duyarlıdırlar. Birçok virüs ise konaklarında herhangi bir zarara ve belirtiye neden olamada bulunur. Bitki virüslerinin birçok tipi vardır. Bu virüsler bitkilerde verim kaybına neden olurlar ancak bunlarla mücadele ekonomik değildir. Bitki virüsleri, genellikle "vektörler"olarak bilinen organizmalarla bitkiden bitkiye yayılır. Bunlar normalde Böceklerdir ama mantarlar, nematodlar ve tek hücreli organizmalar da olabilir. Bitki hücreleri insanları ya da diğer hayvanları enfekte emezler çünkü sadece canlı bitki hücrelerinde çoğalırlar. Bitkilerin virüslere karşı ayrıntılı ve etkili savunma mekanizmaları vardır. Bunların en etkilisi direnç varlığını ifade eden direnç (R) genleridir. R genleri enfekte hücrenin etrafında hücre ölümü ile lokalize ve genellikle çıplak gözle görülebilen büyük noktalardan tetiklenir ve her R geni belli bir virüse karşı direnç sağlar. Bu noktalar enfeksiyonun yayılmasını durdurur. RNA interferans bitkilerde etkili bir savunmadır. Bitkiler enfekte olduklarında virüsleri öldürmek için genellikle salisilik asit, nitrik oksit, ve reaktif oksijen molekülleri gibi doğal dezenfektan maddeler üretirler. Bitki virüsü partikülleri ya da virüs benzeri partiküller (VLPs) ile ilgili biyoteknoloji ve nanoteknoloji çalışmaları vardır. Birçok bitki virüsü kapsidi basit ve dayanıklı yapıdadır ve enfekte bitkiler tarafından çeşitli heterolog sistemlerle çok miktarda üretilirler. Biyoteknolojide kullanılması için bitki virüsleri genetik ve kimyasal olarak modifiye edilip yapılarına yabancı maddeler dahil edilebilmektedir. Bakteriyofajlar ile diğer virüslerin ortak ve farklı yönleri vardır ve su ortamlarındaki biyolojik çeşitliliğin en bol formudur – bu virüsler okyanuslarda bakterilerden on kat daha fazladır, bakteriyofajlar deniz suyunun mililitresinde 250.000,00 adede ulaşmıştır. Bu virüsler özgül olarak yüzey reseptör moleküllerine bağlanarak bakteriye girerler ve bakteriyi enfekte ederler. Kısa bir süre içerisinde, bazı vakalarda sadece birkaç dakikada, bakteriyel polmeraz, protein sentezi yapmak üzere viral mRNA sentezlemeye başlar. Bu proteinler ya hücrede yeni virionların sentezlenmesinde ya viral parçaların birleştirilmesine ya da hücrenin parçalanmasında yardım eder. Viral enzimler bakterinin hücre duvarının parçalanmasını sağlarlar, T4 fajı vakalarında olduğu gibi, sadece yirmi dakika içerisinde bakteriden 300 faj serbest kalır. Bakterilerin bakteriyofajlara karşı en büyük silahlarıyabancı DNA'yı yıkımlayan enzimlerdir . Bu enzimlere restriksiyon endonükleazları denir ve bakteriye enjekte olan bakteriyofaj DNA'sını keserler. Bakteriler CRISPR sekanslarını kullanan, bakterinin geçmişte temas ettiği virüs genomunu tutan ve RNA interferaz enzimi ile virüs replikasyonunu engelleyen bir sisteme de sahiptirler, bu genetik sistem bakteriler açısından edinilmiş bağışıklıktır. Bazı virüsler arkelerde replike olurlar: Bunlar farklı ve bazen benzersiz şekillere sahip çift-iplikçikli DNA virüsleridir. Bu virüsler termofilik arkelerde ve özellikle Sulfolobales ve Thermoproteales takımlarında daha ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bu virüslere karşı savunma mekanizması, virüslerin genleriyle ilişkili arke genomu ile beraber tekrarlayan DNA dizilerinden RNA interferaz içermektedir. Çoğu arkede de adaptif savunma olarak CRİSPR-Cas sistemi mevcuttur. Virüslerin neden olduğu yaygın insan hastalıklarının örnekleri arasında, soğuk algınlığı, grip, su çiçeği ve uçuk yaraları gibi hastalıkların yanı sıra ebola virüs hastalığı, AIDS, tavuk vebası (kuş gribi) ve SARS gibi pek çok ciddi hastalıklar da bulunmaktadır. Virüsün hastalık yapabilme yeteneği virulans olarak adlandırılmaktadır. diğer hastalıkların oluşumunda da virüslerin muhtemel bağlantıları araştırılmaktadır, örneğin (HHV6) nın multipl skleroz ve kronik yorgunluk sendromu gibi sinirsel hastalıklarda rol oynadığı düşünülmektedir. Önceleri bornavirüslerin, atlarda nörolojik hastalıklara ve insanlarda psikiyatrik hastalıklara neden olduğu düşünülmekteydi. Virüsler virüsün türüne göre değişebilen farklı mekanizmalar ile hastalığa neden olurlar. Hücresel düzeyde etkileri, hücreler parçalanarak ölebilir çok hücreli organizmalarda, yeterli sayıda hücre ölürse, etkiler bütün organizmaya yayılmaya başlar. Bazı virüsler organizmada nispeten zararsız gibi bulunmalarına rağmen hastalık yaparak sağlığın ve homeostazın bozulmasına neden olabilirler. Örneğin herpes simpleks virüsü insanda zararsız şekilde bulunur ancak bağışıklığın baskılandığı durumlarda iktif hale gelerek uçuklara neden olabilir, bu duruma gizli (latent) enfeksiyon denir ve herpes virüslerin karakteristik özelliklerindendir, buna benzer başka virüsler da vardır örneğin Epstein–Barr virüsü glandüler ateşe neden olur, varisella zoster virüsü su çiçeği ve zonaya neden olur. Birçok insan herpesvrusların en az bir türü ile enfektedir. Ancak latent virüsler bazen yararlıdırlar, mesela virüsün varlığı "yersinia pestis" bakterisi gibi bazı bakterilere karşı bağışıklığı arttırabilir. Bazı virüsler hayat boyu kronik enfeksiyonlara neden olurlar, bu virüsler konağın savunma mekanizmalarına rağmen vücutta çoğaltmaya devam ederler. Buna en iyi örnek hepatit B ve hepatit C virüsleridir . Kronik olarak hasta insanlar taşıyıcı olarak adlandırılırlar ve enfeksiyöz virüsün rezervuarlarıdır. Taşıyıcıların oranının yüksek olduğu toplumlarda, hastalığın endemik olduğu söylenir. Virüsler insan ve diğer türler için kanser nedenlerinden biridir. Viral kanserler enfekte kişilerin ya da hayvanların az bir kısmında meydana gelir. Kanser virüsleri DNA ve RNA virüslerini barındıran bir virüs grubudur, tek tip bir "onkovirüs" yoktur,onkovirüs grubunda birçok aileden etken vardır. Kanser gelişimini etkileyen çeşitli birçok faktör vardır konak bağışıklığı ve virüsün konakta mutasyon geçirmesi bunlardan ikisidir. Virüslerin bazı türleri ve bazı genotiplerinin insanlarda kanserlere neden olduğu kabul edilmektedir, bunlardan bazıları insan papilloma virüsü, hepatit B virüsü, , Epstein–Barr virüs, Kaposi sarcoma-bağlantılı herpesvirüs ve . İnsan kanserlerinde en çok rastlanan virüs ise polyomavirüstur () bu virüs adı verilen cilt kanserlerine neden olur. Hepatit virüsleri hepatosellüler karsinomlara yol açan kronik enfeksiyonlara neden olurlar. İnsan T-lenfotropik virüsü tropikal spastik paraparezilere ve yetişkin T-hücresi lösemilerine yol açar. İnsan papillomavirüsleri serviks, cilt, makat ve penis kanserlerine neden olurlar. Merkel hücre polyomavirüsü, SV40 ve fare polyomavirüsleri yakın ilişkili virüslerdır ve 50 yıldan uzun bir süredir kanser virüslerinin hayvan modeli olarak kullanılırlar. Bir çay kaşığı deniz suyu yaklaşık bir milyon tane virüs içermektedir. Bunların çoğu bakteriyofajlardır, tuzlu su ve tatlı su ekosistemlerinin düzenlenmesi için gereklidirlen ve bitki ve hayvanlar için zararsızdırlar. Bunlar sucul mikrobiyal topluluklardaki bakterileri enfekte edip öldürürler ve deniz ortamında karbon geri dönüşümünün en önemli mekanizmasıdır. Ölü bakterilerden yayılan organik moleküller, genç alglerin ve bakterilerin gelişmesini sağlar. Viral aktivite biyolojik pompaya hizmet eder, bu süreç sayesinde karbon dünyadan çekilir. Mikroorganizmalar deniz kütlesinin %90'ını oluşturmaktadırlar. Virüsler her gün bu yığının %20'sini öldürmektedirler ve okyanuslarda bakteriler ve arkelerden 15 kat daha fazladırlar. Virüsler zararlı alg yayılmasını engellemekten sorumlu ana maddelerdir. Açık denizlerde ve okyanusun derinliklerine daha az konak organizma olduğu için doğu virüs sayısı da azalır. Her organizma gibi, deniz memelileri de viral enfeksiyonlara karşı duyarlıdırlar. 1988 ve 2002'de, Avrupada binlerce sığ su foku phocine distemper virüs enfeksiyonu nedeniyle ölmüştür. Kalisivirüsler , , ve gibi diğer birçok virüs deniz memeli nüfusu arasında dolaşırlar. Virüsler farklı türler arasında gen transferi yapabilen ve genetik çeşitliliği arttıran önemli araçlardır. Yeryüzündeki hayatın son evrimsel atasının olduğu zamanlarda ve bakteri, arke ve ökaryotların çeşitlenmesinden önce
virüslerin erken evrimde önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Virüsler hala yeryüzünde keşfedilmemiş genetik çeşitliliğin en büyük rezervuarlarından biridir. Virüsler, moleküler biyoloji ve hücre biyolojisi çalışmalarına önemlidir, hücrelerin fonksiyonlarını değiştirmek ve incelemek için kullanılabilen basit sistemlerdir. Çalışmalarda virüslerin kullanımı hücre biyolojisi hakkında değerli bilgiler sağlamıştır. Virüsler genetik çalışmalarında çok kullanışlıdırlar ve moleküler genetiğin temel mekanizmalarını anlamamızda yardımcı olurlar. Örneğin, DNA replikasyonu, transkripsiyonu, RNA işlenmesi, translasyonu, protein taşınması ve immünoloji. Genetikçiler hücre genlerini tanımlamak için virüsleri bir vektör gibi kullanırlar. Virüsler hücrede yabancı bir madde üretmek ya da hücre genomunun içine yerleştirilern yeni bir genin etkisini araştırmak için kullanışlıdır. Benzer bir şekilde, viroterapide bazı hastalıkları tedavisinde virüsler vektör gibi kullanılırlar. Kanser tedavisinde ve gen tedavisinde kullanımları ümit vericidir. Doğu Avrupalı bilim insanları bakteriyofajları bezen antibiyotiklerin alternatifi gibi kullanmışladır, antibiyotik direnci kazanmış yüksek patojen bakterileri öldürmek için bu yöntem düşünülmektedir. Virüslerin heterolog proteinlerinin ekspresyonu şu anda kullanılmakta olan antikorlar ve antijenler gibi çeşitli proteinlerin üretim işlemlerinin temelidir. Ön-klinik ve klinik çalışmalarda viral vektörler ve bir dizi farmasötik proteinler kullanılarak son zamanlarda endüstriyel işlemler geliştirilmiştir. Viroterapi hastalıkları tedavi etmek için genetik olarak modifiye edilmiş virüslerin kullanımını gerektirir. Virüsler kanserli hücrelerde çoğalıp onları yok ederken sağlıklı hücrelere zarar vermeyecek şekilde modifiye edilmiştir. Örneğin (T-VEC), sağlıklı hücrelerde replike olması için ihtiyaç duygugu gen silinip yerine bağışıklığı uyaran insan geni (GM-CSF) eklenmiş bir modifiye herpes simpleks virüstür. Bu virüs kanser hücrelerini enfekte ettiğinde onları parçalar ve GM-CDF geninin varlığı ile dentritik hücreleri vücudun çevre dokularından buraya toplar. Dentritik hücreler ölü kanser hücrelerini işler ve parçalarını bağışıklık sisteminin diğer hücrelerine sunar. Klinik deneyleri başarı ile tamamlayan bu virüs 2015 yılının sonlarında bir cilt kanserinin tedavisi için onay beklemekteydi. Kanser hücrelerini öldürmek için yeniden programlanan virslara onkolitik virüsler denir. Nanoteknoloji araştırmalarına eğilimler, virüslerden çok yönlü faydalanılmasına kapı aralamaktadır. Bir Malzeme bilimci açısından, virüsler, organik nanopartiküller olarak kabul edilebilir. Yüzeyleri konak hücrelerinin engellerini geçmek için tasarlanmış özel araçlar taşır. Virüslerin büyüklükleri ve şekilleri, yüzeylerindeki doğal ve fonksiyonel grupların sayısı tam olarak tanımlanmıştır. Virüsler genelde malzeme biliminde kullanılan iskeletler gibi kovalent bağla bağlanmış yüzey değişkenlerine sahiptirler. Canlı bilimlerinde çok güçlü teknikler geliştirilmiştir, nanomaddelere olan yaklaşımlar biyoloji ve tıbbın dışında da geniş bir uygulama yelpazesi açmakta ve mühendisliğin temeli haline gelmektedir. Şekilleri, boyutları ve çok iyi tanımlanmış kimyasal yapıları nedeniyle virüsler nano materyalleri düzenlemek için şablon olarak kullanılmaktadır. Bunun son örneklerinden biri Washington, DC'de Naval Araştırma Laboratuvarında gerçekleştirilmiş ve DNA mikrodizi tabanlı sensörlerin sinyallerini yükseltmek için Cowpea mosaic virüsü (CPMV) partikülleri kullanılmıştır. Bu uygulamada, floresan yoğunluğunu azaltan ve floresan olmayan dimerlerin sinyal vermelerini önlemek için virüs partikülleri floresan boyalar kullanılarak ayrılmıştır. CPMV'nin moleküler elektronikte kullanımı da vardır. Birçok virüsün sentetiği üretileblir ("sıfırdan") ve ilk sentetik virüs 2002 yılında üretilmiştir. Biraz yanlış anlaşılsa da sentezlenen virüs asıl virüs değildir, daha doğrusu DNA genomu (DNA virüsler ) ya da genomun cDNA (RNA virüslerinde) kopyasıdır . Birçok DNA ve RNA (önceden enzimatik olarak cDNA'ya dönüştürülürse) virüs ailesinin çıplak genomu konak hücreye girdiğinde enfeksiyon oluşturabilir yani yeni virüsler üretmek için gerekli tüm bilgileri içerir. Bu teknoloji yeni aşı stratejilerini araştırmak için kullanılmaktadır. Virüs sentez yeteneğinin geniş kapsamlı sonuçları vardır, Virüs genom bilgilerini kendi genom dizilerinde barındıran ve bunlara müsamaha gösteren hücrelerin varlığı, virüs neslinin tüketilemeyeceğini düşündürmektedir. Mart 2014 itibarıyla, 3843 farklı virüsün genom dizileri Ulusal Sağlık Enstitüsünün halka açık çevrim içi veri tabanında yer almaktadır. Toplumlarda yıkıcı salgınlara neden olan virüslerin biyolojik silah olarak kullanılabileceği endişesine yol açmıştır. 1918 grip virüsünün laboratuvar ortamında başarılı bir şekilde tekrar üretilmesi endişelerin artmasına yol açtı. Eradike edilmeden önce çiçek hastalığı toplumları defalarca harap etti. Çiçek virüsünü stoklarında tutmak için yetkili olan dünyada sadece iki merkez vardır: Birisi Rusyadaki ve diğeri de ABD'deki CDC'dir. Virüslerin silah olarak kullanılabileceklerine dair endişeler asılsız olmayabilir. Ciddi yan etkilere sahip çiçek aşısı artık hiçbir ülkede rutin olarak kullanılmamaktadır. Böylece, modern insan toplumlarında çiçek virüsüne karşı direnç neredeyse yok olmuştur ve virüse karşı savunmasızdırlar. Azerbaycan manatı Manat Azerbaycan'da kullanılan para birimidir. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ulusal parası olarak 15 Ağustos 1992’ten Ruble ile yanaşı kullanılmaya başlanılmıştır. 1 Ocak 1994’ten ülkede geçerli olan tek para birimidir. 1 Ocak 2006'dan itibaren 1 Yeni Manat (AZN) 5000 Eski Manata (AZM) eşittir. 1 USD yaklaşık 1,70 AZN'dir. Yeni manatın 1, 5, 10, 20, 50 ve 100-lük banknotları vardır. 1 manat medeniyeti, 5 manat edebiyatı, 10 manat devletçiliği, 20 manat Karabağ sorununu, 50 manat eğitim ve geleceği, 100 manat ekonomik gelişmeyi gösterir. Dolaşımdaki madeni paralar 1, 3 , 5, 10, 20 ve 50 qəpik değerindedir Çoğu madeni para yakından çeşitli euro madeni paraların büyüklüğü ve şeklini andırır. En ünlüsü bimetalik olan 50 qəpik (€2 madeni paraya benzer) ve 10 qəpiktir (İspanyol çiçek, 20 cent madeni para gibi). Madeni paralar ilk olarak Ocak 2006'da tedavüle girdi ve darphane yılı özelliği yoktur. Dolaşımdaki banknotlar 1, 5, 10, 20, 50, 100 ve 200 manat değerindedir. Euro ve Suriye sterlinini tasarlayan Avusturyalı Robert Kalina tarafından tasarlandı. Bu nedenle, banknotlardaki motiflerin seçimi Euro banknotlarından esinlendiği için oldukça benzer görünmektedir. Kanama Kanama vaya hemoraji, oranı ve süresi ne olursa olsun kanın damar dışına çıkışını ifade eden bir tıp terimidir. Kanama, damar çeper bütünlüğünün travma veya laserasyon'u sonucu bozulması nedeniyle kanın damar dışına çıkması olayıdır. Kan damardan çıkıyor fakat vücut içinde bir boşluğa boşalıyorsa buna "iç kanama", denir.Akciğerlerden kan gelmesi (haemopthysis) veya burun kanaması (epistaksis) bir iç kanama değildir.Çünkü iç kanamalar dış bakıda görülemez. Kanama, eğer deriden vücut dışına oluyorsa "dış kanama" olarak sınıflandırılır ancak bu tabir sıkça kullanılmaz. Çünkü her ne kadar teknik olarak hemoraj kanın damar-dışı(na) -"extravasküler"- sızışı veya akışı anlamına gelse de, yaygın şekilde özellikle ağır dış kanamaları tanımlarken kullanır. Temelde 2 çeşit kanama vardır.Bunlar "hemorragia per rectia"' ve "hemorragia per diapedesin" 'dir.Hemorragia per rectia tipik olarak damar zedelenmesinden ileri gelen kanamalardır.Hemorragia per diapedesin ise damar permeabilitesinin (geçirgenliğinin) aşırı artmasından dolayı görülen kanama şeklidir.Örneğin Antrax'lı hastalarda doğal deliklerden kan gelmesi bir diapedesin kanamadır. Temelde 4 çeşit kanama vardır.Bunlar; arteriyel kanama, venöz kanama, kapiller kanama ve parankimatöz kanamadır. Arteriyel kanamalar: Kalpten kanın pompalanması etkisinden dolayı arteriyel kanamalar aralıklı fışkırma tarzındadır. Kan daha açık renklidir. Venöz kanamalar: Sürekli ve yavaş akıntı şeklindedir. Akan kan arteriyel kanamaya göre daha koyu renktedir. Kapiller kanamalar: Sızıntı şeklinde görülürler. Parankimatöz kanamalar: Parankimatöz organlarda görülen bu kanama şekli tıpkı bir süngerin sıkılması tarzında görülür. Kanama odağını tespit etmek mümkün değildir. Hemoptizi: Haemapthysis, akciğerlerden ağız veya burun aracılığıyla köpüklü kan gelmesi. Hematemez: Haemathemesis, kusma ile kan çıkarılması. Hematokezya: Haematochesia, dışkıda kan gelmesi. Rektoraji: Rectorrhagie, rektumdan taze kan gelmesi. Epistaksis: Epyhstaxie,(Rinoraji) burun kanaması. Genel olarak kanamalar 2 şekilde durdurulur.Bunlar mekanik olarak durdurma ve ilaçlarla durdurma. Mekanik olarak durdurmalar başlıca; burma(torsion), garo uygulama, Esmarch yöntemi, yabancı cisimle tıkama vb'dir. Kanın vücut dışına aktığı kanamalara dış kanama denir. Dış kanamalar kanayan damara göre; atardamar, toplardamar ve kılcal damar kanamaları ve parankimatöz kanamalar olarak dörde ayrılır.Arteriyel kanamalar, kan basıncı ve kalp atımı sebebiyle fışkırma tarzında gözlenirken, venöz kanamalar düzgün akıcı bir şekilde olur.Kapiller kanamalar sızma şeklinde, parankimatöz kanamalar ise süngerden sıkılırmışçasına olur. Vücudun iç kısımlarında, boşluklarda olan kanamalara ise iç kanama denir. Kanamanın olay yerinde durdurulmaya çalışılması hasta için hayati önem taşır. Acil olarak kanı durdurma, konuyu bilen herkes tarafından yapılabilir. İlk yardım uygulaması yapıldıktan sonra hasta en yakın sağlık kuruluşuna götürülmelidir. Acil durumlarda kanı durdurmak için şu yöntemler uygulanabilir: Gaziantep Olay Fm Radyo Gaziantep Olay Fm, Gaziantep'te Uhf bandı FM 98.50 Mhz üzerinden karasal yayın yapan ve Mehmet Erol Maraş yönetiminde yayınlarını yıllardır sürdüren özel bir yerel radyodur. 1991 yılında Gaziantep'te kurulan radyo, kentin karasal antenden yayın yapan sözde ilk özel radyosudur. Olay Fm yerel içerikli yayınlarını halen karasal vericileri üzerinden yapmakta
, aynı zamanda internetten sayesinde tüm dünyadan dinlenebilmektedir. Boavista FC Boavista FC Portekiz'in Porto Kentinin Bir Futbol Takımıdır. 1 Ağustos 1903'te kurulan Kulüp maçlarını 28,263 kişilik Estádio do Bessa'da oynamaktadır.Futbol Dışında Satranç,Jimnastik,Bisiklet ve Futsal Branşları vardır.Futbol takımının En Başarılı sezonlarından Biri olan 2002-2003 Yılında 1 kere Portekiz Şampiyonluğunu kazanan kulüp aynı zamanda 2003 yılında UEFA kupası'nda Yarı Final oynama başarısı gösterdi ve 2004 yılında da Şampiyonlar Ligi'nde oynama Başarısı gösterdi. Portekiz'de 2003-2004 sezonunda yapılan, ancak 2004-2005 sezonunda ortaya çıkarılan "Altın Düdükler" adı verilen skandalda, en ağır cezayı Boavista Kulübü almıştır. 2003-2004 sezonunda Benfica, Belenenses ve Academica maçlarında hakemlere rüşvet verdiği belirlenen Boavista, Portekiz Futbol Federasyonu tarafından 2. Lig'e düşürülmüştür. Tekila Tekila, alkollü Meksika içkisidir ve ismini Jalisco eyaletine bağlı bir kasaba olan Tequila'dan alır. Aztekler 2000 yıl önce agave bitkisinin özsuyundan ürettikleri içkiye "Octilli Poliqhui" adını vermiş ve kutsal kabul ettikleri bu içkiyi Büyük Maya Tanrısı Olmeca'ya adamışlardır. Günümüzde Olmeca isimli tekila da vardır. Sulu bir meyve olan ve Anadolu'da Sabır Otu ismiyle de bilinen Agave bitkisinin bir çeşidi olan Agave tequiliana bitkisinin damıtılmasıyla gerçek tekila yapılır. Eğer teqila %100 mavi agave'dan üretilmemişse, çeşitli baharat ve allollerle (genellikle mısır) de üretilir. Eğer %100 mavi agave'dan yapılmış bir tekilayı içiyorsanız acı bir tat yerine meyveli ve keskin bir tat alırsınız. Bütün iyi alkoller gibi (Brandy, Scotch, Port) tekilada yıllandıkça gerçek tadını verecektir. Eğer 2 aydan 1 yıla kadar bekletilmiş bir tekilaysa Reposado (bekletilmiş), eğer bu süreden daha fazla bekletilmiş ise Añejo (yıllanmış) adını alır. Tabii ki ne kadar bekletilmiş olursa o kadar pahalı olacaktır. Metal ya da cam bir tankta bekletilirse, ki bu tekilayı renksiz tutar Blanco (gümüş) adını alır. Viski gibi aromalı odun fıçılarda bekletilerek de üretilebilir. Bu yöntem tekila'ya diğer aromaları (karamel, vanilya, mazı otu, biber vb. fıçının cinsine göre) kazandırır ve altın renk (oro) alır. Ucuz tekilalar %100 agave'dan yapılmaz, "gold" tekilalar karamel rengi ve aroması ile yapılır. Fakat bu uygun şekilde yıllandırılmış gold tekila tadını asla tam olarak veremez. İyi bir tekila her yudumunda karmaşık ve ilginç bir tat verir tıpkı iyi bir "scotch" gibi. Fakat iyi tekilanın maliyetide tadı kadar dolgundur. Tuz ve limon ile birlikte içilmesi önerilir, genellikle biraz tuz yalandıktan sonra tekila içilir, sonra da limonun suyu emilir. Kırımşa Kırımşa (Kırımşah)(Кърмища), Kayılar'ın 30 Ocak 1923 de imzalanan Türk-Yunan Mübadele antlaşması'na kadar, Yunanistan'da yaşadığı bir köyüdür. İmzalanan antlaşma gereği köy boşaltılarak köyde yaşayan halk Türkiye'ye yollanmış, yerlerine ise Karadeniz Bölgesi'nden ve özellikle Sivas çevresinden getirilen Rumlar yerleştirilmiştir. Köyün adı ilerleyen dönemlerde değiştirilerek Mesovouna (Yunanca Μεσόβουνου) olmuştur. Osmanlı Devleti zamanında Manastır Vilayeti (Makedonca: Битола, {Bitola}, Arnavutça: Manastiri), Serfice Sancağı (Yunanca: Σέρβια), Cumapazarı (kömür havzasında kaldığından yerleşim yeri günümüzde ortadan kalkmıştır) kazasına bağlı bir köyken, bölgenin 1911-1912 Balkan Savaşı ile Yunanistan'a geçmesi sonrası Selanik'e bağlanmıs, ilçe merkezi de Cumapazarı yerine Kayalar'a (Yunanca Πτολεμαΐδα, Ptolemaïda, Katharevousa: Πτολεμαΐς, Ptolemaïs) nakledilmiştir. İlerleyen dönemlerde yaşanan düzenlemelerle Kozani yerleşim merkezine bağlanmıştır. Mesovouna'lı Rumlar II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline karşı aktif direniş göstermiş,bunun üzerine köyde Nazi güçleri tarafından 23 Ekim 1941 ve 22 Nisan 1944 de iki kez büyük bir katliam gerçekleştirilmiştir. Yaşları 16 ile 69 arasında değişen 268 sivil makineli tüfekler ile taranarak öldürülmüştür. Bu yüzden köyde her yıl ölenlerin anısına anma tören düzenlenmektedir. Mesovouna da her yıl , Kayalar'da düzenlenen 21-24 Haziran kültür festivalinin ardından, 26 Haziran'da köy festivali başlamakta ve etkinlikler düzenlenmektedir. Manastır Vilayeti salnamesine göre 1892-1893 yıllarında köy 273 hane ve 1362 nüfustan oluşmaktaydı. Nüfusun tamamı Müslüman Türk'tü. 1896 yapılan bir genel nüfus yoklaması kayıtlarına göre ise köy 929'ü erkek 866'sı kadın toplam 1795 kişiden oluşmaktaydı. Mübadele sırasında hane sayısının 350 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Dinamometre Dinamometre, döner bir makinenin çıkış kuvvetini ölçmede kullanılan aygıttır. Dinamometre (ya da kuvvetölçer) en çok, bir enerji motorunun ya da bir otomobil motorunun beygir gücünü ölçmede kullanılır. Döner parçaya uygulanan burma kuvveti (moment) ile açısal hızın çarpımı, gücü verir. Kuvvet ölçen dinamometrelerden en yaygın kullanılanı, esnek bir metal halkadan oluşur. Bu halkayı sıkıştıracak biçimde bir kuvvet yüklendiğinde halka burulur ve burulma miktarına göre kuvvet ölçülür. Cismin uyguladığı kuvvet ne kadar büyükse yay o kadar gerilir. Dinamometrede ölçülen değerler, Newton birimiyle (N) gösterilir. Dinamometreler yayların esneklik özelliğinden yararlanılarak yapılmıştır. İç içe geçmiş iki borudan oluşur. İçteki boruda yay asılıdır. İçteki borunun üzeri eşit olarak bölmelendirilmiştir. Cisim içteki borunun ucundaki çengele takılır. Yer cismi ne kadar kendine doğru çekebilirse o cismin ağırlığı o kadardır.Aynı zamanda bu Dinamometrelerin küçüğü de vardır.Bunlar ise daha küçük birimli kuvvetleri ölçer. Çar Çar kelimesinin kökeni Sezar'a (Latince yazılışı "Caesar"'dır) dayanır. Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra diğer birçok imparatorluk Roma İmparatorluğu'nun devamı ve Sezar'ın varisi olduğunu iddia etmiş ve tüm Avrupa'da egemenlik hakkı iddia etmiştir. Bu imparatorluklar Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ve Rus İmparatorluğu'dur. Osmanlı'da Sezar'ın unvanını ilk Fatih Sultan Mehmet "Kayzer-i Rum" şeklinde kullanmıştır. "Çar" aşağıdaki ülkelerde belirtilen zamanlarda liderlere verilen addır: Votka Votka, iki kez rektefiye edilmiş aktif kömürden süzülmüş ve içilebilecek düzeye dek sulandırılımış saf alkoldür. Bunun için özel tat ve kokusu yoktur ve renksizdir. İsminin Slavca su anlamına gelen "voda" (woda, вода)'dan geldiği sanılmaktadır. Votkanın ham maddesi çavdar, buğday ve benzeri tahıl ile patatestir. Bunlar pişirilir ve malt ile mayşelenerek şekerlendirilir. Süzüldükten sonra %40-57 alkol derecesine düşürülür. İçindeki alkol oranı %35 ile %70 arasında değişir. Ama 1990 yılında üretimi durdurulan Sovyet votkasının alkol oranı %92 idi. İşlem sırasında tam 5 kez damıtılır bu nedenle içimi çok zordur. Sovyet votkası şimdiye dek üretilen en sert votkadır. Günümüzde Sovyet votkası üretilmemektedir. Ünlü bilim insanı Dimitri Mendeleyev'in alkol ve suyun çözünürlüğü üzerine yazdığı doktora tezinde belirttiği üzere votkanın alkol derecesi 40 olmalıdır. Mendeleyev'in bu tezi üzerine çoğu yerde votka için %40 alkol derecesi standart olarak kabul edilmiştir. Bugün Smirnoff(3 kez damıtılır), Finlandia(2 kez damıtılır), Stolichnaya(3 kez damıtılır) üretilmekte olan en sert votkalardır. Doğu Avrupa ve Slav ülkelerinde sek olarak içiliyor olsa da dünyanın geri kalanında Bloody Mary veya Vodka Martini gibi kokteyllere katılmasıyla popülerleşmiştir. Votka içimi serttir ama kokteylle tatlandırılabilir. Vişne, kola, ananas, limon gibi tatlarla kokteyl yapılabilir. Türkiye'de Tekel tarafından üretilen votkada şeker fabrikalarının yan ürünü olan melas suması kullanılmaktaydı. Bu da Türk votkasına pek de tercih edilmeyen bir koku vermekteydi. Ancak günümüzde bu alışkanlıktan uzaklaşan Türkiye'de votka üreticileri tahıl ve üzüm gibi suma kaynaklarını da votka üretiminde kullandılar. Türkiye'de "Premium Vodka" unvanı alabilen tek votka markası Lokka Mey alkollü içkiler tarafından üretilmektedir ve %100 yaş üzümden üretildiği için Türkiye'ye özgü Premium Vodka olarak anılmaktadır. Türkiye'ye 2012 yılında giriş yapan "Puschkin Vodka", "Ice Filtered" tekniği ile daha berrak bir görünüme sahip olmasıyla tanınmaktadır. Diyafram (kas) Diyafram, göğüs boşluğunu karın boşluğundan ayıran kasa verilen isimdir. Kas-kiriş karışımı bir organ olan diyafram, göğüs kafesine bağlıdır. Solunumda görev alır ve çalışması beynin iki diyafram siniri aracılığıyla yönlendirilir. Diyafram, üç delikle yemek borusuna, aorta ve alt ana toplardamara açılır. Diyafram, nefes aldığımızda kasılır ve düzleşir. Nefes verdiğimizde ise gevşer ve kubbeleşir. Göğüs ve karın boşluğunu birbirinden ayıran diyaframın diğer bir adı da "karın kası"dır. Soluk verirken; diyafram kası yukarı doğru kubbeleşir, göğüs kafesinin hacmi azalır, iç basınç artar ve karbondioksit dışarı verilir. Soluk alırken; diyafram kası düzleşir, göğüs boşluğunun hacmi artar, iç basınç düşer ve akciğere hava dolar. Her nefes alıp verdiğimizde diyafram ile birlikte göğüs boşluğu da hareket eder. Ayrıca diyafram kası çizgili bir kas çeşididir. Diyafram kası kasıldığında göğüs genişler göğüs boşluğu bir vakum gibi işlev görerek akciğerlere hava dolmasını sağlar. İkinci derecedeki yardımcı kaslar olan omurgalar arasındaki kaslarda genişleyerek ve kasılarak bu nefes alıp verişe yardımcı olurlar. Ayrıca boyun kaslarının da bu fonksiyonda az derece payları vardır. Sadece göğsün üst kısmından akciğerleri çok zorlayarak nefes alıp vermek enerjiyi verimli kullanmada çok sıkıntılı durumlar yaratır. Akciğerlerin kapasitesi tam olarak kullanılamaz. Bu şekilde bir nefes almada 500 -700 cc hava akciğerlere dolar. Diyafram kası,omurga kasları ve boyun kasları tam fonksiyonel kullanıldığında akciğerlere 2500cc - 3000cc hava doldurulur. Bu da akciğerlerin alabildiği en yüksek hava miktarıdır. Doberman Doberman, Almanya kökenli bir iş köpeği ırkıdır. FCI'nın kabul ettiği standartlara göre siyah ve kızıl (koyu kahverengi) renkte olabilir. AKC ise siyah, kızıl, mavi ve fawn
olmak üzere dört kürk rengini kabul eder. Albino dobermanlar güneşe hassasiyetleri nedeniyle bu iki kulüpçe de kabul görmezler. Kürkü bu dört seçenekten hangisi olursa olsun, yüzünde, göğsünde, ayakları üstünde ve anüs çevresinde pas rengi lekeler bulunmalıdır. Tüyler kısa ve parlak olmalıdır. Erkeğinin omuzbaşından yere yüksekliği 68–72 cm, dişininki 63–68 cm'dir. Yetişkin bir erkek doberman 35–40 kg, dişi ise 30–35 kg civarında olmalıdır. Estetik operasyonun yasal olduğu ülkelerde kuyruk ikinci boğumdan kesiktir ve kulaklar kafayla orantılı biçimde kesilerek dikleştirilmiştir. Son derece güçlü ve asil bir görünüme sahiptir. Bunun yanı sıra oldukça hareketli, hızlı, çevik ve eğitilebilir bir köpektir. Bir komutu 1-5 tekrar arasında öğrenir. Sahibine ve ailesine karşı oldukça koruyucu bir ırktır. Yabancılara karşı genellikle şüpheyle yaklaşır, kendine son derece güvenlidir. İyi sosyalleştirilmiş bir doberman gereksiz agresyon göstermemelidir. Dominant bir ırk olduğu için genellikle ilk kez köpek sahibi olacak tecrübesiz kişilere tavsiye edilmez. Kürkü ince olduğu için soğuk iklimlere karşı çok dayanıklı değildir. Bu nedenle genellikle bahçeli evlerde yaşamasına karşın evin içinde ya da bahçede özel ısıtmalı kulübelerde uyurlar. Sahip odaklı bir hayvan olduğu için daima sahibinin yanında olmak ister. Irkın adı 1890'da, bu ırkı üreten Alman Karl Friedrich Louis Dobermann'dan (2 Ocak 1834- 9 Haziran 1894) gelir. Üreticisinin adını taşıyan tek köpek ırkıdır. "Gerhilde v. Thüringen ve Graf Belling v. Grönland" 1898 yılında resmi kayıtlara Dobermann olarak giren ilk köpeklerdir. Doberman ırkının üretiminde Alman Çoban Köpeği, Danua ve Alman Pinscher, Rottweiler, Beauceron, Manchester Terrier ve Greyhound ırklarının rol oynadığını düşünülmektedir. 1899 yılında günümüzde Dobermann Verein DV olarak bilinen ilk doberman üretim kulübünü kurdular. Çok iyi bir bekçi ve koruma köpeği olduğu için dünyanın her yanında evlerde beslenmektedir. II. Dünya Savaşı sırasında pusu bulma köpeği olarak kullanılmıştır. İş köpeği sınıfında bir ırk olduğu için sahibinin yanında aktif olarak görev yaptığında mutludur. Almanya'da bu ırkta bir köpeğin damızlık olabilmesi için o köpeğin karakter ve fiziki yönden kusursuz olmasına dikkat edilir ve çiftleştirilebilmesi için ZTP testinden geçebilmelidir. Ortalama ömürleri 10-12 yıl arasındadır. Dozölçer Dozölçer, nükleer ışınım altında kalmışlık derecesini ölçen aygıt. Dozölçer (ya da "dozimetre") terimi aynı zamanda, ışın tedavisi (röntgen tedavisi) yapılan hastalara verilen ışın miktarını belirlemeye yarayan aygıt için de kullanılır. Hastaya uygulanacak ışın miktarını tedaviden önce ve tedavi süresince ölçer. Duyarga Duyarga ya da anten (Lat. "Antenna" [sg] / "Antennae" [pl]), eklem bacaklılar (Arthropoda) şubesinin altı bacaklılar (Hexapoda), çok bacaklılar (Myriapoda), kabuklular (Crustacea) ve soyu tükenmiş trilobitler (Trilobitomorpha) alt şubelerinde görülen duyu organı olarak gelişmiş hareketli baş uzantısıdır. Eklembacaklıların diğer alt şubesi olan ve akrep, kene ve örümceklerin yer aldığı keliserliler (Chelicerata) alt şubesinde duyarga bulunmaz. Genellikle başın ön bölümünde yer alan, belirli sayıda duyu yapısı taşıyan duyargalar, çoğunlukla çift sayıdadırlar. Kabuklularda iki çift, diğer alt şubelerde bir çift olur. Koku alma, dokunma, bazı durumlarda işitme ve tat alma ("Zar kanatlıların birçok türünde") duyu organları taşırlar. Bazı türlerde, biçimleri erkekte ve dişide değişiktir. Duyargalar, insandaki göz kadar gerekli ve değerli yapılardır. Altı bacaklılar (Hexapoda) alt şubesinden eklem bacaklılarda duyargalar birbirinden farklıdır. İçtençeneliler (Entognatha) sınıfının duyarga bacaklılar (Protura) takımında bulunmaz, onun yerine ön bacaklar bu iş için uyarlanmıştır. Diğer iki takımı olan çatal kuyruklular (Diplura) ile sıçrar kuyruklular (Collembola) takımlarında ise gerçek segmentli duyarga bulunur. Son segment hariç duyarganın tamamı kaslarla donatılmıştır ve her biri ayrı ayrı hareket etme yeteneğine sahiptir. Johnston organı yoktur. Böcekler (Insecta = Ectognatha) sınıfı ise kamçı şeklinde duyargalara sahiptir. Genelde erkeklerin duyargaları dişilerinkine göre daha büyük ve enli olurlar. Duyargaları üç bölümden oluşur: Eklembacaklılar içinde iki çift (dört tek) duyarga taşıyan tek grup kabuklular (Crustacea) alt şubesidir. Dünya Meteoroloji Örgütü Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) (İngilizce: "World Meteorological Organization"), Birleşmiş Milletler'e bağlı uzmanlık kuruluşudur. Bağlı 189 üye ülke ve bölgenin hava durumuna ilişkin verdikleri hizmetlerden elde edilen bilgileri düzenleyip ortak kullanıma sunan Dünya Meteoroloji Örgütü, meteorolojiyi standart hale getirmek ve yeni bulunan telgraf aracılığıyla hava durumu konusunda bildirilen verileri birleştirip değerlendirmek amacıyla 1873'te kurulan Uluslararası Meteoroloji Örgütü'nün BM tarafından geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Sekreterliği Cenevre'dedir. Eğimölçer Eğimölçer, klinometre veya meyilölçer, dikey duran, bölümlenmiş bir daireden ve yatay bir eksene serbestçe asılmış manyetik bir ibreden oluşan mekanik aygıttır. Eğimölçerle dünyanın manyetik alanının yerel ufka göre derinliği ya da eğimi ölçülür. Ayrıca, bir uçağın ufka göre durumu da belirlenebilir. Özellikle ormancılık'ta eğim ve dikey açıları ölçmek amacıyla kullanılır. AltaVista Altavista, dünyadaki ilk arama motoru. Popülaritesini kaybettiği için Yahoo tarafından 2013 yılında kapatılmıştır. Digital Equipment Corporation firması tarafından kurulmuştur. Altavista'nın İlk başta sadece internet üzerindeki dosyalara kolayca erişim sağlaması düşünülüyordu. Fakat Michael Burrows ve Louis Monier ikilisinin başını çektiği ekip, internette dizin oluşturmayı sağlayan bir yazılım geliştirdi. Araştırmacılar tüm hazırlıklarını tamamladı ve 15 Kasım 1995 tarihinde altavista.digital.com adresinde yayın hayatına başladı. 1996 yılında Yahoo'nun arama sonuçlarının tek sağlayıcısı oldu. İleriki yıllarda Dijital Compaq şirketine satıldı. Jack Marshall'ın elinde bulunan altavista.com alan adı için $3.300.000 değerinde ödeme yapıldı ve site bu isim üzerinde yayın hayatına devam etmeye başladı. Compaq Dijital Haziran 1999 döneminde CMGI internet yatırım şirketine Altavista'nın çoğunluk hissesini sattı. Nisan 2000 geldiğinde halka arz eden ilk internet şirketi olma şansı kazanan Altavista bu hayalini gerçekleştiremedi. Bunun ardından çeşitli strateji hatalarından dolayı pazardaki üstünlüğünü Google'a kaptırdı. Özellikle Babelfish uygulaması zamanı için web tabanlı çeviri hizmetlerinin öncüsüydü. Elektroforez Elektroforez, dış bir elektrik alanın etkisi ile yüklü bir parçacığın çözelti içerisinde yönlendirilmesidir. Bu yöntemde uygulanan potansiyel farktan dolayı oluşan elektrik alan etkisi ile kılcal kanalda bir iyon akışı meydana gelir. Etki eden elektriksel kuvvetlerden oluşan birbirinden farklı yüklü parçacıklara ait hareket farkı ile parçacıklar ayırt edilebilir. Yüklü bir parçacık veya iyona ait elektroforetik hız, U , aşağıdaki şekilde yazılır: U=μ*"E" burada "E" elektrik alan büyüklüğü, μ ise mobilitedir. Mobilite, iyonların çözelti içerisindeki hareketlilik özelliği olarak tanımlanır. Mikro-akışkan sistemlerde çözelti içerisindeki parçacıkların ayrıştırılmasında mobilite değerinin büyüklüğü önemlidir. Farklı parçacıkların mobiliteleri farklıdır. Mobilite aşağıdaki gibi tanımlanır: μ=D*(F/R*T); burada D difüzyon faktörü, T sıcaklık, R gaz sabiti ve F Faraday sabitidir. Çözelti içerisindeki iyonlara potansiyel farktan dolayı bir elektriksel alan kuvveti F=q"E" ve hareketten dolayı oluşan bir sürtünme kuvveti F=6*π*U*r*ν etki eder. Burada q elektrik yükü, "E" elektrik alan, U=μ*"E" parçacığın elektroforetik hızı, r parçacığın yarıçapı ve ν kinematik viskozitedir.Denge oluştuğu zaman (F=F ) elektroforetik mobilite için aşağıdaki formül yazılır: μ=q/(6*π*r*ν) Kılcal kanallarda yüzeyin hacme oranı büyük olduğundan elektrik alandan kaynaklanan çözeltinin sıcaklık değişimini kontrol altında tutmak kolaydır. Çözeltiden kanal yüzeyine doğru ölçek etkisinden dolayı nispeten verimli ısı transferi gerçekleşir. Böylece yüksek bir potansiyel fark altında bile çözeltinin sıcaklığı istenen aralıkta tutulur. Aksi takdirde sıcaklık ile akışkanın özellikleri etkileneceğinden akış davranışı değişir. Arne Tiselius tarafından geliştirilmiş olan elektroforezden, özellikle tıpta ve biyokimyada, kandaki çeşitli protein ve lipitlerin ayrılması, tanınması ve miktarının ölçülmesinde yararlanılır. Ayrıca elektroforezden sanayide yaygın biçimde yararlanılmaktadır. Z (dergi) Kısaca Z ya da uzun adıyla Z Magazine olarak bilinen, aylık İngilizce dergi. Dergi, ilk sayısında yayımlanan manifestoya göre, ""haksızlıklara karşı direnmeye, baskılara karşı koymaya ve özgürlük adına mücadeleye adanmıştır."" Dergi 1987 yılında kurulmuş olup, adını Costa-Gavras tarafından yönetilen Z adlı filmden almıştır. Hem basılı olarak hem de İnternet ortamında yayımlanan dergide, çoğunlukla solcu ya da sosyalist olarak bilinen Noam Chomsky, Edward Said, Robert Fisk, Michael Albert, David Bacon ve Edward S. Herman gibi tanınmış kişilerin yazılarının yanı sıra, sosyal bilimler alanında araştırmalar yapan bilim insanlarının ürünlerine yer verilmektedir. Derginin dünya çapında popülarite kazanması üzerine, web ortamındaki yayın yalnızca derginin sanal sürümüyle sınırlı kalmayıp, bölgesel sorunlar, işçi sorunları, göç, ekoloji, terör, sağlık gibi bölümlerin yer aldığı kapsamlı bir siteye dönüşmüştür. Z dergisinin de izlenebildiği Z-Net sitesinde ayrıca Z dergisinden değişik makalelerin dünya dillerinde yayımlandığı bir bölüm de bulunmaktadır. Söz konusu bölümde, Z dergisinde yayımlanan bazı makalelerin Türkçeye çevirisinin okunabileceği alt bölüm de vardır. Merkezi ABD'de bulunan derginin Türkiye temsilciliğini "Aram Yayıncılık" yürütmektedir. Eros (anlam ayrımı) Ciro Ferrara Ciro Ferrara (d. 11 Şubat 1967), İtalya millî futbol takımında da oynamı
ş defans oyuncusu. Karyerinin en başarılı ve en uzun dönemini Juventus'da geçiren futbolcu 2004-05 sezonu sonunda aktif futbol hayatını sona erdirdi. 49 kez millî formayı giydi. Aktif futbol kariyerinin sonraasında antrenörlüğe başlayan Ferrara, 2006 FIFA Dünya Kupası'nad İtalya millî takımında teknik ekipte görev aldı. 18 Mayıs 2009'da Claudio Ranieri'nin yerine Juventus Teknik Direktörlüğüne getirildi. UEFA tarafından 2014 UEFA Avrupa Ligi Finalinin elçisi olarak açıklanmıştır. Eros (astronomi) 433 Eros ("1898 DQ"), Ağustos 1898'de Carl Gustav Witt tarafından bulunan asteroit. Eros 13x13x33 kilometrelik S-tipi asteroittir. Asteroitin değişik yapısı, NEAR Shoemaker uzay aracından alınmış ve çift görüntüden üç boyutlu bir görüntü elde etmek için işlemden geçirilmiş birleşik bir görüntü olan yukarıdaki resimde, iyice vurgulanmıştır. NEAR'ın 3-B görüntüleri, chiaroscuro tekniği eşliğinde, asteroitin yer şekilleri ve yapısı hakkında önemli ölçümler yapabilmemizi ve güneş sisteminin bir şehir büyüklüğündeki bu parçasının kökeni hakkında ipuçları elde etmemizi sağladı. Near Shoemaker uzay aracı, Eros'un yörüngesinde bir yıl geçirdikten sonra, 12 Şubat 2001 tarihinde asteroitin yüzeyine inmiştir. Giovanni Ferrari Giovanni Ferrari (6 Aralık 1907, Alessandria - 2 Aralık 1982), eski İtalyan futbolcudur. Kariyeri boyunca FC Internazionale Milano formasını 125 kez giymiş ve 35 gol atmıştır. Aynı zamanda 1942-1943 yıllarında İnter Milan'ın teknik direktörlüğünü yapmıştır. Ciro Ferrara, Virgilio Rosetta ve Giuseppe Furino ile birlikte 8 kez Serie A şampiyonluğu yaşayan 4 futbolcudan biridir. Bu şampiyonlukların 5'ini Juventus ile, 2'sini İnter'le ve 1 kez de Bologna iledir. İtalya millî futbol takımı ile 1934 ve 1938 yıllarında iki kez FIFA Dünya Kupası kazandı. Ferrari, 1982 yılında 74 yaşında iken vefat etti. Polonya'da Nazi uygulamaları Polonya'da Nazi uygulamaları, Nazi Almanyası'nın işgali altındaki Polonya'da Yahudi ve diğer azınlıklara uyguladığı soykırım siyasetidir. Adolf Hitler, 22 Ağustos 1939’da, Polonya Seferi henüz başlamadan, generalleriyle yaptığı bir toplantıda onları, Polonya’da Alman generallerinin hoşuna gitmeyecek “bazı şeylerin” olabileceği konusunda uyarmıştı. Bu gibi şeylere karışmamalarının, askeri görevleriyle ilgilenmelerinin daha iyi olacağını vurgulamıştı. Hitler'in sözünü ettiği “bazı şeyler”, Polonya Yahudilerinin, aydınlarının, soyluların ve din adamlarının “temizlenmesi”dir. Hitler, Polonya Seferi tamamlandığında Polonya Genel Valisi olarak Hans Frank’ı atadı. Hukuk tahsili yapan Frank, Nazi Partisi’nin baş hukukçusu olarak kabul edilir. Nürnberg Duruşmaları’nda okunan güncesinde Frank, Polonya konusunda “Polonyalılar, Alman İmparatorluğu’nun köleleri olmalıdırlar” demektedir. Hitler’in Frank’a verdiği görev, Polonya’dan Almanya’ya yiyecek, malzeme ve köle iş gücü transfer etmek ve gereken “temizlik”in yapılmasıdır. Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı ile Baltık ülkeleri Sovyet kontrolüne bırakılınca yaklaşık 86 bin Alman’ın bu ülkelerden boşaltıldığı biliniyor. Bu Almanlar, “temizlenmek” için tutuklanan Polonyalıların yerlerine yerleştirilecektir. Her Alman için iki Polonyalı’nın Polonya topraklarından alınması gerekmektedir. Polonya’daki Auschwitz toplama kampı, tüm toplama kamplarının en bilineni, en yoğun ve akıl almaz şiddetin uygulandığı toplama kampıdır. Yarım milyon insan açlıktan ölüme terk edilmiş, 2.5 milyon insan da çeşitli yollarla bu kampta öldürülmüştür. Siyami Ersek Prof. Dr. Siyami Ersek (d. 1920, Uşak - ö. 26 Ekim 1993, İstanbul), Türk cerrah. İlkokulu İzmir İkiçeşmelik'te bitiren Siyami Ersek, ortaokulu İzmir Erkek Lisesi'nde, liseyi ise İstanbul Erkek Lisesi'nde birincilikle tamamlamıştır. 1944 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni (İstanbul ve Cerrahpaşa tıp fakülteleri ayrılmadan önce) bitirip cerrahi dalında uzmanlaşan Dr. Siyami Ersek, 1948-1949 yıllarında İngiltere'de göğüs cerrahisi ve anesteziyoloji üstüne çalışmalar yaptı. 1951 yılında Heybeliada ve Bursa-Uludağ sanatoryumlarında çalıştı. Haydarpaşa Göğüs Hastalıkları hastanesinde İstanbul Göğüs Cerrahisi Merkezi'ni kurdu ve bu merkezin başhekim ve cerrahi servis şefi oldu. 1963 yılında Türkiye'de ilk açık kalp ameliyatını gerçekleştirdi. 22 Kasım 1968 tarihinde Türkiye'de ilk defa bir kalp nakli, Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi'nde Dr. Kemal Beyazıt tarafından yapıldı. Hasta ancak 18 saat yaşayabildi. 27 Kasım 1968 tarihinde İstanbul'da Dr. Siyami Ersek tarafından 2. defa ama bu sefer başarılı bir kalp nakli ameliyatı yapıldı. 1972 yılında Yüksek Sağlık Şurası üyeliği yapıp, 1973'te profesörlüğe yükseldi. 1983'te emekliye ayrıldı. Danışma Meclisi İstanbul Üyesi (15 Ekim 1981 - 6 Kasım 1983) olarak görev yapan Ersek, bir süre Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) İstanbul İl Başkanlığı görevinde bulundu. 26 Ekim 1993'te, kurucusu olduğu İstanbul Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Hastanesi'nde (Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi) çoklu organ yetmezliği nedeniyle yaşamını kaybetti. Edirnekapı Şehitliği'ne defnedildi. Batı Avrupa Batı Avrupa, Avrupa kıtasının batısında yer alan bölgeye verilen isim. Hangi ülkelerin Batı Avrupa bölgesi içinde kaldığına dair değişik görüşler vardır. Batı Avrupa, güneyde İspanya ve Akdeniz doğuda Almanya, İsviçre ve İtalya kuzeyde Kuzey Denizi batıda ise Atlas Okyanusu ile çevrilidir. Bölgede yükselti fazla değildir ve okyanus iklimi görülmektedir. Yıllık sıcaklık farkları azdır ve her mevsimde nem yüksektir. Tarım alanlarının dışında bitki örtüsü bol yapraklı ormanlar ve çayırlardan oluşur Batı Avrupa'daki ülkeler liberal demokrasi yönetimine sahiptir. Bu ülkelerde kapitalist ekonomi modeli uygulanmaktadır. Bölge ülkeleri Batı Avrupa'nın siyasi ekonomik ve kültürel özelliklerini kurdukları sömürge imparatorlukları ve göçlerle dünyanın değişik bölgelerine taşıdılar. ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda halkının büyük bir kısmı Batı Avrupa kökenlidir. Bölge ülkeleri Avrupa Konseyine üyesidir. Ayrıca Andorra dışındaki ülkeler Avrupa Birliğine; Andorra ve İrlanda dışındaki ülkeler de NATO'ya Üyedir. Z (film) Ölümsüz "(Z)", Costa-Gavras tarafından 1969 yılında Vassilis Vassilikos'un yazdığı aynı adlı bir romandan beyazperdeye uyarlanan siyasal serüven türünde bir Fransız filmidir. 1969 Cannes Film Festivali'nde Jüri Ödülü kazanmıştır. Filmde, aslında ülke adı hiç geçmemesine karşın, Yunanistan'da 1963 yılında solcu milletvekili Gregoris Lambrakis'in öldürülmesi sonrasında gerçekleşen olaylar kurgulanarak yansıtılmaktadır. Eleştirmenlere göre film, 1967 ile 1974 arasında Yunanistan'da hüküm süren askeri yönetimi eleştirmektedir. Filmde, daha sonra Yunanistan'ın Cumhurbaşkanı olacak olan savcı Christos Sartzetakis'ı Jean-Louis Trintignant canlandırmaktadır. Aslında daha ünlü oyuncular olmalarına karşın, Yves Montand'ın ve Irene Papas'ın filmde daha küçük ama önemli rolleri vardır. Montand, öldürülen solcu milletvekilini, Papas ise onun eşini canlandırmaktadır. Filmin başında Fransızca olarak şu sözler görülür: ""Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey KASITLIDIR."" Film, sağcı hükümet emrinde çalışan bir polis şefinin, bitkilere musallat olan asalaklarla mücadele etmek gerektiği gibi, topluma zararlı olan kişilerle ve özellikle de solcularla mücadele etmek gerektiğini anlatan konuşmasıyla başlar. Daha sonraki sahnede, solcu milletvekilinin konuşması izlenir. Ardından milletvekili sokağa çıktığında, polisin gözü önünde kendisine doğru gelen bir triportörün kasasında bulunan bir saldırgan kafasına sopayla vurarak ağır yaralar. Hastaneye kaldırılan milletvekili, kurtarılamayarak ölür. Hükümet emrinde çalışan bir savcı (gerçek yaşamda Christos Sartzetakis) olayla ilgili olarak görevlendirilir. Polis ve askeri yetkililer, savcıyı olayın bir kaza olduğu yönünde yönlendirmeye çalışarak, dosyaya 'kaza sonucu ölüm' yazarak kapatmasını isterler. Ancak 'çelimsiz görünümlü' savcı, yönlendirmelerden etkilenmez ve olayı derinlemesine araştırmaya karar verir. Soruşturmasını derinleştirdikçe, olayın bir kaza değil, örgütlü bir cinayet olduğunu bulur. Araştırmaları sonunda elde ettiği bilgilere göre, polis örgütünün ve ordunun içinden üst düzey görevliler, sağcı çetelerle anlaşmışlar ve sonunda milletvekili öldürülmüştür. Savcı, resmi yetkililerle sağcı çetelerin görüştüğünü fotoğraflarla ve tanıklıklarla kanıtlar. Askeri yetkililer ve polis şefleri sanık olarak mahkemeye çağrılırlar. Tam da olayın çözüleceği ve mahkemede hakkın yerine geleceği düşünülürken, yetkililerin isteği doğrultusunda hareket etmeyen ve olayı örtbas etmeyen savcı görevden alınır ve olayın önemli tanıkları art arda meydana gelen bir dizi 'kaza' sonucu ölürler. Olayı gazeteye yansıtan gazeteci ise, resmi belgeleri yayımlamak suçundan hapse atılır. Filmin bitişinde akan yazıda ise filme emeği geçenlerin adları yerine askeri yönetimce yasaklanan her ne varsa onlar listelenir: "barış hareketleri, grevler, sendikalar, erkeklerin saçını uzatması, The Beatles, pop müzik, Sofokles, Leo Tolstoy, Aeschylus, Socrates'ın eşcinsel olduğunu yazmak, Eugène Ionesco, Jean-Paul Sartre, Anton Çehov, Mark Twain, Samuel Beckett, sosyoloji, uluslararası ansiklopediler, özgür basın, modern matematik". 1969'da yapılan filmde savcıyı canlandıran ve filmin yapımından yıllar sonra ülkenin Cumhurbaşkanı olacak olan ve olayı hükümet adına soruşturan savcının, ölümünü araştırdığı milletvekili Gregoris Lambrakis'i simgeleyen ve "Direniş ölmedi" ya da "Lambrakis yaşıyor" anlamına gelen "Z" harfinin perdeyi kaplamasıyla film sona erer. Holmiyum Holmiyum (kısaltması Ho), atom numarası 67, atom ağırlığı 164,94, oksidi açık sarı renkte, tuzları portakal sarısı renginde olan, seyrek bulunan bir element. Lantan Lantan, La sembolü ile bilinen, atom no: 57 ve atom ağırlığı: 138.92 olan kimyasal element. Periyodik cetvelde III B grubu bir element olan ve 1839 tarihinde Cari Gustav Mosander tarafından se
rbest oksitten ayrılan Lantan, oksit halinde keşfedilmiştir. Genel görünüm açısından gri renge sahip olan Lantan, dövülebilen, yumuşak bir yapıya sahip olan metal olarak bilinir. Kısaca La sembolüne sahip olan atom numarası 57 ve atom ağırlığı 138,9055 olan Lantan, katı halde bulunmakta ve lantanit grubu elementler arasında yer almaktadır. Yanıcı olması yanı sıra seyreltik asitten etkilenmektedir. Lantan, parlak bir alev nedeniyle yanabilmekte ve seyreltilmiş asitten etkilenmektedir. Nemsiz ortamda bulunması durumunda kararmaya başlayan element sıcak su ile oldukça hızlı bir şekilde tepkimeye girebilmektedir. Lantan, azot, bor, selenyum, fosfor, kükürt ve halojenler ile doğrudan tepkimeye girebilmektedir. Üç çekirdekli olan elementin tuzları renksiz olup oksitleri lantan oksit, lantan hidroksit şeklinde sıralanmaktadır. Lantanın elde edildiği kaynaklara bakıldığında oransal olarak %38 ile bastnasit ve %25 ile monantitit ilk sırada yer alır. Bugün, çakmak taşı üretiminde kullanılmakta olan misch metalinde %25’lik bir orana sahip olan lantan, doğada katı halde bulunmaktadır. Kullanım alanlarına bakıldığında özellikle fotoğrafçılık ile özel cam üretiminde, katkı maddesi olarak demir döküm işlerinde, lamba üretiminde gömlek yapımında ve aydınlatma ile sinema endüstrisinde kullanılmaktadır. Lantan ve bileşikleri toksik etki bakımından orta sınıfta yer alması sebebiyle kullanım sırasında dikkatli olunmalıdır. Gadolinyum Gadolinyum (kısaltması Gd), atom numarası 64, atom ağırlığı 156,9 olan, yüksek sıcaklıkta eriyen, birtakım tuzları bilinen, parlak gri renkte katı element. Manyetokalorik etkisi yüksektir. Manyetik soğutucu olarak kullanılır. Erbiyum Erbiyum (kısaltması Er), doğada çok az bulunan, uygulama alanı a, atom numarası 68, atom ağırlığı 167.2 olan bir element. Z (anlam ayrımı) Nobelyum Nobelyum (UFA: /ˌnə(ʊ)ˈbiːliəm/), amerikyum veya küriyumdan elde edilen yapay element. 1957'de Nobel fizik enstitüsü tarafından bulunmuştur. İtriyum Atom numarası 39, atom ağırlığı 88,92 olan, seryum filizlerinde bulunan, gri renkli, 4,6 yoğunluğunda değerli element. Kısaltması Y. 1787 de Carl Arrhenius tarafından bulunmuştur Teknesyum Atom numarası 43, atom ağırlığı yaklaşık 98 olan, sunî olarak elde edilen radyoaktif element. Kısaltması Tc. Nükleer tıpta kullanılır. İlk olarak 1937 yılında Carlo Perrier ve Emilio Segrè tarafından İtalya'da keşfedilmiştir. Rodyum Rodyum, periyodik tabloda Rh sembolüyle gösterilen atom numarası 45 olan elementtir. Az bulunan beyaz-gümüş renkte ve platin grubuna aittir. Alaşımlarda platinle birlikte katalizör olarak kullanılır. Kıymetli metaller arasında dünyada 3. en pahalı olanıdır. Katı, gümüşümsü beyaz, dayanıklı ve yansıma oranı yüksektir. Yüksek ısıya maruz kaldığında bile oksitlenmez. Platinden daha yüksek bir erime noktasına sahip olmasına karşın yoğunluğu daha düşüktür. Nitrik asit tarafından çözülemez. Hidroklorik asit ve nitrik asit karışımı tarafından çok az miktarda çözülebilir. Pudra hâlindeki rodyumun çözülebilmesi sadece sülfürik asitle mümkündür. Bu elementin başlıca kullanımı otomobil sektöründe katalizör dönüştürücüdür: motordan çıkan zehirli gazları daha az zehirli gazlara dönüştürür. Diğer kullanım alanları ise: platin ve paladyumun katılaşması ve korozyona karşı dirençli olmaları içindir. Rodyum, (Yunanca'da "rhodon", Türkçe ise "gül" anlamına gelmektedir) 1803 yılında William Hyde Wollaston tarafından paladyumun keşfinin hemen ardından bulunmuştur. Wollaston bu keşfi İngiltere'de işlenmemiş ve muhtemelen Güney Amerika'dan aldığı platini kullanarak yapmıştır. Onun yöntemi maden cevherini hidroklorik asit ve nitrik asit karışımında çözmek ve asidi (NaOH) ile birlikte nötralize etmektir. Daha sonra amonyum kloroplatinat gibi platini de amonyum klorite ekleyerek çökeltti. Kalan metal kırmızı rodyum(III) klorürdü. Rodyum metali hidrojen gazının azalmasıyla birlikte izole edilir. Palladyum, gümüş, platin ve altın gibi metallarle karıştığı için endüstriyel özü çok komplekstir. Platinin içinde erimesi çok zor olan beyaz atil bir metal olarak elde edilir. Bu elementin en önemli kaynağı Güney Afrika,Ural Dağları yakınları ve Kuzey Amerika'dır. Rodyumun en önemli ihracatçısı Güney Afrika olup (>%80) bunu Rusya takip eder. Dünyada yıllık rodyum üretimi 20 ton civarındadır ve rodyum mineralleri çok az bulunmaktadır. Bir kaya örneğinde platin grubu elementlerin bulunup bulunmadığını anlamak çok zordur. Bu sebeple rodyum altından 6 kat daha değerlidir. Rodyumun nükleer faaliyetlerde de kullanımı mümkündür. Ortalama olarak 1 tonda 400 gr kullanılır. Yüksek oranda radyoaktif izotoplar içerdiğinden en az 20 yıl (yarısı 2.9 yıl boyunca var olur) güvenli bir alanda tutulup durağan olması sağlanır. Her 2.9 yılda bir izolasyonu %50 oranında azalır. Fizyona uğramış rodyum 5 yıllık izolasyondan sonra 8.1 küri radyasyon içerir. Hangi izotop 1 ci radyasyon yayarsa o sağlık için zararlıdır. 8 yıldan sonra aktifliği 4 ci'ye, 11 yıldan sonra 2,2, 14 yıldan sonra 1,1, 17 yıldan sonra 0,55, 20 yıldan sonra 0,27 ci'ye düşer. 30 yıldan sonra ise 2,702E-4 ci'ye düşer ki bu da sağlık için önemli bir tehdit oluşturmaz. Rodyumdaki radyoaktivitenin bu kadar hızlı düşmesinin sebebi içindeki Rh-102 oranı iyileşmiş rodyumda çok küçük bir miktar olması ve metalin geri kalanı açığa çıkan enerjiyi emmesidir. "Rodyumun onsu Ocak 2007 itibarıyla 5.350 $, kilosu ise 172.025,7 $'dır." Rodyum yüksek derecede zehirli ve kansorejen bir yapıya sahiptir. İnsanın karşısına sıkça çıkan bir madde değildir fakat insan hayatı için çok tehlikeli olduğu dikkate alınmalıdır. 12.6 mg/kg rodyum klorür (RhCl) bir insanı öldürür. Rodyum zenginliği temsil etmek, itibar için altın platin gibi metallerin yeterli olmadığı yerlerde kullanılmıştır. 1979'da Guinness Rekorlar Kitabı Paul McCartney'e en çok satan şarkı yazarı olması sebebiyle rodyum kaplama bir disk vermiştir. Ayrıca Guinness Rekorlar Kitabı'nda "dünyanın en pahalı kalemi" ve "dünyanın en pahalı board oyunu" içeriğinde rodyum bulunması sebebiyle mevcuttur. Ortam erişim kontrolu Ortam erişim kontrolü (İngilizce: "Media access control", "MAC"), bilgisayar ağlarıyla ilgili bir terimdir ve hangi ağ öğesinin hangi zaman aralığında ağ ortamına (Örn.: kabloya) veri aktarabileceğini belirleyen bir alt katmanı (İngilizce: "sublayer") tanımlar. OSI yedi katman modelinin 2. katmanını olan veri bağı katmanının iki alt katmanından alttakidir. Yani mantıksal bağ kontrolü (İngilizce: "Logical Link Control", "LLC") alt katmanı ile fiziksel katman arasında yer alır. Ortam erişim kontrolü genelde dağıtılmış ya da merkezidir: Ortama erişimin düzgün işleyebilmesi için her ağ arayüzünün kendine özel, tanıtıcı bir kimliği vardır. Bu tanıtıcıya MAC adresi adı verilir. Neodimyum Neodimyum (kısaltması Nd), atom sayısı 60, atom ağırlığı 144,3 olan, seryumdan daha sert, 6,96 yoğunluğunda bir element. 1885 yılında keşfedilmiştir. Çin'de çıkarılmaktadır. Neodymium bileşikleri ticari olarak ilk kez 1927 yılında kullanılmıştır. Prometyum Prometyum (kısaltması Pm), atom numarası 61, atom ağırlığı 145 olan, nadir topraklar grubundan ve yapay bir elementtir.Prometyum 61 Sembolü: Pm Atom numarası: 61 Atom ağırlığı: 145 Periyodik cetveldeki grubu: Grup Adı: Lantanit Periyodik cetveldeki periyodu: 6 Periyodik cetveldeki bloğu: f-bloğu Genel durumu: 298 K’ de katı Rengi: Metalik Katı halinin yoğunluğu: [/kg m-3]:7264 Elektriksel iletkenliği: [/10-8m; veya  cm] Erime noktası: [/K]:1373 [veya 1100 oC (2012 oF)] Kaynama noktası: [/K]:3273 [veya 3000 oC (5432 oF)] İsminin anlamı: Yunan mitolojisinde tanrıdan ateşi çalan “Prometheus”’tan gelmektedir. Yapay olarak üretilen radyoaktif kimyasal bir element tir; sembolü Pm’ dir; Atom numarası 61 ve kütle numarası en durağan izotopu 145; Prometyum 145, yaklaşık 18 yıllık yarılanma süresi olan, 145 en istikrarlı elementtir. En yararlı izotop prometyum 147’dir. Nükleer reaktörlerde üretilir. Beta ışıması yapar. Ve parlak materyallerin yapımında kullanılır. Fosforla karıştırıldığı zaman ışığın fotoğral hücresine güç olarak kullanılır. Dikkatli bir şekilde kullanılmalıdır. Buna karşılık yansıttığı ışıklar zararsızdır. Ağır atomik elementlerle karıştığı zaman X Ray ışınları üretebilir. Prometyumun varlığı tahminen 20. yüzyılın başlarına dayanmaktadır.1926 yılında B.S Hopkins ve onun meslektaşları bu elementi illinium adıyla keşfettikleri ileri sürülmektedir. Yaklaşık aynı zamanlarda Luigi Rolla ve onun yardımcıları (İtalya’da) florentium’u buldukları ileri sürülmektedir. Bununla beraber, elementin kesin olarak teşhis edilmesi 1947 yıllında olmuştur. Buna karşılık, önceki yıllarda elementin üzerinde çalışmalar yapılmış. J.A. Marinsky, L.E. Glemdenin ve C.D. Coryell elementi ABD’deki Oak Üniversitesi ulusal laboratuarında iyon değişimi çalışması sırasında belirlemişlerdir. Bu çalışmada elementin görülebilir sayıda özelliği bulunduğundan elementin gerçekten keşfedildiği düşünülmektedir. Prometyum un adı araştırmacılar tarafından ve önerilmiş 1949 yılında ise, uluslararası saf kimya uygulayıcıları birliği tarafından kabul görmüştür. Metalik prometyumun özellikleri hakkında pek fazla bilgi yoktur. Şu ana kadar otuzdan fazla prometyum bileşiği hazırlanmıştır. Prometyum dünyada doğal olarak bulunmamaktadır. Tarihi Keşfeden kişi: J. A. Marinsky, Lawrence Glendenin, Charles D. Coryell Keşfedildiği yer: ABD Keşfedildiği tarih: 1945 Özellikleri ve Kullanımı Gama ışınlarını yansıtmamsına rağmen yumuşak bir beta yansıtıcısıdır. Beta parçaları yüksek atomik numarası olan elementler üzerine çarptığı zaman X ışını oluşabilir. ve onu ele almada büyük özen gösterilmelidir. Yüksek radyo aktiviteden dolayı prometyum tuzları soluk mavi ya da yeşilimsi ışık saçarak karanlıkta parlar iyon değişim metotları 1963’ün başında atomik reaktör işleme atıklarından olan , 10 gram civarındaki prometyumun hazırlanmasına yol açtı.Metalik prometyumun özellikleri arasında genel olarak henüz az şey biliniyor. Prometyum nükleer olarak gü
çlenmiş pil yapımında kullanılabilir. Prometyum taşınabilir X ışını kaynağı olarak da kullanılabilir. İzotopları izotop Yarılanma süresi Pm-143 265.0 yıl Pm-144 360.0 yıl Pm-145 17.7 yıl Pm-146 5.53 yıl Pm-147 2.62 yıl Pm-148 5.37 gün Pm-148m 41.3 gün Pm-149 2.21 gün Pm-151 1.18 gün Terbiyum Terbiyum (kısaltması Tb), atom numarası 65, atom ağırlığı 159 olan, çok ender bulunan bir element. Tb sembolüyle gösterilen, nâdir toprak metallerinden bir element. Periyodik tabloda IIIB grubunda bulunur. Metalik terbiyum gümüş beyazı renktedir. Ancak havada oksitlenerek kararır. Tabiatta bolluk bakımından nâdir toprak metallerinden en az bulunanıdır. Nâdir toprak metalleri minerallerinde bulunur fakat toryum kaynağı olan monazit kumlarından yan ürün olarak elde edilir. Atom numarası 65, atom ağırlığı 158,925, erime noktası 1360 °C ve kaynama noktası 3041 °C’dir. Elektron düzeni (Xe) 4f9 6 s2 dir. Bileşiklerinde hem +4 hem de +3 değerlikli olabilir. Disprozyum Disprozyum (Fonetik: /dɪsˈprəʊziəm/, periyodik tabloda simgesi Dy, atom numarası 66 ve atom ağırlığı 162.51 olan kimyasal element. Disprozyum, nadir toprak elementlerinden biridir. Metalik, parlak gümüş renklidir. Oda sıcaklığında havada tepkimeye girme eğilimi düşüktür, ancak seyrek veya derişik mineral asitlerinde hidrojen açığa çıkartarak çözünmeye eğilimlidir. Çelikten daha sert alaşımlarla kesilebilir ve aşırı ısınması engellendiği sürece kıvılcım çıkartmadan üzerinde çalışılabilir. Disprozyumun karakteristikleri ufak safsızlıklarda bile değişim gösterir. Disprosiyum lazer yapımı için vanadyum ve diğer elementlerle alaşım halinde kullanılır. Yüksek termal nötron emilim kesiti ve yüksek erime noktası sayesinde nükleer reaktörlerde kontrol çubukları yapımında kullanılmasını sağlar. Disprozyum oksit (diğer adıyla disprosiya/dysprosia), nikel çimento içinde nükleer reaktörlerin soğutma çubuklarında kullanılır. Disprozyum-kadmiyum kalkogenitler kimyasal reaksiyon gözlemlerinde kızılötesi ışınım kaynağı olarak kullanılır. Kompakt disk (CD) yapımında az miktarda kullanılan disprosiyum, yüksek paramanyetikliği sebebiyle manyetik rezonans görüntüleme tekniklerinde kontrast ajanı olarak görev yapar. 85 Kelvin altındaki sıcaklıklarda ferromanyetik olması sebebiyle araştırma amaçlı nanomıknatıs yapımında kullanılabilir, ancak oksitlenmeye eğilimi sebebiyle pratikte bu yapılamamıştır. Tulyum Tulyum (kısaltması Tm), atom numarası 69, atom ağırlığı 168,9, yoğunluğu 9,3 olan, yaklaşık 1500 °C'de eriyen nadir element. Tulyum elementi gümüş, altın ya da kadmiyum gibi nadir görülen, en az bulunan elementlerden biridir. Parlak, gümüşi bir renktedir. Nemden korunmalıdır. Element gümüşi gri, ve bir bıçak ile kesilecek kadar yumuşaktır. Nadir toprak metal, monazit gibi minerallerinde bulunur. Metalik tulyum, tulyum oksidin metalik lantanla ya da susuz tulyum florürünün metalik kalsiyumla indirgenmesiyle elde edilir. Saf haldeki tulyum metali gümüş parlaklığında ve havaya oldukça dayanıklıdır. Tulyumun atom kütleleri 161-176 arasında değişen 16 izotopu bilinmektedir. Doğal tulyum kararlı Tm-169 izotopundan oluşur. Tulyumun pahalı bir metal olması onun uygulama alanlarını sınırlandırır. Bununla birlikte bir nükleer reaktörde nötronlarla bombardıman edilen doğal tulyum taşınabilir X ışını cihazlarında radyasyon kaynağı olarak kullanılır. Tm-171 izotopu ise bir enerji kaynağı olarak kullanılma potansiyeline sahiptir. Doğal tulyum, mikrodalga cihazlarının yapımında kullanılan seramikten yapılmış manyetik maddeler olarak ferritlerin yapımında kullanılır. Tulyum da öteki lantanitler gibi zehirlenmelere yol açan bir maddedir. Bundan ötürü kullanımında çok dikkatli olunması gerekir. Tulyum havayla temasında yavaş yavaş kararır ve 150 °C de tulyum (III) oksit oluşturmak için reaksiyona girer: 4 Tm + 3 O → 2 TmO Tulyum oldukça elektropozitif ve tulyum hidroksit oluşturmak için sıcak su ile hızlı bir şekilde, soğuk su ile yavaş bir şekilde reaksiyona girer ve: 2 Tm ("katı") + 6 HO ("sıvı") → 2 Tm(OH) (aq) + 3 H ("gas") Tulyum bütün halojenler ile reaksiyona girer. Reaksiyon, oda sıcaklığında yavaştır ama 200 °C nin üstünde hızlıdır: Lutesyum Lutesyum, atom numarası 71, atom ağırlığı 174,967 olan, iterbiyumun çözüşmesi ile oluşan, renksiz tuzlar veren, henüz uygulama alanı olmayan çok ender bir element. Sembolü Lu. Lutesyum metali ilk kez 1907 yılında Georges Urbain ve Baron Carol Auer von Welsbach tarafından keşfedilmiştir. Lutesyum metali lantanoidler mineralleri içerisinde bulunur. En bilinenleri xenotim, monazit ve bastnaesittir. Saf olarak lutesyum eldesi florür bileşiğinin kalsiyum ile indirgenmesi sonucunda gerçekleşir. Hafniyum Atom numarası 72, atom ağırlığı 178,6 olan, az rastlanır bir element. Kısaltması Hf. Hafniyum elementi 1923 yılında Dirk Coster ve Georg von Hevest tarafından Danimarka’da keşfedilmiştir. Hafniyum, zirkonyum bileşiklerinin içerisinde bulunur. Bu bileşikler alvit [(Hf, Th, Zr)SiO4 H2O]V, thorvetit ve zirkon (ZrSiO4) dur. Zirkonyum metalinin saflaştırılması sırasında elde edilir. Bu ayrıştırma işlemi çok zordur. Farklı çözünürlüklere sahip metal- tiyosiyanat bileşikleri metil izobütil keton içerisinde çözeltisi hazırlanır. Ve bu çözeltilerde kullanılarak ayırma işlemi yapılır. Tantal Tantal, Atom numarası 73, atom ağırlığı 180,88, yoğunluğu 16,6 olan, 3017 °C'de eriyen ve siyah bir toz durumunda elde edilen bir element. Simgesi Ta. 1802'de İsveç'te keşfedilmiştir. Yunan mitolojisindeki Tantalus'tan ismini almıştır. Serttir, nadir bulunur ve korozyona karşı çok dayanıklıdır. Renyum Renyum, Atom numarası 75, atom ağırlığı 186,2, yoğunluğu 21 olan, parlak beyaz renkte ve 3150 °C'de eriyen bir element. Kısaltması Re. Kütle spektrograflarında ve iyon ölçüm aletlerinde bulunan ince tellerin yapımında kullanılır. Aşınmaya ve bozunmaya karşı dirençli olması nedeniyle, elektrik kontaklarında ve yüksek kaliteli bilimsel gereçlerin kaplamalarında kullanılır. Fotoğrafçılıkta kullanılan flaş ampullerinin yapımında da renyumdan yararlanılır. Renyum-molibden alaşımları -263 °C(10 K)’de süperiletkendir. Uçak bujilerinde, telefon rölelerinde, dolmakalem uçlarında ve far yansıtıcılarında da kullanılır. İridyum İridyum, sembolü Ir, atom numarası 77 olan kimyasal element. Çok sert, kırılgan, gümüş beyazı platin ailesinden bir geçiş metali olan iridyum en yoğun ikinci elementtir ve 2000 °C gibi sıcaklıklarda bile korozyona karşı yüksek dayanıklılık gösterir. Her ne kadar sadece belli ergimiş tuzlar ve halojenler blok halindeki iridyumu aşındırabilse de, bölünmüş toz halindeki iridyum çok daha reaktif ve hatta yanıcı olabilmektedir. Ir 191 ve Ir 193 tek doğal kararlı izotopudur, bunlardan ikincisi daha bol bulunur. İridyum, 1803 yılında İngiltere, Londra'da Smithson Tennant tarafından, Güney Amerika'dan gelen çözünmeyen doğal platin cevherinden elde edilmiştir. Yıllık üretim ve tüketimi sadece 3 ton olan, buna rağmen özel endüstriyel ve bilimsel uygulamalarda kullanılan bir numaralı metaldir. İridyum, asteroitlerin yapısında bol oranda bulunur. Yeryüzünde asteroitlerin çarptığı bölgelerde bol oranda rastlanılır. Buna karşın astreoitlerin çarpmadığı yüzeylerde ise az oranda bulunur. İridyum, 1803 yılında İngiliz bilim adamı Smithson Tennant tarafından Londra'da keşfedildi. Osmiyum parçalarının HCl ve nitrik asitle birleştirilmeleri sonucu elde edildi. Latince gökkuşağı anlamına gelen iris adı verildi. Polonyum Polonyum. Atom numarası 84, atom ağırlığı 210 olan, ilk radyoaktif element. Fizikçi Marie Curie ve Pierre Curie'nin 1898'te bulduğu polonyum, uranyumdan 400 kat daha radyoaktif ve en tehlikeli radyasyon türü olan alfa radyoaktivite saçmaktadır. Sanayide kullanılan ve sigarada bulunan polonyum, böbrek, karaciğer ve dalakta onarılamaz zarar yaratır. Çürümesi halinde büyük enerji ortaya çıkar. Bir gram polonyum, 140 watt ısı enerjisi üretir. İnsan vücudunda çok az miktarda olan polonyum-210, parçacık hızlandırıcı veya nükleer reaktörden elde edilebilir. Simgesi Po'dur. İsmi Polonya'dan gelmektedir. Aktinyum Aktinyum, sembolü Ac, atom numarası 89, atom ağırlığı 227 olan radyoaktif element. Aktinyum elementi, doğada uranyum cevherlerinde az miktarlarda bulunur. Bir ton uranyum cevherinde yaklaşık on gram kadar aktinyuma rastlanmaktadır. Radyum'a oranla 150 kat daha radyoaktif olan aktinyum, uygulamada nötron kaynağı olarak kullanılır. Aktinyum, 1899 yılında Fransız kimyacı André-Louis Debierne tarafından ana bileşeni uranyum dioksit (UO) olan uraninit mineralinden ayrıştırılmıştır. Element ayrıca 1902 yılında Alman kimyacı Friedrich Oskar Giesel tarafından da bulunmuştur. Aktinyum sözcüğü, Antik Yunan dilinde "kiriş" veya "ışın" anlamlarına gelen "aktis" veya "aktinos" sözcüklerinden kökenlenmektedir. Toryum Toryum (Th). Atom numarası 90, atom ağırlığı yaklaşık 232 g/mol olan, 11,7 g/mL yoğunluğunda, 1755 °C de eriyen, kurşun renginde, havada bozulmaz, atom enerjisi kaynağı olarak kullanılan radyoaktif bir elementtir. Toryum kendiliğinden bölünebilme yeteneğine sahip değildir. Bu yüzden doğrudan nükleer yakıt olarak kullanılamaz. Th (toryum-232) izotopunun, bir nötron yutarak, fisyon yapabilen (fisil) bir izotop olan U'e dönüştürülmesi gerekir. Th'nin düşük enerjili nötronlarla reaksiyonu (nötron yutumu) sonucunda, önce kararlılığı daha az olan Th oluşur. Yarılanma süresi 23 dakika olan Th ise, bir beta parçacığı (b) yayarak, yarılanma süresi 27 gün olan, Pa'a dönüşür. Pa, bir beta ve gama parçacığı (g) yayarak bölünebilen U'a (yarılanma süresi 163 bin yıl) dönüşmektedir. Böylece Th, U veya Pu (plütonyum-239) gibi bir fisil maddeyle birlikte kullanılır. Toryum yakıt döngüsünde uranyumdan daha az plütonyum ve diğer trans-uranyum elementleri üretildiğinden, toryum, nükleer santrallerin en temiz yakıtı olarak kabul edilir. Çevreye daha az zarar vermesi açısından da ileride nükleer reaktörlerde uranyum yerine kullanılması düşünülmektedir. Toryumun nükleer yakıt olarak kullanılması ile ilgili çalışma
lar halen devam etmektedir. Ancak günümüzde toryumla çalışan ticarî ölçekli bir nükleer reaktör bulunmamaktadır. Toryumlu yakıt denemeleri 1960 yıllarının ortalarında başlamış olmasına rağmen güç reaktörlerinde kullanılmasına 1976 yılında başlanmıştır. Almanya, Hindistan, Japonya, Rusya, Birleşik Krallık ve ABD’de araştırma/geliştirme çalışmaları sürdürülmektedir. Almanya’da geliştirilen 300 MWe gücündeki toryum yüksek sıcaklık reaktörü, yarısından fazlası Th/U olan yakıtla 1983 – 1989 yılları arasında başarıyla işletilmiştir. 60 MWe Lingen kaynar sulu reaktöründe ise Th/Pu tabanlı yakıt test elemanı kullanılmıştır. ABD'de Shippingport nde, toryum tabanlı yakıtların basınçlı su reaktörlerindeki kullanımı incelenmiş ve toryum kullanımının işletme stratejisi veya reaktör kalbi güvenlik sınırlarını etkilemediği sonucuna varılmıştır. 1977 – 1982 yılları arasında hafif sulu üretken reaktör anlayışı da bu reaktörde başarıyla denenmiştir. Hindistan'da 2016 yılında toryum ile çalışacak bir nükleer santral faaliyete geçecek. Sonrasında 5 santral daha planlanıyor. Hindistan 2050 yılına kadar enerji ihtiyacının %30 unu toryum bazlı nükleer santrallerden karşılayacak. Toryum tabiatta uranyumdan yaklaşık üç kat daha fazla bulunur. 2006 verilerine göre Dünya'da bilinen toplam toryum rezervinin 2,5 milyon ton olduğu ve ortalama % 6–7 civarında toryum oksit içerdiği söylenebilir. Protaktinyum Protaktinyum, aktinit grubundan, atom numarası 91, atom ağırlığı 231 olan radyoaktif bir element. Kısaltması Pa şeklindedir. İlk olarak 1913 yılında Kasimir Fajans ve Oswald Helmut Göhring tarafından tanımlanmıştır. Protaktinyum-231 izotopu ise Otto Hahn ve Lise Meitner tarafından 1917-18 arasında keşfedilmiştir. Protaktinyum adı 1949 yılında IUPAC tarafından belirlendi. En uzun ömürlü protaktinyum izotopu olan protaktinyum-231:32.760 yarılanma ömrüne sahiptir. Neptünyum Neptünyum (Np), Uranyumun nötronlarla bombardımanından yapay olarak elde edilen, atom numarası 93, atom ağırlığı 239 olan, radyoaktif bir element. 93 atom numaralı Neptünyum transuranyum ailesi olarak bilinen elementlerden birisi olup yapay olarak elde edilebilen radyoaktif bir elementtir ve hatta Neptünyum sentetik olarak ilk üretilen transuranyum elementidir. Neptünyumun 239 kütle numaralı izotopu, 1940 yılında Edwin M. McMillan ve P. H. Abelson tarafından Berkeley Laboratuvarında Uranyumun siklotrondan üretilen nötronlarla bombardıman edilmesiyle elde edilmiştir. Uzun bir süre Neptünyum'un doğada bulunmadığına inanılmış, fakat son yapılan araştırmalarda,nötronların neden olduğu transmutasyon (dönüşüm) reaksiyonları nedeniyle, uranyum madenlerinde eser miktarda oluştuğu anlaşılmıştır. Ancak, bunun herhangi bir maden değeri olmadığından, Dünya'da Neptünyum madenciliği diye bir olgu da bulunmamaktadır. Neptünyumu yüksek miktarlarda elde edebilmenin tek yolu nükleer reaktörlerde veya hızlandırıcılarda Uranyumun nötronlarla bombardımanıdır. Bunun sonucunda oluşan Neptünyum, bombardıman edilen veya reaktörlerde yakıt olarak kullanılan Uranyumun yeniden işlenmesi ile elde edilebilir [1] ve bu yöntem de ileri düzeyde nükleer teknolojinin var olmasını gerektirmektedir. Nükleer teknoloji alanında ileri seviyedeki ülkeler daha çok araştırma amaçlı (nötron detektörleri gibi) kullanım için Neptünyumu yapay olarak üretmektedirler. Üretilen ilk transuranium elementidir. Amerikalı iki fizikçi Edwin M. McMillan ve Phillip H.Abelson ilk kez neptünyum izotop Np-239’u uranyum nötronlarıyla bombardıman ederek biçimlendirdiler. (1940) Neptünyumun çeşitli izotopları vardır. En iyi bilineni Np-237’dir. Yarı ömrü 2140000 yıldır. Küriyum Küriyum (kısaltması Cm) aktinitlerden, plütonyum 239'un helyum çekirdekleriyle bombardımanından elde edilen, atom numarası 96, atom ağırlığı 247 olan, radyoaktif bir element. Glenn T. Seaborg'un ekibi tarafından bulunmuştur. Pierre ve Marie Curie'nin ismi verilmiştir. Elementin keşfi bir süre gizli tutulmuş daha sonra Kasım 1945'de açıklanmıştır. Çok nadir bulunması nedeniyle çok az kullanım alanı vardır. Mars seferinde kullanılan Alfa Proton X-ışını spektometresinde, alfa parçacığı olarak kullanılmıştır. Berkelyum Berkelyum, atom numarası 97, atom ağırlığı 294 olan, amerikyum veya küriyumdan elde edilen yapay element. Kısaltması Bk şeklindedir. Aynştaynyum Aynştaynyum, atom numarası 99 olan, uranyumun sürekli ısınmasıyla veya termonükleer tepkimeler sırasında oluşan yapay element. 1952'de Argonne, Los Alamos Ulusal Laboratuvarlarında (ABD) Albert Ghiorso tarafından bulunmuştur. İsmi Albert Einstein anısına konulmuştur. Kısaltması Es'dir. Fermiyum Fermiyum, atom numarası 100, kütle numarası 257 olan, Aynştaynyumla aynı zamanda bulunan, izotopu 1953'de yapay olarak elde edilmiş olan element. Kısaltması Fm. Bu elemente fizikçi Fermi'nin isimi verilmiştir. Mendelevyum Mendelevyum, atom numarası 101, kütle numarası 256 olan, izotopu 1957'de yapay olarak elde edilmiş olan element. Kısaltması Md. Bu elemente Dimitri Mendeleyev'den sonra bu isim verilmiştir. Bezoar Bezoar, insan ve hayvanların mide ve bağırsaklarında bazı madde liflerinin kümeleşip sertleşmesi ile oluşan kitle, mide-bağırsak sisteminde oluşan taştır. Kitlenin yapısını oluşturan maddeye göre çeşitli isimler alır. Kolin Vücut beslenmesinde gerekli olan renksiz bazik madde, kolin (CHON). Andreas Strecker tarafından 1862 keşfedilmiş ve 1866'da kimyasal olarak sentezlenmiştir. Chondrocranium Chondrocranium, kıkırdak halindeki embriyonik kafatası, kafa kemikleri sınırlarının henüz belli omadığı, kemiklerin kıkırdak yapı gösterdiği devredeki embriyonun kafatasıdır.Neurocranium un kubbe seklindeki alt bolumune denir. Chondroporosis Chondroporosis, kıkırdakta yer yer küçük boşluklar oluşması, kıkırdağın gözenekli durum almasıdır. Bu durum kemikleşme esnasında normaldir, bazan patolojik sebeplerle de oluşur. Sirkumdüksiyon Sirkumdüksiyon (dairesel hareket), kol veya bacağın, tepesi eklem noktasında olan, kaidesi ise uzun serbest ucu tarafından çizilen daire tarafından oluşan bir koni çizer şekilde havada sallanmasıdır. Siroz Siroz; karaciğer fonksiyonlarının kaybıyla sonuçlanan, normalde karaciğerde bulunan lobül işlevsel birimlerinin sertleşme ve nedbeleşme ile yerini geri dönüşümsüz fibrozis dokusunun aldığı patolojik duruma verilen addır. Ancak bu terim hemen her zaman kronik karaciğer iltihabı için kullanılır. "Siroz" sözcüğü Antik Yunanca'da portakal sarısı ya da koyu sarı renk anlamına gelen "scirrhus" sözcüğünden kaynaklanmakla birlikte ilk defa 1826 yılında Laennec tarafından kullanılmıştır. Karaciğer sirozu farklı hastalıkların sonucu olarak meydana gelebilir. Gelişmiş ülkelerde görülen sirozların %50’sinin sebebi alkol bağımlılığıdır. Ülkemizde görülen karaciğer sirozlarının başlıca sebebi ise hepatit B enfeksiyonudur. Bunlar dışında hepatit C & D enfeksiyonları da karaciğer sirozuna sebep olmaktadır. Diğer nedenler aşağıdaki gibidir: Clawhand Clawhand veya pençe el, parmak kaslarındaki atrofi sonucu elin pençe şeklini alması ile belirgin durumdur. Metakarpofalangeal eklemlerde kasılma, interfalangeal eklemlerde gevşeme söz konusudur. Menopoz Menopoz, kadınlarda âdet kanamalarının (menstrüasyon) ve dolayısıyla üremenin sona ermesi. Menopoz zaman zaman "hayatın değişimi" olarak algılansa da bu tarif, negatif bir anlam taşır ve yerinde değildir. Zira menopoz esnasında fiziksel, zihinsel ve cinsel değişiklikler olduğu doğrudur ancak bunlar ""kötüye gidiş"" olarak nitelenemezler. Çoğu kadında menopoz 45-55 yaşları arasında başlar. Ortalama menopoz yaşı 50 olarak kabul edilse de bâzı durumlarda 40 yaşından önce bile başladığı ya da 50'li yaşların sonlarına sarktığı görülebilir. Menopozun kişide erken ya da geç başlaması muhtemelen irsî olmakla birlikte iyi beslenme ve sağlıklı bir hayat menopozu geciktirebilir. Kadınların sadece yüzde %1'inde menopoz 40 yaşından önce başlar. Bu duruma "prematüre (erken) menopoz" denir. Yumurtalıkların cerrahi operasyon ile alınması veya X ışınları ya da radyum ile yokedilmesi ile "sunî menopoz" başlatılabilir. Türkçeye Fransızcadan geçen menopoz sözcüğü 19. yüzyılın sonlarında modern Latince "menopausis" sözcüğünden türetilmiştir. "Meno-" öneki, Yunanca "men" (ay) kelimesinden gelir ve 'menstrüasyon (âdet kanaması) ile ilgili' anlamında kullanılır. "Poz" kelimesi ise yine Yunanca "pausein" (durmak) sözcüğünden gelir. Âdet (menstrüasyon), kadınlarda rahimin iç yüzeyini kaplayan ince mukus zarının, salgıların, sekresyonun ve bir miktar kanın periyodik olarak vajinadan boşalmasıdır. Kadınlarda normal âdet görme döngüsü (menstrüel siklus) her 28 günde birdir. Ancak hiçbir kadın düzenli olarak 28 günde bir âdet görmez. 21 ila 35 gün arası normal kabul edilir. Âdet kanamaları azalarak üç ilâ yedi gün devam eder. Bu süre zarfında yaklaşık 35-40 ml. kan kaybedilir. Bu miktar çoğu kadında 50 ml'nin altındadır. Menopoz, yumurtalıkların görevlerini yerine getirememeye başlaması sonucu ortaya çıkar. Yumurtalıkların tabii ömrü yaklaşık olarak 35 yıldır ve çalışamaz hâle gelmeleri yaşlanmanın tabii bir sonucudur. Kadınların üretken yılları boyunca yumurtalıklarındaki foliküller olgunlaşır ve hipotalamik-hipofizer aks stimülasyonu sayesinde yumurtalarını düzenli olarak bırakırlar. Menopoz yaklaştıkça foliküllerin önce bir kısmı, zamanla tamamı yumurta bırakamaz hâle gelirler. Bu durum âdet düzenini bozar. Âdet kanamaları gecikmeye veya sıra atlamaya başlar. Belirtiler bazen hamilelik ile karıştırılabilir. Âdet araları iyice uzar. Bâzı kişilerde kanamanın miktarı azalırken, bâzı kişilerde aşırı kanama görülebilir. Şanslı bir azınlıkta ise âdet kanamaları menopoza girince birden kesilir. Yumurtalıklar çalışamaz hâle gelince giderek daha az östrojen hormonu üretmeye başlarlar. Östrojen azalması, üreme faaliyetlerini kontrol eden bezelerdeki (glandlar) hormonel aktivitelerde belli belirsiz değişikliklere ve yeniden düzenlemelere neden olur. Östrojen seviyelerinin düşmesi, hypothalamusun nöro
vasküler mekanizmasını bozar ve menopozun tipik özelliklerinden olan "ânî ateş basmasını" (İng.: ' veya ') tetikleyen vasomotor değişiklikleri başlatabilir. Hipofiz bezelerinin metabolizması değişir ve kan ile idrarda yüksek miktarlarda folikül stümilasyonuna yardımcı olan hormonlara (FSH) rastlanılır. Adrenal ve tiroid bezlerinin hormonel dengesi de bozulur. Tüm bu değişiklikler birçok kadında fiziksel veya zihinsel rahatsızlıklara neden olmazlar. Menopozun en önemli belirtisi âdet düzeninde meydana gelen değişmelerdir. Diğer belirtiler şöyle sıralanabilir: Ânî ateş basması genellikle göğüste bir ısınma hissiyle ortaya çıkar. Oradan boyuna, yüze ve bazen de tüm vücuda yayılır. Bazen ateş hissiyle birlikte iğnelenme de görülür. Yüzde ateş basması sonucu ortaya çıkan kızarıklık başkaları tarafından rahatlıkla fark edilebilir. Geceleri ateş basması uyku düzenini bozabilir. Bazen de aşırı terleme veya üşüme uykuyu bölebilir. Ânî ateş basması menopozdan hemen önce başlar ve yaklaşık 2-3 yıl devam eder. Yumurtalıkları ameliyatla alınmış genç bayanlarda da, operasyondan yaklaşık bir hafta sonra ânî ateş basması görülür. Menopozun birçok belirtisi vardır ancak bu belirtilerin kaynağı menopoz ile alakası olmayan rahatsızlıklar da olabilir: Gerginlik, baş ağrısı ve baş dönmesi bunlardan birkaçıdır. Ayrıca menopoz nedeniyle sıklıkla karşılaşılan "yaşlanma endişesi" de bir takım rahatsızlıklara yol açabilir. Birçok kadın menopoz esnasında kilo aldığından yakınmaktadır. Bunun nedeni bazen tiroid faaliyetlerindeki azalma olabilir. Ancak menopoz esnasında kilo almanın nedeni genellikle azalan fiziksel faaliyetler ve aşırı yemedir. Menopozun dış görünüşü ya da zindeliği etkilediği yönünde net bir bilgi yoktur. Yakın zamanlara kadar östrojen hormonu alımının menopoz belirtilerini azalttığına ve ateroskleroz (damar tıkanıklığı) ile osteoporozu yavaşlattığı düşünülmekte, hastalara ve menopozdaki bayanlara yaygın olarak verilmekteydi. Ancak günümüzde östrojenin endometriyal (rahim mukozası) ve bâzı meme kanserleri ile ilgili olabileceği, düşünülmektedir. Östrojen hormon tedavisi alanlarda kalp krizi ve inme riskinde artış olduğuna ilişkin veriler nedeniyle östrojen tedavisi (postmenapozal hormon yerine koyma tedavisi) tekrar gözden geçirilmektedir. Menopoz dönemi genellikle 45-50 yaş arasında kabul edilen bir olgudur. Bu yaşlarda oluşan menopoz dönemi doğurganlık özelliğinin bitişi olarak kabul edilmektedir. Menopoza giren bir kadın artık çocuk doğurma özelliğini kaybetmiş demektir. Ancak 35-40 yaş altı kadınlarda kesilen âdet kanamaları erken menopoz olarak adlandırılmaktadır. Bu durum ile karşı karşıya kalan kadınların bazıları kendiliğinden gebe kalabilirken bazıları ise yardımcı üreme tedavileri ile gebe kalmaktadır. Kadının âdet döngüsü bir yılı geçmiş ve bu süre içinde kanama olmamış ise menopoz tanısı konabilir. Erken menopoz hariç normal menopozun geri dönüşü gibi bir ihtimali söz konusu değildir. Artık doğurganlık özelliği kaybedilmiştir ve kadının gebe kalma gibi şansı yoktur. 40 yaş altında bir kadında erken menopozun tanısını koymak önemlidir. Küçük ovarian yetmezliği erken menopozdan daha farklı gelişen bir durumdur. Bu sorun ile karşı karşıya kalan bir kadında âdet kanaması kendiliğinden tekrar oluşabilir ve hiçbir yardımcı üreme tedavisine gerek kalmadan gebe kalabilir. Bu hasta gruplarında yumurtalıklarda bulunan folliküller tamamen tükenmiştir ya da herhangi bir bozukluğa uğramıştır. Bu hastalığın genetik olduğu da düşünülmektedir. Ailesinde bu tür bir sorun olan kadınların %20’sinde bu hastalık görülmektedir. Vulva Vulva, dış kadın cinsel organlarından oluşur. Kadın dış genital bölgelerine karşıdan bakıldığında üstte "çatı"yı oluşturan leğen kemiklerinin birbiriyle orta hatta birleştiği bölgenin oluşturduğu kabarıklık olan "pubis tepesi", altta "anüs" ve (dış) dudaklar adı verilen yapılarca sınırlanan bölgedir. Pubis tepesi cilt ve altında yağ dokusu içerir, üzeri genital kıllarla kaplıdır. Pubis tepesinin hemen altında klitoris bulunur. Dış genital organların bir tabaka altında kadının doğum yapmasında, idrar ve dışkı çıkışı gibi işlevleri istemli olarak yürütmesinde önemli yeri olan kaslar bulunur. Bu kaslara topluca pelvis tabanı kasları adı verilir. Praseodim Praseodim (Kısaltması/sembol Pr), atom numarası 59, atom ağırlığı 140,92 olan, soluk sarı renkli bir element. Perseus (mitoloji) Perseus, Yunan mitolojisindeki önemli kahramanlardan biridir. Herakles'in ataları arasında yer alan Argoslu bir kahramandır. Babası Zeus annesi ise Akrisios kızı Danae'dir. Perseus'un büyük babası Akrisios bir kahine gidip bir erkek çocuğunun olup olamayacağını sorar. Kahin ona kızı Danae'nin bir erkek çocuğu olacağını ve bu çocuğun onu öldüreceğini söyler. Korkuya kapılan ve kehanetin gerçekleşmesinden korkan Akrisios, yeraltına tunçtan bir oda yaptırarak kızını oraya hapseder. Zeus tunç odanın tavanındaki bir yarıktan altın damlası şeklinde içeriye sızar ve genç kızla beraber olur. Bu birleşmeden Perseus doğar. Ancak Akrisios bunun üzerine kızı Danae ile Perseus'u bir sandığa kilitler ve denize atar. Poseidon'un denizi sakinleştirmesi ve Zeus'un yardımı sonucu balıkçılar tarafından bulunur. Perseus, Athena tarafından Gorgonlardan Medusa'yı öldürmekle görevlendirilir. Athena ve Hermes ona bu zor görevinde yardımcı olan tanrılardır. Perseus, Gorgonların (Stheno, Euryale ve Medusa) yerine gider. Onları uyurken bulur. Bu üç kız kardeş arasında yalnız Medusa ölümlüdür. Bu nedenle Perseus sadece onun başını kesip götürebileceğini anlar. Gorgonlar, boyunları ejderha pullarıyla korunan, yaban domuzu gibi dişleri olan dişi canavarlardır. Tunç elleri ve altın kanatları vardır. Üstelik bakışları o kadar güçlüdür ki baktıkları her şeyi taşa çeviriyorlardır. Perseus Medusa'nın kafasını kalkanından yansıyan görüntüsüne bakarak yaklaşıp keser. Medusa'nın kesilen kafasından Pegasus (uçabilen beyaz kanatlı at) ve Chrysaor adlı bir dev çıkar. Bu sırada diğer Gorgonlar bu sese uyanır ancak Perseus onlardan Hades'in görünmezlik miğferi ile kaçar ve kurtulur. Perseus daha sonra Medusa'nın başını Athena'ya teslim eder. Yolculuğu sırasında Aithopia kralı Kepheus ile Kassiopeia'nın kızı olan Andromeda ile yolları kesişir. Kassiopeia kendi güzelliğini deniz tanrıçalarından daha üstün gördüğü için Poseidon'u kızdırmıştır. Poseidon Kraliçenin küstahlığını cezalandırmak için Aithopia'yı yok etmesi için bir deniz canavarı gönderir. Bir kehanet ocağının sözüne göre de Kassiopia'nın kızı Andromeda'nın bu deniz canavarına kurban edilmesi gerekir. Andromeda bir kayaya zincirle bağlanır ve canavarın gelişini bekler. Perseus kızı kurtarır ve onunla evlenir. Ancak düğünde Andromeda'nın amcası ve eski nişanlısı Phineus adamlarıyla gelir ve Andromeda'yı alıkoymaya kalkar. Bazı kaynaklara göre Perseus grubu tek başına alt eder. Ancak çeşitli yazılarda bunu Medusa'nın başını kullanarak yaptığı söylenir. Bazı kaynaklarda ise bu savaş sırasında Andromeda ölmüştür. Bu nedenle kaderin kız kardeşlerine giderek eşinin geri dönmesini istemeye çalışan Perseus, bu yolda bir tuzağa yakalanarak su dolu bir odada sonsuza kadar kalmak zorunda kalmıştır . Sadece bir kahraman , Gorgonlarla yüzleşebilecek kadar cesurdu; Danae ve Zeus'un çocuğu olan yarı tanrı Perseus . Hikâyeye göre Perseus ve annesi; kötü kalpli Kral Akrisios tarafından sandığın içine kitlenmiş ve denize atılmıştı. Sandık, Seriphos'ta sahile vurdu. Seriphos Kralı Polydektes, Danae'ye aşık oldu ve Perseus'tan kurtalmak istedi. Perseus Medusa'nın başını getirebileciğini söyleyerek böbürlenince bu, kralın hoşuna gitti. Perseus, kendisine tırpanla kalkan veren Hermes ve Athena'nın yardımını alana dek bu amacını gerçekleştiremedi. Hermes ve Athana onu Gorgonların kız kardeşleri olan, tek gözlü ve tek dişli kocakarılarla ; Greelere götürüldü. Perseus, Gorgonların yerini söylemesi için Greeklerin birinde olan gözü ve Dişi çaldı. Bunun üzerine Perseus'un isteklerini yerine geriren Greeler , ayrıca ona görünmezlik başlığı, bir çanta ve kanatlı sandalet ödünç verecek olan üç Nimf'i nerede bulacağını de söyledi. Sonra Perseus görünmez olarak gorgonlara uçtu Medusa'nın Kalkanındaki yansımaya bakarak onunla savaştı ve medusanın başını keserek çantaya koydu . Seriphos'a geri dönerek Polydektes ve Kötü maiyetini taşa çevirdi. Ksenon Ksenon, Xe sembolü ile gösterilen 54 atom numaralı kimyasal elementtir. Renksiz, ağır, kokusuz bir soy gaz olan ksenon Dünya atmosferinde eser miktarda bulunur. Genellikle reaktif olmayan element, sentezlenen ilk soy gaz bileşiği olan ksenon heksafloroplatinatın oluşumu gibi birkaç kimyasal reaksiyona maruz kalabilir. Ksenonun tabiattaki varoluşu dokuz kararlı izotoptan ibarettir. Ayrıca kırkın üzerinde radyoaktif bozunuma uğrayan kararsız izotop bulunur. Ksenonun izotop oranları Güneş Sistemi'nin ilk tarihinin araştırılmasında önemli bir araçtır. Ksenon-135 nükleer fisyonun sonucu olarak açığa çıkar ve nükleer reaktörlerde nötron soğurucu görevini yapar. Ksenon flaş lambalarında ve ark lambalarında kullanılır, ve tıpta genel anestezik olarak kullanılır. İlk excimer lazer modelin lazer aktif ortamında ksenon dimer molekülü (Xe) , ve ilk lazer modellerinde de pompa olarak ksenon flaş lamba kullanıldı. Ksenon ayrıca kuramsal zayıf etkileşimli ağır parçacıkların (WIMP) araştırılmasında ve uzay gemilerindeki iyon iticilerde kullanılır. Ksenon 12 Temmuz 1898'de William Ramsay ve Morris Travers tarafından yine kendi keşifleri olan kripton ve neon'un ardından keşfedildi. Ramsay ve Travers elementi sıvı havanın buharlaşan bileşenlerinden arta kalan kalıntılarda buldular. Ramsey bu gaz için Yunancada 'yabancı' veya 'ziyaretçi' anlamlarına gelen "ξένον" [xenon] sözcüğünün geçişsiz tekil formu "ξένος" [xenos] adını önerdi. 1902'de Ramsay ksenonun Dünya atmosferindeki oranını 20 milyonda bir olarak tahmin etti. 1930'larda mühendis Harold Edgerton yüksek hızlı fotoğrafçılık için çakar lamba (strobe light) teknolojisini araştırmaya başladı. Bu araştırma onu, ışığın kseno
n ile dolu bir tüpte kısa elektrik akımının gönderilmesiyle elde edildiği ksenon flaş lambasının keşfine götürdü. 1934'te Edgerton bu yöntemle bir mikrosaniye kadar kısa flaşlar üretebildi. 1939'da Albert R. Behnke Jr. derin su dalgıçlarında meydana gelen sarhoşluğu araştırmaya başladı. Behnke çalışmasında çeşitli solunum karışımlarının etkilerini test etti ve bunun dalgıçların derinlikteki değişimi algılamalarına sebep olduğunu keşfetti. Bu sonuçlardan sonra ksenon gazının anestetik olarak kullanılabileceği görüşüne vardı. 1941'de Rusya'da Lazharev'in görünüşte ksenon anestezisi üzerine çalışmış olmasına rağmen 1946'da ksenon anestezisini teyit eden yayımlanmış ilk raporu yazan kişi deneylerini fareler üzerinde yapan J. H. Lawrence'dır. Ksenon ilk kez 1951'de, iki hastasını başarılı bir şekilde ameliyat eden Stuart C. Cullen tarafından cerrahi anestezik olarak kullanıldı. 1960'da fizikçi John H. Reynolds, aşırı ksenon-129 bolluğunda belli başlı göktaşlarının izotopik anormallik içerdiğini keşfetti. Reynolds bunun radyoaktif iyot-129'un bir bozunum ürünü olduğu sonucuna vardı. Bu izotop cosmic ray spallation ve nükleer fisyon ile yavaşça üretilir ancak sadece süpernova patlamalarında nicel olarak üretilir. I izotopunun yarı ömrü kozmolojik zaman skalasında nispeten kısadır (16 milyon yıl). Bu da süpernovalar ile göktaşlarının I izotopunu katılaştırıp tuzakladığı zaman arasında çok kısa bir süre geçtiğinin ispatıdır. Bu iki olay (süpernova ve gaz bulutunun katılaşması) Güneş Sistemi'nin ilkel tarihi esnasında neler olduğunu göstermektedir. I izotopu büyük ihtimalle Güneş Sistemi oluşmadan önce üretildi (ancak uzun süre önce değil) ve ikinci bir kaynaktan gelen izotoplar ile güneş gazı bulutunu tohumladı. Bu süpernova kaynağı aynı zamanda güneş gazı bulutunun çöküş sebebi de olabilir. Uzun bir süre boyunca ksenon ve diğer soy gazların tamamen kimyasal süreduran oldukları ve herhangi bir bileşik oluşturamayacakları düşünülüyordu. Ancak British Columbia Üniversitesi'nden Neil Bartlett araştırmaları esnasında platinyum heksaflorid (PtF) gazının, dioxygenyl hexafluoroplatinate (O[PtF]) oluşturulması için oksijen gazını (O) okside edebilen güçlü bir aracı yükseltici olduğunu keşfetti. O ve ksenonun birinci iyonizasyon potansiyeli neredeyse aynı olduğundan, Bartlett platinyum heksafloridin de ksenonu oksitleyebileceğini fark etti. 23 Mart 1962'de o iki gazı birleştirdi ve bilinen ilk soy gaz bileşiği ksenon heksafloroplatinatı elde etti. Bartlett bileşiğinin Xe[PtF] olduğunu düşündü ancak daha sonraki çalışmaları bunun muhtemelen ksenon içeren çeşitli tuzların karışımı olduğunu gösterdi. Bunun sonrasında başka birçok soy gaz bileşiği daha keşfedildi ve argon florohidrür (HArF), kripton diflorid (KrF) ve radon florid gibi bazı argon, kripton ve radon bileşikleri de tanımlandı. Ksenon Dünya atmosferindeki eser gazlardandır 0.087±0.001 ppm (μL/L) veya bir başka ifadeyle yaklaşık 11.5 milyonda bir parça şeklinde bulunur. ve ayrıca bazı mineral kaynaklarından çıkarılan gazlarda da bulunur. Ksenonun Xe ve Xe gibi bazı radyoaktif türleri, nükleer reaktörlerdeki bölünebilir malzemelerin nötron ışınlaması ile üretilir. Ksenon havanın oksijen ve azota ayrılması işleminde yan ürün olarak elde edilir. Genellikle çift aşamalı tesiste ayrımsal damıtma ile yapılan bu işlemden sonra sıvı oksijen küçük miktarda kripton ve ksenon içerir. İlave damıtma aşamaları ile sıvı oksijen %0,1–0,2 kripton/ksenon karışımı içerecek şekilde zenginleştirilebilir. Bu karışım silika jel üzerine adsorpsiyon veya damıtma yoluyla çıkarılır. Son olarak kripton/ksenon karışımı damıtma yöntemi ile ksenon ve kriptona ayrılabilir. Bir litre ksenonun atmosferden eldesi 220 kilowatt saat enerji gerektirir. 1998 yılı içinde Dünya çapında 5,000–7,000 m³ ksenon üretildi. Ksenon nadir bulunuşu sebebi ile diğer hafif soy gazlardan çok daha pahalıdır. 1999 yılı itibarı ile küçük miktarlar için bu gazların Avrupa piyasasındaki değerleri; ksenon için 10 €/L, kripton için 1 €/L ve neon için 0.20 €/L şeklindedir. Ksenon Güneş atmosferinde, Dünya'da ve asteroidlerde ve kuyrukluyıldızlarda göreli olarak seyrek bulunur. Mars atmosferinde ksenonun bulunuşu Dünya'dakine benzerdir: yaklaşık olarak milyonda 0.08 parça. Yine de Xe'nin Mars'taki oranı Dünya ve Güneş'tekinden daha yüksektir. Bu izotopun radyoaktif bozunma ile oluştuğu düşünülürse, bu sonuç muhtemelen Mars'ın, gezegen formuna geldiği ilk 100 milyon yıl içinde, ilkel atmosferini yitirdiğinin belirtisi olabilir. Bunların aksine Jüpiter gezegeni atmosferinde olağandışı derecede ksenon bulunur; yaklaşık olarak Güneş'tekinden 2.6 kat daha fazladır. Bu yüksek bolluk solar nebula ısınmaya başlamadan önce, küçük gezegenlerin (planetesimal) erken ve ani artışından kaynaklanıyor olabilir (aksi durumda ksenon, planetesimal buzullarda tuzaklanamazdı), ancak bu durumun sebebi halen açıklanamamış durumdadır. Güneş Sistemi içinde bütün ksenon izotopları için nükleon fraksiyonu 1.56 × 10 veya toplam kütle içinde 64 milyonda bir parçadır. Bir ksenon atomunun çekirdeğinde 54 proton bulunur. Standart sıcaklık ve basınçta saf ksenon gazının yoğunluğu, (Dünya atmosferinin yüzey yoğunluğu 1.217 kg/m³'ten yaklaşık 3 kat fazla) 5.761 kg/m³'tür. Sıva haldeki ksenonun yoğunluğu 3.100 g/mL'ye kadar çıkabilir (maksimum yoğunluk üçlü noktada olur). Aynı koşullar altında katı ksenonun yoğunluğu 3.640 g/cm³'tür (2.75 g/cm³ olan granitin yoğunluğundan büyüktür). Gigapaskal seviyesinde basınç uygulandığında ksenon metalik faza geçiş yapar. Ksenon soy gaz veya asal gaz olarak isimlendirilen sıfır valanslı elementlerdendir. Element (örneğin yanma gibi) birçok kimyasal reaksiyona karşı süredurandır, çünkü en dış valans kabuğunda sekiz elektron bulunur. Bu durum sıkıca bağlı olan en dıştaki elektronların kararlı ve minimum enerji konfigürasyonunda olmasını sağlar. Yine de ksenon güçlü oksitleyiciler ile oksitlenebilir ve birçok ksenon bileşiği sentezlenebilir. Gazlı tüplerde ksenon, gaz elektriksel boşalma ile uyarılırsa mavi ve eflatun ışık yayar. Doğal ksenon dokuz kararlı izotoptan oluşur. On kararlı izotopu bulunan kalay dışındaki tüm elementler içinde en fazla kararlı izotopa sahip elementtir. Elementler içinde sadece ksenon ve kalay yediden fazla izotopa sahiptir. Xe, Xe ve Xe izotoplarının çift beta çözünmesine uğrayacakları öngörülür, ancak bu hiçbir zaman göslenmediği için, bu izotopların da kararlı oldukları kabul edilir. Bu kararlı formların yanında, kırkın üzerinde kararsız izotop da incelenmiştir. Yarı ömrü 16 milyon yıl olan Xe, I'nin beta çözünmesi sonucunda üretilir. Xe, Xe, Xe ve Xe, U ve Pu'nun fisyon ürünlerinden bazılarıdır. Bu yüzden bu izotoplar nükleer patlamalarda indikatör olarak kullanılır. Çeşitli ksenon izotopları, süpernova patlamalarında, çekirdeklerindeki hidrojeni tükenen ve AGB yıldız haline gelen kırmızı dev yıldızlarında, klasik nova patlamalarında ve iyot, uranyum ve plütonyum gibi elementlerin bozunumu sonucunda oluşur. Yapay Xe izotopu nükleer fisyon reaktörlerindeki işlemlerde dikkate değer bir öneme sahiptir. Xe izotopunu termal nötronlar için büyük bir tesir kesitine sahiptir (2.6×10 barn), bu özelliği ile izotop nötron soğurucu olarak veya işlemden bir süre sonra, zincir reaksiyonu yavaşlatabilen ve durdurabilen "zehir" olarak kullanılır. Bu olay, ABD'de Manhattan Projesi çerçevesinde inşa edilen ilk nükleer reaktörlerde, plütonyum üretimi için keşfedildi. Ksenon elementi, iki ana izotopun izleyicisi olduğu için, göktaşlarındaki ksenon izotopu oranı Güneş Sistemi'nin oluşumunun araştırılmasında önemli bir araçtır. Radyometrik tarihlemedeki iyot-ksenon yöntemi, nükleosentez ve solar nebuladaki katı maddenin yoğunlaşması arasında geçen süreyi verir. Ksenonun Xe/Xe ve Xe/Xe gibi izotop oranları da, dünyasal başkalaşımın ve ilkel gaz çıkışının anlaşılmasında önemli bir araçtır. Ksenonun ilk bileşiği 1962'de sentezlenen ksenon heksafloroplatinattır. Bundan sonra birçok ksenon bileşiği daha keşfedildi. Bunlar arasında ksenon diflorür (XeF), ksenon tetraflorür (XeF), ksenon heksaflorür (XeF), ksenon tetroksit (XeO) ve sodium perxenate (NaXeO) gibi bileşikler yer alır. Ayrıca yüksek derecede patlayıcı bileşik ksenon trioksit de (XeO) elde edildi. Bu zamana kadar bulunan seksenden fazla ksenon bileşiği elektronegatif flor veya oksijen içerir. Diğer atomlar bağlı iken (hidrojen ve karbon gibi), onlar çoğunlukla flor veya oksijen içeren bir molekülün parçası olarak bulunurlar. Bazı ksenon bileşikleri renklidir ancak elementin çoğu bileşiği renksiz halde bulunur. 1905'de, Finlandiya'daki Helsinki Üniversitesi'ndeki bir grup bilim insanı (M. Räsänen ve ortak çalışanlar) ksenon dihidrit (HXeH) ve sonrasında ksenon hidroksit (HXeOH), hidroksenoasetilen (HXeCCH) ve diğer Xe içeren moleküllerin anıklanmasını duyurdular. Ek olarak 2008'de Khriachtchev ve diğerleri, kriyojenik ksenon matriksi dahilinde suyun ışılkesimi (fotoliz) ile HXeOXeH bileşiğinin anıklandığını bildirdiler. Ayrıca HXeOD ve DXeOH gibi döteryumlanmış ksenon molekülleri de üretilmiştir. Ksenonun kimyasal bağ oluşturduğu bileşiklere ek olarak, ksenon atomlarının başka bir bileşiğin kristalimsi kafesi ile tuzaklandığı klatrat yapılar da oluşturabilir. Bunun bir örneği, ksenon atomlarının su moleküllerinin kafesindeki boşlukları doldurduğu, ksenon hidrattır (Xe·5.75 HO). Ayrıca hidratın döteryumlanmış örnekleri de üretilmiştir. Böyle gaz hidratlar, doğal olarak, Vostok Gölü ve Antarktik buz örtüsünün altı gibi yerlerde yüksek basınç şartları altında ortaya çıkabilir. Klatrat oluşumu, kısmi olarak ksenon, argon ve kripton damıtımında kullanıldı. Ksenon, atomunun bir fulleren içinde hapsolduğu endohedral fulleren bileşikler de oluşturabilir. Fulleren içinde hapsolmuş ksenon atomu, Xe nükleer manyetik rezonans spektroskopisi yoluyla gözlenebilir. Bu tekniğin kullanılmasıyla, ksenon atomunun çevresine göre kimyasal duyarlılığına bağlı olarak, fulleren molekülü üzerindeki kimyasal reaksiyonlar analiz edilebilir. Ancak, ksenon atomu da fullerenin reak
tifliği üzerinde, elektronik bir etkiye sahiptir. Ksenon atomları temel durumlarındayken, birbirlerini iterler ve bağ oluşturmazlar. Ksenon atomları enerji kazandıklarında, elektronlar tekrar temel duruma dönünceye kadar uyarılmış dimer (exited dimer - eximer) oluşturabilirler. Bu mahiyet oluşur çünkü ksenon atomu en dış elektron kabuğunu dolu tutma eğilimindedir ve bunu kamşu ksenon atomundan bir elektron alarak yapabilirler. Bir ksenon excimer için tipik yaşam süresi 1–5 ns'dir ve bozunum sonucunda yaklaşık 150 ve 173 nm dalgaboyunda fotonlar salıverilir. Ksenon ayrıca, brom, klor ve flor gibi halojenlerin de dahil olduğu diğer elementlerle de dimer oluşturabilir. Ksenon elementi nadir bulunmasına ve Dünya atmosferinden elde edilmesi göreli olarak pahalı olmasına rağmen birçok uygulama alanına sahiptir. Ksenon, ksenon flaş lambası olarak bilinen ışık yayan aletlerde kullanılır. Ksenon flaş lamba fotografik flaşlarda ve stroboskopik lambalarda ve nadiren bakterisidal lambalarda kullanılır. Ksenon lazerlerde aktif lazer ortamını uyararak koherent ışık elde edilmesini sağlar.. 1960'da keşfedilen ilk katıhal lazer ksenon flaş lambası ile pompalandı, ve atalet kısıtlamalı nükleer füzyonda kullanılan lazerler de ksenon flaş lambaları ile pompalandı. Sürekli, kısa, yüksek basınçlı ksenon yay lambaları gün ortası güneş ışığına yakından benzeyen bir renk sıcaklığına sahiptir ve bunlar güneş benzeticilerde kullanılır. Bu lambaların kromatikliği, Güneş'ten gözlenen ısıya yakın bir ısıdaki ısıtılmış kara cisim radyatörünü andırır. Bu lambalar 1940'larda ilk olarak tanıtıldıklarında, film projektörlerinde kullanılan kısa ömürlü karbon ark lambalarının yerini almaya başladılar. Lambalar tipik 35mm'lerde ve IMAX film projeksiyon sistemlerinde, otomotivde HID farlarında ve diğer özel alanlarda kullanıma sokuldu. Bu arklar muhteşem bir kısa dalgaboylu morötesi ışınım kaynağıdırlar ve kızılötesi yakınlarında yoğun yayıma sahiptirler arkın bu özelliği bazı gece görüş sistemlerinde kullanılır. Plazma ekrandaki tekil hücreler elektrod kullanımıyla plazmaya dönüştürülen bir ksenon ve neon karışımı kullanır. Bu plazma ile elektrodların etkileşimi, ekranın önünü örten fosforu uyaran morötesi fotonlar üretir. Ksenon yüksek basınçlı sodyum lambalarında "starter gaz" olarak kullanılır. Ksenon bütün radyoaktif olmayan soy gazlar içerisinde en düşük ısıl iletkenliğe ve en düşük iyonizasyon potansiyeline sahip olan elementtir. Bir soy gaz olarak ksenon işlem lambalarında meydana gelen kimyasal reaksiyonlara karışmaz. Düşük ısıl iletkenlik ısı kayıplarının minimize eder ve düşük iyonizasyon potansiyeli gazın çöküm geriliminin, soğuk durumda göreli olarak düşük olmasına sabep olur, bu da lambanın çok daha kolay bir şekilde çalışmasına olanak sağlar. 1962'de Bell Laboratuvarları'ndaki bir grup araştırmacı ksenonun lazer etkisini keşfettiler, ve sonrasında helyum eklendiğinde lazer aktif ortamının geliştiğini buldular. Ksenon dimer (Xe) kullanılan ilk eximer lazerde bir demet elektron ile enerji sağlanarak, 176 nm dalgaboyunda (morötesi) uyarılmış emisyon üretildi. Ksenon klorür ve ksenon florür de eximer (ya da daha doğru bir ifadeyle exiplex) lazerlerde kulanılır. Ksenon klorür eximer lazer dermatolojide kullanım alanına sahiptir. Ksenon pahalı olmasına rağmen genel anestezik olarak kullanılır. Ksenon anestezisi için iki tane yöntem bulunmaktadır. Birincisi, sinapsların hücre zarındaki kalsiyum-ATPaz pompasının inhibisyonunu kapsar. Bu durum, ksenon protein içindeki nonpolar bölgelere bağlandığında meydana gelen, bir konoluşumsal değişimden (üç boyutlu yapı değişikliği) kaynaklanmaktadır. İkinci yöntem anestezik ile lipid membranı arasındaki özgül olmayan etkileşmeye odaklanır. Ksenon %71 minimum alveoler konsantrasyona (MAC) sahiptir. Bu haliyle bir anestezik olarak NO'dan %50 daha etkilidir. Bu nedenle ksenon, daha az hipoksi riskine sahip oksijenle yapılan konsantrasyonlar şeklinde kullanılabilir. Azot oksitten (NO) farklı olarak ksenon bir sera gazı değildir bu yüzden de element çevre dostu olarak nitelendirilir. Nükleer enerji uygulamalarında, ksenon, kabarcık odalarında, problarda ve büyük molekül ağırlığı ve süreduran yapının gerekli olduğu diğer alanlarda kullanılır. Sıvı ksenon, kuramsal zayıf etkileşimli ağır parçacıkların veya WIMP'lerin tespitinde ortam olarak kullanılır. Bir WIMP, ksenon çekirdeği ile çarpışınca teorik olarak, bir elektronu koparması ve bir sintilasyon yaratması gerekir. Ksenon kullanılmasıyla bu enerji patlaması, kolayca, kozmik ışınlar gibi parçacıkların sebep olduğu benzer olaylardan ayırdedilebilir. Yine de İtalya'da Gran Sasso Ulusal Laboratuvarı'ndaki (Gran Sasso National Laboratory) XENON deneyinde, o zamana kadar doğrulanmış herhangi bir WIMP bulunmasında başarısız oldu. Deneyde hiç WIMP tespiti yapılamamış olsa da, deney karanlık madde ve bazı fizik modellerinin araştırılmasına hizmet edecek. Tesiste bulunan şimdiki dedektör, Dünya'daki diğer cihazlardan beş kat daha hassastır. Ksenon, sahip olduğu atom ağırlığı başına düşük iyonizasyon potansiyeli ve (yüksek basınça altında) oda sıcaklığında sıvı olarak saklanabilmesi ile uzay araçlarının iyon itki motoru için tercih edilen bir yakıttır. Ksenonun süreduran doğası onu çevre dostu yapar ve yine bu özelliği ile ksenon iyon motorlarında, civa veya sezyuma oranla daha az kimyasal aşındırıcılık gösterir. Ksenon uydu iyon motorlarında ilk kez 1970'lerde kullanıldı. Element daha sonra Avrupa'nın SMART-1 adlı uzay gemisinde ve NASA'nın Dawn Spacecraft adlı uzay gemisinde üç iyon itki motoru için yakıt olarak kullanıldı. Analitik kimyada perksenat bileşikleri yükseltgen madde olarak kullanılır. Ksenon diflorür, özellikle mikro elektro mekanik sistemlerin (MEMS) üretiminde, silikon için etchant olarak kullanılır. Antikanser ilacı 5-fluorouracil, ksenon diflorürün urasil ile reaksiyona girmesi sonucu üretilebilir. Ksenon ayrıca protein kristalografisinde de kullanılır. Ksenon gazı, standart sıcaklık ve basınçta, yalıtılmış cam veya metal konteynerde güvenli bir şekilde saklanabilir. Ancak ksenon, plastik ve kauçuk gibi materyallerle yalıtılmış konteynerlerde kademeli olarak sızıntı yapar. Ksenon toksik değildir. Gaz kanda çözünebilir ve kan beyin bariyerine nüfuz eden seçilmiş maddeler grubuna aittir, ve oksijenle birlikte yüksek konsantarasyonda solunduğunda anestezik özellik gösterir.(bkz. anestezi altbaşlığı). Birçok ksenon bileşiği, oksidatif özelliklerine bağlı olarak, patlayıcı ve toksiktir. Havada 344 m/s olan ses hızı ksenon ortamında 169.44 m/s'dir. (bunun sebebi, ağır ksenon atomlarının, azot ve oksijen molekülleri ile karşılaştırıldığında daha yavaş ortalama hıza sahip olmalarıdır). Bu sayede ksenon atomu solunduğunda ses yolunun rezonans frekansını düşürür. Bu da solunduğunda yüksek perde sese sebep olan helyumun aksine, karakteristik alçak perdeden ses üretilmesini sağlar. Helyum gibi ksenon da vücudun oksijen ihtiyacını karşılamaz ve basit asfiksanttır. Bu nedenle artık çoğu üniversitedeki genel kimya gösterilerinde, ses gösterisi yapılmasına izin verilmez. Ksenonun pahalı olması sebebiyle bu tür gösterilerde, molekül ağırlığı (146 versus 131) ksenonunkine yakın olan sülfür heksaflorür (bu da aynı şekilde asfiksanttır) kullanılır. Ksenon veya sülfür heksaflorür gibi ağır gazların, %20 oksijen karışımı içerdiklerinde güvenli bir şekilde solunması mümkündür (yine de bu konsantrasyondaki ksenon genel anestezideki bilinçsizliğe sebep olur). Akciğerler bu gazları çok etkili ve çabuk bir şekilde karıştırır böylece ağır gazlar oksijenle birlikte tahliye edilir ve akciğerin arkasında birikmezler. Yine de büyük miktardaki herhangi bir ağır gaz için tehlike durumu da vardır. Bu şekilde kokusuz, görünmez ve renksiz bir gazla dolu bir konteynere giren biri bilmeden gazı soluyabilir. Çavuşlu, Uzunköprü Çavuşlu, Edirne ilinin Uzunköprü ilçesine bağlı bir köydür. Köy, ismini burada çiftliği olan bir çavuştan almıştır. Köyün yeri eskiden tren yolu yamacında iken daha sonra şimdiki yerine intikal etmiştir. Köy 1919 yılında Yunan işgaline maruz kalmış ve bu işgal üç sene sürmüş olup Kasım 1922'de sona ermiştir. 3 Kasım 1922`de on yedi kişi kursuna dizilmiştir. Şehitlik köy merkezindeki caminin yanında bulunmaktadır. Köyün gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur. Edirne'nin Uzunköprü ilçesine bağlı, yaklaşık yüz haneli şirin bir köydür. Yerel halk çiftçilik, hayvancılık ve kömürcülük ile uğraşırken köye göç eden kesim ise buradaki maden ocaklarında ve mevsimlik olarak tarımda yerel halka yardım etmektedir. Edirne iline 110 km, Uzunköprü ilçesine 28 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, Trakya karasal iklimi etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Uzunköprü Tarım Borsası'nın Türkiye Tarım Borsası'ndaki "Buğday" ve "Ayçiçeği" bakımından büyük paya sahip olmasında Çavuşlu'nun etkisi, tarım alanlarının genellikle güneye bakmasından dolayı büyüktür. Madencilik Köyün -bilinen- en önemli yer altı zenginliği linyit kömürdür. Maden ocaklarından çıkan kömür, paketlenerek satılmaktadır. Kömür satımı Türkiye genelinde hem fabrikalara hem de evlere yapılmaktadır... Tarım ve Hayvancılık Tarımı yapılan başlıca tarım bitkileri ayçiçeği, buğday, süpürge, mısır, çekirdeklik kabaktır. Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık yapılan köyde hayvanlara yem olarak buğday biçimiden arta kalan samanlar (balyalanarak muhafaza edilir) ve küspe kullanılır. Hayvanlardan elde edilen süt, günlük ihtiyaçtan fazla ise civar kasabalardaki mandıra sahipleri tarafından her gün akşam üzeri köy meydanından toplanır. Kesim zamanı gelen hayvanlar da yine civar kasabalardaki mezbahalara ya da kurbanlık olarak ihtiyacı olan kişilere satılır. Köyde ilköğretim okulu vardır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı var fakat ebe yoktur.. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. İterbiyum İterbiyum (Yb), sembolü ile bilinen, elektron dizilişle
rinde f orbitalinde elektron barındıran kimyasal bir element. Bu element grup 3 elementlerine ve 6. periyot elementlerine ait olan bir lantanittir. İterbiyum paslanmaz çeliğin dayanıklılığını, tanecik inceliğini ve diğer mekanik özelliklerini iyileştirmede, metalürji ve kimya alanlarındaki deneylerde kullanılır . Fermi Fermi: Paladyum Palladyum, Pd işaretiyle bilinen, platine benzer, atom no: 46 ve atom ağırlığı: 106.42 olan kimyasal element. 1803'te William Hyde Wollaston tarafından bulunan Paladyum metali platinden sonra bu gruptaki metallerin en önemlisidir. Kıymetli metallerden sayılır. Beyaz altın elde edilmesinde kullanılır. 28.10.2010 itibarıyla fiyatı 625.00 $/Ons'dur (Gramı yaklaşık 22 $). Gümüş gibi parlaktır. Gayet ince dağılmış bir hâlde iken periyotlar sisteminde kendisinin üstünde bulunan nikelden daha fazla hidrojen gazını çözer. Paladyumda çözünmüş bulunan hidrojen nikelde olduğu gibi çok aktif bir hâldedir ve doymamış organik bileşikleri hidrojenlendirebilir. Hiçbir gaz geçirmeyen levha hâlindeki paladyum, hidrojen gazını geçirir. Paladyum, tuzlarında ekseriyetle +2 değerlikte olup bunlar kahverengidirler. Kahverengi ve nem kapıcı billurlardan oluşan karbon monoksit tarafından koloidal şekilde bulunan ve siyah renkte olan paladyum metaline indirgenir. Türk Parası Kıymetini Koruma Kanunu hakkında, 32 sayılı kararda yapılan değişikliklerle paladyum resmen değerli maden olarak kanuna eklendi. Mandıra Mandıra, inek, koyun, keçi vb. süt veren hayvanların barındırıldığı, süt ve süt ürünlerinin de elde edildiği yerdir. Mandıralarda her hayvan için yaklaşık 0.6-1.2 metrekarelik yer hesaplanır. Tavan yüksekliği 3 m, cephenin her 1,25 metresinde pencere bulunacak şekilde yerleşim planlanır. Ayrıca hayvan yemlikleri ve yem odası da bulunur. Mandıra, Yunanca "mandra" sözcüğünden Türkçeye geçmiştir. Bu sözcük, ağıl, hayvanların kapatıldığı yer anlamına gelir. Cape Canaveral Canaveral Burnu, Florida, ABD'de bulunan Atlantik kıyısında uzun ve dar bir alandır. Uzay kumsalı olarak da bilinir ve Kennedy Uzay Merkezi'nin bir parçasıdır. Birçok Amerikan uzay mekiği bu parçalardan herhangi birinden fırlatılmaktadır. ABD'nin gerçekleştirdiği tüm insanlı uzay uçuşları da Cape Canaveral'den yapılan fırlatışlarla gerçekleşmektedir. "Canaveral" (İspanyolca: Cañaveral) adı İspanyol gezginler tarafından verilmiş olup canebrake yani bambu ya da kamış çalılığı anlamından gelmektedir. "Cape of Canes" yani kamış burnu olarak da tercüme edilebilir. Perseus Perseus kelimesinin farklı anlamları: Dallık Dallık. Uzunköprü'de baharın gelişini kutlamak için ilçe halkının, civar kasaba ve köy insanlarının Bülbül Korusu'nda bir araya gelerek yemek yiyerek, oyunlar oynayarak eğlendiği piknik. Keşan, Malkara ve çevresinde de Hıdırellez günü yapılan geleneksel şenliğe verilen addır. Son yıllarda Keşan Belediyesi'nce düzenlenen Dallık Şenliği, Mayıs ayının ikinci pazar günü Kılıç Köyü mevkiinde yapılmaktadır. Harmanlı, Uzunköprü Harmanlı, Edirne ilinin Uzunköprü ilçesine bağlı bir köydür. Köyün geçmişi hakkında bilgi yoktur. Edirne'nin Uzunköprü ilçesine bağlı olan köy, adını geçmişte Bulgaristan'ın Harmanlı yerleşkesinden gelen göçmen sayısının fazla olmasından alır. Eskiden, harman yapım alanlarının fazla olmasından dolayı da Harmanlı ismi kalıcı hale gelmiştir. Köyün gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur. Edirne iline 93 km, Uzunköprü ilçesine 24 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, Trakya karasal iklimi. Köyün ekonomisi madencilik, tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Tarım ve Hayvancılık Tarımı yapılan başlıca tarım bitkileri ayçiçeği, şekerpancarı, buğday, süpürge, mısır, kabaktır. Köyde küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık yapılır. Madencilik Köyün yer altı zenginliğini linyit kömürü oluşturur. Maden ocaklarının yanı sıra ayrıca kum ve çakıl ocakları da vardır. Köyde Harmanlı Rauf ŞENBAŞ ve Yunus ŞENUZ ilköğretim okulu vardır. Köyün hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi vardır ancak PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı vardır ancak sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Uzunköprü-Keşan Yolu üzerindeki Hamidiye-Harmanlı köyü yol ayrımından 11 k. uzaklıktadır. Gerek Edirne gerekse Keşan üzerinden ulaşımı gayet kolaydır. Hubble Uzay Teleskobu Hubble Uzay Teleskobu (HUT), ismi Amerikalı astronom Edwin Hubble'ın anısına verilmiş; Nisan 1990'da "STS-31" Görevi esnasında Uzay Mekiği Discovery tarafından Dünya etrafındaki yörüngesine taşınmış bir uzay teleskopudur. İlk uzay teleskopu olmamasına rağmen, HUT en büyüklerindendir ve birçok üstün özelliğe sahiptir. Ayrıca hem hayati öneme sahip bir araştırma aracı olması hem de astronomi için etkili bir halkla ilişkiler unsuru olması nedeniyle çok tanınmıştır. HUT, NASA ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA) arasında ortak bir çalışmadır ve Compton Gama Işını Gözlemevi, Chandra X-ışını Gözlemevi ve Spitzer Uzay Teleskobu projelerinden oluşan NASA'nın Büyük Gözlemevleri programının bir parçasıdır. Uzay teleskopların yapımı ilk olarak 1923'te düşünüldü. HUT için 1970'lerde, 1983'te uzaya gönderilmesi hedefiyle fon bulundu ancak proje teknik gecikmeler, bütçe sorunları ve Challenger faciası nedeniyle gecikti. 1990'da yörüngeye yerleştirildikten sonra bilimadamları ana aynanın teleskobun çalışmalarını kısıtlayacak şekilde yanlış yerleştirildiğini tespit etti. 1993 yılında bir uzay mekiği yolculuğunda bu sorun giderildi. HUT, Dünya atmosferinin dışında konumlanması sayesinde, yeryüzündeki teleskoplara kıyasla pek çok avantaja sahip olabilmektedir: Atmosferin olumsuz etkilerinden (Görüntüde bulanıklık ve havadaki partiküllerden yansıyan ışığın oluşturduğu arka-plan kirliliği gibi) bağımsız görüntü elde edilmesinin yanı sıra, Ozon tabakası tarafından tutulan morötesi ışığın gözlemlenmesi ancak bu şekilde mümkün olabilmektedir. 1990 yılında fırlatılmasının ardından, astronomi tarihindeki en önemli enstrümanlardan biri haline gelmiştir. Astronomların astrofizik alanındaki temel problemlerine çözüm bulmakta büyük yarar sağlamıştır. Hubble teleskobu tarafından kaydedilmiş olan Hubble ultra derin alan adlı fotoğraf, bugüne kadar görünür ışık ile en uzak mesafeden alınmış detaylı görüntüdür. Birçok Hubble gözlemi, en kesin biçimde hesaplanan evrenin genişleme oranı gibi astrofizik alanında birçok çığır açıcı sonuç doğurmuştur. HUT, uzayda bakımı astronotlar tarafından yapılacak şekilde tasarlanmış tek teleskoptur. Sonuncusu Mayıs 2009'da olmak üzere beş adet bakım uçuşu gerçekleştirilmiştir. İlk servis uçuşu Aralık 1993'te Hubble'ın görüntüleme hatasının düzeltilmesi için gerçekleştirildi. 2, 3A ve 3B bakım uçuşları sırasında çok sayıda alt sistem onarılmış ve birçok gözlem cihazı daha modern ve yetkin olanlarıyla değiştirilmiştir. Ancak 2003 yılında Columbia Uzay Mekiği'nin yaşadığı kazadan sonra beşinci bakım uçuşu güvenlik gerekçeleri ile iptal edildi. Uzun tartışmalardan sonra NASA kararını tekrar gözden geçirdi ve kurumun yöneticisi Mike Griffin son kez olmak üzere bir servis uçuşu yapılmasına karar verdi. STS-125 Mayıs 2009'da gerçekleştirildi; iki yeni cihaz takıldı ve çok sayıda tamir yapıldı. Yeni cihazlar ve düzeltmeler test edilip HUT rutin işlemlerine Eylül 2009'da tekrar başladı. Son uçuşta yapılan bakım ile 2014'te uzaya gönderilmesi planlanan ve HUT'un ardılı olan James Webb Uzay Teleskopu (JWUT), çalışmaya başlayana kadar HUT'un görev yapması beklenmektedir. (JWUT) birçok açıdan daha üstün astronomik araştırma programlarına sahip olacak ancak kızılötesi gözlem yapacağından dolayı Hubble'ın spektrumun görünür ve ultraviyole ölçeğinde gözlem yapma yeteneğini (yerine geçmeyecek) tamamlayacak. 1923 yılında, Hermann Oberth— füzeciliğin babaları olarak düşünülen Robert H. Goddard ve Konstantin Tsiolkovski ile beraber bir füze yardımıyla dünya çevresinde bir teleskobun nasıl yörüngeye oturtulabileceğini anlattıkları (Almanca:Die Rakete zu den Planetenräumen, İngilizce:The Rocket into Planetary Space, Türkçe: Gezegenler Arası Uzaya Roket Yollamak) bir kitap yayınladı. Hubble Uzay Teleskobunun tarihçesi, gökbilimci Lyman Spitzer'ın 1946'da yazdığı "Dünya dışına konumlandırılmış bir teleskobun üstünlükleri" isimli yazıya kadar takip edilebilir. Bu çalışmasında uzayda kurulacak bir gözlemevinin dünyadaki bir gözlemevine göre iki temel üstünlüğünü tartıştı. Birincisi açısal çözünürlük (nesnelerin açık bir biçimde ayrıştırılabildiği en küçük ayrım), atmosferin ters akıntısı yüzünden yıldızların göz kırpar gibi görünmesine yol açan ve gökbilimciler tarafından verilen isimle gökbilimsel görmeye nazaran sadece kırınım ile kısıtlanacaktı. O yıllarda, dünyadaki teleskoplar, çapı 2.5 m olan bir aynası olan, teorik olarak yaklaşık 0.05 arcsec'lik kırınım sınırlılık çözünürlüğe sahip bir teleskop ile karşılaştırıldığında 0.5–1.0 açısal dakikalık çözünürlükle sınırlıydılar. İkinci olarak uzaydaki bir teleskop atmosfer tarafından güçlü biçimde emilen kızılötesi ve ultraviyole ışınlarını gözlemleyebilirdi. Spitzer hayatının büyük bir kısmını bir uzay teleskobunun geliştirilmesine adadı. 1962'de ABD Ulusal Bilimler Akademisi tarafından yayınlanan bir rapor insanlı uzay uçuş programının bir parçası olarak bir uzay teleskobunun geliştirilmesini tavsiye etti ve 1965'te Spitzer, büyük bir uzay teleskobu için bilimsel hedefler taslağı hazırlamakla görevlendirilen komitenin başına atandı. Uzay tabanlı astronomi II.Dünya Savaşı'nı takip eden kısa süreli bir boşluktan hemen sonra bilimadamlarının roket teknolojisinde etkili olan geliştirmeler gerçekleştirmelerini takiben başladı. Güneşin ilk morötesi elektromanyetik tayfı 1946'da elde edildi, ve NASA 1962'de morötesi, x-ray ve gama ışın spektrumlarını elde etmek için Uydu Güneş Gözlemevi'ni uzaya gönderdi. Dünya çevresinde dönen bir güneş teleskobu Ariel 3 programı çerçevesinde İngiltere tarafından 1962 yılında dünya yörüngesine oturtuldu ve 1966'da NASA ilk Uydusal Astronomik Gözlemevi'ni (OAO) uzaya fırlattı. OAO-1 üç gün sonra
güç kaynağının bozulması sonucu görev dışı kaldı. Bu uyduyu 1968 ve 1972 arası, normal planlanan ömründen bir sene fazla çalışarak yıldız ve galaksilerin morötesi gözlemlerini yapan OAO-2 takip etti. OSO ve OAO çalışmaları, uzay tabanlı gözlemlerin astronomide oynayabileceği önemli rolü sergiledi. 1968'de NASA'nın, 1979'da fırlatılmak üzere o dönem için geçici olarak en Büyük Uydu Teleskobu veya Büyük Uzay teleskobu olarak bilinen 3 metre çaplı bir aynaya sahip uzay tabanlı bir yansımalı teleskop için ciddi planlar geliştirdiği görüldü. Bu planlar, bu kadar pahalı bir programın uzun bir çalışma ömrünün olması için insanlı destek uçuşlarına ihtiyaç olduğunu vurguladı ve eş zamanlı olarak geliştirilen tekrar kullanılabilecek Uzay mekiği programının planları bunu gerçekleştirebilecek teknolojinin çok yakında kullanıma sunulabileceğini gösterdi. OAO programının devamlılık gösteren başarısı LST'nin ana hedef olması gerektiği konusunda astronomi dünyasında giderek artan fikirbirliğini cesaretlendirdi.1970 yılında NASA iki komite kurdu; biri uzay teleskobu projesinin mühendislik yanıyla diğeri bu çalışmanın bilimsel hedeflerinin belirlenmesi ilgilenmek üzere. Bu komiteler kurulduktan sonra NASA'nın önündeki ikinci engel dünyada kurulacak herhangi bir benzer cihaz ile karşılaştırıldığında bu aletin çok daha yüksek olan maliyetinin karşılanmasını sağlamaktı. ABD Kongresi teleskop için öngörülen bütçenin birçok öğesini sorguladı ve o dönem olası aletler ve teleskop için gerekli donanım hakkında oldukça detaylı çalışmasını içeren planlama safhalarının bütçelerinde kısıntılara zorladı. 1974'te Gerald Ford tarafından bütçeye getirilen kısıtlamalar yüzünden teleskop projesinin bütün fonu kesildi. Buna karşılık olarak, gök bilimciler arasında ülke çapında bir lobi çalışması yürütüldü. Birçok gök bilimci Kongre üyeleri ve Senato üyeleri ile yüz yüze görüştü ve büyük katılımlı bir mektup gönderme kampanyası düzenlendi. Ulusal Bilimler Akademisi bir uzay teleskobuna duyulan ihtiyaç ile ilgili bir rapor yayınladı ve sonuçta Senato daha önce Kongre tarafından onaylanan bütçenin yarısını kabul etmeye ikna oldu. Fon tartışmaları projenin büyüklüğünde bir küçülmeye gidilmesine yol açtı; planlanan ayna çapı 3 m'den 2.4 m'ye indirilirken, diğer harcamalara da kısıntı getirildi ve teleskop donanımı için daha etkili ve sınırlı bir tasarım ile yapılacak harcamaya izin verildi. Ana teleskopta kullanılacak sistemin denenmesi için düşünülen 1.5 m çapındaki ön çalışma teleskobundan vazgeçildi ve bütçe için Avrupa Uzay Ajansı ile işbirliğinin araştırılmasına karar verildi. ESA, Avrupalı gök bilimcilerin teleskobun gözlem süresinin en az % 15'inde yer almalarının garanti edilmesi karşılığında teleskobu destekleyecek güneş pillerinin ve ABD'de teleskop üzerinde çalışacak teknik personelinin sağlanması kadar teleskop için gereken birinci nesil cihazlara mali kaynak yaratılmasına ve bunların teminine karar verdi. Kongre 1978 yılında 36,000,000 US$'lık fonu onayladı ve LST'nin tasarımı en erken 1983 yılında bitirilip fırlatılmak üzere başladı. 1983 yılında teleskoba şu isim verildi: Edwin Hubble; evrenin genişlediğini keşfederek 20. yüzyılın çığır açan keşiflerinden birini yapan gök bilimci. Uzay Teleskobu projesine karar verildikten sonra, programdaki çalışma birçok kurum arasında paylaştırıldı.Marshall Space Flight Center(MSFC)'ye teleskobun tasarım, geliştirme ve yapım sorumluluğu verilirken Goddard Space Flight Center (GSFC)'ye bu çalışmanın bilimsel cihazlarının tüm kontrolü yapma ve yer-kontrol merkezi olma sorumluluğu verildi. MSFC Perkin-Elmer şirketini uzay teleskobunun optik yapısını ve hassas kılavuz alıcılarını tasarlamak ve inşa etmekle görevlendirdi. Lockheed firması ise teleskobun içine yerleştirileceği uzay gemisini yapmakla görevlendirildi. Optik açıdan, Hubble, çoğu büyük profesyonel teleskop gibi, Ritchey-Chrétien tasarımına sahiptir. Bu tasarım,iki hiperbolik aynası ile; bu aynaların şeklinden dolayı üretilmelerinin ve test edilmelerinin zor olmaları dezavantajına rağmen geniş görüş alanlarında görüntülemede iyi olarak bilinmektedir. Teleskobun ayna ve optik sistemleri en son başarımı belirler ve bunlar teknik özellikleri yerine getirmek üzere tasarlanır. Optik teleskoplar geleneksel olarak görülebilir ışığın onuncu dalga boyuna kadar netliğe ulaşacak şekilde parlatılmış aynalara sahiptir ancak Uzay Teleskobu morötesi (kısa dalga boyu olan ışınlar) ışınları gözlemlemek için kullanılacaktı ve uzayda bulunmanın bütün üstünlüklerini kullanarak kırınım sorununu aşmak üzere özellikle tasarlandı. Dolayısıyla aynasının 10 nanometre netliğinde olması veya yaklaşık olarak kırmızı ışığın 65’te 1 dalga boyunda parlatılması gerekmekteydi. Perkin-Elmer aynanın istenen şekli alması için gereken aşındırmada özel tasarlanmış ve üst düzeyde geliştirilmiş bilgisayar kontrollü özel parlatma makineleri kullandı. Ancak, onların en son teknoloji ürünü cihazları zorlanınca, NASA, PE’nin Kodak firmasıyla geleneksel ayna parlatma tekniklerini kullanarak bir tane yedek ayna yapması konusunda işbirliği yapmasını istedi.(Kodak ve Itek ekibi aynı zamanda orijinal aynanın parlatılmasına da katıldılar. Daha sonra ortaya çıkan çeşitli sorunlara yol açacak olan parlatma hatasına neden olacak şekilde, yapılan anlaşmayla her iki şirketin birbirinin işini denetlemesi öngörüldü.) Kodak tarafından yapılan ayna günümüzde Smithsonian Enstitüsü'nde sergilenmektedir. Bu çalışmanın bir parçası olarak üretilen bir Itek aynası günümüzde Magdalena Ridge Gözlemevi'ndeki 2.4 m'lik teleskopta kullanılmaktadır. Perkin-Elmer aynasının yapımına Corning şirketinin çok düşük genleşmeli camından üretilen bir altyapı ile 1979 yılında başlandı. Ağırlığını en alt seviyede tutmak için ayna, balpeteği şeklindeki kafesi aralarında sıkıştıran bir inç kalınlığında alt ve üst plakalar içermekteydi. Perkin-Elmer, değişik oranlarda kuvvet uygulayan 138 adet çubuk ile aynayı çift taraflı olarak destekleyerek mikro çekim benzetimini (simülasyon) gerçekleştirdi. Bu, aynanın son halinin doğru olmasını ve sonuç olarak uygulandığında hedeflenen işlevi görmesini sağladı. Aynanın parlatılması 1981 Mayıs'ına kadar sürdü. O sırada hazırlanan NASA raporları doğrultusunda Perkin-Elmer şirketinin yönetimi sorgulandı; parlatma işlemi takvimi sarkmaya ve bütçe aşılmaya başlandı. Bütçede tasarruf yapmak için NASA yedek aynanın yapım çalışmasını askıya aldı ve teleskopun fırlatılışını Ekim 1984 tarihine erteledi. Ayna 1981'in sonunda tamamlandı; 2400 galon sıcak, de-iyonize su ile yıkandıktan sonra yansıtıcı katman olarak 65 nm- kalınlığında alüminyum ve koruyucu katman olarak 25 nm-kalınlığında magnezyum florit ile kaplandı. OTA'nın tamamı için bütçe ve takvim aşılmaya devam ettikçe Perkin-Elmer şirketinin bu kadar önemli bir proje için yeterliliği konusundaki şüpheler dile getirilmeye artarak devam etti. "Günlük olarak değişen ve oturmayan" olarak ifade edilen plana bir cevap olarak NASA teleskopun fırlatılışını Nisan 1985 tarihine erteledi.Perkin-Elmer'in programı her dört ayda bir düzenli olarak bir ay sarkmaya devam etti bazı zamanlarda bu sarkma bir iş gününe karşılık bir gün olarak gerçekleşti. NASA fırlatışı önce Mart sonra da Eylül 1986'ya çekmek zorunda kaldı. Bu sırada toplam proje bütçesi 1.175 milyar dolara yükseldi. Teleskop ve diğer cihazları taşıyacak uzay gemisinin yapımı başka bir büyük mühendislik sorunuydu. Bu noktada cihaz, bir yandan teleskobun çok keskin bir şekilde hedefleme yapmasını sağlarken bir yandan da doğrudan güneş ışığına maruz kalma ve dünyanın gölgesinin üstüne düşmesine bağlı olarak sıcaklık açısından meydana gelecek değişikliklerle başa çıkabilmeliydi. Çok katmanlı bir yalıtım teleskobun içindeki sıcaklığı sabit tutmakta; teleskop ve cihazların içine oturduğu ince bir alüminyum kabuğu da sarmaktadır.Kabuğun içinde, bir grafit epoksi (karbon fiber ile güçlendirilmiş bir çeşit plastikten imal edilmiş) iskelet teleskobun çalışan parçalarını sağlam bir biçimde bir arada tutulmasını sağlamaktadır. Grafit kompozitler higroskobik oldukları için Lockheed'in temiz odasındaki destek çatı tarafından emilen su buharının daha sonra uzay boşluğunda dışarı çıkma riski vardı; bu durumda teleskobun cihazları buz ile kaplanacaktı. Bu riski azaltmak için teleskop uzaya bırakılmadan önce içine bir nitrogen gaz boşaltımı yapıldı. Teleskobun ve diğer cihazların içine yerleştirileceği uzay gemisinin yapımı sırasında OTA yapımına göre daha az bir gecikme yaşansa da, Lockheed firması bütçeyi ve takvimi bir miktar aşmıştı; 1985 yazı itibarıyla uzay gemisinin yapımı bütçeyi %30 aşmış ve takvimin üç ay gerisinde kalmıştı. Bir MSFC raporuna göre Lockheed firması geminin yapımı konusunda kendi kararlarından ziyade NASA'nın talimatlarına göre hareket etme eğilimindeydi. Fırlatıldığında HUT beş bilimsel cihaz taşıyordu; Geniş Alan ve Gezegen Kamerası (WF/PC), Goddard Yüksek Çözünürlük Tayfölçeri (GHRS), Yüksek Hız Fotometresi (HSP), Silik Nesne Kamerası (FOC) ve Silik Nesne Tayfölçeri (FOS). Geniş Alan ve Gezegen Kamerası (WF/PC), esas olarak optik gözlemler için geliştirilmiş bir yüksek çözünürlük görüntüleme aracıydı. Bu cihaz NASA'nın Jet Roket Laboratuvarı tarafından geliştirilmiş ve özel astrofiziksel araştırmalar için tayf çizgilerini izole eden 48 tane filtreden oluşturulmuştu. Cihaz, her biri dört tanesini kullanacak şekilde iki kamera arasında bölüştürülmüş sekiz tane CCD çipi içermektedir. "Geniş alan kamerası"(WFC) çözünürlüğün çoğalmasına bağlı olarak geniş açıda bir alanı kapsamaktaydı; "gezegen kamerası" (PC) ise sahip olduğu daha büyük büyültme gücü ile WF çiplerine nazaran daha etkili odak uzaklığındaki görüntüleri almaktaydı. Goddard Yüksek Çözünürlük Tayfölçeri (GHRS), ultraviyole ışığında çalışmak üzere tasarlanmış bir tayfölçerdi. Goddard Uzay Uçuş Merkezi'nde imal edilmişti ve 90,000'lik spektral çözünürlüğü gerçekleştirebiliyordu. Ultraviyole gözlemleri için imal edilen diğer cihazlar FOC ve FOS'du; bunlar Hubble'da yer alan cihazlar arasında en üst düzey uzamsal yeterli
liği olan araçlardı. CDD'lere nazaran bu üç cihaz algılayıcı olarak foton-sayıcı digicon ("doğrudan fotoelektrik etkiyi kullanarak uzayda ışık çözünürlüğünü algılayan bir algılayıcı") kullanıyordu. FOC, ESA tarafından yapılırken, FOS Martin Marietta şirketi tarafından imal edilmişti. Son cihaz ise Madison'daki Wisconsin Üniversitesi tarafından tasarlanıp imal edilen HSP'ydi. Farklı yıldızların ve parlaklık açısından değişiklik gösteren diğer astronomik nesnelerin görülebilir ve ultraviyole ışınlarının gözlemlenebilmesi için geliştirilmişti. Cihaz, % 2'lik veya daha üstün bir ışık ölçümü keskinliğinde saniyede 100,000'e yakın ölçüm yapabiliyordu. HUT'un kılavuz sistemi de bilimsel bir cihaz olarak da kullanılabilmektedir.Cihazın üç adet Hassas Kılavuz Algılayıcıları (FGS'ler) bir gözlem sırasında teleskobu sabit tutmak için kullanıldıkları gibi yaklaşık olarak 0.0003 arc saniye kesinlikte en ileri seviyede astronometri ölçümleri de yapabilmektedirler. Uzay Teleskop Bilimi Enstitüsü;(UTBE)/(STScI), teleskobun bilimsel işleyişinden ve bilgilerin astronomlara iletilmesinden sorumludur. UTBE (STScI), Üniversiteler Arası Astronomi Araştırmaları Birliği(AURA)tarafından yönetilmektedir ve AURA birliğini oluşturan 33 ABD üniversitesi ve 7 uluslararası yapıdan biri olan Johns Hopkins Üniversitesi'nin Baltimore, Maryland'de yer alan "Homewood" kampüsünde yer almaktadır. UTBE (STScI), 1983 yılında NASA ve geri kalan büyük bir bilimsel topluluk arasında meydana gelen güç çatışmasından sonra kuruldu. NASA bu işlevi kendi bünyesi içinde tutmak istedi ancak bilim insanları bunun akademik bir oluşum içinde değerlendirilmesini istedi. 1984'te Münih yakınlarında Garching'de kurulan Uzay Teleskobu Avrupa Koordinasyon Kurumu (UTAKK / ST-ECF) Avrupalı astronomlar için benzer bir işlev görmektedir. (UTBE)/(STScI)'in payına düşen zor görevlerden birisi de teleskobun gözlemlerini takvimlendirmektir. Hubble alçak dünya yörüngesine oturutulmuştur dolayısıyla uzay mekikleri tarafından kolaylıkla ulaşılabilmektedir ancak bu aynı zamanda yörünge dönüşünün yarısından biraz daha az bölmünde hedeflenen birçok astronomik nesnenin dünyanın kütlesi nedeniyle görüntülenememesi anlamına gelmektedir. Teleskop, "Güney Atlantik Anomalisi"nin üzerinden geçerken ortaya çıkan yüksek radyasyon nedeniyle gözlem yapılamamaktadır ve aynı zamanda Güneş (aynı zamanda Merkür'ün gözlemlenmesini engelleyen), Ay ve Dünya'nın etrafında gözlem yapmayı önemli miktarda engelleyen alanlar bulunmaktadır. OTA'nın herhangi bir parçasının güneş ışığına maruz kalarak yanmasını engellemek için özel olarak geliştirilen güneşten korunma açısı yaklaşık 50°'dir. Dünya ve aydan sakınmanın amacı yoğun parlak ışığı FGS'lere doğrudan gelmesini ve dağılmış ışığın cihazların içine girmesini engellemektir. FGS'ler çalıştırılmadığında ay ve dünya gözlemlenebilmektedir. Dünya gözlemleri, programın ilk yıllarında WFPC1 cihazının dijital görüntüleme kalitesini artırmak için yapılırdı. Hubble'ın yörünge düzlemine, doksan derece açıyla sürekli görüntülenen ve uzun süreli dönemler için düzeltme yapılmayan hedefler içeren bir bölge vardır. Yörüngenin değişmesine bağlı olarak CVZ'nin konumu yaklaşık olarak sekiz hafta içinde yavaşça değişir. CVZ(Sürekli Gözlemlenen Bölgeler)deki alanlarda dünyanın eğimi her zaman yaklaşık olarak 30° olduğundan dolayı, dünyanın yayılan ışığının parlaklığı CVZ gözlemleri sırasında uzun süre kaldırılabilmektedir. Hubble atmosferin üst katmanlarının içinde kalacak şekilde dünya etrafında döndüğü için yörüngesi önceden belirlenebilir olmaksızın zaman içinde değişebilmektedir. Üst atmosfer katmanlarının yoğunluğu birçok etkene göre değişebilmektedir ve bu durum altı haftalık bir süre içerisinde Hubble'ın tahmin edilen konumunda 4,000 km'ye yakın hatalı bir sapma olabilir anlamına gelmektedir. Gözlem takvimleri çalışmaya başlanmadan sadece birkaç gün önce belirlenmektedir; çünkü daha uzun bir süre söz konusu olduğunda gözlenmek istenen bölge gözlem saatinde gözlenemeyebilmektedir. HUT için mühendislik desteği, Uzay Teleskop Bilimi Enstitüsü;(UTBE)/(STScI)'nin 48 km güneyinde Greenbelt, Maryland'da kurulu Goddard Uzay Uçuş Merkezi'nde çalışan teknik elemanlar ve NASA tarafından verilmektedir. Endometriosis Endometriozis, dölyatağı mukozasındaki epitelyum dokusundan kopup ayrılan hücrelerin dölyatağından az çok uzaktaki dokularda meydana getirdiği tehlikesiz ur. Rahim dışındaki bölgelerde tümör adı verilen oluşumlara dönüşmektedir. Bu oluşumlar ağrıya, kısırlığa ve diğer bazı sorunlara neden olabilir. Genelde bu hastalık geç teşhis edilmektedir. Yaklaşık olarak ilk belirtiyle teşhis arasında 6 seneye yakın bir süre gecmektedir. Rahim içini döşeyen endometrium gibi endometrioziste adet döneminin etkisi altındadir.Adet dönemi içerisinde bu dokulardada kalınlaşma ve kanama olmaktadir. Endometriozisin en sık görüldügü yerler karın boşluğu özellikle de yumurtalıklarda ve pelvis adındaki kalça boşluğudur. Endometriozis iyi huylu, fakat tıpçılarca henüz tam olarak çözülmemiş, şifa bulmaz bir hastalıktır. Günümüze kadar birçok varsayım ortaya atılmışsa da, ne kökeni ne de ilacı tam olarak keşfedilebilmiş değildir. Bu hastalığın vücutta ortaya çıktığı yer % 80 itibarıyla yumurtalık bölgesidir. Fakat söz konusu doku (endometrium) karın içindeki organlarda bulunabildiği gibi karın dışında da bulunabilmektedir. Endometriyozis hastalığının kadınlarda görülme oranı % 2 ile % 5 arasındadır. Rahmin iç zarındaki kanamayla birlikte endometrium dokusunun dışarıda odaklandığı yerlerde de kanamalar olmakta ve bu hastalık hastada çeşitli şikayetlere neden olmaktadır. Endometriozisin yumurtalıklarda oluşması halinde kimi zaman kistler oluşmaktadır. Bunlara çikolata kistleri denir. Çok büyüdükleri takdirde ciddi problemlere neden olabilirler. Bu kistler bazen ultrasonografi ile görülebilirler. Oluşum sebebi hala tam olarak acıklanabilmiş değildir. Tezlerden biri normal rahim dokusunun adet döneminde yumurta kanalından geçerek geriye dogru aktığını ve rahimdeki kasların asırı hareketliliğininde bunda etkisi oldugunu öne sürer. Birçok bilim adamı çevre kirliliğinin ve zararlı maddelerin bu hastalığın sıkça rastlanmasına sebep oldugunun görüşündedir (DDT,PCB). Dioxine ve PCB´ler vücut içerisinde hormon gibi davranan ve bu şekilde endokrin sistemini, bağışıklık sistemini hasara uğratan çevresel toksinlerdir. Endometriozis belirtilerinin nitelikleri ve şiddetleri, hastalığın yerleşmiş olduğu bölge ve yayılma durumuna göre farklılık gösterir. Sık olarak da herhangi bir şikâyeti olmayan hasta gruplarında saptanabilen bir tür hastalıktır. Bu sebep ile çoğu zaman belirti vermeyebilir. Endometriozisin semptomlara yol açma sebebi her ay bulunan bölgede aynı şekilde mensturuasyon kanaması gibi kanamanın olmasıdır. Semptomlar kanamanın lokalize yerde enfeksiyonel reaksiyonuna aynı zamanda kanamanın kalıntıları ile oluşan yapışıklık durumuna ve her ay düzenli ortaya çıkan kanama ile artıkların birleşerek kitle oluşturması ile ilgilidir. Kısaca belirtiler Aşağıdaki gibidir: Kesin tanı Laparoskopi ile konur. Ayrıca, Ultrasonografi (USG) ve Magnetik Renozans (MR) ile tanı konulabilir. Özellikle mensturuasyon (adet kanaması) sırasında pelvik muayene farklı zamanlarda yapılan muayene oranları 5 kat teşhiste fayda sağlamaktadır. CA-125: 65’den düşük ise hafif derecede endometriozis, 100’den fazla ise şiddetli derecede endometriozistir. CA-125 tümör markeridir. Endometriozis hastalığında kan değerlerinde yükselme ya da düşme şeklinde belli olur. Yalnız teşhis için bu değerin ölçümü gerekli değildir. Belirli durumlarda Ca-125 düzeyi artar; Oral kontraseptifler (Doğum kontrol hapları) devamlı verilir. Amaç hastanın mensturuasyonunun kesilmesidir (amonere). Bu sayede adet sırasında tüplerden geriye kaçış olmayacak ve endometriozis odakları kaybolacaktır. Danosol: 17 alfa etinil testosteron 600 – 800 mg civarında günlük verilir (androjenik,antiprogestenik ve anti östrajenik etkisi bulunur). Gstinon danasol benzeri etki gösterir. GnRh analogları hipofizde inhibisyon yaparak amenore (adetten kesilme) endometrial atrofiye (küçülme) sebep olurlar. Östrojen seviyesi azaldığı için kemik erimesi olmasın diye aynı zamanda alendronat, aktif vitamin D3 ve kalsiyum verilmesi gerekir. Pentoksifilin ise immün sistemin güçlendirilmesi amacıyla verilir. Evre 1 ve Evre 2 endometriozis,infertilite için cerrahi işlem yapılmaz.İnfertilite yerine disparonia (cinsel ilişkide ağrı) ya da dismonere (adet sancısı) var ise laparoskopiyle bu lezyonlar koterize (yakma işlemi) edilir. Evre 3 te overlerdeki (yumurtalık) endometriomalar (çikolata kistleri) 4 cm den fazla ise tüp bebek için çıkartılması uygun görülmektedir. Rektovajinal (rektum ve vajinayla ilgili) endometrioziste (Evre 4) bunların cerrahi işlem olarak kesinlikle çıkartılması gerekir. Çıkarılma sebebi ise, makata (anüs) vuran şiddetli ağrılar yapmasıdır. Kitlelerin çıkartılması ile işlem sonrası tekrar ortaya çıkmaz. Conn sendromu Conn sendromu böbrek üstü bezlerinden artmış aldosteron salgısı, baskılanmış plazma renin aktivitesi, hipertansiyon ve hipokalemi ile karakterize bir durumdur. Primer hiperaldosteronizm Conn sendromu sekonder hipertansiyonun en sık görülen nedenidir. Böbrek üstü bezlerinden aşırı aldosteron salgılanmasıyla karakterize bir durumdur. Böbrek üstü bezleri böbreklerin tepesinde yerleşik küçük üçgenimsi organlardır. Böbrek üstü bezleri birçok organ sistemini etkileyen ve onları düzenleyen hormonları üreten ve salgılayan hormonal sistemin (endokrin sistem) bileşenleridir. Aldosteron böbrek üstü bezlerinin dış katmanı olan kortekste üretilir. Kan hacmi, basıncı ve elektrolit dengesini korumada önemli bir rol oynayan hormondur. Üretimi normalde böbrekler tarafından üretilen renin enzimiyle düzenlenmektedir. Kan basıncı düşüklüğüne, böbreklere giden kan akımında azalmaya veya sodyum eksikliğine bağlı olarak renin düzeyleri artmakta buna bağlı olarak da aldosteron düzeyleri artmaktadır; renin düzeyleri azaldığında ise aldesteron azal
maktadır. Primer aldosteronizm olarak da adlandırılan Conn sendromunda bir veya birden fazla sayıda iyi huylu böbrek üstü bezi tümörleri, hiperplazisi, bilinmeyen nedenler (idiyopatik) veya nadiren böbrek üstü bezi kanseri nedeniyle aşırı miktarlarda aldosteron üretilmektedir. Nedeni ne olursa olsun yüksek aldosteron kan potasyum düzeylerinde azalmaya (hipokalemi/hipopotasemi), kan pH' sında artışa (alkaloz) ve nadiren kan sodyumunda yükselmeye (hipernatremi) yol açabilmektedir. Bu çok az veya spesifik olmayan belirtilere neden olabilir. Önemli derecede hipokalemi ve/veya hipertansiyonu olanlarda sık idrara çıkma, artmış susuzluk hissi, güçsüzlük, yorgunluk, geçici felçler, çarpıntılar, kas krampları ve karıncalanmalar gibi hastalık belirtileri oluşabilmektedir. Tedavi edilebilen birkaç hipertansiyon nedeninden biri olduğu için Conn sendromu tanısı koymak önemlidir. Herkeste primer aldosteronizm oluşabilirse de sıklıkla 30 ila 50 yaşları arasındaki erişkinlerde meydana gelmekte ve erkeklerden daha çok kadınlarda görülmektedir. Kan basıncı yüksekliği olan kan potasyum düzeyleri düşük kişilerde primer hiperaldosteronizm araştırması gerekliliği akla gelir. Standart kan basıncı düşürücü tedavilere dirençli hastalarda Conn sendromu kuşkusu doğabilir. Sekonder aldosteronizmin primer aldosteronizmden ayırt edilmesi gerekir. Bu durumun Conn sendromu olmadığı düşünülür ve renin düzeylerini yükselten her anormallik sonucu, örneğin böbreklere giden kan akımının azalması, düşük kan basıncı veya idrar sodyum düzeylerinde azalmaya bağlı olabilir. En önemli neden böbreklere kan taşıyan damarlarda, renal arter stenozu denilen daralmadır. Sekonder hiperaldosteronizmin diğer nedenleri arasında konjestif kalp yetmezliği, siroz, böbrek hastalığı ve gebelik toksemisi sayılabilir. Peutz-Jeghers sendromu Peutz-Jeghers sendromu, otozomal dominant olarak aktarılan bir hastalık olup intestinal hemartömatöz polip ve mukokutanöz melanositik makül ile karakterize bir durumdur. Hastalık sahiplerinde sindirim sistemi kanserleri genel topluma göre 15 kat artmıştır. Hastanın ailesinde Peutz-Jeghers sendromunun varlığı, tekrarlayan karın ağrılarının olması, açıklanamayan bağırsak kanamalarının varlığı, rektumdan doku sarkması, kadınlarda adet düzensizliği bulunması ve erken buluğ çağı yaşanması bu sendromu akla getirmelidir. Ayrıca erkeklerde deri lekeleri, meme sarkması, testis kitlesi olması ve makat içinde kitle bulunması bu sendrom lehinedir. Bu sendromun sebebi STK11 geninde bir eşey hücre mutasyonunun olmasıdır. Hastaların büyük çoğunluğunda bağırsaklarda ve diğer organlarda kanser gelişir. Kocagözlü orkinos Kocagözlü orkinos ("Thunnus obesus"), uskumrugiller (Scombridae) familyasına ait bir balık türü. Önemli bir ticari balık olan kocagözlü orkinos, sıcak ve ılıman denizlerin açıklarında bulunur, ama Akdeniz'de bulunmaz. Boyu 60–250 cm olur. Kafası ve gözleri diğer orkinoslardan büyüktür. Vücutlarının üst kısmı koyu metalik mavi, karnına doğru gri ya da beyazlaşır. Sırt ve anal yüzgeçleri sarı renktir. Kocagözlü orkinos birçok farklı balık türleri, yumuşakçalar ve kabuklular ile beslenir. Güney mavi yüzgeçli orkinosu Güney mavi yüzgeçli orkinosu ("Thunnus maccoyii"), uskumrugiller (Scombridae) familyasına ait bir balık türü. Dünyanın güney küresinde sıcak ve ılıman denizlerde yaşar. 2,5 metre uzunluğa ve 400 kilo ağırlığa ulaşabilir, ve böylece kemikli balıklar sınıfının en büyük balıklarından birisidir. Büyüklüğüne ve yüzgeçlerinin diğer orkinoslara nazaran küçük olmasına rağmen çok iyi ve hızlı bir yüzücüdür. Sırtının rengi lacivertdir ve rengi karnına doğru beyaz-gri'ye dönüşür. Öndeki sırt yüzgeci gri-sarıdır, ikinci sırt yüzgecinin rengi ise koyu kırmızı-kahverengidir. Diğer yüzgeçlerinin kenarları koyu gerisi sarı renklidir. Fazla yemek seçmeyen bir balıktır. Bir sürü farklı balık türleri, yumuşakçalar, kabuklular ve diğer deniz hayvanları ile beslenebilir. Aşırı avlanmasından dolayı (özellikle Japon balıkçıların avlamaları ile) nesli tehlikeye girmektedir. Sezin Akbaşoğulları Sezin Akbaşoğulları (d. 22 Nisan 1981, İzmir), Türk oyuncu. Oyunculuk yaşamına lise tiyatro ekibiyle oynadıkları "Yine Başladılar Şarkılarına" adlı oyunla başladı. Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümünden mezun oldu. İlk çıkışını "Beyaz Gelincik" dizisindeki Ceren Aslanbaş karakteri ile yakalamıştır. Selim Demirdelen'in yönetmenliğini yaptığı "Kavşak" filmiyle 17. Altın Koza Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü Nergis Öztürk ile paylaştı. Z Z, Türk alfabesinde 29. ve son harftir. Türkçede genel olarak okunuşu "ze" şeklinde iken pek çok Latin dilinde Yunan alfabesinin zeta harfiden türetilen telaffuz şekliyle ifade edilmektedir. Örneğin İngilizcede zed, Fransızcada zède, İspanyolca ve İtalyancada zeta şeklinde ifade edilir. Ƶ, Türkçede yalnızca el yazısında da kimi zaman rastlanan bir harftir, aslında ses değerleri açısından herhangi bir işlevi yoktur ve genellikle eşsesli kelimeleri ayırt etmekte veya bir el alışkanlığı olarak kullanılmaktadır. Örneğin: "Ƶar" ve "Zar" sözcükleri arasındaki farkta olduğu gibi. Profesyonel güreş Türkiye'de daha çok "Amerikan Güreşi", "Pankreas Güreşi" olarak bilinen sporun küresel ismi. Tohumları Avrupa'da atılmış, sektörel atılımını ABD'de tamamlamıştır. Günümüzün en fazla tanınan profesyonel güreş federasyonu WWE yani; World Wrestling Entertainment'tır. Profesyonel güreş; diğer güreş türlerinin aksine bir "eğlence sporu"dur, yani şovdur. Yapılan maçların, yaşanan olayların, konuşmaların tamamı çok akıllıca tasarlanmış bir senaryonun ürünüdür ve sonuçları güreşçiler, senaryo ekibi ve bazı görevliler dışında kimse bilmez. Her sporcunun bir "gimmick"i, yani karakteri vardır. Buna en iyi örnek, efsane isim Undertaker'dır. Undertaker, ring içinde Dead Man (Ölü adam) karakterine sahiptir ama aslında o da herkes gibi normal bir insandır. Mikrofon performansı, karizma ve ring içi yeteneği, bu sporda başarı için gerekli olan en önemli kriterlerdir. Lihtenştayn Lihtenştayn (Almanca: "Liechtenstein") ya da tam adı ile Lihtenştayn Prensliği ("Fürstentum Liechtenstein", ), Orta Avrupa'da prenslik. 160 km²'lik yüzölçümüyle dünyanın en küçük ülkelerinden biridir. İsviçre ve Avusturya arasında yer alır. Lihtenştayn, Orta Avrupa'da, İsviçre ile Avusturya arasında yer almaktadır. 160 km²’lik yüzölçümü ile dünyanın altıncı küçük devletidir. Sınırları 76 km uzunluğundadır. Ren Vadisi ülkenin yarısını kaplar. Diğer yarısı ise Alp bölgesinden oluşmaktadır. Hükümet merkezi Oberland bölgesinde yer alan 5 521 nüfuslu Vaduz’dadır. Lihtenştayn, Özbekistan ile birlikte kendisinin ve komşularının denize kıyısı bulunmayan iki ülkeden biridir. En yüksek noktası 2.599 m yüksekliğindeki Grauspitz dağları, en alçak noktası ise 430 m irtifadaki Ruggeller Riet’dir. Vaduz’da 2004 yılında ortalama sıcaklık 10 °C idi. Vaduz’da 2004 yılında ortalama yağış miktarı 891 mm olmuştur. Roma İmparatorluğu döneminde bugünkü Lihtenştayn toprakları Raetia ilinin küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Bu topraklar, Avrupa'daki stratejik çıkar çatışmalarından uzakta yer alıyordu. Öyle ki, yüzyıllar boyunca kıtayı etkileyen büyük olaylardan pek etkilenmediler. Bugünkü hanedandan önce arazide Hohenems kontları hüküm sürüyordu. Ülkeye adını "Liechtenstein" ailesi vermiştir. Aile, ülkeye oldukça uzaklarda, Aşağı Avusturya'daki Liechtenstein şatosunda oturmaktaydı. Şato, 1140'tan 13. yüzyıl ortalarına ve 1807'den günümüze kadar ailenin mülkiyetinde kaldı. Yüzyıllar boyunca aile Moravya, Aşağı Avusturya, Silezya, ve Styria'da geniş araziler edindi. Ancak tüm bu topraklar daha kıdemli derebeylerine bağlı kaldı, özellikle de Liechtenstein prenslerinin danışmanlık yaptığı Habsburg'lara. Kendine doğrudan bağlı hiç toprağı olmadığı için Liechtenstein ailesi İmparatorluk meclisi Reichstag'da bir sandalye edinemedi. Mecliste temsil edilmek aileye büyük bir güç sağlayacağından Liechtenstein'lar bunu kendilerine hedef olarak belirlediler. Bu nedenle, arada bir derebeyi olmaksızın, doğrudan Kutsal Roma İmparatoru'na bağlı bir toprak aramaya başladılar. Bir süre sonra, sırasıyla 1699 ve 1712'de, aile minik Schellenberg Herrschaft'ını (lordluğunu) ve Vaduz kontluğunu Hohenems'lerden almayı başardı. Bu küçük derebeylikler, tam da Liechtenstein'ların aradığı gibi, kendi kontlarından sonra arada bir derebeyi olmaksızın doğrudan İmparatora bağlıydı. Böylece 23 Ocak 1719'da satın alma işlemleri tamamlandığında, Kutsal Roma İmparatoru 6. Charles, Vaduz ve Schellenberg'in birleştiğini açıkladı ve siyasi konumunu da "gerçek kulu Anton Florian Liechtenstein" onuruna Liechtenstein ismini verdiği Fürstentum (prenslik) seviyesine çıkardı. O gün, Liechtenstein Kutsal Roma İmparatorluğunun özerk bir üyesi haline gelmiş oluyordu. Ancak, bu siyasi manevranın bir fırsatçılık örneği olduğunu kanıtlarcasına, Liechtenstein prensleri daha 120 yıl boyunca yeni prensliğe adım atmayacaktı. 1806'da Kutsal Roma İmparatorluğu'nun büyük bölümü I. Napolyon tarafından işgal edildi. Lihtenştayn için bu durum ciddi sonuçlar doğurdu: İmparatorluğun siyasi ve hukuki mekanizmaları çöktü, İmparator II. Franz tahtı bıraktı. Sonuç olarak Lihtenştayn, kendi sınırları dışında herhangi bir otoriteye bağlı olmaz hale geldi. Modern yayınlar genellikle (ama hatalı olarak) Lihtenştayn'ın bağımsızlığını bu olaylara bağlarlar. Aslında hukuken Lihtenştayn prensi egemen bir derebeyi olmak dışında ayrıca hükümdar haline geliyor, ancak ülke bağımsız olmuyordu. 25 Temmuz 1806'da Ren Konfederasyonu kurulduğunda, Lihtenştayn Prensi, koruyucusu olan Fransız İmparatoru Napolyon Bonapart'a bağlı bir vassal durumuna geliyordu. Bu durum, 19 Ekim 1813'te Konfederasyon'un çözülmesine kadar devam etti. Bundan kısa süre sonra, 20 Haziran 1815'te, Lihtenştayn, başkanlığı Avusturya-Macaristan İmparatoru tarafından Alman Konfederasyonu'na katıldı ve 24 Ağustos 1866'ya kadar üyesi kaldı. 1818'de I. Johann, sınırlı haklar tanıyan bir anayasa ilan etti. 1818'de ayrıca, Liechtenstein ailesind
en bir prens, Prens Alois, ilk defa ülkeyi ziyaret etti. Ancak egemen prensin ziyareti ta 1842'ye kadar gerçekleşmeyecekti. 19. yüzyılda Lihtenştayn pek çok ilerleme kaydetti: 1836'da bir seramik fabrikası olan ilk fabrikanın açılışı, 1861'de "Tasarruf ve Kredi Bankası"'nın kuruluşu, ilk pamuk dokuma makinesinin çalışmaya başlaması. Ren üzerindeki iki köprü, 1868 ve 1872'de inşa edildi, ülkeyi kat eden bir demiryolu hattı döşendi. 1866'da Avusturya-Prusya Savaşı patlayıp sona erdikten sonra Lihtenştayn üzerinde siyasi bir baskı oluştu: Prusya, savaşla ilgili referandumda oyların yanlış sayıldığı iddiasıyla savaşın sorumlusu olarak Lihtenştayn'ı gösteriyordu. Bu nedenle Lihtenştayn, Prusya ile barış anlaşması imzalamayı reddetti ve savaş durumunda kaldı (ancak hiçbir sıcak çatışma yaşanmadı). Bu durum, 1930'ların sonunda Lihtenştayn'ın işgalini savunanların öne sürdüğü tezlerden birini oluşturdu. I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar Lihtenştayn, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na sıkıca bağlı kaldı. Ancak savaşın neden olduğu iktisadi yıkım, ülkeyi diğer komşusu olan İsviçre ile gümrük ve para birliğine gitmeye zorladı. Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun dağılmasıyla birlikte, Lihtenştayn'ın eski bir Kutsal Roma İmparatorluğu derebeyliği olarak artık Avusturya'ya bağlı olmadığı görüşü ortaya atıldı. Zira Avusturya, o günlerde yeni kurulmakta olan bir ülkeydi ve İmparatorluğun hukuki mirasçısı olduğunu reddediyordu. Böylece Lihtenştayn, Avrupa'nın bağımsızlığını son kazanan egemen ülkesi haline geldi. Ülke, Kutsal Roma İmparatorluğu'na tarihsel bir devamlılık içinde bağlandığını da öne sürebilecek durumdadır. 1938'de, Avusturya'nın Almanya tarafından ilhak edilmesinden hemen sonra, 84 yaşındaki Prens I. Franz tahttan ayrıldı ve 31 yaşındaki üçüncü kuzeni Prens II. Franz Joseph'i halefi tayin etti. Prens I. Franz, görevden çekilme nedeni olarak yaşını öne sürse de, asıl nedenin Almanya'nın yeni komşusu Lihtenştayn'ı işgal etmesi halinde tahtta olmak istememesi olduğu düşünülmektedir. 1929'da evlendiği karısı, Viyana'lı zengin bir Yahudiydi ve yerel Naziler onu şimdiden hedef gösteriyordu. Lihtenştayn'da bir Nazi partisi olmasa da, Nazi sempatizanı hareket uzun süredir Milliyetçi Birlik Partisi'nde yer buluyordu. II. Dünya Savaşı'nda Lihtenştayn tarafsız kaldı. Savaş bölgelerinde Liechtenstein ailesine ait hazineler korunmak üzere Lihtenştayn'a ve Londra'ya nakledildi. Savaşın sonlarında Polonya ve Çekoslovakya, "Alman malı" olarak gördükleri diğer topraklarla birlikte Liechtenstein ailesininkileri de istimlâk ettiler. Bu istimlâkler 1.600 km²'nin üzerinde tarım ve orman arazisini, sarayları ve şatoları içeriyordu. Uluslararası Mahkeme'de konuyla ilgili dava açıldı. Soğuk Savaş boyunca Lihtenştayn vatandaşlarının Çekoslovakya'ya girmeleri yasaktı. Lihtenştayn, savaşta Almanlarla işbirliği yapan Birinci Milliyetçi Rus Ordusu'ndan 500 kadar askere sığınma hakkı tanıdı. Bu olayı anmak üzere, sınır kasabası Hinterschellenberg'de bir anıt dikildi (ülkenin turizm haritalarında yer alır). Bu sığınma hakkı, ülkenin o zamanlar içinde bulunduğu fakirlik düşünülürse kayda değerdir. Bu kadar sığınmacının doyurulması, Lihtenştayn gibi küçük bir ülke için zor olmuştur. Sonunda Arjantin, sığınmacıları kalıcı olarak topraklarına yerleştirmeyi kabul etti. Buna karşılık, İngiltere, Almanya tarafında savaşan Rusları sınırdışı etmiş ve Sovyetler'in eline düşen bu kişiler Gulag'lara sürülmüştü. Savaşın ardından gelen iktisadi zorluk döneminde Liechtenstein ailesi, ellerindeki sanat eserlerini satmak zorunda kaldı. Satılan eserler arasında bulunan Leonardo da Vinci'nin paha biçilmez portresi "Ginevra de' Benci" de bulunuyordu. Ancak bunu izleyen onyıllarda Lihtenştayn bolluk yaşadı. İktisat, düşük kurumlar vergisi oranlarının sağladığı avantajla modernleşti, çok sayıda yabancı şirketi ülkeye çekti. Lihtenştayn Prensi, tahminen 6 milyar $'lık servetiyle dünyanın altıncı zengin kişisidir. Ülkenin vatandaşları dünyadaki en yüksek hayat standartlarından birine sahiptir. Lihtenştayn’ın nüfusu 2004 yılı itibarıyla yaklaşık 34.600'dür. Nüfus yoğunluğu 216 kişi, artış hızı 2004 yıl sonu itibarıyla % 0,9'dur. Ülkede ikamet eden yabancıların oranı takriben %34’tür. Bunlardan 885'i Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Lihtenştayn’daki 1.000 kişiden 6'sı göçmendir. Lihtenştayn halkının yaş ortalaması 38,2'dir. Lihtenştayn, demokratik parlamenter monarşiyle idare edilmektedir. Devlet başkanı Prens II. Hans Adam'dır. Prensin siyasi yetkileri hayli geniştir. Kanunları veto edebilir, referanduma sunabilir, parlamentoyu dağıtarak seçimlere gidebilir. Ancak 2003'te yapılan anayasa değişikliğiyle ülkede cumhuriyet ilan edilmesi halinde prensin bunu önleyecek veto yetkileri elinden alınmıştır. Parlamento 25 milletvekilinden oluşmaktadır. Başbakan Adrian Hasler`e bağlı dört bakan bulunmaktadır. Kabine, parlamentonun önerisi ile dört yıllığına göreve getirilir. Ülkenin millî bayramı 15 Ağustos'tadır. 2001 yılında Lihtenştayn’ın gayri safi yurt içi hasılası 4,2 milyar İsviçre Frangı idi. Lihtenştayn’da 250’den fazla çalışanı olan 15 işletme vardır. Ticari şirketlerin %70’inden fazlası 1 ila 9 kişi arasında kişi çalıştıran küçük işletmelerdir. Pek çok Lihtenştayn firması araştırma ağırlıklı alanlarda uzmanlaşmış olup, küresel pazar liderleridir. Lihtenştayn Ticaret ve Sanayi Odası’nda (LIHK) kayıtlı bulunan sanayi işletmeleri 2004 yılında araştırma ve geliştirme konularında yaklaşık 307 milyon İsviçre Frangı tutarında yatırım yapmıştır. Bu da kişi başına 8.900 İsviçre Frangından fazla bir rakama tekabül etmektedir. Lihtenştayn’daki bankalar 2004 yıl sonu itibarıyla 107 milyar İsviçre Frangı tutarında müşteri varlığını yönetmiştir. Bu bankaların toplam bilanço değeri takriben 34 milyar İsviçre Frangıdır. Komşu ülke İsviçre'nin bankaları ise aynı dönemde yaklaşık 3‚550 milyar İsviçre Frangı yönetmiştir. Lihtenştayn 2004 senesinde yaklaşık 104.000 turisti misafir etmiş ve bu turistlerden 50.000'i geceleme yapmıştır. Aralık 2005 verilerine göre Lihtenştayn’da işsizlik oranı %2,4’tür. Lihtenştayn, ağırlığını sanayi ürünleri ve imal edilmiş mamullerin oluşturduğu (gayri safi yurt içi hasılanın %40’ı) çeşitli mal ve hizmetler ihraç eden bir ülkedir. Lihtenştayn Ticaret ve Sanayi Odası’nda (LIHK) kayıtlı bulunan 32 sanayi şirketi, 2004 yılında 5,1 milyar İsviçre Frangının üzerinde ihracat gerçekleştirmiştir. Ülkenin kişi başına ihracatı yaklaşık 14.000 İsviçre Frangıdır. Lihtenştayn’da 2004 yıl sonu verilerine göre 29.500 kişi istihdam edilmiştir. Kişi başına 0,85 çalışan düşmektedir. Çalışanlardan yaklaşık 15.600'ü Lihtenştayn’da ikamet etmektedir. 13.900 kişi ise yurt dışından (öncelikle Avusturya ve İsviçre’den ) ülkeye girip çalışmaktadır. Ülkedeki iş gücünün üçte ikisini yabancı uyruklular oluşturmaktadır. Bunlardan 850'si Türk vatandaşıdır. Lihtenştayn Ticaret Odası’na kayıtlı (LIHK) sanayi işletmeleri, 2004 yılında yurt dışındaki yaklaşık 187 kuruluşta 28.400 kişiyi istihdam etmiştir. 1898 yılından 1921 yılına kadar Lihtenştayn'ında kullanılan para birimidir. Metal paralar daha az,banknotlar daha fazla kullanılmaktaydı. 1 Kron 100 hellere bölünmüştü. 1921 yılında İsviçre'nin para birimi İsviçre Frankına geçildi. Lihtenştayn kronunun değeri Avusturya-Macaristan kronu veya Avusturya kronuyla aynı değerdeydi; ancak kronun istikrarsızlaşması nedeniyle franka geçilmiştir. Ülke nüfusunun %45'i (15.510 kişi) en az bir spor derneğine üyedir. Her 198 Lihtenştaynlıdan biri bir spor derneği başkanıdır. Lihtenştayn Futbol Birliği, Lichtenstein’da üye sayısı en fazla olan spor kuruluşudur: 7 kulüpte toplam 2.500 üyesi vardır. Her 20 Lihtenştaynlıdan biri aktif futbol oyuncusudur. 2006 Mart FIFA dünya derece listesinde Lihtenştayn 124. sırada bulunmaktaydı. Kayak, Lihtenştayn’ın ulusal sporudur. Lihtenştayn Kayak Birliği 1936 yılında kurulmuştur. Bu birlik sekiz adet kulübü ve yaklaşık 2.500 üyesi ile Lihtenştayn'da üye sayısı en fazla spor derneklerinden biridir. Lihtenştayn toplam 9 olimpiyat madalyası kazanmıştır, bu madalyaların hepsi de Alp disiplini kayak branşında kazanılmıştır. Böylece her 3.845 Lihtenştayn’lıya bir olimpiyat madalyası düşmektedir. Malbun’daki Lihtenştayn Kayak Merkezi, toplam 21 km uzunluğunda kayak pistine sahiptir. Doğu Batı Divanı Orkestrası Doğu Batı Divanı Orkestrası, dünyaca ünlü orkestra şefi ve piyanist Daniel Barenboim ile Filistinli düşünür Edward Said tarafından Ortadoğu'ya barış getirmek üzere toplumlararası anlayışı geliştirme amacıyla 1999'da kurulan, Ortadoğu ve Avrupa'dan 14-25 yaş arasındaki genç müzisyenlerin yer aldığı orkestradır. Türkiye, Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Tunus, Hollanda, İspanya gibi 17 ülkeden 110 müzisyenden oluşan Doğu Batı Divanı Orkestrası, Alman şair Johann Wolfang von Goethe'nin 250. doğum gününde kurulmuştur ve adını Goethe'nin İslami ve Batı şiir kültürlerinin bir sentezini oluşturduğu şiir kitabından alır. Bu adı almasının nedeni Goethe'nin İslam ve doğu kültürüne ilgi gösteren ilk batılılardan olmasıdır (Şair, 60 yaşından sonra Arapça öğrenmeye başlamıştı.) Orkestra ilk defa Almanya'nın Weimar kentinde toplandı, daha sonraki yıllarda Şikago (ABD) ve Seville (İspanya)'da toplanarak çalışmalarını sürdürdü. Oda müziğinden senfonik müziğe kadar geniş bir repertuara sahip olan orkestra çeşitli CD vd DVD kayıtları gerçekleştirdi. Orkestranın 2004 yılında Cenevre'deki Victoria Hall ve 2005 yılında Filistin'de Ramallah Kültür Sarayı'nda verdiği konser bütün dünyada yankı uyandırdı. Haliç Konferansı Haliç Konferansı, 19 Mayıs 1924 tarihinde şu an Kuzey Saha Deniz Komutanlığı olan Bahriye Nezareti binasında, Musul meselesinin ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırının çözüme kavuşturulması için Türkiye ile İngiltere arasında yapılan toplantılar silsilesi. Bu konferansta İngiltere Türkiye'den Hakkari'ye kadar uzanan toprakları talep etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'ni Büyük Millet Meclisi Başkanı Fethi Okyar, İngiltere'yi de Sir Percy Cox temsil etmiştir. Kültü
r sosyolojisi Kültür toplumbilimi, sosyal hayatın yorumlanmasında kültür çözümlemesi kullanılmasına dayanan bir toplumbilim yöntemidir. Özellikle ABD toplumbiliminde yaygın olarak kullanılır. Kültür toplumbilimcileri, pek çok sosyal ve kültürel kuramdan etkilenmiştir. Toplumbilimin diğer yöntem ve sahalarında göre, kültür toplumbiliminde sosyal ve kültürel disiplinler arası yaklaşım daha çok kullanılır. Bu yaklaşımlara postmodern ve yapısalcılık sonrası kuramlar dahildir. Buna karşın, pek çok kültür toplumbilimcisi, klasik bilimsel araştırmadan, yani deneysel olarak sınanabilir kuram ve çözümlemelerden uzak durur. İncelediği konuyla tanımlanan toplumbilim türlerinden (hukuk toplumbilimi gibi) farklı olarak, kültür toplumbilimi, bir paradigmalar bütünüdür. Amerikan Toplumbilim Derneği'ne göre, kültür toplumbilimi, "maddi ürünleri, fikirleri ve simgesel araçları inceleyen bir bakış açısıdır". Nebil Özgentürk Nebil Özgentürk, (d. 1965, Adana) Türk gazeteci, Adana doğumludur. Çocukluğunun büyük bölümü Adana'da geçmiştir. Yazar ve program yapımcısıdır. 1994'ten beri Bir Yudum İnsan programı ile sanat, spor, siyaset gibi birçok alanda tanınmış isimlerin hayatlarını ele almış ve bilinmeyen yönleri ile inceleyip, insanların karşısına çıkarmaya çalışmıştır. Ayrıca uzun süre Sabah gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır. Şu anda Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu ve Sunay Akın ile "atv" kanalında "Yaşamdan Dakikalar" adlı programda yer almaktadır. Pemba Adası Pemba Adası, Zanzibar'ın yaklaşık 80 km kuzeyinde yer alan ada. Zanzibar gibi düz ve kumluk değil, ormanlar ve verimli topraklarla kaplıdır ve Zanzibar’ın toplam baharat üretiminin %75’i Pemba tarafından sağlanmaktadır. Pemba Adası ile Afrika kıtası arasındaki Pemba Kanalı adı verilen derin çukur nedeni ile Pemba dünyanın en iyi dalış noktalarından biri konumundadır. Yorgo Dalaras Yorgo Dalaras (Yunan: Γιώργος Νταλάρας, 29 Eylül 1949, Pire), Yunan şarkıcı. 29 Eylül 1949 tarihinde Nea Kokinia, Pire'de doğdu. Babası Lukas Daralas da bir rembetiko şarkıcısıdır. Babasının soyadındaki harflerin yerini değiştirip Dalaras soyadını almıştır. Stone Town Stone Town, Zanzibar'ın başkenti ve tarihi ve turistik bölgesidir. Şehir geçen yüzyıla kadar dünya köle ticaretinin merkezi olması ile ünlüdür. 16 Şubat 2006 tarihinde BM tarafından koruma altına alınan şehir, Queen'in solisti Freddie Mercury’nin doğduğu yerdir. 2000 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak duyurulmuştur. Eric Clapton Eric Clapton (d. 30 Mart 1945, İngiltere, Ripley), İngiliz Blues gitaristi, şarkıcı ve besteci. Lakabı "Slowhand"dir. The Yardbirds, Bluesbreakers, Cream, Blind Faith, Derek and Dominos gibi gruplarda çaldı. ""Tears In Heaven"" isimli şarkısıyla 6 dalda Grammy ödülü kazandı. Eric Clapton, 1945 yılında, Patricia Molly Clapton ve Edward Walter Fryer'ın evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya geldi. 9 yaşına kadar büyükanne ve büyükbabasını kendi anne ve babası, annesi Patricia'yı ise ablası olarak bildi. 1964 yılında, The Yardbirds adlı blues-rock grubunda çalmaya başladı, fakat 1965'in Mart ayında bu grubun pop müziğe kaydığını düşünerek gruptan ayrıldı. Aynı yıl John Mayall & Bluesbreakers grubuna katılarak kendini bir blues gitaristi olarak kanıtladı. Hayranları, bu grupla çaldığı dönemde ona "God" (Tanrı) lakabını taktılar ve duvarlara "Clapton is God." sloganları yazılmaya başladı. 1966 yılının ortalarında Clapton yanına Jack Bruce ve Ginger Baker'ı (bateri) da alarak Cream adlı grubu kurdu, bu grupla yaptıkları 3 albümün ardından grup 1968 yılında dağıldı. Yapımcıları 1969 yılında "Goodbye" adlı, konser kayıtlarından oluşan albümü piyasaya sürdü. 1969'da Blind Faith ile çıkardığı, grubun adını taşıyan bir albümden sonra, Derek and the Dominos adlı grup içerisinde Bobby Whitlock (vokal ve klavye), Jim Gordon (bateri), Carl Radle (bas) ile çalmaya başladı. Grupla çıkardığı Layla and Other Assorted Love Songs albümündeki Layla, en çok bilinen şarkılarından oldu. Clapton bu şarkıyı, Pattie Boyd-Harrison için yazmış ve Leyla ile Mecnun hikâyesinden esinlenmiştir. George Harrison'ın eşi olan Pattie ile yaşadığı ilişki ve ayrılık sonucu eroine başladı. Müzik kariyerine 2 yıllık bir ara verdi. Eroinle mücadelesi sırasında çektiği sıkıntılar sonucu Eric Clapton, bağımlılara yardım için Crossroads adında bir madde ve alkol bağımlılığı rehabilitasyon merkezi kurdu. Bu rehabilitasyon merkezine gelir sağlayabilmek için 2004'ten beri 3'er yıl arayla (2004-2007-2010-2013) "Katılan sanatçıların her birini, alanında en iyilerden kendim seçip davet ediyorum" dediği "Crossroads Guitar Festival" adında bir hayır organizasyonu düzenlemektedir. Bu konserlerde efsane sanatçıların yanı sıra yetenekli gençler de kendilerini gösterme fırsatı yakalayabilmektedirler. Bu konserlerden elde edilen gelir, bahsi geçen rehabilitasyon merkezine aktarılmaktadır. 1991 yılında Clapton, Tutti Frutti kızlarından biri olan Lori Del Santo'dan doğan 4 yaşındaki oğlu Conor'u bir apartmanın 53. katından düşmesi sonucu kaybetti. Ona yazdğı 'Tears In Heaven' şarkısı Billboard hot 100 listesinde 2. sıraya kadar çıktı. Toplam 19 Grammy ödülü bulunmaktadır. Efsanevi müzisyen Eric Clapton geçirdiği bir sinir rahatsızlığı nedeniyle artık gitar çalamadığını 2016 Haziran'ında açıkladı.Alkol, reçeteli ilaç ve  alkol bağımlılığıyla mücadele eden 71 yaşındaki sanatçı, “Geçen sene sırtımda ciddi bir ağrı hissetmeye başladım. İlk önce belime doğru indi, ardından da bacaklarınıza elektrik veriliyormuş gibi hissetmenize neden olan periferal nöropati adındaki bir hastalığa dönüştü” dedi. 1964 Five Live Yardbirds (live) 1965 For Your Love 1965 Having a Rave Up 1965 Blues Nights 1966 Bluesbreakers with Eric Clapton 1966 Fresh Cream 1967 Disraeli Gears 1968 Wheels of Fire 1969 Goodbye 1969 Blind Faith 1970 Layla and Other Love Songs 1970 Eric Clapton 1974 461 Ocean Boulevard 1975 There Is One Every Crowd 1976 No Reason to Cry 1977 Slowhand 1978 Backless 1981 Another Ticket 1983 Money and Cigarettes 1985 Behind The Sun 1986 August 1989 Journeyman 1992 Unplugged 1994 From The Cradle 1998 Pilgrim 2001 Reptile 2004 Me and Mr. Johnson 2004 Sessions For Robert J. 2005 Back Home 2010 Clapton 2013 Old Sock 1968 Wonderwall Music (Wonderwall) 1985 Edge of Darkness 1985 Back To The Future (Heaven is one step away) 1987 Cehennem Silahı 1988 Homeboy 1989 Cehennem Silahı 2 1991 Rush 1992 Cehennem Silahı 3 1996 Phenomenon 1968 Lumpy Gravy (Frank Zappa ile) 1968 The Beatles/White Album (The Beatles ile) 1974 Dark Horse (George Harrison ile) 1976 The Best of George Harrison (George Harrison ile) 1979 George Harrison (George Harrison ile) 1984 The Pros and Cons of Hitch Hiking (Roger Waters ile) 1986 Persona (Liona Boyd ile) 1987 Cloud Nine (George Harrison ile) 1989 Best of Dark Horse 1976-1989 (George Harrison ile) 1992 The One (Elton John ile) 1993 Ten Summoner's Tales (Sting ile) 1997 Retail Therapy (Simon Climie ile) 1999 Supernatural (Santana ile) 2000 Riding with the King (B.B. King ile) 2003 Ringo Rama (Ringo Starr ile) 2005 Africa Unite: The Singles Collection (Bob Marley ile) 1971 Pop History 1972 The Pop History of Eric Clapton 1972 Eric Clapton at his Best 1973 Clapton 1973 Eric Clapton's Rainbow Concert 1975 Blues World of Eric Clapton 1975 E.C. Was Here 1976 Greatest Hits 1980 Classic Cuts 1980 Just One Night 1981 Steppin' Out 1982 Time Pieces: Best of Eric Clapton 1984 Too Much Monkey Business 1988 Crossroads 1991 24 Nights 1992 Unplugged 1993 Stages 1997 Live In Montreux 1998 Rock Report: Deserted Cities of The Heart 1999 Chronicles 2002 One More Rider One More Car 2010 Clapton Haris Aleksiu Haris Alexiou "Yunan:" Χάρις Αλεξίου ("gerçek adıyla:" Hariklia Rupaka, "Yunan:" Χαρίκλεια Ρουπάκα; d. 27 Aralık, 1950; Tebai, Yunanistan) Yunan şarkıcı. Yunanistan'ın en sevilen şarkıcılarından biridir ve 1970'lerden beri ticari açıdan başarılı çalışmalar yapmıştır. Manos Loizos, George Dalaras gibi önemli Yunan besteci ve söz yazarlarıyla çalışmış, dünyadaki en önemli konser salonlarında şarkı söylemiş ve çok sayıda ödül kazanmıştır. Müzik yaşamına başlamasında bugüne otuzdan fazla albüm yayınlamıştır. Rebetiko, Modern Laika müziği ve Yunan halk müziği dalında birçok şarkıyı seslendirmiştir. Türkiye'de zaman zaman Pop Müzik'in birçok ismi onun söylediği şarkıları Türkçe yorumlamışlardır. Türkiye'de Haris Alexiou'nun İzmir doğumlu olduğuna dair çıkarılan şehir efsanesinin kökü aslen İzmirli olan ailesinin 1924 yılında mübadele ile Yunanistan'a göç etmesine dayanmaktadır. Annesi 1924'e kadar, bugün Menderes ilçesi (eskiden Cumaovası) sınırları içinde yer alan ve artık Tahtalı Barajı'nın suları altında kalan Bulgurca köyünde, babası ise Seydiköy'de yaşamış. 1999 Marmara Depremi'nin ardından İstanbul, İzmir ve Atina'da Sezen Aksu ile birlikte konserler vermiştir. Beyazıt Öztürk'ün sunuculuğunu yaptığı Beyaz Show programına çıkmış, Türkiye'de daha da çok tanınmıştır. 1992'de başladığı ve yıllar süren dünya turnesi onun İsrail'den Japonya'ya tüm dünyada tanınmasına olanak sağlamıştır. 16 Mayıs 2010 tarihinde kendisinin de katılımıyla gerçekleştirilen tören ve protokolle birlikte sanatçının üzerinde fotoğrafının ve hayat hikâyesinin bulunduğu tabelayla Gaziemir'de bir caddeye "Gaziemirli Haris Alexiou Dostluk Caddesi" adı verildi. 1. Besteci:Manos Loizos, Şarkı Sözü Yazarı:Pithagoras Albüm: TA TRAGOUDIA TIS HAROULAS 1979 Şarkı Sözü Yazarı: Murathan Mungan Seslendiren: Yeni Türkü Albüm: Akdeniz Akdeniz 1983 2. Besteci:Manos Loizos, Şarkı Sözü Yazarı:M.Rasoulis Albüm: TA TRAGOUDIA TIS HAROULAS 1979 Şarkı Sözü Yazarı: Murathan Mungan Seslendiren: Yeni Türkü Albüm: Akdeniz Akdeniz 1983 3. Besteci:Manos Loizos, Şarkı Sözü Yazarı:M.Rasoulis Albüm: TA TRAGOUDIA TIS HAROULAS 1979 Şarkı Sözü Yazarı: Murathan Mungan Seslendiren: Yeni Türkü Albüm: Günebakan 1986 4. Besteci: Thanos Mikroutsikos, Şarkı Sözü Yazarı:L.Nikolakopoulou Albüm: KRATAI HRONIA AFTI I KOLONIA 1990 Şarkı Sözü Yazarı: Sezen Aksu Sesl
endiren: Sezen Aksu Albüm: Gülümse 1991 Şarkı Sözü Yazarı: Şehrazat Seslendiren: Yonca Evcimik Albüm: Abone 1991 5. Besteci:Thanos Mikroutsikos Şarkı Sözü Yazarı:B. Tsikliropoulos Albüm:I AGAPI EINAI ZALI1986 Şarkı Sözü Yazarı: Murathan Mungan Seslendiren: Nükhet Duru Albüm:Çek halatı gönlüm 1987 6. Besteci: Haris Aleksiou Albüm: VISSINO KAI NERANTZİ2006 Söz: Can Dündar Seslendiren: Ayşegül Aldinç Albüm: Nefes (Ayşegül Aldinç albümü)2000 Kigali Kigali, Afrika kıtasında bulunan Ruanda devletinin başkentidir. Ülkenin orta kesiminde Ekvator çizgisinin hemen güneyinde yer alan şehir, bu konumundan dolayı yıl boyu ılıman bir iklime sahiptir. Kigali ve çevresinin Kigali Eyaleti olarak ayrı bir statüsü vardır ve diğer eyaletlere bağlı bir konumda değildir. Şehir kendi içerisinde Gasabo, Kicukiro ve Nyarugenge ilçelerine ayrılmaktadır. Kigali, 1907 yılında bir Alman kolonisi olarak kuruldu. Şehir 1916 yılına kadar Alman Doğu Afrikası 'nın bir parçası olarak yer almış, 1922 yılında ise Belçika hakimiyetinde Milletler Meclisi manda sisteminde Ruanda-Urundi bölgesinin bir parçası olmuştur. Her iki bölgeninde Ruanda ve Burundi olarak bağımsızlıklarını kazanması neticesinde, Kigali 1962 yılında Ruanda'nın başkenti olmuştur. 1994 yılında Ruanda'da yaşanan ve Tutsilere uygulanana soykırımın başlangıcı Kigali'de olmuş, 100 gün süren bu soykırımlar neticesinde 100.000'i Kigali'de olmak üzere 1.000.000'dan fazla kişi Ruanda'da hayatını kaybetmiştir. Kigali'de 2013 tahmini nüfus verilerine göre 1,242,418 kişi yaşamaktadır. Şehrin yıllar içerisinde gerçekleştirilen nüfus sayımlarında elde ettiği sonuçlar şu şekildedir: Şehir ülke içerisinde çevre yerleşim yerleri ile birlikte Kigali Eyaleti'ni oluşturmakta olup, yönetimi bir kent konseyi tarafından gerçekleştirilmektedir. Şehrin icra komitesi bir belediye başkanı ve iki milletvekili tarafından oluşturulmuştur. Eyalet kendi içerisinde üç ayrı ilçeye ayrılmış durumdadır. Bu ilçeler Gasabo, Kicukiro ve Nyarugenge'dir. Ülke içerisinde olduğu gibi Kigali'de de trafik sağ şeritten akmaktadır. Kigali şehri ülkenin güneyinde bulunan Burundi ve doğuda bulunan Angola ülkeleri ile birbirine bağlayan otoyol üzerinde bulunmaktadır. Ülkenin uluslararası havaalanı bu şehirde bulunmakta olup, günlük olarak komşu ülkelerin yanı sıra Afrika'nın önemli ülkelerine ve Nairobi ve Addis Abeba aktarmalı Avrupa'ya uçuşlar mevcuttur. Manos Loyzos Manos Loïzos (Μάνος Λοΐζος), (d. 22 Ekim 1937, İskenderiye - Mısır - ö. 17 Eylül 1982, Moskova - Rusya), Yunan besteci. Besteleri: - " Ola se thymizoun " Söz: Manolis Rassoulis (Yeni Türkü:Olmasa Mektubun) Haris Aleksiou-Ola se thymizoun - Jamaica Söz: Lefteris Papadopoulos - S' Akoloutho Söz: Manos Loyzos - To Akorndeon Söz: Yannis Negrepontis - " O Dromos" Söz: Kostula Mitropulos - Che Söz: Manos Loyzos - Ah Helidoni mu Söz: Lefteris Papadopulos - "De tha xanagapiso" Söz: Lefteris Papadopulos - Paporaki tu Burnova Söz: Lefteris Papadopulos - "O Kutalianos" Söz: Lefteris Papadopulos - Evdokia Evdokia Film müziği (Instrumental Zeybek) Robert Frew Robert Frew (diğer adları: Rahip Fru, Albay Emiling), İskoç ajanı, İngiliz kraliyet ordusunda görev yapmış papaz (rahip) ve misyoner. İskoçya'da doğdu ve din eğitimi aldı. Hindistan'da yeraltı faaliyetleri ve politik entrikalardaki başarısı sebebiyle Türkiye'ye gönderildi. I. Dünya Savaşı sonrasında 1919-1920 yıllarında İngiliz casusu Sait Molla ile Kuva-yı Milliye aleyhinde iç isyanlar çıkarılması için çalıştı. Sait Molla'dan ele geçen belgelere göre Sait Molla ile birlikte isyancıları ve casusları para ile destekledi ve Anadolu'daki İngiliz casus ve köstebeklerini Sait Molla vasıtasıyla yönetti. Uzun süre Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinde bulundu. Board of Foreign Missions of the Presbyterian Church’de (BFMPC) ve Kalvinci geleneği dayanan “American Board of Commissioners for Foreign Mission”ın (ABCFM) içinde bulunduğu “International Congregations” başkanı olarak 1902–1924 yılları arasında Anadolu topraklarında faaliyet gösterdi. Ağa Han ve Seyyid Emir Ali'nin girişimleriyle İngiltere'de British Red Crescent Society (Britanya Kızılay Derneği) adıyla kurulan derneğin İstanbul temsilciliğini yaptı. Robert Frew, Millî Mücadele döneminde İngiliz İstihbaratı adına çalışan, Mr. Ryan, General Didds, Albay Rawlinson, General Milne, Amiral Calthorpe ve Amiral Webb gibi memurlar arasında en aktif görev alanlardandır. Batı Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Mondros Mütarekesi'nden sonra İngiliz haber alma servisi ajanı olarak İstanbul'da bulundu. 20 Mayıs 1920'de İstanbul'da kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Said Molla ile yakın ilşkiler kurdu ve örgüte gelen parasal destekleri kanalize etti. Anadolu'daki, ulusal direniş hareketinin bastırılmasına yönelik eylemleri kışkırtarak organize etti. Türkiye'den ayrıldıktan sonra İngiltere'de papazlık yaptı. Alan Hansen Alan David Hansen (d. 13 Haziran 1955; Alloa, İskoçya), birçok otoriteye göre gelmiş geçmiş en başarılı defans oyuncuları arasında gösterilen İskoç futbolcudur. 1977'den itibaren 13 yıl boyunca Liverpool'da oynamış ve bu süre içinde 434 kez bu formayı giyerek kulüp tarihine geçen oyunculardan biri olmuştur. Liverpool formasıyla sekiz kez lig ve üç kez Avrupa şampiyonu oldu. Alan Hansen, 1979-1987 yılları arasında 26 kez İskoçya millî futbol takımı forması giymiştir. Aktif futbol hayatını 1990'da bitirdikten sonra BBC başta olmak üzere pek çok TV'de futbol yorumculuğu yapmaktadır. Cristina Llanos Cristina Llanos (d. 3 Aralık 1975), İspanyol şarkıcı, besteci ve gitaristtir. Kardeşi Amparo ile birlikte İspanyol müzik grubu Dover'in üyesi ve lideridir. Londra'da altı ay kaldıktan sonra liseden ayrılan Llanos (okunuşu "Yanos" ya da "Janos") Majadahonda'da annesinin butiğinde çalışmaya başladı. Kardeşi Amparo Llanos'tan gitar çalmayı öğrendi. Onun sayesinde dinlemeye başladığı The Beatles, REM ve Nirvana gibi gruplar müzik kariyerini etkilemiştir. Edward Aguilera Edward Aguilera (d. 17 Aralık 1976) İspanyol bir şarkıcıdır. Aguilera Porto Riko'lu Menudo grubunun bir üyesiydi. 1990 Yılında Menudo organizasyonuna seçildiğinde tek Avrupalı müzisyendi. Üne kavuşan sanatçı Porto Riko'da kısa bir süre için "gençlik idolü" olmuştur. Grubun kimi üyelerinin uyuşturucu ticareti yaptığının ortaya çıkmasıyla başlayan ayrılıklarda Aguilera da ayrıldı. Menudo'dan ayrılmasından sonra müzik kariyeri bitti ve şu anda ne iş yaptığı bilinmiyor. Jason Alexander Jason Alexander (asıl adı Jason Scott Greenspan, d. 23 Kasım 1959, Newark, New Jersey, ABD), Amerikalı aktör, komedyen ve şarkıcı. En bilinen rolü, 1989 ile 1998 yılları arasında yer aldığı "Seinfeld" dizisindeki George Costanza karakteridir. Aktif bir sahne kariyerine de sahip olan Alexander, aralarında 1989'da Müzikal Dalında En İyi Aktör Tony Ödülü'nü aldığı "Jerome Robbins' Broadway" de bulunan birçok Broadway müzikalinde rol aldı. "The Producers" müzikalinin Los Angeles yapımında Martin Short ile birlikte oynadı. "Reprise! Broadway's Best in Los Angeles" grubunun sanat direktörü olarak birçok müzikal yönetti. Jerry Seinfeld Jerome "Jerry" Seinfeld (d. 29 Nisan 1954) Amerikalı bir komedyen, aktör ve yazardır. Altın Küre ödüllü sanatçı Massapequa, New York doğumludur. Türkiye'de de gösterilen Seinfeld adlı televizyon dizisinde oynadığı kendisinin kurgusal bir versiyonu olan "Jerry Seinfeld" rolü ile tanınır. Yahudi bir aileden gelen oyuncunun soyağacında Osmanlı dönemi Halep kentinden, ABD'ye giden Selim Hüsnü ve Salha çifti de vardır. Çift ülkeye kayıt yaptırırken, resmi makamlara uyruklarını Türk olarak belirtmiştir. Julia Louis-Dreyfus Julia Elizabeth Scarlett Louis-Dreyfus (d. 13 Ocak 1961) ABD'li bir aktris ve komedyen. Emmy, Altın Küre ve "SAG" ödüllü sanatçı New York City doğumludur. Dreyfus Türkiye'de de gösterilen NBC'nin televizyon dizisi Seinfeld'de 1990-1998 yılları arasında canlandırdığı Elaine Benes karakteri ile tanınır. İki çocuk sahibi ve Fransız bir milyarderin kızıdır. Babası 1940 yılında adını William olarak değiştirmiştir. Kuzeni Adidas'ın CEO'suydu. Dreyfus ailesi köklü bir ailedir ve kendisi İkinci Dünya Savaşı'nda Fransız direnişçisi bir ailenin ferdidir. CBS'te yayınlanmaya devam eden ve eleştirmenlerden olumlu notlar alan The New Adventures of Old Christine adlı komedi dizisinde oynamaya devam etmektedir. Kolera Günlerinde Aşk Kolera Günlerinde Aşk ("El amor en los tiempos del cólera", 1985) Gabriel García Márquez'in bir romanıdır. 19. yüzyılın sonları - 20. yüzyılın başları (kabaca 1880-1930) arasında Fermina Daza, Florentino Ariza ve Doktor Juvenal Urbino üçgeninde gelişen canlı bir karşılıksız aşkı konu alan kitap acı çekmenin yüce bir davranış olduğu fikrini yoğun şekilde işler. Florentino Ariza bir ömür boyu sevdiği Fermina Daza'ya kavuşabilmek için tam 53 yıl 7 ay 11 gün bekler. 2007 yılında İngiliz yönetmen Mike Newell romanı sinemaya da aktarmıştı. Başrolünü Javier Bardem'in oynadığı ABD yapımı bu film, romanlarının özgün dili olan İspanyolca dışında bir dilde sinemaya aktarılmasını istemeyen Gabriel García Márquez'in Hollywood'da yapılmış ilk roman uyarlaması olma özelliğini taşımaktadır. Gerçekçeneliler Gerçekçeneliler ya da çeneliler (); gerçek çeneleri ve çift halde üyeleri bulunan Kordalılar alt şubesidir. Hektor Hektor (Yunanca: Ἕκτωρ), Truva krallarından Priam ve eşi Hecuba'nın en büyük oğlu, Paris'in ağabeyi, Dardanus'un torunuydu. Tros'un Ida dağları'nda yaşardı. Tüm zamanların en büyük savaşlarından biri olarak kabul edilen Truva Savaşı'nda mücadele eden Truva prensiydi. Ayrıca bu savaşı konu alan İlyada destanının da kahramanlarındandı. Teke tek savaştığı Akhilleus tarafından öldürüldüğü belirtiliyor. Truva kralı Priamos ile Hekabe'nin en büyük oğlu ve Paris'in kardeşidir. Truvalıların en büyük savaşçılarındandır. Halkı tarafından çok sevilir. Kimsenin karşılaşmaya bile cesaret edemediği yarı-tanrı Akhilleus'a (Aşi
l) karşı durmuş, Truva ordularını komuta etmiş ve şehrin düşmesini 10 sene geciktirmiştir. Sonunda tanrıların tanrısı Zeus zaferi Hektor'a ve Truvalılara vermeyi kararlaştırmışken tanrıça Hera ve Athena'nın entrikalarıyla Hektor'un ölüm kararını vermiştir. Zeus'un emriyle Hektor'u koruyan tanrılar savaştan çekilmiştir. Athena Aineas kılığına girmiş ve Hektoru savaşması için kışkırtmış ve sonra da Hektor'u savaşa göndermiştir. Athena da Aineas şeklinde kaybolmuştur ve Hera nın yanına gitmiştir. Akhilleus yanında Hera ve Athena ile birlikte Hektor'la savaşmış ve ancak Athena'nın yardımlarıyla Hektor'u öldürmeyi başarmıştır. Bu olay Hektor'u efsanevi bir kahraman yapmıştır. Bu cesaret tarihte hiçbir kahramanda görülmemiştir. Hektor sadece bir adamla değil Akhilleus un yanında bütün tanrılarla savaşmıştır. O bir Prens, Komutan ve her babanın sahip olamayacağı özelliklerde bir oğul'du. Cesedi Akhilleus tarafından şehrin etrafında defalarca döndürülmüş ve Truvalılar moral açıdan çökmüşlerdir. Hektor'un bedeni daha sonra Troyalılara geri verilmiş ve şanına yaraşır bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Hektor olmadan Troyalılar yine de dayanmış ve şehir düşmemiştir. Durum böyle olunca Athena ve Hera yine entrikalara baş vurup hileyle şehri düşürmüşlerdir. Akhilleus ise Hektorun ölüsüne yaptığı saygısızlıklardan dolayı ölmüştür.Homeros'un yazmış olduğu ve Troya savaşını anlatan tek kaynak olan İlyada'da Hektor ölünce Troya yenilir. Akhilleus da bu sırada savaşırken bir rivayete göre bir asker, bir rivayete göre Prens Paris tarafından öldürülmüştür. Sovyetler Birliği'nin resmî isimleri Sovyetler Birliği'nin resmî isimleri, Sovyet Cumhuriyetlerinin dilinde ve diğer dillerde Sovyetler Birliği'nin resmi isimleridir. Mark Lawrenson Mark Thomas Lawrenson (d. 2 Haziran 1957 - Preston, İngiltere), İrlandalı eski defans oyuncusu. Defans mevkkinde oynayan Lawrenson özellikle Liverpool'da oldukça başarılı sezonlar geçirmiştir. Futbolu bıraktıktan sonra İngiliz TV kanalı BBC'de futbol yorumculuğu yapmaktadır.Konami şirketinin geliştirdiği PES 2009 oyununda da maç yorumcusu olarak sesi kullanılmaktadır. Boru Boru, genelde tesisat yapımında kullanılan, içi boş silindir şeklinde bir malzemedir. Kullanım yerine göre seramik, plastik, metal gibi malzemelerden imal edilebilir. Boruların malzeme tipi ve imalat yöntemlerine göre değişik imalat ve ölçü standartları vardır. Metal boru imalatında üç yöntem kulanılır. Plastik borular ise genelde plastik ekstrüzyon yolu ile imal edilir. Genel kullanımın dışında camdan ve seramikden de borular yapılır. Genelde düşük basınçlı uygulamalarda ve tahliye sistemlerinde kullanılır. Tijuana Tijuana (okunuşu "Tihuwana"), Meksika'nın kuzeybatısınıda Baja California eyâletinde bir şehir. 2014 yılı itibarıyla tahmini 1.896.430 kişilik nüfusa sahiptir. Şehir özellikle ABD'den gelen turistler için önemli bir turizm merkezidir. Tijuana direkt ABD sınırında olup, sınır kontrol noktası San Ysidro'dan yıllık 50 milyon insan ve 14 milyon araç geçiş yapar. Sınır ötesi çalışanlar dolayısıyla özellikle ABD istikametindeki sınır geçişlerinde yoğunluk yaşanır. Cevat Kurtuluş Cevat Kurtuluş (d. 20 Haziran 1922, Ankara - ö. 6 Eylül 1992, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema oyuncusu. Gençlik yıllarında Ankara'da Opera korosunda çalışmış, 1940'lı yıllarda gazinolarda taklit yaparak ünlenmiştir. 1947'de İstanbul'a gelerek filmlerde rol almaya başladı. İlk filmi 1947 yapımı Kerim'in Çilesi idi. Özellikle mimiklerle beslenen oyunculuğu ile, 1960'lı ve 1970'li yıllarda çok sayıda filmde irili ufaklı roller aldı. Yeşilçam filmlerindeki 'aptal uşak' kompozisyonunun yaratıcısı ve temsilcisi oldu. 80'lerde az sayıda filmde ve Gülünüz Güldürünüz gibi bazı TV programlarında yer aldı. 1992'de geçirdiği kalp krizi sonrasında 70 yaşında öldü. Mezarı Feriköy Mezarlığındadır. Çemberimde Gül Oya Çemberimde Gül Oya aşağıdaki anlamlara gelebilir: Devşirme Devşirme, Osmanlı Devleti'nin fethettiği topraklardan -özellikle Balkanlar- Hristiyan genç ve yetenekli çocukların toplanması, bu çocukların sıkı bir eğitimden geçirilerek üstün bir asker veya bürokrat oluşturulması sistemidir. Bu sistem ile yetiştirilip bürokrat olan devşirmeler arasında Rum Mehmed Paşa, Veli Mahmud Paşa, Yunus Paşa , Rüstem Paşa, Sokollu Mehmed Paşa, Kuyucu Murat Paşa ve Pargalı İbrahim Paşa gibi sadrazamlığa dahi yükselebilenler oluyordu. Devşirilen her çocuğun doğum tarihi, köyü, kazâsı, sancağı, baba ve ana adının yanı sıra eşgali de bir deftere yazılır, bu defterlere "eşgal defterleri" denirdi. Daha sonra yanına verileceği Türk ailesinin reisi olan sipahisinin ismi de bu deftere yazılırdı. Bu defter iki nüsha tutulur ve biri devşirme memurunda, diğeri de çocukları sevk eden memurda bulunurdu. Günümüze kadar bu eşgal defterlerinden üç adet bulunmuş. Bu defterlerdeki bilgilerin incelenmesiyle, kural olarak 8-18 yaş arası gençlerin alınmakta olduğu görülmüş, ancak 6 yaşında alınanları da görülmüştür. Üç defterdeki devşirmelerin yaş ortalaması ise 15.3 çıkmıştır. Bugün Avrupalılar kadar Türkiye'de de en çok merak edilen ve meselenin esası bilinmeden değişik yorumlar yapılan ve çarpıtılan konulardan biri de kapu kulları ve bunun kaynağını teşkil eden devşirme usulüdür. Bu sebeple özellikle devşirme usulünün hukukî ve tarihî gerekçelerini bilmek icab eder Kapı kulları tabirini bahane ederek, bütün devlet memurlarının Padişahın köleleri olduklarını ileri sürenler ise, bu meselenin izahını zaruri hale getirmektedirler Önemle ifade edelim ki, Osmanlı Devletinde pençik oğlanı, acemi oğlanı veya devşirme oğlanı ifadeleriyle anlatılan ve halk ile Batılılar arasında Hristiyan ailelerin çocuklarının zorla alınarak önce köle yapılması, sonra da Osmanlı ordusunda görev verilmesi ve çocukların eliyle ana ve babalarının öldürülmesi şeklinde takdim edilen askerî müessese, Yeniçeri Teşkilâtıdır Bu tür anlayışın nasıl hatalı olduğu, biraz sonraki izahlardan daha iyi anlaşılacaktır Herkesin bildiği gibi, Kapı Kulu Ocakları ve bunların başında gelen Yeniçeri Teşkilâtı, Osmanlı Devleti’nin merkezî ordusundaki vurucu güçtür Bu sebeple de Kapıkulu Ocakları denilen askerî teşkilâtın çekirdek kısmıdır Yeniçerilerin sahip oldukları iktisadî, sosyal ve idarî imtiyazlardan dolayı, devletin yükselme devirlerinde, Osmanlı Devletinin Yeniçeri Teşkilâtında görev almak, Müslüman ve gayr-i müslim herkes için bir şereftir Zira devletin askerî ve mülkî erkânının çoğu da bu ocaktan yetişmedir Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri Ocaklarına asker temin eden iki önemli kaynak vardır: A) Pençik Oğlanları B) Acemi Ocakları Devşirmeler, I. Murad zamanında kurulmuş olan Yeniçeri Ocağı ve Bostancı Ocağı'nın kuruluşlarından bir süre sonrasında, temelini oluşturmaya başlarlar. Devşirme, Osmanlı'da fethedilen bölgelerdeki Hristiyan ailelerin çocuklarının 1/5 ini alarak onları yeteneklerine göre yetiştirmeye dayanırdı; eğer güçlü ve dövüşmeye yatkın iseler Yeniçeri ocağına, devlet işlerine yatkın iseler Saray'a alınırlardı. Bu kapsamda sarayda bulunan Enderun Mektebi devşirme bürokratlar yetiştirmekteydi. Osmanlı tarihinde birçok komutan ve devlet adamı devşirme kökenliydi. Devşirmeler özellikle İstanbul'un fethi'nin ardından güç kazanmaya ve devletin zirvesine yerleşmeye başladılar. Bu ilk dönemlerde çok faydalı olmuş; devşirmeler, Osmanlı Ordusu'nda önemli yere sahip olmuşlardır. Ancak sistem son dönemlerde suistimal edilmiş ve bozulmuştur. Devşirme sisteminin Osmanlı imparatorluğunun çözülmesindeki etkisi bugün önemli bir tarihsel tartışma konusudur. Devşirme sistemi; Nepal, Pakistan ve Hindistan'da günümüzde de devam etmektedir. Tarihte Osmanlı'dan önce, Roma, Bizans ve birçok İslam devletindeki devşirme uygulamasında daha çok yabancı ülke halklarından gençlerin seçilmesi yaygındı. Osmanlı'daki devşirme sistemi ise kendi tebasından gençlerin toplanması üzerine kuruluydu. Devşirmeler, Yeniçeri Ocağı ve Bostancı Ocağı'nın temelini oluşturur. Devşirme, Osmanlı'da fethedilen bölgelerdeki yabancı ailelerin çocuklarının 1/5 ini alarak onları yetiştirip yeteneklerine göre; eğer güçlü ve dövüşmeye yatkınsa Yeniçeri, devlet işlerine yatkınsa Saray'a alınırdı. Osmanlı tarihindeki büyük komutanların, devlet adamlarının vezirlerin pek çoğu devşirme sisteminden gelmekteydi. Fortune Global 500 listesi Fortune Global 500, en büyük gelire sahip, 500 kurumun sıralı listesidir. Bu liste, her yıl Fortune dergisi tarafından hazırlanır ve yayınlanır. Fortune 500’den ayrıldığı taraf, Fortune 500’ün sadece Amerikan kurumlarından oluşmasıdır. Aşağıdaki liste, Temmuz 2009 tarihinde yayınlanmış olup, sıralamanın en üstündeki on kurumu içerir. Bu çalışma, 31 Mart 2009 ya da daha önce sona eren mali dönem sonu raporları göz önüne alınarak yapılmıştır. En üstte yer alan on kurumun onu petrol şirketi, beşi otomotiv ve ikisi de parekende satış şirketidir. Global 500 listesinde altı ya da daha fazla şirketin bulunduğu ülkeler sıralanmıştır. Ejderha Mızrağı Destanı Ejderha Mızrağı Destanı, Margaret Weis ve Tracy Hickman tarafından yazılmış kitap serisi. Seri aslında arabayla TSR ile olan iş görüşmelerine giderken Laura ve Tracy Hickman tarafından yaratılmıştır. Serinin orijinal dili olan İngilizcede basılmış 190'dan fazla kitabı vardır. Ejderha Mızrağı dünyasının asıl yaratıcıları Margaret Weis ve Tracy Hickman olsa da birçok yazar yaratılan dünyaya ve kurallarına sadık kalıp onları kullanarak Ejderha Mızrağı dünyasıyla ilgili pek çok kitap yazmıştır. Öyle ki serinin kitaplarının büyük bir kısmının yazarları farklıdır. Aslen üç kitap olup, sonradan karakter derinleştirmeleri, yan hikâyeler, geçmiş ve gelecek eklemeleriyle büyümüş ve büyümeye devam etmektedir. Kitapların çoğu Krynn adlı dünyanın Ansalon adlı kıtasında geçer. Ansalon'un kuzey-doğusunda yer alan Taladas kıtası az olsa bile hikâyelerde kullanılmıştır. Adlatum kıtasında geçen bir hikâye henüz yazılmamıştır. Türkiye'de ilk olarak Ankira daha sonra Arkabahçe Yayıncılık ve sonrasında Laika Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. 20
16 yılında İthaki Yayınları Türkiye haklarını satın alarak tüm kitapları yeniden yayınlamaya başlamıştır. İlk yazılan Ejderha Mızrağı kitapları, birinci nesil karakterlerin çıktığı yolculuk ve maceralarını içeren, Güz Alaca Karanlığının Ejderhaları, Kış Gecesi Ejderhaları ve İlkbahar Şafağı Ejderhaları adlı üç kitaplık seridir. Kurgu ilk olarak Margaret Weis ve Tracy Hickman'ın da içinde bulunduğu masaüstü rol yapma oyunundan yaratılmıştır. Margeret Weis'in oyundaki karakteri Raistlin Majere'dir. Mazhar Müfit Kansu Ahmet Mazhar Müfit Kansu (d. 1872, Denizli) - (ö. 12 Kasım 1948, İstanbul), Türk devlet adamı, vali, milletvekili ve yönetici. Mülkiye Mektebi mezunudur. Gelibolu İdadisi Öğretmenliği, Edirne İdadisi Tarih Öğretmenliği ve Müdür Yardımcılığı, Edirne İl Maiyet Memurluğu, Havsa, Çorlu, Uzunköprü ve İskeçe Kaymakamlıkları, Gümülçine Sancağı, Lazistan (Rize), Mersin, İzmit, Balıkesir Mutasarrıflıkları, Bitlis ve Mamüratü'l-Aziz (Elaziz) Valilikleri, Erzurum Kongresi Bitlis Delegeliği, Sivas Kongresi Hakkâri Temsilciliği, Heyiet-i Temsîliye Üyeliği, Ziraat Bankası Yönetim Kurulu Üyeliği, Osmanlı Meclis-i Mebusan IV. Dönem Hakkâri Mebusluğu, TBMM I. Dönem Hakkâri, II., III., IV. ve V. Dönem Denizli, VI. ve VII. Dönem Çoruh (Artvin) Milletvekilliği, I. Dönem Dâhiliye, Nâfıa, Tetkik-i Hesâbât ve Divân-ı Muhâsebât Encümeni Reislikleri, Yozgat İstiklal Mahkemesi Üyeliği, II. Dönem 1. Şube Başkanlığı, Şark İstiklal Mahkemesi Başkanlığı, Tetkik-i Hesâbât Komisyonu, Divân-ı Muhasebât Komisyonu Başkanlığı, VI. Dönem Meclis Hesaplarını Tetkik Komisyonu Başkanlığı, IV. Dönem Parlamentolar Türk Grubu Kurucu Üyeliği ve Saymanlığı yapmıştır. Evli ve iki çocuk babasıdır. 1874 yılında Denizli'de doğdu. Babası Edirne Vilayeti Defter-i Hakani Müdürü Süleyman Müfid Bey, annesi Fatma Hanımdır. Tahsiline İstanbul'da Fatih Rüştiyesinde başlar. Daha sonra babasının Edirne'ye tayini münasebetiyle tahsiline Edirne Rüştiye Mektebi ve Edirne Mülkiye İdadi'sinde devam eder. İdadi'den 1889 yılında mezun olduktan sonra İstanbul'da Mekteb-i Mülkiye'ye girer ve 1891 yılında Mülkiye Mektebinden mezun olur. Mezuniyet sonrasında Gelibolu'da ve 1892 den itibaren Edirne İdadisi'nde Müdür muavinliği yanında türkçe,tarih ve matematik öğretmenliği yaptı. 1899 yılına kadar öğretmenlik görevine devam ettikten sonra 1889 yılında Kaymakamlığa terfi ettirilmiştir. İlk olarak idareci olarak Havsa, 1903 yılında Çorlu, ardından 1904-1910 tarihleri arasında 6 yıl Cisr-i Ergene (Uzunköprü) Kaymakamlığında bulunmuştur. 1910-1912 yılları arasında Gümülcine, 1913 yılında Lazistan, Mersin, 1913-1917 yıllarında ise İzmit ve ardından Karesi (Balıkesir) Mutasarrıflıklarında bulundu. Siyasi hayata İttihat ve Terakki Fırkası'na üye olmakla başlayan Kansu, Erzurum Kongresiyle Millî Mücadele hareketine katılmış, Sivas Kongresinde faal rol oynamış ve Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri arasında yer almıştır. 1918 yılında Bitlis valisi olarak tayin olundu. 25 Mayıs 1919'da Bitlis valisiyken İstanbul Hükümeti tarafından görevinden alındı. 13 Haziran 1919'da Bitlis'ten İstanbul'a dönmeden Erzurum'a gitmeye karar verdi. Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal'le birlikte çalıştı ve ardından Heyet-i Temsiliye olarak 2 Eylül 1919 Sivas'a geçerek Sivas Kongresi'ne katıldı. Sivas'ta kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde yer alarak Heyeti Temsiliyenin bazı üyeleri ile 2 Ekim 1919 da istifa eden Damat Ferit Paşa kabinesinin yerine Millî Mücadeleden yana olan Ali Rıza Paşa Kabinesi'ne katılmak üzere Ankara üzerinden İstanbul'a geçti. 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Hakkari'den mebus olarak katıldı. İtilaf devletlerinin baskısıyla çalışamaz durumda kalan ve 11 Nisan 1920 de Padişahın buyruğu ile kapatılan İstanbul'daki Meclis'in diğer Heyeti Temsiliye üyeleri gibi meşakkatli bir yolculuktan sonra Ankara'ya geçti. 23 Nisan 1920'de açılan TBMM 1. Dönem'de yine Hakkari milletvekili olarak görev aldı. Meclis çalışmaları sırasında çoğunlukla Maliye Komisyonunda olmak üzere diğer birçok Komisyonlarda üyelik ve başkanlık yapmıştır. Mebusluk görevi üzerinde kalması şartıyla Mayıs 1920'de Elazığ valiliğine tayin olundu. Sakarya Savaşı günlerinde Ankara'nın korunmasında herhangi zaafiyet karşısında Meclis çalışmalarının Kayseri'de yürütülebilmesi için tedbiren ve geçici bir zaman için TBMM tarafından Kayseri'de görevlendirildi. Kayseri, Yozgat, Kırşehir, Niğde İstiklal Mahkemesi üyeliklerinde ve Başkanlığında bulundu. Cumhuriyetin ilanından sonra da 5. Döneme kadar Denizli mebusu, 6. Dönem (1939) ve 7. Dönem'de (1943) ise Çoruh (Artvin) mebusu olarak görev yapmıştır. 1946 seçimlerinden sonra siyasi hayata veda etmiştir. Mustafa Kemal ile birlikte olduğu zamanlarda olaylarla ilgili özel notlar tutan Kansu'nun "Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber" adıyla 4 Mart 1948'de Son Telgraf gazetesinde yayımladığı anıları, 1966'da Türk Tarih Kurumu tarafından iki cilt olarak basıldı. Mazhar Müfit Kansu, 12 Kasım 1948 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Evli ve 3 çocuk babası idi. Forbes Global 2000 listesi Forbes Global 2000, dünyanın en büyük 2000 şirketinin "Forbes" dergisi tarafından hazırlanmış bir sıralı listesidir. Satış, kar, varlık ve pazar değeri olmak üzere, dört ölçütün birlikte değerlendirilmesi ile oluşturulmuştur. Forbes Global 2000, dünyanın lider şirketleri hakkında yararlı bir göstergedir. Sonuçlar kesin değildir, kriterlerdeki herhangi bir değişiklik tamamen farklı bir listeye neden olabilir. Liste takvim yılının başında yayınlandığı için, Forbes, Amerikan şirketleri dışında kalan pek çok kurum için güncel olmayan bilgileri kullanmak zorunda kalmaktadır. Pek çok ülke için mali yıl 31 Mart’ta sona ermekte sıralamaya dair çalışmada bu konuda herhangi bir ayarlama yapılmamaktadır. Ek olarak kamu kurumlarının pazar değeri ölçülemediği ya da mali bilgilerine ulaşılamadığı için değerlendirme dışında kalmışlardır. Örneğin, değerlendirilebilmesi durumunda, sıralamada yer alma ihtimali çok yüksek olan OPEC ülkelerinin kamuya ait petrol kurumları bulunmaktadır. 2014 yılında listede ilk 20 sırayı tutan şirketleri aşağıda görebilirsiniz. Listeye girmeyi başaran Türk şirketleri ve detaylı bilgileri aşağıdaki tabloda özetlenmiştir. Listedeki Türkiye şirketlerinin tamamı hizmet sektöründe faaliyet göstermekte olup dünyadaki duruma benzer olarak Türkiye'nin en büyük şirketleri de büyük ölçüde bankalardan oluşmaktadır. Listeye giren 12 şirketin 5'i bankacılık endüstrisindendir. Bankacılık sektörünü ikişer şirketle holdingler ve telekomünikasyon endüstrisi izlemektedir. Ulaşım, içecek ve inşaat sektörleri de birer şirketle listede temsil edilmektedir. Aşağıda 2006 yılı listesinin en üstünde bulunan 50 şirket sıralı olarak yer almaktadır listenin tamamına http://www.forbes.com/lists/2006/18/Rank_1.html adresinden ulaşılabilir. 1 ile 9 arasında olup, listeye giren pek çok ülke daha bulunmaktadır. İnternet pornografisi İnternet pornografisi, İnternet aracılığıyla (özellikle web siteleri, dosya paylaşım programları, forumlar) dağıtılan pornografidir. Pornografi 1980'lerden beri İnternet üzerinde yer almaktadır, fakat asıl patlamasını 1991'de World Wide Web'in ortaya çıkışı ve İnternet'in genel kullanıma açılmasıyla birlikte yapmıştır. DVD ve Videolardan farklı olarak İnternet sayesinde insanlar evlerinden çıkmadan anonim (görece) ve güvenli bir biçimde pornoya ulaşır hale gelmişlerdir. Aynı zamanda sosyal veya yasal sebeplerden dolayı pornoya ulaşması mümkün olmayan insanlar da kolaylıkla pornoya erişebilir olmuştur. Bu durum sayesinde porno sektörü de kısa bir sürede oldukça büyük bir ivme kazanarak büyümüştür. Top Ten Reviews adlı araştırma şirketinin hazırladığı rapora göre internet porno endüstrisinin kârı Microsoft, Google, Amazon, Ebay, Yahoo ve Apple gibi şirketlerin kârını geçiyor. İnternet'te saniyede 3.075,64 dolar porno için harcanıyor, her saniye 28.258 kişi porno sitelerinde sörf yapıyor, her saniye 372 kişi arama motorlarından "yetişkin" içerik bulabilmek için arama yapıyor, her 39 dakikada bir Amerika'da yeni 1 porno video kaydediliyor ve pornografik içerikli sayfa sayısı ise 420.000.000 civarındadır. 1980'li yıllarda, İnternet henüz yaygın bir fenomen haline gelmemişken, pornografi İnternet üzerinden kısıtlı bir biçimde dağıtılıyordu. İlk dağıtım biçimi yetişkin dergilerinden bilgisayara aktarılan fotoğrafların Usenet gruplarına yollanmasıdır. Bu dağıtım biçimi bedavaydı (İnternet için alınan para hariç) ve anonim olarak yapılabiliyordu. Bu anonimlik telif haklarını görmezden gelmeyi kolaylaştırıyordu. Daha sonra pornografi Bulletin board system aracılığıyla da dağıtılmaya başlandı, bu İnternet üzerindeki bilinen ilk ticari yoldur. World Wide Web'in bulunmasıyla pornografi oldukça büyük bir ivme kazandı. Bu sayede Web siteleri fotoğraflar, video klipler hatta canlı şovlar sunmaya başladı. Web'te, ticari pornografik siteler bedava sitelerden fazladır. Pornografik siteler, görece olarak fazla tıklanmakta, bu siteler de bu hizmeti çökmeden verebilmek için bir maddi yük altına girmektedir. Genellikle bedava siteler kısıtlı sayıda fotoğraf bulunduran reklam siteleridir. Son yıllarda dosya paylaşım programlarının kullanımının artması, rapidshare gibi bedava yer veren sitelerin çoğalmasıyla İnternet'te bedava pornografik film bulabilmek eskisine göre daha kolaylaşmıştır bu da birçok ticari sitenin kapanmasına yol açmıştır. Bu yöntemi kullanan kişi eğer bedava "dağıtılmayan" bir materyali kullanıyorsa bu materyalin ücretini ödenmediğinden aslında korsanlık yapmakta, suç işlemektedir. Fakat bu durum çok yaygın ve takibi zor olduğundan kişinin cezalandırılması oldukça ender görülür. Görüntü dosyaları, özellikle JPEG formatı, pornografinin dağıtılmasındaki en yaygın yoldur. Dergilerden bilgisayara taranabileceği gibi, dijital kamerayla çekilmişler de doğrudan bilgisayara atılarak dağıtılabilir. MPEG, WMV ve QuickTime video formatları pornografik video kliplerin dağıtılmasında oldukça kul
lanılır. Daha yeni olarak DVD ve VCD imaj dosyaları da İnternet'e koyulabilmekte, böylece bütün bir filmi aynı biçimde indirmek mümkün olmaktadır. Birçok ticari pornografik sitede webcam aracılığıyla yayımladığı canlı şovları müşteriye ulaştırmaktadır. Diğer formatlar da metin ve ses dosyaları içerir. Kimi sitelerde erotik ve pornografik öyküler metin olarak yer almakta, kimi zamanda dinlenebilmektedir. İnternet uluslararası bir ağdır, fakat uluslararası bir pornografi yasası henüz yoktur, bu yüzden her ülke pornografiyle kendi imkânlarıyla farklı biçimde mücadele etmektedir. Genellikle dağıtılan pornografik materyal suç kapsamına (çocuk pornografisi gibi.. ) girmiyorsa yasal sayılmaktadır. Bu kural da kesin olmayıp çeşitli ülkelerin kanunlarına göre değişiklik göstermektedir. Bazı ülkeler, İnternet servis sağlayıcılarına filtre koyarak pornografik sitelere girmeyi engellemektedir. Pornografik siteler henüz içeriğini göstermeden ana sayfalarında kullanıcının 18 yaşın üstünde olup olmadığını sorar ve buna göre devam etmesini ister. Bu sadece yetişkinlerin pornografiye ulaşması, çocukların korunması için bir zorunluluk olsa da pratikte önemli bir sonuç doğurmamaktadır. Bazı İnternet tarayıcıları da filtreleme sistemiyle birlikte gelir, böylece yetişkinler çocukların pornografiye ulaşmasını engelleyebilir. Çocuk pornografisi hemen hemen her ülkenin kabul ettiği bir suçtur ve çocuk pornografisiyle mücadele için sık sık uluslararası operasyonlar yapılır. Not: Bütün dış bağlantılar İngilizcedir ve ticari olmayan sitelere bağlanmaktadır. El Hilal Bingazi El Hilal Bingazi Libya'nın Bingazi şehrinde kurulmuş olan bir Libya futbol kulübüdür. MAN Refik Sorman Refik Sorman, Libya'nın Sorman şehrinde kurulmuş bir Libya futbol kulübüdür. Olimpik Zaviye El Olympic Zaviye Libya'nın Zaviye şehrinde kurulmuş olan bir Libya futbol kulübüdür. Arcesilaus Arcesilaus aşağıdaki anlamlara geliyor olabilir. Baktar Şikan Baktar Şikan, Pakistan'da bulunan Kahuta Research Laboratories (KRL) adlı bir firmada üretilir. Çinlilerin HJ-8 güdümlü tanksavar füzelerinin bir kopyası olduğu söyleniyor. 24.5 kg'lık ağırlığı ile 4000m'nin üzerinde bir atış olanağı sağlar. Bu mesafelerden 80 cm kalınlığındaki zırhlara kolayca nüfuz eder. Daha da geliştirilmiş arka arkaya yerleştirilmiş savaş başlıkları ile donatıldığında 1000–1200 mm kalınlığındaki zırhlara etki edebilir. Füze fırlatıcısı bir personel tarafından kurulabilir ve ayrıca Pakistan'ın Cobra saldırı helikopterlerine ve ZPT'lerine de takılabilir. Baktar Şikan Bosna Savaşı'nda Bosna Ordusu tarafından kullanılarak M-84 tanklarını imha etmiştir ve bu sayede kendini kanıtlamıştır. Son zamanlarda Bangladeş Baktar Şikan'ı satın almıştır. Padmé Amidala Padmé Amidala, Yıldız Savaşları evreninde kurgusal bir karakterdir. İlk olarak 'de Naboo gezegeninin genç kraliçesi olarak izleyici karşısına çıkmıştır. Padmé, Anakin Skywalker'ın gizli karısı, Luke Skywalker ve Prenses Leia Organa'nın annesidir. Son çekilen üçlemenin II. ve III. filminde Padmé, Galaktik Senato'da Naboo gezegenini temsil etmektedir. Kraliçe seçildiğinde iki dönem görev yapmış ardından Senato'da Naboo'yu temsil etme önerisini geri çevirememiştir. Genç yaşı ve konumu dolayısıyla Padmé zaman zaman kendisi yerine dublörler kullanmıştır. Senatodaki temsilcisi Gungan ırkına mensup Jar Jar Binks'tir. Ablası Sola ile yeğenleri Ryoo ve Pooja'ya hayrandır. Anakin'e delicesine aşık olan Padmé onunla evlenmiştir. Hamileyken Anakin onun doğumda öleceğini görmüş ve bunu engeleyebileceğini sandığı tek yol olan Güç'ün karanlık tarafına geçmiştir. Sonrasında Şansölye Palpatine'e katılarak Sith Lordu Darth Vader olmuştur. Anakin'in seçimi Padme'yi yaşama isteğinden koparmış ve doğum sırasında bilinçli ölüme itmiştir. Namlu Seti Ateşli bir silahın namlusunun içinde oluşturulmuş, vuruş duyarlılığını artırmak amacıyla mermiye dönme hareketi vermeye yarayan spiral biçimli "çıkıntılar"dır. Oyuklara ise "yiv" denir. Kadırga Kadırga, daha çok Akdeniz'de kullanılan çektiri (çektirme) tipi bir savaş gemisi. İlk olarak 8. yüzyılda Akdeniz'de deniz savaşlarında kullanılmaya başlandı. 17. yüzyıla kadar gelişme göstermiştir. Antik çağlardan beri kullanılırdı. Asıl hareket mekanizması kürektir ve yelken buna yardımcı olması için tasarlanmıştır. Değişik tarih çağlarında kullanılan ana kadırga tipleri, büyüklükleri sırasına göre aşağıda verilmiştir: Tek katta, geminin iki kenarında iki sıra halinde, her sırada 25 olmak üzere toplam 50 kürekçi bulunmaktadır. Kadırga tarihte Akdeniz denizcilik medeniyetleri tarafından kullanılmış standart teknedir. MÖ 5. yüzyıldan itibaren Antik Yunan medeniyetinin ana bahriye teknesi "birem" olmuştur. Eski Yunanlar ile savaşa giren Pers-İran İmparatorluğu donanması gemileri de "birem" türündendi. Ancak Eski Roma çağında yerine "trirem" geçmiştir. Roma çağlarında kullanılan orta büyüklükte bir teknedir. Fakat karaya yakın destek sağlayabilmesi, hızlılığı ve yüksek manevra kabiliyeti dolayısıyla takip, lojistik destek ve hızla asker nakliyatı için tercih edilen tekneydi. "Trirem" tipi gemiler klasik deniz güçlerinin ana bel kemiğini oluşturmaktaydılar. Hızlı, çevik hareketli ve kolayca manevra edilebilmeleri dolayısıyla orta çağlara kadar Akdeniz'in her tarafında yaygın olarak kullanılan harp tekneleriydiler. Teknenin her iki tarafında dört sıra kürekçiler bulunmaktaydı ve "kuinkuerem"lerle birlikte klasik çağlar harp gemilerinin en büyükleri olmaktaydılar. Osmanlı donanması kurulması sırasında kullanılan ilk küçük çektiri tipi gemiye "Karamürsel gemisi" adı verilmektedir. Bu çektiri tipte gemiler bir buçuk direkli, sivri üçgen yelkenli ve sonraları nakliyede kullanılan bir buçuk direkli, sivri üçgen yelkenli, güvertesiz küçük çektiri şeklinde tekneden ibaretti. Değişik şekillerde büyük tipleri de yapılmıştı. Sonradan nakliye işlerinde de bu tip Karamürsel gemileri kullanılmıştır. İstanbul ve Marmara sahilleri arasında işleyen "Karamürsel" gemi nakliye gemileri hem kürek hem yelkenle giderdi. Osmanlı donanmasında kullanılan küçük çektiri tipi savaş gemisi. Her bir küreği 2 veya 3 kişi çeken 10-17 kürekçi oturağı ihtiva etmekteydiler. Firkatelerin her küreğini iki-üç kişi çekerdi. Hızlı hareket ettiklerinden haber getirip götürmekteydiler. Muharebe zamanlarında firkatelere 80 hatta 100 levend konulmaktaydı. Firkateler, nehirlerde de kullanılmakta ve özellikle Tuna Nehri üzerindeki ince donanmada önemli olarak yer almaktaydılar. Pergende bir çektiri tipte küçük ama nispeten hızlı savaş gemisi idi. Genellikle haberleşme ve nakliye için kullanılmaktaydı. Genel olarak kürekle yürümekteydi ama yardımcı sivri üçlü yelken kullanmak için bir yelken direği bulunmaktaydı. Büyüklüğü 18-19 kürekçi oturağı bulunacak şekilde idi ve uzunluğu 33-40 zira olarak değişmekteydi. Tuna ince donanmasında ve genel olarak sahil koruma karakol görevleri için genel denizlerde kullanılmakta idi. XVİ. yüzyılda pergende gemileri "fırkate" ile aynı kabul edilmekteydi. Kalyota veya kalite küçük bir kadirga çektiri tipte olup kadırgadan daha hafif ve küçük ama daha hızlı savaş gemisi idi. Özellikle savaşlarda takip ve karakol işlerinde kullanılmaktaydılar. Büyüklüğü her bir küreği ikişer veya üçer çeken 19-24 kürekçi oturağı bulunacak şekilde idi. Uzunluğu 33-48 zira uzunlukta idi. Savaş zamanlarında kalyatalarda 220 kadar cenkçi bulundurulmaktaydı. Kalyatalar başlarına toplar bulunmaktaydı. Hicri 1498 (hicri 893) tarihli bir belgeye göre bir kalyata bir baş topu, 2 darbzen ve 4 prangı vardı. Mayıs 1698 (Zilikade 1109 hicri) tarihli bir tezkireye göre bir kalyataya top mühimmatı olarak 258 yuvarlak verilmekteydi. XVİ. yüzyıl sonlarında bir kalyatada 2 usta topçu neferi de bulunmaktaydı. Genel denizlerde kullandığı gibi Tuna ince donanmasında da kalyatalar bulunmaktaydı. Kalyota şeklinde ve karakterinde ama kalyotalardan daha büyük ama kadırgadan daha küçük boyda savaş gemisi. Donanma filolarının öncüleri ve için ve sahil koruma için kullanılmakta idiler. Çektiri tipinde kadırgaların büyüğü bir tür olan harp gemisine verilen addır. Donanma komutanı bir amiralin (riyale) gemisi veya büyük rütbeli bir komutanın (patrona) gemisi olarak kullanılan, kadırgadan daha büyük olan bir gemiyi tarif etmektedir. Bu tip kadirga gemisinin ismi İtalyanca "galea bastarda" teriminden turetilmisti. Genellikle kürekle çalışmaktaydı; fakat iki veya tek sereni de bulunup yelkenle de hareket kabiliyeti bulunmaktaydı. Kurekle hareket icin Osmanlı baştardaları 6-32 çift küreğe sahip olup her kürek 5-7 kürekçi tarafından çekilmekte idi. Güvertesinin altında kürek çekilen baştardalar "bastarda girap" olarak isimlendirilmekte idi. Kıç çadırı özel kumaştan el işlemeli olurdu. "Büyük kadırga" (It. : galea grossa) genellikle deniz ticareti için yük taşımak için büyük boyda bir kadırga şekilli "çektiri" gemi yani kısaca "ticaret için büyük kadirga". Genellik bu tip kadırgalar ticari amaçla yapımlanıp kullanılmasına rağmen çok kere istenilirse deniz savaşı yapabilmek için gereken top ve bordolama malzemeleri de taşıyarak deniz savaşı yapmak içimn hazırlanan savaş filolarında da kulanılmıştır. "Yarım baştarda̩̩̩̩̩̩̩" (It.: piccola bastardella) komuta gemisi olmayan ve 26 oturaklı olan baştardalara "yarım" (veya "orta") adı verilirdi. Bu yarım baştardalar büyüklüğü bir harp gemisi olan kadırga (It.: galea sottile) ile daha çok ticaret gemisi olarak kullanılan büyük kadırga (It. : galea grossa) arasındaydı. Osmanlı donanmasında "yarım" baştardaların boyu 7 zira (takriben 42.75-51.30 metre) idi ve 26 oturakdaki her küreği 5 ila 7 kürekçi çekerdi. Mahon, mavna (galeas) tipi gemi Venedikli gemi ustalari tarafından 16. yuzyilda gelistirilen kadirga tipli cektiri ve kalyon tipli yelkeknli arasinda olan bir gemidir. Bu tip gemiler buyuk boylu olup genellikle ticari esya tasimak icin kulanilan "buyuk kadirga" boyutlarinda ve sekilindedir. Tipik bir 17. yuzyil yapimi mavnanin boyu 59 metre en buyuk genisligi 9 metre olup su altindan kalan kism
i 3.5 metredir. Mavnaini basindaki pruva yuvarlak ve kicin ki pupa da "karpuz kicli" tabiriyoe yuvarlaktir. Tipik bir mavnanin kadirga gelenegine kic tarafinda cadirli platform hem de bas tarafinda cadirla kapli platform bulunmakta ve bu iki platormu baglayan bir kopru kurekcilerinin baslari seviyesinde bulunmakta idi. Kurekciler yuksek bordalar arkasinda iki kat uzerinde altli-ustlu ve iskele-sol ve sancak-sag da olarak dort grup olarak oturmakta idiler. Her grupta 32 tane 15 meter uzunlugunda kurek bulunup her bir kurek icin 7-8 tane kurekci bulunmakta idi. Mavna bu kurekciler tarafından kurekle cekilereek yurutulebilecegi gibi uc sereni olup yelkenle de yurutulebilmektedir. Tipik bir mavnada hucum atesli silahi olarak 10 tane savaş topu ve 30 tane kucuk saga sola ve asagi yukari 360 derece dondurulebilir "doner top (Ispanyolca: peterero)" bulunmakta idi. Bircok tarihçi Osmanli donanmasini Kutsal Ittifak donanmasi tarafından Ekim 1670'de İnebahtı Deniz Muharebesi'nde buyuk maglubiyete ugratmasini Kutsak Ittifak'in filosu icinde buluna "mavna"larin Osmanli kardirgalarinin hucumuna karsi koyabilip mavnalrin hucumunada Osmanli kadirgalarinin buyuk zarar gormesine baglarlar. "Paşa baştardası" Osmanlı deniz filolarında komuta mevkii olup gerek harbde ve gerek sulhde Kaptan-ı Derya'nın komuta gemisi kullanılırdı. "Paşa baştardası" 36 oturaklı idi; her oturak için 7 kürekçi bulunurdu. Boyu 77 zira (takriben 57.75-69 metre) id). Her iki kürek arasında üçer cenkci yerleştirilirdi. Böylece "paşa baştardasının", tüm efradı takriben 800 kadardı. Efrad 72 küreğin her birini 7 kişi olarak çeken 504 kürekçi, 216 cenkci, ve diğerleri denizcilikte mahareti olan gedikli denizcilerden oluşuyordu. 17. yüzyıldan itibaren kaptan baştardalari "karpuz kıçlı" olarak yapılmaktaydılar. Atesli silah olarak toplar tasimaktaydi ve toplarının 3 tanesi başta idi ve her iki yanda 4-5 tane hafif doner top bulunurdu. "Paşa baştardası" için kıç çadırı özel kumaştan el işlemeli olurdu. Bu 16. asır sonuna kadar, yani Cığalazade Sinan Paşa'nın Kaptan-ı Deryalığına kadar 'serasker' denilen kalın bir kumaştan yapılırdı. Sonraları yeşil ve kırmızı kadifeden yapılmaya başlandı; nihayet kırmızı kadifede karar kılındı. "Paşa baştardası" kıç çadırı her yıl değiştirilir ve her yıl eski çadır kaptan paşanın maiyetindeki gedikli denizcilere verilirdi. Standart bir Osmanlı kadırgası 40 metre boyunda 7-8 metre genişliğinde ve 24 oturaklıdır. Bir ya da iki üçgen yelkenle hareket eder. Ancak kadırga sınıfı başka gemileri de ihtiva eder. Bu ebatlardan küçük keşif amaçlı "kalita", "çektirme" gibi gemiler olduğu gibi güvertesinin altında kürek çekilen baştarda gırap gibi modelleri de vardır. Osmanlı donanmasında özellikle 17. yüzyılda Türk donanmasının altın çağında asıl savaş gemisi konumundadır. Osmanlı donanmasında 18. yüzyılın sonlarına kadar kadırga kullanmıştır. Kadırga ince uzun yapısı ve alçak bordası sayesinde çok süratli ve kıvrak hareket eden bu gemi tipi kalyon sınıfı büyük yelkenli gemilere karşı avantajlıydı. Kalyonlar yalnızca rüzgarlı havalarda yol alırken kadırga rüzgarsız havalarda da yol alabilirdi. Ayrıca kullandığı Latin yelkeni sayesinde rüzgar yönünden bağımsız yol alabilirdi. 16. yüzyılda kadırga kalyon karşısında üstün konumdaydı. Ancak denizcilikte yaşanan gelişmeler sonucu kalyon yavaş yavaş kadırgayı yakaladı. 17. yüzyılın ortalarından itibaren kalyon kadırga karşısında üstünlüğünü kabul ettirdi. Osmanlı donanması da bu dönemde yavaş yavaş kalyona geçiş yapıyordu. Ancak bu değişim kadırganın değerini büsbütün yok etmedi. Daha 1.5 yüzyıl kadırga savaş donanmalarında kullanıldı. Kadırganın kalyona karşı sürat ve manevra üstünlüğü vardı. Bunun yanında imalatı da 3 kat daha ucuzdu. Ancak kullanımı için çok sayıda kürekçi gerektirmesi bu ucuzluk avantajını ortadan kaldırmaktaydı. Kalyon ise kadırgadan çok daha dayanıklıydı. Ancak kalyonun geniş yüksek ve ağır gövdesi bulunmakta; geniş gövde sürat için hiç uygun olmamakta ve arkadan rüzgar almadığı sürece kalyonun yavaş ve hantal kalmasına sebep olmaktaydı. 40 metre boyunda 7 metre genişliğinde bir kadırganın mükemmel su direnci kalyonda yoktu. Bu madde kısmen İtalyanca Wikipedia "galea" maddesi kaynaklıdır (İtalyanca) Doğa Rutkay Doğa Rutkay, (d. 30 Ekim 1978, Ankara), Türk aktris. Tiyatro oyuncusu Rutkay Aziz'in kızıdır. 2000 senesi Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunu. 3 adet tiyatro oyunu, 3 filmi, 8 adet TV dizisi, 2 adet TV filmi, 6 adet TV programı var. Halen "Card Finans" reklamında rol alıp, TRT'de bir talk show yapmıştır. 2014'de KanalD de yayınlanan Buyur Burdan Bak programını sunmuştur. Şu an Show Tv de yayınlanan Güldür Güldür Show da rol almaktadır Doğa Rutkay, 3 Eylül 2014 tarihinde Kerimcan Kamal ile evlendi. Zirkon 1 . Zirkonyum'un doğal durumunda bulunan en önemli birleşiği (ZrSiO); renksiz, sarı, yeşil, kahverengi türleri olan doğal ve saydam, değerli taş. 2 . Sinterleme sonucu mono kristal fazdan polikristalin kübik forma dönüşen, kübik zirkonya (CZ), kuyumculukta terminoloji hatası olarak zirkon tabiri yerleşmiştir. Hâlbuki zirkonyum oksit yani zirkonya (ZrO) derivesidir. 3. Nezosilikat grubuna ait bir mineraldir. Felsik karakterdeki magmada bolca bulunur. Bünyesinde Hafniyum isotopunun yanı sıra radyoaktif uranyum ve radyojenik kurşun isotoplarını da bulundurur. Bu sebeple mineral, radyometrik yaşlandırma yöntemlerinde kullanılır. Batı Avustralya'da bulunan Narryer Gnays bölgesinden alınan örneklerden çıkan zirkon minerallerinden ölçülen U-Pb izotop oranıyla Dünya'nın yaşı 4.404 milyar yıl olarak belirlenmiştir. Bu bölgeden elde edilen zirkonlar, Dünya'nın en yaşlı zirkonları olarak yorumlanmıştır. Bu yorum iz element ölçümleriyle de desteklenmiştir. Neojen Neojen, Üçüncü Zaman'ın bölündüğü dört büyük devirden son ikisi olan pliyosen ile miyoseni birden kavrayan sistem. Uluslararası Stratigrafi Komisyonu (İngilizce ) (ICS)'in jeolojik zaman ölçeğine göre 23,03 milyon sene evvel başlar ve 2,58 milyon sene evvel biter. Senozoik Zaman'daki ikinci periyot, Paleojen Periyot'tan sonra gelir ve Kuaterner Periyodu onu takip eder. Neojen, iki zamana bölünmüştür: evvela Miyosen, sonra Pliosen. Neojen, resmen 20 milyon sene kadar bir zamanı kapsayarak Fanerozoik Devrin en kısa dönemi yapar. Fakat bâzı jeologlar, Neojen'in modern jeolojik periyot olan Kuaterner'den temiz bir şekilde ayrılamadığını iddia eder. Bu periyot esnasında memeli hayvanlar ve kuşlar gelişmeye devam ederek modern şekillerini alırken hayatın başka grupları nispeten değişmemiştir. İnsanın atası olan ilk insansılar Afrika'da ortaya çıktı. Bâzı kıta kaymaları oldu. En önemli olay, geç Pliosen'de Kuzey ve Güney Amerika'nın Panama Kıstağı'nda kaynaşmasıyla Pasifik'ten Atlantik Okyanusu'na akmakta olan sıcak akımları durmuş, böylece artık sadece Golfstream, Arktik Okyanusu'na ısı transferi yapmaya devam edegelmiştir. Küresel iklim, Neojen sırasında hatırı sayılır derecede serinleyerek onu izleyen Kuaterner periyodu'nda bir sıra kıtasal buzullaşmalara sebep olmuştur. ICS terminolojisinde üstten (geç, daha yeni) alta (daha erken) doğru: Pliosen Devri iki zamana ayrılır: Miosen Devri altı zamana ayrılır: Dünya'nın farklı jeofizik bölgelerinde başka bölgesel isimler, birbiriyle örtüşen zamanlar ve başka zaman ölçeği alt bölümlemeleri için kullanılmaktadır. "Neojen Sistemi" (resmî) ve "üst Tersiyer Sistemi" (gayriresmî) "Neojen Periyodu" sırasında biriken kayaları açıklar. Neojen'de kıtalar, şimdiki pozisyonlarına çok yakındılar. Panama Kıstağı meydana gelerek Kuzey ve Güney Amerika'yı birleştirdi. Hindistan, Asya'yla çarpışmaya devam ederek Himalaya Dağları'nı meydana getirmeye devam etti. Deniz seviyeleri düşerek Afrika ve Avrasya ve Kuzey Amerika arasında kıstaklar ortaya çıkardı. Küresel iklim mevsimsel olmaya başladı ve Paleojen'in başında başlayan bütünüyle kuruma ve serinleme meyli devam etti. Her iki kutuptaki buzullar büyüyüp kalınlaşmaya başlayarak periyodun sonunda şimdiki Buzul Çağı'nın buzullaşma dizilerinin ilki başladı. Deniz ve kara bitkileri ve hayvanları bu zamanda oldukça moderndi. Choristodera sürüngen grubunun nesli periyodun başlarında, Albanerpetontidae adlı iki yaşamlıların nesli da periyodun sonunda tükendi. Memeli hayvanlar ve kuşlar, baskın karasal omurgalılar olmaya devam ederek muhtelif habitatlara uyum sağlarken değişime uğradılar. İnsanın atası olan ilk insansılar, Afrika'da ortaya çıkıp Avrasya'ya yayıldılar. Daha serin mevsimsel iklime cevaben tropik bitkiler, yaprak döken bitkilere yerini verdi ve meralar birçok ormanları yerini aldı. Otlar bu sebeple büyük ölçüde çeşitlenip bunun yanında otobur memeliler gelişince atlar, ceylanlar ve bizonlar gibi şimdiki otlanan canlıları meydana getirdi. Neojen geleneksel olarak Pliosen Devri'nin bitiminde, yani Kuaterner Periyodu'nun eski tanımına göre başladığı zaman sona erdi; birçok zaman ölçeği bu bölünmeyi gösterir. Fakat jeologlar arasında (bilhassa Neojen deniz jeologları arasında) meydana gelen bir hareket, hâlen devam etmekte olan jeolojik zamanı (Kuaterner) Neojen'e eklemeyi düşünürken başkaları (bilhassa Kuaterner Karasal Jeologları), belirgin farklı kayıtlar bırakan Kuaterner'in ayrı bir periyot olarak kalması konusunda ısrarcıydı. Biraz kafa karıştırıcı terminoloji ve jeologlar arasında hierarşik sınırların nerede çizilmesi gerektiği konusundaki uyuşmazlık, şimdiki zamana yaklaşırken zaman birimlerinin nispeten daha hassas şekilde bölümlendirilebilmesinden ve jeolojik korunma nedeniyle genç tortul jeolojik kayıtların çok daha büyük bir alanda korunmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü eski kayıtlarla kıyaslandığında son zamanların kayıtları çok daha fazla çevreyi yansıtmaktadır ve daha çeşitlidir. Senozoik Zaman'ı yedi zaman yerine üç (ya da tartışmalı olarak iki) periyoda (Paleojen, Neojen, Kuaterner) bölerek periyotlar, Mesozoik ve Paleozoik Devirlerdeki periyotlarla daha kolay karşılaştırılabilir hâle gelir. ICS, bir keresinde Kuaterner'i 2,58 myö başlayan
Gelasiyan Aşaması'nın başıyla başlayan Neojen'in bir alt zamanı olarak kabul edilmesini teklif etti. 2004'te Uluslararası Stratigrafi Komisyonu'nun (ICS) teklifinde Neojen, Miyosen ve Pliosen zamanlarından meydana gelmekteydi. Uluslararası Kuaterner Araştırma Birliği (İng. , INQUA) Neojen ve Pliosen'in 2,58 myö bitmesini, Gelasiyan'ın Pleistosen'e transferini ve Kuaterner'in üçüncü bir periyot olarak Senozoik Zaman'da görülmesini teklif ederek 2,58 myö Dünya'nın iklim, okyanus ve biotalarında meydana gelen değişikliklerin Gauss-Matuyama magneto-stratigrafik sınırında olduğunu açıkladı. 2006'de ICS ve INQUA, bir mutabakata vararak Kuaterner'i bir alt zaman yaptı ve Senozoik'i eski klâsik Tersier ve Kuaterner'e böldü. Bu uzlaşma, Uluslararası Jeolojik Bilimler Birliği () tarafından reddedildi, çünkü bu bölümlemeyle hem Neojen, hem de Pliosen ikiye bölünmeş oluyordu. Mazak Mazak ("Trigloporus lastoviza"), Kırlangıç balığıgillerden, Atlantik Okyanusu, Akdeniz ve Marmara denizinde yaşayan, kırmızı renkli, lezzetli bir balık. Titin Titin, çizgili kas dokularının kasılmasında önemli olan bir proteindir. Sarkomerdeki Z çizgisini M çizgisine bağlar. Titin bilinen en büyük proteindir; 34.350 amino asit ihtiva eder. Olgun proteinin moleküler ağırlığı yaklaşık 2.993.451,39 Da'dır. Proteinin kimyasal formülü: CHNOS'tür. Yani 422,569 tane atomu bulunmaktadır. Bilinen en büyük protein olarak titin en uzun (tüm) kimyasal isme sahiptir. Zaman zaman tüm kimyasal ismin, 189.819 harfiyle, İngilizce'deki en uzun kelime olduğu öne sürülür esneklik sağlar. MRP MRP kısaltması aşağıdaki açılımlara karşılık gelmektedir: Mehmet Aurélio Mehmet Aurélio (Portekizce: Marco Aurélio Brito Dos Prazeres) (d. 15 Aralık 1977 Rio de Janeiro) Brezilya asıllı Türk millî futbol takımı eski futbolcusu. Türk vatandaşlığı kazandıktan sonra Mehmet adını almıştır. Sakaryaspor kulübünde Tuncay Şanlı'nın yardımcılığı görevine getirilmiştir. Futbola 1993 yılında Brezilya'nın Bangu Kulübünün alt yapısında başladı ve 1995 yılına kadar bu takımda forma giydi. 1995 yılında Flamengo takımında profesyonel oldu ve 2001 yılına kadar forma giydi. 2001 yılında kısa bir süre Olaria kulbünde forma giydikten sonra yurt dışı transferi söz konusu oldu ve Türkiye'ye gitti. Tecrübeli futbolcu, 2001 senesinde Trabzonspor’a transfer oldu. Aurélio, Karadeniz temsilcisinde 2003 yılına kadar oynadı ve görev yaptığı 64 maçta 15 gol attı. 2003 yılında Fenerbahçe’nin transfer teklifini kabul ederek sarı-lacivertli formayı giyen Aurélio, 2008 yılına kadar Fenerbahçe’de oynadı. Fenerbahçe’de 219 kez görev yapan millî futbolcu, toplam 20 gol attı. 2008 yılında Real Betis takımına giden Aurélio, İspanya’da oynadığı 58 maçta 6 gol kaydetti. 2010-11 sezonu öncesi Beşiktaş teknik direkörü Schuster'i isteği ile 2 yıllık sözleşme imzalamıştır. Beşiktaş Futbol Yatırımları Sanayi ve Ticaret A.Ş.'den İMKB'ye gönderilen açıklamada; diye ifade edildi. Beşiktaş'a ve yeniden İstanbul'a geldiği için büyük mutluluk yaşadığını belirten Aurélio, Büyük Beşiktaş taraftarının önüne çıkmak için çok sabırsızlandığını, söyledi ve yaptığı açıklama da, şeklinde konuştu. Mehmet Aurélio, 1 Mart 2013 tarihinde eski kulübü Olaria ile sözleşme imzalamıştır. Aurélio, 19 Haziran 2013 tarihinde Kayseri Erciyesspor teknik direktörü olup, bedel ödemeden 1,5 yıllığına kiralanmıştır. Kayseri Erciyesspor formasıyla 45 maça çıkmış ve sözleşmesi 19 Haziran 2014 tarihinde feshedilmiştir. Aurélio, 28 Haziran 2014 tarihinde Bilecikspor ile 3,5 yıllık anlaşma imzalamış, teknik direktörlüğe dönmüştür. 8 Nisan 2016 tarihinde Göztepe'nin teknik direktörlüğüne getirilmiştir. 26 Ekim 2016 tarihinde Sakaryaspor'da Tuncay Şanlı'nın yardımcı antrenörlüğüne getirilmiştir. Millî futbol takımı’nın ilk yabancı asıllı futbolcusu olan Aurélio, 2006 yılının Temmuz ayında Türk vatandaşlığına kabul edildi. Daha önce Brezilya millî takımında oynamadığı için Türk millî takımında oynama hakkı bulunan Brezilya asıllı oyuncu, zamanın teknik direktörü Fatih Terim tarafından millî takıma çağırıldı ve Lüksemburg karşısında ilk kez ay-yıldızlı formayı giydi. 38 kere A millî takımda oynayan Aurélio, 3 gol attı. A Milli takımda ise ilk golünü 12 Eylül 2007 tarihinde oynanan Macaristan karşısında atmıştır. 2008 yılında Avusturya-İsviçre'de yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası'kadrosuna Fatih Terim tarafından davet edilmiş, Avrupa üçüncüsü olan kadroda yer almıştır. NOT: "Ev sahibi olarak Türkiye baz alınmıştır." Flamengo Katie Holmes Kate "Katie" Noelle Holmes, "(d. 18 Aralık 1978)" Amerikalı aktris. Adını, 1998-2003 arası yayımlanan Dawson's Creek adlı dizideki "Joey Potter" rolüyle duyurdu. 18 Kasım 2006'da aktör Tom Cruise ile evlendi. 21 Haziran 2012'de boşandı. Katie Holmes, 5 çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak ABD'nin Ohio eyaletinin Toledo şehrinde dünyaya gelmiştir. Annesi bir ev hanımı olan Kathleen A. Stothers-Holmes, babası ise özellikle boşanma davaları üzerinde profesyonelleşmiş bir savcı olan Martin Joseph Holmes, Sr.'dır. Kardeşleri Tamera (1968), Holly Ann (1970), Ohio'da avukatlık yapan Martin Joseph, Jr. (1970) ve Nancy Kay (1975)'dir. Psikanaliz Psikanaliz Sigmund Freud'un çalışmaları üzerine kurulmuş bir psikolojik kuramlar ve yöntemler ailesidir. Bir psikoterapi tekniği olarak psikanaliz, hastaların zihinsel süreçlerinin bilinçdışı unsurları arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışır. Analistin amacı; hastanın analistine transferansının fark edilmeyen ya da bilinçdışı etkileşimlerinden, yani yaşamını ve ilişkilerini olumsuz etkileyen ve özgürlüğünü kısıtlayan ilişki kalıplarını fark etmesine yardım etmektir. Psikanaliz, 1890'larda Viyana'da nevrotik ya da histerik belirtiler gösteren hastalara etkili bir tedavi bulmaya çalışan bir nörolog olan Sigmund Freud'dan miras kalmıştır. Bu hastalarla konuşmalarının sonucunda, Freud hastaların rahatsızlıklarının kültür tarafından kabul edilmeyen, sonuç olarak bastırılmış ve bilinçdışı cinsel doğanın arzu ve fantazilerinden kaynaklandığına inanmıştır. Kuramı geliştikçe, Freud da hastalarını tedavi ederken karşılaştığı olayları biçimlendirmek ve açıklamak için sayısız sistem geliştirmiş ve kenara koymuştur. Bu okulların çarpıcı farklı teorileri olsa da, çoğunluğu kendi kendini aldatmanın ve bireyin geçmişinin şimdiki ruhsal yaşamı üzerindeki güçlü etkilerinin önemini vurgulamaya devam ederler. Bugün psikanalitik fikirler kültür içinde, özellikle çocuk bakımı, eğitim, yazınsal eleştiri, psikiyatri ve özellikle tıbbi ve tıbbi olmayan psikoterapi içinde gömülüdür. Evrilmiş ana analitik fikirler olmasına rağmen, özellikle ilk teorisyenlerin yönergelerini takip eden gruplar vardır. Psikanalizin ana metodu, serbest çağrışımın transferans ve direnç analizidir. Analizana (hastaya), rahat bir halde, aklına gelenleri söylemesi söylenir. Burada, düşler, umutlar, dilekler ve fantaziler geçmiş aile yaşantısının birer anısı olarak ilgi konusudur. Genellikle, analist sadece dinler ve sadece profesyonel kanaati gerektiğinde, yani hasta için içgörü uyandırma fırsatı yakaladığında yorumlar. Dinlemede, analist empatik tarafsızlığı, yani güvenli bir ortam yaratmak için geliştirilen yargılamayan bir duruşu, korur. Analist, analizanın söyleminde ve davranışlarında beliren kalıp ve çekingenlikleri değerlendirirken, analizandan tüm dürüstlüğü ile bilincine ne gelirse konuşmasını ister. Birçok klinisyen psikanalizi ciddi psikolojik bozukluğu olan olgular, örneğin psikoz, intihara meyilli depresyon ya da ağır tedavi edilmemiş alkolizm, için önermez. Bu tip hastalar "analiz-edilemez" olarak nitelendirilir. Tipik uygulamalar klinik depresyon ve kişilik bozukluklarını içerir. Günümüz bazı psikanaliz şekilleri, kendine güveni artırma yoluyla hastalara özsaygı kazandırmakta, ölüm korkusu ve bu korkunun davranışlar üzerindeki etkilerini yenmekte, ve birbiriyle bağdaşmaz gibi gözüken ilişkileri sürdürmekte yardımcı olmaya çalışır. Bireysel danışan seansları bir gelenek olarak kalsa da, psikanaliz bir grup terapi şekli olarak Harry Stack Sullivan tarafından uyarlandı. Şu an birçok psikanalist, analizin daha çok nevroz olguları ve kişilik ya da karakter sorunları yaşayan olgularda yararlı bir yöntem olduğunu iddia eder. Psikanalizin daha çok samimiyet ve ilişkilerin kökleşmiş sorunları ve oturmuş problemli yaşam kalıpları ile uğraşırken faydalı olduğuna inanılır. Terapötik bir tedavi olarak psikanaliz genellikle haftada üç ila beş görüşme ile sürer ve doğal ya da normal olgun bir gelişme için belli bir tedavi süresini gerekli kılar (üç ila beş yıl arası). Geçmiş randomize kontrollü denemelerin analizi belirli psikiyatrik bozukluklarda psikanalitik tedavinin, tedavinin olmadığı durumlardan daha etkili olduğunu gösterir.. Psikanalizin ve psikanalitik psikoterapinin etkililiği üzerine yapılan deneysel çalışmalar da psikanalitik araştırmacılar arasında belirginleşmiştir. Bazı toplulukların psikodinamik tedavileri ile yapılan araştırmalar farklı sonuçlar vermiştir. Analist Bertram Karon ve arkadaşları tarafından Michigan Eyaleti Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma yeterli düzeyde eğitildikleri zaman psikodinamik terapistlerin şizofrenik hastalarda etkili olabileceklerini önermiştir. Daha yakın döneme ait araştırmalar ise bu önermeler hakkında şüphelidir. Şizofreni Hastaları Sonuçları Araştırma Grubu PORT) raporu etkililiğinin kanıtlanması için daha çok denemeye ihtiyaç duyulduğunu belirterek, psikodinamik terapinin şizofreni olgularında kullanılmasına karşı çıkmışlardır (öneri 22). Ancak, PORT'un önerisi deneysel çalışmalardan çok klinisyenlerin düşünceleri üzerine gelişmiştir ve deneysel veriler bu öneri ile çakışmamaktadır. (Özete bağlantı). Cochrane Kütüphanesindeki güncel bir medikal literatür çalışması (güncellenmiş özet) şizofreniyi tedavide psikodinamik psikoterapinin etkiliğini gösteren bir verinin olmadığı sonucuna varmıştır. Başka veriler de, örneğin cinsel suçluların tedavisinde psikanalizin etkili olmadığını (ve muhtemelen zararlı) göstermiştir. P
sikanalitik tedavinin Amerika Birleşik Devletleri'nde bir psikanaliz enstitüsünde bir psikanalist adayı ile seansı 10 dolardan kıdemli bir eğitim analisti ile seansı 250 dolara kadar değişebilen bir maliyeti vardır. Tedavinin süresi değişkendir. Kimi psikodinamik yaklaşımlar, örneğin Kısa ilişkisel terapi ve Kısa süreli psikodinamik terapi tedaviyi 20-30 seans ile bitirir. Geleneksel psikanaliz tedavisi daha uzun bir zaman alır, yaklaşık 3-5 yıl. Tedavi süresinin uzunluğu hastanın ihtiyaçlarına göre değişkenlik gösterir... Psikanalizin tarihi boyunca az sayıda istisnalar dışında, birçok psikanaliz topluluğu üniversite zemininin dışında varolmuştur. Psikanalitik eğitim çoğunlukla bir psikanaliz enstitüsünde gerçekleşir ve bu eğitim 4-10 yıl sürebilir. Bir psikanalistin eğitimi dersleri, hasta tedavilerinde aldığı süpervizyonu ve 4 yıl ya da daha fazla sürebilen kişisel analizini kapsar. Profesyonel psikanaliz dünyasında devam eden bir tartışma psikanalitik eğitime girecek olan adayların niteliklerinin neler olması gerektiğini yönündeki kaygılardır. Freud, sosyal bilimlerden gelen ve tıp eğitiminden gelmeyen adayların da hekimler kadar eğitime hazır olduklarına inanmıştır. Amerikan Psikanaliz Derneği, yakın bir zamana kadar psikanaliz eğitimini tıp doktorlarıyla sınırlamıştı. Geniş tartışmalar ve yasal mücadelelerden sonra psikanalitik eğitim diğer ruh sağlığı uzmanları, örneğin psikologlar ve klinik sosyal çalışmacılar, için açık hale geldi. Şu an ABD'de, edebi çalışmalar ya da felsefe gibi disiplinlerden gelen adaylar için eğitim veren kısıtlı sayıda enstitü vardır. Öbür taraftan, Avrupa'daki ve Latin Amerika'daki birçok enstitü formal klinik eğitim almayan adayları programlarına kabul etmektedir. Freud'un orijinal görüşleri klasik psikanalitik kuramı oluşturur. Kuramda zihnin yapısı, psişik öğeleri, kişiliğin gelişimi ve değişimi dinamik bir bakış açısından anlatılır. Psikanaliz genel olarak aşağıdaki hipotezlerden oluşur: Bilinçdışı ile dürtülerin farkındalık dışında olduğu zihinsel işlevler bölümü kastedilir. Psikanalitik bilinçdışı, popüler bir kavram olan bilinçaltına benzer ama aynı değildir. Psikanaliz için, bilinçdışı bilinçte olmayan her şey değildir. Örneğin, motor becerileri, istemdışı fizyolojik hareketler değil ancak bilinçli aktif düşüncedeki bastırılanlardır. Ayrıca, önyargı gibi otomatik süreçlerin örnekleri ve şimdiki ilişkilerin üzerindeki geçmişin etkileri bilinçdışıdır. Freud'a göre, psikolojik bastırma yoluyla aklın ötesine taşınan kültür tarafından kabul edilmeyen düşünceler, arzular ve istekler, travmatik yaşantılar ve acı veren duyguların deposu bilindışıydı. Ancak, içerik her zaman olumsuz olmak zorunda değildi. Psikanalitik bakış açısına göre, bilindışı sadece kendi etkileri ile fark edilebilen bir güçtü - kendini belirtilerle ifade ederdi. Freud'un daha sonra geliştirdiği "yapısal teorisi"ne göre ego, süperego ve id zihnin bölümleridir. "İd" "ilkel arzuları" (cinsellik, saldırganlık, açlık vs.) saklayan, "süperego" içselleştirilmiş norm, ahlak ve tabuları kapsayan, ve "ego" bu iki bölümün arabulucusu ve kendilik duygusuna yol veren bölümdür. İd, doğuştan vardır ve psişik enerjinin kaynağıdır. İlkel arzular; açlık, su, dışkılama, cinsellik ve ısınma, için temel güdüler İd'de saklıdır. Freud, bu psişik enerjinin bebeğin doğuştan getirdiği biyolojik bir enerji olduğunu söyler. Libido adını verdiği bu biyolojik enerji, bebeğin büyüyüp geliştiği süreçte psişik bir enerji haline gelir. Kurama göre, bu süreç bebeğin bilinç düzeyinde değildir, bilinçdışı olarak gerçekleşir. İd, haz ilkesi (pleasure principle) ile hareket eder ve amaç bir an önce doyuma ulaşmaktır. Amaca ulaşamamak ve bu yolda engellenmek gerginliğe neden olur ve bunu yenmek için gösterilecek çabayı körükler. Freud'a göre, doyuma ulaşmak ve gerginliği azaltmak için bir yolu birincil süreç (primary process) düşüncedir. Buna göre, istenilen ve arzu edilen şey düşlenerek doyuma ulaşılır. Ego, İd'den sonra gelişen bir diğer yapıdır. Bebeğin altıncı ayından itibaren İd'den kaynaklanarak gelişmeye başlayan Ego, bilinci ve gerçekliği temsil eder. Enerjisini İd'den alır ve aldığı bu enerjiye göre şekillenir. İd'in doyuma ulaşmak için kullandığı birincil süreç tarzı düşüncenin yerini ikincil süreç (secondary process) tarzı düşünceye bıraktığı yerdir. Düşleyerek yaşamanın mümkün olmadığını söyleyen Ego, devreye düşünme, karar verme ve planlama yetilerini sokar. İd'in sabırsızca doyum elde etme ve düşlemlerini daha gerçekçi yapıya dönüştüren Ego, gerçeklik ilkesine (reality principle) göre çalışır. İd ve Ego'dan sonra Süperego yapısı oluşur. Çocuk konuşmayı ve kültürü öğrenmeye başladıkça Süperego'su gelişir. Büyüme aşamalarının her birinde kültürü (babanın dilini), normları, sembolleri, kuralları, yasakları öğrenir ve içselleştirir. Vicdani yapısı gelişen çocuk, çevresi tarafından kimi zaman onaylanır, kimi zaman onaylanmaz. Bakıcıları tarafından kabul edilmeyen şeyleri fark eder ve onaylanmamaktan kaçınır. Örneğin, bakıcıları tarafından onaylanmak için yatağını ıslatmamayı öğrenir ve bundan haz duyar. Klasik psikianalize göre, bu üç ruhsal yapı çok karmaşık ilişkilerle ve sistematikle insan gelişimini belirler ve kişiliğini oluşturur. Bu üç yapı sürekli olarak, birbirinden kaynaklanan ve birbiriyle etkileşen dinamik bir yapıdır(kişiliğin dinamiği). Bu dinamik yapı, Freud'un görüşlerini takip edenlerin ve geliştirenlerin kendilerini psikodinamik kuramcılar olarak tanımlamalarını da yol açmıştır. Breuer ile birlikte Freud, histeri vakaları üzerinde yoğunlukla çalışmış ve kuramını geliştirmiştir. Hastalarından edindiği bilgiler doğrultusunda, Freud farkında olunmayan bilinçdışı gelişen ve etkileşen güçlerin olduğu varsayımını kabul etmiştir. Bu durumda, İd ve Süperego'nun çalışmaları bilinç düzeyindedir ve kişi bu etkileşimin farkında değildir. Ego, birincil düzeyde biliçlidir ve biliçdışı gerçekleşen savunma mekanizmaları ile kişiyi yoğun kaygı ve çatışmadan korur. Sigmund Freud'un icat ettiği psikanalizden etkilenmiş olan psikanalist ve teorisyenler, filozof ve yazınsal eleştirmenler: Alfred Adler, Karl Abraham, Franz Alexander, Lou Andreas-Salomé, Jacob Arlow, Michael Balint, Therese Benedek, John Benjamin, Bruno Bettelheim, Edward Bibring Wilfred Bion, John Bowlby, Charles Brenner, Abraham A. Brill, Ruth Mack Brunswick, Helene Deutsch, Françoise Dolto, Kurt R. Eissler, Erik Erikson, Ronald Fairbairn, Pierre Fédida, Otto Fenichel, Sándor Ferenczi, Anna Freud, Erich Fromm, Frieda Fromm-Reichmann, Merton Gill, Andre Green, Ralph R. Greenson Heinz Hartmann, Edith Jacobson, Ernest Jones, Carl Jung, Otto Kernberg, Paulina Kernberg, Melanie Klein, Heinz Kohut, G. Stanley Hall, Paula Heimann, Karen Horney, Luce Irigaray, Susan S. Isaacs, Julia Kristeva, Jacques Lacan, Jean Laplanche, Bertram D. Lewin, Hans Loewald, Rudolf Loewenstein, Margaret Mahler, Adolf Meyer, Donald Meltzer, Karl Menninger, Stephen A. Mitchell, Sandor Rado, Otto Rank, Theodor Reik, Joan Riviere, Herbert Rosenfeld, David Rapaport, Harold F Searles, Hanna Segal, Roy Schafer, Melitta Schmideberg, Sabina Spielrein, Rene Spitz, Daniel N. Stern, Robert J Stoller, Harry Stack Sullivan, Neville Symington, Viktor Tausk, Frances Tustin, Vamık Volkan, Donald Winnicott, ve Slavoj Zizek. Sakis Ruvas Anastasios "Sakis" Ruvas (Yunan: Αναστάσιος "Σάκης" Ρουβάς, d. 5 Ocak 1972, Korfu), Yunan şarkıcı, oyuncu ve eski sırıkla atlama sporcusu. 2004 Eurovision Şarkı Yarışması'nda "Shake It" şarkısıyla Yunanistan adına yarışarak üçüncü olan şarkıcı, 2009 Eurovision Şarkı Yarışması'nda da "This Is Our Night" şarkısıyla Yunanistan'ı temsil etmiş ve yedinci olmuştur. Osmanlı Donanması Osmanlı Donanması ya da eski adıyla Donanma-yı Humâyûn, Osmanlı Devleti'nin deniz kuvvetleri. XIV. yüzyılda kuruldu. Osmanlı Devleti, 1323 yılında Karamürsel'i fethederek denize ulaştı, Karamürsel Bey komutasında ilk donanma oluşturuldu ve Kocaeli'nde yapılan savaşlarda denizden destek sağlandı. 1327 yılında Karamürsel'de ilk Osmanlı tersanesi kuruldu ve böylece deniz gücünün kurumsallaşma çalışmaları başladı. Osmanlı donanmasında hiyerarşik sisteme geçildi, ilk Derya Beyi (Donanma Komutanı), Karamürsel Bey oldu. 1337 yılında Kocaeli ele geçirildi; böylece 1353 yılında gerçekleşecek olan Rumeli'ye geçişin önü açıldı. Bundan sonra donanmanın merkezi sırasıyla İzmit, Gelibolu ve son olarak da İstanbul oldu. İstanbul'un fethinde II. Mehmed, donanmadan yararlandı. Karadeniz'de ve Akdeniz'de etkisi artan Osmanlı donanması, Mısır seferinde Osmanlı kuvvetlerine lojistik destek sağladı. 1538 yılında Preveze Deniz Muharebesi kazanıldı. Bundan sonra Cerbe Deniz Muharebesi de kazanıldı, Malta kuşatıldı ancak bir şey elde edilemedi. Osmanlı donanmasını büyütmek için birçok tersane kuruldu, ihtiyaç duyulan malzemeler Kocaeli'den, Biga'dan, Samsun'dan, Kastamonu'ndan ve Aydın'dan getiriliyordu. Kaptan-ı Deryalara gelenek olarak Cezayir beylerbeyliği verilirdi. Tersane-i Amire'nin bulunduğu Kasımpaşa'nın inzibat sorumlusu donanma idi. Gelibolu, Akdeniz adaları ve İzmir'in bazı yerleri Osmanlı kaptanlarına dirlik olarak verilirdi. 16. yüzyılda Hint Okyanusu'nda Portekiz Krallığı'na karşı Hadım Süleyman Paşa ve Piri Reis komutasında seferler düzenlendiyse de, Portekiz donanması üstün geldi ve Piri Reis idam edildi. İnebahtı Savaşı'ndan sonra ağır kayıplar veren Osmanlı donanması, kayıplarını telafi etmeyi başardı. Osmanlı Devleti, duraklama döneminden itibaren deniz ticaretinde Avrupalı devletlerden geri kaldı. XVIII. yüzyılda Mezomorto Hüseyin Paşa'nın girişimleri ile donanmada reform yapıldı. Fakat denizlerde ciddi bir üstünlük sağlanamadı. 1773 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın Kaptan-ı derya olmasıyla Bahriye Mektebi açıldı, burada modern eğitim verilmeye başlandı ve 1776 yılında Tersane-i Amire'nin yakınlarında ikinci Bahriye Mektebi olarak Hendesehane-i Bahri açıldı. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti, Fransa'nın Mısır Seferi'nde Birleşik Krallık donanmasından yardım aldı. Bundan sonra III. S
elim'in reformlarını devam ettiren II. Mahmud devrinde donanma, 1827 yılında Navarin'de imha edildi. II. Mahmud döneminde Amerikalı mühendislerin yardımlarıyla reformlar devam etti, Osmanlı tersanelerine modern deniz sanayi girdi ve dönemin en büyük savaş gemisi unvanını elinde tutan "Mahmudiye" de o dönemde denize indirildi. II. Mahmud'un ölümünden sonra bu mühendisler İstanbul'u terk etmek zorunda bırakıldı, tahta çıkan Abdülmecid döneminde, 1840 yılında Bahriye meclisi kuruldu ve modern donanma çalışmaları devam etti. İlk denizcilik şirketi Şirket-i Hayriye de bu dönemde kurulmuştu. Abdülaziz döneminde ise, 1867 yılında Bahriye Nazırlığı kuruldu. Abdülaziz döneminde devam eden reformlar ile yabancı ülkelerden çok sayıda modern savaş gemisi satın alındı. 1878'den itibaren II. Abdülhamid'in güvensizliği sonucu donanma, Haliç'te terk edildi ve denize açılmadı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Osmanlı donanması kendini gösteremedi, 1909 yılında Donanma Cemiyeti'nin çabaları ile modern donanma çalışmaları halkın bağışlarıyla devam etti. Bu cemiyetin çabaları ile çok sayıda modern savaş gemisi satın alındı, Alman subaylardan oluşan bir heyet ile reform çalışmaları canlandı. Trablusgarp Savaşı'nda ve Balkan Savaşları'nda Osmanlı donanması etkinlik gösterdi, fakat I. Dünya Savaşı'nda Ege Denizi'nde sınırlı faaliyet göstermek zorunda kalan donanma, Çanakkale Deniz Savaşları'nda başarılı oldu. I. Dünya Savaşı'nın ardından donanma, Marmara Denizi'nde İtilaf kuvvetlerinin kontrolü altına girdi. 1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı'ndan beri Anadolu'ya yerleşmekte olan Selçuklu Devleti, 1081 yılında Ege'ye ve Marmara'ya ulaşmıştı. Bizanslılardan ve İtalyanlardan öğrenilen tekniklerle ilk donanma çalışmalarına başlandı. Çaka Bey, İstanbul'da esir olduğu süreçte bu teknikleri öğrendi, III. Nikiforos'un ölümü üzerine tahta çıkan yeni Bizans imparatoru I. Aleksios, Çaka Bey'i serbest bıraktı ya da Çaka Bey kaçtı. Bunun üzerine İzmir'de Çaka Beyliği kuruldu. Burada bilinen ilk Türk donanması kuruldu, 1089'da Midilli ve 1090'da Sakız ele geçirildi. İznik'te Ebülkasım, yeni bir donanma inşasına başladıysa da Bizans'ın müdahalesi ile gemiler yakıldı. Anadolu Selçuklu Devleti döneminde ticaret güvenliğini sağlamak için denizciliğe ağırlık verildi, 1207 yılında liman kenti olan Antalya ele geçirildi. Sinop'ta tersane kuruldu. I. İzzeddin Keykavus, 1214'te Kıbrıs Krallığı ve 1216'da Venedik ile ticaret anlaşması imzaladı. Mısır ile deniz ticareti vardı, bu döneme denk gelen Haçlı Seferleri Selçuklu ticaretini olumsuz etkiliyordu. Antalya kaybedilince Selçuklular 1216'da şehri geri aldı. 1220'de tahta çıkan I. Alaeddin Keykubad, o dönemde "Kalonoros" olarak bilinen Alanya'yı fethetti ve "Alaiye" adını verdi. Alanya'da tersane kuruldu, bu tersane ilk organize tersane olarak görülmektedir. 1225 yılına kadar Alanya ile Silifke arasındaki birçok kıyı kalesi ele geçirildi. Ayrıca Keykubad, 1224 yılında Hüsameddin Çoban komutasında bir Karadeniz donanması hazırlattı ve sefere çıkıldı, Kırım'ın Sudak kenti ele geçirildi. Sudak'taki Selçuklu hakimiyetinin ne kadar sürdüğü bilinmemekle beraber, 1239'da Moğol istilaları'na kadar Selçuklu hakimiyetinde kaldığı tahmin ediliyor. Keykubad'ın ölümünden sonra tahta çıkan II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde Moğol istilaları başladı ve Kösedağ Muharebesi ile devlet zayıfladı, aralarında Sinop'un da bulunduğu birçok Karadeniz bölgesi Trabzon İmparatorluğu tarafından ele geçirildi, ancak 1266'da Sinop geri alındı. Kösedağ Muharebesi'nden itibaren Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara bağlı hale geldi. Özellikle Batı Anadolu'da birçok uç beyliği kuruldu, bu beyliklerden bazıları denizcilikle ilgilendi. Denizci beyliklerden bazıları Karesioğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları ve Saruhanoğulları idi. Bu beyliklere ait deniz kuvvetleri, Ege'de akınlar yaptı. Karesioğulları Beyliği, kurduğu tersanede gemiler inşa etmekte idi. Aydınoğlu Gazi Umur Bey, Ege Denizi'nde birçok başarı elde etti ve Çanakkale Boğazı ile Rodos arasında kesin bir hakimiyet kurdu. XIV. yüzyılda Osmanlı Beyliği genişlemeye başladı, zamanla bu beylikler hakimiyet altına alındı ve Osmanlı donanmasının temelleri atıldı. 1323 yılında Marmara Denizi'ne ulaşan Osmanlı Devleti, 1324 yılında Karesioğulları Beyliği'nin 24 gemiden oluşan yardımını aldı. Bu yardım kuvvetinin başında Karamürsel Bey bulunuyordu. Bu donanma ilk olarak Marmara Denizi'nde güvenliği sağlıyordu. 1327 yılında Karamürsel'de ilk tersane kuruldu ve ilk Osmanlı gemileri inşa edildi. Osmanlı donanması hiyerarşik düzene geçmişti, 1324 ilâ 1390 yılları arasındaki donanma komutanlarına Derya Beyi denmekte idi. 1337 yılında İzmit'in ele geçirilmesinden sonra Marmara Denizi'ndeki Osmanlı hakimiyeti kuvvetlendi, 1353 yılında Rumeli'ye geçiş kolaylaştı. XIV. yüzyılda, Karamürsel'in yanı sıra Edincik'te, Gelibolu'da ve İzmit'te tersaneler kuruldu. Bunlardan en büyüğü 1401 yılında I. Bayezid tarafından kurulmuş olan Gelibolu tersanesi idi. Kuruluş döneminde Osmanlı donanması, Çanakkale Boğazı'nı elde tutmak ve Marmara'nın güvenliğini sağlamak ile görevlendirilmişti. 1390 yılından itibaren donanma komutanlarına Kaptan-ı Derya (Kaptan Paşa) denmeye başlandı. Bayezid, İstanbul'u kuşattığında donanmadan yararlandı ama Haçlıların gelmesi sebebiyle kuşatmayı kaldırdı. Ankara Muharebesi'nden sonra başlayan Fetret Devri'nde Osmanlı donanmasının durumuna dair bilgi bulunamamaktadır. Fakat bundan sonra tahta çıkan I. Mehmed döneminde, 1416 yılında Venedik ile deniz savaşı yapıldı ve savaşı Osmanlılar kaybetti, barış anlaşması yapıldı. II. Murad döneminde ise, Osmanlı donanması Venedik'e üstünlük sağladı. 1430'da Selanik kuşatma altında iken Venedik donanması Çanakkale önlerine geldi, yapılan deniz muharebesini Osmanlı donanması kazandı ve bundan sonra Selanik ele geçirildi. 1451 yılında tahta geçen II. Mehmed, İstanbul'un fethi için hazırlıklara başladı. Bu hazırlıklarda Osmanlı donanması güçlendirildi. Yüz elli parçadan oluşan (Bazı Rum tarihçilere göre dört yüzden fazla) bir Osmanlı donanması hazırlanmıştı. Fatih, kuşatmada donanmadan yararlandı. 21 Nisan'ı 22 Nisan'a bağlayan gece, birkaç Osmanlı gemisi karadan yürütülerek Haliç'e indirildi. İstanbul fethedildikten sonra II. Mehmed, 1455 yılında Tersane-i Amire'yi kurdu ve Osmanlı donanmasının yeni merkezi İstanbul oldu. Yükselme dönemine girildiğinde Osmanlı Devleti'nin birden fazla tersanesi bulunuyordu. II. Mehmed döneminde denizlerde birçok sefer yapıldı, Trabzon, Amasra alındı, 1463'te 16 yıl sürecek Osmanlı-Venedik Savaşı başladı. Gelibolu'da yapılan gemiler ile Ege'de birkaç bölge ve Gedik Ahmet Paşa komutasında Karadeniz'in kuzeyi kontrol altına alındı. 1479'da Osmanlı donanması, İyonya Denizi'ndeki birçok adayı ele geçirdi. 1480 yılında Otranto, Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma tarafından zaptedildi, bu adanın zaptedilmesindeki amacın Venedik'i Adriyatik'e hapsetmek olduğu tahmin edilmektedir. Fakat Cem Sultan sorunu sebebiyle Otranto unutuldu. II. Bayezid döneminde Osmanlı donanması gelişimini sürdürdü, Endülüs'teki Müslümanlara verilen destek için Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanması Akdeniz'in batısına açıldı ve İspanyol donanmasına üstünlük sağladı. 1499 yılında Venedik ile başlayan savaş, Osmanlı üstünlüğü ile sona erdi. 1512 yılında Osmanlı tahtına I. Selim geçti, Memluk Devleti ile olan savaşlarında donanmadan lojistik destek aldı. Mısır'ın fethi ile Baharat yolu'nun Akdeniz çıkış noktası tam kontrol altına alındı. 1513 yılında Piri Reis, çizdiği dünya haritasını padişaha sundu. I. Selim, Mısır'ın ve Suriye'nin fethinden sonra eldeki tersanelerin yetersiz olduğunu düşünerek Tersane-i Amire'yi büyüttü, aynı anda 130 adet gemi yapabilecek bir kapasiteye erişti. Ardından Süveyş'te, Rusçuk'ta, Birecik'te tersaneler kuruldu, nehirler üzerinde kurulan tersaneler ince donanma inşa etmekte idi. Bu arada Barbaros Hayreddin, Osmanlı idaresine katılmıştı ve bu da Osmanlı denizciliğini olumlu etkiledi. 1520 yılında I. Selim öldü ve tahta I. Süleyman geçti, Belgrad'ın ele geçirilmesi için kara ordusunda hazırlıklar yapılırken, Tuna Nehri'nde ince donanma toplanmakta idi. Sonuç olarak şehir ele geçirildi. Aynı yıl Piri Reis, "Kitab-ı Bahriye" adındaki kitabı hazırlamıştı. Kitapta Akdeniz'in birçok detaylı haritası bulunmaktadır. 1522 yılında Rodos adası kuşatıldı, kuşatmaya Kurdoğlu Muslihittin Reis komutasındaki 400 gemiden oluşan Osmanlı donanması destek verdi, ada ele geçirildi. 1528 yılında Piri Reis, çizdiği ikinci dünya haritasını padişaha verdi. 1533/34 yılında Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul'a geldi ve kaptan-ı derya ilan edildi, Osmanlı donanması daha da güçlendirildi. 1538 yılında Barbaros, Andrea Doria komutasındaki sayıca çok üstün haçlı donanması ile Preveze açıklarına karşılaştı ve haçlı donanmasını yendi, hiç gemi kaybı olmayan Osmanlı donanması, çok sayıda haçlı savaş gemisini batırdı.. Osmanlı donanmasının bu büyük zaferinden sonra Osmanlı Devleti, Akdeniz'in hakim gücü olarak görülmeye başlandı. 1543 yılında Fransa'nın yardım talebi üzerine Barbaros Hayreddin komutasında 100 ilâ 160 arasında savaş gemisinden oluştuğu tahmin edilen donanma sefere çıktı. Osmanlı askerleri Fransızlar tarafından törenle karşılandı ve 20 Ağustos 1543 tarihinde Nice ele geçirildi. Fransız - Osmanlı askeri iş birliğinde Barbaros, Fransız donanmasının eksiklerinden çok defa sitem ediyordu, barut fıçıları zannettiği fıçılar aslında şarapla dolu idi. Toulon limanı geçici süreliğine Barbaros'un emrine verildi; bölgedeki kiliseler camiye çevrildi, Osmanlı parası geçerli kılındı ve Osmanlı askerlerinin ikâmeti sağlandı. 1544 yılında I. François, V. Karl ile barış yaptı ve Osmanlı deniz desteğine ihtiyaç kalmadı, 1546 yılında Barbaros Hayreddin öldü. Barbaros'un ölümünden sonra Fransız - Osmanlı yardımlaşması devam etti. Fas ile Mostaganem Savaşı'na kadar devam edecek çatışmalar başladı, Cezayir'de Fas saldırıları püskürtüldü. Barbaros sonrası dönemde Turgut Reis ile Piyale Paşa, Balear Adaları'na saldırılarda bulundu ve Korsika i
le beraber Trablusgarp kıyıları ele geçirildi. 1560 yılında Kuzey Afrika'da Habsburg hakimiyetini pekiştirmek için, çok sayıda savaş gemisinden oluşan bir haçlı donanması oluşturuldu. Haçlı donanması Cerbe Adası'nı ablukaya aldı ve kale ele geçirildi, fakat Piyale Paşa beklenenden oldukça erken geldi ve 9 Mayıs 1560 tarihinde muharebe başladı. Muharebede Haçlı donanması hisar ile Osmanlı donanması arasında düzen almıştı, Osmanlı donanmasının düzeni ise yarım ay şeklinde idi. Osmanlı donanması Haçlı savaş düzenini parçalamayı başardı, deniz muharebesi sürerken Haçlı donanması komutanı Giovanni Andrea Doria kaçtı; Osmanlı donanması galip geldi ve Temmuz ayında Cerbe kalesi de ele geçirildi. Kalenin fethinden sonra İspanyol komutan Don Alvaro de Sande esir alındı. 26 veya 27 Eylül 1560 tarihinde Osmanlı donanması İstanbul'a geldi ve sevinç gösterileriyle karşılandı. I. Süleyman saltanatının son zamanlarında, 1565 yılında Malta'ya Osmanlı deniz taarruzu başladı. 29 Mart 1565'te yaklaşık 180 parçadan oluşan Osmanlı donanması cephane yüklemelerini tamamladı ve denize açıldı.. Osmanlı donanması Malta'ya ulaştığında adada Avrupa'nın farklı yerlerinden gelmiş askerler ve şövalyeler bulunuyordu. Karaya asker çıkarıldı ve kuşatma başladı, fakat bir şarapnel parçası Turgut Reis'i başından yaraladı ve Turgut Reis öldü. Saint Elmo kalesi ele geçirildiyse de diğer büyük kaleler ele geçirilemedi (St. Michaeld ve St. Anj kaleleri), bu arada Sicilya Krallığı - Napoli Krallığı ve Papalık Devleti bir donanma oluşturup yardıma yollamıştı, Eylül ayında Osmanlı donanması askerlerini toplayarak geri çekildi ve kuşatma böylece başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlılar 30.000 kadar asker kaybederken, Malta ve müttefikleri ise yaklaşık 7.000 kayıp vermişti. Malta yenilgisinin ardından 1566 yılında Ceneviz kontrolündeki Sakız Adası, Piyale Paşa tarafından kan dökülmeden zaptedildi ve böylece Ege Denizi'ndeki Ceneviz varlığı sona erdi. Yeni padişah II. Selim, önceki padişahlara nazaran zayıf ve silik bir padişah idi. Venediklilerin korsanlık yapması üzerine 1570 yılında Osmanlı donanması hazırlıklarını tamamlayarak Kıbrıs'ı ele geçirdi. Kıbrıs'tan sonra Osmanlı donanması hezimete uğradı, İnebahtı Deniz Savaşı'na Osmanlı donanması ile Haçlı donanması karşı karşıya geldi ve çok sayıda kayıp verildi. Muharebeyi hangi tarafın kazandığı hakkında şüpheler vardır. Osmanlı Devleti, bu kayıpları telafi edebildi ve Osmanlı donanması yeniden denizlere açıldı, fakat İnebahtı'daki asker kayıpları ciddi bir eksiklik teşkil etti. 1574 yılında Tunus, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından ele geçirildi ve Akdeniz'deki Osmanlı kontrolü güçlendi. 1515 yılında Portekiz Krallığı, Hürmüz Adası'nı ele geçirdi ve Müslümanların ticaret gemilerine karşı korsanlık yapmaya başladı. Portekizliler, Hicaz'ı tehdit etmekteydi; 1517 yılında Selman Reis komutasında Cidde kenti savunuldu. Hadım Süleyman Paşa, Aden'in ve Yemen'in ilhak edilerek Portekiz tehlikesinin savuşturulabileceğini bildirdi ve kuvvetli bir donanmanın hazırlanması için I. Süleyman'dan izin aldı. Bölgenin önceki hakimi Memluk Devleti, ormanların yokluğu sebebiyle kuvvetli bir donanma kuramamıştı. Ancak Osmanlı Devleti'nin özellikle Anadolu'da geniş ormanları vardı, buradan getirilecek kereste ile Süveyş'te bir donanmanın kurulması emredildi. 1525 yılında Süveyş'te bir deniz üssü kuruldu ve 1530 - 31 arasında 60 adet geminin getirdiği malzemeler ile yaklaşık 80 gemiden oluşan bir donanma oluşturuldu. Bu arada Hadım Süleyman Paşa, Safevi Devleti'ne karşı savaşmak üzere doğuya gitmişti. 1536 yılında Gucerat Sultanlığı'ndan üç gemilik bir elçi filosu geldi, değerli eşyalar getiren elçiler, Portekiz'e karşı Osmanlı Devleti'nden yardım istedi. Yeni gemiler inşa edildi ve donanmanın eksikleri giderildi; donanmada 800 Hristiyan asker mevcut idi. 13 Haziran 1538 tarihinde 20.000 asker ile sefere çıkıldı. Süleyman Paşa'nın donanması 85 adet gemiden oluşuyordu. Bu arada Portekizlilerin istihbarat için gönderdiği iki gemi ele geçirilmişti. Yine de Portekiz Krallığı, Osmanlı donanmasının planını öğrenmişti ve Hint Okyanusu'nda önlemler almışlardı. Hadım Süleyman Paşa, 3 Ağustos'ta Aden önlerine geldi ve kent zaptedildi. Selman Reis'in eski kölesi Hoca Sefer artık bir vali idi, Hoca Sefer, Hindistan'da müttefikler buldu ve Diu kalesi kuşatıldı. Fakat Hoca Sefer yaralandı, bu arada Osmanlı donanması savaş düzeninde yaklaşmakta idi ve durumu Portekizliler öğrendi. 4 Eylül 1538 tarihinde donanma, Diu önlerine demirledi. 4 Eylül'e kadar birçok gemi fırtınalar sebebiyle kaybolmuş ve donanma güç kaybetmişti. Süleyman Paşa, kaleyi 700 askerin savunduğunu öğrendi; bunun üzerine herhangi bir deniz savaşı yapılmadan kaleye taarruz edilmesi kararlaştırıldı. Bir Portekiz gemisi limandan ayrıldı, Osmanlı gemileri yetişemedi ve gemi Goa'ya giderek Osmanlı donanmasının geldiğini haber verdi. Diu kıyılarına 700 yeniçeri çıkarıldı, yeniçerilerin bölge halkına olan disiplinsiz davranışları neticesinde Hint müttefikler Osmanlı kuvvetlerinin yanından ayrıldı. Olayın tanıklarına göre yeniçeriler, kendilerini sevinçle karşılayan Hintlerin evlerini yağmalamış ve kadınlara tecavüz etmişti; Hint müttefik ordusunun komutanı Ali Can, askerlerin gözü önünde sakalları çekilerek küçük düşürülmüştü. Ali Can, tüm Hint ordularını Osmanlı ordusunun yanından geri çekti ve Osmanlı ordusuna yiyecek yardımı kesildi. Diğer Hint hükümdarlıkları da yardım etmedi. Bölgede yalnız kalan Osmanlı ordusu, 10 Eylül'de taarruza geçti. Hoca Sefer, iki gemiyi birbirine sabitleyerek üzerine bir kule inşa ettirdi. Kulenin içi barut doluydu, plana göre gemiler kıyıya yanaşacak ve bu kule ile Portekiz kalesi tahrip olacaktı. Fakat Portekizliler bu kuleyi gece karanlığında yaktı. Yapılan taarruzlara rağmen kale düşmedi, 2 Kasım'da askerler gemilere geri döndü ve yaralılar karada terk edildi; kuşatma sona erdi. Hoca Sefer'in birlikleri de bundan dört gün sonra geri çekildi ve savaş fiilen sona erdi. Görüş ayrılıkları sebebiyle Portekiz donanması taarruz etmedi ve bir deniz savaşı yaşanmadı. Dönüş yolunda beş Osmanlı gemisi battı, Portekizli esirler öldürüldü. 1547 yılında Süveyş donanmasının başına Piri Reis atandı, Aden, Ali bin Süleyman el Tavlaki adındaki Arap şeyhin isyanı sonucu elden çıkmıştı. 29 Ekim 1547 tarihinde Piri Reis, donanması ile Aden'de kontrolü sağlamak üzere denize açıldı; kale denizden donanma ile, karadan da sancakbeyi Kasım tarafından kuşatıldı. Yakınlarda bulunan Portekiz gemileri kaçtı, kuşatma sonucunda kale ele geçirildi. I. Süleyman, Piri Reis'in Portekizliler farketmeden Basra'ya geçmesini, orada donanmasına asker ve gemi takviyesi yaparak Hürmüz adasını fethetmesini emretti. Fakat Piri Reis harekatın gizli kalmasını başaramadığı gibi yeterince takviye de almadı, 1552 yılında yapılan kuşatma başarısız oldu ve Piri Reis idam edildi. İdamı hakkında çeşitli iddialar vardır, Portekizlilerden rüşvet aldığı için idam edildiği bu iddialar arasındadır. 1554 yılında Seydi Ali Reis komutasındaki Osmanlı donanması, Portekiz donanmasını yendi. Fakat gelen yeni Portekiz saldırıları karşısında donanma yıprandı, Ali Reis elinde kalan birkaç gemi ile Gucerat Sultanlığı'na sığındı ve 1556'da İstanbul'a döndü. Bu seferlerin ardından Sumatra'daki Açe Sultanlığı, Osmanlı Devleti'nden yardım istedi. Açe sultanı Alâeddin'in mektubu İstanbul'a ulaştığında I. Süleyman ölmüştü, yerine geçen yeni padişah II. Selim bu isteği olumlu cevapladı ve Osmanlı denizcileri, Sumatralıları eğitmeye başladı. Osmanlı donanması Hint Okyanusu'nda kesin hakimiyet kuramadı, ancak Müslümanların Portekizlilere karşı direnmesine olanak sağladı. Duraklama döneminden itibaren Osmanlı donanmasına verilen önem azaldı. Bu dönemde Osmanlı Devleti'nin kara ve deniz gücü zayıflamaya başladı. Sokollu Mehmet Paşa'nın çabalarına rağmen Don-Volga Kanal Projesi başarısız oldu, bu da Osmanlı donanmasının Rusya içlerine kadar müdahale edebilmesini engelledi. Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa'nın 1587'deki ölümüne kadar Akdeniz'deki Osmanlı kontrolü güçlükle de olsa devam edebildi. Bu arada dünya deniz ticareti okyanuslarda ağırlık kazandı ve Osmanlı bütçesi açık verdi. Rus Çarlığı, Hazar Gölü'ne kadar gelmişti ve bu sebeple orada da Osmanlı donanması kuruldu. Osmanlı donanması ağırlıklı olarak kadırgalardan oluşuyordu, ancak yüz yıldan uzun zaman sonra Mezomorto Hüseyin Paşa döneminde kalyonlara gereken önem verilebildi. 1580 yılında İspanyol İmparatorluğu'nun Portekiz'i işgal etmesi üzerine Hint Okyanusu'nda seferler yapıldı, 1585 yılında Emir Ali Bey komutasındaki Osmanlı donanması Mombasa'ya kadar ilerledi. 1589'da Osmanlılar tekrar sefere çıktı, fakat Kenya'daki bazı kabilelerin Portekiz'i desteklemesi ve Portekiz donanmasının geri dönmesi üzerine başarısız olundu. 1593-1606 Osmanlı-Avusturya Savaşı'nda Osmanlı donanmasının faaliyetleri hakkında kaynak bulunamamaktadır, ancak Osmanlı ordusunun Tuna Nehri'ni geçerken ince donanmadan yararlandığı biliniyor. 1609 yılında donanma Akdeniz'e açıldı, Malta - Floransa birleşik donanmasının Mısır'ın deniz yolunu abluka altına alması üzerine Kıbrıs'a yönelen Osmanlı donanması, burada Malta - Floransa donanmasını takibe aldı ve muharebe başladı, birleşik donanmada Türklerin "Kara Cehennem" dediği büyük bir kalyon da bulunuyordu. Muharebede "Kara Cehennem" ve birkaç kalyon kontrol altına alındı, yaklaşık 160 adet top ve 2000 kadar tüfek ele geçirilmiş, 500 denizci de esir edilmişti. Kabe'nin onarılması için İstanbul'dan gönderilen malzemeler deniz yoluyla Mısır'a gitmekte idi, bu gemiler Osmanlı donanması tarafından korundu. 1613 yılında Osmanlı donanması, İspanyol donanmasına karşı yenildi ve yedi kadırga kaybedildi, Floransa donanması Silifke'yi vurdu. 6 Temmuz 1614 tarihinde Osmanlı donanması, Malta önlerine geldi ve çıkarma yapıldı. Osmanlı askerleri, üzerlerine gelen süvari ve piyade kuvvetlerini yendi, Malta başarıyla yağmalandı ve ganimetler yüklenerek geri dönüldü. Aynı yıl, Kazaklar, Karadeniz'de bir Osmanlı liman kenti olan Sinop'a baskın yaptı ve şehir
yağmalandı, baskın yapan Kazakların çoğu dönüş yolunda yakalandı ve öldürüldü. Osmanlı Devleti'ne karşı yapılan bu savaşlara Venedik katılmamıştı, bundan dolayı Venedik ile ilişkiler olumlu gelişme gösterdi ve 1614'te bir ticaret antlaşması imzalandı. 1616 yılında, Karadeniz'de dolaşan Kazak gemileri üzerine sefer yapıldı ama sonuç alınamadı. I. Ahmet döneminde Akdeniz'deki Osmanlı deniz ticareti korunmaya çalışıldı, Fransa ve Venedik ile ticari ilişkiler gelişti ve Kuzey Afrika'daki Osmanlı otoritesi güçlendirildi. IV. Murad devrinde, Bağdat Seferi'ne çıkılınca Venedik savaş açtı. Venedikliler Dalmaçya'yı işgal etti, Venedik donanması ile Osmanlı donanması karşı karşıya gelmedi ve sonunda barış yapıldı, Dalmaçya iade edildi. Sultan İbrahim döneminde Venedik ile tekrar savaş başladı, Girit'e Osmanlı donanması sefer yaptı ancak Kandiye ele geçirilemedi, Venedik'in adaya olan lojistik desteği engellenemedi. Kaptan-ı Derya Kara Musa Paşa bu savaşta öldü. Girit Seferi'nde Osmanlı donanması, Haçlı donanmasına karşı da mücadele etmek zorunda kaldı. Fakat Otuz Yıl Savaşı sebebiyle güçlü bir Haçlı donanması oluşturulmadı, bu da Osmanlı donanması lehine bir gelişme idi. Girit, Fransızlar tarafından ciddi düzeyde desteklendi ve savaş uzadı, bu arada 1654 yılında Venedik donanması Çanakkale boğazını ablukaya aldı. Kara Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı donanması saldırıya geçti, Venedik donanması 6 gemi ve çok sayıda kayıp vererek mağlup edildi. Girit ile deniz bağlantısı tekrar sağlandı, fakat Venedik donanması tekrar Çanakkale önlerine geldi. Sarı Kenan Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ablukayı kırmak istedi, fakat ağır bir yenilgi alındı; yaklaşık 100 gemisi batan ve çok sayıda kayıp veren Osmanlı donanması dağıldı ve Limni ile Bozcaada düştü. Venedik donanmasının Marmara'ya girmesinden endişe duyulurken Köprülü Mehmed Paşa sadrazam oldu, Osmanlı donanması toparlandı ve 1657'de Topal Mehmed Paşa komutasında saldırıya geçildi; Venedik donanması dağıldı ve amirali Lazzaro Mocenigo öldü, Limni ile Bozcaada geri alındı. 27 Eylül 1669 tarihinde çok ağır kayıplar neticesinde Kandiye düştü ve Girit, Osmanlı kontrolüne geçti. II. Viyana Kuşatması'nın ardından bir haçlı birliği oluşturuldu ve Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları başladı. Papalık, Cenova ve Venedik Osmanlı ile deniz savaşları yaptı. 13 Temmuz 1690 tarihinde Osmanlı ordusu Edirne'den yola çıktı, orduyu desteklemek için Mezomorto Hüseyin Paşa komutasındaki 34 gemilik ince donanma da Tuna Nehri'nde ilerliyordu. Bu ince donanma ile Belgrad'ı basan Mezomorto Paşa, Vidin'de de Osmanlı ordusunu destekledi. II. Ahmet devrinde Venedik donanması sık sık Ege Denizi'ne baskınlar yaptı ve Girit saldırıya uğradı. Eylül 1694'te Venedik donanması Sakız Adası'na saldırdı, ada halkının da Venedik'i desteklemesi ile ada Venedik kontrolüne geçti. Bu arada II. Ahmet öldü ve yerine II. Mustafa geçti; Mezomorto Hüseyin Paşa adayı geri almak üzere denize açıldı. 9 Şubat 1695 tarihinde yapılan Koyun Adaları Muharebesi kesin Osmanlı zaferi ile sonuçlandı, Sakız adasının bu sayede lojistik desteği kesildi ve 21/22 Şubat 1695 tarihinde ada geri alındı. Sakız'ın geri alınması için Mezomorto Paşa donanmayı uzun süre hazırladı. Belgrad, İzmir, Selanik, Kocaeli ve Malatya illerinden ham madde desteği ile üretim yapıldı, işe yaramayan toplar eritilerek el bombaları ve güherçile temin edildi. Ayrıca 60 adet fırkateyn denize indirildi ve donanmaya katıldı, Osmanlı donanmasında kalyonlara ağırlık verilmeye başlanmıştı. Koyun Adaları Muharebesinden sonra Mezomorto Hüseyin Paşa, kaptan-ı derya oldu ve Venedik'e karşı deniz seferlerini sürdürdü. 1699 yılında Karlofça Antlaşması yapıldı ve bu sayede Venedik ile deniz savaşları sona erdi, Mezomorto Hüseyin Paşa donanmaya birçok yenilik getirdi ve kalyon sınıfını güçlendirdi. Kaptan-ı Derya Mezomorto Hüseyin Paşa'nın ölümünden sonra Çorlulu Ali Paşa'nın sadrazamlığında donanmada iyileştirmeler yapıldı, yeni gemiler donanmaya katıldı. 1711 yılında Rusya ile Prut Muharebesi yapıldı ve Azak Kalesi geri alındı, Azak Denizi yeniden Osmanlı kontrolüne geçti. Ancak bu savaş esnasında Osmanlı donanmasının faaliyette bulunup bulunmadığı bilinmiyor. 1715 yılında Avusturya-Venedik ikilisi ile Osmanlı arasında savaş başladı, Silahdar Damat Ali Paşa karadan taarruza geçerken, Canım Hoca Mehmed Paşa donanması ile denize açıldı. Mehmed Paşa, Mora'nın çevresindeki adaları ele geçirdi, karadan ilerleyen ordunun da taarruzu ile Mora tamamen kontrol altına alındı. 1717 yılında Kaptan-ı Derya Kel Hoca İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı donanması; Portekiz, Malta, Papalık ve Venedik dörtlüsünün donanmasını ağır kayıplar neticesinde mağlup etti. 1718 yılında barış yapıldı, Mora'daki Osmanlı hakimiyeti tanındı. 1730 yılında çıkan Patrona Halil İsyanı sonucunda Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa Paşa öldürüldü. 1735 yılında Rusya-Avusturya ikilisi ile Osmanlı arasında savaş başladı, bu savaşta Ruslar Azak Kalesini ele geçirdi ve Azak Denizine indi. Savaşın ardından 1739'da imzalanan Belgrad Antlaşması ile Azak Kalesi yıkıldı, Rusların Karadeniz'deki ticaret haklarına kurallar getirildi ve Karadeniz'de küçük bir Osmanlı donanması kuruldu. 1768 yılında başlayan Rus-Osmanlı Savaşı'nda Osmanlı Donanması yakıldı, baskına uğrayan Osmanlı Donanmasının çok sayıda savaş gemisi battı. 1774 yılında yaklaşık 30 savaş gemisinden oluşan bir filo, Kerç Boğazı'nda Rus Donanmasına baskın yaptı, bu muharebenin kesin sonucu bilinmemektedir. Rus Çarlığı ile olan savaş bitince, Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa donanmanın yetersizliğini fark etti ve III. Mustafa'nın da iznini alarak yabancı ülkelerden askeri uzmanlar getirdi, donanmanın modernleşmesi için çalışmalar başlattı. 1773'te, Fransız subay Baron de Tott'un da girişimleri ile Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn kuruldu. Bu okul modern donanma eğitiminin verildiği bir kuruluş özelliğine sahipti. Fransa'dan gelen ve 1770-1784 yılları arasında inceleme yapan Bonneval, donanmanın modernleşmesi üzerine bilgiler verdi. 1784'te Fransa ile teknoloji alışverişi için çalışmalar yapıldı ve aynı yıl, Fransa'dan gelen bir mimar ekibi modern kalyonların inşasına başladı. Bu ekibin mevcudu zamanla 23'e kadar ulaştı. Fransız uzman Le Bruns'un çalışmaları ve 12 kişilik İsveçli bir ekibin de desteği ile Osmanlı Devleti'ndeki bilinen ilk kuru havuz kuruldu. 1798 yılında Napolyon ile başlayan savaş üzerine bu uzmanların çoğu İstanbul'dan ayrılmak zorunda kaldı. Ahmed Hoca, Molla Mustafa, Dimitri Kalfa, Nikola Kalfa, Nevsim Kalfa ve İsmail Kalfa isimli mimarlar, bu yabancı heyetlerden öğrendikleri ile gemi yapımlarında çalıştı. III. Selim döneminde donanma için Tıphane ve Cerrahhane de açıldı. 1804 yılında Umûr-ı Bahriye Nezareti (Denizcilik Bakanlığı) kuruldu. II. Mahmud döneminde yenileşme hareketleri hız kazandı. Bu arada 1807 yılında Britanya İmparatorluğu ile bir savaş çıktı ve 1809'da sona erdi. Kale-i Sultaniye Antlaşması ile Britanya'nın kapitülasyon hakları devam etti ve boğazlardan başka devletlerin askeri gemilerinin geçişine dair yasak devam etti. Yunan isyanı'nda Kavalalı Mehmed Ali Paşa, donanması ve kara ordusu ile Osmanlı Devleti'ni destekledi. 1827 yılında Mısır ve Osmanlı donanmaları, Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya donanmaları tarafından savaş ilanı olmaksızın Navarin'de yakıldı. Navarin'de 58 savaş gemisi battı, çok sayıda tecrübeli Osmanlı denizcisi öldü. Navarin'deki saldırının ardından II. Mahmud, modernleşme çalışmalarında Avrupalılardan uzaklaştı ve Amerika Birleşik Devletleri'ne yanaştı. 1830'da ABD ile ticaret antlaşması imzalandı. Bu arada, 31 Aralık 1828'de Mehmed Efendi ve Mehmed Kalfa isimli mimarların inşa ettiği "Mahmudiye" denize indirildi. İstanbul'a gelen Sir Adolphus Slade tarafından da en büyük kalyon olarak nitelendirilen Mahmudiye, 1874 yılında memur maaşlarının ödenmesi için söküldü ve parçaları satıldı. 1831 yılında Henry Eckford, bir Amerikan muhribi ile İstanbul'a geldi ve Osmanlı donanmasına dair rapor sundu. Amerikan savaş gemileri tarzında gemi yapımına başlandı ancak Eckford uyum sağlayamayarak İstanbul'dan ayrıldı. Eckford'un ardından gelen Forster Rhodes, gemi yapım çalışmalarını sürdürdü ve 1835 yılında "Nusretiye" kalyonu denize indirildi. İstanbul'da ilk buharlı gemiler de Rhodes'in girişimleri ile denize indirildi. 1839 yılında II. Mahmud öldü. Bunun üzerine Amerikalı uzmanlar istifaya zorlandı; yeniden Avrupa ile ortak çalışmalar başladı. Ancak Amerikalı uzmanlar sayesinde Osmanlı tersanelerine modern denizcilik sanayisine girdi. Abdülmecid döneminde, 1840 yılında Bahriye Meclisi kuruldu. Bu meclis, Tersane-i Amire'nin her türlü işleriyle ilgileniyordu. Abdülmecid döneminde yelkenli gemilerin yerini buharlı gemiler almaya başladı. 1848 yılında Osmanlı Donanması 74 gemiden oluşuyordu. Kırım Savaşı başlayınca, Balkanlar'da ilerleyen Osmanlı kuvvetleri deniz yoluyla desteklendi. Karadeniz filosu ikiye ayrıldı. İkinci filo Patrona Osman Paşa komutasında idi ve personeli tecrübesizdi. Bu filo Sinop'ta demirledi. 30 Kasım 1853 tarihinde, donanma personeli Cuma namazı için izinli iken Rus donanması baskın yaptı. Donanma ve şehir ateşe verildi, kıyıdan açılan Osmanlı topçu ateşi etki edemedi; Osmanlı donanmasının 11 adet gemisi battı ve 2700 asker kaybedildi. Kırım Savaşı'nda Birleşik Krallık, Fransa ve Osmanlı birleşik donanması kuruldu. Yeni kurulan donanma, 9'u Osmanlı olmak üzere 34 savaş gemisinden oluşuyordu. Bu yeni donanma Sivastopol Muharebesine denizden destek verdi ve karaya çıkarma yapıldı. Bu savaş ile donanma, askeri ve teknik konularda tecrübe kazandı. Britanya ve Fransa savaş gemileri, onarım için İstanbul tersanelerine geldi ve buradaki tersanelerde onların girişimleri ile yenilikler yapıldı. 1856 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile savaş sona erdi ve Karadeniz'de Rus ve Osmanlı savaş gemilerinin bulunması yasaklandı. Abdülaziz döneminde mali sıkıntılara rağmen modernleşme çalışmaları hız kazandı. Tersane-i Amire'de, İzmit ve Gölcük tersanelerinde yenilikler yapıldı. Abdülaziz döneminde
tersanelerin iyileştirilmesine rağmen yerli üretim tercih edilmedi, Birleşik Krallık'tan ve Fransa'dan savaş gemileri satın alındı. Bu satın alınma işlemleri dış borçlarla karşılanıyordu ve Osmanlı maliyesi zor duruma giriyordu. Abdülaziz tahttan indirildiğinde, Osmanlı donanması en güçlü donanmalar arasında görülmekte idi. Fakat, Osmanlı donanması sayıca güçlü olsa da nitelik bakımından zayıftı. II. Abdülhamid döneminin ilk yılında Rusya ile savaş başladı. Bu savaşta Osmanlı donanmasının faaliyetleri hakkında bulunabilen tek bilgi, Mirliva Hasan Paşa'nın Kafkasya kıyılarını ablukaya almakla görevlendirildiğidir. Savaşın ardından, Kafkasya'dan göç edenlerin bir kısmı deniz yoluyla taşındı. II. Abdülhamid, savaşın ardından donanmayı Haliç'e hapsetti. 1882'de Mısır'ın Birleşik Krallık tarafından işgal edilmesi üzerine iki adet torpidobot ve buharlı deniz taşıtı (İstimbot) satın alındı. II. Mahmud döneminde olduğu gibi, bu dönemde de Amerikalı uzmanlar getirildi ve yenileme çalışmaları devam etti. Bu dönemde ABD'nin denizcilik teknolojisi takip edildi. 3 Nisan 1890'da Deniz Astsubayı Sınıfı kuruldu. 1892 yılında "Abdül Kadir" zırhlısı kızağa kondu; fakat teknik yetersizlikler ve mali sıkıntılar ile bu proje yıllarca sürdü ve 1914 yılında da iptal edildi. Bu arada, 1897 yılında başlayan savaş üzerine Osmanlı donanması, gövde gösterisi amacıyla denize açıldı; savaşın ardından donanma tekrar atıl kaldı. ABD'den gemi satın alınması ve gemilerin onarılması konusunda da çalışmalar yapıldı. 1899 yılında ABD'nin William Cramp Gemi Yapımı Şirketi'nden bir adet kruvazör sipariş edildi, Eylül 1901'de anlaşma imzalandı. Üç taksit halinde ödeme yapıldı, padişaha düzenli olarak gemi hakkında raporlar verildi ve "Mecidiye" kruvazörü, Nisan 1904'te fiilen donanmaya katıldı. 1901 yılında, Britanya'nın Armstrong Şirketi'ne bir adet kruvazör sipariş edildi ve Kasım 1902'de kruvazörün inşasına başlandı, bazı Türk subayları Britanya'ya gönderildi ve çalışmalar takip edildi. Taksitler ödendi, Nisan 1904'te "Hamidiye" kruvazörü, donanmaya katıldı. Aynı zamanda, Birleşik Krallık'tan iki adet vapur satın alındı. II. Abdülhamid için bir yat ve istimbot, "Hamidiye" ile beraber inşa edilip donanmaya katılmıştı. Kasım 1904'te "Hamidiye", "Mesudiye" ve "Mecidiye" kruvazörleri incelendi, deneme atışları yapıldı. 1900 yılında Almanya'dan iki adet torpidobot sipariş edildi, donanmadaki bazı gemiler için araç gereç ve torpido satın alındı. "Asar-ı Tevfik" fırkateyni Almanya'da modernize edildi ve Eylül 1905'te çalışmalar bitti. "Berk-i Satvet" ve "Peyk-i Şevket" gemileri de dönemin son model Alman kazanları ile donatıldı. Bununla beraber bazı Osmanlı savaş gemileri İtalya'da modernize edildi. 1904'te bir İtalyan firması olan Ansaldo-Armstrong ile Osmanlı hükûmeti, Tersane-i Amire'de kruvazör inşası için anlaştı. Tersane-i Amire'de üç adet korvetin tamir çalışmaları başladı. Eylül 1907'de "Hamidiye"'nin benzerinin inşa edilmesi için İtalyan şirketi ile anlaşma imzalandı, sipariş edilen savaş gemilerinin çalışmaları takip edildi ve bazen kontroller yapıldı. Geçmişte Britanya donanmasında hizmet etmiş Hasan Rami Paşa 1907 yılında donanmanın başına getirildi ve bu dönemde Amerikan ve Britanyalı uzmanların modernleşme çalışmalarındaki faaliyetleri arttı. 1907 yılında Osmanlı donanmasının savaş gemileri şöyleydi: Bu arada yaklaşık 800 tonluk "Drama" isimli savaş gemisi, İtalya'dan sipariş edilmişti. 1904-1907 arasında "Mesudiye", "Asâr-ı Tevfik", "Muin-i Zafer", "Avnillah" ve "Feth-i Bülend" isimli zırhlı savaş gemilerinde bakım çalışmaları yapıldı. Bu dönemde bazı torpido botlar ve gambotlar Tersane-i Amire'de inşa edildi. Torpido botların ve muhriplerin büyük kısmı yabancı ülkelerden sipariş edilmişti. 1910 yılına kadar sipariş edilen gemilerin tamamına yakını donanmaya katıldı. 1909'da, uzun süredir Haliç'te atıl durumda bekleyen Osmanlı donanması denize açıldı. Aynı yıl, 31 Mart Olayı ile II. Abdülhamid tahttan indirildi ve yerine V. Mehmed geldi. Donanma Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet, halkın bağışları ile donanmaya destek veriyordu. Yunan donanması ise torpido ve kruvazör yönünden güçlenmekte idi, bu donanma ile rekabet halinde olan Osmanlı donanmasının güçlendirilme çalışmaları devam etti. Osmanlı denizci subayları, donanmanın gelişmesi için iki aylık maaşlarından vazgeçti. Bir Britanya subayı olan Amiral Sir Douglas Gamble, Osmanlı donanmasının modernleşmesi için faaliyetlere başladı. Gamble, donanmadan yaşlı subayların çıkartılıp yerlerine eğitimli Britanya subaylarının getirilmesini gerekli gördü. Gamble, donanmanın ancak talim yapabilecek düzeyde olduğunu padişaha bildirdi. 1910 yılında Gamble'nin karşı çıkmasına rağmen Halil İbrahim Paşa, Bahriye Nazırı oldu ve donanmada Almanların etkisi artmaya başladı. Bunun üzerine Gamble istifa etti. Gamble'nin ardından Britanya subayı Sir H. P. Williams geldi. Osmanlı yönetimi, Almanlardan eski bir destroyer almaya karar verdi ve bu da tepki aldı; yine de Alman askeri ataşesi von Strempel, Osmanlı donanmasında Birleşik Krallık nüfuzunun tekrar artmasından endişeleniyordu. Harbiye nazırı Mahmud Şevket Paşa, Almanya'dan gemi alımını desteklemekte idi ancak Britanya siyasi ilişkilerin olumsuz etkilenmesinden kaygılanıyordu. Britanya ve Almanya firmaları arasında rekabet başladı. Bu arada Yunanistan donanmasına "Averof kruvazörü" katıldı. Alman donanmasından iki adet eski savaş gemisi 1.250.000 mark karşılığında satın alındı. Von Strempel'e göre Birleşik Krallık ile olan nüfuz yarışını Almanlar kazanmıştı. Brandenburg sınıfı SMS "Kurfürst Friedrich Wilhelm" ve SMS "Weißenburg" zırhlıları, isimleri "Barbaros Hayreddin" ve "Turgut Reis" yapılarak Osmanlı donanmasına katıldı. Bazı Fransa ve Britanya gazeteleri, Osmanlı'nın kandırıldığını ve gemilerin çok eski olduğunu belirten haberler yazdı. Bu gemilerin satın alınmasından sonra Mahmud Muhtar Paşa, Bahriye Nazırı oldu ve von Strempel ile yaptığı görüşmede "Barbaros Hayreddin" ile "Turgut Reis" zırhlılarının ücretsiz yenilenmesi gerektiğini söyledi. Ancak von Strempel gemilerin gayet iyi durumda olduğunu belirterek reddetti. "Barbaros Hayreddin" zırhlısının onarım çalışmaları başladı. von Strempel, Almanya'ya gönderdiği raporda Gazi Mahmud Paşa'ya söylediğinin aksine gemilerin eski olduğunu ve silah bakımından yetersiz olduğunu yazdı. Buna rağmen Gazi Mahmud Paşa, donanmadaki Birleşik Krallık nüfuzunun azaltılacağına dair von Strempel'e güvence verdi. Donanma Cemiyeti, Almanya'dan dört adet torpido bot satın aldı ve bu torpido botlar "Gayret-i Vataniyye", "Numune-i Hamiyyet", "Yadigar-i Millet" ve "Muavenet-i Milliye" isimleri ile Ağustos 1910'da Osmanlı donanmasına katıldı. Eylül 1911'de "Barbaros Hayreddin" ve "Hamidiye" savaş gemilerinin onarım çalışmaları sona erdi. Maliye Nazırının itirazlarına rağmen Birleşik Krallık'tan iki adet dretnot sipariş edildi, tüm taksitleri ödendi. Ancak Ağustos 1914'te "Sultan Osman" ve "Reşadiye" isimli bu dretnotlar hazır durumda iken Birleşik Krallık Deniz Kuvvetleri Bakanı Winston Churchill'in emri ile gemilere el konulacaktı. 1911 yılında Trablusgarp Savaşı başladı ve İtalya, parasını aldığı halde "Drama" kruvazörüne el koydu. 1912 yılında İtalyan donanması, Beyrut limanına taarruz etti. Osmanlı donanması yenildi; İtalyanlar kayıp vermezken, Osmanlı donanmasının iki adet savaş gemisi battı. İtalyan donanması, Osmanlı Devleti'ni barışa zorlamak için Çanakkale Boğazı'na da saldırdı, fakat Osmanlı yönetiminde aksi yönde etki yaratınca Oniki Ada ve Rodos işgal edildi. Bu arada Osmanlı donanması, Anadolu ve Balkan kıyılarının saldırıya uğramaması için Selanik ile İzmir limanlarının önlerini mayınladı. Fakat bu bir deniz faciasına yol açtı; 29 Nisan 1912 tarihinde İzmir'den Selanik'e doğru yol alan "Teksas" adlı Amerikan gemisi mayına çarptı ve battı. Osmanlı donanması, Ege'de adalar işgal edilirken İtalyan donanması ile çatışmaya girmedi. Uşi Antlaşması ile savaş sona erdi. Savaş sırasında, 1911 yılında donanma komutanlığına Albay Tahir Bey getirilmişti. Bu dönemde tatbikatlar yapıldı. 1912 yılında, İtalya ile savaş sürerken Balkan Savaşları başladı. Balkan Birliği orduları, Osmanlı ordularına göre sayı ve deneyim bakımından güçsüzdü. Savaş başladığında Osmanlı Donanmasının envanterinde altı zırhlı gemi, iki zırhlı kruvazör, on bir muhrip, otuz torpido bot ve dokuz adet yardımcı gemi bulunuyordu. Bununla beraber, İstanbul'da iki adet denizaltı yapılmakta idi. "Hamidiye" ve "Mecidiye" savaş gemileri, donanmanın modern gemileri idi ve Averof kruvazörüne karşı koyabilirlerdi. 1897 yılındaki savaşta, Osmanlı donanması etkin bir şekilde savaşta yer almamıştı ve bu da Yunan donanmasına cesaret vermekte idi. Yunan Donanması, Fransız ve Britanya subayların yardımları ile personelini eğitti. Bununla beraber, Avrupalı şirketler ile anlaşarak savaş gemileri satın alınıyordu. Bulgaristan Krallığı ise, savunmaya dayalı küçük bir donanmaya sahipti ve kıyılarını mayınlamakla yetindi. Trablusgarp Savaşı devam ettiği için, Osmanlı Donanması herhangi bir yerde üslenmedi. Fakat Balkan Savaşları için bazı noktalarda kuvvetler hazır bulundu: 16 Ekim 1912 tarihinde, verilen bir emir ile Karadeniz Harekatı başladı. Varna - Burgaz arası deniz yolunun kesilmesi, rastlanan Bulgar gemilerinin tahrip edilmesi ve Bulgar limanlarının bombalanması emredildi. Bulgar limanlarının ablukaya alınacağı Osmanlı Devleti tarafından ilan edildi. Ancak bazı Avrupa devletleri, ticarete zarar vereceği için bunu protesto etti. 17 Ekim 1912 tarihinde, Albay Tahir Bey komutasında "Barbaros Hayreddin", "Turgut Reis" zırhlı savaş gemileri ile "Muavenet-i Milliye" ve "Taşoz" muhripleri yola çıktı. Fakat çıkan bir fırtına sebebiyle saldırı gecikti. Bu gecikmenin sonucunda Bulgar donanması, Türk taarruzunu önceden öğrendi. Türk filosu, Varna limanına vardığında iki Bulgar torpido botu beklemekte idi. Osmanlı muhriplerinin taarruzu ile bu torpido botlar limana geri çekildi, ardından "Turgut Reis" ile "Barbaros Hayreddin" zırhlılarının bombardımanı başladı. Fakat kıyıları
n mayınlı olmasından endişelenen Albay Tahir Bey, zırhlıları kıyılara fazla yanaştırmadı. Türk filosu, bir gün boyunca liman önlerinde bekledi. 20 Ekim günü "Muavenet-i Milliye", kömür ikmali için İstanbul'a gönderildi. Albay Tahir Bey komutasındaki filo, Burgaz'a kadar uzanan kıyıları gözetledi. Bu sırada "Hamidiye" kruvazörü personeli, bir Bulgar gemisinin personelini sorgulamış ve Burgaz kıyılarının 18 Ekim gününe kadar mayınsız olduğunu öğrenmişti. Osmanlı filosu bu fırsatı kaçırmış, gecikmişti. Sonuç olarak, Bulgar kıyı savunma mevzilerinin yerini bilmeyen Osmanlı filosu, kıyılara yaklaşarak etkili bir bombardıman yapamadı. Bulgar kıyıları önündeki Osmanlı ablukası devam etti. Varna limanındaki Bulgar topları, hiçbir atış yapmıyor ve yerini belli etmiyordu. 24 Ekim günü "Mecidiye" kruvazörüne top atışı yapıldı. Bunun sonucunda karşılıklı bombardıman başladı. 20 Kasım 1912 tarihinde, Rauf Bey komutasındaki bir filo denize açıldı. Alınan istihbarata göre, Bulgar torpido botları Türk nakliye gemilerine saldırmak için harekete geçmişti. Osmanlı filosu, "Hamidiye" kruvazörü ile "Berkefşan" ve "Yarhisar" muhriplerinden oluşuyordu. Filo, Türk nakliye gemilerinin geçeceği yolun üzerinde dağınık vaziyette beklemeye başladı, Bulgar gemisini gören kırmızı fişek atarak diğerlerine haber verecekti. 21 Kasım gecesi saat 00.40'ta Bulgar gemilerini gören "Hamidiye" kruvazörü, kırmızı fişek attı ve Bulgar gemileri durumu anladı, savaş başladı. Türk gemileri isabetli atış yapamadı, ancak Bulgar gemilerinin saldırısı sonucunda "Hamidiye"'nin burun kısmı hasar gördü ve su almaya başladı. Osmanlı muhripleri taarruza geçince Bulgar torpido botları geri çekildi, ağır hasar alan "Hamidiye" İstanbul'a onarım için gönderildi. Bulgar torpido botlarını yakalaması için "Mecidiye" kruvazörü yola çıktı. Fakat bir şey elde edilemedi. Bu arada, Osmanlı kara orduları geri çekilmeye başladı. Osmanlı ordusunun Çatalca'ya kadar çekilmesi öngörülüyordu, bu çekilme harekatı kapsamında Osmanlı donanmasının kıyıdan destek vermesi emredildi. Donanma, başarılı bir şekilde kıyıdan Bulgar birliklerini topa tuttu ve geri çekilen birliklere zaman kazandırdı. Bahriye Nazırlığı, donanmanın Çatalca'daki savaşa denizden destek vermesi yerine Ege'ye açılıp Yunan birliklerinin Trakya'daki ilerleyişini yavaşlatmasına karar verdi. Bulgar ordusu, Çatalca yönünde taarruz etti. Aralarında "Barbaros Hayreddin" zırhlısının da olduğu bazı savaş gemileri, Büyükçekmece önünde toplandı ve denizden destek başladı. Silivri'de bazı Bulgar birlikleri, savaş gemilerinin bombardımanı sonucunda zayiat verdi. 15 Kasım 1912 tarihinde, denizden ve karadan açılan ateşle Bulgar topçu birlikleri dağıldı. 16 Kasım günü "Barbaros Hayreddin" ile "Turgut Reis", Bulgar birliklerine ateş açtı ve ardından karaya asker çıkararak kara ordusuna destek oldu. 20 Kasım 1912 tarihinde, Çanakkale Boğazı'nın savunulması için donanma yola çıktı. Yunan donanması, Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Limni Adası'na asker çıkarmış ve 30 Ekim 1912 tarihinde adayı kontrol altına almıştı. Bunun ertesi günü, Selanik önlerinde "Fethi Bülent" korveti torpillenerek batırıldı. Birkaç Ege adası daha ele geçirilmiş ve Yunan donanması, Çanakkale önlerinde bir askeri üs kurmuştu. 20 Kasım 1912 tarihinde, aralarında "Averof" kruvazörünün de bulunduğu bir Yunan filosu, Midilli'ye saldırdı ve adadaki Osmanlı taburu 20 Aralık'a kadar direndi. Sakız Adasına da saldırıldı, fakat Osmanlı donanmasının Çanakkale boğazına gelmesi üzerine ara verdiler. Yine de adaya uzun süre denizden yardım gelmedi; Ocak 1913'te Yunan birlikleri adayı ele geçirdi. Bu arada, Bulgar orduları İstanbul'a yaklaşmıştı. Harbiye Nazırı Enver Paşa, Şarköy'e çıkarma yapılmasını ve Çatalca ile Gelibolu yönlerinden de taarruz edilerek Bulgar ordusunun çembere alınmasını emretti. "Berk-i Satvet", "Mecidiye", "Turgut Reis" ve "Barbaros Hayreddin" savaş gemilerinden oluşan bir filo eşliğinde 9 Şubat 1913 tarihinde çıkarma yapıldı. Savaş gemilerinin destek ateşi ile kasaba ele geçirildi; 15 ölü ve 31 yaralı kayıp verildi. Bulgarlar kuzeye çekildi, buna rağmen Şarköy'deki iskele henüz düşmemişti. Osmanlı kuvvetleri kasabadan biraz daha ilerledi, Bulgar ordusu temkinli davranarak bazı birlikleri kuzey-doğu tarafından harekete geçirdi. Fakat çıkarma için geç kalınmıştı, Osmanlı birlikleri arasındaki koordinasyon problemi sebebiyle sonuç alınamadı ve iki nakliye gemisi battı. Osmanlı orduları geri çekildi; Edirne düştü. Ege Denizi'nde ise savunmasız Sisam Adası, 16 Mart 1913 tarihinde Yunanların kontrolüne girdi. Gemi onarım çalışmaları sebebiyle donanma Ege'ye çıkmak için beklemekte idi, fakat bu sırada birçok Ege adası kaybedildi. Yunan donanması, Mondros'u üs haline getirdi ve Çanakkale boğazını ablukaya aldı. Onarım çalışmaları bitmeden Ege'ye açılmayı reddeden Albay Tahir Bey, görevinden alındı ve yerine Komodor Ramiz Numan Bey getirildi. Rauf Bey'in emrine "Hamidiye", "Muavenet-i Milliye", "Yadigar-ı Millet", "Taşoz" ve "Basra" savaş gemileri verildi. Bu filoya da torpido filosu denildi. 14 Aralık 1912 tarihinde, sabah saatlerinde "Sultanhisar" torpido botu boğazda ilerlerken üç Yunan torpido botunun saldırısına uğradı, "Numune-i Hamiyet" ve "Mecidiye" yardıma geldi. İmroz yönüne hızlı bir şekilde ilerleyen "Mecidiye", beş Yunan muhribiyle karşılaştı ve kısa sürede Yunan filosu yenildi. 16 Aralık günü Osmanlı donanması, Yunan donanmasını imha etmek için Ramiz Bey komutasında dört zırhlı, iki kruvazör ve üç torpido bot savaş gemisi ile taarruza geçti. Osmanlı planı, gemilerin İmroz yönünde ilerlemesi ve "Mecidiye" kruvazörünün arkada kalarak torpido salvolarına karşı donanmayı koruması idi. Saat 09.30'da donanma boğazdan çıktı ve 09.39'da açılan topçu ateşi ile savaş başladı. Kısa sürede "Mecidiye" kruvazörünün motorları arızalandı, düzen bozuldu. Fakat top atışları devam etti, bunun üzerine "Averof" zırhlısı sürat yaparak ilerlemeye başladı. Osmanlı gemileri, topçu ateşini "Averof"'a çevirdi ve "Averof", ağır hasar aldı. Ramiz Bey, donanmanın ilerleyişinde manevra yaptı ve "Averof", bundan yararlanarak kaçmayı başardı. 10.50'de ateş kesildi ve Osmanlı donanması geri dönmek zorunda kaldı. Amirallik gemisi "Barbaros Hayreddin", ağır hasar aldı ve onarılmak üzere geri gönderildi. 22 Aralık sabahı "Mecidiye", "Berk-i Satvet", "Muavenet-i Milliye", "Gayreti Vataniyye", "Numune-i Hamiyet", "Yarhisar", "Basra" ve "Taşoz" savaş gemilerinden oluşan bir keşif birliği boğazdan çıktı. Burada, Yunan donanmasının iki muhribi ve dört torpido botu ile çatışma yaşandı; Yunan gemileri geri çekildi. Osmanlı filosu, Bozcaada'ya ilerlemeye başladı, orada görülen Yunan "Delfin" denizaltısını batırmakla görevlendirilmişlerdi. Yunan denizaltısı, Osmanlı gemilerini görünce dibe batarak görüş alanından çıktı. Fakat denizdeki olumsuz sebeplerden dolayı tekrar su üstüne çıkmak zorunda kaldı. Bunun üzerine "Muavenet-i Milliye" muhribi taarruza geçti, "Delfin" tekrar suya battı. Bu denizaltının batıp batmadığı günümüzde de bilinmemektedir, Yunan donanması herhangi bir açıklama yapmadı fakat denizaltının kaybolduğu yerde Yunan gemileri arama - kurtarma çalışmaları yaptı. 4 Ocak 1913 tarihinde, Bozcaada'yı kurtarmak üzere Osmanlı filosu denize açıldı. Filo, 22 Aralık'ta sefere çıkan gemilerden ve "Hamidiye" ile "Mecidiye" savaş gemilerinden oluşuyordu. İmroz önlerine kadar arama yapan filo, ciddi bir çatışmaya girmedi. 10 - 11 Ocak günleri de bu seferler devam etti. "Asar-ı Tevfik", bu sırada saldırıya uğradı ve Yunan gemileri, diğer Osmanlı gemileri gelince geri çekildi. Bundan itibaren donanmada onarım çalışmaları yapıldı ve 18 Ocak 1913 tarihinde boğazdan çıkıldı (Saat 08.30). Bazı torpido botlar ile "Asar-ı Tevfik", boğazı koruması için geride bırakıldı. Osmanlı planı, Mondros önlerine kadar giderek Yunan donanmasıyla savaşa girmek ve Yunan donanmasını imha etmek üzerine kurulu idi. "Barbaros Hayreddin" yine amirallik gemisi idi ve "Mecidiye", filonun daha ilerisinde seyrediyordu. 08.50'de iki Yunan savaş gemisini gören "Mecidiye" taarruza geçti, Yunanlar geri çekildi. 10.30'da, "Mecidiye" kruvazörü aniden geri çekilmeye başladı ve işaret verdi, Yunan donanması Mondros limanından çıkıyordu. Yunan donanmasına "Averof", "Hydra", "Speçya" ve "Pisara" zırhlı savaş gemileri de dahildi. Yunan donanmasının istikameti Midilli'ye doğru idi. Osmanlı donanması dümen kırdı ve Yunan donanmasının yolunu kesecek vaziyette ilerlemeye başladı. Aradaki mesafe azaldı ve topçu ateşi başladı. "Averof" kruvazöründen atılan bir top mermisi ile amiral gemisi "Barbaros Hayreddin" vuruldu. Osmanlı gemilerinin neredeyse tamamı "Averof" kruvazörünü hedefledi. Fakat Osmanlı gemileri, diğer Yunan gemilerinden ağır hasar almaya başladı. "Barbaros Hayreddin"de yangın başladı. Osmanlı savaş gemileri ise ciddi bir isabet kaydedemiyordu. Ramiz Bey, donanmanın rotasını değiştirdi ve ateş gücü bakımından güçsüz "Mecidiye", düşmanın en ön safına geldi. "Turgut Reis", onlarca isabet almış ve yanmakta olan amirallik gemisinin önüne geçerek "Barbaros Hayreddin"'i batmaktan kurtardı. "Averof", bu sefer de "Turgut Reis" zırhlısını topçu ateşi altına aldı ve "Turgut Reis" ağır hasar gördü. İsabet alan Osmanlı gemilerinin hızı giderek düşüyordu. Savaşın son aşamalarında, "Averof" kruvazörünün kaliteli mermileri tükendi, Osmanlı gemileri tarafından her an batırılabilirdi. Fakat Osmanlı gemileri de ağır zayiat vermişti. Saat 14.50'de, iki taraf ateşi kesti ve savaş kesin Yunan zaferiyle sona erdi. "Barbaros Hayreddin" 31, "Turgut Reis" 25 isabet almıştı; onarılmaları gerekiyordu. Personel kaybı ise toplamda 41 ölü ve 98 yaralı asker idi. Buna karşılık Yunan personel kaybı 1 yaralı idi. Osmanlı donanması, "Averof" kruvazörünün ateş gücü ve hız bakımından oldukça üstün olduğunu bilmekte idi. "Averof" kruvazörünü başka bir yerde oyalayarak Yunan donanmasını ezmeye dayanan bir plan hazırlandı. Bu plan uyarınca Rauf Bey komutasındaki "Hamidiye", Akın Harekatı'nı 24 Ocak 1913 tarihinde başlattı. "Hamidiye", "Averof" kruvazörünü üz
erine çekecekti ve "Averof" kruvazörünün yokluğundan faydalanan Osmanlı donanması da taarruz edecekti. Ayrıca "Hamidiye", Balkan devletlerinin deniz ulaşımını durdurmakla görevlendirildi. Gece karanlığından faydalanan "Hamidiye", sorunsuz bir şekilde denize açıldı. 25 Ocak günü saat 12.30'da "Hamidiye", bir Yunan askeri üssüne taarruz etti. Bölgedeki barut fabrikası ağır hasar aldı, ardından kıyıda demirli vaziyette bulunan "Makedonya" isimli gemi batırıldı. "Hamidiye", beklenmeyen bir hareketle Adriyatik Denizi'ne yöneldi. Ardından kömür ikmali için Doğu Akdeniz'e geçti ve 28 Ocak'ta Beyrut limanında demir attı. Gerekenden çok az kömür alındı ve yola devam edildi. İstanbul ile güçlükle iletişim kuran Rauf Bey, Arnavutluk üzerine harekat için emir aldı. 6 Şubat'ta yola çıkan "Hamidiye", 14 Şubat günü Malta'dan kömür ikmali yaptı ve Akdeniz'e açıldı. Arnavutluk'taki Osmanlı birliklerine yardım için 6 Mart günü Tartus yakınlarındaki Ervad adasından cephane yüklendi. Arnavutluk'a doğru yol alan "Hamidiye", denizde "Leros" isimli bir Yunan ticaret gemisine rastladı. Geminin mürettebatı esir alındı ve gemi batırıldı. Bu mürettebatlar sorgulandı ve Yunan donanmasının konumu öğrenildi. Kuzey Arnavutluk'taki Şingin Limanı'na gelen "Hamidiye", cephane yardımı yapan altı Yunan gemisini yakaladı ve hepsini tahrip etti. Bundan sonra "Hamidiye" kruvazörü, Doğu Akdeniz'e hareket etti ve Hayfa'da kömür ikmali yaptı. Taşınamayan cephaneler ve paralar Beyrut'ta bırakıldı, oradan kara yolu ile gönderilecekti. "Hamidiye", İstanbul'la iletişim kurmak için Alanya'ya hareket etti ve 28 Mart 1913 tarihinde Alanya'ya başarıyla ulaştı. Bu arada, üç Yunan muhribi yola çıktı ama yetişemedi; 17 Nisan'da "Mihali" isimli Yunan yardımcı kruvazörü batırıldı. Alanya'dan cephane alındı. Doğu Akdeniz'e Yunan gemileri gelince, "Hamidiye" Süveyş Kanalı yolu ile Kızıldeniz'e geçmek zorunda kaldı. Burada onarım çalışmalarından geçti, 18 Temmuz 1913 tarihinde Balkan Savaşları sona erdi ve Rauf Bey'e geri dönmesi için emir verildi. 7 Eylül 1913 tarihinde "Hamidiye", Yeşilköy kıyılarına geldi ve sevinç gösterileriyle karşılandı. Ardından Dolmabahçe Sarayı önüne gelinerek top atışları ile padişah selamlandı. Osmanlı Devleti, 1909 yılında bir donanma programı başlattı ve program uyarınca Birleşik Krallık'a bir adet dretnot sipariş edildi. Bu dretnotun "Reşadiye" ismiyle donanmaya katılması beklenmekte idi. Bu arada Brezilya, Birleşik Krallık'a "Rio de Janeiro" isimli bir savaş gemisi sipariş etmiş ancak daha sonra vazgeçmişti. Osmanlı Devleti, böyle büyük bir geminin Yunanistan'ın eline geçmesinden endişe duyarak söz konusu geminin siparişini devraldı, "Sultan Osman" ismiyle donanmaya katılması kararlaştırıldı. Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları, taksitlerin ödenmesini olumsuz etkilediyse de iki dretnot 1913 yılında denize indirildi. Osmanlı Devleti, tüm taksitleri ödedi. Gemilerin Temmuz 1914'te teslimi beklenmekte idi, Osmanlı basınında bu büyük savaş gemilerinin sık sık fotoğrafları yer almakta idi. Taksitlerin ödenmesinde büyük pay sahibi olan Donanma Cemiyeti, gemilerin Osmanlı Devleti'ne satılmasını olanaklı kılan yabancı kişilerin madalya ile ödüllendirilmesine karar verdi. Osmanlı Devleti'nin bu dretnotları satın alması, Yunanistan'da tepkilere sebep oldu ve Başbakan Venizelos eleştirildi. Rusya da bu dretnotların Osmanlı Devleti'ne satılmasından rahatsız oldu. 29 Nisan 1914 tarihinde Osmanlı Devleti, "Fatih" isimli bir zırhlı savaş gemisi, 3.550 tonluk iki adet kruvazör, 1.000 tonluk dört adet muhrip ve iki adet denizaltıyı Armstrong-Vickers Şirketine sipariş etti. Bu siparişin toplam bedeli 3.972.000 sterlin idi. Aynı zamanda, Fransa'ya altı adet muhrip ve iki adet denizaltı sipariş edildi, bunun toplam bedeli ise 4.760.00 Fransız frangı idi. Birleşik Krallık ve Fransa, gemilerin teslimine dair hukuki güvence verdi. Gemilerin yapımı, gönderilen Osmanlı heyetleri tarafından incelenmekte idi ve raporlar gönderiliyordu. Fakat "Reşadiye" ile "Sultan Osman" dretnotlarının teslimatı gecikti. Buna rağmen gemilerin teslim edileceği açıklandı ve Osmanlı Donanması, dretnotlara herhangi bir Yunan saldırısı olmasın diye Ege'ye açılarak beklemeye koyuldu. 3 - 4 Ağustos 1914 tarihlerinde Fransa ve Birleşik Krallık, Almanya'ya karşı savaşa girdi. Britanya, 20. yüzyılda güçsüz bir devlet haline gelmiş Osmanlı Devleti ile askeri ortaklık kurmadı. 2 Ağustos günü, Almanya'nın Birleşik Krallık ve Fransa ikilisiyle savaş başlatmasına bir gün kala, Osmanlı - Almanya askeri ittifakı kuruldu, bu askeri ittifak gizli tutuldu. "Sultan Osman" ve "Reşadiye" dretnotlarının Osmanlı Devleti'ne devredilme vakti gelmişti, 1 Ağustos 1914 tarihinde dretnotlara Osmanlı bayrağının çekileceği belirtildi. Fakat bundan iki gün önce, 30 Temmuz 1914 tarihinde dönemin Birleşik Krallık Bahriye Bakanı Winston Churchill, bu dretnotların Osmanlı Donanmasına katılmasından duyduğu şüphe sonucunda gemilere el koyma kararı almıştı. 27 Temmuz günü "Reşit Paşa" vapuru ile gemileri teslim almak üzere yola çıkan Osmanlı bahriyelileri, 1 Ağustos'ta geminin son taksini ödedi ve aynı gün saat 14.30'da gemilere fiilen el konuldu. Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa, Britanyalı yetkililerle görüştü ve geminin teslimini istedi. Britanyalı yetkililer, gemilere "geçici" olarak el konulduğunu ve paranın da güvende olduğunu söyledi. Fakat gemilerin ne zamana kadar Kraliyet Donanması'nda kalacağına dair bilgi verilmedi. Bu olay Osmanlı hükûmeti tarafından şiddetle protesto edildi. Gemilerin teslimi için alternatifler sunuldu, Birleşik Krallık hepsini de reddetti. Dretnotlara el konulması Osmanlı basınında geniş yer buldu ve bazı Osmanlı gazeteleri, Britanya'yı korsanlıkla suçladı. New York'ta Müslümanların oluşturduğu bir kalabalık, Britanya'yı protesto etti ve gemilerin teslimi için çağrı yaptı. İstanbul Birleşik Krallık Maslahatgüzarı Beaumont, Osmanlı halkında kuvvetlenen Britanya düşmanlığından endişe duydu, gemilerin savaş bitince teslim edileceğine dair Birleşik Krallık'tan bir tebligat istedi. Bu arada Alman "Goeben" ve "Breslau" zırhlıları Osmanlı Devleti'ne sığındı. Eğer Osmanlı Devleti tarafsız ise bu gemileri deniz hukuku gereğince kara sularından bir gün içinde çıkarmalıydı. Rusya, Osmanlı Devleti'nin tarafsız tutumunu sürdürmesini istiyordu ve bu tutumun devam etmesi için bir garanti belgesinin verilmesini diğer müttefiklerine teklif etti. Churchill, bir torpidobot filosu ile İstanbul'a baskın yapılarak iki Alman zırhlısının batırılmasını teklif ettiyse de Horatio Herbert Kitchener bunu reddetti. Osmanlı Hükümeti, deniz hukukuna uymak niyetinde idi ancak gemileri de Britanya'ya teslim etmek ve Almanya ile dostluğunu bitirmek istemiyordu. Sonuç olarak, iki Alman zırhlısının subayları ile anlaşıldı ve subaylar, Osmanlı donanmasına katılmayı kabul etti. Osmanlı Devleti, iki zırhlıyı 80 milyon mark karşılığında satın aldığını duyurdu; gemilerin isimleri "Yavuz" ve "Midilli" olarak değiştirildi, personeline Osmanlı üniformaları giydirildi. Gemiler hiç para verilmeden Osmanlı Donanmasına geçmişti ancak deniz hukukuna uymak için satın alındığı söylenmişti. Osmanlı halkı, Britanya'nın el koyduğu iki dretnot karşılığında bu iki yeni savaş gemisinin gelmesini sevinçle karşıladı ve Almanlara duyulan sempati büyüdü. Mart 1914'te İstanbul'a çıkarma yaparak işgal planları hazırlayan Rusya, "Yavuz" ve "Midilli" savaş gemileri sebebiyle bu planından vazgeçti. 6 Eylül 1914 tarihinde, donanmada ıslahat için görev yapan Britanyalı subaylar Osmanlı Devleti'ni terk etti. 18 Ağustos 1914 tarihinde "Yavuz" ile "Midilli" savaş gemilerinin komutası Amiral Souchon'a verildi. Donanmanın ıslahatından sorumlu Alman heyetin başında olan Amiral Souchon, donanmadaki birçok makama Alman subayları getirdi, gereksiz personeli donanma dışı bıraktı, donanmada talim başladı. Souchon, Osmanlı savaş gemilerindeki geri kalmışlığı gördü ve Britanya ıslahat heyetinin bu durumu kasten devam ettirdiğini beyan etti. Donanmadaki filoları düzenleyen Souchon, teknik problemleri olan "Mesudiye" savaş gemisini su üstü bir savunma platformu olarak Çanakkale Boğazı'nda görevlendirdi. Almanya'dan subay, askeri teçhizat ve mayın getirtti. Boğaz savunma sistemlerinin komutanlıklarına da Alman subaylar yerleşti. Aynı zamanda tersanelerde çalışmalar yapılarak tüm Osmanlı savaş gemilerini onarabilecek sistemler kuruldu, tersanelere de Alman askerler yerleştirildi. Alman heyeti, gemilerdeki birçok silahın kasten Britanya heyeti tarafından gizlice kullanılamaz hale getirildiğini gördü. Souchon, süratle gemilerin bakımını yaptırdı ve Osmanlı personeli eğitildi. Padişah V. Mehmed'in huzurunda 17 Eylül günü donanma geçit töreni yaptı, Souchon donanmanın savaş için hazır olduğunu düşünüyordu. "Yavuz" ve "Midilli" zırhlılarının Alman personeli, memleketlerinden ilk mektuplarını da bu zamanda aldı. Alman personel, savaşa girmek istiyordu. 12 Ekim 1914 tarihinde Souchon, personelin deniz şartlarında talimini uygun görerek bir Osmanlı filosu ile Karadeniz'e açıldı. Fakat Bahriye Nazırlığı'nda izin almadan denize açıldığı için filonun geri dönmesi emredildi, Souchon birçok savaş gemisini geri gönderdi ama "Yavuz" ile "Midilli" savaş gemilerinin bulunduğu diğer kısım denizde talimlere devam etti. 22 Ekim günü Harbiye Nazırı Enver Paşa, Amiral Souchon'a Rus donanmasının imha edilmesini gizlice emretti. Ortada herhangi bir savaş ilanı yoktu. Rusya, Enver Paşa'nın savaş niyetlisi olduğuna dair bilgi edindi. Enver Paşa, karada yapılacak taarruzlara ve askeri hareketlere dair bir emir yazısını da hazırlamıştı. Souchon, Enver Paşa'nın emrettiği gibi kapsamlı bir taarruz yerine savunmada kalıp gözdağı verme amaçlı taarruzlarda bulunmayı uygun buldu; zira Alman zırhlılarının kaybından ve Karadeniz'de kesin Rus hakimiyeti kurulmasından endişe ediyordu. "Yavuz", Karadeniz'deki tüm Rus savaş gemilerinden sürat ve ateş gücü bakımından üstündü. "Midilli"'nin ise ateş gücü bakımından zayıflığı vardı. 28 Ekim 1914 tarihinde Osmanlı filosu, emre uyarak Karadeniz'deki Odesa ve S
ivastopol limanlarını topa tuttu. 6 Kasım 1914 tarihinde "Berk-i Satvet" ile yola çıkan "Yavuz" zırhlı savaş gemisi, Zonguldak'ın Rus donanması tarafından topa tutulması üzerine bölgeye geldi ve İstanbul açıklarında demirledi. İstanbul'un bir deniz saldırısına uğramasından endişe ediliyordu. Üç Osmanlı birliği, deniz yoluyla Trabzon'a götürüldü ve "Midilli"nin de aralarında bulunduğu birlik bu gemileri korudu. Birlikler başarıyla Trabzon'a ulaştıktan sonra "Midilli", 9 Kasım'da Poti'yi bombaladı ve "Hamidiye" ile İstanbul'a geri döndü. Rus Karadeniz Donanması, beş zırhlı, iki kruvazör ve on iki torpidobot ile 17 Kasım'da Trabzon limanına taarruz etti. "Yavuz" ve "Midilli", Rus donanmasını yakalamak üzere aynı gün Karadeniz'e açıldı. Ertesi gün, Balaklava açıklarında Rus donanmasına yetişildi. Sisli bir havada muharebe başladı, beş Rus gemisi "Yavuz" kruvazörünü hedef aldı ve "Yavuz" ağır hasar alarak çatışmadan geri çekildi. Fakat Rus amirallik gemisi "Evstafi" de ağır hasar aldı; 33 ölü ve 35 kayıp verdi. Amiral Souchon, "Hamidiye" kruvazörüne Batum'un bombalanmasını emretti ve emir yerine getirildi. 5 Aralık'ta Rize'ye takviye birlik ve teçhizat götüren dört nakliye gemisini korumak üzere "Midilli" görevlendirildi. "Yavuz", "Berk-i Satvet" ve "Peyk-i Şevket" savaş gemileri ise uzaktan takip etmekte idi, Enver Paşa da "Yavuz" muharebe kruvazöründe bulunuyordu. Birlikler Rize'ye ulaştırıldıktan sonra, 10 Aralık'ta Batum bombalandı. Bu bombardıman, daha çok bir gövde gösterisi niteliğindeydi. 26 Aralık'ta İstanbul boğazı önlerinde iki mayına çarpan "Yavuz", ağır hasar aldı. Gemi 2000 ton su aldı, su çekimi bir metre arttı ancak yüzmeye devam edebildi. Onarım için gerekli personel ve teçhizat Osmanlı Devleti'nde bulunmuyordu, Almanya'dan getirtilen deneyimli personel ve teçhizat ile süratli çalışmalar yapıldı, onarım çalışmaları 1 Mayıs 1915 tarihinde bitirilebildi. Bu süreçte, Osmanlı Devleti'nin Karadeniz ulaşımı güvenliği sarsıldı. "Yavuz" muharebe kruvazörünün yara aldığına dair söylentiler çıktı, bu söylentilerin asılsız olduğunu göstermek üzere 13 Ocak'ta "Yavuz" Karadeniz'e açıldı ve nakliye gemilerinin güvenliğini sağladı. Bu görevde Rus gemileri ile çatışmaya girmedi, 16 Ocak 1915 tarihinde geri döndü. Osmanlı orduları, Kafkas cephesinde yenilgiye uğradı. Başkomutanlık, deniz yolu ile takviye istedi, fakat "Yavuz"'un onarımda olması sebebiyle deniz ulaşımı oldukça tehlikeli idi, Amiral Souchon bu durumu belirtti ve deniz yolu ile takviyeden vazgeçildi. 27 Ocak'ta iki Rus savaş gemisi, "Hamidiye" kruvazörünü takibe aldı. Onarımı henüz bitmemiş "Yavuz", yeniden denize açıldı ve "Hamidiye" olası bir saldırıdan kurtuldu. 7 Şubat'ta "Yavuz" tekrar Karadeniz'e açıldı. Osmanlı istihbaratı, Odessa'da yirmiye yakın nakliye-ticaret gemisinin bulunduğunu bildirdi. Başkomutanlık, bu gemileri imha etmek üzere "Hamidiye" ile "Mecidiye" kruvazörlerini ve dört diğer muhribi görevlendirdi. "Yavuz" ve "Midilli" ise Sivastopol'a taarruz edecekti. 1 Nisan 1915 tarihinde filo denize açıldı. 3 Nisan günü saat 06.40'ta Odessa önlerine gelen "Mecidiye", bir mayına çarptı ve denize oturdu. Rusların eline geçmemesi için gemi tahrip edildi, saldırı iptal edildi. 26 personelini kaybeden filo, İstanbul'a geri dönmek zorunda kaldı. Aynı gün, geri dönüş yolunda Rus "Vostochnaia" ve "Swesta" ticaret gemileri batırıldı. Ardından, saat 11.10'da "Yavuz" ile "Midilli", bir kruvazörlük ve sekiz muhriplik bir Rus filosu ile karşılaştı. Kısa süreli muharebe yaşandı, Osmanlı tarafı herhangi bir isabet almadı ama bir Rus muhribi üç isabet alarak safdışı bırakıldı. Ardından iki taraf ateşi kesti ve muharebe sona erdi, 4 Nisan'da tüm Osmanlı gemileri İstanbul'a geri döndü. 2 Mayıs'ta Rus filosunun İstanbul önlerinde olduğu tespit edildi, 6 Mayıs'ta "Yavuz", "Midilli" ve "Hamidiye" sefere çıktı ancak Rus gemileri bulunamadı, 8 Mayıs'ta geri dönüldü. 9 Mayıs'ta Rus donanması, Karadeniz Ereğli'sine taarruz etti ve çıkarma girişiminde bulundu. "Yavuz" alarma geçti ve bölgeye yetişti, Rus donanmasını uzaklaştırdı. Bir gün boyunca bölgede nöbet bekleyen "Yavuz", envanterinde muhriplerin ve mayın tarama gemilerinin bulunduğu bir Rus filosunun İstanbul Boğazına yol aldığını öğrendi. 10 Mayıs'ta yapılan muharebe sonucunda "Yavuz"un bir adet 150 mm'lik topu ve bir adet torpidosu ağır hasara uğradı, burun kısmına iki adet güçsüz darbe aldı. "Evstafi", üç isabet ile ağır hasar aldı. Muharebenin ardından "Yavuz", saat 13.25'te İstanbul'a geri döndü. 18 Temmuz 1915 tarihinde "Midilli", mayına çarptı. Karadeniz ulaşımının güvenliği için ilk önce "Hamidiye" görevlendirildi, fakat Rus donanmasına karşı zayıf kaldığından dolayı bu göreve "Yavuz" getirildi. Bu görevde "Yavuz", 1915 yılının sonuna kadar sekiz defa Karadeniz'e çıktı. Fakat Rus donanması, özellikle kömür nakliyatını engellemekte idi. Osmanlı Devleti, bu sebeple çok sayıda kömür taşıyan gemisini kaybetti. 6 Eylül 1915 tarihinde Bulgaristan Krallığı, İttifak Devletleri yanında savaşa girdi. Rus donanmasının Varna'ya çıkarma yapmasını önlemek üzere 13 Ekim'de Köstence ile Varna önlerinde "Yavuz" muharebe kruvazörü görev yaptı. 1916 yılında "İmperatritsa Mariya", denize indirildi ve Rus donanmasına katıldı. İstanbul Boğazını herhangi bir deniz saldırısına karşı korumak için boğaz tahkimatları güçlendirildi. Rus donanması, Karadeniz nakliyatını durdurmak için 28 Ağustos'ta mayınlama çalışmalarına başladı ve 30 Eylül'e kadar 1656 adet mayın bırakıldı. Osmanlı Donanması, bu mayınların çeyreği kadarını etkisiz hale getirmeyi başardı. 7 Ocak'ta kömür taşıyan "Karmen" isimli gemi, Rus donanması tarafından batırıldı. Harekete geçen "Yavuz", 8 Ocak saat 08.23'te Rusların iki muhribi ve "İmperatritsa Mariya" zırhlı savaş gemisi ile karşılaştı. Saat 09.40'ta muharebe başladı; "Yavuz" geri çekildi. Bundan sonra aylarca limanda bekleyen "Yavuz", 3 Temmuz 1916 tarihinde tekrar denize açıldı ve 4 Temmuz günü Tuapse'yi topa tuttu. Limana ve petrol tesislerine zarar verildi, iki adet nakliye gemisiyle beraber birçok küçük gemi batırıldı. 1917 yılında, Rusya'da devrim oldu ve 17 Aralık 1917 tarihinde ateşkes imzalandı. Böylece Karadeniz'de Rus donanması ile olan savaş sona erdi, mayınların temizlenmesine başlandı. 9 - 10 Ağustos 1917 tarihlerinde İmroz'dan kalkan Britanya uçakları, İstinye önlerinde olan "Yavuz"a taarruz etti. "Yavuz", herhangi bir hasar almadı fakat "Yadigar-ı Millet" muhribi battı. Bundan sonra İstinye'ye uçaksavar topları yerleştirildi ve muhabere imkânı geliştirildi, Çanakkale'den gelen ihbar ile artık İstanbul her an hava saldırılarına karşı hazırlanabiliyordu. Amiral Souchon, Alman Açık Deniz Donanmasının 4. Kruvazör Filosu komutanlığına getirildi ve 4 Eylül günü görevini Rebeur von Paschwitz'e devretti. 15 Ekim'de Alman İmparatoru II. Wilhelm, "Yavuz" zırhlısı ile İstanbul'a gelerek Osmanlı Devleti'ni ziyaret etti. 1918 yılına gelindiğinde, Karadeniz'deki savaş sona ermişti ve "Yavuz" ile "Midilli" savaş gemileri limanda beklemekte idi. Bu arada, Çanakkale Savaşı'nda yenilmiş İtilaf kuvvetleri, İmroz adasını bir üs olarak kullanmakta idi ve Paschwitz, adaya taarruz ederek İtilaf gemilerini batırmayı planladı. Paschwitz, Cemal Paşa ile Enver Paşa'ya açıkladığı planında hedeflerinin İtilaf kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğratmak, ablukayı hafifletmek, Filistin Cephesine denizden yardım götürebilmek ve Osmanlı halkının moralini yükseltmek olduğunu söyledi. Cemal Paşa boğazdaki mayınlardan söz edince de mayınların nerede olduğunu bildiğini ve bu sebeple de herhangi bir tehlike teşkil etmediğini söyledi. Planın diğer safhası ise, bir Alman denizaltısının Mondros Limanı önlerinde gizlice beklemesi idi, İmroz'a taarruz yapılınca Mondros'tan çıkıp yardıma gelen İtilaf gemileri bu denizaltı tarafından vurulacaktı. Plan onaylandı, Paschwitz, denizden taarruz yapılırken Çanakkale'den de hava desteği alınmasına karar verdi. Taarruza "Yavuz", "Midilli", "Muavenet-i Milliye", "Numune-i Hamiyet", "Samsun" ve "Basra" savaş gemileri katılacaktı. Bu arada Liman von Sanders, ele geçirilmiş bir Britanya haritasını Paschwitz'e ulaştırdı. Haritada, Britanya mayınlarının yerleri gösterilmekte idi. Paschwitz, planını bu haritaya göre düzenledi, fakat harita su çekimi düşük gemiler için çizilmişti. 20 Ocak 1918 tarihinde, "Yavuz" ile "Midilli" boğazdan çıktı. Saat 05.55'te ilk mayın infilakını yaşayan "Yavuz", Paschwitz'e hasarın tehlikesiz olduğunu bildirdi ve harekata devam etti. Saat 07.00'de iki gemi birbirinden ayrıldı, "Yavuz" Kefalo limanına; "Midilli" ise Kuzu limanına taarruz etti. İki taarruz da başarılı oldu; "Yavuz" limandaki telsiz istasyonunu etkisiz hale getirdi ve çok sayıda nakliye gemisini imha etti, "Midilli" ise HMS "M28" ile HMS "Lord Raglan" muhriplerini batırdı ve limandaki yapılara hasar verdi. HMS "Tigress" ve HMS "Lizard" muhripleri, uzaktan izlemekle yetindi. Britanya Osmanlı taarruzunu tüm gemilere bildirdi. "Midilli" kendisine yönelen topçu ateşini başarıyla püskürttü. Paschwitz, harekatın başarılı olduğunu öğrendi ve gemilerin Mondros'a yönelmesini emretti. "Yavuz" ile "Midilli" emre uydu, fakat tam mayın tarlasının sınırına geldiler. İki Britanya muhribi ve iki Britanya uçağı, gemileri takip etmeye başladı. "Midilli"nin uçaksavar sistemleri yoktu, bu sebeple Paschwitz, "Midilli"nin "Yavuz"un pruvasına geçmesini emretti. Emre uyan "Midilli", "Yavuz"un pruvasına geçerken mayına çarptı. Patlamanın etkisiyle "Midilli"nin çalışabilir halde tek motoru kaldı. Britanya muhripleri ve uçakları ile muharebe devam ederken, Osmanlı personeli suya baktıklarında etraflarının mayınlarla çevrili olduğunu gördü. "Midilli"ye yardım için yönelen "Yavuz" mayına çarptı; bu çarpılan ikinci mayın idi ve geminin cayrosu tamamen bozuldu. "Midilli", art arda mayınlara çarptı, şiddetli patlamalar sonucunda hareket kabiliyetini tamamen kaybetti. Albay von Hippel, geminin terk edilmesini emretti ve saat 09.07'de "Midilli" kıç üzerine dik vaziyette battı. Bu arada boğazdan yardım için gelen Osmanlı muhripleri zor dur
umda kaldı; "Basra"nın kıç tarafına iki adet mermi isabet etti ve "Muavenet-i Milliye" de yoğun topçu ateşi altında geri çekildi. "Midilli"nin sağ kalan personelinden bir kısmı Britanyalılar tarafından kurtarıldı, diğer kısmı ise 8 derece suda donarak öldü. Paschwitz, "Midilli" personelini kurtarmak istediyse de çok riskli olduğundan vazgeçti. Geri çekilen "Yavuz", üçüncü defa mayına çarptı. Bütün bunlara rağmen "Yavuz" batmadı ve Nara'da kıyıya vurdu. Fakat Britanya uçakları, muharebenin yapıldığı 20 Ocak gününden 26 Ocak'a kadar sürekli olarak "Yavuz"u bombaladı. Bu süreçte Britanya uçakları 180 adet bomba attı ancak sadece ikisi isabet etti. "Turgut Reis"in yardımıyla kurtulan "Yavuz", 27 Ocak'ta Dolmabahçe önlerinde demirledi. İmroz Deniz Muharebesi sonucunda Osmanlı donanması "Midilli" kruvazörünü kaybetmiş, "Basra" muhribi de ağır hasar almıştı. Çok sayıda personel kaybedildi, Almanların 5 subayı ve 167 eri esir düştü. "Yavuz"un onarılabileceği herhangi bir havuz Osmanlı Devleti'nde bulunmuyordu. 3 Mart 1918 tarihinde imzalanan Brest Litovsk Barış Antlaşması ile Karadeniz'deki Rus donanmasına el konulması kabul edildi. Rus gemilerine Alman bayrağı çekildi. 2 Haziran 1918 tarihinde Sivastopol'a "Hamidiye" ile gelen hasarlı "Yavuz", şehirdeki havuzda geçici bir onarımdan geçti. 12 Temmuz 1918 tarihinde İstanbul'a geri döndü. 13 Aralık 1914 tarihinde "Mesudiye", denizaltı saldırısı sonucu battı. Bundan itibaren Osmanlı donanması, denizaltı saldırılarına karşı önlemler almaya başladı. Boğaz savunma tahkimatlarında denizaltı karakolları kuruldu. Bu karakollar, denizaltının periskopunu görünce topçu ateşine başlıyor ve denizaltıları uzaklaştırmaya çalışıyordu. İtilaf kuvvetlerinin denizaltıları, Osmanlı donanmasının bıraktığı mayınları atlatmayı başarıyordu. "Mesudiye"yi batıran HMS "B11" denizaltısı, bu mayın engellerini atlatan denizaltılardan biri idi. Bunun üzerine mayın hatları farklı derinliklerde kademeli olarak bırakılmaya başlandı. Denizaltıların boğazı geçmesini önlemek için Haziran 1915'te 2.000 metre genişliğinde bir ağın kurulması kararlaştırıldı. İlk önce 35 - 40 metre kadar derine ulaşabilen ağ, daha sonra 70 metre derine ulaşabildi. Fakat denizaltı ağı etkili olamadı, Çanakkale Savaşı boyunca ağdan 27 defa İtilaf denizaltıları girip çıktı. Bunun üzerine Ekim 1915'te ikinci ağ kuruldu. Ağları korumak üzere bazı topçu bataryalar ve gambotlar görevlendirildi, ağa herhangi bir denizaltı geldiğinde sualtı cihazları tarafından tespit edilebiliyordu. 8 Aralık 1915 tarihinde İtilaf uçakları, ağın tahribi için yüzebilen bombalar attı ancak etkili olamadı. İstanbul'un güvenliği için Galata Köprüsü'ne de benzer ağlar kurulmuştu. Osmanlı donanmasının denizaltılara karşı bir diğer savunma taktiği de, nakliye gemilerinin yanlarına sac levhalarla donatılmış mavnalar getirmek oldu. Bu sayede, denizaltıdan atılan torpidolar korunaklı mavnalara geliyor ve gemi hasar almıyordu. Marmara Denizi'nde, denizaltılara karşı nakliye gemilerinin korunması için önlemler alındı. Osmanlı Bahriye Nazırlığı su çekimi az olan gemilere torpidolar ıskalayacağı için, Şirket-i Hayriye'nin gemileri ve römorkörler tarafından çekilen mavnalar aracılığı ile nakliye işlerinin yürütülmesini emretti. Nakliye konvoylarının korunması için Çanakkale boğazının içinde "Draç" sınıfı torpido botlar, Gelibolu - Mürefte arasında "Taşoz" sınıfı muhripler ve İstanbul - Gelibolu arasında da "Yadigar" sınıfı muhripler görev yapmaya başladı. I. Dünya Savaşı esnasında denizaltılara karşı gelişmiş silahlar henüz icat olmadığı için, diğer donanmaların yaptığı gibi görülen denizaltılara topçu ateşi açılıyordu. Marmara adaları, denizaltılara karşı karakol görevi yürüten gözetleme istasyonları olarak kullanılıyordu, herhangi bir periskop veya denizaltının tamamı görüldüğünde derhal haber veriliyor, Osmanlı savaş gemileri de bölgeye gelerek denizaltılara müdahele ediyordu. Bununla beraber, Osmanlı savaş uçakları da denizaltı-savar timlerde görev yapmakta idi. Sığ sularda dalmış vaziyette olan denizaltıları görebilen uçaklar, denizaltılara hasar veremiyordu. Şirket-i Hayriye, Haliç Şirketi ve Seyrüsefain Dairesi, askeri nakliye işlemleri için birçok gemiyi ordunun emrine vermişti. 27 Nisan 1915 tarihinde Çanakkale Boğazını geçmeyi başaran Birleşik Krallık denizaltısı "E14", "Nurulbahir" gambotunu batırdı. Gemideki 3 subay ve 30 er öldü. "Zuhaf" gambotu, denizaltıyı takibe aldı, "E14" tekrar torpil saldırısı yaptı ancak isabet kaydedemedi; "E14" takipten kurtulmayı başardı. Buna misilleme olarak 30 Nisan'da "Sultanhisar" torpido botu Avustralyalı denizaltı "AE2"yi batırdı. 10 Mayıs günü "E14", İmralı Adası açıklarında ilerlemekte olan "Patnos" ve "Gülcemal" nakliye gemilerine rastladı. Konvoyu "Gayret-i Vataniye" savaş gemisi korumakta idi. Saat 20.30'da "Patnos"a torpil atıldı, torpil geminin baş kısmına isabet etti fakat ciddi hasar olmadı. "Gülcemal"e atılan torpil de isabet etti ve hasar verdi, yine de gemi İstanbul'a ulaşarak batmaktan kurtuldu. 23 Mayıs 1915 tarihinde, boğazı geçmeyi başaran başka bir Britanya denizaltısı olan "E11", "Peleng-i Derya"yı torpilleyerek batırdı. Ertesi gün Tekirdağ önlerinde cephane yüklü "Hünkar İskelesi" vapuru torpillendi. 25 Mayıs günü "E11", İstanbul Boğazına geldi ve Galata Rıhtımındaki nakliye gemilerini torpilledi. Gemiler acilen tahliye edilerek denizden nakliye emri iptal edildi. Çanakkale Savaşı esnasında 3., 4. ve 12. tümenler deniz yoluyla takviye edilmiştir. Enver Paşa, ikmal konusundaki bu problem için sahil müfettişliğinin kurulmasını önerdi ve sahil müfettişliği kuruldu. 30 Ekim'de Fransız denizaltısı "Turguoise" boğazı geçti ancak karaya oturdu. Müstecip Onbaşı'nın topçu ateşi isabetli oldu ve denizaltı İstanbul'a götürüldü. Denizaltıdaki evraklarda "E20" denizaltısının yeri gösterilmekte idi, bu bilgiler doğrultusunda "E20" batırıldı. 6 Ağustos'ta binbaşı Cevat Bey'in komutasındaki "Peyki Şevket" savaş gemisi, "E14" denizaltısı tarafından torpillendi ve ağır hasar aldı. Bundan sonra 3 Aralık 1915 tarihinde "Yarhisar" muhribi, "E11" tarafından Marmara'da batırıldı. Aralarında Almanların da bulunduğu 7 subay ve 33 er ölmüştü. 7 Mart 1915 tarihinde "Demirhisar" torpidobotu, saat 17.00'de harekete geçti. Karanlıktan yararlanarak Seddülbahir önlerindeki Birleşik Krallık - Fransa birleşik donanmasının arasından geçmeyi başardı. İlk önce İmroz yönünde ilerledi, bir gemi tarafından takip edildiyse de takip sona erdi ve "Demirhisar", rotasını değiştirdi. Bozcaada'ya taarruz etme kararı verildi ama bundan vazgeçildi. Ege Denizi'nde birkaç defa yer değiştiren "Demirhisar", İzmir Körfezi'nde bir savaş gemisine rastladı. 300 metre mesafeden atılan torpido isabet kaydedemeyince "Demirhisar" bölgeden ayrıldı. Yakıtı ve makine yağı oldukça azalan "Demirhisar" torpidobotu, Çeşme'den ikmal yaptı. 11 Mart günü saat 02.45'te bir kruvazör ile uçak gemisine rastlayan "Demirhisar", kalan tek torpidosunu attı ve torpido, uçak gemisinin pruva direği gerisinde patlayarak hasar verdi. Saat 05.00'te İzmir'e geri dönüldü. 22 Mart'a kadar bekleyen "Demirhisar", İstanbul'dan gelen kömür ve yağ ile takviye edildi. Fakat kömür kalitesizdi, bu sebeple seferden geri dönmek zorunda kalan geminin pervanesi denizin dibine temas ederek zarar gördü. 15 Nisan 1915 tarihinde onarım çalışmaları sona erdi ve "Demirhisar" denize açıldı. Ertesi gün, İskiri'nin güneyinde yaklaşan iki gemi gören "Demirhisar", gemilerden birinin ticaret, diğerinin ise savaş gemisi olduğunu tespit etti. Ticaret gemisinin derhal tahliye edilmesi için uyarı yapan "Demirhisar" torpidobotu, geminin yanındaki İngiliz muhribinin yaklaşmaya devam etmesi üzerine üç adet torpido attı. Torpidolar arızalı idi, hiçbiri isabet etmedi. Bu arada uzaktan da başka gemilerin gelmekte olduğu görüldü. "Demirhisar", geri çekildi ve hızla uzaklaşmaya başladı. Torpidoların isabet etmediği "Manitu" isimli ticaret gemisinde batırılma korkusuyla kargaşa oluştu ve 100 kadar personel boğuldu. Bölgeden uzaklaşan "Demirhisar", Sakız Adası yakınlarında teknik arıza sebebiyle 12 mil hızda ilerlemek zorunda kaldı. Güneyden de bir İngiliz muhribinin gelmesi üzerine, tarafsız konumdaki Sakız Adası'nın limanına sığınılması için "Demirhisar" rota değiştirdi. Fakat bu sırada İngiliz savaş gemileri topçu ateşine başladı. Ümidi kalmayan "Demirhisar"ın personeli gemiyi tahrip ederek karaya çıktı ve İngiliz taarruzu sona erdi. "Mesudiye"nin batırılmasına misilleme yapmak için 13 Mayıs 1915 tarihinde saat 00.30'da "Muavenet-i Milliye" muhribi harekete geçti. "Muavenet-i Milliye", gecenin karanlığından da yararlanarak oldukça yavaş bir hızda Rumeli kıyısı boyunca ilerledi. 600 ilâ 800 metre mesafeden bir İtilaf muhrip filosu görüldü, fakat İtilaf gemileri "Muavenet-i Milliye"yi farketmedi. Bu arada HMS "Goliath" zırhlısı, "Muavenet-i Milliye"yi gördü ve ışıldakları ile işaret verdi; "Goliath", geminin Osmanlı muhribi olduğunu anlamamıştı. Zırhlının 300 metre yakınına gelen "Muavenet-i Milliye", saat 01.15'te art arda üç adet torpido attı. Üçü de zırhlıya isabet etti ve "Goliath" 570 denizciyle beraber battı. SMS "Goeben" ile SMS "Breslau" Ağustos 1914'te Osmanlı Devleti'ne sığınınca, 13 ve 14 Ağustos 1914 tarihlerinden itibaren İngiliz savaş gemileri Çanakkale Boğazı önlerinde görüldü. Bölgedeki savaş riski bildirildi ve Mayın Müfreze Komutanlığının hazır olması emredildi. Bununla beraber, olası bir İngiliz saldırısı karşısında diğer birliklerin karşılık vermesi de emredildi. Boğazda kara birlikleri ve donanma ile beraber torpillerle ve mayınlarla savunma yapılması da kararlaştırıldı. Savaş öncesinde Osmanlı ordusunda görev yapan İngiliz subay Halifaks, boğazda olası bir savaş için mayın hatlarına dair plan hazırlamıştı, bu subayın planı uyarınca mayınlar bırakıldı. Mayınların denize bırakılması ve torpil savunması için "Giresun" vapuru ile "İntibah" ve "Selanik" römorkörleri, hazırlıklarını tamamladı. Sivil gemilerin geçebilmesi için Gelibolu önlerinde temiz bir saha bırakılacak şekilde 4 Ağustos 1914 tarihin
de "Selanik", 40 dakikada 22 adet mayını deniz yüzeyinin 4.5 metre aşağısında bıraktı. Mayınlar birbirine halatlar ile bağlı idi. "Goeben" ile "Breslau", 9 Ağustos'ta Osmanlı Devletine sığınınca İngiliz filosunun boğazı geçmesini önlemek için mayın hatlarının zayıf olduğu düşünüldü. 47 adet mayın daha getirildi, Halifaks planında üçüncü hatta dair bilgi yoktu. Osmanlı komutanları, bu hattı kendileri belirledi; "İntibah" römorkörü ile üçüncü mayın hattına 40 adet mayın bırakıldı. 17-19 Ağustos günlerinde 8; 1 Ekim'de de 9 mayın bırakıldı ve temiz sahalar tamamen kapatılmış oldu. Üçüncü hatta ise 24 Ağustos'ta 3, 27 Eylül'de 4 mayın takviye edildi. "Giresun", İstanbul'dan 26 mayın takviye getirdi. Bu sayede toplam 30 mayın rezerv edilmiş oldu. Bu arada iki mayın, halatların teması sebebiyle patladı. Osmanlı gemileri, şaşırtma amacıyla da şamandıralar bıraktı. 3 Eylül 1914 tarihinde "Nusret" römorkörü geldi. Ertesi gün "Nilüfer" mayın vapuru, 32 mayın daha getirdi. Rezerv edilmiş mayın sayısı 80'e yükseltildi. 24 Eylül'de "İntibah", üçüncü hattın güneyinde dördüncü hat olması için 29 adet mayın bıraktı. 1 Ekim'de aynı römorkör, beşinci hat olarak 29 mayın daha bıraktı. Bu mayınlar arasında 46 metre vardı ve derinlikleri 2.5 metre idi. 6 Kasım'da "Mersin" isimli vapur, akıntının ve rüzgarin etkisi ile mayın hatlarına girdi; kıç tarafına mayın çarptı ve gemi battı. Bu süreçte mayın hatlarında 9 mayın patlamış, 8 mayın ise halatlarından koparak sürüklenmişti. 9 Kasım 1914'te "İntibah", üçüncü hattın kuzeyinde altıncı hat olmak üzere 16 mayın daha bıraktı. Bu esnada bir mayın patladı. Altıncı hatta mayınlar arası mesafe 45 ve derinlikleri de 4 metre idi. 17 Aralık'ta "Nusret" 50 mayın bıraktı, bunlardan yedi tanesi patladı; aynı gün "Samsun", 28 mayın bıraktı. 30 Aralık'ta "Nusret", 39 mayın daha bıraktı ve mayın hattı sayısı dokuza yükseldi. 19 Şubat 1915 tarihinde İtilaf kuvvetlerinin deniz saldırısı gerçekleşti. Savaşın ardından 26 Şubat'ta onuncu hat olarak 53 mayın "İntibah" tarafından bırakıldı. Bu hattın derinliği 4 ve mayınlar arası mesafe de 40 metre idi. 7 Mart sabahı mayın bırakmak için denize açılan bir tekne, taşıdığı 6 mayından 4'ünü bıraktı fakat geriye kalan 2 mayın patladı, gemi hasar alarak geri dönmek zorunda kaldı. Bu arada İngiliz - Fransız müttefik filosu, mayın tarama girişimlerinde bulunuyor ve uçaklarla mayın hatlarını tespit ediyordu. 8 Mart günü Yüzbaşı Hafız Nazmi komutasında "Nusret" gemisi, gece karanlığında 26 adet mayını kıyılara göre eğri vaziyette denize bıraktı; müttefik donanması bunu göremedi. Müttefik donanmasının mayın tarama gemileri, Osmanlı ateşi karşısında yine boğazdan geri çekilmek zorunda kaldı. 18 Mart saldırısına kadar toplam 403 adet mayın boğaza bırakılmıştır ve bu mayınlardan bir kısmı ya patlamış ya da halatlarından koparak sürüklenmiştir. 3 Kasım 1914 tarihinde müttefik filosunun altı kruvazörü, Çanakkale tahkimatlarını bombaladı. 25 Kasım'da savaş kurulu toplandı ve 28 Ocak 1915 tarihinde Churchill'in planı kabul edildi. Plan, giriş ve orta tahkimatların imhası; mayınların temizlenmesi ve Marmara'ya girilmesi idi, 19 Şubat 1915 tarihinde müttefik filosunun harekatı başladı. Mayın tarama gemileri mayınları temizlerken, savaş gemileri ile de kıyı tahkimatlarını topa tuttular. 19 - 25 Şubat ve 26 Şubat - 17 Mart günleri arasında yapılan mayın tarama çalışmalarında herhangi bir sonuç alınamadı. Osmanlı topçuları, gemilerin dikkatini dağıtmayı başarmış ve mayınların etkisiz hale getirilmesini engelleyebilmişti. 9 Mart'ı 10'a bağlayan gece iki mayın tarama gemisi tekrar çalışmalara başladı, ancak bir gemi denizaltılara karşı koyulmuş ağa takıldı ve Osmanlı topçu ateşi sebebiyle geri çekilmek zorunda kalındı. 10 Mart gecesi iki savaş gemisi, bir kruvazör ile dört muhribin korumasında sekiz adet mayın tarama gemisi geldi. O gece, üç mayın imha edildi ancak bir mayın tarama gemisi battı. Patlamalar duyuldu ve Osmanlı topları tekrar ateşlendi. Ertesi gece bir hafif kruvazör ve muhriplerin korumasında profesyonel Fransız askerlerin mayın tarama gemileri geldi. Fakat kıyı projektörleri bir tekneyi gördü, Osmanlı topçu ateşi başlayınca Fransız filotillası geri dönmek zorunda kaldı. 12 Mart gecesi Üsteğmen Blanc komutasında Fransız filotillası tekrar geldi. Bu sefer bir mayın yakalandı ancak Osmanlı kıyılarından tekrar topçu ateşi başladı; geri dönüldü. 13 Mart gecesi savaş gemilerinin korumasında yedi adet mayın tarama gemisi boğaza geldi ve mayın tarama çalışmaları başladı. Fakat beklenenden daha güçlü bir topçu ateşiyle karşılaştılar ve yine geri çekildiler. 15 Mart gecesi yedi adet mayın imha edildi, ertesi gün yapılan çalışmalar ise başarısız oldu. 18 Mart taarruzuna az kalmıştı, uçaklarla ve gemilerle mayın hatlarının yerlerini tek tek tespit etmeye çalışan müttefik filosu, "Nusret"in 26 mayınlık hattını göremedi. Son olarak 17 Mart gecesi mayın tarama çalışmaları yapıldı ve temiz sahalar rapor edildi. İngiliz pilotları, denizdeki mayınları çok iyi bir şekilde görebiliyordu; Bozcaada'da yapılan denemeler ile tecrübelerini pekiştirmişlerdi. Müttefik filosunun amacı, fazla hasar almadan kıyı tahkimatlarını susturmak, ardından boğazdaki mayınları temizleyip 800 metre genişliğinde bir geçit oluşturabilmek idi. 18 Mart sonrası süreçte, Çanakkale Boğazı önlerine müttefik filosu tarafından 1.267 adet mayın denize bırakıldı. Bu sayede Osmanlı donanmasının olası bir çıkışı engellenmiş oldu. Aralık 1916'da müttefik filosu, İzmir Körfezine 105 adet mayın bıraktı. Boğazı korumak için kıyılarda çok sayıda top bataryası bulunmakta idi. Toplam top sayısı 230 idi fakat sadece 82'si 18 Mart saldırısında etkin olarak kullanıldı. 18 Mart günü havada sis yoktu. Saat 10.30'da HMS "Agamemnon" rehberliğinde İngiliz 1. tümeni boğaza girdi. İlk hattaki savaş gemilerinin sıralanışı batıdan doğuya HMS "Queen Elizabeth", "Agamemnon", "Lord Nelson" ve "Inflexible" idi. Bu savaş gemilerine kıyıdaki farklı tahkimatlar hedef olarak gösterilmişti. Saat 11.00'de Osmanlı topçu ateşi başladı. Müttefik filosu emre uydu ve 11.30'da karşılık vermeye başladı. Müttefik filosu, muharebenin daha ilk safhalarında isabet kaydetmeye başlamıştı. Osmanlı tabyalarından etkisiz bir şekilde karşılık verilmekte idi. Müttefik filosu komutanı John de Robeck, Fransız savaş gemilerinin en ön safa geçmesini emretti. Fransız gemileri, en ön safa geçerken Osmanlı tabyalarından gelen etkisiz topçu saldırısı şiddetlendi ve güçlü bir bombardımana dönüştü. Gizlenmiş Osmanlı bataryaları da ateşe başladı. Saat 13.10 olduğunda "Agamemnon" 12 isabet almıştı; "Agamemnon" yeni isabetler almamak için 360 derece dönerek atış yapıyordu. De Robeck, Osmanlı topçu ateşinin etkisiz olduğuna kanaat getirdi ve saat 13.45'te boğazdaki mayınların temizlenmesini emretti. Fakat Osmanlı tabyaları gemilere hasar vermeye başladı. Kısa sürede 3 mayın tarama gemisi ve 1 muhrip battı. Mayın tarama emri ertelendi, "Inflexible" muharebe kruvazöründe yangın çıktı ve "Inflexible" geri çekilmek zorunda kaldı. Saat 14.00'te Fransız savaş gemisi "Bouvet", "Nusret"in bıraktığı mayınlardan birine çarptı; gemi dumanlar içinde kalarak 602 Fransız denizciyle beraber üç dakikada battı. Saat 15.00'i geçerken Rumeli tabyalarında "Vengeance"nin bombardımanı ile yangın başladı, Rumeli ve Anadolu tabyaları topçu ateşlerini "Irresistible"nin üzerinde topladı. "Irresistible"nin bacası parçalandı, su kesiminin altından isabet aldı ve ardından mayına çarptı; gemi yan yatmaya başladı. "Wear" muhribi, gemiyi kurtarmak için geldi fakat çaresiz geri dönmek zorunda kaldı. Saat 17.50'de "Irresistible", karanlık basınca kurtarılmak üzere terk edildi. Amiral de Robeck, filonun geri çekilmesi için emir verdi. Yoğun topçu ateşi altında geri çekilen "Ocean", Seyit Onbaşı tarafından vuruldu. "Ocean", manevra kabiliyetini kaybetti ve saat 18.05'te "Irresistible"nin yakınlarında mayına çarparak dengesini yitirdi. Diğer gemilerden yardım istendi ve "Ocean"ın mürettebatı tahliye edildi. Muharebenin ardından "Irresistible" ile "Ocean" kurtarılamadı, saat 19.30'da "Irresistible", 22.30'da da "Ocean" battı. 18 Mart muharebesinde müttefik filosunun 3 savaş gemisi batmış, 4'ü de ağır hasar almıştı; bu muharebede Osmanlı donanmasının etkinliğine dair kaynak bulunamamaktadır. Çanakkale Savaşı sürecinde bazı gemilerden sökülen toplar Osmanlı müstahkem mevkilerine yerleştirildi ve boğaz savunması desteklendi. 4 Mart 1915 tarihinde boğaza destek için gelen "Barbaros Hayreddin", 5 ve 6 Mart günleri "Queen Elizabeth" dretnotunu topa tuttu. 21 adet 280 mm'lik mermi atılmıştı, "Queen Elizabeth" geri çekilmek zorunda kaldı. Bölgede "Turgut Reis" savaş gemisi de görev yapmakta idi, "Ceyhun" ve "Üsküdar" isimli vapurlar herhangi bir torpido saldırısına karşın savaş gemilerini koruyordu. "Barbaros Hayreddin", İstanbul'a geri döndü ve "Turgut Reis" görevini tek başına sürdürmeye devam etti. 12 Nisan'da "Turgut Reis", kıyıları bombalamakta olan "Lord Nelson"a ve HMS "Majestic"e topçu ateşi açtı. 24 Nisan'da Eceabat önlerinde topçu ateşi açan "Turgut Reis", ertesi gün Anzak kuvvetleri çıkarma yapınca da topçu ateşi açtı. HMS "Triumph" savaş gemisinin karşılık vermesi üzerine "Turgut Reis" geri çekildi. Bu bombardımanda İtilaf kuvvetlerinin dört nakliye gemisi vuruldu, atılan son mermi de HMS "Triumph"a isabet etti. 26 Nisan'da "Barbaros Hayreddin" de geldi, iki gemi birlikte Arıburnu'nu bombalamaya başladı ve Osmanlı kara birliklerine zaman kazandırıldı. 27 Nisan'da "Queen Elizabeth" topçu ateşine başladı, gelen bir mermi ile "Üsküdar" vapuru battı. Saros Körfezi'ni bombalamakta olan "Barbaros Hayreddin"de kaza oldu; orta tarette namlu parçalandı ve 15 kişi yaralandı. Aynı gün, Avustralyalı denizaltı HMAS "AE2" taarruz etti. Bunun üzerine "Turgut Reis" geri döndü, "Barbaros Hayreddin" görevine devam etti. 1 - 3 Mayıs günleri arasında toplam 63 mermi atan "Barbaros Hayreddin", HMS "Swiftsure"yi vurdu. 6 Mayıs'ta "Barbaros Hayreddin" İstanbul'a döndü, görevi "Turgut Reis" devam ettirdi. 15 - 18 Mayıs günlerinde "Ba
rbaros Hayreddin" tekrar destek atışlarına devam etmek üzere Çanakkale boğazında bulundu. 20 - 24 Mayıs günlerinde "Turgut Reis", bombardımana devam etti ve görevi "Barbaros Hayreddin" devraldı. Bundan sonra 5 Temmuz 1915 tarihinde "Turgut Reis"in baş taretinde namlu parçalandı; 4 er öldü ve 31 er yaralandı. 5 Ağustos 1915 tarihinde İngiliz denizaltısı HMS "E11", "Barbaros Hayreddin"i batırdı, bundan sonra "Turgut Reis"in boğazdaki destek faaliyetlerine dair kaynak bulunamamaktadır. 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros'ta ateşkes anlaşması imzalandı. Osmanlı Devleti ve müttefikleri, savaşı mağlup olarak bitirmişti. Anlaşma uyarınca boğazlar İngiliz, Fransız, Yunan, Amerikan ve İtalyan gemilerine açıldı. Boğazlardaki kıyı istihkamları müttefiklerin kontrolüne geçti ve mevcut toplar tahrip edildi. Anlaşmanın 6. maddesi uyarınca Osmanlı donanmasının tüm gemileri müttefiklerin kontrolüne geçti, savaş gemilerinin teçhizatı söküldü ve personeli terhis edildi. Buna rağmen bazı gemiler kaçırıldı ve Kurtuluş Savaşı için nakliye görevi icra edildi. Müttefik devletleri, Kurtuluş Savaşı için herhangi bir nakliye işini engellemek için kapsamlı bir abluka başlattı. Fakat müttefik devletleri arasında olan çıkar çatışmalarından yararlanılıyor ve zor da olsa nakliye işi yapılıyordu. Zonguldak, Amasra, Ereğli, Samsun, Sinop gibi yerlerde gözetleme istasyonları kuruldu. 1920 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu ve 24 Ağustos'ta Rusya ile askeri yardım anlaşması imzalandı. Rusya'dan bu yardımları getirmek üzere Millî Savunma Bakanlığı'na bağlı olarak Umur-ı Bahriye Müdürlüğü kuruldu. Bu müdürlüğün elinde az sayıda küçük gemi ve personel bulunuyordu. Fakat müttefik gemileri Karadeniz'i ciddi anlamda kontrol ediyor, yakaladıkları gemileri uyarmadan batırıyor ve kıyıları bombalıyordu. Karadeniz'deki nakliye için Samsun'da, Akdeniz'deki nakliye için de Antalya'da liman reislikleri kuruldu. Haliç'te müttefikler tarafından tutulmakta olan "Aydınreis" ve "Preveze" gambotları, TBMM'nin donanmasına katıldı. Bunun ardından "Rüsumat" adlı bir vapur da TBMM'nin donanmasına kendi rızasıyla katıldı. Kasım ayında 1300 tonluk bir şilebe el konularak donanmanın taşıma gücü arttı ve şilebe "Şahin" adı verildi. Donanma, Sovyet Rusya'dan silah getirmekte idi. "Gazal" römorkörü, Tuapse'den yüklediği 564 Alman mavzeri, 494 sandık cephane ve 586 kasaturayı 20 Ekim 1920 tarihinde Trabzon'a getirdi. 4 Kasım'da "Rüsumat" vapuru Trabzon'a ulaştı ve 632 mavzer, 1180 sandık cephane, 615 kasatura getirildi. "Rüsumat" 1 Aralık'ta Tuapse'den 438 tüfek, 412 sandık cephane ve 378 kasatura daha getirdi. İngilizler bu nakliyeyi engellemek istiyordu ancak TBMM kuvvetleri önlem almıştı. Aralık 1920'ye kadar Tuapse'den toplamda 3387 tüfek, 3590 kasatura ve 3624 sandık cephane getirilmiştir. Trabzon'a getirilen bu silahlar, İnebolu'ya taşınıyor ve oradan da TBMM ordusuna geçiyordu. 1921 yılında, nakliyenin doğrudan İnebolu'ya yapılması kararlaştırıldı. Trabzon'daki İngiliz kuvvetleri ve İngiliz yandaşları, nakliye işini oldukça tehlikeli bir hale getirmişti. Bu arada Ruslar "Şahin" silebine el koydu ve gemi ancak Nisan 1921'de geri alınabildi. İstanbul'a ilerleyen "Petros" adındaki 180 tonluk Yunan vapuru, teknik arızalar sebebiyle Trabzon'a geldi ve 13 Mart 1921 tarihinde gemiye el konularak "Batum" adı verildi. "Batum" vapuru, Umur-ı Bahriye Müdürlüğü'ne bağlı olarak nakliye filosuna katıldı. Trabzon'daki nakliye komutanlığı önce binbaşı Nazmi Bey tarafından yönetilmekte idi, yerine binbaşı Fahri Aczi Bey atandı. Gözetleme istasyonlarının raporları, reisliklerin sağladığı koordinasyon bilgileri sayesinde Karadeniz'deki nakliyat ciddi bir zayiat verilmeden yürütülmekte idi. "Alemdar" römorkörü Ocak 1921'de İstanbul'dan kaçmayı başardı ve nakliye filosuna katıldı. Bu gemi sebebiyle Fransa ile TBMM arasında bir anlaşma yapıldı ve böylece TBMM, Fransa tarafından tanınmış oldu. 29 Ekim'de "Alemdar", Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Komutanlığı envanterine katıldı ve Umur-ı Bahriye Müdürlüğü daha da güçlenmiş oldu. Müttefik devletlerin Karadeniz'deki limanları kapsamlı bir şekilde ablukaya alması ve keşif harekatları yapmasına rağmen Sovyet Rusya'dan askeri teçhizat getirilmeye devam edildi. Cephanelerin müttefik kuvvetlerin eline geçişini önlemek için, gemilerin olası bir saldırıda müttefiklere teslim olmak yerine batırılması da emredildi. Birinci İnönü Muharebesi kesin Yunan yenilgisi ile sonuçlanınca müttefik devletler, Karadeniz'deki lojistik desteğin tamamen çökertilmesi için Yunanistan Krallığı'na olan yardımlarını arttırdı. Bir İngiliz muhribi, "Gazal" römorkörünü batırmak için yanaşırken mayına çarptı. Bundan itibaren İngiliz - Fransız savaş gemileri, Karadeniz'deki ablukayı hafifletti ve kıyılara fazla yaklaşmamayı tercih etti. 26 Mart 1921 tarihinde Yunanistan kapsamlı bir abluka başlattı; Karadeniz'de askeri teçhizat taşıyan tüm gemilerin korsan muamelesi göreceği ilan edildi. "Averof" ile "Elli" savaş gemileri, sekiz muhrip ve iki yardımcı gemi bu ablukaya katıldı. Yunan ablukası, Kurtuluş Savaşı bitene kadar devam etmiştir. Buna rağmen başarılı bir şekilde nakliye işleri devam etti, Karadeniz nakliyesi sayesinde takviye edilen 3. Kafkas tümeni batı cephesine kaydırıldı. Gemiler fırtınalı, sisli havaları genellikle tercih ediyor ve böylece Yunan gemilerine yakalanmıyordu. 9 Haziran 1921 tarihinde birkaç Yunan savaş gemisi, İnebolu'yu topa tuttu. Bunu 20 Temmuz'da Sinop ile Trabzon, 22 Temmuz'da tekrar Sinop ve 30 Temmuz'da da tekrar İnebolu izledi. Yine de Yunan donanması etkili bir saldırı yapamamıştı. Karadeniz nakliyatı, Deniz Yolları Kurumuna (Seyr-ü Sefain Dairesi) ve ticari kuruluşlara ait gemilerle, şahsi küçük teknelerle de yapılmakta idi. Tekâlif-i Milliye Emirleri doğrultusunda, 8 Ağustos 1921'de verilen emir ile sivil tekneler 100 millik mesafede orduya destek için mal taşımakla görevlendirildi. Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde Rusya'dan 32 adet top getirildi ve muharebede bu toplar kullanıldı. TBMM resmi makamları, bu denizcilere teşekkür ettiğini yazılı belgeler ile bildirmiştir. 1922 yılında, Büyük Taarruz için hazırlıklar başladı ve Rusya'dan iki adet gambot satın alındı. Marmara'da, Ege'de ve Akdeniz'de daha aktif olunması kararlaştırıldı. 1922 yılı başında 11 ton barut, 51.2 ton mermi, 11 ton mühimmat, 80.5 ton bomba, 200 mayın, 6 adet top, 166 ton topçu mühimmati getirildi; bu nakliye işlemleri "Şahin", "Mebruke", "Aydınreis", "Alemdar" ve "Gazal" isimli gemilerle yapıldı. Mart 1922'den itibaren Samsun'a 363.5 ton, Trabzon'a da 11.5 ton askeri teçhizat getirildi. Nisan ayında "Şahin" vapuru ile Novorossiysk'ten 1 adet gemi topu, 150 adet mayın getirildi. Batum'dan getirilen 1001.7 ton askeri teçhizatın 944.6 tonu Batı Cephesi'ne aktarıldı. Rusya'dan getirilen mayınlar, İzmir ve İzmit Körfezi'ne dökülmek üzere biriktirilmekte idi. "Ayyıldız" isimli bir gemi çalışmalardan geçti ve mayın dökme kabiliyeti kazandırıldı. 100 tonluk iki Beyaz Rus gemiye el konuldu ve "Amasra" ile "Ereğli" adları verildi. "Amasra" mayın dökmek için hizmet etmeye başladı, "Ereğli" ise Haziran ayında karaya oturdu. Ayrıca 26 Nisan 1922 tarihinde Sinop'ta bir Yunan yelkenlisine el konuldu ve "Şile" adı verildi. Aynı gün, "Enosis" adlı 950 tonluk Yunan şilebi zaptedildi ve donanmaya "Trabzon" ismiyle katıldı. 7 Haziran'da Yunan donanması Samsun'u topa tuttu ve sivil yerleşimlerle beraber ABD'nin, Rusya'nın, Hollanda'nın tesisleri de vuruldu. Uluslararası ortamda Yunanistan protesto edildi ve Rusya, kara sularına giren Yunan gemilerini zaptetmeye başladı. Bu arada Almanya'dan satın alınan 29 adet uçak Novorossiysk'e getirildi ve 22'si "Şahin" vapuruna yüklenerek 21 Temmuz'da Trabzon'a getirildi. Kalan 7 uçak ise ancak 13 Eylül'de getirilebildi. Büyük Taarruz'dan sonra, Ekim 1922'de "Gazal" römorkörü tarafından 2200 tonluk Yunan "Urania" gemisi ele geçirildi ve gemi "Samsun" adıyla donanmaya katıldı. Donanmanın nakliye seferberliği 1923 yılı ortalarına kadar devam etti. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Anlaşması ile nakliye seferberliği sona erdi. Mart 1922'deki bazı nakliye çalışmaları ayrıntılarıyla şöyledir: Marmara Denizi'nde TBMM'ye askeri teçhizat sağlamak için Muavenet-i Bahriye Grubu ile beraber birçok subay, er ve gönüllü sivil çalıştı. 17 Ağustos 1919 tarihinde bir taka ile 1000 kasatura ve 14 sandık cephane kaçırıldı. Haliç'te kilit altında tutulan teçhizatın kaçırılması için Muavenet-i Bahriye Grubu tarafından plan yapıldı; plan uyarınca depoların komutanı üsteğmen Nazmi Bey'in yardımları ile iki takaya cephane ve gönüllü askerler yüklendi. Müttefik gemilerine rağmen 17 Ekim 1920'de Karamürsel'e ulaşıldı. Müttefik gemilerinin atlatılması için sahte erzak taşıma belgeleri yapıldı, bu belgeler gösteriliyor ve müttefik kontrolü kolayca atlatılıyordu. Bununla beraber yabancı gemiler de kullanılıyor ve müttefik kontrolü geçiliyordu. Cephanelerin boşaltılması ve TBMM kuvvetlerine götürülmesi işlerinde bölge halkı çalışıyordu. 4 Haziran 1921 tarihinde 15 adet mayın getirildi. Umur-ı Bahriye Müdürlüğü'nden gelen bir subay Karamürsel'i inceledi ve mayınları dökebilecek bir gemiye sahip olunmadığı belirtildi; Karamürsel'i mayınlayarak müttefik gemilerini uzak tutma planından vazgeçildi. Bölgeye torpido mevzilerinin kurulması uygun görüldü, ancak kaçak yollarla getirilen torpidolar İngilizlerin eline geçti ve bu plan geçerliliğini kaybetti. Haziran 1921'de Zeytinburnu'nda 160 adet tabanca, 500 kasatura, 500 adet mavzer ve 600 sandık mavzer mermisi Yarımcalı Muharrem kontrolündeki "Selamet" adlı tekneye yüklendi ve sahte erzak taşıma belgesi ile müttefik kontrolü atlatıldı; bu teçhizatın tamamı Sakarya Meydan Muharebesi'nde kullanılmıştır. 28 Haziran 1921 tarihinde İzmit Yunan işgalinden kurtarıldı ve 6 Temmuz'da Kocaeli Komutanlığı Bahriye Müşavirliği tesis edilerek komutasına güverte binbaşı Celal Bey atandı. 20 Temmuz'da Karamürsel Limanı komutanlığına güverte binbaşı Hulusi Bey getirildi; Karamürsel, savaş esnasında kullanılan en aktif Marmara limanıdır. Yuna
nlar bir tekneyi yakaladı ve tekneye el koydu, bazen deniz nakliye kolları Yunan gemileri tarafından ateş altına alındı ancak çalışmalar devam etti. Karamürsel'den Batı Cephesi'ne yaklaşık 100 bin adet fişek götürüldü. Yunan donanmasının saldırılarına cevap vermek için, Haliç'te tutulan "Peyk-i Şevket"in bir topu söküldü ve körfeze getirildi. Aynı zamanda "Yavuz"un da 88 mm'lik iki topu söküldü ve Samsun Limanı'nın güvenliği için kullanıldı. 7 Kasım'da iki adet Fransız uçağın tüm parçaları ve "Burak reis" savaş gemisinin iki adet 47 mm'lik topu götürüldü. Teğmen İbrahim Bey'in çalışmaları ile 141 mavzer, 110 kasatura ve 515 piyade tüfeği de gizlice nakledildi. TBMM'nin emri doğrultusunda İzmit - Geyve arasındaki hasarlı demiryolları onarıldı. Onarım çalışmaları 6 ay sürdü ve gerekli malzemeler de İstanbul'dan gizlice nakledilen teçhizat ile karşılandı. Bu arada, silah taşıyan Yunan "Kleopatra" gemisi fark edildi; geminin personeli içkiliydi ve bundan yararlanılarak gemi ele geçirildi. Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalandıktan sonra, Lozan müzakerelerinde herhangi bir sonuç alınamayınca İzmit Körfezi'nin güvenliği için önlem alınması emredildi. "İntibah" römorkörü bölgeye geldi, gizlice getirilen ve depoda bekleyen mayın sayısı toplamda 157 idi. "Peyk-i Şevket" ve "Saloz" savaş gemilerinden toplar söküldü ve körfezin güvenliği için bu toplar kullanıldı. Yunanların terk ettiği limanlardaki denizcilik malzemeleri de İzmit'e götürüldü. 7 Şubat 1923 tarihinde Tavşancıl İskelesi ile Hersek Burnu arasına denizaltı ağı gerildi, birçok deniz sahasına da mayınlar döküldü. 19 Ekim'de kılavuz kullanmayan bir İtalyan şilebi mayına çarptı ve 8 mürettebatı öldü. TBMM kuvvetlerinin eline geçen askeri teçhizatın %25'i Marmara'dan getirilmiştir. İtalyanların bölgeden çekilmesinden sonra nakliye faaliyetleri arttı ve buna paralel olarak Yunan gemilerinin karakol faaliyetleri de arttı. Ege ve Akdeniz kıyılarının savunulması için 16 Mart 1921 tarihinde binbaşı Necip Bey komutasında Bahri İzci Grubu kuruldu. Bu örgüt, Yunan gemilerini gözlüyor ve kıyıların güvenliğini sağlıyordu. 21 Ocak 1922'de Fethiye yakınlarında "Ardemiyüs" adlı bir Yunan yelkenlisi fark edildi, gemiyi zaptetmek için harekete geçildi ancak fırtına çıktı ve örgüt üyeleri geri çekilmek zorunda kaldı, bir asker öldü. 21 Nisan'da Yunan donanması Sisam Adasını ele geçirdi. Başka yerlerin de işgal edilmesini önlemek için örgüt üyeleri Muavenet-i Bahriye Grubu ile bağlantı kurdu; iki adet 57 mm'lik, bir adet 37 mm'lik top ve 5 adet uçak motoru bir İtalyan gemisiyle 25 Nisan'da Mersin'e getirildi. 16 Haziran'da Söke'ye 50 kadar Yunan askeri çıktı. Silahlı direniş gösterildi ve Yunanlar geri çekilmek zorunda kaldı. Yunan gemilerinin kıyılara yanaşmasını önlemek üzere "İzmir" yelkenlisi makine tüfek, "Bodrum" ile "Sakarya" gemileri 57 ve 37 mm'lik toplarla donatıldı. Karada ise 3 adet top ve 120 tüfek bulunuyordu. 23 Temmuz 1922 tarihinde, bu silahlı kuvvetleri imha etmek üzere 2600 tonluk "Elli" kruvazörü taarruza geçti. "Elli", silahlı kuvvetlerin hazır olmadığını gördü ve hafif silahlarla ateş etmeyi planladı. Ancak kıyı ile arasındaki mesafe 2500 metre olunca sahil bataryaları ateşe başladı. Yapılan 20 dakikalık muharebede 9 isabet alan "Elli" geri çekildi. "Elli"nin ikinci komutanı ve sekiz mürettebatı yaralanmıştı. Bu muharebeden sonra herhangi bir Yunan deniz saldırısı gerçekleşmemiştir. İzmir kurtarılınca şehre 105 tüfek ve 3 makineli tüfek ile 9 subay ve 141 er götürüldü. İzmir kıyılarının savunulması için önlemler alındı; 120 adet mayın, üç adet top getirildi. Birinci Lozan müzakerelerinden sonuç alınamayınca, herhangi bir saldırıyı önlemek üzere İzmir önlerine mayın döküldü ve sahil bataryaları dört adet top ile takviye edildi. Lozan Anlaşması imzalanınca "İntibah" römorkörü burada görevlendirildi. Osmanlı Donanması'nın ilk zamanlarında denizci askerlerin kıyafetlerine dair yeterli bilgi bulunamamaktadır. Donanmada üst rütbeli subaylar cübbe giyebilimekte idi, askerlerin giysileri ile rütbeleri anlaşılıyordu. Yıldırım Bayezid döneminde kurulan Gelibolu tersanesinde bazı azab askerleri donanmaya alındı, bu askerler ilk deniz askeri sınıfı olarak kabul edilmektedir. Fakat donanmadaki üniforma disiplini II. Mahmud'a değin tam olarak sağlanamadı. 1811 yılında II. Mahmud'un emri ile denizcilerin giyimlerine bazı kısıtlamalar getirildi. Donanmadaki modernleşme çalışmaları çerçevesinde denizcilerin üniformaları da değiştirildi, batılı devletlerinki gibi denizciler ceket ile pantolona geçti. 30 Ekim 1918'de Limni Adası'nda imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra yapılan tek değişiklik; başlıklara "Cemaliye" adı yerine "Serpuş" adının verilmesi oldu. Bu dönemde, bayramlık ve selâmlık üniformaları da giyilmedi. Donanmadaki hiyerarşik sistem, çeşitli dönemlere ayrılmaktadır. II. Mahmud öncesi donanmada hiyerarşik sistem şöyle idi: II. Mahmud döneminde, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırıldı ve ordu büyük bir değişim geçirdi. Osmanlı Donanması da bundan oldukça etkilendi. 1833 yılına gelindiğinde donanmada sarık, şalvar, cübbe, kaftan ve fermane gibi giysiler tamamen terk edildi. Yerine batılı devletlerinki gibi pantolon ve ceket geldi. Rütbe isimleri de büyük ölçüde değişti. II. Mahmud dönemi bahriyelileri şöyle idi: Abdülmecid döneminde, Tanzimat Fermanı'nın ve Kırım Savaşı'nın etkisiyle donanma personelinde ciddi değişimler oldu. II. Mahmud döneminden kalma Tunus fesleri terk edildi ve altı daha enli, daha az püsküllü feslere geçildi. Bir diğer yenilik, ceketin kollarına sırma şeritler getirilmesi idi. Donanma personelinin yazın beyaz pantolon giymesi de bu dönemde başladı. Subay ceketlerinde, II. Mahmud döneminde olduğu gibi çift sıra düğme uygulaması devam etti. Rütbe isimleri de değişti. Kapudane, Reis Paşa; Patrona, Ferik Paşa; Riyale, Liva Paşa; Paşa Gemisi Süvarisi, Üç Ambarlı Süvarisi (Komodor) Kapak Süvarisi, Miralay (Albay); Fırkateyn Süvarisi, Kaymakam (Yarbay); Korvet Süvarisi, Binbaşı ve Küçük Gemi Süvarisi, Buyrultulu Kaptan (Yüzbaşı) olmak üzere değiştirildi. Sayı bakımından en büyük donanmalar arasına Osmanlı donanmasının girdiği zamanda, Abdülaziz döneminde birçok değişiklik yapıldı. Mavi püsküllü fes ve yakadaki rütbe işaretleri terk edildi, yerine siyah püsküllü fes ile kollarda rütbe işaretleri geldi. Bu dönemde, üniformalardaki barut rengi çuha tercihi devam etti. Günümüzdeki rütbe karşılığı Binbaşı olan Korvet Kaptanı ve ondan yüksek rütbeli subayların ceketlerinde çift sıra düğme, Sağ Kolağası (Yüzbaşı) ve ondan düşük rütbeli subaylarda da tek sıra düğme uygulaması başladı. Abdülaziz döneminde Kaptan-ı Derya'lık terk edildi, Bahriye Nazırlığı'na geçildi. Bundan başka, Dört Köşe Fesli Bahriye Neferi ve Şeşhane Neferi gibi yeni tip personel donanmaya katıldı. Üst düzey subayların omuzlarındaki apoletlerde bulunan yıldız sayısına göre rütbeler anlaşılıyordu. Liva Paşa tek, Ferik Paşa iki ve Reis Paşalarda üç yıldız bulunuyordu. II. Abdülhamid döneminde, 1 Haziran 1876 tarihinde personeldeki ilk değişiklik yapıldı. Bu değişiklik ile bazı rütbe isimleri de değişti. Reis Paşa, Müşir (Büyük Amiral); Ferik Paşa, Ferik; Liva Paşa, Mirliva; Üç Ambarlı Süvarisi, Komodor olmak üzere değişti. 24 Haziran 1878 tarihinde, Osmanlı bahriyelilerinin yabancı nişanlar ve madalyalar takmasına dair düzenleme yapıldı. 1898 yılında, günümüzde Oramiral rütbesine denk olan "Birinci Ferik" rütbesi de eklendi. Bu dönemde subay meslekleri güverte, makine, sıhhiye, inşâ, levâzım ve kâtip gibi kollara ayrıldı. 1890 yılında Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa tarafından Astsubay sınıfı (Gedikli subay) kuruldu. Bundan itibaren donanmaya sivillerin alınmaması ve astsubayların da İstanbul'dan seçilmesi başladı. Bu döneme ait bazı rütbeler ve üniformaları şöyle idi: II. Meşrutiyet döneminde, 1909 yılında İngilizlerden esinlenerek rütbe isimleri tekrar değiştirildi. Müşir, Müşir Amiral Paşa; Birinci Ferik Paşa, Amiral Paşa; Ferik Paşa, Vice Amiral Paşa; Mirliva, Liva Amiral Paşa; Miralay, Kalyon Kaptanı (Albay); Kaymakam, Fırkateyn Kaptanı (Yarbay); Binbaşı, Korvet Kaptanı; Kolağası, Birinci Sınıf Yüzbaşı olmak üzere değiştirildi. Donanma personelinin üniformalarına dair ilk tüzük, 22 Haziran 1909 tarihinde "Bahriye-i Şahane Zabitanının Elbise-i Resmiyesi Hakkında Nizamname" (Padişah Deniz Kuvvetlerinin Subay Resmi Elbiselerine İlişkin Tüzük) adı ile çıktı. Bu tüzükte, yazın ve kışın ile özel günlerde giyilecek üniformalar belirlendi. Rütbe işaretlerinde değişiklikler yapıldı. Korvet Kaptanı üç kalın sırma şerit, Fırkateyn Kaptanı biri ince dört sırma şerit, Kalyon Kaptanı dört kalın sırma şerit ile gösterilmeye başladı. Kol ağızlarındaki şeritlerin arasındaki renk ile personel sınıfı anlaşılıyordu. Bu renkler şöyle idi: Güverte sınıfı siyah, makine sınıfı kırmızı, inşa koyu mavi, eczacılar yeşil, katipler beyaz ve sıhhiye vişne çürüğü renkte idi. Yine bu dönemde, çıkarılan tüzük ile subayların beş çeşit üniforması oldu; bayramlık, selâmlık, setre takımı, günlük siyah ve günlük beyaz üniformalar. Bu üniformaların özellikleri şöyle idi: 16 Kasım 1915 tarihinde, Alman Donanması'nın da etkisiyle değişiklikler yapıldı. Osmanlı bahriyelileri, bu tarihte çıkarılan tüzükten sonra meç taşımaya başladı. Aynı zamanda bahriyelilerin başlıklarında değişiklikler yapıldı, Barbaros Hayreddin Paşa'nın kavuğundan esinlenerek yapılmış bir başlık giyilecekti. 1916 yılında Alman subay Souchon'un tavsiyesi ile rütbe isimleri değişti. Müşir Amiral Paşa, Müşir Amiral; Amiral Paşa, Birinci Ferik Amiral; Vice Amiral Paşa, Ferik Amiral (Koramiral); Liva Amiral Paşa, Liva Amiral; Birinci Sınıf Yüzbaşı, Kıdemli Yüzbaşı olmak üzere değiştirildi. 17 Şubat 1916 tarihinde yeni bir uygulama ile rütbeler ispalet şeklinde omuzlarda taşınmaya başladı. Müşir Amiraller ispaletlerinde beyaz sırmadan ay yıldız, Birinci Ferik Amiraller üç yıldız, Ferik Amiraller iki yıldız ve Liva Amiraller tek yıldız taşımaya başladı. Güverte subaylarının ispaletlerinde sarı sırma şeritler mevcut idi, mesleklerine göre şeritler
arasındaki renk değişiyordu. 13 Mayıs 1916 tarihinde, Osmanlı ordusunda fes kullanımı terkedildi ve "Cemaliye" ile "Enveriye" adı verilen başlıklara geçildi. Bu başlık isimleri, Enver Paşa ile Cemal Paşa'dan gelmektedir. Donanma personeli cemaliye giymekte idi. Subayların cemaliyesinde ay yıldız ve çıpa işaretleri bulunuyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra herhangi bir üniforma değişikliği yapılmadı. Yapılan tek değişiklik, "Cemaliye" isminin kaldırılarak başlıklara "Serpuş" adının verilmesi idi. Bu dönemde, bayramlık ve selâmlık üniformaları giyilmedi. George Michael George Michael (25 Haziran 1963 - 25 Aralık 2016), İngiliz şarkıcı ve söz yazarı. Pop müzik tarihindeki en iyi ve en ünlü şarkıcılardan biri olarak gösterilir , özellikle seksenler ve doksanlarda yaptığı çalışmalarıyla büyük başarı yakalamıştır. Aynı zamanda eski "Wham!" grubunun iki üyesinden biridir. Asıl adı Georgios Kyriacos Panayiotou’dur. Michael, sanat kariyeri boyunca sayısız rekor ve başarıya imza atmış, başta iki Grammy ve üç AMA olmakla birçok ödül almış, 100 milyonu aşkın satış başarısı elde etmiştir. Michael, 40 yıllık sanat kariyeri boyunca "Last Christmas", "Faith", "Freedom", "Jesus to a Child", "Father Figure", "Kissing a Fool" ve dünya çapında yedi milyon satan "Careless Whisper" gibi birçok önemli ve ünlü şarkıları yazmış, bestelemiş ve yorumlamıştır. Toplamda beş stüdyo albümü çıkarmıştır. Bu albümlerinden ikisi "Ölmeden Önce Dinlenmesi Gereken 1001 Albüm" isimli kitapta yer almıştır. Michael'in tüm orijinal albüm çalışmaları İngiltere'de bir numaraya kadar yükselmiştir ve tüm şarkıları Top 40'ta yer almıştır. Sadece Cowboys & Angels bu başarıyı yakayalayamamıştır.. George Michael hem ABD hem de İngiltere tarihinde en çok bir numara şarkı hiti olmuş müzisyenler arasındadır. George Michael tarzı ve şarkılarıyla birçok sanatçıyı etkilemiştir. Bunlar arasında Adele,Sam Smith,Justin Timberlake, Roxette, Rick Astley, Enrique Iglesias, Ricky Martin, Ronan Keating, Spice Girls, Mariah Carey ve Robbie Williams vardır. Madonna ve Michael Jackson ile birlikte MTV'nin kurulması ve video kliplerin 80'lerde gelişmesinde en büyük rolü olan üç şarkıcıdan biridir. Video kliplerindeki başarısı ona Video Vanguard ödülü kazandırmıştır. George Michael, bunun dışında siyasi görüşleri, yardım çalışmaları ile de dikkat çekmiştir. Londra'da East Finchley'de Georgios Kyriacos Panayiotou (Yunanca Γιώργος-Κυριάκος Παναγιώτου) adı ile Kıbrıs'lı restoran işletmecisi bir baba ve dansçı bir İngiliz bir annenin çocuğu olarak doğdu. Gençken okulda sonradan Wham! grubunu kuracağı Andrew Ridgeley ile tanıştı. 1981'de Ridgeley ile Wham'i kurduktan sonra ilk albümleri "Fantastic!" ile büyük başarı elde ettiler. Çıkardıkları "Wake Me Up Before You Go-Go" ile özellikle ABD'de olmak üzere birçok ülkede büyük başarı yakaladılar ve bu tekli grubun dünya çapında tanınmasını sağladı.Şarkı ABD ve Birleşik Krallık'ta bir numara oldu. Daha sonra çıkardıkları "Careless Whisper" ve "Everything She Wants" isimli çalışmalar da birçok ülkede bir numaraya oturdu. Grup 1985'te Çin Halk Cumhuriyeti'nde verdikleri konser ile bir ilki başardı ve bu ülkede konser veren ilk batılı grup oldular. 1986 yılında grup dağıldı ve üyeleri solo çalışmalara yöneldiler. 1987 ilk solo çalışması, aynı zamanda en sevdiği müzisyenlerden olan Aretha Franklin ile düet yaptığı " I Knew You Were Waiting" isimli tekliyi çıkardı.Tekli çok başarılı oldu ve ABD ve Birleşik Krallık listelerinde bir numaraya oturdu. Bu çalışma sanatçıya bir Grammy ödülü kazandırdı. Sanatçı solo artist olarak büyük çıkışını 1987 yılında çıkardığı ilk solo albüm çalışması olan Faith albümü ile yaptı.Genel olarak çok olumlu eleştiriler aldı ve birçok müzik otoritesi tarafından çok iyi olarak değerlendirildi. Albüm pop, funk ve soul tınılara sahip şarkılardan oluşmaktaydı ve Birleşik Krallık dışında ABD ' de de çok büyük başarı yakalayarak ve dünya çapında yirmi beş milyon kopya sattı. Albümden çıkan tüm tekliler ABD de ilk beşe girdi , dördü bir numaraya kadar yükseldi. Bu albüm ile yılın albümü dalında Grammy kazanmıştır. 1990 yılında çıkardığı, ikinci solo stüdyo albümü olan "Listen without Prejudice Vol.1" ise daha yetişkin bir kitleye hitap ediyordu. Sanatçı, Faith albümünden sonra yakaladığı başarının getirdiği ünden bunalmıştı ve pop yıldızı/ergen idolü olarak algılanmak istemiyordu bu sebeple albüme böyle bir isim vermeyi tercih etti. Yapım şirketi ise Faith albümü imajını devam ettirmesinden yanaydı, fakat sanatçı buna karşı çıktı. Dünya çapında sekiz milyon satan albüm, ABD'de Faith'in başarısını yakalayamadı ancak Birleşik Krallıkta Faith'den bile çok sattı. Albümden çıkan ilk tekli olan "Praying for Time" isimli şarkı ABD listelerinde bir numaraya oturdu.Şarkı genel olarak günümüz tüketim anlayışına ve sosyal adaletsizliğe bir yergi niteliğinde sözlere sahiptir.Sanatçı bu şarkıya müzik klibi çekmedi. Bu albümden sonra yapacağı albüm kayıt şirketi Sony ile olan anlaşmazlıklar sonucu iptal oldu. Yapım şirketiyle olan kontratını "profesyonel kölelik" olarak gördüğü için Sony'ye karşı dava açtı, bu dava aracılığıyla sanatçı hakları konusuna dikkat çekti. Uzun bir hukuki mücadeleden sonra yapım şirketi olan Sony ile yollarını ayırdı. 1994 yılında "Jesus To A Child" isimli tekliyi çıkardı. Melankolik sözlere sahip şarkıyı iki sene beraber olduğu sevgilisinin ölümü üzerine yazmıştır. 1996 yılında ise üçüncü stüdyo albümü olan "Older" 'ı çıkardı. Albüme , önceden çıkardığı "Jesus To A Child " şarkısını da dahil etti. Albüm genel olarak melankolik sözlere ve melodilere sahip, soul ve pop tarzında şarkılardan oluşuyordu. Albüm özellikle Birleşik Krallık da başarılı satış rakamları elde ederek, dünya çapında sekiz milyon satmıştır. 1999 yılında dördüncü stüdyo albümü olan "Songs From The Last Century" çıktı. Sanatçı verdiği röportajlarda mutlu bir çocukluk geçirmediğini annesi ve babasını ekonomik sebeplerden hep çalışmak zorunda olduklarını ve kendisiyle pek ilgilenmediklerini söylemiştir. Hayatının belirli dönemlerinde depresyon ile mücadele etmiştir. Faith albümünden sonra gelen ilgi ve üzerine yapışan pop idolü imajı , kendine ve yakınlarına vakit ayıramaması sonucu depresyon geçirmiştir. Wham! grubunun dağılması sonrası girdiği bunalımın sebebi olarak cinsel yönelimini fark etmesi olması olarak belirtmiştir. Doksanlı yıllarda yapım şirketiyle yaşadığı sorunlar sonucu bir albümü iptal olmuş uzun ve yıpratıcı bir hukuki mücadele sürecine girmiştir. Michael, Prince ile sanatçı hakları konusunda yapım şirketlerine karşı mücadele veren başlıca sanatçılardandır. İki sene beraber olduğu sevgilisini HIV sebebiyle kaybetmesi, kısa süre sonra annesinin kanserden ölümü sanatçıyı derinden etkilemiştir. Sevgilisinin ölümüne hitaben "Jesus to a Child" şarkısını yazmıştır. Hayatı boyunca depresyonla olduğu kadar uyuşturucu ve alkol bağımlılığı ile de sorun yaşamıştır. Alkollü araba kullanmaktan ve halka açık yerlerde uygunsuz davranışlarda bulunmaktan dolayı ceza almıştır. Wham! grubunun ilk yıllarında asi bir imaja sahipken ilerleyen yıllarda bunun yerini fosforlu renklerde 80'li yılların modasına uygun kıyafetler giymeye başlamışlardır. Grup dağıldıktan sonra çıkardığı Faith albümünün kapağında ise deri ceket ile poz vermiştir. Wham! dönemi 80'ler kıyafetlerinin yerini daha asi ve rock yıldızı görünümü çizen kot pantolon,deri ceketler ve tişörtlere bırakmıştır. Bu albümün başarısından sonra bu pop imajından rahatsız olmuş ve sonraki albümü için çok daha sade ve iddasız bir imaj yaratmıştır. Albümlerinin çoğu pop, funk ve soul öğeler barındıran şarkılardan oluşur. Özellikle Faith albümündeki Father Figure, One More Try gibi şarkılarda soul ve gospel tınılar daha baskındır, fakat daha sonra çıkardığı albümlerin tarzı pop müziğe daha çok yaklaşmıştır. Etkilendiği sanatçılar arasında David Bowie, Freddie Mercury ,Elton John, Queen,Aretha Franklin yer alır. Tarzı ve müziği ile kendi dönemi ve kendisinden sonra gelen birçok müzisyene ilham kaynağı olmuştur. Etkilediği müzisyenler arasında Mariah Carey, Sam Smith, Adele, Mark Ronson , Justin Timberlake ,Robbie Williams , Frank Ocean gibi müzisyenler yer alır. 25 Aralık 2016 'da Oxfordshire'daki evinde 53 yaşında hayatını kaybetti. Ünlü şarkıcının ölüm nedeni hakkında polisten yapılan açıklamada, "şüpheli bir durum" olmadığı belirtilmiştir. Menajeri, ölüm sebebini kalp yetmezliği olarak açıkladı. Ölümü dünyada geniş yankı uyandırdı, hayranları Oxfordshire 'daki evinin önüne çiçekler bıraktılar. Elton John, Mariah Carey, Sam Smith,Madonna başta olmak üzere birçok ünlü sosyal medya aracılığıyla üzüntülerini ifade etti. Ölümünü izleyen 59.Grammy Müzik Ödüllerinde sanatçı Adele onun anısına "Fast Love" isimli şarkısını seslendirmiştir. Nifferi Nifferi. Onuncu yüzyıl sufi ve mistiklerinden. Zor anlaşılır bir dil kullanan bir Sufi oluşu ve herhangi bir kurulu sufi okulu veya bir sufi üstadı ile bağlantılı olmayışı gibi muhtemel sebeplerle tasavvufi literatürde genellikle tamamen ihmal edilmiş bir kişiliktir. Muhammad ibn 'Abd al-Jabbar ibn al-Hasan an-Niffari (öl. h.354?/965-ö.?). Hakkında pek az şey bilinen onuncu yüzyıl sufilerden biridir. Nifferi isminden de anlaşılacağı gibi Irak'ın Niffar kentinde dünyaya gelmiş, Mısır'da ölmüştür. Nifferi hakkındaki kısa bilginin kaynağı onun yorumcularından Afifüddin Tilimsani (öl. 690)nin ifadelerine dayanmaktadır. Tilimsari, "Mevakif"'in çöllerde gezen derviş Nifferi tarafından yazılıp bir kitap halinde düzenlenmediğini ancak bazı sayfalara ilhamlarını geçirdiği ve bu sayfaların kendisinden sonra elden ele dolaştığı ve sonunda da müritlerinden biri veya oğlu/kızkardeşinin oğlu tarafından düzenlendiğini belirtir. Arberry ise Nifferi'nin her halükarda diğer bazı mistikler gibi ifadelerinin geleceği konusunda kaygısızı olmayan bir derviş olduğunu ve metnin kendisinin de daha sonra farklı bir el tarafından düzenlendiğini gösterdiğini belirtir. Muhyiddin Arabi'nin eseri "Fütuhat-ı Mekkiye" 'de Nifferi'nin adının g
eçtiği ve ona atıf yapılan beş yer vardır. Eserin 1293 Kahire baskısındaki referanslarıyla Nifferi'ye atıf yapılan yerler I.505, I.771, II.187, II.805, II.827'dir. Arabi Nifferi'nin eserinin başlığından "El-Mevakif vel Kavl" şeklinde söz eder. Arabi dışında Şarani'nin Tabakat ül-Kübra, Hacı Halife'nin Keşfüz Zünun, Kaşani'nin Letaif al-Alem fi İşarat Ehl-i İlham, Zehebi'nin ise Müştebih adlı eserinde Nifferi'nin adı veya eseriyle ilgili bilgiler verilmektedir. Kendisiyle ilgili gizem perdesi aralanmamış ve eserindeki muğlak ifadelerden dolayı anlaşılması güç bir sufi olan Nifferi'nin Muhyiddin İbn Arabi'yi etkilediği düşünülmektedir. Eserindeki yoğun sembolik anlatım nedeniyle yazdığı metinlerin anlaşılması Arberry gibi yazarların ifadesiyle yorum olmaksızın oldukça güçtür. Kendisine atfedilen Mevakif ve Muhatabat adlı eserleri ünlü oryantalist A.J.Arberry (1905-69), aslıyla birlikte İngilizce'ye çevirmiştir. Nifferi'nin Mevakif adlı eserinin çeşitli nüshalarının tam başlığı "Kitab al-Mawaqif ma'a 'l-Hak 'ala'l-Tasavvuf" diğer eseri Muhatabat ise "Muhatabah ve-Bişarah ve-İdhan al-Vakt" şeklindedir. Nifferi'ye göre Tanrı'yı arayan üç tip insan vardır: ilki abidler ki Tanrı'ya Cenneti veya rüyalar ve kerametler gibi olağaüstü manevi lütuflar edinmek ümidiyle kulluk ederler. İkinci grup ise tenzih (olumsuzlama) yoluyla onu bilmek isteyen filozof ve kelamcılardır. Bu kişiler tenzihle gayelerine ulaşamadıklarında "Bizler onu bilemeyeceğimizi biliyoruz, tüm bilgimiz budur" derler. Üçüncü grup ise ariflerdir (gnostikler) O'nu vecd yoluyla bilmek isterler. Bu kişiler bireysel varoluş bilincinden O'nun kudretiyle yükseltilerek O'nu bilirler. Nifferi'nin öğretisindeki temel bazı unsurların Cüneyd-i Bağdadi'nin çevresinden ve Hallac'dan gelen öğretilerle benzerlikleri bulunmakla birlikte yine de Nifferi'nin orijinalliğini koruduğu belirtilmektedir. Görüşleri her ne kadar çağdaşlarını şaşırtmışsa da sonraki dönemdeki bazı sufiler (Muhyiddin Arabi, Tilimsani ve Şüsteri) tarafından yeniden ele alınacaktır. Nifferi'nin eserlerindeki temel kavramlardan biri Vakfedir. "Vakfe" sufinin içinde bulunduğu manevi hazır bulunuş, Tanrı'nın huzurunda olma halidir (God's presence) ve ilmin kaynağıdır ancak "Vakıf" bu ilmi kendi dışındaki şeylerden değil kendisinden alır. Vakfe'nin an oluşu onun uzaklık ve yakınlığın ötesinde oluşundan kaynaklanır oysa varlığını vakfe'ye borçlu olan marifet ve ilm'de uzaklık ve yakınlık sözkonusudur. Vakfe mistiğin vizyonu (rüyet) için bir giriş kapısıdır ve mistiği bu dünyanın ve öte dünyanın köleliğinden özgürleştirir. Vâkıf ise kendisi ile Tanrı arasına herhangi bir şeyin bu isterse ilim isterse marifet olsun girmediği vakfe halindeki kişidir. Arif kişi marifeti, Alim ise ilmini görür Vâkıf ise sadece Tanrı'yı görür. Bu yönüyle Nifferi'nin mistik öğretisinde en yüce makamın Vâkıf'a verildiği görülmektedir. Tanrı dışındaki her şey (ilim ve marifet de dahil) harftir. İsimler de harflerden oluşmaktadır. Mistik, gerçek ilahi huzura harflerin ötesine geçtiğinde ulaşabilecektir ve ancak kendi kendilerinden kopabilenler harfleri aşabilenlerdir. İsimler fenomenal aleme ait işaretlerdir ancak işaretler asıl varlık ile karıştırıldığından kişiyi isimlendirilenden koparırlar. Bu sebeple kişi isimden ve ismin anlamından uzaklaşmalıdır. Tanrı harflerden yakın olduğu için hakkında söz edilebilen ve harflerden uzak olduğu için hakkında susulması gerekendir. Salyut Salyut (Rusça: Салют, "Selam" veya "Fişek"), Sovyetler Birliği'nin 1970'li yıllarda uzaya gönderdiği uzay istasyonları serisi. Salyut'lar tek modülden oluşan ve tek bir fırlatmayla yörüngeye oturtulan görece basit yapılardı. Uzaya toplam yedi Salyut istasyonu gönderildi. Bu istasyonlar Uzay Yarışı döneminde SSCB'nin ABD'ye karşı üstünlük sağlama çabalarında kullanıldılar. Salyut'lar uzayın insan organizması üzerindeki etkilerinin incelenmesi başta olmak üzere pek çok bilimsel amaçla başarıyla kullanıldı. Bazı Salyut uçuşları gizli askeri uçuşlar olmakla birlikte, SSCB, askeri alanda insanlı uzay istasyonlarının çok yararlı olmadığı sonucuna vardı. SSCB'li uzayadamları, Salyut uzay istasyonlarında uzayda en uzun süre kalma rekorları kırdılar. Salyut 2, 3 ve 5, diğer Salyut istasyonları ile aynı yapıda olmakla ve aynı ismi paylaşmakla birlikte, aslında çok gizli askeri Almaz projesine dahildi. Sovyetler'in Salyut uzay istasyonları serisini 1986'da Mir uzay istasyonu izledi. Matrix Reloaded Matrix Reloaded (Özgün adı: The Matrix Reloaded), Matrix serisinin ikinci filmi. Film ABD'de 281 milyon, tüm dünyada ise 738 milyon $ gelir getirmiştir. Seçilmiş kişi Neo, Matrix'teki kurtarıcı rolüyle en güçlü varlıktır. Matrix'e kaçak girişleri temizlemekle yükümlü ajanlar bile karşısında duramaz. Matrix'te gemi kaptanlarının bir toplantısında onları tanıdık bir yüz ziyaret edecektir, daha önce Neo'nun onu yokettiği Ajan Smith. Ajan kimliğinin dışında yeniden sahneye çıkan smith, kendini kopyalayabilmekte ve çoğaldıkça güçlenmektedir. Neo'nun artık Matrix'te gerçek bir rakibi vardır. Morpheus ve Trinity ise diğer gemi kaptanlarıyla birlikte seçilmişi kaynağa götürecek yolu arayacaklardır. Uzay istasyonu Uzay istasyonu, uzay boşluğunda insanların konaklaması ve çalışması için hazırlanan platformdur. Şu ana kadar yapılan uzay istasyonları alçak Dünya yörüngesine gönderilmiştir. Uzay istasyonlarının diğer uzay araçlarından başlıca farkı, hareket etmek için büyük roketlerinin olmamasıdır. Uzay istasyonlarına gitmek için roketi olan diğer uzay araçları kullanılır. Uzay istasyonları, yörüngede haftalarca, aylarca, hatta yıllarca kalmak üzere tasarlanırlar. Uzay istasyonları, uzayda uzun süre kalmanın organizma üzerindeki etkilerini araştırmak için kullanıldıkları gibi ağırlıksız ortamda çeşitli bilimsel deneyler yapmak için de uygun bir mekân sunarlar. Halen uzayda en uzun kalma rekoru, Mir uzay istasyonunda 437,7 gün kalan Valeri Polyakov'a aittir. İlk uzay istasyonu, Uzay Yarışı döneminde yörüngeye fırlatılan SSCB'ye ait Salyut 1'dir. SSCB uzaya yedisi Salyut serisinden, biri Mir olmak üzere sekiz uzay istasyonu göndermiştir. Buralarda edinilen uzun zaman tecrübeleriyle SSCB'den sonra gelen Rusya, bu konudaki daha sonraki uluslararası projelere büyük katkılarda bulunmuştur. ABD'nin uzay istasyonu Skylab, 1970'li yıllarda kullanılmıştır. Skylab Projesi'nde üç astronattan oluşan üç mürettebat grubu, zamanın uzayda kalma rekorunu kırmışlardır. SL-2, SL-3 ve SL-4 kod adlarını taşıyan bu insanlı uzay uçuşlarının ilkinde kalkışta arızalanan ve istasyonun aşırı derecede ısınmasını önlemek için yapılmış olan bir Güneş şemsiyesinin tamiri sözkonusuydu. Tamirin başarılı olmaması durumunda istasyon, kısa sürede aşırı sıcaktan dolayı kullanılamaz hâle gelecekti. 25 Mayıs 1973'te bir Saturn IB roketiyle uzaya fırlatılan ekip, önce arızalanmış koruyucu şemsiyenin yerine bir yedeği yerleştiren uzay yürüyüşleri yaparak başarılı oldular. Bundan sonra normal programa geçerek toplam 28 gün uzay istasyonunda kaldılar. Bu ekibi yine üçer kişiden oluşan iki ekip takip etti. 28 Temmuz 1973'te başlayan SL-3 uçuşu 59, 16 Kasım 1973'te başlayan SL-4 uçuşu da 84 gün sürdü. Son ekip 8 Şubat 1974'te Dünya'ya döndü. Uzaya gönderilen en büyük istasyon, çeşitli ulusların işbirliği içinde inşa ettikleri Uluslararası Uzay İstasyonu olmuştur. 1998 yılında yörüngede inşaatı başlanan UUİ'nun yapımı 2011'de tamamlandı. İstasyonun 2020 yılına kadar görevine devam etmesi plânlanmıştır. Yapılagelmiş en büyük uzay istasyonu olup Dünya'dan çıplak gözle görülebilmektedir. 2009'da yeni ünitelerle Dünya'nın en büyük yapay uydusu olmuştur. İstasyonda düşük yerçekimi şartlarında (İng. "") biyoloji, kimya, tıp, fizik v.b. konularda araştırmalar yapılmaktadır. Sakar Şakir Sakar Şakir, 1977 yapımı bir Türk filmi. Sakarlığıyla çevresindekileri bıktıran Şakir'e İstanbul'da ölen amcasından büyük bir miras kalır. Fakat mirası paylaşmak istemeyen bir akrabası onu ortadan kaldırmak için planlar yapmaya başlar.Fakat Şakir yine sakarlıklarıyla olaylardan kurtulmayı başarır. Bu olaylar sırasında yolda ve İstanbul'da karşılaştığı Gardrop Fuat ile kovalamacaları sürmektedir. Filmin sonunda akrabası malları alamayacağını anlar ve delirir. Şakir ise yine sakarlık yaparak dükkânını havaya uçurur ve köyüne geri döner. Kâmil Sönmez Kâmil Sönmez (d. 4 Mart 1947, Perşembe, Ordu - ö. 20 Aralık 2012, İstanbul), Çoğunlukla Karadeniz türküleri seslendiren Türk halk müziği sanatçısı ve sinema, tiyatro oyuncusu. İlköğretimini Giresun'da tamamladıktan sonra, Ankara Devlet Konservatuarı Opera-Şan bölümüne girdi. 1966-1968 yılları arasında askerlik görevini yaptı. Askerlik sonrası Avni Dilligil Tiyatrosu’nda profesyonel tiyatro oyunculuğuna başladı. Sırasıyla Ankara Sahnesi ve Ankara Kardeş Oyuncular Tiyatrosu'nda çalışmalarını sürdürdü. Tiyatro’da oyunculuğunu sürdürürken Zülfü Livaneli’nin yapımcılığında ilk plağı olan "İnce Memed - Hekimoğlu" ile şarkıcılığa başladı. Sonra halk türküleri sınavını kazanarak radyoya girdi. Karadeniz türkülerinin en önemli sanatçılarından biri oldu. Bu sırada sinema filmlerinde de rol aldı. Kâmil Sönmez, 1996 yılından beri Kültür ve Turizm Bakanlığı, Devlet Türk Halk Müziği korosunda solisttir. 1999 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır. Geçirdiği beyin kanaması nedeniyle tedavi gördüğü İstanbul Başkent Üniversitesi'nde ölmüştür. Maliborda Maliborda, ticaret gemilerinde yükleme sırasında denklerin bordada hasar yapmasını önlemek için borda üzerine sarkıtılan geniş tahtalardan her biridir. Bazen tahta yerine kalın branda parçaları kullanılır. Metin Üstündağ Metin Üstündağ (d. 15 Şubat 1965, Erzincan), Türk karikatürist, şair, dergici, editör, tasarımcı ve yazar. Gırgır, Leman, Hayvan, Öküz, Ot ve Penguen dergilerinde çalıştı. Ayrıca 2015 yılında "Yumuşak G" isimli bir dergi çıkarttı. "Pazar Sevişgenleri", "Pazar Sevişgenleri 2", "Pazar Sevişgenleri 3", "Yankı vâdisi" ve "Denemeyenler" adlı kitapları bulunmaktadır. "
Pazar Sevişgenleri" adlı köşesine devam etmekte ve Penguen dergisinde yayın kurulu üyeliği yapmaktadır. Maliborda ağı Maliborda ağı, gemilerde yükleme veya boşaltma sırasında sapanın borda veya küpeşteye dağılması halinde, yüklerin gemiyle rıhtım arasına düşmemesi için küpeşteden rıhtım üzerine sarkıtılarak dört köşesinden bağlanan, ince halattan yapılmış ağ. Pritzker Mimarlık Ödülü Pritzker Mimarlık Ödülü, Hyatt Vakfı tarafından 1979’dan beri her sene verilen bir mimarlık ödülü olup yeteneği, önsezileri ve sorumluluk bilinciyle, topluma ve mimarlığa anlamlı katkılar sağlayan mimarları onurlandırmaktadır. Hyatt Vakfı 1979 yılında Jay A. Pritzker ve eşi Cindy Pritzker tarafından Pritzker Mimarlık Ödülleri’ni vermek için kuruldu ve de finansmanı halen Pritzker ailesi tarafından sağlanmaktadır. Milliyet, ırk, köken veya ideoloji ayrımı yapılmaksızın verilen ödül 100.000 Amerikan Doları ve 1987 yılından beri üzerine Latince: Firmitas, Utilitas, Venustas (Türkçe: Sağlamlık, İşe Yararlık, Zariflik) yazılmış bir bronz madalyadır. Bu madalyanın ilham kaynağı Vitruvius'dur. 1987 yılına kadar da Henry Moore tarafından tasarlanmış heykeller, para ödülüne ek olarak, verilmekteydi. 2006 yılında ödülü kazanan ünlü Brezilya'lı mimar Paulo Mendes da Rocha'nın ödülü ilk defa Türkiye’de bir törenle 30 Mayıs 2006 tarihinde Dolmabahçe Sarayı'nda verilmiştir. Prizker Vakfı adına konuşan Thomas Pritzker, her sene farklı bir ülkede ödül töreninin düzenlenmesini tercih ettiklerini belirterek 2006 yılında Türkiye’nin ve Dolmabahçe Sarayı’nın seçilme nedenini “Yüzyıllardır doğu ve batı kültürlerinin kavşak noktasında yer alan bu coğrafyada mimariye karşı olan farkındalığı artırmak” olarak özetledi. 2009 itibarıyla halen ödül komisyonu başkanı olan Martha Thorne, gerek bu ödülü geçmişte kazanan mimarlardan gerekse "mimarlık sektoründe tecrübeli ve ilgili" akademisyenler, eleştirmenler ve diğerlerinden aday göstermelerini beklediklerini belirtti ve ekledi: "Ayrıca her sene 1 Kasım’a kadar, ülkesinde lisanslı herhangi bir mimar da kişisel tavsiyesini komisyona bildirebilir. Her sene oluşturulan jüri "mimarlık, iş dünyası, eğitim, basın ve kültür alanlarında tanınmış" beş ila dokuz uzmandan oluşur. Bu üyeler o seneki ödülün sahibini ilkbaharın başında seçer. Mimarlık dünyasının bir nevi Nobel’i sayılan ve en prestijli ödülü olarak kabul edilen Pritzker Mimarlık Ödülü için bugüne kadar 47 ülkeden, 500'den fazla kişi veya oluşum bu ödül için adaylar önerdi. Bu ödülün ilk sahibi olan Philip Johnson’a ödülü takdim edilirken “50 yıllık tasarım yeteneğinin ve enerjisinin sayısız müze, tiyatro, kütüphane, müstakil ev, bahçe ve ofis yapılarında hayat kazandığı” belirtilmiştir. Ödülü 2004 yılında kazanan Zaha Hadid, bu ödülü kazanan ilk kadın mimardır. Christian de Portzamparc ise bu ödülü kazanan en genç mimardır, 1994 yılında bu ödülü aldığında 50 yaşındaydı. Bu ödülün 33. sahibi olan Peter Zumthor’a ödülü takdim edilirken “mimariyi en basit ancak en etkileyici ana unsurlarına indirgeyebilen” birisi olduğu belirtildi. Hurûfilik Hurûfilik ya da Hurûf’îyye (), adını Arapça "hurûf" (Türkçe "“harfler”") kelimesinden alan, kutsal metinlerde harf ve kelimelerin sayısı, sırası ve diziliminin belirli şifreler barındırdığı iddiasıyla bunlardan ve kelime, cümle veya cümlecikleri oluşturan harflerin "ebced" değerlerinden metnin düz anlamı ile ilgili olmayan, telmih, ima, işaret gibi ikincil anlamlar çıkartan ve bu anlamlar üzerinden yeni anlayış ve kavrayışlara yol açan yaklaşımlara verilen addır. İslam öncesi tarihte Yahudi kabbalizmi bu yöntemi kullanmıştır. İslam tarihinde hurufilik mezhep olarak İran, Azerbaycan ve Türkiye'de 14. ve 15. yüzyıllarda etkin olan bir inanç akımı ve tarikattır. "İslam Hurûfiliği" sahabilere kadar dayandırılır. İslam tarihinde hurûfiliğe ilk defa ""Cifr İlmî"" mûcidi Ebû’l-Hattâb el-Esedî'nin kurduğu Ghulat-i Şîʿa fırkalardan olan Hattâb’îyyet-ûl Mutlâka mezhebinde rastlanmaktadır. İslam harfçiliğinin diğer önemli isimleri arasında ise Karmatî bir dâî olan Hallâc-ı Mansûr ile ""Füsus-ul Hikem"" isimli kitabıyla meşhur olan ve "Şeyh'ûl-Ekber" nâmı ile de anılan İbni Arabi gelmektedir. Yakın tarihte Bahailer ile de ilişkilendirilmekte olan ""Hurûfilik"," şifrecilik, ve gizemcilik gibi konular günümüzde de revaçta olan çalışma alanlarıdır. Her ne kadar Hallâc-ı Mansûr "(d. 858 – ö. 922)," Muin’ed-Dîn Nâsır-ı Hüsrev "(d. 1004 – ö. 1088)," ve İbn Arabi "(d. 1165 – ö. 1240)," Said Nursî "(d. 1876 – ö. 1960)," Reşad Halife "(d. 1935 – ö. 1990)," ve Ömer Çelakıl "(d. 1980)," gibi kişilerin isimleri bu yöntemi kullananlar arasında sayılsa da, esasta bu şahsiyetlerin burada mevzu bahis konusu edilen ""Hurûfilik Mezhebi"" ile bir ilgileri bulunmamaktadır. Hurûfî hareketinin kurucusu ve önderi Fazlullah Esterabâdî "(Nâimî)" (1339?-1394) İran'ın Astrabâd kentinde doğmuştur. Hamdan adındaki bir Kurmutînin dervişidir. Karâmıtîlere İbâhiyye de denir. Hallâc ve Rûmî'den etkilenen "Fadl’ûl-Lâh" 1370'lerde tüm Azerbaycan bölgesinde öğretisini yaymaya başlamış ve Tebriz'deyken Celayirîler hanedanının önde gelen kişileri arasına girmiştir. Burada ana eseri "Cavidan el-Kebir"i yazmıştır. Emir Timur'un emriyle 1394'te Nahçıvan'da o zamanın yöneticisi olan oğlu Miranşah tarafından, siyasi bir tehlike olarak görüldüğü gerekçesiyle idam edilmiştir. Daha sonra yönetim tarafından Hurûfîler kovuşturmaya uğramış ve dağıtılmışlardır. Ancak, tarikât farklı şekillerde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Esterabâdî, Kur'an'ı ve hadisleri 28 ve 32 harf sistemiyle izah etmeye çalışır. Hurûfilikte yedi rakamı anahtardır. Ona göre Fatiha Suresi'nin ayet sayısı, imanın şartları, ve yüzdeki ana noktaların hep yedi rakamını işaret etmesi anlamlıdır. Bu sebeple insan da hakikat için anahtardır. Nâimî'nin ölümünden sonra fikirleri Azerbaycan ve Anadolu'da taraftarlarınca sürdürülmüştür. Nesîmî ve diğer Hurûfî yazarlar tasavvufun mistik kavramlarını Fazlullah tarafından kurulan harf yorumu metoduyla birleştirmişlerdir. Nesîmî'nin şiirleri ve fikirleri Niyâzî-i Mısrî, Fuzulî, Kani, Habibi, Hatai, Rûşeni gibi kişileri, Anadolu'da Bektaşîlik, İran'da Ehl-i Hak gibi tarikâtların terminolojisi etkilemiştir. Tanrı'nın her peygamberde aşamalı olarak kendisini açtığına, en son olarak da yedinci Şiî imamı Musa el-Kâzım'ın soyundan gelen ve "Hurûfîyye" inancının kurucusu olan Fadl’ûl-Lâh Ester-Âbâdî'nin bedeninde vücud bulduğuna ve ""Fadl’ûl-Lâh Ester-Âbâdî"" ("Nâimî")’nin Câvidân el-Kebir ("Câvidân-Nâme")’sinin Kur'an’ı ilga ettiğine inanan sufi/tasavvufî yol. Hurûfilere göre Muhammed son peygamberdir. Her peygamber, kendinden önce gelen peygamberlerin sırlarının anlamını çözmektedir. Peygamber Muhammed ise son peygamber olduğu için kendisinden önceki peygamberlerin bildirdiklerinin anlamını çözecek anahtara sahiptir. Hurûfiler, evrenin üç temel dönemi olduğu kabul ederler. Peygamberlik, İmamlık ve Tanrılık. Âdem ile başlayan ve İslam peygamberi Muhammed bin Abdullah ile sona eren dönem peygamberlik, Ali bin Ebu Talib ile başlayan ve On Birinci İmâm Hasan el-Askerî ile biten dönem İmamlık dönemleridir. Bütün peygamberler Fadl’ûl-Lâh'ı müjdelemişlerdir ve "Fadl’ûl-Lâh" ile tanrılık dönemi başlamıştır. Hurûfîliğe göre Allah'nın ilk tecellîsi "ses" ya da kelâm ile olduğundan, sesin dış öğeleri ve bunların farklı kombinasyonları da kutsal nitelik taşır. Kutsal sesin öğeleri, örneğin burun "elif" harfini, gözler "he" harfini, burnun iki yanı "lam" harflerini oluşturur. Böylelikle Hurûfî inancına göre Tanrı, kendi ismi olan "Allah"ı insanın yüzüne nakşetmiş bulunmaktadır. Ebced hesabındaki gibi, Kabala'da harflerin her birinin sayısal değerinin oluşu ve Kutsal Metin'de sayısal değerlerin aranışı, Hurûfîlerde de sözkonusudur. Hurûfî inancında ibâdetler de harfler ile yorumlanır. İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri, (Enbâ-ı Fadl) adındaki tarihinde Fadlullah ve Hurûfîlik hakkında geniş bilgi vermektedir. “Hurûfîler”, Kur'an üzerinde çok zaman harcamışlar, ortodoks İslam anlayışında mûhkemât ve müteşâbihât olarak ifade edilen ayetler üzerinde hesaplamalar yaparak çeşitli te’vil şekilleri oluşturmuşlardır. İnanç ve yorumlarından bazıları; Fadl’ûl-Lâh Yezdânî’nin vefâtından sonra müridi "“Ubeyd’ûl-Lâh Mahmud”" aynen Bâtın’îyye gibi İbâh’îyyûn olan "“Nokta”" mezhebini ortaya çıkardı. Ubeyd’ûl-Lâh’a göre birçok noktanın birleşmesiyle meydana gelen harfler, mânasız birer gölge olup esâs olan noktadır. "İmâm Zeyn el-Âb-ı Dîn’nin “En-Noktat’ûl-İlm’ûn” sözünün delâlet ettiği varsayılan harflerin vücutları mutlaka nokta ile kâimdir." Hattâ, “Vücûd-û Mutllâk” mertebesine delâlet etmek maksadıyla İbranîler’in Kabalâ’sının ikinci kitâbı olan Zohar da, Tevrat’ta nakledilmek üzere İbrânî alfabesinin en küçük harfi olan "“Yu-Jode”" yani "“Lâfz”" ile tabir edilmektedir. Bu mezhebin en meşhur tâkipçileri arasında 1574'te Şah Tahmasb tarafından i'dam edilen Nizârîler'in "Otuz Altıncı İmâmı Murād Mīrzā" ile "Nûktâ-yi Ulâ" olarak da bilinen ve Kaçarlar tarafından 1850'de Tebriz'de kurşuna dizilerek i'dam edilen Babi inancının yaratıcısı ünlü Kabalist "Seyyid Ali Muhammed "(Báb)"" gelmektedir. Yahudi Cabbalisme’i Mukaddes Kitâb’ın biri zahirî ve öteki bâtınî iki ayrı mânasının bulunduğu esâsından yola çıkar. Bâtınî mânası kelimeler ve harflerin derûnî mânasıdır ki, bunun herkes tarafından anlaşılması mümkün değildir. Hurûfîlik’te kullanılan “Kelâm-ı Mâhfûz” "(logos endiathetos)" ve “Kelâm-ı Melfûz” "(logos prophorikos)" ayrımı bu usulden gelmektedir. Kabalizm etkileri tasavvufa ilk defa "“Hâkim Tırmizî”" aracılığıyla girdi. "“Sabiî Akımları ve Harraf Mektebi”" aracılığıyla Fârâbî’nin de haberdar olduğu bu “Kabalizm Cereyanları” "“İhvân’ûs-Safa Risaleleri”" üzerinde bir hâyli etkili olmuştur. Fakat “Bâtınîler”, “Hurûfîler”, “Nôktâvîler”, ve bu vesileyle de “Bektâşîler” üzerindeki tesirleri çok daha fazla olmuştur. Hurûfîlik mesleği Yahudilerin Kabal ve “Neveflâtunî” âkideleriyle şerh ve imâları temeli üzerine inşa edilmiş bir halita demekti. Yahudilerin “Kabalâ Mezhe
bi” ile ortaklık arzeden Hurûfî talimâtının en önemli ana kaynağı İbrahim peygambere ait bir muhaverede aşağıda ana hatları verildiği şekliyle şöyle açıklanmaktadır: Dolayısıyla Hilkât’in sırını idrak edebilmek için bu yirmi iki harf ile on kadar adedin Esrar ve Havass’ına dikkat etmek gereklidir. Bu harflerin içerdiği önem ise aşağıdaki şu sözlere dikkat etmek suretiyle anlaşılabilir: Çoğu sufîlerin hurûfun çeşitli şekillerine atfedilen sırlara ilgili tefsirleri “Hurûfîlik” gibi karıncalı i’tikadların zuhur etmesine yönelik teşvikkâr yollar açmıştır. Hurûfî Mezhebi ile alâkalı olan bazı ıstılahat, kendisini mutasavvıf olarak tanıtan şairlerin hemen hemen büyük bir kısmı tarafından kabul gördüğünden yazmış oldukları eserler, hurûfâta dair pek çok rümûzâtla doludur. Sufî Edebiyâtının meşhur şâirlerinden olan ve Hurûfîliğe intisap etmeyenlerin dâhi hurûf ve kelimâtın rümûz ve işâretlerinin mânalarına değinen birçok şiirleri mevcuttur. Hattâ Muhy’id-Dîn İbn Arabî’nin Şecere-i Numânîyye’si, Şerâf’ed-Dîn Ahmed Bunî’nin Esrâr-ı Hurûf’u ve bu konuda daha birçok âlimlerin sınıflandırmalarından anlaşıldığına göre i’tikaden kendilerinden asla şüphe edilmesi mümkün bile olmayan bazı meşhur mutasavvıfların dahi eserlerinde hurûfla ilgili gizemli ifadeler kullanmaktan kendilerini alamadıkları görülmektedir. Mezheben Hurûfî olan mutasavvıfanın divanları titizlikle incelenirse bunların muhteviyatlarında hurûfa esrar atfeden birçok şiirleri de ihtivâ ettikleri anlaşılır. Gerek İran’da ve gerekse Anadolu’da yaşayan Hurûfîler arasında “Üsküdarlı Hâşım Baba” gibi şairler ortaya koydukları eserler aracılığıyla bu mezhebin etrafa yayılması ve yüceltilmesi için bir hâyli hizmet etmişlerdir. Hattâ Noktacılığın tesiri altında kaldığı anlaşılan meşhûr sûfîlerden “Seyyid Ali’ûl-Hemedanî” bile, Vücûd-û Mutllâk’ı “nokta” tâbiriyle zikretmektedir. Fetih (siyasi parti) Fetih (), Türkçe kaynaklardaki yaygın adıyla El-Fetih ya da tam adıyla Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (), Yaser Arafat'ın önderliğinde 1959'da kurulan Filistin kökenli direniş örgütü ve Filistin Ulusal Yönetimindeki iktidar partisi. 1968 yılındaki Karameh direnişiyle öne çıkan ve Filistin Kurtuluş Örgütü içinde etkin olan örgüttür. Fetih'in içinden 1971'de Ebu Ali Eyad'ın öldürülmesi üzerine kopan Kara Eylül adındaki grup, 1972 yılında yapılan Münih Olimpiyat Oyunları'nda esir aldıkları 11 İsrailli sporcu Almanya'nın yanlış operasyonu sırasında ölmüştür. Hareketin tam adı, “Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi” dir (Arapça: حركة التحرير الوطني الفلسطيني ḥarakat al-taḥrīr al-waṭanī al-Filasṭīnī). Arapça olan bu isimde bulunan her kelimenin baş harfiyle tersten oluşturulan “Fetih (Feth-)” kelimesi ise hareketin dünyaca bilinen ismi haline geldi. “Feth” kelimesi İslam Tarihi’nin ilk yüzyılındaki genişlemesini anlatan dini söylemlerde kullanılmaktadır (Doğu Akdeniz’deki yayılmayı belirten, “Şam’ın Fethi” gibi). Fetih, aynı zamanda dini öneme de sahiptir. Kur’an’ın 48inci suresinin adı “Fetih” tir. Dini yorumculara göre bu sure, “Hudeybiye Antlaşması” olayının detaylarını paylaşır, Bu antlaşma sonrasındaki iki yıllık dönemde birçok kişi İslam’ı din olarak seçmiştir ve bu da Müslümanların tarafını güçlendirmiştir. Mekke’nin kuşatılması, Kureyş kabilesinin bu antlaşmayı ihlal etmesiyle gerçekleşmiştir. Yasser Arafat, Hudeybiye Antlaşmasını, İsrail’le yapılan “Oslo Anlaşmaları” için gerekçelendirmek için kullanmıştır. Filistin Milliyetçiliiği ideolojisiyle hareket eden, Fetih hareketi, Kahire ve ya Beyrut’ta okuyup daha sonra Körfez Ülkeleri’nde çalışmakta olan Filistin diasporası tarafından 1959 yılında kuruldu. Bu kurucular arasında, Kahire Üniversitesi’ndeki Filistinli Öğrenciler Genel Birliği’nin başkanı Yasser Arafat, Salah Khalaf, Khalil Al Wazir ve birliğin Beyrut’taki başkanı Khaled Yashruti vardı. El Fetih 1967 Altı Gün Savaşı’ndan sonra Filistin’deki siyasi arenada dominant bir pozisyona geldi. Fetih 1967’de Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (PLO) katıldı. Katıldıktan hemen sonra örgütün icra komitesindeki 105 sandalyenin 33ü El Fetih’e verildi. Yasser Arafat, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1969 yılında başkanı oldu ve Yahya Hammuda’nın yerine geçti. BBC’ye göre, Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katıldığı yıl, İsrail’e karşı 2432 gerilla saldırısı gerçekleşti. 1968 yılında, İsrail Güvenlik Güçleri, Ürdün’deki Karameh adlı köyde, El Fetih ve diğer Filistinli silahlı örgütlere karşı bir operasyon gerçekleştirdi. El Fetih’in köyde bir üssü vardı ve bunun yanı sıra köyde Filistin sığınmacılarının bulunduğu bir kamp vardı. Operasyonun nedeni, İsrail’e karşı El Fetih’in ve diğer silahlı grupların düzenlediği, aralarında Batı Şeri’a ya karşı düzenlenen roket saldırılarının da bulunduğu saldırılardı. Operasyonun yapılacağı bilgisi çok öncesinde Ürdün hükümeti ve bazı Fetih komutanları tarafından Yasser Arafat’a bildirildi. Haberi alan birçok Filistinli silahlı grup, alandan çekilip uzaklaştı. El Fetih ise Arafat’ın emirleriyle yerini terk etmedi ve Ürdün ordusu da, eğer ağır çatışma çıkarsa Fetih’i destekleyeceğini açıkladı. 21 Mart gecesi, İsrailli güçler Karameh köyüne ağır silahlar, silahlı araçlar ve savaş jetleriyle saldırdı . El Fetih, İsrail ordusunu şaşırtarak buludukları yeri korudular. İsrailli güçler saldırıyı sertleştirdikçe, Ürdün ordusu da çatışmaya daha çok katılmaya başladı. Bunun sonucunda İsrailli güçler büyük bir savaşa sebep olmamak için geri çekildi. Çatışmanın sonuna 150 Fetih üyesi, 20 Ürdünlü asker ve 28 İsrailli asker öldü. Arap ölenlerin sayısının daha fazla olmasına rağmen, Fetih, İsrail’in erken geri çekilmesinden dolayı, çatışmanın sonucunu zafer olarak gördü. 1960’ların sonunda, Filistinliler ve Ürdün hükümeti arasında gerginlik arttı. Bunun nedeni ağır silahlı Arap direniş örgütlerinin neredeyse Ürdün içinde başka bir devlet kuracak ve çok stratejik bir kaç noktayı yönetecek noktaya gelmesiydi. Karameh çatışmasındaki zaferlerinden sonra, El Fetih ve diğer Filistinli gruplar, Ürdün’deki sivil hayatın kontrolünü ele geçirmeye başladı. Yollara barikatlar kurdu, ulu orta Ürdün’lü polislerle dalga geçti, kadınları taciz etti ve yasa dışı şekilde vergi toplamaya başladı. Arafat bu olanları ya kınadı da ya görmemezlikten geldi. 1970 yılında, Ürdün sınırlarının kontrolünü tekrar ele geçirmek için harekete geçti ve Kral Hüseyin sıkıyönetim ilan etti. 25 Eylül’e doğru, Ürdün ordusu çatışmada üstünlük sağlamaya başladı. İki gün sonra Arafat ve Kral Hüseyin bir seri ateşkes anlaşmasına vardı. Ürdün ordusu, Filistin tarafında aralarında sivillerin de olduğu ağır kayıplara neden oldu. Yaklaşık 3500 Filistinli öldü. 2000 Fetih savaşçısı Süriye’ye girmeyi başardı. Sınırı geçerek birçoğu, Lübnan’daki Fetih güçlerine katıldı ve yeni merkez karargahlarını kurdu. Haziran 1971’de Komutan Abu Alı Lyad öncülüğündeki bir grup El Fetih savaşçısı, Ajlun adlı kuzey Ürdün şehrinde, Ürdün ordusu tarafından yenilgiye ugradı. Abu Ali Lyad idam edildi ve hayatta kalan savaşçılar da El Fetih’den kopmuş olan Kara Eylül Örgütü’nü kurdu. Kasım 1971’de bu grup Ürdün Başbakanı, Wasfi Al Tal’ı, Abu Ali’nin idamına karşılık cevap olarak katletti. 1960 ve 1970’lerde Fetih, birçok Avrupalı, Orta Doğulu, Asya’lı ve Afrikalı militanları ve direniş gruplarını eğitti ve Batı Avrupa’daki çeşitli İsrailli hedeflere karşı saldırı düzenledi. Bu saldırıların bir kısmını Kara Eylül Örgütü üstlendi. Eljamal’in 1968’de ölümünden beri, Filistin davası, Lübnan’da büyük bir destekçi sayısına ulaştı. Başta taraf tutmaya çekinen Arafat ve Fetih, Lübnan İç Savaşı’nda önemli rol oynadı. El Fetih, kendisini Komünist ve Nasırcı Lübnan Ulusal Hareketiyle konuşlandırdı. Başta El Fetihle aynı safta bulunan Suriye Başkanı Hafız Esad Lübnan’daki nüfuzunu kaybedeceği korkusuyla cephe değiştirdi. Ordusunu, Hristiyan güçlerle, Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Lübnan Ulusal Hareketi’ne karşı savaşmaya gönderdi. Hristiyan militer güçleri, çoğunlukla Maronit Falanjistleri oluşturdu. Nisan 1975’te Falanjist güçler, 26 Fetih mensubu öğrenciyi öldürdü ve bu da 15 yıl sürecek Lübnan İç Savaşı’nın resmi başlangıcı olarak tarihe geçti. Aynı yıl, Hristiyan Militerlerin oluşturduğu bir ittifak, Filistinli sığınmacıların içinde olduğu Karantina kampına saldırdı ve 1000 üzerinde sivili öldürdü. Filistin Ulusal Kurtuluş Harekatı ve Lübnan Ulusal Hareketi cevap olarak, Falanjist ve Kaplanların (Ahrar) Damour adlı kasaba’da bulunan kalelerine saldırdı ve 684 sivili öldürdü. İç savaş iki yıl boyunca şehir savaşı halinde ilerledikçe, her iki taraf ağır silahlar ve sniperlar kullanmayı artırdı ve her iki taraf ta savaş suçları işledi. 1976 yılında Hristiyan taraf, altı aylık bir kuşatmadan sonra, Beyrut’un Doğusundaki bir sığınmacı kampını ele geçirdi ve yüzlerce kişiyi katletti (Tel Al-Zaatar Katliamı)(23). Yasser Arafat ve Ebu Jihad zamanında bir kurtarma operasyonu düzenlemedikleri kendilerini suçladılar. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail’e karşı baskınları 1970’li yılların sonunda arttı. Bunların arasındaki en şiddetli olanlardan birisi, 11 Mart 1978 tarihindeki, Kıyı Yolu Katliamı olarak bilinen baskındı. Bir düzineye yakın El Fetih savasçısı, botlarıyla Haifa ve Tel Aviv’i bağlayan kıyı yoluna vardılar. Bir otobüsü ele geçirdiler ve geçen araçlara ateş açtılar. 77 kişinin ölümüne(24) sebep olan bu saldırıya cevap olarak, İsrail Güvenlik Güçleri, saldırıdan üç gün sonra, Litani Operasyonu’nu başlattı. Bu operasyonun amacı Güney Lübnan’ın, Litani Irmağı’na kadar kontrolünü ele geçirmekti. İsrail Güvenlik Güçleri bu amaca ulaştı ve El Fetih Kuzeye doğru, Beyrut’a çekildi. İsrail, 1982 yılında Lübnan’ı tekrar işgal etti. Beyrut, İsrail Güvenlik Güçleri tarafından kuşatıldı ve bombalandı. Kuşatmayı durdurmak için, Amerika ve Avrupa hükümetleri bir anlaşma garantileyerek, Arafat ve Fetih’in, çok uluslu bir silahlı grupla Tunus’a kaçtı. Bu kaçışa rağmen, bir çok Fetih komutanı ve savaşçıları Lübnan’da kaldı ve 1980’lerdeki kamp savaşlarına katıldı. Özellikle Lübnan’lı Şii toplumun arkasındaki Amal Hareketi’yle
savaştı. Ölümüne kadar, Arafat, Filistin Ulusal Yönetimi’nin başı oldu. Filistin Ulusal Yönetimi, Oslo Anlaşmaları’nda geçici ‘taraf’ olarak kuruldu. El Fetih’in günümüzdeki başkanı Farouk Kaddoumi’dir, Arafat’ın 2004 yılında ölümüyle göreve gelmiştir. Fetih, Mahmoud Abbas’ı 2005 Filistin Başkanlık seçimi için aday gösterdi. 2005 yılında Hamas bütün belediyeleri seçimde kazandı. Politika analizcisi Salah Abdel Shafi, 2005 yılında BBC’ye verdiği demeçte, Fetih liderliğinin zorluklar içinde olduğunu ve gittikçe bu sorunların ciddileştiğini belirtti. Ayrıca Fetih’in reforma ihtiyaç duyduğunu, rüşvet ve beceriksiz olarak görüldüğünü de söyledi. Aralık 2005’te İntifada lideri Marwan Barghouti, partiyle ilişkisini bozdu ve yeni parti kurarak, yeni bir listeyle seçimlere gireceğini açıkladı. Hareketin adı Al-Mustaqbal (Gelecek) oldu ve üyeleri Fetih’in gençlerinden geldi. Bu gençler genelde Fetih içerisindeki yolsuzluklardan şikayet edenlerdi. Yolsuzlukların, Oslo Anlaşmalarından sonra Tunus’tan dönen, “eskiler” den kaynaklandığına inandılar. Mustaqbal, 2006 yılında, Filistin seçimlerinde Fetih’e karşı yarışacaktı. Listesinde Mohammed Dahlan, Kadoura Fares, Samir Mashharawi ve Jibril Rajoub vardı. Buna rağmen, 28 Aralık 2005 tarihinde, iki parti ortak bir liste üzerinde anlaştı ve hapishanede olan Barghouti Fetih adına kampanyayı yönetti. Fetih içerisinde çok sayıda farklı ayrılışlar ve hoşnutsuzluklar dile getirildi. Hareket büyük bir ölçüde, Oslo Öncesi döneminden kalma yaşlı Filistinli politikacılar tarafından domine edilmekteydi. Birçoğu bulundukları pozisyonları, Arafat’ın etkisiyle elde etmişti. Hareket içindeki grupların üzerinde dengeleyici etkisine sahip Arafat sonrası, bu gruplar gelecek kalkınma, bağışlar ve seçmen alanları ile ilgili nüfuz için çekişmeleri artırdı. Mahmoud Abbas’ın gelecek yıllarda koltuğu boşaltma umudu, parti içerisinde yine tansiyonu artırdı. Eski nesil Fetih’li politikacılar arasında 1980’lerden beri açıkça belirgin ayrılıklar yoktur. Buna rağmen, arada sırada üst düzey yönetimdeki üyeler arasında sürtüşmeler olmuştur. Kurucu üyelerden Faruq Al-Qaddumi (Ebu Lütf), Oslo Anlaşması sonrasındaki düzenlemelere hep karşı çıkmıştır ve daha sert tavır takınılması üzerine çağrıda bulunmaktadır. Kendisi ayrıca Mahmoud Abbas’ın meşruiyetini de tartışmaktadır ama eleştirileri ve çıkışları günümüze kadar hiç sonuç almamıştır. Bir diğer nüfuzlu lider, Hani Al-Hassan da ayrıca günümüzdeki liderleri açıkça eleştirmiştir. Fetih’in iç problemleri, Filistin Yönetimi’nin kurulmasıyla birlikte alan savaşlarını da içine eklemiştir. Batı Şeria ve Gazze’deki güvenlik güçlerinin dalları arasında bu görülmektedir. Fetih’in genç nesilleri, özellikle El-Aksa Şehitleri Tugayları içindekiler, ayrılışlara daha meyilli gruplar arasındadır. El Fetih Hareketi’nin Altıncı Genel Kurul Toplantısı, 4 Ağustos 2009 tarihinde Beytüllahim’de başladı. Toplantı Oslo Anlaşması’ndan 16 yıl sonra ve Fetih’in son kongresinden 20 yıl sonra gerçekleşti. Bu gecikmenin sebebi, kimin toplantıda olması ve ne tür bir yerde yapılması kabul edilebilir gibi tartışmalardı. 2000 üzerinde delege toplantıya katıldı. İç anlaşmazlık hemen ortaya çıktı. Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Fetih delegelerine, Filistinli’lerin arasındaki anlaşmazlığın, bir devlet olma isteklerinin önününde, İsrail’den daha zorlu bir düşman olduğunu iletti. Fetih delegeleri, İsrail-Filistin barış görüşmelerinin, ön şartlar yerine gelene kadar devam ettirilmemesi üzerine anlaştı. Bu 14 ön şart arasında, İsrail hapishanelerinde bulunan Filistinlilerin salınması, İsrail yerleşim inşaatlarınının durması ve Gazze blokajının durdurulması vardı. 400 civarında Fetih üyesi, Gazze Şeridi’nden Beytüllahim’e gidemedi. Hamas bu kişilerin Batı Şeria’ya geçmesini yasaklamıştı. Fetih, İsrail’e karşı daha sert tutum isteyen Filistinlilerin desteğini alıyordu(34). Toplantının üçüncü gününde, Filistin Yönetimi’nin başkanının ölümünden İsrail’in sorumlu olduğu ve uluslararsı bir kuruluşun bunu aratırması gerektiği kararı oy birliğiyle ortaya konuldu. İsrail Dışişleri Bakan yardımcısı Danny Ayalon, “toplantı barışa vurulan bir darbe oldu. Yine Filistinli liderlerin daha ılımlı bir tavır alma olasılığı hayal kırıklığıyla sonuçlandı” dedi. 9 ağustosta, merkez komitesi ve devrimci konseyin yeni üyeleri seçildi. Delegeler 23 sandalyelik Merkez Fetih Komitesi’nin 18 sandalyesini doldurmak ve 128 sandalyelik Devrimci Konsey’in 81 sandalyesini doldurmak için, bir hafta süren çalışmalardan sonra oy kullandı. Devrimci konseye 70 yeni üye seçildi. Bunların içinde, Gazze Şeridi’nden Fetih temsilcilerine 20 sandalye, kadınlara 11 sandalye gitti. 4 sandalye Hristiyanlara ve 1 sandalye ise Yahudi doğumlu, sonradan İslam’I seçen Uri Davis’e gitti. Davis konseye 1958 kuruluş tarihinden beri seçilen ilk Yahudi asıllı üye oldu. Merkez Konsey’e seçilenler arasında, Fadwa Barghouti vardı. Barghouti, İsrailli sivillere karşı, İkinci İnfiada döneminde, saldırılardan sorumlulukla suçlanıp, 5 senelik İsrail cezaevlerinde hapis kalmak üzere hüküm giyen, Marwan Barghouti’nin eşidir. 18-19 Ekim 2014 yılında, Ramallah’ta Devrimci Konsey toplantısı gerçekleşti. İçlerinde Hamas’la uzlaşmayı da bulunduran bir çok önemli konu konuşuldu. Bu konuyla ilgili fikirler karışıktı. El Fetih, Sosyalist Enternasyonal’in bir üyesi, Avrupalı Sosylalistlerin Partisi’nde ise gözlemci statüsüne sahiptir. Fetih’in yeraltı dergisi, Filastinuna Nida Al-Hayat’ın Kasım 1959 baskısı, hareketin, Arap Dünyası’ndaki Filistinli mültecilerden ilham aldığını göstermiş oldu: Felaketin gençleri (shibab al-nakba) dağılmış durumda… Çadırlarda yaşam, ölüm kadar acınası hale geldi… Sevgili Anavatanımız için ölmek, günlük ekmeğimizi utançla, bağış yoluyla yemekten daha onurlu ve iyidir…Felaketin oğulları olan bizler, bundan sonra bu kirli ve hakir görülmüş yaşam yarzını kabul etmiyoruz. Bu hayat kültürümüzü, manevi değerlerimizi, politik varoluşumuzu ve itibarımızı yok etti. Başından beri, silahlı direniş ve savaş, El Fetih’in Filistinlileri özgürleştirme idolojisinin merkezindeydi. Fetih’in iki en önemli karar mekanizması, Merkez Komitesi ve Devrimci Konsey’dir. Merkez Komitesi yürütme organı ve Devrimci Konsey ise yasama organıdır.. El Fetih kuruluşundan beri bir çok silahlı grubu barındırdı çatısı altında. En bilindik ordu kanadı, Al-Asifah’tır. Fetih’in genel olarak geçmişteki bir çok saldırıda katkısı olduğu düşünülür (6-7-8-9) fakat İslami fraksiyon Hamas’ın tam tersine, Fetih, artık hiçbir devlet tarafından terrorist bir organizasyon olarak görülmez. İsrail ve ABD Kongresi, El Fetih’i uzun yıllar terörist olarak kabul etti fakat Fetih 1988’de terörü lanetledikten sonra, bu durum değişti. Fetih, kuruluşundan beri bir çok silahlı grup ve militer gücü yarattı, yönetti ve ya sponsorluğunu yaptı. Fetih’in asıl silahlı kanadı Al Asifah’ın yanı sıra, Fetih’le alakası olan silahlı grupların bazıları şunlardır: Ağustos 2009’da, Fetih’in Beytüllahim’deki Altıncı Genel Konferansında, Fetih delegeleri yeni bir kuruluş sözleşmesi yazdı. Elektronik denge programı ESP, Bosch tarafından geliştirilmiş, otomobilerde kullanılan bir sürüş destek birimidir. Açılımı Electronic Stability Program (Elektronik Denge Programı) olan sistemi ilk defa Mercedes firması 1995 yılında CL modellerine opsiyonel olarak sunmaya başlamıştır. Farklı firmalarda farklı isimlerle anılan bu sistemin mantığı genel olarak şöyledir; Bir merkezi kontrol ünitesi, direksiyon açı sensörlerinden, moment sensörlerinden, ABS fren sisteminin sensörlerinden gelen verileri değerlendirerek, aracın kayıp kaymadığını hesaplar. Buna göre gerekli tekerlere fren yaptırarak ve motor gücüne müdahale ederek aracı tekrar izine döndürmeye çalışır. Örneğin araç önden kayarsa viraj içinde kalan arka tekerlek, arkadan kayarsa viraj dışında kalan ön tekerlek bağımsız olarak frenlenir. Böylece araç tekrar doğru ize döndürülmeye çalışılır. Filistin Kurtuluş Örgütü Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ; Arapça: منظمة التحرير الفلسطينية Munazzamat al-Tahrīr al-Filastīnīya; İngilizce: Palestine Liberation Organization). Uluslararası ortamında PLO olarak tanınan bu örgütün temelleri, 13 Ocak-16 Ocak 1964’te Kahire'de toplanan Arap Zirvesi'nde atıldı. 29 Mayıs 1964 tarihinde Filistin Ulusal Konseyinin toplanmasının ardından 2 Haziran 1964 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. Örgüt Arap devletleri arasında bir liderlik savaşı yüzünden Filistinliler tarafından değil, Arap devletleri tarafında özellikle de Mısır devlet başkanı Cemal Abdülnasır'ın yoğun desteği ile kuruldu. FKÖ'nün kurumsallaşması aşamasında Arap devletleri Filistinlileri mücadele yönünde yetiştirmek amacıyla askeri okullarına alma talebinde bulundular, ayrıca teşkilatın finansmanı için bir Filistin Milli Fonu oluşturuldu. Arap devletlerinde FKÖ'nün ofisleri açıldı ve o sıralarda Gazze ve Sina'da üslenecek bir Filistin Kurtuluş Ordusu kuruldu. Bir anlamda Filistin davasının siyasal temsilcisi olan ve çok sayıda Filistinli örgütü bir çatı altında toplayan FKÖ, 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda etkinliğini artırdı. 1968 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi'nin dördüncü toplantısında FKÖ yeniden örgütlendi. Silahlı gruplar üye yapılırken, sözleşme yeniden gözden geçirildi ve Filistin Kurtuluş Ordusu'nun askeri kanadı kuruldu. FKÖ'nün en önemli organı Filistin parlamentosuna eş değer olan Ulusal Konsey'dir. Üyeler, Konsey'in mevcut kurulu, askeri gruplar, Filistin birlikleri, meslek örgütleri ve önde gelen Filistinlilerin görüşmeleriyle belirlenmektedir. Konsey, FKÖ'nün siyasetini ve programlarını oluşturan en üst kuruldur. FKÖ şemsiyesi altında bulunan gruplar içindeki en büyük örgüt olan El-Fetih'in lideri Yaser Arafat 1969'da FKÖ Yürütme Kurulu Başkanlığı'na getirildi. Arafat yönetimi 1973 yılından itibaren diplomasiye ağırlık vererek FKÖ'ye sürgün hükümeti niteliği kazandırdı. 1974 yılında örgüt, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanındı. 198
0'li yılların başlarına kadar FKÖ pek çok değişik grubu bünyesinde taşıyor olmasına rağmen Filistin davasının önde gelen örgütü olma özelliğini korudu. Örgütün merkezi 1967 savaşından sonra Ürdün'e, 1970'te Lübnan'a ve 1982 yılında İsrail'in Lübnan'ı işgaliyle Tunus'a taşındı. FKÖ Başkanı Arafat, Aralık 1988'de FKÖ adına terörizmi kınadığını açıklayan bir konuşma yaptı. Bunun üzerine ABD bu açıklamanın, El-Fetih, Güç 17, Havari Grubu, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi örgütleri de bağladığını düşündü. Fakat ABD ile FKÖ arasındaki diyalog FHKC'nin 30 Mayıs 1990'da İsrail kıyılarına saldırmasıyla bozuldu. 1991'deki Körfez Savaşı sırasında Yaser Arafat, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgaline tam destek vererek tüm dünya kamuoyunu şaşırttı. Bunun sonucunda savaşın ardından Kuveyt'teki tüm Filistinliler Kuveyt'ten atıldılar. 1994 yılında yapılan Gazze-Eriha Anlaşması ve Eylül 1995'te yapılan II. Oslo Anlaşması'yla İsrail Gazze Şeridi'nin tamamına yakınının, Batı Şeria'nın ise bazı bölgelerinin yönetimini Filistin Otoritesi'ne bıraktı. 1996 yılının Ocak ayında yapılan seçimlerin sonucunda 88 üyeli Filistin Otoritesi Konseyi oluşturuldu. Ayrıca seçimlerin sonunda Arafat Filistin Otoritesi'nin başkanı olarak göreve başladı. Filistin Otoritesi kabinesi 23 bakanlıktan oluşuyordu fakat önemli kararları alma yetkisi Arafat'a aitti. Ayrıca hükümette önemli pozisyonlar el-Fetih üyelerine verildi. FKÖ, bugün devam eden varlığı ile Filistin Ulusal Otoritesi'ni yürüten siyasal bir parti gibi işlev görmektedir. Batılılaşma Batılılaşma, dünya toplumlarının sanayi, teknoloji, hukuk, siyaset, ekonomi, yaşam tarzı, beslenme, giyim, dil, alfabe, din, felsefe ve değerler gibi alanlarda Batı kültürünü benimsemesini sağlayan bir süreçtir. Türkiye'de yaklaşık 200 yıldır kalkınma süreci ve yeniliklerin itici gücü olmuştur. Olumsuz bir anlam da yüklenen bu kavram, antiemperyalist bir mücadeleden sonra elitizmin halk kültüründen kopuşunu ifade etmektedir. Osmanlı'dan cumhuriyete geçiş paradigması modernleşme, ilerleme, geri kalmışlıktan kurtulmadır. Osmanlı İmparatorluğu feodal, teokratik değil ama ümmetçi bir yapıydı. Batı tipi bir gelişmesi yoktu. Şeriat, devlet işlerinde ana kanun olmasına rağmen, örfi hukuk ve maslahat ile laik bir gelişme de vardı. Yükselme yıllarında şeriat olaylara uygun giderken, gerileme ve çöküş yıllarında olayların şeriata uygunluğu öne geçti. Olayların hızına yetişemeyince ictihad kapısı kapatıldı ki bu gericiliğin başlangıcıdır. İlmiye sınıfı Osmanlı'da hakim sınıftı. Şeyhülislam, kazasker, kadı, müftü, hocalar. Kamuoyunu bunlar yapıyordu. Batı'daki ruhbanlarla karşılaştırıldığında ruhban sayılmazlardı ancak devlete ve topluma hakimdiler. Seyfiye (ordu) ve kalemiye (idare) onların yanındaydı. Gerilemenin bir sebebi İlmiyenin bozulmasıdır. Batılılaşma, batı gibi olmadır. Çünkü Batı ilim ve teknikte ilerlemiştir, üstündür, Osmanlı geri kalmıştır, savaşlarda artık yenilmektedir. Üstelik Batı sadece teknik değil medeni üstünlüğü de ele geçirmiştir. O halde Osmanlı da Batı'ya benzeyecektir. Kurumlar değiştirilecek, Batı'ya elçiler ve aydınlar gönderilecektir. Her tür yenilik girişimi İlmiye ve yeniçerilerin direnişi ile karşılaştı. İlk defa Lale Devri ile yenileşme başladı. Matbaa kuruldu, tiyatro oynandı. Fakat Patrona Halil isyanı çıktı. Ulema ve Yeniçeri gücüyle bastırıldı. Fransız İhtilali sırasında tahta çıkan III. Selim, Nizamı Cedit (Yeni Düzen) hareketini başlattı, bu hareket radikal bir hareketten çok eskiyle yeninin bir arada var olması demekti. Bu da yeniçeri isyanıyla, Kabakçı Mustafa isyanıyla patlak verdi. Selim öldürüldü. Batı, isyancılara yardım etmişti. II. Mahmud ve Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa Senedi İttifak'ı imzaladı. Sekbanı Cedid kuruldu. Ancak Yeniçeriler yine ayaklandı, Alemdar'ın evini bastılar ve Alemdar evi yakarak kendisiyle beraber yaklaşık 300 yeniçeriyi de öldürdü. II. Mahmud, 1826'da İlmiye'yi yanına çekerek Yeniçeri Ocağı'nı yok etti. Bu büyük bir olaydı. Batılılaşma hareketi esas bu noktada başladı. Padişahın adı gavur padişaha çıkmıştı. 1839'da Sadrazam Mustafa Reşit paşa Tanzimat'ı ilan etti. Gülhane Hattı Hümayunu, bir Rönesans'tı. Abdülmecid'in, Ali ve Fuat paşaların, Genç Osmanlıların rönesansı. Muhalif aydınları Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya paşa, Agah Efendi ilk Batıcı aydınlar. Meclisi Valayı Ahkamı Adliye ilk Danıştay. Orduda yenileşmeler. Eğitimde Darülfünun, ilk ve orta okullar. Bu dönemde Batılılaşma artık zaruri bir ihtiyaç olmuştu ancak devletin esas unsuru Osmanlılık ve İslam'dı. Batı da Batılılaşmaya mecbur ediyordu. 1856'da Islahat Fermanı ilan edildi. 1868'de Şurayı Devlet kuruldu, yani ilkel bir meclis idaresi. 28 Müslüman, 13 gayrimüslimden oluşan 41 üyeli bu meclis bütçeyi incelemek yetkisine sahipti ama kısa bir sürede sadrazamın nüfuzuna girdi. 1876'da Kanunı Esasi ilan edildi. Meşruti padişahlık. Meclisi Mebusan tam demokratik değildi, karşısında padişah, sadrazam, Heyeti Vükela, Ayan Meclisi, Şurayı Devlet vardı. Meclisi Mebusan'ın 80 Müslüman, 50 gayrimüslim üyesiyle iki kere toplanabildi. 1878'de Abdülhamid meclisi kapattı, bu kapanış 31 yıl sürdü. 1908'de Hürriyetin İlanı, Abdülhamid tarafından Kanuni Esasi'nin yeniden yürürlüğe konmasıyla başladı. Bu, 1909 ve 1911'de değiştirilerek parlamenter sisteme uygun hale getirildi. Ne var ki bu defa da tek partici bir meclis oldu. İttihad ve Terakki ile muhalefet arasında bir kan davası başladı. Batılılaşma hareketleri milliyetçiliğin yükselişiyle canlandı. Üniversitede kadın erkek eşitliği, kadınların iş hayatına atılmaları, milli eğitim, dilde Türkçecilik, Türk Ocakları, İtibarı Milli Bankası, kaza birliği ve benzeri. Eski Krallık Eski Krallık MÖ 3. bin yıllık döneme verilen addır. Mısır ilk defa bu dönemde medeniyet gelişmişliği ve başarıları açısından devamlı zirvededir. Bu dönem "Krallık" dönemleri olarak anlandırılan üç dönemden ilkidir, bunlar Nil Vadisi'nde medeniyetin en yüksek olduğu dönemlerdir (diğerleri Orta Krallık ve Yeni Krallık'tır). Eski Krallık genelikle Mısır'ın Üçüncü Hanedan'dan Altıncı Hanedan'a (MÖ 2575–MÖ 2134) kadar yönetildiği zaman aralığından bahseder. Ayrıca birçok mısırbilimci, Memphisli yedinci ve sekizinci hanedanları Memphis merkezi idari yapılanmasının devamı olması nedeniyle Eski Krallık içinde sayar. Eski Krallık dönemini, mısırbilimciler tarafından Birinci Ara Dönemi olarak adlandırılan ayrılık ve göreli kültürel düşüş dönemi takip eder. Eski Krallık döneminde Mısır'ın kraliyet başkenti Djoser'in sarayını kurduğu Memphis'te bulunmaktaydı. Eski Krallık fazla sayıda yapılan piramit, yapıldıkları zamanda firavunlara ait gömü yerleri olarak yapılmışlardır, nedeniyle en iyi bilinen dönemdir. Bu nedenle, Eski Krallık sık sık "Piramitler Çağı" olarak adlandırılır. Eski Krallık'ın ilk ünlü firavunu ilk piramitini Memphis'in yeni mezarlığı Sakkara'da yaptıran Üçüncü Hanedan'dan Djoser'dir (2630–MÖ 2611). Djoser'in hükmünde önemli bir kişi mezarlığın yapını denetlemiş olan vezir Imhotep'tir. Antik Mısır'ın eskiden bağımsız olan eyaletlerinin nome olarak adlandırıldığı ve yalnızca firavun tarafından yönetildiği dönem bu dönemdir. Sonradan sonraki yöneticiler valilerin görevini zorla saymak zorunda kalmışlardır veya aksi halde vergi toplamak için çalışmak zorunda kalacaklardı. Bu çağda Antik Mısırlılar firavunun ekinleri için Nil'in yıllık taşmasını sağladığına kesin olarak inanıyorlardı. Ayrıca kendilerini özellikle seçilmiş insanlar olarak görmekteydiler, "dünyadaki tek gerçek insanoğulları". Eski Krallık ve onun kraliyet gücü zirvesine Sneferu (2575–MÖ 2551 ) ile başlayan Dördüncü Hanedan yönetiminde ulaşır. Diğer tüm firavunlardan daha büyük boyutlarda taşlar kullanarak üç piramit yapmıştır: Meidum'da esrarengiz bir piramit (bir başarısızlık), ünlü Dahşur'da Bent Piramiti (diğer bir başarısızlık) ve Daşur'daki küçük Kızıl Piramit. Sneferu'nun ardından Keops Piramiti'ni yaptırmış olan oğlu Khufu 2551–MÖ 2528) firavun olmuştur. Sonraları Mısırlılar edebiyatlarında onu zalim bir tiran olarak anlatmışlardır çünkü piramidinin tamamlanması için işçileri zorla çalıştırmıştır. Khufu'nun ölümünden sonra oğlu Djedefra (2528–MÖ 2520) ve Khafra (2520–MÖ 2494) münakaşa etmiş olabilirler. Daha sonra ikinci piramiti ve Gize'deki Sfenks'i yapmışlardır. Kanıtların yeniden incelenmesi sonucunda Sfenks'in Djedefra tarafından Khufu için yapılmış bir anıt olduğu fikri öne sürülmüştür. Dördüncü Hanedan'ın diğer kralları Gize'daki en küçük piramiti yapmış olan Menkaura (2494–MÖ 2472) ve Şepseskaf'tır (2472–MÖ 2467). Beşinci Hanedan Firavun'u ve merkezi hükümeti zayıflatan reformlar başlatan Userkhaf (2465–2458 BC) ile başlar. Hükmünden sonra güçlü nomarşların (bölgesel yöneticiler) kraliyet ailesine bağlı olmaması nedeniyle iç savaşlar çıkmıştır. Kötüleşen iç savaş birliğe ve faal yönetime zarar verdi ve ayrıca kıtlığa neden oldu. Fakat düşüşün tek nedenleri bölgesel otonomi ve iç savaşlar değildi. Dördüncü Hanedan'ın çok büyük yapı projeleri hazinenin ve halkın kapasitesini aşmıştı, bundan dolayı Krallık köklerinden zayıflamıştı. Son darbe ise bölgedeki ani ve kısa süreli soğuma ile olmuştur ve sonucunda MÖ 2200 - MÖ 2100 yılları arasında yağmur yağışında sert bir düşüş olmuştur bu da Nil'in normal taşmasını engellemiştir. Sonuç olarak onyıllarca süren kıtlık ve çatışmalar olmuştur. Ankhtifi'nin mezarındaki bir yazıtta, Birinci Ara Dönem'den bir lider Eski Krallık'ın son yıllarındaki devletin durumunu şu sözlerle anlatır: "Yukarı Mısır'ın tümü açlıktan ölüyordu ve insanlar çocuklarını yiyorlardı..." Jes Høgh Jes Høgh (d. 7 Mayıs 1966, Aalborg), Danimarkalı eski futbolcudur. Aalborg BK, Brøndby IF, Fenerbahçe ve Chelsea FC formalarını giymiştir. Danimarka millî takımı ile 57 maçta forma giymiş ve 1 gol atmıştır. 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası, 1998 FIFA Dünya Kupası ve 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'na katılmıştır.1995 Kral Fehd Kupası'nı kazanan Danimarka millî takımının defansında yer almıştır. Aal
borg'ta doğan Jes Høgh kariyerine kentin yerel takımı Aalborg Chang altyapısında başladı. 1987 yılında şehrin büyük takımı Aalborg BK'e (AaB de denir) transfer oldu. O sene şampiyon oldular. Takımda Peter Rasmussen ile beraber ofansif orta saha görevi almaya başladı. 1990-91 sezonunda takımda sürekli yer almaya başlayan oyuncu, 26 maçta 7 gol atarak ilk ciddi çıkışını yaptı. 1990'daki sezonun sonunda dizinden ciddi bir sakatlık geçirdi.Yine de 1991 senesinde millî takıma çağırıldı. 1991 Nisan'ında Bulgaristan ile yapılan millî maçtan sonra uzun süre millî takım formasını giyemedi. 1992'de Aalborg ile sözleşmesi sona eren Høgh, Kasım ayında ezeli rakip Silkeborg IF ile anlaştı. Kulübüyle problem yaşadı ve antremanlara çıkmadı. Kontratındaki madde yüzünden 6 ay Silkeborg'dan ayrılamadı. Sezonun ortasında 500,000 Danimarka kronuna Brøndby IF'e transfer oldu. Jes Høgh, Brøndby IF'e gelince antrenörünün ihtiyaç duyması sebebiyle orta sahadan defansa çekildi. Burada iyi maçlar çıkardı. Zaman zaman da orta sahada oynadı. O yıl Brøndby IF yeni bir yapılanma ile gençleşme yoluna gidiyordu ve şampiyonluk kazanamadı. Buna rağmen Høgh kişisel olarak iyi bir performans sergiledi ve "Brøndby'de Yılın En İyi Oyuncusu" seçildi. Kulüp DBU Pokalen'i kazandı 1993'te ise ufak tefek sakatlıklar geçirdi ve millî takım kadrosuna hâlâ hasretti. 1994'ün Kasım ayında ise Høgh Brøndby IF'den ayrılıp, eski takımı Aalborg'a üç yıllık kontrak imzalayarak geri döndü. Takım o sene Danimarka Futbol Ligi Şampiyonu oldu ve Høgh de tekrar millî takıma çağırıldı. 1995 Kral Fehd Kupası'nı kazanan Danimarka millî takımının turnuvadaki üç maçında da forma giydi. Aalborg'taki başarılarının ardından futbolcu, 1995 yılında Fenerbahçe'ye transfer oldu. Fenerbahçe oyuncu için 11 milyon Danimarka kronu ödedi. (Zamanın kuru ile yaklaşık 1,5 milyon dolar) Jes Høgh 1995 ile 1999 yılları arasında Fenerbahçe'de oynadı. Brøndby IF'den eski takım arkadaşı Nijeryalı Uche Okechukwu ile iyi bir defans ikilisi oluştudular ve çok başarılı oldular. Birçok Fenerbahçe taraftarına göre yıllardır defansta böyle bir uyum yakalanamıyor. 1995-1996 sezonunun sonunda, Jes Høgh Fenerbahçe ile ilk sezonunda şampiyonluğu kazandı. Bu arada sezon sonunda 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası'nın tüm maçlarında oynadı. Danimarka o şampiyonada, bir önceki şampiyon unvanıyla geldiği gruptan çıkamadı ve sadece üç maç oynadı. Daha sonra Fenerbahçe'de üç sezon daha forma giydi. Böylece en çok forma giydiği takım Fenerbahçe olmuş oldu. 1998 FIFA Dünya Kupası'nda da Danimarka'nın yaptığı beş maçta da forma giydi. 9 Haziran 1999'da İngiltere'nin ünlü takımı Chelsea'ye transfer oldu. Burada çok fazla forma şansı bulamadı. Fransız oyuncular Marcel Desailly ve Frank Leboeuf'ün yedeği olarak düşünülüyordu. Fazla forma şansı bulamamasına rağmen 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'na da çağırıldı. Ama bileğinden sakatlandığı için tüm maçlarda kulübede oturdu. 2001 yılına kadar oynadığı Chelsea'de sadece 17 maça çıkabildi. Sakatlığının devam etmesi üzerine 21 Mart 2001'de futbol yaşamına veda etti. 2007'nin Ocak ayında bir otel odasına karısıyla telefonda konuşurken, beyin kanaması geçirdi ve hastaneye kaldırıldı. Sağ tarafına felç geçirdi ve konuşma yetenegini kaybetti. Fakat tedavisini sürdürdü ve şu sıralar iyileşmeye devam ediyor. Tedavisi sırasında gerek Fenerbahçe, gerekse Chelsea kulüplerinin moral verme çabalı desteklerini gördü. Paulo Mendes da Rocha Mendes da Rocha, özel konutlardan toplu konutlara, kiliselerden müzelere, stadyumlardan kentsel meydanlara kadar geniş bir çeşitlilikte yapılar tasarlamıştır. 28 Ekim 1928 yılında Brezilya'da doğmuştur. Kariyerine 1950’de São Paulo’da başlayan Mendes da Rocha São Paulo Üniversitesi’nde eğitmenlik görevinin yanı sıra, Brezilya Mimarlar Enstitüsü’nün Başkanlığını da yapmış ve Güney Amerika ve Avrupa’da dersler vermiştir. 2006 yılında mimarlık alanındaki en prestijli ödüllerden birisi kabul edilen Pritzker Mimarlık Ödülü’nü kazandı. Stadyum Stadyum veya stat, çeşitli spor müsabakalarının yapılabilmesi için özel olarak yapılmış spor tesisleri. Eski Yunan'da koşu için yapılan stadyumlar ilk zamanlarda dar ve fazla uzun olmayan pistten oluşuyordu. Bu pistin kenarlarında seyircilerin oturduğu basamaklar bulunuyordu. Müsabaklara olan ilginin artmasıyla stadyumların boyutları değişti. M.Ö. 4. asırdan itibaren stadyumalar abidevi bir görünüm almaya başladı. Yunanistan'da büyük stadyumlar yapıldı. Romalılar stadyumlar yerine arenaları tercih etti. İlk modern stadyumlar açık hava stadyumlarıydı. Daha sonraları tamamen kapalı stadyumlar yapıldı. Günümüzde inşa edilen stadyumların ana mekanını dikdörtgen seklinde çimlendirilmiş bir saha ile bu sahanın etrafında yer alan pistler oluşturur. Sahanın kenarlarında seyircilerin müsabakaları seyretmesi için tribünler bulununur. Ayrıca sporcuların soyunma odaları, revir, çalışma ve toplantı salonları, radyo ve televizyon muhabirlerinin, naklen yayın ekiplerinin maçları takip ettiği kısımlar, VIP salonları, restoranlar, büfeler ve gişeler de stadyumların bölümlerini oluşturur. Renzo Piano Renzo Piano (d. 14 Eylül 1937, Cenova), İtalyan mimar. İnşaatçılık, müteaahhitlik yapan bir ailenin oğludur. 1971'de Piano & Rogers ortaklığını kurarak Richard Rogers ile birlikte Paris'te Centre Georges Pompidou projesini gerçekleştirdi. Renzo Piano, aralarında RIBA Altın Madalyası (1989), Neutra Prize (1991), Praemium Imperiale (1995), Erasmus Ödülü (1995), Pritzker Mimarlık Ödülü'nün de (1998) bulunduğu çok sayıda uluslararası ödülün sahibidir. 30 Ağustos 2013 tarihinde İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano tarafından ömür boyu senatör atanmıştır. V for Vendetta (anlam ayrımı) V for Vendetta aşağıdaki anlamlara gelebilir: Sayısal işaret işleyici Sayısal işaret işleyici (İngilizce: "digital signal processor"), sayısal sinyal işleme için kullanılan özel bir mikroişlemcidir. Analog veriyi ölçme, süzgeçten geçirme ve sıkıştırma amacıyla kullanılmaktadır. Buldog Buldog, asırlar önce İngiltere'de boğa ve ayı dövüşleri için üretilmiş bir köpek ırkı. Buldog adı, İngilizce "bull" (boğa) ve "dog" (köpek) sözcüklerinin bir araya gelmesiyle türetilmiştir. İngiltere'de 1835'te kan sporları yasaklanınca, buldoğun işlevinin sona erdiği düşünüldüyse de, buldog yetiştiricileri ırkı korumaya karar verdiler ve bu kavgacı köpeği sakin, sessiz bir ev köpeğine dönüştürdüler. İngiliz buldoğunun, bedeninin geri kalan bölümüne oranla çok iri olan kafası, doğumlarının sezaryenle yapılmasını gerektirir. Yassı yüzü nedeniyle solunum bozukluklarına karşı oldukça duyarlıdır ve sıcaktan çok etkilenir. Ayrıca kulaklarından da sıkça rahatsızlanır. Görünümüne rağmen, hem sevgi dolu, hem güvenilirdir. Diğer ev hayvanlarıyla ilşkisinde de güvenilir, ama yabancı köpeklerden hoşlanmayan, saldırgan davranabilen bir köpektir. Çocukları sever ama, hoşlanmadığı insanlara karşı sert davranabilir. Mutlu olabilmesi için insanlardan ilgi görmesi yeterlidir. Horlaması ve salyasının akmasıyla ünlüdür. Apartmanda rahatlıkla yaşayabilir. Çünkü ev içerisinde fazla hareketli değildir. Erişkin bir buldoğun ağırlığı 22 kg'ı, omuzdan yere yüksekliği 33–38 cm'yi bulur. Altın standardı Altın standardı veya Altın sikke sistemi, 19. yüzyılın başlarından, I. Dünya Savaşının sonuna kadar Avrupa ve Amerika'da uygulanan para sistemidir. Tek metal para sistemi olarak da bilinir. Çift metal para sisteminde, gümüşün sürekli olarak aksaması, hem iç piyasalarda dengesizlikler yaratmış, hem de uluslararası ticareti olumsuz yönde etkilemeye başlamıştır. Bu olumsuz gelişmeler sonucu Avrupa ülkeleri ve ABD, Çift metal para sistemini terk ederek Altın sikke sistemini uygulamaya koymuşlardır. Altın sikke sistemine geçişte bu gelişmelerin yanında, Merkantilizmin yerine Liberal ekonomi görüşünün itibar kazanması da etkili olmuştur. David Ricardo'nun Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi, serbest ticaretin tümüyle serbestleştirilmesi durumunda ticaretin karşılıklı her iki ülke açısından da daha kazançlı olacağını ifade eder. Yine Ricardo'nun Otomatik Altın Standartı Teorisi de, aynı şekilde tümüyle serbestleştirilmiş bir ticaretde, ödemeler dengesinin otomatik olarak sağlanacağını öne sürer. Her iki teorem de Altın sikke sistemine geçişin teorik çerçevesini oluşturmuştur. Ricardo, otomatik altın standardı mekanizmasının işleyebilmesi, bankalarca ihraç edilen banknot hacminin, tedavüldeki altın paraya sıkı sıkıya bağlı tutulması gerektiği tezini öne sürmüştür. Tedavül Prensibi olarak bilinen bu prensip gereği hükümetler, bankalarca ihraç edilebilecek banknot miktarını sıkı bir biçimde denetim altına almışlardır. 1844 yılında İngiltere'de yürürlüğe konulan Peel Yasası, bu düzenlemelerin belirlendiği bir yasal düzenlemedir. Aydınlanma Çağı Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan tarihsel dönem, aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir. Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, ön yargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi tanımlar. Avrupa 'karanlık çağ' döneminde dine aykırı olduğu düşüncesiyle bilim ve düşünmeyi yasaklamıştı. Ancak o zamanlarda Yunancadan Arapça'ya yapılan çevirilerle bir medeniyet kurmuş olan Endülüs'e(İspanya) yapılan seferlerle oranın halkının müreffeh yaşamı karşısında hayranlık duymuşlardır. Arapça eserleri özellikle de İbn Rüşd gibi alimlerin eserlerini Latince'ye çevirerek aydınlanma çağına zemin hazırlamışlardır. Aydınlanmaya yol açan başlıca düşünsel gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleridir. Aydınlanmanın ilk temsilcileri olarak genellikle Rene Descartes ve Gottfried Wilhelm Leibniz kabul edilir. Almanya'da Johann Gottfried Herder, Immanuel Kant, Christian Wolff; Fransa'da Denis Diderot, Claude Adrien Helvétius, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire; Büyük Britanya'da David Hume, John Locke ve Thomas Paine Aydınlanma
çağının en önemli temsilcileridir. Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri "genel olarak" insanın kendi yaşamını düzenlemesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız Devrimi (1789) ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla "aydınlanma", Ortaçağ'da hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir. Bu yüzyıl yeni bir "ideal" ile tarih sahnesinde yer alır; bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan "entelektüel bir kültür" egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde "ilerlemelidir". Böylece ilerleme ideali, insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine dayandırılır. Aydınlanma felsefesinin kaynağı Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkelerdir. Rönesans'tan itibaren düşüncenin tarihsel otoritelerden kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya başlaması söz konusudur. 17. yüzyılda bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda aydınlanma felsefesinin "düşünsel temelleri" bir anlamda hazırlanmıştır. Sekülerleşme aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her tür girişiminde temel olmuş olan bir yönelimdir. 18. yüzyıl felsefesinde bir yanda rasyonalizmin öte yandan empirizmin güçlenmesi ve bunlardan meydana gelen teorik sorunların yeni bir takım sentezlerle aşılmaya çalışılması söz konusu olacaktır. Aydınlanma çağı, aklın ışığında felsefenin de yepyeni bir etkileyicilikle ortaya çıkışına, yaygınlaşmasına, yeni sentezlerle sistematikleştirilmesine etki etmiştir. Bu bakımdan bu yüzyıla "felsefe yüzyılı" denmesi de söz konusudur. Aydınlanma Çağı, aklı kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönelinen dönemdir. Kant, aydınlanmacılığı, "aklı kullanma cesareti" olarak tanımlandığında, genel olarak Aydınlanma Çağı'nın felsefesini vermektedir. 18. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkıp gelişmiş ve "aydınlanma" fikriyle yaygınlaşmıştır. Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda şöyle der: Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Öte yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15. yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Orta Çağ'ın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemim ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir. Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir. Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmaktadır. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler icerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modern yaşamın temellleri atılmıştır. 1789 Fransız ihtilalinin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır. ESP ESP aşağıdaki anlamlara gelebilir: Buldog (anlam ayrımı) Buldog, sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Bisinoz Bisinoz, genellikle pamuk tozlarını soluyan işçilerde görülen meslek hastalığıdır. Pamuk tozlarının yanı sıra keten ya da kenevir gibi öbür doğal liflerin tozlarının da yol açabildiği bisinozda, akciğerlerde küçük toz parçacıklarına karşı oluşan doku tepkisi koyu müküs birikmesine, bu da hava geçişinin azalmasına yol açar. Daralma; ciğerlerdeki hava keseciklerinin bozunmaları sonucunda soluk darlığına yol açabilir. Hırıltılı ve kesik kesik soluk alma, sersemlik başağrıları ve akciğer dokularında renk değişmesi (kahverengi) teşhisin konulmasını sağlar. Hastalık genellikle, tozlu ortamda çalışmanın bırakılmasıyla geçer. Tozlu koşullarda çalışmanın sürmesi, süregen bronşit, anfizem, vb. hastalıkların ortaya çıkmasına yol açabilir. Sezaryen Sezaryen, doğumun doğal olmadığı durumlarda karın ve rahmin kesilerek bebeğin alındığı cerrahi bir işlemdir. Çok nadir durumlarda bu yöntemle rahimdeki ölü fetusun da alındığı olur. İlk modern sezaryen 1881 yılında Alman jinekolog Ferdinand Adolf Kehrer tarafından gerçekleştirilmiştir. Sezaryen genellikle vajinal doğumun bebeğin veya annenin sağlığını riske atacağı durumlarda gerçekleştirilir. Son yıllarda sezaryen doğum Çin'de %46 gibi bir rekor seviyeye yükseldi. Diğer Asya, Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde ise bu oran %25 gibi bir seviyededir. ABD'de sezaryen doğum oranı 2007 yılında %31.8 olarak tespit edildi. Avrupa ülkelerinde ise bu oran çok büyük farklılıklar göstermektedir: İtalya'da sezaryen doğum oranı %40 iken, bu oran Nordik ülkelerinde yalnızca %14'tür. Eski Roma hukukunda doğum sırasında ölen annenin bebeğinin rahminden kesilmesi gerektiği yazar. Bu kanunun kadınların hamile olarak gömülmemelerini söyleyen dini söylemlerden doğduğu söylenir. Vajinal doğum sonrası hayatta kalmayacağı düşünülen anneye hamileliğinin onuncu ayında en azından fetusu koruma amaçlı bu yöntem uygulanır ve fetus rahimden çıkarılırdı. Romalı lider Jül Sezar'ın bu yöntemle doğduğu spekülasyonunun gerçek olmadığı ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Romalılar döneminde sezaryen gerçekleştirilmiş olsa bile, hiçbir klasik kaynak o dönemde böyle bir doğumdan sonra hayatta kalabilmiş bir anneyi kaydetmemiştir. Sezaryen doğum sonrası hayatta kalmayı başarabilmiş anneyi kaydeden en yakın tarih milattan sonra 1500'lü yıllardır. Sezar'ın annesi Aurelia Cotta ise milattan önce 100'lü yıllarda yaşamıştır. Sezaryen kelimesinin "kesme" anlamına gelen "caedere" kelimesinden türetildiği de iddia edilir. Gaius Plinius Secundus'un Büyük İskender'in tanrısal doğumuyla ilgili söylentilere bir karşılık olarak Jül Sezar'ın atalarından biri için "ab utero caeso" (rahimden kesilen) bu ifadeyi kullandığı söylenir. Bu olay ve Sezar adı böyle yanlış bir etimoloji hatası meydana getirmiş olabilir. Oxford İngilizce Sözlük'te ise bu kelimenin "caedere"'den türediğine dair bir bilgi yoktur. Sezaryenin Jül Sezar veya Romalı diğer imparatorlarla bağlantılı olduğu başka dillerde de görülür. Örneğin modern Almanca, Danca, Flemenkçe, İsveçce ve Macarca'da sezaryen kelimesi sırayla "kaiserschnitt", "kejsersnit", "keizersnede", "kejsarsnitt" ve "császármetszés" olarak geçer ve bu tam olarak "imparator kesimi" anlamına gelir. Almanca "kaiserschnitt" kelimesi aynı zamanda Japon ve Kore dillerine de aynı anlamla geçmiştir. Sezaryen doğumda anne adayının hayatını yitirmediği ilk operasyon 1500’lü senelerde kaydedilmiştir. Ancak bu dönemlerde anne adayının sezaryen ile hayatını kaybetme riski %80’lerden fazla idi. Bunun sebebi ise doğum sırasında meydana gelen kan kaybının durdurulamamasıydı. Amerika’da gerçekleştirilen ilk başarılı sezaryen doğum ise 1974 senesinde West Virginia eyaletinde gerçekleştirilmiştir. İngiltere’de ise uygulanan ilk başarılı sezaryen operasyon 1815 yılında yapılmıştır. İtalyan profesör Eduardo Porro , 1876 senesinde sezaryen ile doğum yapan kadınların operasyon sırasında rahimlerinin de alınmasını gerektiğini öne sürmüştür. Bu sebeple de ameliyatlarında doğumdan sonra rahmi de almıştır. Bu sayede kanamayı durdurduğunu ve enfeksiyon riskini azalttığını düşünmüştür. Sezaryen operasyonlarında kendiliğinden eriyen dikişler henüz kullanılmamaya başlamıştır. Kendiliğinden eriyen dikişler, enfeksiyon riskini azaltmaktadır. Dikiş atılması ve dikişlerin alınması enfeksiyon riskini arttıracaktır. Enfeksiyon riskini azaltmak amacıyla 1928 senesinde penisilin geliştirildi. Günümüze kadar sezaryen operasyonları oldukça geliştirilmiştir. Annenin ölme, kanama, enfeksiyon riskleri ciddi oranlarda azaltılmıştır. Günümüzde sezaryen operasyonlar rutin şekilde uygulanabilen doğum yöntemi olarak da kabul edilmiştir. Ancak sezaryenin bir ameliyat olduğu unutulmamalı ve yalnızca gerekli durumlar uygulanmasının sağlıklı olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Eğer bebek anne karnında yan duruyor ve anne adayının doğum yolu tamamen kapalı ise normal yollar ile doğum yapmak imkânsız bir hal alır. Şayet bebek çok iri ise yine sezaryen tercih edilmesi gereken doğum yapma yollarındandır. Doğum yolu başlangıcında bir darlık söz konusu ise ve doğum yolunun önü kapalı ise bebek kesinlikle normal yol ile dünyaya gelemez. Bu nedenle sezaryen yapılması en uygun olan yöntemdir. Gebelik boyunca anne adaylarını huzursuz eden en önemli konu normal doğum yapıp yapamayacağını düşünmesidir. Normal doğum yapma olasılığı % 80 olurken geri kalan % 20’ lik oranlarda normal doğum şansı oldukça düşüktür. Ancak sezaryen doğum günümüzde çok yaygınlaşan bir uygulama olarak kullanılmaktadır. Daha önceki dönemlerde ilk olarak anne sağlığı ön planda tutulurken şu an anne ve bebek sağlığı birlikte ön planda tutulmaktadır. Bu nedenle de sezaryen çok yaygınlaşarak terc
ih edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü Haziran 2010 tarihinde sezaryen doğum ile ilgili önermiş oldukları %15 ideal oranını geri çekti. Resmi açıklamasında "İdeal bir oran verebilmek için herhangi bir deneysel kanıt yoktur. Sezaryene ihtiyaç duyan her kadın buna sahip olacaktır, önemli olan da budur." ifadesini kullandı. ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü sezaryen doğum oranındaki artışın, tek başına, endişeye sebep olmayacağını fakat üreme modelini değiştirebileceğini belirtti: "Dünya Sağlık Örgütü bir toplum için ideal sezaryen doğum oranının %15 olduğunu belirledi. Bir cerrah ise belirlenen bu oranın tutarlılığının olmadığını, ideal oran ile ilgili suni açıklamaların yapılmaması gerektiğini belirtti. İdeal sezaryen doğum oranına erişme hedefi anne ve yeni doğacak bebeğin muhtemel en iyi sonuca varması üzerine inşa edilmelidir. İdeal sezaryen oranı bireysel ve sosyal durumlara bağlı olarak farklılık gösterecektir." Son yıllarda sezaryen doğum oranı hızlı bir şekilde arttı. Bunun gelişen teknolojiyle birlikte annenin doğum öncesi konuyla ilgili çok fazla bilgi edindiği ve buna bağlı stresten kaynaklanabileceği iddia edilir. Bazıları ise sezaryen doğumun normal doğuma göre daha pahalı olmasından dolayı doktorlar tarafından daha çabuk önerildiğini iddia eder. Bu konu üzerinde yapılacak araştırma ve analizlerde ücret faktörünün de göz önünde bulundurulması gerektiği belirtilir. Konu hakkında Royal College of Midwives genel sekreteri Louise Silverton toplumun acı ve hastalığa karşı toleransının çok büyük bir ölçüde düştüğünü kaydeder ve kadınların normal doğum acısından korktuklarını, sezaryen yaptıkları takdirde herhangi bir acı hissetmeyeceklerini düşündüklerini belirtir. Silverton kadınların doğum yapma öz güvenlerini kaybettiklerini iddia eder. Silverton'ın analizleri bazı cerrahlar arasında tartışma yarattı. Farklı üniversitelerden doktorlar Silverton'ın görüşlerini destekleyecek herhangi bir kanıtın olmadığını söyledi. 2012 yılında Türkiye'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan konuyla ilgili şunları söyledi: “Ben sezaryenle doğuma karşı olan bir Başbakanım ve bunların planlı yapıldığından, özellikle planlı yapıldığını biliyorum. Bunun bu ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum. Bunun bir taraftan da kendilerine mali kaynak teşkil etmesi için atılan adımlar olduğunu biliyorum ve bununla bu ülkenin nüfusu bir yerde donduruluyor." Bu sözler üzerine başlayan tartışmada konu günlerce tartışıldı. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Gereksiz yere sezaryen oranlarını çok yükseltmiş olan özel hastanelerle ilgili yaptırımlarımız olacak. Bunu da önümüzdeki aylardan itibaren bütün Türkiye'de yaşayacağız” dedi. Toplumun değişik kesimlerinden bu açıklamalara tepki geldi. CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, “Başbakanın açıklamasını son derece hazin buluyorum. Başbakan’ın kadının bedeni üzerinden siyaset yapmayı bırakması gerekiyor, özetle diyorum ki Başbakan ‘vajina’ bekçiliğini bıraksın” yanıtını verdi. CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur da, “Artık bırakın Başbakan olarak bu erkek milleti kadınların bedenleri üzerinden ellerini çeksinler. Ben bu tavrın bir zamanlar başörtüsü yasaklarından muzdarip bir parti başkanının ağzına yakıştıramıyorum” dedi. Sezaryen, cerrahi bir girişimdir. Bu sebeple de yalnızca gerekli durumlarda uygulanması önerilmektedir. Anne adayı için en ideal ve doğal doğum yöntemi, normal doğum olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple de şartlar uygunsa anne adayı normal doğuma alınmaktadır. Ancak, anne adayının tercihine göre sezaryen doğumda yapılabilmektedir. Tercihe bağlı doğum yöntemi tercih edilmesi, doktorlar tarafından önerilmemektedir. Sezaryen doğumlar mecburen anestezi yardımı ile yapılır. Ameliyatlarda genel olarak genel anestezi kullanılır. Ayrıca bazı durumlarda sadece belden alt tarafı etkisiz hale getirmek için epidural anestezi kullanımı da tercih edilmektedir. Epidural anestezi ile anne adayı doğum boyunca ağrı hissine maruz kalmaz ve bebeğinin doğumuna şahit olur. epidural anestezinin bir başka avantajı ise, doğumdan sonra annelerin bebekleri ile daha çabuk temas haline geçebilmeleridir. Sezaryen, iki tür anestezi ile uygulanabilir. Genel anestezi uygulandığında, hasta tamamen uyutulmaktadır. Diğer anestezi yöntemi ise belden aşağısının uyuşturulmasıdır. Bu anestezi türü de ikiye ayrılmaktadır: spinal ve epidural anestezi. Bu anestezi şeklinde hastanın bilinci açıktır ancak belden aşağısı uyuşuktur. Spinal ve epidural anestezide belden omuriliğe ilaç uygulanır. Spinal anestezide etki, ilaç uygulanır uygulanmaz başlar. Epidural anestezide ise etki 20 dakika sonra başlar. Spinal anestezinin etki süresi kısadır. İlaç yalnızca bir defa uygulanmaktadır. Epidural anestezi de ise etki süresi daha uzundur ve gerekli durumlarda ilaç tekrar verilebilir. İlk doğumunu sezaryen ile gerçekleştiren bir annenin daha sonra normal doğum yapma olasılığı vardır. Ancak normal doğum ile başarı şansı % 60 oranlarındadır. İlk doğumda sezaryen ile doğum gerçekleştiren annelerde ikinci doğumda sezaryen yapılmasına neden olan durum devam etmeyebilir. Mesela annede çatı darlığı sorunu var ise ve ilk doğum sezaryen ile gerçekleşmişse ikinci doğum sezaryen olarak yapılabilir. Fakat ilk doğumda bebeğin iriliği ya da daha farklı nedenlerden sezaryen ile doğum yapılmış ise ikinci doğum muhtemel normal doğum olarak gerçekleştirilir. Sezaryen ile gerçekleşen ilk doğumdan sonra ikinci doğum normal olacak ise doğum eylemi yavaş bir şekilde ilerleyebilir. Ancak anne adayına uygulanan suni sancı ile doğum eylemi hızlandırılarak gerçekleştirilebilir. Sezaryen doğumdan sonra hastanede kalış süresi 1-3 gün arasındadır. İyileşme süreci, normal doğuma göre daha uzundur. Dikişler bir hafta sonra alınır. Dikiş yöntemine göre, eriyen dikişler kullanılmış ise, bir hafta sonra dikişler kendiliğinden erir. Sezaryen doğum sonrası kesiklerin veya yaraların iyileşmesi ortalama 4 – 6 hafta kadar sürer. Sergiy Rebrov Sergiy Rebrov (Ukraynaca:Сергій Ребров d. 6 Mart 1974, Horlivka, Donetsk) Ukraynalı teknik direktör ve eski futbolcudur. Premier Liga takımlarından Dinamo Kiev'in teknik direktörlüğünü yapmaktadır. 2006 yılında ilk kez FIFA Dünya Kupası'na katılan, Ukrayna millî takımında da forma giyen futbolcu FK Dinamo Kyiv kulübünde Andriy Şevçenko'nun partneri olarak ünlenmiştir. Rusya 1. Futbol Ligi takımlarından Rubin'la sözleşme imzalayan futbolcu ; Fenerbahçe'nin yanı sıra, FK Dinamo Kyiv, FK Şahtar Donetsk, Tottenham ve West Ham takımlarında da oynamıştır. 2014 yılının Nisan ayında Premier Liga takımlarından Dinamo Kiev'in teknik direktörlük görevine getirilmiştir. Katalanlar Katalanlar (), İspanya'nın kuzeydoğusu ile Fransa'nın güneyi, Akdeniz sahil şeridine bitişik coğrafyada yaşayan Latin kökenli halk. İspanya'daki özerk Katalonya bölgesinin sınırları güneyde Valensiya'dan, batıda Aragon'a, kuzeyde Fransa ve Andorra ile doğu ve güneydoğuda Akdeniz ile çevrilidir. Katalanların en yoğun nüfusu İspanya'da 6.500.000 kadardır. Fransa'da en az 100.000 kadar Katalan bulunduğu bilinmekte ayrıca Andorra'da 31.000 ve İtalya'da 20.000 kadar Katalan yaşamaktadır. İspanyol İmparatorluğu zamanında sayısı bilinmeyen Katalan Kuzey ve Güney Amerika'ya göç etmiştir. Önemli gruplar Amerika Birleşik Devletlerinin doğusunda ve Küba'da bulunmaktadır. Yıldırım Türker Yıldırım Türker (d. 24 Ağustos 1957; Ankara), Türk yazar, şair ve tiyatro çevirmeni. Robert Kolej'den mezun olduktan sonra, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nü bitirdi. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda dramaturg olarak çalıştı. Express ve Öküz dergilerinde yazdı. 2007 yılında gerçekleşen Yirmi altıncı Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde 16 Türk filminin yarıştığı Ulusal Yarışması'nda jüri üyeliği yaptı. Türker, Radikal Gazetesi'ndeki köşesinde ve gazetenin pazar eki Radikal İki'de düzenli yazılarına devam ettikten sonra 13 Ağustos 2012 günü itibarıyla Radikal Gazetesi'nden, yazdığı bir yazı anlaşmazlık sonucu yayınlanmayınca, ayrılmıştır. Şu anda Özgür Gündem Gazetesinde Yazmaktadır. Ferruccio Lamborghini Ferruccio Lamborghini (d. 28 Nisan 1916 - ö. 20 Şubat 1993), İtalyan araba üreticisi Lamborghini markasının kurucusudur. Ferruccio Lamborghini Renazzo di Cento adında Ferrara'nın ufak bir köyünde doğmuştur. II. Dünya Savaşı'ndan sonra aldığı FIAT Topolino modelini geliştirerek 500 cc olan motor hacmini 750 cc'ye çıkarmış ve 1948 yılında meşhur Mille Miglia yarışına katılmıştır. Yaptığı kazadan sonra yarışı bırakmıştır. II. Dünya Savaşı'nın sonrasında önemli bir traktör ve havalandırma ile soğutma sistemleri üreticisi olan Lamborghini'nin spor arabalara karşı büyük bir merakı vardı. Bir Mercedes-Benz 300SL, Jaguar E-Type, Alfa Romeo 1900, Lancia Aurelia B20 ve Maserati 3500GT satın alıp kullandıktan sonra, ilk Ferrari'sini aldı. Bu bir 250GT'idi. Çok kısa bir sürede 3 Ferrari daha alarak bir Ferrari hayranı oldu. Ancak bütün Ferrari'lerinde olan debriyaj problemi yüzünden Ferrari fabrikasına gider. Burada birkaç saat geçmesine rağmen sorun bir türlü giderilemez ve Lamborghini Enzo Ferrari ile konuşmak ister. Enzo Ferrari Lamborghini'ye bir traktör üreticisi asla bir Ferrari'yi eleştiremez cevabını verir. Ferrari'nin bu cevabı ile küçük düşen Lamborghini, fabrikasına döner ve debriyajını tamir etmeye başlar. Bunu yaparken aslında Ferrari'sinde kullanılan debriyajın aynısının kendi traktörlerinde de olduğunu fark eder. Debriyajını kendisi daha sağlamını yaparak değiştirir ve problemi çözer. Ardından Lamborghini; Ferrari'den hızlı, daha güvenilir ve daha sağlam arabalar yapmak ister. Bundaki amacı ise spor arabaların sadece Ferrari tarafından yapılır ifadesini değiştirmekti. Hedefi için ilk olarak kendisini Ferrari fabrikasının yakınında bulmuş ve eski Ferrari mühendisleri Gianpaolo Dallara ve test sürücüsü Bob Wallace'ı işe almıştır. İlk üretimi olan Lamborghini 350GT her yönü ile Ferrari'den daha iyidir. Üçüncü üretim modeli olan Miura efsanevi ve nefes kesen bir araç olmuştur ve ortadan motorlu spor otomo
bil çağını başlatmıştır. Lamborghini pek çok eşsiz lüks, güvenlik ve şık tasarımı ile İtalyanların otomobil üretiminde en iyi olduklarını kanıtlamıştır. Bir spor otomobil üreticisi olarak, Ferruccio Lamborghini yarış politikası ile emsalsizdi. Diğer spor araba üreticileri motor yarışlarını kazanarak ürettikleri araçların hızlarını,güvenilirliklerini ve meziyetlerini göstermek isterken, Lamborghini kesinlikle kendi şirketinin yarışlara katılmasını ya da destekleyici dahi olmasını istememiştir. Yarış karşıtı politika Lamborghini ile çalıştırdığı yarış taraftarı eski Ferrari mühendisleri arasında gerilime yol açmıştır. Onlara projelerine devam etmelerine izin vermiştir fakat bu projelerin yarış versiyonu yapılmamıştır. Proje geliştirilip Miura'da kullanılmıştır. Şirketin arması bir boğadır. Bu boğa ise Lamborghini'nin boğa burcu olmasından gelmektedir. Miura adını bir boğa yetiştiricisi Don Eduardo Miura'dan alırken, Islero ise adını Miura tarafından yetiştirilmiş ve ünlü matador Manolete'yı öldüren bir boğadan almaktadır. Espada'nın anlamı ise matadorlar tarafından kullanılan bir kılıç türüdür. Jarama'da ise daha önce boğa güreşleri için kullanılan ama günümüzde yarış pisti olarak kullanılan İspanya'nın Jerez pistinden adını almıştır. Countach ise Piyemontece'de bir erkeğin güzel bir kadını gördüğünde tepki olarak verdiği nara, nidadır. Bu isimle Lamborghini geleneklerini bozmuştur. Daha sonra şirket geleneğine geri dönmüş ve Diablo (ünlü bir boğa), Murcielago (24 kılıç darbesine rağmen ölmeyen ve daha sonra Miura'ya hediye edilen boğa), Gallardo (Miura'nın yetiştirdiği bir boğa) ve son olarak Reventon (ünlü matador Felix Guzman'ı öldüren meşhur boğa) ile bu geleneği sürdürmüş ve sürdürmeye devam etmektedir. 1972 yılında Güney Amerika'dan aldığı büyük bir sipariş doğrultusunda traktör fabrikasında geliştirmeler ve kapasite arttırımı yapan Lamborghini, bu siparişin iptali üzerine traktör fabrikasının hisselerini satmıştır. Ayrıca 1972 yılında Georges-Henri Rossetti Lamborghini'nin spor araba işinde ortağı olmuştur. Bir yıl sonra ise Lamborghini hisselerini Rossetti'ye satmış emekli olmuştur. Çiftlik ve üzüm bağları satın almıştır. Lamborghini 1993'te 76 yaşında Perugia'da hayata veda etmiştir. Nenetsler Nenetler, veya Nenet halkı ya da Yuraklar (Rusça yazılışı: "Ненцы" - Nentsı [çoğul]) Rusya Federasyonu'nda yerli bir halktır. 2002 yılı nüfus sayımına göre Rusya Federasyonu'nda 41,302 Nenet yaşamaktadır. Dilleri Nenetçe'dir. Bazen İngilizce'deki çoğul takısı olan (s) ile karıştırıldıkları için Nenet şeklinde telaffuz edilmektedir. Nenetler içlerinde Enets halkı, Selkup ve Nganasan halkının da dahil olduğu Samoyedler grubu içine girerler. İki büyük Nenet grubu vardır: Tundra Nenetleri ve Orman Nenetleri. Bazıları Nenetlerin MÖ 3000'lerde Fin-Ural dillerini konuşan gruplardan ayrıldıkları ve MÖ 200'lerde Türkçe ve Altayca konuşan halklarla karışacakları doğuya göç eden gruplar olduğuna inanmaktadırlar. Nenetler toprağa ve doğal kaynaklara saygı üzerinde duran şamanist ve animist bir inanç sistemine sahiptirler. Klan temelli bir sosyal yapılanmaları vardır. Nenet şamanlarına Tadibya denir. Hortum Mançular Mançular, günümüzde Kuzeydoğu Çin'de olan Mançurya kökenli Tunguz halkıdır. 17. yüzyılda Çin'deki Ming Hanedanını yenmiş ve Qing Hanedanını kurmuşlardır. Qing Hanedanı Çin'i 1912 yılında Çin Xinhai Devrimine kadar yönetmiştir. Bu devrimle Çin Cumhuriyeti kurulmuştur. Aslı memleketi olan Heilongjiang, Jilin ve Liaoning eyaletleri dışında Çin'in her çeşitli yerlerde yaşamaktadır. Elektriksel potansiyel enerji Elektriksel potansiyel enerji (Yüklü parçacığın potansiyel enerjisi veya Elektrostatik potansiyel enerji olarak da adlandırılır.), bir "formula_1" Elektriksel yük'ünün Elektriksel alan içerisindeki konumuna bağlı olarak depoladığı bir potansiyel enerji çeşididir. Bu Elektriksel potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşebilme potansiyeli vardır. Buna "Kinetik enerjiye dönüşmesi muhtemeldir" de denilebilir. "formula_1" yüküne sahip bir parçacığın, "formula_3" elektrik potansiyeli içindeki elektriksel potansiyel enerjisi, "formula_4" çarpımına eşittir. Aynı ifade, parçacığın "V" potansiyeli içerisindeki hareketinden doğan dönüşümü de ifade eder. Geçerli olan SI birimi jouledur. formula_5 Burada; "U": (bazı kaynaklarda "E" sembolü ile gösterilir): Elektriksel potansiyel enerji, Joule(J) biriminde. "Q ve q": Elektriksel yük, Coulomb(C) biriminde.. "d": "Q>" yüklü noktasal cisim ile "q" yüklü noktasal cisim arasındaki uzaklık, Metre(m) biriminde. "k": Coulomb sabiti, formula_6. Elektrik enerjisi elektrik yükünün elektrik alan içerisindeki konuma bağlıdır. Q yüküne sahip bir parçacığın, V elektrik potansiyeli içindeki elektrik potansiyel enerjisi, QV çarpımına eşittir. Aynı ifade, parçacığın V potansiyeli içerisindeki hareketinden doğan dönüşümü de ifade eder. Elektrik alan içerisinde birim alan başına düşen elektrik enerjisi şu ifade ile gösterilir: formula_7, burada formula_8 maddenin dielektrik sabiti ve E ise elektrik alan vektörüdür. Elektrik alana, etraftaki gerilim hatlarında, kondansatörler ve indüktörlerde ve uzayda elektromanyetik radyasyon olarak yayılan alanlarda rastlanır. The Thirteenth Floor The Thirteenth Floor, Almanya ve ABD sinemalarında gösterime girmiş, Josef Rusnak'ın yönettiği ve 1999 yapımı olan bir filmdir. Yapımcıları arasında Roland Emmerich'in de bulunduğu film, Daniel F. Galouye'un "Simulacron-3" adlı romanından ve Rainer Werner Fassbinder'in "Welt am Draht" (İng., "World on a wire"; Tür., Kablodaki Dünya) adlı Alman televizyonu mini dizisinden esinler taşır. "The Thirteenth Floor", aynı sene gösterime girmiş "The Matrix" ile "eXistenZ" ve bir sene önce gösterime girmiş "Dark City" (Karanlık Şehir) gibi varoluşçu temalara sahip filmlerle konusu itibarıyla büyük paralellikler taşısa da bu filmlerin gölgesinde kalmış, genellikle olumsuz eleştiriler almış ve daha çok ev sinemasında meraklısıyla buluşabilmiş bir filmdir. Büyük bir bilgisayar şirketinin sahibi olan Hannon Fuller şirketin geliştirdiği ve henüz deneme aşamasında çok önemli bir şey fark eder ve bunu ortağı Douglas Hall'a söyleyeceği esnada öldürülür. Keşfettiği şey sebebiyle hayatının tehlikeye girdiğini düşünen Fuller, bir barda görevli olan Jerry Ashton'a Douglas Hall'a iletmesi için bir mektup bırakır. Fakat Jerry Ashton mektubu gizlice okur. Kendi dünyasına dönen Hannon Fuller, telefonla Douglas Hall'a sanal dünyada bir mesaj bıraktığını belirtir. Douglas, sonradan mektup şeklinde bırakıldığını anlayacağı mesaja ulaşması için 1937'de geçen sanal olarak kurulmuş paralel dünyaya gitmek zorundadır. Bu dünya Hannon Fuller ve Douglas Hall'ın şirketinin 13. katındaki bilgisayar yardımıyla geçiş yapılabilen ve orada buradaki kişilerin karşılığı olan bir dünyadır. Hannon Fuller'ın karşılığı Grierson, Douglas Hall'ın karşılığı John Ferguson, şirkette bu olayı bilen üçüncü kişi olan Jason Whitney'ın karşılığı ise Jerry Ashton'dur. Meze Meze (Yunanca μεζές; Bulgarca, Sırpça, ve Makedonca мезе, Karadağ dilinde Meza) Doğu Akdeniz'de ve özellikle Türk mutfağında yer alan bir yiyecek grubudur. Genelde soğuk servis edilir. Ana yemek öncesi aperatif olarak yenildiği gibi, çilingir sofralarının da vazgeçilmez öğesidir. Mezeler çok değişik türlerde olabilir. Peynir, salam, yoğurt gibi çok basit olabileceği gibi, değişik sebzelerden (barbunya, semizotu, patlıcan, biber vb.) ya da deniz mahsüllerinden (kalamar, karides vb.) hazırlanmış çeşitleri de mevcuttur. Mezeler karın doyurmaktan ziyade, hem rakının yanında bir lezzet hem de masadaki sohbette bir eğlencelik niteliğindedir. Bu nedenle sofrada küçük porsiyonlarda ama değişik birkaç çeşit olarak bulunur. Çal Çal, Denizli'nin bir ilçesi. Çal'ın antik dönemlerdeki adı Mosyna'dır. Türklerin bölgeye gelmesine kadar bu isimle anılmıştır. Türkler bölgeye Çal adını vermiş ve bu yöre Çal Yöresi olarak anılmaya başlanmıştır. Çağatay lehçesinde yüksek yer ya da yayla anlamına gelen Çal adı, ilçenin doğal konumundan dolayı verilmiştir. "Çal" kelimesi bunun yanında taşlık yer, çıplak tepe, kireçli toprak gibi anlamlara da gelmektedir. Çal uzun yıllar bir yerleşim merkezinin değil, bölgenin adı olarak kullanılmıştır. Çal'ın bugün olduğu yerdeki yerleşim yerinin adı ise Demirciköy'dür. Bölgeye yerleşenlerin önemli kısmının demircilikle geçindiği için bu ismi aldığı ifade edilmektedir. Daha sonra bölgenin genel adı olan Çal, merkez ilçenin adı haline gelmiştir.Anadolu'daki yer adlarında benzer örneklere rastlanılır. Çal'da mevcut iki kitabede de Çal'ın ismi Demirci Karyesi olarak geçmektedir. Bu kitabelerden birisi Hicri 1267 (1850) tarihli Çarşı Camii minare girişinde bulunan kitabedir. Diğeri ise Fakıoğlu Camiinde bahçe duvarında monte edilmiş olan 1247 (1831) tarihli kitabedir. Ancak Çal ile ilgili ilk Osmanlı belgelerinde Demirciköy adına rastlanmaması ve sürekli "Çal" isminin kullanılması bu değişimin çok önceki dönemlerde gerçekleştiğini göstermektedir. Nitekim Çal'dan bahseden hemen bütün belgelerde net olarak Çal tabiri kullanılmıştır. Özellikle bir kaza merkezi haline geldiği 17. yüzyıldan itibaren yörenin genel olan Çal merkez içinde kullanılmaya başlanmıştır. Yukarıda belirttiğimiz 1831 ve 1851 tarihli kitabelerde Demirciköy adının kullanılması muhtemelen yöresel bir kullanımdan kaynaklanıyor olmalıdır. Yani çok daha önceleki dönemlerde kaza merkezine resmi makamlar tarafından Çal adı verilmiş ve bu isim kullanılmaya başlanmış ise de; halk arasında alıştıkları isim olan Demirciköy tabiri kullanılmaya devam etmiş olmalıdır. Nitekim merkezdeki iki caminin kitabesinde Demirciköy isimlerinin kullanılmasını bu yaklaşıma göre açıklayabiliriz. Roma İmparatorluğu döneminde ait çeşitli kalıntıların bulunduğu Çal Anadolu Selçukluları devrinde Türklerin idaresine girdi. Çal bölgesinin kuruluşu 1072 yıllarına kadar uzanır. Selçuklunun Kayı boyundan gelen Türkler Çardak üzerinden bugün adı Boğaziçi olan bölgeye yerleşmiştir. Baklanı kura
n Abdi bey den sonra bu bölgeye gelen Hüsamettin dede Daha sonra Çal ve havalisini fethetmiştir. 19. yüzyıl sonuna kadar Demirciköy olan ismi 19. yüzyıl sonu itibarı ile Çal olarak anılmaya başlamıştır. II. Murat devrinde Osmanlı topraklarına katılan Çal, Karahisar-ı Sahib sancağına bağlandığı 1849'a kadar Kütahya sancağına bağlı kaldı. Çal 1885'te Aydın , 1886'da Denizli Sancağına bağlı bir kaza haline geldi. Kurtuluş Savaşı sırasında Çal Kuvayı Milliyesinin direnişi Çal'ın Yunanlar tarafından işgalini engelledi. Çal Müftüsü Ahmet İzzet Efendi'ye Kurtuluş Savaşı sırasında yaptığı hizmetlerinden dolayı İstiklal Madalyası verildi. Çal yöresi, aynı zamanda 12 Olympos tanrısından biri olan Dionysus'un yaşadığı yer olarak bilinir. Kimi rivayete göre Çal şarabının dünyaca ünlü olması Dionysus'un şarap tanrısı olmasından dolayıdır. Aynı zamanda tiyatronun dünyada ilk kez oynandığı antik Dionysosopolis buradadır ve ayrı bir önem taşır. Çal Ege Bölgesinde, Denizli iline bağlı bir ilçedir. Denizli'nin kuzey doğusunda yer almaktadır. Denizli'nin doğusunda bulunan Çökelez Dağı'nın doğu eteklerinde kurulmuştur. Dağın batı eteğinde ise meşhur Pamukkale bulunmaktadır. Çal, Uşak ilçeleri ve Denizli'nin doğusunda bulunan diğer ilçelerle komşudur. Çal'ın batısında Çökelez Dağı bulunmaktadır. Dağın doğu eteklerinde Çal'a bağlı köyler,batı eteklerinde ise Akköy ilçesine bağlı köyler bulunmaktadır. Kuzey ve kuzey doğusu Uşak'ın Ulubey ve Karahallı ilçeleri ile çevrilmiştir. Çal'ın doğusunda Baklan güney doğusunda ise Honaz İlçesi yer almaktadır. Çal, yaklaşık 65 km'lik bir yol ile Denizli'ye bağlanmaktadır.Bu yol 33. km'den sonra Afyon-Denizli yoluna bağlanmaktadır ki, duble yol haline getirilen bu bölümde ulaşım son derece rahattır. Çal ayrıca Çökelez dağını aşan ikinci bir yollada Denizli'ye bağlanmış ise de bu yol fazla tercih edilmemektir. Çal Güney üzerinden Denizli-İzmir yoluna bağlanmaktadır. Çal'ın Uşak'a bağlantısı ise Karahallı ve Ulubey ilçeleri üzerindendir. Çal'a en yakın tren istasyonu 35 km mesafedeki Kaklık istasyonudur. Yüzölçümü 1521 km² olan Çal, 850 metrenin üzerinde bir rakıma sahiptir. Çal'ın yakınlarından geçen Büyük Menderes Nehri Çal'ın doğusunu büyük vadilerle yarmıştır. Çal'ın yüksek bir bölgede kurulmuş olması, menderes vadilerini bir hayli derinleşmesine sebep olmuştur. Bazı yerlerde bu derin vadiler adeta kanyon haline dönüşmektedir. Büyük Menderes Nehrinden geçmiş yıllarda sadece değirmenlerin çalıştırılmasında ve çok küçük çaplı arazilerin sulanmasında faydalanılıyordu. Ancak son yıllarda yapılan yatırımlarla hem Hançalar yöresindeki araziler; hem de Baklan ovasındaki geniş bir alan sulanabilir hale getirilmiştir ve Büyük Menderes Nehrinden bölge halkı daha fazla yararlanma imkânı bulmuştur. Büyük Menderes Nehrinden kısmi olarak balık yetiştiriciliğinde de yararlanılmaktadır. Ancak bu tesisler çok büyük çaplı olmayıp, daha çok yörenin kendi ihtiyaçlarına göre üretim yapmaktadır. Menderes Nehri boyunca derin vadiler ve bu vadilerde Menderesin oluşturduğu uygun akıntı ortamı bölge için rafting sporunun da gündeme gelmesini sağlamıştır. İlçe halkının büyük bir kısmı geçimini tarımdan sağlar. İlçede yetiştirilen ürünlerin başında üzüm gelir. Çal üzümü meşhur bir üzüm türüdür. Çal Karası olarak da bilinen bir türü gayet meşhurdur. Ayrıca bamya, elma, tütün, sebze, tahıl, anason, haşhaş, kapari, ayçiçeği, mısır,kekik gibi ürünler de yetiştirilmektedir. İlçede çimento, Traverten Mermer ve meyve suyu fabrikası ile yetiştirilen elma ve üzümün muhafazası için soğuk hava depoları bulunmaktadır.İlçede üzümlerin şarap yapılabilmesi için şaraphaneler vardır. Denizli ve çevresinde "Çal kayması" tabiri II. Abdülhamit döneminde piyasaya sürülen ve ilk Osmanlı kâğıt para birimi olan "Kaime" dir. Pamukkale Üniversitesi'nin Bağcılık ve Organik Tarım 2 yıllık yüksekokulu 2009-2010 öğretim yılı başında Çamlık'taki binasında eğitime başlamıştır. Çal'a bağlı toplam 34 mahalle vardır. Jeremy Clarkson Jeremy Charles Robert Clarkson (11 Nisan 1960, Doncaster İngiltere), otomobil konusunda uzmanlaşmış yazar ve yayıncıdır. "The Sunday Times"´da ve "The Sun" gazetesinde de haftalık yazılar yazmaktadır ancak en çok BBC otomobil programı "Top Gear" ile tanınır. Program 2005'te Uluslararası Emmy ödülünü aldı. Yaptığı ağır otomobil eleştirileri Clarkson'ı, otomobil şirketlerinin çok sevdiği ya da çok nefret ettiği en önemli kişilerden biri haline getirdi. Top Gear programındaki otomobil değerlendirmeleri, yüksek satış hedefi olan otomobil markalarının yıl sonu hedeflerini etkileyecek önemde görülür. Vauxhall'un 2. nesil Cavalier modelini değerlendirirken, "Bu bir otomobil, 4 tekerleği var ve gider. O kadar!" dedikten sonra, sırtını dönüp kameradan uzaklaşması, Clarkson'u dünyanın en etkili otomobil yazarlarından biri haline getirdi. Clarkson hız belirleyen radarlara, hız sınırlamalarına, şehirlere otomobilleri sokmak istemeyen belediye başkanlarına ve İngiltere Başbakanı Tony Blair'e karşıdır.Bu ay çekimler sırasında bir yapımcıya sözlü ve fiziksel olarak müdahale ettiği için BBC sözleşmesini yenilemeyi reddetmiştir ve açığa alınmıştır. İngiltere Cumhurbaşkanının 11 yaşındaki kızı onun geri Dönmesi için açlık grevi yapmak istemiştir. Top Gear'ın efsanevi kimliği belirsiz yarış pilotu "Stig" Jeremy Clarkson'ın programa geri Dönüşü için başlatılan kampanyada toplanan 1.000.000 imzayı bir tank ile BBC Binasının önüne getirmiştir. BBC başkanı geri dönüşünün söz konusu olamayacağını ama top Gear'ın devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Jeremy Clarkson ise 2002 den beri programdaki arkadaşları Richard Hammond ve James May( kaptan yavaş) ile farklı bir kanala geçip yeni bir Top Gear yaratmak istemektedir Margaret Weis Margaret Weis, 16 Mart 1948 günü dünyaya geldi. 1970 yılında yaratıcı yazarlık bölümünden mezun oldu. 1984 yılında Tracy Hickman'la Ejderha Mızrağı Destanı'nı yazdı ve bu seri ile tüm dünyada tanınan bir yazar oldu. 1984 1985 1986 - 1987 1988 1989 1990 1992 1994-1995 Dragonvarld Üçlemesi Alakart Alakart (Fransızca: "À la carte") gastronomi'de yemek-kartında bulunan her şeyi hürce seçebilme imkânınız olduğunu ifade eden kelimedir. Menü-sıralaması yoktur ve istediğiniz bir sıralama ile ısmarliyabilirsiniz anlamına gelir. Böyle bir ısmarlama hürriyeti restoranın mutfağı için daha büyük bir zahmet yaratır. Çünkü böylece bir sürü birbirinden farklı ve küçük porsiyonlu yemeklerin aynı anda (À la minute) hazır olması gerekir. Bunların yanında şöyle bir açıklama eklemek terimin doğasına daha yakındır; 1.Bir restoranda geniş bir seçeneği kapsayan, her tabağın ayrı olarak fiyatlandırıldığı menü. Genellikle tabldottan daha pahalı olur. 2.Tur operatörleri tarafından üst sınıf tatilleri, imkan dahilindeyse müşterilerin bireysel zevklerini karşılayacak nitelikte olan tatilleri tanımlamak üzere kullanılan bir terim. Aroma Aromalar, koku veya tat vermek ya da gıdaların sahip olduğu koku veya tadı kuvvetlendirmek ya da değiştirmek amacıyla gıdalara ilave edilen ürünlerdir. Türkçede güzel koku anlamına gelir. 400'e yakın yapay ve 1800 doğala özdeş çeşidi vardır ve gıdalarda sık kullanılan katkı maddelerindendir. Kimyacılar bir aroma bileşenini izole edilmiş bir aroma molekülü olarak adlandırırlar. Aromalar, gıda ve ilaç endüstrilerinde son üründeki istenmeyen tat ve kokuyu maskelemek amacıyla da kullanılmaktadır. Aromalar çeşitli kimyasal molekül gruplarından oluşur; terpenler, laktonlar, pirazinler, eterler ve diğerleri gibi... Terpenler uçucu yağların karakteristik kokusundan sorumludurlar. Laktonlar, şeftaliye kokusunu veren dekalakton gibi, meyvemsi koku vermeleri ile bilinirler. Pirazinler ısıtılmış gıdaların aroma bileşenleridir. Esterler ise, elmaya karakteristik aromasını veren etil valerat gibi meyvemsi bir özelliğe sahiptir. Cowboy Bebop , Sunrise tarafından yapılmış bir anime serisidir. Yönetmenliğini Şiniçiro Watanabe yaptı ve Keiko Nobumoto senaryosunu yazdı. 26 bölümden oluşmaktadır ve bir de uzun-metrajlı bir filmi vardır. 2071 yılında, uzay gemileri Bebop'ta seyahat eden bir grup paralı avcının maceralarını anlatır. Kovboy Bebop hem Japonya'da hem de dünya çapında başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere ticari bir başarı elde etmiştir. Ticari başarısının ardından Sony Pictures, Kovboy Bebop'ın filmi Tengoku no Tobira'yı çıkardı ve dünya çapında yayınladı, sonradan DVDsi de piyasaya sürüldü. İki Kovboy Bebop manga serisi ve biri PS ve diğeri de PS2 için olmak üzere iki oyun, animesinden uyarlandı. Kovboy Bebop, Amerikalı müziğinden özellikle de 1940ların, 1950lerin ve 1960ların jazz müziğinden ve 1950lerin, 1960ların ve 1970lerin ilk rock döneminden önemli derecede etkilenmiştir. Aksiyon sahnelerinin çoğunda -uzay savaşlarından yakın dövüşe- müzik kullanılmıştır. Bölüm isimleri, albüm veya şarkı isimlerinden (Sympathy for the Devil gibi) veya müzik türlerinden (Mushroom Samba) alınmıştır; bu özellikleri de serisinin müzikal temasına işaret etmektedir. Spike Spiegel: Ana hikâyenin kahramanı. Mars doğumlu, 27 yaşında. Üreticileri, ismini "cool" geldiği için bu şekilde koyduklarını belirtmiştir. Görünüş olarak uzun ve incedir. Kabarık kumral saçlı ve kırmızımsı-kahverengi gözleri vardır. Bir bölümünde kaza sonucu doğal gözlerinden birini kaybettiğini ve bir gözünün sahte olduğunu söyler. Fakat hangisinin gerçek, hangisinin sahte gözü olduğu bilinmemektedir. Hayatı tıpkı bir rüya gibi yaşayan Spike, dikkatsiz davranışlı ve tehlikeli ya da düpedüz ölümcül durumlarda bile umursamaz bir tavır içerisindedir. Ana silah olarak tabanca kullansa da, Bruce Lee’nin geliştirdiği “Jeet Kune Do” stilinde de gayet can yakıcı olabiliyor. Ölüm kalım durumlarında bile “Amaaan olacaksa olur” mantığıyla şansına güvenen Spike, RedDragon (Kırmızı ejderha) suç örgütünün eski üyesidir. Bir zamanlar en yakın dostu, serideki baş düşmanı olan Vicious ve Julia adlı gizemli bir kadın, Spike’ın bir gözüyle sürekli bakmaya devam ettiği geçmişinin bir türlü kaybolmayan hayaletleridir. Faye Val
entine: 54 yıllık bir uykuya yatırılan (dondurulan) ve uyandırıldığında kendini bir borç batağında bulan dolandırıcı kadın karakter. Silah kullanır, yakın dövüşü becerir, güzel de pilotluk yapar. Fakat kumarda da büyük borçlara girdiği için başı beladan hiç kurtulmaz. Giyim zevki ne kadar az o kadar iyi mantığı üzerine kurulu olduğundan serinin güzel kızı olma görevini fazlasıyla yerine getirir. Jet Black: Eski ISSP dedektifi (iç güneş sistemi polisi) ve “Bebop” ın sahibi. “Black Dog” olarak da biliniyor. 36 yaşında olması onu daha çok babacan konuma sokmuş olsa da; silahı, kasları, mekanik bilgisi, pilotluğu ve gerekirse kılık değiştirerek soruşturmasını sürdürebilmesi iyi bir “kelle avcısı” olma konusundaki yeteneklerini kanıtlıyor. Ayrıca gemisinde Bonsai ağaçları yetiştirmekte ve yemekleri de pişirmektedir. Edward: Dünya’dan 13 yaşında dahi bir bilgisayar korsanı (hacker). Her dahi gibi biraz garip olan, seri boyunca bir yere yürümektense koşmayı, sürünmeyi, yuvarlanmayı, amuda kalkıp gitmeyi tercih eden yalın ayaklı kızımız konuşmalarını da anlamsız ama kafiyeli kelimelerle sürdürmeyi sevmektedir. Ein: Zekası yapay olarak geliştirilmiş, süper zeka laboratuvar kaçkını bir köpek. Telefona bakıp, internette gezebilen, araba direksiyonu bile kullanabilen bu köpek, diğer karakterler tarafından sadece sıradan bir köpek olarak görülür. „Appledelhi Siniz Hesap Lütfen“, Edward karakterinin babasıdır ve isminde Türkçe ögeler bulunmaktadır. Çolpan İlhan Çolpan İlhan (d. 8 Ağustos 1936, İzmir - ö. 25 Temmuz 2014, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı. Lise eğitimine Balıkesir Lisesi'nde başladı. Daha sonra Kandilli Kız Lisesi'nden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda tiyatro bölümünü ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümünden mezun oldu. Bu sırada akademideki arkadaşları ile birlikte "Akademi Tiyatrosu" adıyla bir tiyatro grubu kurdu ve oyunlar hazırladı. Bu sırada gelen bir teklifle 1957 yılında ilk sinema filmi Kamelyalı Kadın'da başrol oynadı. Aynı yıl içinde Küçük Sahne'de Münir Özkul ve Uğur Başaran ile "Sevgili Gölge" adlı oyunla ilk profesyonel oyununu oynadı. Üç sezon Küçük Sahne'de tiyatrolarda rol aldıktan sonra bu tiyaronun dağılması ile Oda Tiyatrosu'nda Müfit Ofluoğlu ile Sabahattin Kudret Aksal'ın "Tersine Dönen Şemsiye" sini sahneledi. Daha sonra Kent Oyuncuları ile Güner Sümer'in "Yarın Cumartesi"'nde oynadı. Kenterler ile de "Baharın Sesi", "Nalınlar" ve "Aptal Kız"'da sahne aldı. Bir süre sonra oğlu Kerem'in doğması ile tiyatroya ara verdi. 1960'ların ortasında sinema filmleri ile sanat yaşantısına geri döndü ve 300'e yakın filmde rol aldı. 1970'lerin sonlarına kadar sürekli filmlerde başrollerde oynayan İlhan sonra sinemadan koptu ve moda çizimleri yapmaya yoğunlaştı. Çolpan İlhan, şair Attilâ İlhan'ın kızkardeşi, sinema sanatçısı Sadri Alışık'ın eşi ve oyuncu Kerem Alışık'ın annesidir. Kültür Bakanlığı tarafından 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı verilen oyuncu, Sadri Alışık Kültür Merkezi'nin kurucusudur. 25 Temmuz 2014'te geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığında eşi Sadri Alışık'ın yanına defnedilmiştir. Matrix Revolutions Matrix Revolutions (özgün adı: The Matrix Revolutions), "The Matrix" serisinin üçüncü filmidir. Film ABD'de 140 milyon, tüm dünyada ise 456 milyon $ gelir getirmiştir. Filmde Neo, kaynağa giderek Mimar'ın ağzından Matrix ile ilgili tüm gerçekleri öğrendikten sonra seçimini diğer seçilmişlerden farklı olarak yapar ve döngü bozulur. Yeri kazmakta olan makineler Zion'a girer ve tam anlamıyla bir Makine - insan savaşı başlar. Artık tüm gerçeklerin farkında olan Neo, Makineler şehrine giderek bir anlaşma teklif eder. Tüm Matrix'i ele geçirmiş ve yakında Makine şehrini de yok edecek olan Smith'i öldürecek, karşılığında ise barış sağlanmış olacaktır. Çeyiz Çeyiz, gelin için hazırlanan her türlü eşya. Geleneksel olarak "çeyiz" denilen şeyler bir kız daha evlenecek yaşa varmamışken biriktirilmeye başlanır ve evlenene kadar tamamlanır. Bunlar çoğunlukla el emeği ile üretilmiş halılar, dikiş-nakışlar, yastıklar, yorganlar, havlular gibi ev eşyalarıdır. Nida Tüfekçi Mehmet Nida Tüfekçi, (d. 1 Mart 1929, Akdağmadeni, Yozgat – ö. 18 Eylül 1993, İstanbul). Türk Halk Müziği sanatçısı. Uzun yıllar TRT'de çalıştıktan sonra Devlet Konservatuvarında öğretim üyeliği yapmıştır. Eşi Neriman Altındağ Tüfekçi ile birlikte hocası Muzaffer Sarısözen'in izinden gitmiş ve Türk Halk Müziği konusunda Türkiye'nin en önemli isimlerinden birisi olmuştur. Daha ilkokula başlamadan babasından bağlama çalmayı öğrenen Tüfekçi ilk ve orta öğrenimini Yozgat Akdağmadeni ve Boğazlıyan'da tamamladıktan sonra 1950 yılında Ankara Maliye Okulu'nu bitirdi. Üç yıl maliyeci olarak çalıştıktan sonra kendisini ""Halk Müziği davası""na adadı. Maliye Okulu'nda okurken tanıştığı Muzaffer Sarısözen'in sayesinde 1947'den beri konuk ses ve saz sanatçısı olarak programlarına katıldığı TRT Ankara Radyosu'nun 1953 yılında açtığı sınavı kazanarak "Yurttan Sesler" korosunda çalışmaya başladı. Ankara'da iken Yenimahalle Musiki Cemiyeti'nde halk müziği dersleri de vermiştir. 1959 yılında Ankara Radyosu'ndan İstanbul Radyosu'na tayin oldu. İstanbul Radyosu'nda çalışırken, "Tünel Musiki Kültür Derneği", "Cağaloğlu-Aksaray Musiki Cemiyeti" ve "İstanbul Yüksek Öğrenim Talebe Federasyonu" gibi değişik derneklerde halk müziği üzerine dersler verdi. 1962 yılında eşi Neriman Altındağ Tüfekçi ile birlikte "Yurttan Sesler Kadınlar Topluluğu"nu kurdu. 1964'te İstanbul Radyosu THM'den sorumlu Türk Müziği şube müdür yardımcısı, 1972'de TRT müzik dairesi başkanlığı THM merkez müdürü, 1974'te de vekâleten TRT müzik dairesi başkanlığına atandı. Aynı zamanda 1971 - 1976 yılları arasında TRT Erzurum Radyosu'nda da çeşitli görevlerde bulundu. 1976 yılında TRT'den istifa etti. Nida Tüfekçi, TRT'de bulunduğu süre içinde yaklaşık 1000 kadar türkü derlemiş ve notalarını yazarak Türk Halk Müziği arşivlerine katmıştır. 1963 yılında eşi ile birlikte "Memleket Türküleri" isimli bir kitap yayımlamıştır. TRT'den istifa ettikten sonra 1976 yılında kuruluş çalışmalarına katıldığı İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nın kurucu üyesi olarak yönetim kurulu üyeliğine ve başkan yardımcılığına getirildi. Halk müziği konusunda yaptığı araştırmalar, yazdığı yazılar ve katkıda bulunduğu ansiklopediler nedeniyle "Folklor Araştırma Kurumu" tarafından 1985 yılında "İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü"nü aldı. 1991'de Kültür Bakanlığı tarafından "Devlet Sanatçısı" unvanı verildi. 1993 yılında İstanbul'da öldü. Gamze Deniz Gamze Deniz (d. 1977), Türk yazar ve çevirmen. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık bölümü mezunu olan Gamze Deniz'in, Azlar ve Dilenciler, Aşk Bizi Ayıracak ve Ayrılık Senin Adın adlı kitapları yayınlandı. Pişmiş Kelle, Parazit, Gırgır, Çalıntı, Evrensel, Pazartesi dergilerinde yazdı. Yazılarında kadın-erkek ilişkilerini ve kadın haklarını konu etti. Üç çocuk annesi olan Gamze Deniz, Bhutan'da yaşamakta ve dilbilim projelerinde çalışmaktadır. Kızıl Veba (roman) Kızıl Veba, Jack London'un 1912'de yayımlanan romanı. Jack London bu romanında uygarlığın kendisini nasıl bir sona getirdiğini (kızıl veba) akılcı bir şekilde dile getirmiştir. İnsanlığın sona yaklaşmasına neden olan 'kızıl veba' değil yine insanın daha çok uygarlaşma çabasıdır. Kızıl vebadan sonra dünyada binin altında hayatta kalanlar uygarlığa doğru çoğalarak gidecek ve yeniden alaşağı olacaktır. bu kısırdöngü böyle devam edecektir ve bu noktada Jack London Şunu sorar 'Bu nereye kadar devam edecektir, bunun anlamı nedir, ne diye vardır bu kısır döngü'. Roman insanlığın ilkel ve vahşi yaşamına geri dönüş olarak görülebilir-sadece güçlünün ayakta kalabileceği bir dünya. E=mc² E = mc, fizikte kütle-enerji eşitliğinin temel formülüdür. Bu formül, enerji ile kütle arasında ilişki kurar. Bu formülde boşluktaki (vakumlanmış ortam) ışık hızının karesi, kilogram başına ne kadar nükleer enerji düştüğünü belirtir. Formülü bir cümlede anlatmak gerekirse: Bir maddede kilogram başına, boşluktaki ışığın metre saniye cinsinden hızının karesinin sayısal değeri kadar enerji (joule) düşer. Eğer formülün harflerle simgelenmiş elemanları incelenirse: Okunuşu: Bir madde, 1 kg ise enerjisi 89 875 517 873 681 764 J'dür. Bir eşitlikle eşitliğin iki tarafındaki birimler birbirini sağlamalıdır. c, kütlenin sahip olduğu nükleer enerjidir. Uluslararası birim sistemine göre; enerjinin birimi joule (J), kütlenin birimi kilogram (kg), hızın birimi de metre bölü saniye (ms)dir. Eğer birimler eşitliğe yazılırsa: Joule = kilogram [89 875 517 873 681 764 (metre saniye)] Albert Einstein, kendisine kadar süregelen bir yargıyı yıkarak bilim dünyasında yeni bir çığır açmıştır. Ondan öncesinde kütle ile enerji arasında bir bağlantı kurulmamıştır ve ayrı olgular oldukları varsayılmıştır. 19. yüzyılda kimyagerlerin hassas aygıtları olmadığı için kimsenin dönüşüm sonrası kütle kaybından haberleri yoktu. Basit tepkimeler sonrası oluşan kütle kaybı fark edilememişti. Einstein ise bütün bilinenleri yıkarak çağdaş bilimin temel taşlarını atmıştır. Ona göre her şey enerjidir, yani maddeler de çok yoğun enerjilerdir. Kimyasal reaksiyonlar sonrası küçük de olsa kütlenin bir kısmı enerjiye dönüşmektedir. Bu durumu açıklamak için eşitliğin az farklı formülasyonu ilk defa Albert Einstein tarafından 1905'de ünlü makalelerinde yayımlanmıştır. Aynı yıl önermiş olduğu özel görelilik teorisinin bir sonucu olarak türetmiştir. Birim kütleden inanılmaz enerji elde edilebileceğini gösteren bu formül sayesinde diğer insanlar tarafından atom bombası da icat edilir. Bu formül fizikçi olmayanlar için bile en ünlü eşitliklerden bir tanesidir. Neredeyse Albert Einstein ile özdeşleşmiştir. Ayrıca formülün popüler kültürdeki yeri de büyüktür. Birçok film ve televizyon programlarında bu formüle rastlamak mümkündür. Ayrıca müzik endüstrisine de ilham kaynağı olmuştur. Amerikalı jazz sanatçısı Count B
asie'nin 1957'deki albümünün adı E=mc²dir. Ayrıca ünlü şarkıcı Mariah Carey'in 2008'de çıkardığı albümünün adı da aynıdır. İngiliz Big Audio Dynamite müzik grubunun da 1986 yılında yazdıkları şarkı da E=mc'dir.( formülleri yoktur) Kinetik enerji formula_1 olarak ifade edilir. Görelilik formüllerinde, ifadenin altında 0 olursa değer klasik değerli, normal yazılırsa göreli değerlidir. Mesela m sabit kütle, m ise göreli kütledir. Bu KE ifadesi formula_2 ile eşdeğerdir. Eşitliğe momentum (momentum=p, göreli momentum formula_3 olmak üzere) da eklenirse; formula_4 olur. O da formula_5'ye eşittir. E=mc^2 eşitliği, p=0 olduğunda geçerlidir. Enerjiye fotonlardan bahsedilirken çokca kullanılan pc ifadesinden bakınca ilginç bir sonuca ulaşılır. Fakat ilginç olan, bulduktan hemen sonra zaten ışık hızı (c) sabit olduğundan E=mc^2'nin buna işaret ettiğinin anlaşılmasıdır. Bu ifadeye şu şekilde ulaşılabilir. formula_5 eşitliği için pc formula_7'e eşittir. Eşitliğin karesini alınca, formula_8 'ye ulaşılır. Kısa bir hesaptan sonra, sonuca ulaşılır: formula_9 Fotonlar için E=p.c geçerlidir. Siyah Giyen Adamlar (film) Siyah Giyen Adamlar "(Men in Black)", yönetmenliğini Barry Sonnenfeld'in yaptığı, 1997 yapımı, aksiyon-güldürü tarzında bir bilim kurgu filmidir. Başrollerinde Tommy Lee Jones ve Will Smith'in olduğu film, Marvel Comics'in sahibi olduğu Aircel Comics tarafından yayımlanan ve Lowell Cunningham'ın yarattığı "The Men in Black" adlı çizgi roman serisine dayanmaktadır. "Siyah Giyen Adamlar 2 "(Men in Black II)"" adlı ve 2002 yapımı bir devam filmi de olan bu film, gösterime girdiği 1997'de büyük sükse yaratmış ve ABD'de 250 milyon, tüm dünyada da 326 milyon $'dan fazla gelir elde etmiştir. Siyah Giyen Adamlar Aytekin Kotil Aytekin Kotil, (d. 21 Şubat 1934, Çayeli, Rize - ö. 9 Ağustos 1992, İstanbul), Türk siyasetçi. İstanbul'un Cumhuriyet dönemindeki 23. Belediye Başkanıdır (1977-80). Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) İstanbul Milletvekilliği yapmış olan Kotil, TBMM Başkan Vekilliği görevinde de bulunmuştur. Aytekin Kotil, 21 Şubat 1934 tarihinde Rize'de doğdu. 1956 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1960 yılında bitiren Kotil, İstanbul Barosu'na bağlı olarak serbest avukatlık yaptı. 1961 yılında eşi Görsev hanımla evlenen Kotil'in üç çocuğu oldu: Dilek, Serhan ve Gökhan. 1973 yılında Ali Topuz'un Milletvekilliğine seçilmesinden sonra Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul İl Başkanlığı'na getirildi. CHP içinde "ortanın solu" politikasının temsilcilerinden olan Kotil, 1977 yılındaki yerel seçimleri kazanarak 14 Aralık 1977'de İstanbul Belediye Başkanlığı görevine başladı. Halkçı, toplumcu bir belediyecilik anlayışıyla belediyecilik yapan Kotil, 12 Eylül darbesi nedeniyle Millî Güvenlik Konseyi kararıyla 12 Eylül 1980 günü görevinden alındı. 1987 yılında Sosyaldemokrat Halkçı Parti'den (SHP) İstanbul Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) girdi. 1989 yılında TBMM Başkan Vekilliği görevine seçildi. 1991 yılında erken seçime gidilmesi üzerine tekrar milletvekili olmak isteyen Kotil, 1991 yılındaki seçimlerde önseçim sonucu 5. sırada yer almış ve milletvekili seçilememiştir. Ayrıca adı, Şişli'de bir caddeye verilmiştir. Mustafa Sarıgül'ün eski eşi Aylin Kotil'in amcasıdır. Karaciğer rahatsızlığından kaynaklanan solunum ve dolaşım yetmezliği nedeniyle 9 Ağustos 1992 günü İstanbul'da yaşamını yitirdi. Akçaabat Fatih Stadyumu Akçaabat Fatih Stadyumu; Akçaabat Sebatspor'un iç saha maçlarını oynadığı ve Trabzon'un Akçaabat ilçesinde bulunan stadyumdur. 6238 kişiliktir. Stadın değişik bir özelliği ise UEFA kriterlerinde sahaların kuzey-güney yönlü olmasına rağmen bu stadın doğu-batı yönlü olması ve bu şekilde Süper ligde maç yapılmasına izin verilmesidir. Stadyum Karadeniz kıyısındadır. Çadır Çadır. Doğal hayatta sığınak olarak kullanılan kamp malzemesi. Çadırlar üretildikleri malzemeye ve tasarımlarına göre farklı hava şartlarında kullanılmaya elverişli şekilleri vardır. Şekillerine göre çadırlar üç şekilde gruplanır. Ayrıca her grupta çadırdan yararlanacak kişi sayısına, çadır kurulacak bölgenin iklimine ve etkinliğin süresine göre farklı tasarım ve malzemelerle üretilen modeller vardır. Rüzgara karşı dayanıksız ve kurulumu zahmetli çadırlardır, çadırın ayakta durabilmesi için 8 noktadan sabitlenmesi gerekir. Genellikle bahar ya da yaz aylarında kullanılırlar. Her ne kadar rüzgara dayanıksız olarak kabul edilseler de, girişin rüzgarın ters yönüne bakacak şekilde kurulması, kazıkların uygun şekilde çakılması ve gergi iplerinin yeterince gerilmesiyle oldukça sert rüzgarlara da dayanabilirler. Kazıkların çakılacağı toprağın yapısı, rüzgara dayanıklılıkta birinci etkendir. Kazığın çakılacağı toprak ne denli sertse kazık o denli sağlam oturacaktır. Nemli ve gevşek toprak, kazığı tutamaz. Çadır kazıkları, hafif olmaları amacıyla alüminyum ve alaşımlarından yapıldığı için çok sağlam malzemeler değildir, fazlaca sert toprakta çabucak eğrilirler. Aynı durum toprağın altında bir taş ya da kaya olması durumunda da gerçekleşecektir. Bu durumda toprağa giriş açısını bir parça değiştirmek gerekir. İç tentenin gergi ipleri elden geldiğince sert gerilmelidir. Tabii ki kumaşın yırtılmasına neden olacak kadar değil. Dış tentenin gergi ipleri de gergin tutulur ama, belirli bir esneme sağlamalıdır. Bugün için üçgen çadırlar çift katlı malzemeden üretilmektedirler. İç malzeme, yani yaşanılan alanı örten malzeme genellikle hava ve nem geçirgenliği çok yüksek olan bir kumaştır, çok etkin bir havalandırma sağlar. Bunun üstüne gerilen tente, nem ve hava akımını önleyen malzeme ise hem çadırın içinin görünmesini önler, hem de neme karşı bir örtü sağlar. İç tente, yaşam alanını tümüyle sarar. Zemin bölümü, kalın, su geçirmez bir malzemeden üretilir. Dış tente ise, bir dış kaplamadır ve yerden bir karış kadar yukarıda kalacak biçimde kurulur. Bu, hava ve dolayısıyla nem akışı için gereklidir. Genellikle amatör doğa sporcuları tarafından, günübirlik ya da birkaç günlük etkinliklerde kullanılır. Üçgen çadırlardan daha geniş alana sahip ve rüzgara onlardan daha dayanıklı çadırlardır, ancak çadırı kurmadan önce rüzgar yönününe dikkat etmek gereklidir. Bu çadırın sabit durabilmesi için çadır 4 noktadan sabitlenmelidir. Zorlu koşullarda, profesyonel dağcılar tarafından, birkaç günlük olabilen kamplarda yaygın olarak kullanılan bir çadır türüdür. Şekilleri nedeniyle rüzgara direnmezler ve bu rüzgara dayanıklı olmalarını sağlar. Kar biriktirmeme ve kurulum kolaylığı sebepleriyle çok tercih edilirler. İç alanları geniştir ve çok fazla noktadan sabitlenme gerektirmezler. Çadırlar; yapıldığı malzeme cinslerine göre, kıl, bez ve plastik çadırlar olmak üzere 3 grup altında incelenebilir. Keçi kıllarından yapılan çullardan ya da keçelerden yapılan Anadolu'da ve Orta Asya'da topakev, aleyçik, karaçadır gibi isimlendirilen çadırlardır. Bu çadırlar eskiden göçebe insanların barınmak için kullandıkları çadırlardır. Günümüzde bu çadırları, Anadolu'da Sarıkeçililer olarak bilinen ve hala göçebe yaşam tarzını benimseyen çok az bir topluluk kullanmaktadır. Bu çadırlar, çeşitli özellikteki kumaşlardan yapılmıştır. Çok kullanılan çadır çeşitlerindendir. Bu tip çadırlar, plastik türevli çadırlardır. Bugün için farklı kullanım tarzlarına, farklı ortamlara göre farklı çadırlar üretilmektedir. Belirli bir etkinlikte kullanılacak çadırı seçerken, ortama, iklim durumuna, çadır kurulacak bölgenin mikro klimasına, çadırdan yararlanacak kişi sayısına, kullanımın süresine uygun düşen bir çadır tipinin seçilmesi gerekmektedir. Bu nedenle doğa sporları ve kampçılıkla ilgilenen kişilerin, birden çok çadırları olur. Uygun bir çadırda aranması gereken koşullardan biri, malzemenin nem geçirgenliğidir. Çadırın, içerdeki nemi dışarı atabilmesi, ancak dışardaki nemin içeri girmesini önlemesi esastır. Bunun için çoğu kez çift katlı çadırlar kullanılır. Ancak, Gore-Tex ya da benzeri nefes alabilen malzemeden yapılmış tek katlı çadırlar da kullanılır. Olanaklıysa bagaj bölümü olan çadırlar tercih edilmelidir. Bagaj, çadırın giriş bölümünün dışında, yanları ve üstü örtecek biçimde su geçirmez kumaş uzantılarla oluşan hacimdir. Çadır içine alınmak istenmeyen ıslak ve çamurlu malzeme için bir depo alanı olarak kullanılabileceği gibi, karlı ve yağmurlu havalarda yemek pişirmek için de kullanılır. ancak bu, sadece yağışlı havalarda denenmelidir, yağışsız havalarda, çadırın dışında ateş yakılmalıdır. Çadırın içinde ise, sigara dahil olmak üzere asla ateş yakılmamalıdır. Bahar ve yaz aylarındaki etkinliklere havadar, daha geniş iç hacimli olabilen üçgen çadırlar tercih edilir. Öngörülemeyen hava koşulları için tünel çadırlar daha konforlu ve güvenli olacaktır. Zor iklim koşullarında ise, kar, fırtına, yağış gibi, kesinlikle kubbe çadırlar tercih edilmelidir. Bir çadırın kullanım süresi, kaç kez kurulup söküldüğüne bağlıdır. Genel olarak bir çadırın standar kullanım süresi yüz kurum ve sökümdür. Kuşkusuz ki kötü kullanım ve kötü bakım bu süreyi kısaltacaktır. Yüz kurulumluk süre, uygun kullanım ve bakım koşullarında geçerlidir. Kamp etkinliklerinde, doğal olarak çadırlar hızlıca sökülüp paketlenirler. Kamp dönüşünde mutlaka açılıp temizlenmeli, kesinlikle güneş görmeyen havadar bir yerde havalandırılmalı, sonra da düzgün bir şekilde yeniden paketlenmelidir. Paketlenmiş halde, güneş görmeyen ve rutubetsiz bir ortamda saklanmalıdır. Majere Ejderha Mızrağı Destanı'nın da üzerinde geçtiği Krynn adlı dünyanın Zihin Tanrısı. Ayrıca Ejderha Mızrağı Destanı'nın ana karakterlerinden Raistlin ve Caramon'un ilk olarak göründüğü ailenin soyadıdır. Ailenin diğer bilinen üyeleri: Tanin Majere, Saturm Majere, Palin Majere, Usha Majere, Laurana Majere, Dezra Majere,Ulin Majere, Linsha Majere DBase dBase, PC'ler için veritabanı ihtiyacını giderme amaçlı Ashton Tate firması tarafından piyasaya sunulan bütünleşik bir veritabanı yöneticisi içeren 4. nesil programlama dili ve yazılımıdır. Orijinal dBase'i geli
ştiren Wayne Ratliff'tir. 1978'de, Jet Propulsion Laboratory'de çalışırken, Ratliff assembly programlama dili ile CP/M bir bilgisayarda kullanmak için bir veritabanı oluşturdu. Buradaki amacı futbol takımlarının maç sonuçlarını izlemekti. Daha sonra işyerinde iş amaçlı bir uygulama geliştirerek buna "Vulcan" demiştir. 1980 başlarında, Ashton-Tate'in patronu George Tate, Ratliff ile bir ticari sözleşme imzaladı. Vulcan'ın adı ise "dBase" olarak değiştirildi ve yazılım çok kısa sürede büyük başarı elde etti. Yazılımda büyük-küçük harf ayrımı yoktur ve komutlar/fonksiyonların ilk dört harfini yazmak yeterlidir. Değişkenler on harfi geçemez ancak istenirse daha uzun da yazılabilir, derleyici sadece ilk on harfi dikkate alır. dBase "strong type" bir dil değildir. Bir değişken istenilen satırda tanımlanabilir ve tipi istenildiği zaman değiştirilebilir. dBase sayesinde daha önceleri sadece büyük bilgisayar sistemlerinde başarılabilen veri uygulamaları, küçük bilgisayarlara da sıçramıştır. dBase III+ versiyonu zamanının efsanesi olmuş, yazılımcıların veri tabanı mantığının gelişmesinde ve kullanımının yaygınlaşmasına büyük katkısı olmuştur. Visual FoxPro Foxpro dilinin nesne tabanlı versiyonu. Bütünleşik bir veritabanının yanında, ODBC bağlantısı ile her türlü veritabanına bağlantıyı da destekler. Miletli Aspasia Miletli Aspasia (yak. MÖ 470–yak. MÖ 400, Grekçe: ) Atinalı devlet adamı Perikles'le olan ilişkisiyle ünlenmiş olan Miletli bir kadındır. Yaşamı hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Erişkin döneminin büyük kısmını Atina’da geçiren Aspasia, Perikles'i ve Atina siyasetini etkilemiş olabilir. Platon, Aristophanes, Xenophon ile birlikte dönemin diğer yazarlarının eserlerinde adından söz edilmiştir. Antik yazarlar Aspasia'nın aynı zamanda bir genelev işlettiğini ve fahişe olduğunu da yazar. Ancak bu bilgiler günümüz bilim insaları tarafından, Perikles'i küçük düşürmeye çalışan komik yazarlarca ileri sürüldüğü aktarılmakta ve bu konu halen tartışmalı bir konu olarak görülmektedir. Hatta bazı araştırmacılar Aspasia’nın hetaera ya da fahişe olduğu yönündeki tarihsel geleneği de sorgulayarak, Perikles ile evlenmiş olabileceğini de ileri sürmektedir. Aspasia'nın Perikles’ten olan oğlu Genç Perikles daha sonra Atina'da general olmuş ve Arginusae Savaşı'ndan sonra idam edilmiştir. Perikles'in ölümünden sonra, Aspasia'nın başka bir Atinalı devletadamı ve general olan Lysikles ile birlikte olduğuna inanılır. Aspasia, günümüzde Aydın ili sınırları içinde yer alan, antik Yunan dönemindeki İyonya şehri Milet’de doğmuştur. Babasının adının Axiochus olduğu dışında ailesi hakkında fazla bir bilgi yoktur ancak aldığı mükemmel eğitimi yalnızca zengin ailelerin sağlayabileceği düşünülürse, böyle bir aileden geldiği açıktır. Bazı antik kaynaklar ise Aspasia’nın Karya'lı bir savaş esiri olduğunu belirtir ancak bu bilgiler genellikle yanlış olarak kabul edilir. Atina’ya ilk olarak ne şartlar altında gittiği bilinmemektedir. 4. yüzyıla ait ve üzerinde Axiochus ile Aspasius’un adları bulunan bir mezartaşının bulunması, tarihçi Peter K. Bicknell’ın Aspasia’nın aile geçmişini ve Atina ile olan bağlantılarını yeniden ortaya çıkartmasına öncülük etmiştir. Bicknell’in kuramı, Aspasia ile MÖ 460 yılında Atina’dan sürgün edilen ve bu dönemi Milet’te geçirdiği varsayılan Scambonidae’li II. Alcibiades’i birbirine bağlar. Bicknell, Alcibiades’in sürgün edilerek Milet’e gittiği, burada Axiochus adında birinin kızıyla evlendiğini varsayar. Daha sonra Alcibiades, yeni karısı ve onun küçük kızkardeşi Aspasia ile birlikte Atina’ya geri döner. Bicknell aynı zamanda bu evlilikten olan ilk çocuğun adının Axiochus, ikinci çocuğun adının da Aspasios olduğunu iddia eder. Ayrıca Perikles’in Aspasia ile tanışmasının, Alcibiades’in ev halkı ile olan yakın ilişkileri sayesinde olduğunu fikrine de sahiptir. Antik yazarların ve bazı modern dönem biliminsanlarının tartışmalı ifadelerine göre Aspasia, Atina’da bir hetaera oldu ve muhtemelen bir genelev işletti. Hetaera, üst düzeye hitap eden profesyonel eğlendirici ve aynı zamanda da fahişelere verilen addı. Fiziksel güzelliklerinin ötesinde, çoğu zaman Aspasia’nın durumunda olduğu gibi ileri derecede eğitimli olmaları, bağımsız olmaları ve vergi vermeleri ile diğer Atinalı kadınlardan ayrılıyorlardı. Aspasia, özgür kadınlar olarak adlandırılabilecek olan hetaeralar içinde, Atina toplumunda önde gelen bir karakter hâline gelmesiyle bariz bir örnek oluşturmuştur. Plutarkhos Aspasia’yı bir başka ünlü İyonyalı hetaera olan Thargelia ile kıyaslamıştır. Yabancı ve büyük olasılıkla hetaera olması Aspasia’yı geleneksel olarak evli kadınları evine bağlayan yasal zorunluluklardan kurtarmış ve şehrin etkin topluluk yaşantısına katılmasına olanak sağlamıştır. Aspasia, 440'lı yılların başında Perikles’in metresi oldu. Perikles ilk karısından boşandıktan sonra (yak. MÖ 445) Aspasia ile birlikte yaşamaya başlamıştır ancak evlilik durumları tartışmalı bir konudur. Oğulları Genç Perikles MÖ 440'ta doğmuş olmalıdır. Eğer MÖ 428 yılında Lysikles’e de bir çocuk verebildiyse Aspasia bu dönemde oldukça genç olmalıdır. Sosyal çevrelerde Aspasia, bir fiziksel güzellik objesi olmaktan öte güzel konuşma yeteneği ve akıl hocalığıyla dikkat çekmiştir. Plutarkhos’a göre Atina’daki evleri, içinde Sokrates’in de bulunduğu önde gelen birçok yazar ve düşünürü çeken bir entelektüel merkez hâline gelmiştir. Biyografisinde, Atinalı erkeklerin, ahlaksız yaşamına rağmen konuşmasını duymaları için karılarını da Aspasia'nın evine getirdiği yazar. Demokratik Atina’da mutlak idare olmadığından Perikles, Aspasia ve arkadaşları gibi önde gelenler saldırılardan muaf değildiler. Aspasia'nın Perikles ile olan ilişkisi ve buna bağlı siyasal nüfuzu tepki uyandırmıştır. Yale Üniversitesi’nden tarihçi Donald Kagan, Aspasia’nın özellikle Sisam Savaşı’nı izleyen yıllarda popüler olmadığına inanır. MÖ 440 yılında Sisam, Milet ile Mycale’nin eteklerindeki İyonya’nın antik Priene şehri için savaş hâlindeydi. Savaşta bozguna uğrayan Miletliler, Sisamlılara karşı dava açmak için Atina’ya geldi.. Atinalılar, iki tarafa da savaşmayı durdurup, davayı Atina’nın hakemliğine bırakmalarını emrettiğinde Sisamlılar buna karşı çıktı. Buna karşılık olarak Perikles Sisam’a birlik gönderilmesi için bir karar çıkarttı. Bu sefer, oldukça zor geçti ve Atinalılar Sisamlıları yenene kadar, ağır kayıplar verdi. Plutarkhos’a göre, Milet’ten gelen Aspasia Sisam Savaşı’ndan sorumluydu ve Perikles onu memnun etmek için Sisam’a karşı karar alıp saldırmıştı. Pelopones Savaşları (MÖ 431–MÖ 404) çıkmadan önce Perikles, bazı yakın dostları ve Aspasia, bir dizi kişisel ve yasal saldırıyla yüz yüze kaldılar. Aspasia, özellikle Perikles’in sapıklıklarını tatmin edebilmek için Atinalı kadınları ayartmakla suçlandı. Plutarkhos’a göre Aspasia tanrılara saygısızlık suçlamasıyla, komik şair Hermippus’un davacı olmasıyla mahkemeye çıkarıldı. Bütün bu suçlamalar büyük olasılıkla kanıtlanamamış iftiralardı ancak bütün bu olaylar Atinalı lider için çok acıydı. Her ne kadar Aspasia, Perikles’in nadir görülen duygusal patlaması sonucu temize çıktıysa da, dostu Fidias, hapiste öldü. Bir başka arkadaşı Anaksagoras, dinî inanışları nedeniyle Atina Meclisi tarafından hücuma uğradı. Kagan’a göre Aspasia’nın mahkemesi ve temize çıkması daha sonra uydurulmuştur. British Columbia Üniversitesi’nde Klâsik Dönem profesörü olan Anthony J. Podlecki Plutarkhos’un ya da kaynağının büyük ihtimalle bir komedyadaki sahneyi yanlış anladığını öne sürmektedir. Kagan, bu öykülere inansak da Aspasia’nın Perikles yardımıyla ya da yardımı olmadan bile herhangi bir zarar görmediğini belirtir. Aristofanes "Aharniyalılar" 'da, Aspasia’yı Pelopones Savaşı’ndan sorumlu tutar. Megara’yı Atinalılar ve müttefikleriyle ticaret yapmaktan yasaklayan Perikles’in Megara kararının, Megaralılar tarafından Aspasia’nın evinden kaçırılan fahişelere karşı bir misilleme olduğunu öne sürer. Aristofanes'in kişisel nedenlerden ötürü Sparta ile savaşa girişilmesinden Aspasia’yı sorumlu tutması daha önceki Milet ve Sisam olayının akıllarda kalmasından olabilir. Plutarch reports also the taunting comments of other comic poets, such as Eupolis and Cratinus. Podlecki’ye göre Douris, Aspasia’nın hem Sisam hem de Pelopones Savaşlarını kışkırttığını ileri sürmüştür. Aspasia’ya "Yeni Omphale", "Deianira", "Hera" ve "Helen" adları takılmıştır. Perikles’in Aspasia ile olan ilişkisine karşı daha sonra yapılan saldırılar Athenaeus tarafından yazılmıştır. Hatta siyasi emelleri olan Perikles'in oğlu, Xanthippus, evinde geçen olaylar nedeniyle babasına iftira atmaktan kaçınmamıştır. MÖ 429 yılında, Atina Veba Salgını sırasında Perikles hem kızkardeşinin hem de ilk karısından olan iki oğlunun, Xanthippus ve Paralus’un ölümlerini gördü. Morali bozulan ve gözü yaşlar içinde kalan Perikles’i Aspasia’nın arkadaşlığı bile teskin edememiştir. Ölümünden hemen önce Atinalılar MÖ 451 yılındaki yurttaşlık yasasını değiştirerek Aspasia’dan olan yarı Atinalı oğlu Genç Perikles’in yurttaş ve yasal vâris olmasına olanak sağladılar. Hem anne hem de babadan Atinalı olmayanlara yurttaşlık hakkını kısıtlayan bu yasayı ilk olarak Perikles’in kendisinin önerdiği düşünüldüğünde bunun çok dikkat çekici bir karar olduğu görülmektedir. Perikles MÖ 429 yılının sonbaharında hastalıktan öldü. Plutarkhos şimdi kaybolmuş olan Aeschines Socraticus’un Aspasia hakkında yazdığı diyalogdan alıntı yaparak Aspasia’nın Perikles’in ölümünden sonra Atinalı lider ve general Lysikles ile yaşadığı ve ondan bir oğlu olduğu ve Aspasia’nın Lysikles’i Atina’nın en önde gelen adamı yaptığını yazar. Lysikles MÖ 428 yılında savaşırken öldü. Lysikles’in ölümünden sonra Aspasia hakkında yazılı bir bilgi yoktur. Örneğin oğlu Perikles general olduğunda ve Arginusae Savaşı’ndan sonra idam edildiğinde hayatta olup olmadığı bilinmemektedir. Birçok tarihçinin Aspasia’nın ölümü için verdiği (yak. MÖ 401-MÖ 400) tarihi Aeschines’in "Aspasia". diyalogundaki kronolojiye göre Aspasia’nın Sokrat’ın MÖ 399 yıl
ındaki ölümünden önce öldüğü bilgisine göre çıkarılmaktadır. Aspasia, Platon, Xenophon, Aeschines Socraticus ve Antisthenes’in felsefi eserlerinde yer alır. Bazı biliminsanlarına göre Platon Aspasia’nın zekâsı ve aklından öyle etkilenmiştir ki Sempozyum’daki Mantinealı Diotima karakterine temel olarak almıştır. Bazıları ise Diotima’nın gerçekten yaşamış olduğunu önerir. Pennsylvania Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Charles Kahn’a göre Diotima birçok yönden Aeschines’in Aspasia’sına karşı Platon’un bir cevabıdır. "Menexenus" ‘da, Platon Aspasia’nın Perikles ile olan ilişkisini hicvederken, Sokrates’ten aktarma yaparak alaylı bir biçimde Aspasia’nın birçok hatibi eğittiğini söyler. Sokrates'in niyeti Perikles’in hitabet yeteneğini kötüleyerek yine alaylı bir şekilde Atinalı devlet adamının Aspasia tarafından eğitilmesi nedeniyle Antiphon tarafından eğitilen birinden daha üstün olacağını söylemektir. Aynı zamanda Cenaze Konuşması’nın yazarlığını da Aspasia’ya maleden Sokrates, çağdaşlarının Perikles’e olan saygısına saldırır. Kahn’a göre Platon, Aspasia’nın Perikles ve Sokrates’in hitabet hocası olduğu fikrini Aeschines’ten almıştır. Plato'nun Aspasia’sı ve Aristofanes'in Lysistrata’sı kadınların hitabet konusunda becerikli olmadığı düşüncesine bariz iki istisnadır ancak bu iki karakter bize kadınların Atina’daki gerçek statüsü konusunda bilgi vermez. Truman Eyalet Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Martha L. Rose "yalnızca komedyalarda köpekler mahkemeye başvurur, kuşlar yönetir ya da kadınlar söylev verir". Xenophon, "Memorabilia" ‘da ve "Oeconomicus" ‘da Aspasia’dan iki kez söz eder. Her ikisinde de Sokrates Critobulus’a, Aspasia’nın tavsiyelerini almasını öğütler. "Memorabilia" ‘da Sokrates, Aspasia’dan aktarma yaparak çöpçatanın erkeğin iyi özellikleri hakkında doğru bilgi iletebileceğini söyler. "Oeconomicus" ‘da Sokrates, Aspasia’nın ev idaresi ve karı-koca arasındaki ekonomik ilişki hakkında daha bilgili olduğundan saygıyla söz eder. Aeschines Socraticus ve Antisthenes bir Sokrat diyaloglarına Aspasia’nın adını vermişlerdir ancak her iki diyalog da ancak parçalar hâlinde günümüze gelebilmiştir. Aeschines Socraticus'un "Aspasia" ‘sı hakkında ana kaynaklarımız Athenaeus, Plutarkhos, ve Çiçero ‘dur. Diyalogda, Sokrates Callias’a oğlu Hipponicus’u eğitim alması için Aspasia’ya göndermesini öğütler. Callias, kadın öğretmen fikrinden irkilince Sokrates Aspasia’nın Perikles’i ve ölümünden sonra da Lysikles’i olumlu yönde etkilediğini belirtir. Diyalogun Çiçero tarafından Latince olarak korunmuş olan bir bölümünde önce Xenophon’un karısına sonra da Xenophon’a (bu ünlü tarihçi Xenophon değildir) bilgeliğe giden yolun kendini tanımaktan geçtiği konusunda tavsiye veren "kadın Sokrates" olarak yer alır. Aeschines Aspasia’yı bir öğretmen ve mükemmeliyetin ilham kaynağı olarak gösterir ve bu erdemleri hetaira olmasıyla bağdaştırır. Kahn’a göre Aeschines'in Aspasia’sındaki her bir bölüm yalnızca uydurma değil aynı zamanda inanılmazdır da. Antisthenes'in "Aspasia" ‘sından yalnızca iki ya da üç aktarma kalmıştır. Bu diyalogda daha çok iftira olmasının yanı sıra Perikles’in biyografisine dair anekdotlar da bulunur. Antisthenes yalnızca Aspasia’ya değil oğulları da dahil olmak üzere Perikles’in tüm ailesine saldırır. Düşünür, büyük devletadamının erdemli yaşam yerine zevki seçtiğine inanır. Dolayısıyla Aspasia zevk ve sefa içinde yaşamı temsil eder. Aspasia modern edebiyatın önemli bazı eserlerinde görünür. Perikles ile olan romantik bağlantısı, geçen yüzyılların bazı ünlü romancı ve şairlerine ilham vermiştir. Özellikle 19. yüzyılın romantikleri ile 20. yüzyılın tarihî romancıları onların öyküsünde tükenmeyen bir ilham kaynağı bulmuşlardır. 1835’te ABD’li kölelik karşıtı yazar ve gazeteci Lydia Child, Perikles ve Aspasia’nın zamanında geçen "Philothea" adlı klasik bir aşk romanı yayımladı. Bu kitap yazarın en başarılı ve özenli eseri olarak görülmektedir çünkü kadın karakterler, özellikle de Aspasia büyük bir güzellik ve özenle portrelendirilmiştir. 1836’da İngiliz yazar ve şair Walter Savage Landor, en ünlü kitaplarından biri olan "Perikles ve Aspasia" ‘yı yayımladı. Bu kitap, içinde sayısız şiir barındıran bir dizi hayalî mektup aracılığıyla klasik Atina dönemini yorumlar. Mektuplar sıklıkla tarihî gerçeklere uymasa da Perikles Çağı’nın ruhunu yakalamaya çalışır. Robert Hamerling, Aspasia’nın kişiliğinden etkilenen bir başka romancı ve şairdir. 1876’da Perikles Çağı’nın davranış ve ahlâk kuralları hakkında bir kitap olan kültürel ve tarihî çalışması "Aspasia" ‘yı yayımladı. Romantizm akımından etkilenen İtalyan şair Giacomo Leopardi, beş şiirlik bir seri yayımladı. Bu Leopardi şiirlerinin ilham kaynağı, Fanny Targioni Tozzetti adlı kadına karşı olan ümitsiz ve karşılıksız aşkı sonucu yaşadığı acı veren deneyimleridir. Leopardi bu kadına, Miletli Aspasia'dan esinlenerek Aspasia adını verir. 1918’de romancı ve oyun yazarı George Cram Cook ilk uzun oyunu olan "The Athenian Women (Atinalı Kadınlar)" ‘ı yayımladı. Oyunda Aspasia barış için greve giden bir kadın olarak gösterilir. Cook Antik Yunan döneminde savaş karşıtı bir konuyu işlemiştir. ABD’li yazar Gertrude Atherton "The Immortal Marriage (Ölümsüz Evlilik)" (1927) adlı eserinde Perikles ile Aspasia’nın öyküsünü anlatır ve Sisam Savaşı, Pelopones Savaşı ile Atina Veba Salgını dönemini açıklar. Taylor Caldwell'in "Glory and the Lightning (İhtişam ve Yıldırım)" (1974) adlı eseri Aspasia ile Perikles’in tarihî ilişkisini anlatan bir başka romandır. Aspasia'nın ismi Perikles’in ihtişamı ve şöhretine çok yakından bağlıdır. Plutarkhos onu hem siyasi hem de fikrî yönden önemli bir kişilik olarak kabul eder ve "devletin önde gelen adamlarını memnun etmeyi başaran ve düşünürlerin hakkında uzun övgülerle sözetmesini sağlayan" bu kadına hayranlığını belirtir. Biyografi yazarı, Aspasia’nın çok ünlendiğini, öyle ki Pers Kralı II. Artaxerxes ile savaşan Genç Sirüs’ün, adı Milto olan eşlerinden birine Aspasia’nın adını verdiğini söyler. Sirüs savaşta öldükten sonra bu kadın yakalanarak krala götürülür ve daha sonra kral üzerinde büyük bir nüfuz sağlar. Lucian Aspasia’dan bir "erdem modeli", "hayranlık duyulan Olimpiyalı’nın hayranlık duyduğu" diye söz eder ve "onun siyasi bilgisi ve öngörüsünü, açıkgözlülüğüyle nüfuzunu" över. Süryanice bir yazıda, Aspasia’nın bir söylev yazarak bir adama mahkemede onun adına okuması için eğittiğinden sözederek Aspasia’nın hitabet yeteneğini doğrular. 10. yüzyıl Bizans ansiklopedisi "Suda" ‘ya göre Aspasia "kelimelerle kıvrak bir zekâya sahip" bir sofisttir ve hitabet öğretmiştir. Bu değerlendirmelerin ışğında, Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nde profesör Cheryl Glenn gibi araştırmacılar, Aspasia’nın Antik Yunan’da toplum içinde ortaya çıkabilmiş tek kadın olduğunu savunur ve Perikles’in söylevlerinin yazımında etkili olmuş olacağını düşünür. Bazı bilimadamları Aspasia’nın iyi ailelerin genç kadınları için bir akademi açtığına ve hatta Sokratik yöntemi bulduğuna inanır. Ancak Northwestern Üniversitesi’nden Klasik Dönem profesörü Robert W. Wallace, "Aspasia’nın Perikles’e nasıl konuşması gerektiğini öğrettiği şakasını, dolayısıyla da usta bir hatip ve düşünür olduğunu tarihsel olarak kabul edemeyiz" diye vurgular. Wallace’a göre Aspasia’ya Platon tarafından biçilen entelektüel rol, bir Antik Yunan komedyasından gelmektedir. Kagan Aspasia’yı "güzel, bağımsız, parlak bir zekâ sahibi, Yunanistan'ın en iyi beyinleriyle konuşabilecek ve kocasıyla herhangi bir soruyu tartışıp açıklığa kavuşturabilecek" biri olarak tanımlar. Kent Üniversitesi’nde sosyal antropoloji profesörü ve Klasik Dönem uzmanı olan Roger Just, Aspasia’nın istisnai bir kişilik olduğunu ve yalnızca onun varlığının bile, bir erkeğin sosyal ve entelektüel dengi olan her kadının hetaira olmak durumunda kaldığını gösterdiğini söyler. Düşünür ve ilâhiyatçı Sr. Prudence Allen’a göre Aspasia, kadınların düşünür olma potansiyelini Sappho’nun şâirane ilhamlarından bir adım daha öteye taşımıştır. Jona Lendering’in belirttiği gibi asıl problem Aspasia hakkında bildiklerimizin çoğunun yalnızca varsayımlardan ibaret olmasıdır. Thucydides Aspasia’dan söz etmez, tek kaynağımız, Aspasia’nın tarihsel bir kişilik olup olmadığıyla ilgilenmemiş olan edebiyatçıların ve düşünürlerin güvenilmez tasvirleri ve varsayımlarıdır. Dolayısıyla Aspasia’nın kişiliğinde birbiriyle çatışan tanımlamalarla karşılaşırız. Aspasia, ya Theano gibi iyi bir eş ya da Thargalia gibi bir fahişedir. Modern biliminsanlarının Aspasia’nın tarihsel gerçekliğiyle ilgili kuşkuculuğunun nedeni de budur. Wallace’a göre "Aspasia’nın hiçbir tarihsel gerçekliği yoktur ve olamaz.". Dolayısıyla Iowa Eyalet Üniversitesi’nde Klasik Dönem profesörü Madeleine M. Henry "Aspasia hakkında antik dönemde ortaya çıkan biyografik anekdotlar oldukça renkli, hemen hemen tamamen kanıtlanamaz ve yirminci yüzyılda bile hâlâ hayatta kalmayı başarmıştır" der ve sonuç olarak "[Aspasia’nın] yaşamı için yalnızca çok zayıf ihtimaller bulunur" diye bağlar. Klasik Dönem ve tarih profesörleri Charles W. Fornara ve Loren J. Samons II’ye göre ise "bilebildiğimiz kadarıyla gerçek Aspasia, öykülerde anlatılan karşılığından daha da iyi olmuş olabilir ". Entelektüel Entelektüel, zekâsını ve analitik düşünme yetisini mesleği gereği ya da şahsî amaçlarına erişmekte kullanan kişi. Entelektüel kelimesinin kökeni Latince "intellectus" ("anlamak") sözcüğüne dayanır ve günümüzde genellikle şu anlamlardan birinde kullanılır: Geçmişte tahsilli, bilgili kişiye münevver denilirdi. Daha sonraları aydın sözcüğü "kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse)" anlamında kullanılmaya başlandı. Entelektüelin ise, düşünüre yakın bir anlamı vardır. İlk toplumlarda şefler, şamanlar, din adamları, filozoflar, düşünüş, bilgi ve kavrayış önderleri oldular. Ancak Rönesans'tan günümüze filozoflar, bilim insanları, sanatçılar, ansiklopedistler bilgi ile toplumları değişime uğratabilmişlerdir. Buna rağmen ilk entelektüelden, Platon'dan Aristo'dan bu yana güneş altında
yeni bir şey yoktur. Terim entelijensiya şeklinde geniş çapta fikir dünyası kişilerini tanımlamada kullanılmaktadır. 19. yüzyılda Rusya ve Polonya'daki önder anlamı eskimiştir. Entelektüel; yazı bulunmadan önce pagan toplumlarda bilinen bütün bilgilerin aktarıcısı konumundaki kişiler olarak ortaya çıkarlar. Genelde felsefi anlamda doğa/insan yabancılaşması süreci üzerine makro bazda bilgi birikimi olan kişilerdir.. Burada dikkatten kaçmaması gereken "ulus" kavramının oluştuğu 1789 yılından yaklaşık bir yüz yıl öncesine kadar sadece hümanistik değer yargıları ve doğa bilimlerin ile güncel problemlerin çözümünde gereksinim duyulan her veriye üst düzeyde ulaşabilmek için yeterli beyin gelişimine sahip olan kişidir.. "Bütün düşünceleri ve ürettiği verilerde hiçbir ırk (etnisite) / grup veya tam doğru deyimle insan topluluğu kategorisi çıkarları doğrultusunda duruşu olmayan" olarak da tanımlanabilir. Günümüzde, bütün dinler ve uluslar ile etnisiteler karşısında "seküler" (hepsine bilge insan kimliği ile eşit mesafede) duruşu olan her konuda "veri/bilgi" nin nerde olduğunu bilen ve süratle ulaşabilen bu kimliği ile ham bilgiyi uluslarüstü kullanılabilir veri haline getirip makro bazda insanlığın kullanımına açan kişidir. Ulus ve "Ulus Devlet" kavramlarının ortaya çıkmasından sonra Entelektüel tanımı ile aydın tanımı karıştırılmaya başlanmıştır. Aydın; genelde "kendine göre doğru savlar için bilgi/veri toplayan" kişidir ve bu bağlamda çok okumuş bir insandır. Bilgisini İnsanlık için değil güncel "ulus/etnisite" aidiyeti amaçlı kullanan kişidir. Osmanlı'da ulemalar (alimler) bilgiyi kuran, taşıyan, egemen hale getiren bir sınıftı. Cumhuriyet'te ise Türk aydınlanmasının aydınları ortaya çıktı. Fikir dünyasına ait bu tanım iki tip aydın üretti: Ruhban, gelenekçi entelektüel ve laik, yenilikçi entelektüel. Her ikisinde de ilkçağdan kalma misyonculuk, yani cahil kitleyi adam etme tavrı görüldü. Kavramın öznesi Yeniçağda bilginin bireyselleşmesi ve spekülatiften aksiyona geçmesiyle bir sınıfın, bir ideolojinin temsilcisi olarak yerleşti. Siyasi iktidarın karşısında oldu. İoanna Kuçuradi İoanna Kuçuradi (d. 4 Ekim 1936, İstanbul), Türk filozof, Türkiye Felsefe Kurumu'nun başkanı. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nün kuruluşundan sonra uzun bir süre başkanlığını yapan eğitimci. Daha sonra Yeditepe Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi gibi başka kurumlarda da çalışmıştır. Şu anda hala Maltepe Üniversitesi'nde görev yapmaktadır. Özellikle insan hakları, insan felsefesi, etik gibi alanlara önem verip bu konularda çalışma yapmaktadır. 4 Ekim 1936'da, İstanbul'da, bir Rum ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1954'te Zapyon Kız Lisesinden mezun oldu. 1959'da İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. 1965'te doktora derecesini aldı. 1965-1968 arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde görev yaptı. 1970'te doçent, 1978'de de profesör oldu. Boston'da yapılan bir toplantı sonucu Dünya Felsefe Federasyonları Başkanlığı'na seçildi. Bu göreve seçilen ilk Türk ve ilk kadındır. 2001 yılında Dünya Felsefe Kongresi'nin Türkiye'de yapılmasını sağladı. 1969'da Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü kurdu ve 2003 yılında emekli oluncaya dek bölümün başkanlığını yaptı. 1997'den beri aynı üniversitenin İnsan Hakları ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin müdürü ve bu merkezin bünyesinde kurulan UNESCO kürsüsünün sahibidir. Ayrıca Koç Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesidir. 2015 yılında ODTÜ tarafından kendisine Senato Özel Ödülü verildi. Good Charlotte 90'lı yılların ortalarında dört genç tarafından kurulan punkrock müzik grubu. Joel Reuben Madden 16 yaşında şarkı söylemeye başlar. Buna ikiz kardeşi Benjamin Levi Madden hiç müzik dersi almamasına rağmen gitar ile eşlik etmeye başlar. Okulda William Martin ve Paul Thomas ile tanışırlar ve okul saatlerinden sonra müzik yapmaya ve bir grup kurmaya karar verirler. Kendilerini yeterince iyi bulmadıkları için kimseden şarkı almazlar ve her şeyi kendileri düzenleyerek ilerlemek isterler. Grubun ismi Benjamin'in anımsadığı bir çocuk kitabındaki karakterden gelir. İş olmuşken herkes kendine de birer lakap uygun görür. Böylece Benjamin "Kid Vicious", Joel "Sickboy", Paul "St. Paul" ve William "Lil Billy" olur. İlk sahne alışları ise kendi evlerinin bodrum katında 20 kişi önünde olur. Kaliteli cihaz alacak kadar paraları ve müzik piyasasında tanıdıkları olmamasına rağmen bir demo kaydederler, bir biyografi ve birkaç resim ile bir dergide gördükleri bütün plak şirketlerine bu demoyu gönderirler. Beklendiği gibi hiçbir yerden cevap gelmez ve üyeler okullarını bitirmekle meşgul olurlar. Mezun olduktan sonra şanslarını, birçok kişiye şöhret kapısını açmış olan Club 924'te denerler. Daha sonra büyük bir azimle yeni taşındıkları Annapolis'te her akşam sahne almaya başlarlar ve "Can't Go On" isimli parçaları bir toplama CD'ye alınır. Bu CD 1999 yılında "My Own Worst Enemy" isimli şarkıya tüm dünyada kendinden söz ettiren Lit'in menajeri ne ulaşır ve sonuç olarak Good Charlotte Lit'in konserlerinde açılış grubu teklifinde bulunulur. Her ne kadar bu dörtlü kulaklarına inanamasalar da ortada küçük bir sorun vardı ki, Good Charlotte kendi taşıma ücretini kendi ödemek zorundaydı, fakir ailelerden geldikleri içinse bu imkânsızdı. En son kendi ısrarı üzerine Benji ile Joel annelerinin minibüsünü alıp onu günde 10 kilometre uzaklıktaki işe yürüyerek gitmeye karar verip hayallerini gerçekleştirirler. Blink-182 ile birkaç sefer sahne aldıktan sonra Lit'in New York konserinde ön programında bütün büyük plak şirketlerinin huzurunda sahneye çıkarlar ve daha o gün sözleşme imzalarlar. Bundan yalnızca beş ay sonra isimsiz ilk albümleri piyasaya çıkar ve büyük ilgi görür. 2002 de yaptıkları "The Young and the Hopeless" isimli albümleri ise Avrupa'yı fethetme niyetiyle piyasaya sürülür. ve 2003 başlarında Avrupa'da da Good Charlotte "Lifestyles of the Rich & Famous" isimli parçayla kendini kabul ettirir. Ren Nehri Ren Nehri, İsviçre Alplerinde doğup, Lihtenştayn ve Fransa sınırlarından Almanya ve Hollanda topraklarından geçtikten sonra Rotterdam'da Kuzey Denizi’ne dökülen 1230 km uzunluğuyla Batı Avrupa’nın en önemli nehirlerinden biri. 883 km'si gemi ulaşımına elverişli olan bu nehrin kolları ile birlikte kapladıgı alan 185.000 km²dir. Almanya içerisindeki en büyük kolları Mosel, Main ve Neckar'dır. Ren'in başlıca iki kolu İsviçre yakınlarındaki Chur yakınlarında birleşip derin ve dar bir vadi boyunca sel gibi hızla kuzeydoğuya akarak Konstanz Gölü'ne girer. Konstanz Gölü'nün batısından çıkıp Basel'e doğru ilerleyen Ren, Schaffhausen'deki Ren Çağlayanı'na 25 metre yükseklikten dökülür. Daha sonra güneyden gelen Aare Nehri'yle birleşir. Ren Nehri Konstanz Gölü ile Basel arasında İsviçre-Almanya Federal Cumhuriyeti sınırını çizer. Basel'de kuzeye yönelen Ren, buğday, şerbetçiotu, şeker pancarı ve tütün yetiştirilen geniş ve bereketli bir vadide akar. Batısında Fransa'nın Voj Dağları, doğusunda ise iğne yapraklılarla donanmış yamaçlarıyla Kara Orman yükselir. Daha kuzeyde ise, her ikisi de doğudan gelen Neckar ve Main Nehrileri Ren'le birleşir. Mainz'de Main Nehri'ni aldıktan sonra Ren 130 km boyunca çok dar bir vadide dik ve sarp yamaçların arasından akar. Vadinin doğu yakasını 113 metre yüksekliğinde ve hemen hemen dikine yükselen Lorelei Kayası oluşturur. Burada en derin noktasına ulaşan Ren, vadinin 115 metrelik genişliğinin tümünü kaplar. Lorelei Kayası adını, burada yaşadığına ve güzel sesiyle denizcileri baştan çıkararak teknelerinin batmasına yol açtığına inanılan denizkızı Lorelei'den almıştır. Koblenz'de, şaraplarıyla ünlü vadisiyle tanınan Mosel Nehri Ren'e katılır. Mainz'de başlayan derin vadi Bonn'da biter ve Aşağı Ren'in başladığı Köln' de nehir ovaları sular. Ren Nehri, büyük bir kent olan Düsseldorf'da Ruhr Bölgesi'ne girer. Nehrin doğu yakasında yer alan bu bölgede madenciliği ve fabrikalarıyla ünlü kentler bulunur. Hollanda sınırından geçerken Ren'in genişliği 1 kilometreyi bulur. Gerçekte Hollanda'nın bütün topraklarını Aşağı Ren akaçlamaktadır. Hollanda nehrin Kuzey Denizi'ne ulaşan küçük kanallarını çoğunu bloke ettiğinden, Ren'in sularının önemli bir bölümü Waal Nehri, çok azı Lek Nehri ve dikkate alınmayacak kadarı da IJssel Nehri aracılığıyla denize ulaşır. Lek'in ağzının yakınlarında, Avrupa'nın en büyük limanı olan Rotterdam yer alır. Waal Nehri güneyden gelen Meuse Nehri'yle birleşip Hollanda topraklarında aktıktan sonra Kuzey Denizine ulaşır. Avrupa'da denizden uzak en büyük liman olan Duisburg, çok önemli bir ticaret yolu olan Ren'in üzerindedir. Duisburg'dan nehrin hem aşağı, hem de yukarı kesimlerine demir cevheri, tahıl, petrol, kömür ve sanayii ürünleri gönderilir. Yük gemileri nehir yakınlarındaki ikinci büyük liman olan Mannheim'a ürün getirip götürür. Büyük mavnalar Strazburg'a, daha küçükleri ise Basel'e kadar yol alabilmektedir. Kışın donma olduğunda Ren, trafiğe kapatılır. Kıyılardaki sanayi ve kimyasal atıklarla sularındaki yoğun trafik, Ren'i 1970'lerden sonra bir hayli kirletmiş olsalar da, meydana gelen kirlenme, ülkelerin ortak çabalarıyla en aza indirilmeye, hatta tümden giderilmeye çalışılmaktadır. Kuzey Denizi Kuzey Denizi, Birleşik Krallık ile Avrupa kıtası arasındaki deniz. Atlas Okyanusu'nun kuzeydoğu uzantısıdır. Kuzey Denizi'ni Büyük Britanya adası Shetland ve Orkney Adaları ile Avrupa yakasında Danimarka, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa'nın bir kısmı çevirmiştir. Jorge Burruchaga Jorge Luis Burruchaga (d. 9 Ekim 1962, Entre Ríos), Arjantinli eski futbolcu, şu anda teknik direktörlük yapmaktadır. Futbolculuk kariyerinde hem ofansif orta saha hem de santrafor olarak oynamıştır. "El Burru" lakaplı Burruchaga, 1986 FIFA Dünya Kupası`nı kazanan Arjantin kadrosundaydı ve final maçında Arjantin`i Almanya karşısında 3-2 öne geçiren golü attı ve kupayı kazandırdı. 1990 FIFA Dünya Kupası`nda bütün Arjantin maçlarında forma giydi. Independiente ile 1983 yılında Arjantin Ligi`ni, 1984 yılında da Libertador
es Kupası ile Kıtalararası Kupa'yı kazandı. 1994 yılında Valenciennes FC takmında oynarken adı bir maç ayarlama skandalına karıştı ve iki yıl boyunca Fransız futbolundan men cezası aldı. [2002 yılında futbola teknik direktör olarak geri döndü ve Arsenal Sarandi takımını 2005 yılına kadar çalıştırdı. 2005/06 sezonunda Estudiantes de La Plata takımına 2006 yılında da Independiente'ye geçti. El-Aksa Şehitleri Tugayları El-Aksa Şehitleri Tugayları, Filistinli El Fetih örgütünün silahlı kanadıdır. İkinci intifada sırasında doğan örgüt Batı Şeria ve Gazze'de İsrail'e karşı birçok saldırı düzenlemiş ve 2003 yılında yapılan ateşkesi tanımamıştır. El-Aksa Şehitleri Tugayları lideri olmakla suçlanan Mervan Barguti İsrail tarafından 2002 yılında yakalanarak tutuklanmıştır. Örgüt, Amerika Birleşik Devletleri'nin terör örgütleri listesine girmiştir. El Aksa El Aksa, aşağıdaki anlamlara gelebilir: Deniz seviyesi Deniz seviyesi; atmosfer ile deniz yüzeyinin birleştiği yükseklik. Yeryüzündeki tüm yüksekliklerin ve denizaltındaki tüm derinliklerin tanımlanmasında kullanılan referans seviyedir. Dünya üzerindeki herhangi bir bölgenin deniz seviyesi; gel-git, atmosfer basıncı ve rüzgâr gibi nedenlerle kısa süreli değişiklikler gösterir. Kısa vadedeki değişimler ise Dünya'nın iklim değişikliklerine bağlıdır. Bu değişimler nedeniyle deniz seviyesini, deniz yüzeyinin uzun vadedeki tüm hareketlerinin ortalaması alınarak hesaplanmış olan ortalama deniz seviyesi şeklinde tanımlamak daha doğru olur. Ortalama deniz seviyesi, uluslararası şekilde MSL (mean sea level) kısaltması ile gösterilir. Türkçe yayınlarda zaman zaman ODS kısaltması kullanılır. Dünyanın ortalama deniz seviyesi sürekli değişim halindedir. 20. yüzyıl boyunca küresel ODS yaklaşık olarak yılda 1,2 mm yükseldi. Bazı dönemlerde bu yükselme oldukça hızlı gerçekleşti. Örneğin 1946-1956 arasında yılda 5,5 mm yükseldi. Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl önce ODS bugünküne eşitti. Günümüzden 35 byö-15 byö arasındaki süreçte yaklaşık 130 metre alçaldı. 15 bin yıl öncesinden günümüze kadar olan süreçte ise sürekli yükselmektedir. Eşit büyüklükteki bu seviye dalgalanmaları muhtemelen Buzul Çağı'nda (2,6 myö - 11,7 byö) kıtasal buzulların erimesi ve yeniden oluşması esnasında gerçekleşti; zira buzulların en önemli su kaynağı okyanuslardır. Okyanus tabanındaki şekil değişimlerinin ODS üzerindeki etkisi ise azdır. Ortalama deniz seviyesi (MSL); havacılık, kartografi ve meteoroloji gibi disiplinlerde rakım ve irtifaları belirtmek için yaygın olarak kullanılan bir referans noktasıdır. Bu referans noktasına göre hesaplanan yüksekliğe ortalama deniz seviyesinden yükseklik (AMSL) denir. Atmosferik basınç farklarına göre yüksekliği belirleyen altimetre vb. cihazlarda deniz seviyesinden yüksekliği görebilmek için ayar penceresine QNH değeri girilir. QNH değeri, o bölgede deniz seviyesinde ölçülen ve gün içerisinde belirli aralıklarla güncellenen atmosfer basıncı değeridir. Userbar Userbar (Türkçe: Kullanıcı çubuğu), ufak 3D görünümlü dikdörtgensel görüntülerdir. Genellikle internet forumlarında imza yerine kullanılmak amacıyla tasarlanır. Kullanıcı çubukları yaratanın isteğine göre tasarlanabilir. Kullanıcının hobilerini, zevkilerini ya da grafik yeteneğini gösterme amacı da taşır. Standartları genelde komüniteler tarafından belirlenir, genellikle her kullanıcı çubuğunun boyutlarının aynı olmasına özen gösterilir. Aksi halde görüntü kirliliğine yol açabilir. Çoğu zaman genişliğinin 350 pikselden büyük olmasına izin verilmez. Kullanıcı çubukları çeşit çeşit olabilirken genel özellikleri şu şekildedir: Ulusalcılık Ulusalcılık; Türkiye'de 2000'li yıllarda, Atatürk'ün öngördüğü tam bağımsızlık, ulusal sanayinin gelişimi, dışa bağımlılıktan kurtulma gibi hedefleri savunan; Cumhuriyet'in temel kuruluş ilkelerinin korunması ve ulusal çıkarların ön planda tutulması gerektiğine inanan siyasi bir görüştür. Görüşü paylaşan kişilere ""ulusalcı"" denir. Genel olarak Atatürkçü bir sol milliyetçilik şeklinde yorumlanabilir. Attilâ İlhan, "Türkçü ve sosyalist" görüşlerini dile getirdiği yazılarında ve konuşmalarında, Atatürk'ün yabancı devletler karşısındaki dik duruşunu da örnek göstererek, 1938 yılından sonra milli menfaatler yerine "küresel emperyalizmin" isteklerine boyun eğildiği vurgusunu yapmaktaydı. Farklı siyasi fikre sahip yayınları çıkaran çevreler ve yazarlara fikirlerini açtığında birçok konuda hemfikir olduklarını gördü. "Yeniçağ" gazetesi yazarı, gazeteci Arslan Bulut da Attilâ İlhan ile 1997 yılından itibaren görüşmeler yapanlar arasındaydı. Görüşmeler sonucunda ulusalcı görüşlerin açıklandığı, Attilâ İlhan'ın yönetiminde Bir Millet Uyanıyor ismi verilen, bir kitaplar dizisi ortaya çıktı. Bu yayınlarda İlhan, önce kendi başına ulusalcı görüşlerini anlattığı yazılar yazmaktaydı. Bir Millet Uyanıyor kitap dizisinin öncesinde ve sonrasında da Attilâ İlhan'ın fikirlerini paylaşan sayısız yazar benzer konularda kitaplar yazdılar. Gazeteci-yazar Arslan Bulut Türkiye'nin ekonomik, askeri ve kültürel yapısının yok edildiğini 1997 yılında fark ederek Attilâ İlhan'ın öncülüğünde yayınlar yapmaya başlandığını, bu yayınların beklediklerinin ötesinde gelişerek büyüdüğünü yazdı. İlk defa Attilâ İlhan'ın yazılarında yazdığı ""dip dalgası"" tabiri ile ulusalcı akımın, devletin üst kademelerinden, popüler bir siyasi liderin söylemlerinden esinlenmediği, tabandan tavana doğru yükselen, değişik siyasi görüşlerden insanların desteklediği siyasi bir fikir oluşumu olduğu vurgulanır. Ulusalcılar, ulus devletin üniter yapısının koruması gerektiğini, ülkeyi etnik unsurlara ayrıştırmanın ve ülkenin mozaik olduğunu söylemenin, Atatürk'ün belirlediği ülkenin kuruluş ilkelerine ters olduğunu, bunun emperyalizmin ülkeyi bölmek için uyguladığı bir oyun olduğunu savunurlar. Anayasanın 3. maddesinde belirtildiği üzere; "laik ve sosyal bir hukuk devleti"ni savunurlar ve tam bağımsızlıktan yanadırlar. Atatürk'ün uygun gördüğü şekilde "tek devlet, tek bayrak ve tek dil" fikrini desteklerler. Yugoslavya'nın bir ulus devlet iken etnik kimliklere bölünüp ayrıştırıldığını, sonra da parçalanarak yok edildiğini örnek gösterirler. Anayasada belirtilmiş Atatürk milliyetçiliğini ve "Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk'tür." fikrini savunurlar. Ekonomide ise liberalizme karşı, Atatürk'ün halkçı, devletçi görüşlerine ve devletçiliğin milli çıkarlara daha uygun düştüğüne inanırlar. Ulusal akım, devletin kuruluş ilkelerinden kopmasına ve kazanılmış uluslararası haklarından tavizler verilmesine ve stratejik değeri olduğu düşünülen veya kârlı olan devlet kuruluşlarının özelleştirilmesine karşıdır. Devletin laik yapısının bozulduğu, eğitim birliğinin ("Tevhid-i Tedrisat") uygulanmadığı da önemli söylemler arasındadır. Türkiye'de son yıllarda, muhafazakâr ve Kemalist siyasi çizgideki bazı çevreler, 2002'de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde attığı adımlar ile Kıbrıs sorunu ve Kürt sorunu konularındaki tutumlarını milli çıkarlardan taviz vermek olarak nitelemiş, Atatürkçülüğün altı ilkesinden biri olan milliyetçilik konusundaki hassasiyetlerini ön plana çıkarmış ve milli menfaatlerin boş verildiğini savunmuşlardır. Kendini ulusalcı olarak niteleyenlerin çoğunluğu siyaseten soldadır. Ermeni Kırımı'nın yalan olduğunu savunan ve bu amaçla Lozan ve Berlin gibi Avrupa şehirlerinde gösteri ve yürüyüşler yapan, Genel Başkanlığını Rauf Denktaş'ın yaptığı "Talat Paşa Komitesi" üyesi İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek, 24 Temmuz 2005 tarihinde İsviçre'nin Lozan kentinde "Ermeni Soykırımının yalan olduğu"nu söylediği için tutuklandığında, yanında aynı hareketin üyesi MHP eski milletvekili, yazar Mehmet Gül de bulunmaktaydı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, ODTÜ'de Erdoğan'ı protesto eden öğrenciler için “iflah olmaz ulusalcılar” demiştir. Kılıçdaroğlu ise 2013 yılında, CHP'lilerin ulusalcı olduğunu söylemiştir. Ulusalcıların, en önemli politik eylemleri; 2007 yılında, Ankara, İzmir ve İstanbul başta olmak üzere birçok kentte düzenlenen ""Cumhuriyet Mitingleri"" idi. Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi bazı dernekler ile çeşitli siyasi partiler tarafından desteklenen mitinglere, ulusalcı görüşe sahip yüz binlerce kişilik halk kitleleri katılmıştı. Mitinglere katılanlar Türk bayrakları taşımış, meydanlara Türk bayrakları asılmıştı. ""Ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye"", ""Ne Mutlu Türk'üm Diyene"" gibi sloganların atıldığı mitinglerde, aynı zamanda Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasına da karşı çıkılmıştı. Attilâ İlhan, siyasi görüşlerine bakmaksızın, tanıdığı gazeteci ve yazarlara ""halkın uyutulduğunu, diplomaside Türkiye'ye köpek muamelesi yapıldığını"" anlattığını ve görüştüğü yazarların da aynı kaygılarla dolu olduğunu belirtti. Daha sonra, İlhan'ın çağrısı ile ve onun yönetiminde ""Bir Millet Uyanıyor"" adlı kitap dizisi ortaya çıktı. Bu kitap dizisinde ulusalcı fikirler, ""Millet, 1938 yılından beri uyutuluyor"" görüşü temelinde anlatılmakta ve kitapların arka kapaklarındaki ""Parola: Vatan, İşareti: Namus"" sözü ile, milli menfaatler ile ilgili kaygıların milliyetçi yönü vurgulanmaktadır. Attilâ İlhan 1960 yılında İzmir'de gazetecilik yaparken Alsancak'ta bir dikili taş görür. Taşın üzerinde eski yazıyla bir şeyler yazmaktadır. İlhan yazıyı kopya ederek eski yazı bilen arkadaşlarına okutur. Taşta "vatan ve namus" yazmaktadır. İlhan bu taşın tarihini araştırınca 1922 yılında Fahrettin Paşa'ya bağlı süvarilerden Şerafettin Bey'e bağlı bölüğün Manisa'dan İzmir'e girerken Yunan askerlerinin pususuna düşmesi sonucu 3 süvarinin şehit olduğunu ve bu olayı unutamayan İzmir eşrafının taşı diktirdiğini öğrenir. Bu sebeple "Bir Millet Uyanıyor" kitap dizisinin arkasına ""Parola: Vatan, İşareti: Namus"" sözü konmuştur. 18 Ekim 2005 tarihinde Fethullah Gülen, Aktüel dergisine verdiği demeçte, "ülkenin önünde karmaşık ve kapsamlı, aşılması gereken bir süreç" bulunduğunu söyledi. Gülen, ulusal cepheyi tanı
mlarken, taraftarlarının "fikren bir araya gelmesi mümkün olmayan" farklı görüşlerden ve söylemlerden oluşan bir yapı olduğunu ve bu durumlarıyla sunî bir görünüm arz ettiklerini açıkladı. Gülen, ulusalcı yapıyı, ""kemiksiz ve kimliksiz, iğreti, sunî ve hedefsiz manipülatif bir yapı"" olarak değerlendirdi ve bu dalganın aşılacağını söyledi. Gülen'in açıklamasından 7 gün sonra Arslan Bulut, 25 Ekim 2005 tarihindeki makalesinde Gülen'in Aktüel'deki demecinde açıkladığı görüşlere çok sert bir üslûpla cevap verdi. Bulut yazısında Türkiye'nin ekonomik, askeri ve kültürel yapısının yok edildiğini 1997 yılında fark ederek Attilâ İlhan'ın öncülüğünde yayınlar yapmaya başladığını; bu yayınların beklediklerinin ötesinde gelişerek büyüdüğünü yazdı. Arslan Bulut, Fethullah Gülen'i açıklaması dolayısıyla Kuva-yı Milliye aleyhine yazılar yazmış Said Molla'ya benzetti. Papalığın Mesih ve İncil'i duyurmayı hedefleyen "kurtarıcı misyonunu" Gülen'in gönüllü olarak üstlendiğini ve "Dinler arası diyalog" faaliyetlerini bu yüzden başlattığını yazdı. Arslan Bulut, Gülen'in Türkiye'de oluşan "sivil direnci" çözmekle görevlendirildiğini iddia etti. Bulut, yazısında 1997 yılında bir kıvılcımı yakarken, kimseden emir almadığını söyledi ve Gülen'e Dinlerarası Diyalog faaliyetlerini kendi arzusuyla başlatıp başlatmadığını sordu. Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele ve Harekât Dairesi, İçişleri Bakanı Beşir Atalay'a 2008 yılında verdiği terör brifinginde, ulusalcılık akımını ""aşırı sağ faaliyetler""den birisi olarak raporuna koydu. Emniyet, yayınladığı raporunda yer verdiği ulusalcı akımın, elliden fazla dernek ve vakıf; ve yüzden fazla internet sitesi ile geniş kitleleri etkileme ve örgütlemeyi amaçlayan tehlikeli bir oluşum olduğunu, bilhassa "ülkenin bağımsızlığının yitirildiği ve AB sürecinde ülke egemenliğinin yok edildiği" gibi söylemlerle geniş halk kitlelerinin kışkırtılmak istendiği belirtildi. PKK lideri Abdullah Öcalan, 23 Şubat 2013 tarihindeki İmralı Adası görüşmelerinde ""CHP ve MHP ulusalcılığı, Hitler milliyetçiliğinin aynısıdır. Zaten kuruluş tarihi de aynıdır. Anayasanın önüne de bunlar dikilecekler."" beyanatında bulunarak, ulusalcıları, yeni anayasaya ve İmralı sürecine karşı olarak tanımlamıştır. Cumhuriyet Meclisi (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) Cumhuriyet Meclisi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin yasama organı olan parlamentosudur. Halkın seçtiği 50 milletvekilinden oluşan meclise partilerin milletvekili sokabilmeleri için %5 lik barajı geçmeleri gerekmektedir. 50 meclis sandalyesi 6 Haziran 2016 tarihinde Cumhuriyet Meclisi genel kurulunda kabul edilen Seçim ve Halk Oylaması Değişiklik Yasası'na kadar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde bulunan beş ilçeye göre dağıtılıyordu. Değişiklik Yasasına göre ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ya da diğer bir tabirle ülke seçim bölgesi esas alınarak tüm milletvekilleri tek seçim bölgesinden seçileceklerdir; ancak ilçeleri temsil etmeye devam edecektir. İlçelere göre dağılım aşağıdaki gibidir: Cumhuriyet Meclisi, kurulduğundan beri 9 yasama dönemi görev yapmıştır. 2006 yılında İstanbul Deklarasyonu diye anılan tarihi karar ile Kıbrıs Türk Devleti ("Turkish Cypriot State") unvanı ile gözlemci statüsüne kavuşan KKTC, İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği toplantılarında Meclis Başkanı ve 4 parlamenter ile temsil edilmektedir. 2004 yılından beri, Türk Kıbrıs toplumu Avrupa Konseyi Parlamenter Asemblesi'nde (AKPA) "gözlemci statü" ile temsil edilmektedir. 2005 yılından beri iki Türk Kıbrıslı temsilci, AKPA'da Kıbrıs Türk Toplumunu temsil etmek üzere meclis tarafından seçilmektedir: Montreal Bankası Montreal Bankası (, , "BMO") Kanada'nın beşinci büyük bankasıdır. 3 Kasım 1817'de, Montreal/Quebec'te kurulan banka, Kanada'nın en eski bankasıdır. 1935'te Bank of Canada (Kanada Bankası)'nın açılışına kadar Kanada'nın merkez bankası olmuştur. Bankanın şu anki başkanı, görevini 1990'dan beri sürdüren, F. Anthony Comper'dir. Her ne kadar banka operasyonel merkezini 1977'de Toronto'ya taşımış olsa da, resmi merkez bürosu hala Montreal'de bulunmaktadır. Gayatri Mantra Hint kutsal metinleri Vedalarda geçen Hint dünyasında ve en yüksek düzeyde saygı gören mantra. Vedalardaki diğer mantralar gibi Gayatri Mantra'nın da doğrudan mucidi olmadığı kabul edilir. Mantra'nın ermiş Brahmarshi Vishvamitra'ya vahiy yoluyla Tanrı tarafından aktarıldığına inanılır. Rigveda'da bir ayette (Mandala 3.62.10) mantranın Savitr adlı Tanrı'ya yönelik gerçekleştirildiği yorumlandığından Savitri mantra olarak da adlandırılır. Vedik literatürde olduğu kadar Bhagavad Gita, Harivamsa ve Manusmriti gibi klasik Hindu metinlerinde de övülen bir mantra olan Gayatri Mantra Hint geleneğinde genç oğlan çocuklarının Hinduizm'e kabul töreni olarak gerçekleştirilen Upanayana töreninde kullanılır ve dvija erkeklerinin günlük ritüellerinin bir parçası olarak kabul edilir. Modern Hindu reform hareketleri mantra uygulamasını kadınlar, her türlü kast ve dinden insana da yaygınlaştırmıştır. Mantra'nın ana yapısı Rig Veda 3.62.10.'da geçmektedir. Ancak mantranın zikri sırasında başa oṃ (ॐ) hecesi ve bhūr bhuvaḥ svaḥ (भूर् भुवः स्वः) eklenir. Mantra'nın Devanagari alfabe sistemindeki yazılışı ॐ भूर्भुवः॒ स्वः । तत्स॑वि॒तुर्वरेण्यं॒ भर्गो॑ दे॒वस्य॑ धीमहि । धियो॒ यो नः॑ प्रचो॒दया॑त् ॥ IAST (Uluslararası Sanskrit Transliterasyon Alfabesinde/International Alphabet of Sanskrit Transliteration)sistemindeki yazılışı  Monier Monier-Williams mantranın anlamını 1882'de "İlahi canlandırıcı Güneş'in mükemmel şânı üzerine tefekkür edelim. O anlayışımızı aydınlatsın" şeklindedir.  Diğer kadim kültürlerde de önemli bir yeri olan Güneş sembolizmi burada yaydığı ışık ve ısıyla insanlığı aydınlatan ve varlıklarını sürdürecek yaşamsal enerjiyi veren ilahi isme remiz olmaktadır. Gayatri tapınımı veya zikri bilindiği anlamda göksel güneşe yapılmamaktadır. Güneş ilahi ismin özelliklerini taşıyan bir kanal olmaktadır. İçinde farklı inanış, yorum ve tartışmaları barındıran Hint geleneği veya Hintlerin ifadesiyle Sanatana Dharma (Ezeli Gelenek/Yasa) içinde Gayatri mantra ve değerine ilişkin bir konsensüs bulunmaktadır. Atharva Veda'daki bir duada (19-1-71) Gayatri'nin kişiye uzun ömür, canlılık, kudret, ün, zenginlik ve ilahi ihtişam (Brahma-tej) bağışlayacağı geçer. Vishwamitra'ya göre tüm dört veda Gayatri mantra gibi bir ikinci mantra yoktur. Vedaların tümü, yagya, hayırseverlik, tapas (zühd) uygulamaları Gayatri mantranın potansiyelinin küçük bir parçasını dahi oluşturamaz. Manu yasalarında Gayatri mantradan daha arındırıcı mantra olmadığı ve düzenli olarak 3 yıl boyunca Gayatri tap yapan kişilerin Tanrı'yı idrak edecekleri belirtilir. Günde bin kez mantrayı zikredenlerin günahların kötü etkilerinden kurtulacakları iddia edilir. Yagyavalkya, Upanişadların Vedaların özü, Gayatri'nin de Upanişadların özü olduğunu söyler. Vedaların anası olan ve günahları yok eden Gayatri gibi arındırıcı bir mantranın dünyada ve ilahi alemlerde/semada bulunmamaktadır. Vashishta, kalın kafalı, dikbaşlı, kararsız kişilerin Gayatri Sadhana ile yüksek zeka, sebatkarlık ve dünyevi ve manevi arayışlarında büyük mesafeler katedeceklerini dile getirir. Gayatri'ye ibadet edenler kararlı ve dindarane şekilde öz-farkındalığa ulaşırlar. Adi Şankaraçarya'ya göre Gayatri'nin şanını tanımlamak bir insanın ifade yeteğini aşar. Gayatri Sadhana'nın ilhamıyla erişilen manevi bilgelikten daha önemli hiçbir şey yoktur dünyada. Gayatri ilksel (primordial) mantradır. Gayatri Sadhana günahları yok eder, faziletleri teşvik eder. Swami Ramteerath, "En önemli vazife Ram'a (Tanrı) ulaşmaktır. Gayatri'nin amacı duyusal/duygusal hazlara yönelik arzuları zihinden söküp atmak ve Tanrı'ya yönelik derin iştiyakı insana aşılamaktır. Yalnızca zihni saf ve kararlı hale gelen kişi Tanrı'ya ulaşabilir. Zihni böylesi bir saflığa ulaşmamış kişi Ram'ı kam'dan (duyusal-duygusal) daha önemli görebilir." der. Yirminci yüzyılın önde gelen Hint ermişlerinden Ramakrişna Pramahamsa ise Gayatri ile ilgili şunları söyler: "İnsanlara karmaşık Sadhanalar (ruhsal yollar) ile meşgul olmalarının gerekmediğini söylüyorum. Basit Gayatri Sadhana'yı icra edip sonuçları görün. Büyük Sidhilere (ruhsal güçler) Gayatri Sadhana ile erişilir. Bu mantra kısa olmakla birlikte şüphe yok ki son derece güçlüdür. 20.yüzyıldan önceki Hint geleneğinde Gayatri mantra'nın zikri Brahman kastından erkeklere özgü olarak kabul edilip diğer kastlardan erkek ve kadınlara mantranın zikri yasaklanmıştı. Gelenekte mantrayı zikreden kadınlar fizyolojik olarak erkeklere benzer hale gelmekle korkutulmaktaydı. Oysa Gayatri mantrayı ilham yoluyla edinen Vishwamitra Brahman olmayın savaşçı Kşatriya kastındandı ve modern dönemde Gayatri'nin belirli bir kastla ilişkilendirmesini eleştiren kişiler Vishwamitra'nın doğduğu kastın Brahman kastı olmayışını iddialarına ilişkin kanıtlar arasında sayarlar. 20.yüzyıl'da Gayatri Hareketini başlatıp kitleye yayan Hint Pandit Shriram Sharma Acharya Gayatri mantra uygulamasının yapılışıyla ilgili bilgileri de kitleyle paylaşmıştır. Sharma Acharya Gayatri mantranın Tantrik ("Vama Marga"/Sol El Yolu) ve Vedik ("Dakshina Marga"/Sağ El Yolu) uygulamaları olduğunu belirtmekte ancak hızlı sonuç vermekle birlikte büyük riskleri (ölüm, akıl hastalığına tutulmak vb) de beraberinde taşıdığı için Tantrik uygulamalar yerine mantranın Vedik uygulamasını önermektedir. Ancak Gayatri'nin Vedik uygulamaları ("Dakshina Marga") böylesine riskleri içermediği güvenle uygulama yapılabilir. Sharma Acharya'nın açıklamalarına göre Mantra uygulaması öncesi bazı arınma ritüelleri yapılması gerekmektedir. Gayatri Japası (zikr) yapılmadan önce banyo yapılması, eğer böyle bir imkan yoksa temiz bir ıslak bezle tüm bedenin silinmesi istenir. Ancak koşulların banyo yapmaya uygun olmaması durumunda ağız, el, yüz ve ayakların yıkanması yeterli kabul edilir. Beden temizliği kadar giyilenlerin temizliği de önemlidir. Mantra için müstakil olarak kullanılan giyecek gündelik hayatta kullanılmamalıdır. Olabildi
ğince az ve bedenle teması az ve iki parçalı bir elbise giyilmelidir. Kot pantolon veya kalın elbiselerle mantra uygulaması önerilmemektedir. Çorap ayakkabı hükmünde olduğu için mantra uygulaması sırasında çıkarılmalıdır ancak soğuk havanın rahatsız ediciliğinin fazla olması durumunda giyilebilir. Mantra'nın yapılışı için nehir, göl veya bir tapınak kenarı idealdir. Bunun olmaması durumunda evde mantra zikrine ayrılabilecek bir oda veya köşe de olabilir. Yatak veya yemek odasında ise asla mantra yapılmamalıdır. Mantra zikrinin dış koşulları sağlandığında ve kişi oturuma geçtiğinde ilk yapılanların başında Brahma Sandhya gelmektedir. Brahma Sandhya'nın bölümleri şunlardır: Pavitreekaran Aachman Shikha Bandhan Pranayama Nyas Prithvi Poojan. Sol avuç içine alınan suyun Gayatri mantranın zikriyle ve sağ elin parmaklarını bastırarak baş ve tüm vücuda serpilmesidir... Sağ avuç ayasına alınan suyun 5 kez Gayatri mantra zikrinden sonra yudumlanmasıdır. Bu uygulama 3 kez tekrarlanır. Avuç içindeki su yere dökülmemelidir. Başın tepe ortasına gelen bölgedeki (Sahasrara Çakra olarak bilinen nokta) saçın at kuyruğu yapılması...At kuyruğu yapılamayacak denli kısa saçlı olan erkek ve kadınlar bu bölgeyi suyla nemlendirirler. Nefes alış, tutuş, veriş ve bekleyiş olarak sıralanan Pranayama uygulamasında Nefes alırken zihinden om bhūr bhuvaḥ svaḥ, nefes tutarken tát savitúr váreṇ(i)yaṃ nefes verirken bhárgo devásya dhīmahi nefes verildikten sonra nefes alış-verişi olmadan beklerken dhíyo yó naḥ prachodayat satırları geçirilir. Bu uygulamada dil, boğaz vs. kullanılmaması ve sadece zihinden Mantranın geçirilmesi önerilir. Özümsemek anlamına gelen Nyasa ile Gayatri'nin ürettiği satvik (saf) enerjinin bedenin kaba ve süptil katmanlarına erişmesi hedeflenir. Sol avuç içine alınan suyun Gayatri Mantra'da geçen satırlarla birlikte bedenin önce sol sonra sağ tarafındaki bölgelere parmaklarla yapılan dokunuştan ibarettir. Buna göre mantradaki ibareler ve temas edilen organlar şu şekildedir; Gayatri Mantra'nın imajı veya sembolüne yönelik murakabe ve sunu uygulamasıdır. Geleneksel olarak tütsü, su, pirinç, sandalağacı, meyveler, çiçekler Gayatri'nin murti (idol) veya imajına sunulur. Bu maddelerin bulunmaması durumunda tütsü ve su kullanılır.. Mantra'nın zikrinde 108 adetlik hint tespihleri kullanılır. İşaret parmağının tespihin çekilişinde kullanılması yasaktır, zikr sırasında tespihin tutuluşunda baş ve orta parmak kullanılır. Sumeru ya da meru denilen tespihin imame kısmı asla aşılmaz zikre devam edilecekce sumeru öpülüp iki göze ve alın kısma değdirilir ve zikrin geldiği yerden tekrar geri dönülerek zikr devam eder. İdeal zikr zamanları Brahmamurta denilen sabah 03:00-05:00 arası, öğlen 12:00 ve akşam 20:00-22:00 arasıdır. Her gün aynı saatte zikr yapmak önemli olmakla birlikte meşguliyet veya engeller sebebiyle saat aşımı olsa dahi zikr yine de yapılabilir. Eğer üç vakitte yapılamıyorsa sabah ve akşam, o da yapılamıyorsa en azından sabah zikr uygulaması yapılmalıdır. Japa uygulaması ya yüksek sesle ya pes sesle ya da sessiz (zihinden) şeklinde üç şekilde yapılabilir. Gayatri zikri oturumlarında dil, boğazın zikre katıldığı ancak yanınızda bir kişi olsa onun duymayacağı şekilde zikr yapılması önerilir. Gündelik hayatta ise dil, boğaz, dişler kullanılmaksızın sadece zihinden geçirilerek zikir yapılması mümkündür, hatta bu önerilmektedir. Yemek öncesi ise zihinden üç kez yapılan Gayatri mantra yemeğin kutsanmasını sağlamaktadır. Doğum, ölüm gibi durumlarda japa oturumu yapılmamalıdır. Bu dönemlerde zikr zihinden yapılabilir. Gayatri zikri hızlı, gözle görülür şekilde olmasa dahi süreç içinde kişinin algı ve davranışlarını dönüştürmektedir. Yine de hafif yemekler tercihen vejetaryen beslenme, kötü, acı verici sözleri söylemekten, filmler izlemekten uzak durma uygulamasıyla mantranın etkinliğini arttırması sağlanacaktır. Genç Hindu erkeklerinin Veda çalışmalarına başladıklarını gösteren geleneksel uyanayana törenleri sırasında kullanılır. Gayatri mantrası inisiyasyonuna "Gayatri diksha" da denmektedir. Geleneksel olarak Brahman kastına mensup oğlan çocukları bu törene katılabilmektedir. Farklı Gayatri mısraları Kşatriya ve diğer kastlar için de kullanılmaktadır. Tantrik pratiğin bir parçası ve Prayascitta metodu olarak japa (zikr) şeklinde kullanılır. Mantra'nın kendisini zikreden kişiye, Güneş'i aracı olarak kullanan Savitr tarafından bilgelik ve aydınlanma bahşedeceğine inanılır. Ram Mohan Roy'un 1827'de Gayatri mantraya ilişkin yayınladığı tezde mantra çeşitli Upanişadlar bağlamında analiz edilmiştir. 1830'dan itibaren Brahmos grubuna bağlılık seremonisinde kullanılmıştır. 1843'de Brahmo Samaj Gayatri mantrayı İlahi İbadet için kullanmayı bağlıları için ilk şartı olarak ortaya koymuştur. 1848-1850 arasında Vedaları reddeden Adi Dharm Brahminleri Gayatri mantrayı özel kulluk uygulamalarına almışlardır. 19.yüzyıl sonlarına doğru Hindu reform hareketleri Gayatri mantranın zikrindeki kast ve cinsiyet ayırımlarını kaldırmışlardır. 1898'de Swami Vivekananda Brahmin kastına mensup olmayanlara da Uyanayana ve Gayatri mantra ile inisiye etmeye başlamıştır. Vivekananda Vedalar ve Bhagavad Gita'yı yeniden yorumlayarak Brahmin statüsünün kan yoluyla aktarılmadığını aksine eylemlerle kazanıldığını öne sürmüştür. Arya Samaj grubu ise mantranın zikrine kadınları da dahil etmişler ve hem Vedaların hem de Gayatri mantranın kadınlarca da okunabileceğini kabul etmişlerdir. S.Radhakrishnan da Gayatri mantranın her kasttan erkek ve kadınlara öğretilmesini teşvik etmiştir. All World Gayatri Pariwar grubu ise her türden insanların katılımına açık olan Gayatri yajnalar düzenleyerek mantrayı kitleye açmıştır. Gayatri Japa'nin (zikr) yapılışıyla ortaya çıkan birtakım yararlar olduğuna inanılır. Mantranın zikrinin dört Veda'nın zikri ile aynı meyveleri verdiği kabul edilir. Swami Sivananda mantranın günahları yok ettiğini, canlılık, yüze manyetik bir aura, güzellik ve sağlık kazandırdığını ifade etmiştir. Hint dini ve dünya görüşünde hayatın amacı olan ve Dharma (fazilet/doğruluk), Artha (zenginlik), Kama (arzu edilen nesneler) ve Moksha (kurtuluş) tümünün mantra ile kazanıldığı kabul edilir. Gayatri ayrıca zihni arındırır Ashta Siddhis yani bir takım gizli güçleri açığa çıkardığı ve en nihayetinde de ruhsal pratikten beklenilen özgürlüğe ulaştırdığı kabul edilir. Gayatri mantra uygulaması sırasında EEG ile alınan beyin filmlerinde beyinde Alfa dalgasının artışının gözlemlendiği bildirilmektedir. Ayrıca sempatik sinir sistemini teşvik ettiğinden bastırılmış saldırganlık eğilimlerinin açığa çıkabildiği söylenilmiştir. Ancak zaten mevcut bir eğilim olarak açığa çıkan öfke ve saldırganlık hisleri zamanla kaybolmakta ve zikreden kişi sükunete ermektedir. Cumhuriyetçi Türk Partisi Cumhuriyetçi Türk Partisi (kısaca CTP), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki bir siyasi partidir. Ahmet Mithat Berberoğlu'nun kurduğu ve Tufan Erhürman'ın yürüttüğü parti mecliste 12 milletvekili ile temsil edilmektedir. 1970'te bir grup Kıbrıs Türkü aydın, esnaf ve iş adamı tarafından kuruldu. Partinin kurucu genel başkanı Avukat Ahmet Mithat Berberoğlu'dur. Daha sonra genel başkanlığa Özker Özgür seçildi. 1976'dan 1996'ya kadar parti genel başkanlığını Özker Özgür yürüttü. CTP 1976'da 2, 1981'de 6 ve 1985'te 12 milletvekili ile mecliste temsil edildi. 1990 seçimlerine DMP çatısı altında giren CTP seçimlerde yapılan antidemokratik uygulamalar ve seçim sonrasında oyların çöplüklerden çıkması üzerine seçimlere müdahale edildiği için meclis çalışmalarını boykot etmiş ve gelişen süreçte 1993 yılında dönemin iktidarı erken seçime gitmek zorunda kalmıştır. 1993'te yapılan erken genel seçimlerde CTP, kırmızı olan parti flamasını yeşile dönüştürdü. Buna paralel olarak "Artık Her şey Daha Güzel Olacak" adıyla yeşil bir kitap yayınlayan CTP tarihinin en yüksek oy oranlarından birini alarak %24 ile 50 sandalyeli meclise 13 milletvekili gönderdi. 1 Ocak 1994'ten Ağustos 1996'ya kadar görevde kalan üç DP-CTP hükümetinde 5 bakanlık ile temsil edilen CTP,"Yanımda Ol" sloganı ve Mazhar-Fuat-Özkan'ın "Sude" şarkısından uyarladığı jingle ile girdiği 1994 yerel seçimlerinde oy oranını %30'a çıkarıp tarihinde ilk defa Girne ve Gazimağusa belediye başkanlıklarını kazandı. Sümer Aygın Girne, Oktay Kayalp Gazimağusa ve Kemal Emirzade de Güzelyurt belediye başkanlıklarına seçildiler. Mehmet Salih Rahvancıoğlu Alsancak belediye başkanı oldu. Öğretmenlerle ayrışmalar, hükümette işlerin yürümemesi, ABAD kararları, parti içi çekişmeler ve bununla beraber elektrik konusunda yaşanan sıkıntılardan dolayı (dönemin elektrikten sorumlu bakanı Ferdi Sabit Soyer idi) 1995'teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CTP'nin oy oranı %19'a geriledi. Nisan 1995'te yapılan bu seçimlerde CTP ilk kez milliyetçiliği şarkılarında kullanmaya başladı ve Barış Manço'nun "Müsaadenizle Çocuklar" şarkısından uyarladığı jingleda "Bayrak alalım elimize, sahip çıkalım ülkemize" sözleri yer aldı. Yine yeşil rengin kullanıldığı bu seçimlerde Özker Özgür'ün sloganı "Bana 5 Yıl Yeter" idi. Özker Özgür'ün deniz önünde durarak selam verdiği seçim afişinde yine yeşil renk vardı. Aralık 1995'te Özker Özgür, CTP'nin hükümet olsa da iktidar olamadığını vurgulayarak Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevinden ayrıldı. 1996'da yapılan olağanüstü kurultayda genel başkanlığa Mehmet Ali Talat seçildi. CTP, Talat'ın öncülüğünde tüzük-program kurultayına gitti ve tüzüğündeki "emekçi halkın kitle partisi" ibaresini "sosyalist" olarak değiştirdi. Bu tüzük-program kurultayında Özker Özgür'ün başını çektiği grupla parti yönetimi arasında tartışmalar yaşandı. Daha sonra Özker Özgür'ün CTP üyeliği düşürüldü. Özgür'ün üyeliğinin düşürülmesi ile, Özgür'ü destekleyen pek çok parti üyesi CTP'den istifa ettiler. Bu üyelerin bir kısmı sonra geri döndü, bir kısmı da Özgür ve İzzet İzcan ile birlikte Yurtsever Birlik Hareketi'nin kuruluşunda rol oynadılar. Haziran 1998 yerel seçimlerinin sonuçları CTP için bir şok olmuştu. UBP'nin zaferle
çıktığı bu seçimlerde CTP elinde bulundurduğu Girne ve Güzelyurt gibi iki önemli belediyeyi UBP'ye kaptırmıştı. Partinin oyları, "Güçlü Sol" sloganıyla gittiği, aynı sene Aralık ayında yapılan genel seçimlerde %13'e geriledi ve CTP meclise ancak 6 milletvekiliyle girdi: Lefkoşa'dan genel başkan Mehmet Ali Talat ve Kadri Fellahoğlu, Girne'den eski belediye başkanı Sümer Aygın, Güzelyurt'tan Fatma Ekenoğlu, Gazimağusa'dan genel sekreter Ferdi Sabit Soyer ve Sonay Adem. Hükümet döneminde bakanlık ve milletvekilliği yapan Ahmet Derya, Hüseyin Celal, Vasfi Candan, Feridun Önsav, Ömer Kalyoncu, Salih Usar, Ergin İlktaç gibi pek çok isim yeniden milletvekili seçilemediler. 1985'ten beri solun büyük partisi olan CTP, TKP'nin %15 oy oranı almasıyla solun küçük partisi olmuştu. CTP 2002 seçimlerine daha hazırlıklı girdi. Kıbrıslı Türkler'in Rum tarafıyla birlikte eşzamanlı AB üyesi olmasını savunan CTP, henüz Annan Planı çıkmamış olmasına rağmen Haziran 2002 yerel seçimlerine "Çözüm Kapıda, Açın!", "Avrupa Kapıda, Açın!" sloganı ve jingle'ı ile girdi. Dönemin Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş, yaptığı açıklamalarda CTP'nin bu sloganını "yerel seçime dış politikayı karıştırıyorlar" diye eleştirdi. Parti bu seçimlerde küçük belediyelerde başarısız olsa da tarihinde ilk defa Lefkoşa Belediye Başkanlığı'nı kazandı. Bununla beraber elinde tuttuğu Gazimağusa Belediye Başkanlığı'na, Girne'yi de ekledi. Lefkoşa Belediye Başkanlığı'na partinin dış ilişkiler sekrtereri Kutlay Erk, Gazimağusa Belediye Başkanlığı'na yeniden Oktay Kayalp ve Girne Belediye Başkanlığı'na da CTP milletvekili Sümer Aygın seçildiler. KKTC genelinde belediye meclis üyeliği seçimlerinde UBP %34,6 oy alarak birinci parti oldu. CTP oylarını %29,2'ye çıkardı. DP %22,4 ve TKP %8 oy alırlarken, MAP %3.9'da kaldı. Annan Planı'na tam destek belirten CTP, 2003 seçimlerine hazırlanırken Annan Planı temelinde bir çözüme ullaşmak için listelerini merkez sağ, sosyaldemokrat ve liberal kesimlere açarak CTP-Birleşik Güçler oldu. Aralık 2003'te yapılan seçimlere "Avrupa Evet", "Ortak Görüş: Tek İktidar" ve "Talat Görüşmeci" sloganlarıyla giren CTP bu seçimlerden 1. parti olarak çıktı ve mecliste 19 milletvekiliyle yeraldı. Ocak 2004'te Demokrat Parti ile koalisyon hükümetini kuran CTP, bu hükümette başbakanlık ve 5 ayrı bakanlıkla temsil edildi. 24 Nisan 2004 referandumundan sonra Demokrat Parti'de yaşanan milletvekili istifalarıyla, 50 milletvekilli mecliste hükümetin sandalye sayısının 24'e inmesi sıkıntılar doğurdu. İstifacı milletvekilleri önce TKP ve BKP ile beraber TKP - Birleşik Özgürlük İttifakı'nı kurdular ve bu isimle hükümet çalışmalarına katılmaya çalıştılar. Daha sonra UBP'ye katıldılar. Uzun süre CTP-DP-BDH hükümeti için çalışıldı ama bu da başarılı olmayınca Şubat 2005'te erken seçime gidildi. Şubat 2005'teki seçimlere "Sözümüz var, Avrupa'ya Kıbrıs'a" sloganıyla giren CTP oy patlaması yaptı ve %45 oy oranıyla meclise 24 milletvekili gönderdi. CTP'nin bu seçimlerden sonra yaptığı kutlama mitinginde ilk kez "saraya saraya, geliyoruz saraya" şarkısı ve sloganları duyuldu. Demokrat Parti ile yine bir koalisyon hükümeti kuruldu ve bu kez CTP başbakanlık ve 6 ayrı bakanlıkla bu hükümette yer aldı. Nisan 2005'teki Cumhurbaşkanlığı seçimleri sönük bir atmosferde geçti. 2003'teki %14 oy oranını Şubat 2005'te %6'ya düşüren sosyaldemokrat BDH, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacağını açıkladı. Rauf Raif Denktaş görevi bırakıyordu. Demokrat Parti, kurulduğundan bu yana Rauf Raif Denktaş'ı aday olarak gösteriyordu, ancak Denktaş'ın görevi bırakmasından sonra parti adayı, partinin genel sekreteri Mustafa Arabacıoğlu oldu. Ulusal Birlik Partisi yarışa 1995 ve 2000'de olduğu gibi yine Derviş Eroğlu ile katıldı. CTP'nin adayı Mehmet Ali Talat, bu seçimlerin favorisiydi. CTP dışında hiçbir parti miting yapmadı. Parti adayı, genel başkan ve başbakan Mehmet Ali Talat, ilk turdan %56 gibi bir oyla Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Partinin "Saraya saraya, geliyoruz saraya" şarkısı gerçek olmuştu. Mehmet Ali Talat'ın Cumhurbaşkanı olmasının ardından toplanan olağanüstü kurultay, tek aday olan genel sekreter ve Gazimağusa milletvekili Ferdi Sabit Soyer'i genel başkanlığa seçti. Parti genel sekreterliğine eski bakanlardan Girne milletvekili Ömer Kalyoncu getirildi. Talat'ın seçilmesinin ardından CTP ve DP, Ferdi Sabit Soyer başkanlığında yeni bir hükümet kurdular. 2006 Haziran'ında hem yerel seçimler, hem de meclisteki 2 milletvekilliği için ara seçimler yapıldı. Hükümette son zamanlarda çıkan görüş ayrılıkları bu seçimlerde daha da derinleşti; tüm yorumcular, seçimlerden sonra hükümetin istifa edeceğine kesin gözüyle bakıyordu. CTP, tüm belediyelerde aday gösteren tek parti oldu. Bunun yanında, Talat'ın Cumhurbaşkanı olmasıyla boşalan Lefkoşa milletvekilliği ve UBP Genel Sekreteri Dr. Salih Miroğlu'nun üzücü ve beklenmedik ölümüyle boşalan Girne milletvekilliği için de CTP spor bakanı Özkan Yorgancıoğluı ve eski UBP milletvekili Dr. Gülboy Beydağlı'yı aday gösterdi. CTP, 1998'den sonra ikinci kez bu seçimlerde partinin genel sekreteri Naci Talat Usar'ın görüntülerini ve resmini seçim çalışmalarında kullandı. CTP seçimlerde "Yılgınlık Yok, Direniş Var" sloganıyla yer aldı. Yeni genel başkanı Hüseyin Özgürgün ile ilk kez seçimlere giden UBP "Var Mısın? Biz Sizin İçin Varız" dedi. DP de bu seçimlere özellikle Lefkoşa bölgesinde iddialı girdi. BDH'da ise bir toparlanma vardı; bazı bölgelerde BDH da aday gösterdi. Seçim sonuçları ise, CTP için bir şok olmuştu: Ferdi Sabit Soyer'in "amiral gemisi" diye nitelendirdiği Lefkoşa Belediye Başkanlığını az bir oy farkıyla DP adayı Cemal Bulutoğulları kazanmıştı. UBP, 10 belediye başkanlığı kazanarak en çok belediye başkanı çıkaran parti oldu. CTP ancak 8 belediye başkanı çıkarabildi. 2 milletvekilinin kazanılması, Lefkoşa'nın kaybedilmesinin gölgesinde kalmıştı. Koalisyonun küçük ortağı DP 7 belediye başkanlığı çıkardı, bunlardan en önemlisi Lefkoşa Belediye Başkanlığı idi. Seçim sonuçlarının açıklandığı gece Sarayönü'nde bir miting yapan DP, gecede eleştiri oklarını CTP'ye yöneltti. Yerel seçimlerin ardından UBP ve DP'den istifalar yaşandı. UBP'den ve DP'den istifa eden milletvekillerinin oluşturduğu Özgürlük ve Reform Partisi ile yine Ferdi Sabit Soyer başkanlığında bir koalisyona gidildi. UBP ve DP, Özgür Parti'nin oluşumunun dış müdahaleye dayandığını bahane ederek meclisi boykot ettiler. CTP'nin CTP-ÖRP hükümetindeki bakanları şu isimlerdir: Ferdi Sabit Soyer başbakan, Ahmet Uzun maliye bakanı, Özkan Murat içişleri bakanı, Salih Usar bayındırlık ve ulaştırma bakanı, Eşref Vaiz sağlık bakanı, Sonay Adem çalışma ve sosyal güvenlik bakanı, Önder Sennaroğlu (Birleşik Güçler kanadından) tarım bakanı, Canan Öztoprak milli eğitim ve kültür bakanı. CTP-BG'nin büyük ortak olarak yer aldığı CTP-ÖRP koalisyon hükümetinin önünde daha 1 yıllık bir süre varken CTP-BG erken seçim kararı aldı. 19 Nisan 2009 seçimleri öncesinde sayısız eleştiri ve eylemin ortak hedefi olan CTP kendi içinde yaşadığı huzursuzluklar sebebiyle de zorlu bir yarışa girdi. CTP-BG genel başkanı Ferdi Sabit Soyer erken seçim kararı almalarının sebebini "yaklaşan referanduma" bağlasa da esas sebebin ekonomide yaşanan daralma ve hükümetin maaş ödemelerinde yaşadığı zorluklar olduğu bilinmektedir. Kötü bir propaganda kampanyası ile birleşen öfke sandıklara bir daha gelmez denen UBP'nin tek başına iktidarı olarak yansımış ve 2005'te %45 oy alan CTP-BG %29 oy ile 15 milletvekili çıkararak anamuhalefet partisi görevini üstlenmiştir. 2010'da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimine 2009'un havasıyla gidildi. Partinin eski genel başkanı, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'ın bağımsız adaylığının desteklediği seçimlerde CTP-BG ayrı bir reklam kampanyası yürüttü. "Çocuklarımız İçin" adını taşıyan bu kampanya, UBP'nin "Küçük Zekiye" kampanyasına benzetilmesiyle gündemde kaldı. Yine CTP-BG tarafından Talat için "Fark Var" adlı bir şarkı yaptırıldı. CTP-BG yanı sıra BKP, TDP ve ÖRP'nin desteğini alan Talat, %45 gibi bir oy oranıyla seçimi ilk turdan kaybetti. Aynı sene içerisinde yapılan yerel seçimlerde ise CTP-BG elinde tuttuğu 8 belediyeyi koruyarak kan kaybına dur dedi. Bu belediyeler Gazimağusa (Oktay Kayalp), Girne (Sümer Aygın), Alayköy (Hulusi Manisoy), Akıncılar (Hasan Barbaros), Değirmenlik (Osman Işısal), Gönyeli (Ahmet Benli), Dikmen (Yüksel Çelebi) ve Yeniboğaziçi (Cemal Biren) idi. Bununla beraber, Gazimağusa'ya bağlı İnönü'de de seçimi CTP-BG'nin desteklediği bağımsız aday Ali Öncü kazandı. Lefkoşa Türk Belediyesi'nin girdiği borç batağı ve buna sebep olan UBP'li başkan Cemal Bulutoğulları'nın istifası sebebiyle belediye başkanlığı ve boşalan belediye meclis üyelikleri için yapılan seçime, CTP-BG Lefkoşa milletvekili Kadri Fellahoğlu'yla katıldı. "Kadri başarır, Lefkoşa kazanır" yanı sıra "Lefkoşa için en iyisi" sloganının da kullanıldığı seçimde zafer CTP-BG'nin oldu. Ulusal Birlik Partili Hasan Sertoğlu'nun %26, Demokrat Partili Mustafa Arabacıoğlu'nun %20 oy aldığı seçimlerde CTP-BG adayı Fellahoğlu %35 oy alarak Lefkoşa Türk Belediye başkanlığına seçildi. 2013'te KKTC’nin 50 sandalyeli meclisinde 30 milletvekili ile çoğunluğu elinde bulunduran UBP içinde bir yılı aşkın süredir devam eden genel başkanlık mücadelesi, bir grup milletvekilinin Başbakan İrsen Küçük’e muhalefet etmesiyle sonuçlandı. Geçen yılki kurultayı mahkemelik olan ve hakim kararıyla şubat ayında ikinci kez kurultaya giden iktidar partisinde sekiz milletvekili muhalefet partileriyle birlikte hükümete güvensizlik önergesi sundu. Önerge oy çokluğuyla kabul edildi. İrsen Küçük hükümeti düştü. CTP Lefkoşa Milletvekili Sibel Siber başkanlığında hükümet kuruldu. 28 Temmuz'da erken seçime gidilmesi kararı alındı. 28 Temmuz 2013 tarihinde yapılan seçimlerde CTP, oyların %38.38'ini alarak 21 milletvekiliyle birinci parti oldu. Lojistik Lojistik; ürün, hizmet ve insan gibi kaynakların, ihtiyaç duyulan yerde ve istenen zamanda temin edilmesi için bir araç olarak tanımlanabilir. Herhangi bir pazarlama veya üret
im organizasyonunun lojistik destek olmadan başarılması çok zordur. Lojistik; nakliye, envanter, depolama, malzeme idaresi ve ambalajlama bilgilerinin birleştirilmesini kapsar. Lojistik işletme sorumluluğu, ham maddenin coğrafi konumlanması, sürecin işletilmesi ve ihtiyaçların mümkün olan en düşük maliyetle karşılanarak işin bitirilmesidir. Lojistik kelimesinin Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre anlamı, "geri hizmet" olarak verilmiştir. TDK sözlüğünde "Kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere her türlü ürünün, hizmetin ve bilgi akışının çıkış noktasından varış noktasına kadar taşınmasının etkili ve verimli bir biçimde planlanması ve uygulanması." olarak tanımlanmıştır. Lojistik, doğru zamanda doğru fiyatla, doğru miktara sahip olmak olarak tanımlanabilir. Lojistik bir proses bilimidir. Tüm endüstriyel sektörlerde, verimlilik, tedarik zinciri ve proje devreye alma sürelerinin istenen düzeyde olup olmadığı denetlenir. Lojistik, askerlerin ihtiyaçlarının kendileri tarafından karşılanması sürecinden doğmuş bir konsepttir ve bu temelden yola çıkarak çok daha ileriye gitmiştir. Antik Yunan, Roma ve Bizans uygarlıklarında ihtiyaçların dağıtımı ve finanse edilmesinden sorumlu "Logistikas" denen bölümler ve subaylar vardı. Oxford Üniversitesi, sözlüğünde lojistik kelimesi; "‘Askerlik biliminin personel, teçhizat, malzeme taşıma ve bakım ile ilgili bir dalı’" olarak tarif edilir. Osmanlı'da lojistik hizmetleri derbendcilik, köprücülük, gemicilik, meremmetçilik adlarıyla başladı. Lojistik, 1950’lerden sonra iş hayatına uyum sağlamıştır. Dünya çapında tedarik, taşıma ve malzeme ihtiyacının artması bunun başlıca sebebidir. İş dünyasında, lojistik tedarikçiden son kullanıcıya uzanan (tedarik zinciri) bir akış içinde; içe veya dışa ya da her ikisine odaklı olabilir. Lojistik yönetiminin ana fonksiyonları, satınalma, taşıma, depolama, envanter girişi, doğru bilgi akışının sağlanması ve bu aktivitelerin organize edilmesi ve planlanmasıdır. Lojistik yöneticileri, bir organizasyon içinde kaynakların koordinasyonunu sağlayarak bu fonksiyonların her birinden gelen bilgileri birleştirir. Lojistiğin temelde iki farklı formu vardır: Biri depolama ve taşıma ağı boyunca malzeme akışının sürekliliğini sağlar, diğeri projelerin sonuçlanması için kaynaklar zincirini koordine eder. "Lojistik, müşteri ihtiyacını karşılamak üzere her türlü ürün, servis hizmeti ve bilgi akışının başlangıç noktasından (kaynağından), tüketildiği son noktaya (nihai tüketici) kadar olan tedarik zinciri içindeki hareketinin etkili ve verimli bir biçimde planlanması, uygulanması, taşınması, depolanması ve kontrol altında tutulması hizmetidir." Askerî lojistikte, kaynakların ihtiyaç duyulan yer ve zamanda yerine nasıl ulaştırılacağı yönetilir. Askerlik biliminde, düşmanın tedarik hatlarını bozmak en önemli askerî stratejilerden biridir. Yakıt, cephane ve yiyeceği olmayan askerî güç savunmasızdır. Lojistik eğitimi Türkiye için oldukça önem arz eden bir yere gelmiştir. Tüm ürün veya hizmetlerin maliyetleri içinde yer alan lojistik maliyetlerin kontrolü, yönetilmesi ve optimum seviyelerde tutulması akademik olarak takip edilmekte ve çeşitli yaklaşımlar ile sürece katkı sağlanması hedeflenmektedir. 2005 yılında Türkiye'nin ilk Lojistik meslek lisesi olan Mehmet Emin Horoz Anadolu Lojistik Meslek Lisesi kurulmuştur. Lojistik eğitiminin temelleri lise yıllarında atılmaya başlamıştır. Akademik eğitim vermek üzere İstanbul Üniversitesi bünyesinde Ulaştırma ve Lojistik Yüksekokulu 4+1 (beş) yıllık bölüm kurulmuştur. Ayrıca Işık Üniversitesi bünyesinde İngilizce eğitim diliyle Uluslararası Lojistik Yönetimi bölümü (4+1) kurulmuştur ve Yeditepe Üniversitesi bunyesinde Uluslararası Lojistik ve Taşımacılık bölümü de 4 yıllık eğitim vermektedir. Ayrıca Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Reyhanlı Meslek Yüksek Okulu Uluslararası Lojistik bölümü, İstanbul Arel Üniversitesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi, İstanbul Aydın Üniversitesi, Beykent Üniversitesi 4+1 Ayazağa kampüsünde, Okan Üniversitesinde ve Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulunda da Lojistik bölümü bulunmaktadır. Ayrıca İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde Lojistik Yönetimi adıyla açılan ilk lisans programı bulunmaktadır. Ayrıca Dokuz Eylül Üniversitesinde lojistik mühendisliği tezli ve tezsiz yüksek lisans programları açılmıştır. Ayrıca yeni açılan Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu lojistik eğitimine yeni bir ivme kazandırmıştır. Bunlara ek olarak Kadir Has Üniversitesi Uluslararası Lojistik Bölümü ve İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Uluslararası Lojistik Yönetimi 4+1 (beş) olarak bu alanda eğitim veren en önemli kurumlardandır. Devlet üniversitelerinde de lojistik bölümleri açılmıştır. Trakya Üniversitesi Lojistik Yönetimi ve son olarak 2009-2010 döneminde eğitime başlayan Gaziantep Üniversitesi 4 yıllık Uluslararası Ticaret ve Lojistik Bölümü bunlardan bazılarıdır. 2008 yılında kurulan Yalova Üniversitesi'nin bünyesine 25 Mart 2009 tarihinde katılan Armutlu Meslek Yüksekokulu da Yönetim ve Organizasyon Bölümü altında Lojistik Yönetimi dalında eğitim vermektedir. Ayrıca Bülent Ecevit Üniversitesi Zonguldak Meslek Yüksek Okulunda da 2 yıllık Lojistik eğitimi verilmektedir. Yaşar Üniversitesi'nde Uluslararası Lojistik Yönetimi Bölümü bulunmaktadır. 2009 yılında kurulan KTO Karatay Üniversitesi'nde de 4 yıllık Uluslararası Ticaret Bölümü bulunmaktadır. Ayrıca 2016-2017 öğretim yılında açılacak olan Lojistik Yönetimi bölümü de bulunmaktadır. Lojistik, özellikle akademik düzeyde endüstriyel ve ticari meslekler için ilginç bir meslek alanı haline gelmiştir. Dünya Bankası'nın yaptığı güncel bir çalışma olan 2014 Lojistik Performans Endeksi, lojistik uzmanlarının ve tedarik zinciri yönetimi uzmanlarının eğitimini küresel ekonominin işleyişi bakımından en önemli görevlerden biri olarak görmektedir. Orta veya üst yönetim düzeyinde liderlik pozisyonları, hammadde tedarikçilerinden nihai tüketiciye kadar olan küresel tedarik zincirlerini kontrol ve optimize etmek amacıyla bugün akademik derecesine gerek duymaktadır. Lojistik ve tedarik zinciri yönetimi alanında uzmanlaşma sunan çok sayıda üniversite, lisans veya yüksek lisans programı bulunmaktadır. Tedarik zinciri yönetimi ve lojistik konusunda araştırma ve eğitim üzerine yoğunlaşan dünyanın tek üniversitesi Hamburg'daki (Almanya) Kühne Lojistik Üniversitesi'dir. Lojistik ve tedarik zinciri yöneticilerinin köklü meslek bilgisinin yanı sıra kültürlerarası bilgilere çok iyi derecede sahip olup pek çok dil bilmeleri gerekmektedir. Aynı şekilde şartlar da bütünsel ve analitik olmalıdır. Organizasyon, iletişim ve liderlik becerileri önemli gereksinimlerdir. Ayrıca, lojistik servis sağlayıcıları ile sözleşme görüşmeleri için veya Make-or-Buy kararını hazırlamak amacıyla çok iyi seviyede iktisat bilgisine, derin bir süreç anlayışına ve yasal bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır. Lojistik işletmeler için çok büyük önem arz eden bir alandır. Türkiye'de birçok işletme lojistik süreçlerini etkin bir şekilde planlayamadığı için büyük maliyetlere katlanmak durumunda kalmaktadır. Bu noktada lojistik danışmanlığı devreye girmekte ve firmalar, planlamada ihtiyaç duydukları beyin gücünü, dışarıdan karşılama şansını elde etmektedirler. Bu kapsamda bireysel çalışan uzman kişilere başvurulabileceği gibi, lojistik üzerine uzmanlaşmış kadrolar ile hizmet veren firmalardan da faydalanılabilinmektedir. Danışmanlar, firmanın süreçlerini incelemekte ve bilimsel yöntemler kullanarak planlama yapmaktadırlar. Talep tahminlemesinin ardından üretim planlama, sonrasında depo süreçlerinin optimizasyonu ve dağıtım süreçlerinin planlanması ile etkin bir tedarik zinciri geliştirilebilmektedir. Günümüz ekonomik koşullarında şirketlerin asıl üretim (uzmanlık) alanlarının dışından çekilerek, maliyet azaltmayı hedeflemeleri nedeni ile bu sektör gelişimini hızlandırmıştır. 3.parti denmesinin nedeni aşağıdadır: Kelime anlamıyla, lojistik hizmetlerinde dış kaynak kullanımı veya 3. Parti Lojistik tanımı geleneksel olarak halihazırda şirket bünyesindeki lojistik aktivitelerinin gerçekleştirmesi işinin 3. bir şirkete devredilmesidir. Bu bağlamda şirketler uluslararası nakliye , depolama , stok kontrolü , paketleme , etiketleme , sevkiyat , dağıtım vb. işlerinde bu alanda uzmanlaşmış ve gerekli tesis , ekipman veya personele sahip şirketlere devretmektedirler. Tanju Okan Tanju Okan (d. 27 Ağustos 1938 - ö. 23 Mayıs 1996), Tire, İzmir doğumlu Türk şarkıcı, müzisyen ve sinema oyuncusu. 27 Ağustos 1938 tarihinde Tire'de doğan Tanju Okan ilköğrenimini Manisa'da, lise öğrenimini Balıkesir'de tamamladı. Müziğe ilgisi ailesinden gelen Okan'ın babası müzik öğretmeniyken annesi de iyi keman çalmaktaydı. İlkokulda şarkı söylemeye başlayan Okan, lisede ve askerlikte de sahnelere çıktı. Daha sonra İtalya'da şan eğitimini alarak Türkiye'ye döndü. İlk önce, 1961'de, Ankara'da profesyonel müzik hayatına başlasa da bir yıl sonra İstanbul'a döndü. 1964'te Erol Büyükburç ve Tülay German ile beraber vokalistliğini yaptığı Milli Orkestra'yla Yugoslavya'da düzenlenen Balkan Müzik Festivali'ne katıldı. Burada dört parça söyleyen Okan, seyircilerden büyük bir ilgi gördü ve yarışmayı Türkiye kazandı. Bu yarışmada söylediği ilk şarkı olan "Kundurama Kum Doldu", Yugoslavya'da çıkan bir EP'de yayınlandı ve bu plak Okan'ın piyasaya sürülen ilk çalışması oldu. 1965'te "Kundurama Kum Doldu" isimli ilk plağı Sahibinin Sesi firmasından yayımlandı. Aynı dönemde Türkiye'nin ilk futbol plaklarından biri olan "Maça Dolmuş"u yayınladı. 1967'de Frank Sinatra hiti "Strangers in the Night"ı Türkçe sözlerle yorumladığı "İki Yabancı" kırkbeşliğini çıkardı. Ancak bu plak, aynı eseri aynı isim fakat farklı sözlerle yorumlayan Ajda Pekkan'ın gölgesinde kaldı. Bu sırada Nur Erbay'la hayatını birleştirdi, Tansu ismini verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Bu evlilik yaklaşık 8 ay sürdü. Bu dönemde sinemayla da ilgilenen sanatçı ilk olarak 1964 yılında Cüppeli Gelin adlı filmde beyazperdede gözüktü. 1966 tarihli İçimdeki Alev sanatçını
n ilk başrolü oldu. Aynı yıl Cüneyt Arkın ile oynadığı Fakir Bir Kız Sevdim filminde seslendirdiği "Deniz ve Mehtap" ile popülerliğini arttırdı. 1960'ların sonunda Türkiye'de plak yapmaya başlayan Fransız sanatçı Patricia Carli'nin dikkatini çeken sanatçı, Fransa'ya gidip Fransızca kayıtlar yaptı. Bu kayıtlardan ikisi (Le Sourire De Mon Amour ve S'il N'y Avait Que Toi Au Monde) 45'lik olarak Fransa'da yayınlandı. Ancak plağın yayınlanması sırasında yaşanan sıkıntılar, plak çıktıktan sonra da devam etti. Okan'ın yurtdışında tanıtımı için bir türlü adımlar atılamazken, sanatçının Türkçe plaklarının da büyük başarı kazanması nedeniyle Tanju Okan yurtdışı kariyerini başlamadan bitirdi ve müzik hayatına Türkiye'de devam etti. 1970 yılında Georges Moustaki’nin “Le Métèque” parçasını Şükran Akannaç ve Nino Varon'un yazdığı Türkçe sözlerde "Hasret" adıyla yorumladı. Bu plak Tanju Okan'ı geniş kitlelere tanıtan eser oldu. Bu kırkbeşliğin ikinci yüzündeki "Ah Bir Zengin Olsam" da benzer bir başarıyı yakaladı. 1972 yılında Tuğrul Dağcı'nın yazdığı "Koy Koy Koy" ve Güzin Gürman'ın yazdığı "Öyle Sarhoş Olsam Ki" kırkbeşlikleriyle şöhretini perçinledi. 1973'te Philips için Nilüfer ve Modern Folk Üçlüsü ile "Arkadaş Dur Bekle / Kim Ayırdı Sevenleri" çalışmasını yayınladı. Bu sırada Carli ile bir kez daha çalışmayan karar veren Okan, ünlü şarkı "Samanyolu" bestesini Fransızca sözler ile Avrupa'ya açma projesine girişti. Ancak finansal sıkıntılardan dolayı Tanju Okan, Fransa'ya gidemedi. David-Alexander Winter'ın "Oh Lady Mary" adıyla okuduğu şarkı ise Avrupa'da birçok ülkede hit oldu. 1974'te ise bu sefer Mehmet Teoman ile çalışan sanatçının çıkardığı "Kadınım" şarkısı, Okan'ın en çok satan kırkbeşliklerinden biri oldu. Sanatçının 1970-1974 yılları arasında çıkardığı popüler şarkıların toplandığı "Bütün Şarkılarım" 1975'te piyasaya çıktı ve sanatçının ilk longplayi oldu. Aynı yıl çıkardığı ve düzenlemelerini Onno Tunç'un yaptığı iki kırkbeşlikteki şarkılar Tanju Okan'ın son hitleri oldu. Bunlardan Mehmet Yüzüak ve Rıfat Şanlıel bestesi olan "Kemancı", ötekisi ise Selami Şahin bestesi "Dostlarım"dı. "Benim en iyi dostum içkim, sigaram" sözleri ile bilinen "Dostlarım" şarkısını Tanju Okan, Selami Şahin'den özel olarak yapmasını istemişti. Aynı yıl Tanju Okan, "Kadınım" şarkısına ilham veren Zerrin Erdoğan ile evlenerek ikinci kez nikah masasına oturmuş oldu. Bu evlilik 14 ay sürdü. Okan, 1980'da son longplay'i olan ve Kent firmasından çıkan "Yorgunum" albümünü yayınlayarak 1980'lere giriş yaptı. Orijinal şarkılardan oluşan bu albümden sonra birkaç kez televizyon programlarına çıktıktan sonra arabeskin daha fazla ilgi görmeye başlamasıyla Urla'ya çekilen Okan, uzun süre yeni eserler üretmedi. 1989 Türkiye yerel seçimlerinde politikaya atılmaya karar veren Okan, önce Urla'da bağımsız adaylığını açıkladı. Daha sonra ise ANAP'a geçme kararı aldı. ANAP, Urla'da %30.76 ile ikinci parti olurken, belediye başkanlığını SHP adayı Bülent Baratalı kazandı. 1990'ların başında Türk pop müziğinin tekrar ana akıma yerleşmesi ile müziğe geri dönen Okan, 1991'de uzun süreli bir sessizlikten sonra Emre Plak etiketi ile "Kadınım / İyi Düşün" albümünü çıkardı. Bu albümü bir sene sonra Prestij Müzik'ten çıkan "Yıllar Sonra - Kırlangıç" albümü izledi. 1995'te Marş Müzik'ten çıkan "İşte Tanju Okan 95" son albümü oldu. 1990'lı yılların ortalarında Tanju Okan'a siroz teşhisi konuldu. 1995 yılının Aralık ayının sonlarına doğru kangren olma tehlikesi yaşayan sanatçının sol bacağı diz üzerinden kesildi. Yeni yılı hastanede geçiren sanatçı, Ocak ayının başında taburcu oldu. 26 Ocak 1996'da son kez sahne alan sanatçı, Urla'da düzenlenen bir gecede seyircilerin isteği üzerine "Kadınım" şarkısını söyledi. Ancak hastalığına rağmen sigarayı bırakamayan sanatçının durumu tekrar kötüleşti. 15 Nisan 1995'te Kültür Bakanlığı ve POPSAV sanatçı için özel bir gece düzenledi ve Sezen Aksu, Barış Manço, Cem Karaca gibi isimler Okan için sahne aldı. Bu konserden kısa bir süre sonra, 23 Mayıs 1996'da Tanju Okan hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Urla'daki İskele Kabristanı'na gömüldü. Bu ilçede bir Tanju Okan Parkı ve Tanju Okan Heykeli bulunmaktadır. Ölümünden sonra da Odeon Plak`tan "Bir Zamanlar, Best Of Tanju Okan" ismiyle iki albüm çıktı. FIFI Wild Kupası FIFI Wild Kupası ("FIFI Wild Cup") dünyada Birleşmiş Milletler tarafından tanınmadığından dolayı herhangi bir futbol organizasyonunda yer alamayan ülkelerin millî futbol takımları arasında FIFI (Uluslararası Bağımsız Futbol Kulüpleri Federasyonu) tarafından organize edilen futbol turnuvası. Son şampiyonu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni temsil eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti millî futbol takımı olmuştur. 2006'da düzenlenen ilk turnuvanın sponsoru bir online kumar sitesiydi. Turnuvayı düzenleyen Jorg Pommeranz FIFA ve Almanya'daki Çin konsolosluğu ile tartışmalar yaşadı. Çin yetkililer FIFI'ye mektup yazarak Tibet'ten gelecek millî takımın davet edilmemesini istedi ancak reddedildi. Daha sonra FIFA bu maçları iptal edebileceğini belirtti ancak bu da engellendi. Kuzey Kıbrıs'tan gelecek takımın Almanya'ya gelebilmesi için vize işlemlerinde büyük zorluklar yaşandı. 2006 FIFI Wild Kupası'nı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti millî futbol takımı kazandı. 2010 FIFI Wild Kupası ise Grönland'da düzenlenecekti ancak ilk organizasyondaki gibi zorluklar çıkarıldığı için vazgeçildi. Daha fazla bilgi için 2006 FIFI Wild Kupası maddesine bakınız. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti millî futbol takımı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti millî futbol takımı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) temsil eden ulusal futbol takımıdır. Millî takım, KKTC'ye uygulanan uluslararası ambargonun spor müsabakalarını da içermesi sebebiyle FIFA ve UEFA gibi kurumların düzenlediği organizasyonlara katılamamaktadır. Ancak FIFI Wild Kupası gibi Birleşmiş Milletler tarafından tanınmayan ülkeler için spor organizasyonlarına katılmaktadır. Millî takım ayrıca FIFA'ya üye olamayan tanınmamış ülkelerin üye olduğu NF Board'a da üyedir. Federasyon Rumlar ve Türklerin birlikte 1934 yılında kurduğu Kıbrıs Futbol Federasyonu bir biçimde devamı ve bir kolu da sayılabilir. Bu Federasyona 1955'e kadar Türk ve Rum takımları üye oldular. Ancak daha sonra Türk ve Rumların görüş ayrılıklarından dolayı sorunlar ortaya çıktı ve Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu 1955 yılında kuruldu. Karşılaşmalarını 28.000 kişilik Lefkoşa Atatürk Stadyumu'nda oynamaktadırlar. 2 Mayıs 2016 itibarıyla PCnet PCnet bilgisayar ve internet dünyasını birlikte yansıtan, son kullanıcılara yönelik aylık bilgisayar ve internet dergisidir. Doğan Burda Dergi Yayıncılık tarafından 1997 yılından beri yayımlanmaktadır. Derginin içeriği 2012 yılına kadar Türkiye'de, Türk yazarlar tarafından oluşturuldu. 2012 yılında Birleşik Krallık merkezli Future plc'ye bağlı Future Publishing Limited ile lisans anlaşması yapıldı ve Future plc tarafından yayımlanan teknoloji dergilerinin içeriği de yerelleştirerek Türk okuyucusuna sunuldu. Dergi, Mart 2014 sayısından itibaren yeniden tamamen Türkiye'de hazırlanmaya başlandı. PCnet, uzun bir süre boyunca her ay okurlarına promosyon içerikli CD, ardından da çift katmanlı DVD hediye etti. Bu CD ve DVD'lerde tam sürüm yazılımlar, eğitim videoları, çeşitli yazılımların deneme sürümleri ve eğlenceli içerikler her aldı. Dergi, Ocak 2015'ten itibaren fiziksel DVD'yi sonlandırarak bu içerikleri bulut ortamına taşıdı. PCnet ekibi 2003 yılında OYUNCU dergisini, 2004 yılında Computer Active Türkiye dergisini, 2005 yılında Türkiye'nin ilk Linux dergisi LINUXnet'i, 2006 yılında Webmaster'ın El Kitabı'nı, 2014 yılında interaktif teknolojisi dergisi nexxt'i çıkardı. PCnet, aylık derginin yanı sıra birkaç ayda bir yayımlanan tematik özel sayılarıyla da okuyucularıyla buluşmaya devam etmektedir. Max von Laue Max von Laue (d. 9 Ekim 1879, Koblenz-Almanya – ö. 24 Nisan 1960), X ışınlarının kristaller tarafından kırınımını bulduğu için 1914 yılında Nobel Fizik Ödülünü alan Alman fizikçi. Julius von Laue'nin oğluydu. Strasburg'daki Protestan okulunda pozitif bilimlerle onu tanıştıran profesör Goering'in etkisinde kaldı. 1898'de okuldan ayrıldı ve bir yıl boyunca askerlik hizmetini yaptı. Askerden sonra tekrar Strassburg Üniversitesine gitti. Kısa bir süre sonra onu çok fazla etkileyen profesör W. Voigt ve profesör W. Abraham'ın çalıştığı Göttingen Üniversitesine hareket etti. Münih Üniversitesi'nde de bir yarıyıl kaldıktan sonra, 1902’de Berlin Üniversitesinde profesör Max Planck’ın altında çalıştı. Burada onunla konferanslara katıldı. 1903'de Berlin'de doktorasını tamamladıktan sonra Göttingen Üniversitesinde 2 yıl çalıştı. 1905’de Berlin’de Max Planck Enstitüsünde asistanlık teklif edildi. Bu görevi 1909’a kadar sürdürdü. 1909'dan 1912'e kadar Laue, Teorik Fizik Enstitüsünde Privatdozent olarak, Arnold Sommerfeld'in altında çalışmalarda bulundu. 1910 yılında Laue'de, Magdalena Degen'le evlendi. 1912'de Zürih Üniversitesi'nde fizik profesörü oldu. 1914’te Frankfurt’a gitti. 1916'da Würzburg Üniversitesinde çeşitli çalışmalarda bulundu. 1919'da ise, Berlin Üniversitesinde fizik profesörü olarak, 1943'e kadar görev yaptı. Almanya’da bilimsel araştırmaların gelişmesine katkıda bulundu. 1934'ten itibaren, Berlin Charlottenburg'da Physikalisch Technische Reichsanstalt'da danışmanlık yaptı. 1917’de Albert Einstein ile tanışma imkânı buldu ve ona çalışmalarında yardım etti. Einstein’in İzafiyet teorisini kabul ederek, bunu yaymaya çalıştı ve Einstein-Bohr denklemi ve atomların parçalanması ile de uğraştı. II. Dünya Savaşı sırasında (1939-1945) Berlin bombalanınca 1944’te Hechingen’e gitti ve 1945’e kadar orada kaldı. Laure, 1950'de Berlin'deki fiziko-kimyâ araştırmaları yapan, Max Planck Enstitüsünün müdürü oldu. 1951'de Berlin Dahlem'de O, Borrmann ve diğer bilim adamlarıyla iş birliği içinde röntgen (x-ray) optikleri konusuna çalışır. 1959'da 80. doğum yıldönümü Berlin Dahlem'de kutlandı. Nisan'da 1960’da Laue, laboratuvarında çalışmalarını yalnız sürdürüyord
u. 8 Nisan günü Laue'nin arabasına, ehliyetini 2 gün önce almış olan acemi bir motosikletli çarptı. Motosikletli çarpmanın etkisiyle olay yerinde öldü. Laue'nin arabası ise Berlin Otobanı'ndan çıkarak devrildi. Laue arabanın altında kaldı ve itfaiye tarafından arabadan çıkarıldı. Yaralı olarak kurtarılan Laue bir süre sonra, 24 Nisan 1960'da öldü. Mete Pere Mete Pere, (d. 12 Nisan 1974, Türk müzisyen, şarkı sözü yazarı ve besteci. Aşka Özlem grubunun önemli bestelerine imza attı. Grubun dağılması ile birlikte Can Güney, Turkuaz, Unreal, Korhan Saygıner, Fikri Karayel gibi birçok müzisyen ve grup ile çalışmalarını sürdürdü. Çağrı Beyaz'ın yazıp yönettiği ""Ölü Bölgeden Fısıltılar"" filminde baş rolü oynadı. http://www.imdb.com/name/nm4946353/ Mantinealı Diotima Mantinealı Diotima'nın Arkadya'da bir rahibe olduğu varsayılmaktadır. Platon'un Şölen adlı diyaloğunda geçmektedir ve Sokrates'in hocası olduğu bildirilmektedir. Böyle bir kişinin olup olmadığı bir bilmeceye dönüşmüş görünmektedir. Ancak Antik yazarların onun varlığından kuşku duymadıkları söylenebilir. Platon, Diotima'nun ağzından, Eros'u anlatır ve onu "güzellik sevgisi" anlamında tanımlayarak "aşk"ı yüceltir. Christine Guldbrandsen Christine Guldbrandsen (19 Mart 1985, Bergen), Norveçli şarkıcı. Müzik dünyasına 18 yaşında ilk albümü olan "Surfing in the air" ile çıkmış ve üç haftada altın albüm ödülünü almıştır. 2004'te ikinci albümü "Moments"'i hazırlamıştır. Her iki albüm de SonyBMG tarafından çıkartıldı. Norveç'i 2006 yılında Eurovision Şarkı Yarışması'nda temsil etmesi Christine Guldbrandsen'i büyük üne kavuşturmuştur.Christine Guldbrandsen,çok beğenilen üçüncü albümü Christine'yi 5 Şubat 2007 tarihinde çıkardı. Christine Guldbrandsen'in müzik ilgisi ilk albümünün çıkmasından çok önce başladı. Üç yaşındayken çocuk korosunda, ardından 12 yıl boyunca korolarda solo olarak şarkı söylemeye devam etti. 13 yaşına geldiğinde Kjetil Fluge ve Atle Halstensen ile çalışmaya başladı. Bu sırada konserler ve televizyon şovları sayesinde önemli bir deneyim kazandı. Yapımcılarıyla birlikte kendi iki albümündeki şarkılarını çoğunu kendi yazdı ve Norveç'in Eurovision Şarkı Yarışması 2006'daki kendi temsil ettiği şarkısı "Alvedansen"in sözü ve müziğinde de payı vardır. Şarkıcı bu yarışma hakkında şöyle demiştir: "Katılmak ve şarkılar yaratmak benim için çok önemli". Pelikan Pelikan, monotipik pelikangiller (Pelecanidae) familyasını ve Pelecanus cinsini oluşturan iri su kuşu türlerinin ortak adı. Uzun gagaları, avlanmak için kullandıkları ve yutmadan önce gagalarıyla topladıkları avın bulunduğu suyu süzmeye yarayan geniş boğaz keseleri en ayırt edici özellikleridir. Kahverengi pelikan ve Peru pelikanı dışındaki türlerinin tüyleri genellikle soluk renklidir. Tüm türlerinin gagaları, keseleri ve yüzlerindeki tüysüz deri, üreme mevsiminden önce parlak renklere kavuşur. Yaşayan sekiz türü dönencelerden ılıman kuşağa kadar olan bölgelerde yaşar ancak Güney Amerika'nın iç kısmında, kutup bölgelerinde ve açık denizde bulunmazlar. Pelikanlara ait fosil kayıtları Fransa'da Oligosen döneminden kalma ve günümüz pelikanlarının gagasına benzeyen fosil buluntularıyla birlikte en az 30 milyon yıl öncesinden itibaren vardır. Uzun süre fregat kuşları, karabataklar, tropik kuşları ve sümsük kuşları ile akraba olduğu düşünülen pelikanlar günümüzde Pelikansılar (Pelecaniformes) takımında sınıflandırılır ve en yakın akrabaları ise pabuç gagalı ve hamerkoptur. Aynı takım içinde yer alan aynaklar, kaşıkçılar ve balıkçıllar ise uzak akrabalarıdır. Genellikle su yüzeyinde ya da yüzeye yakın yakaladıkları balıklarla beslenirler ve kıyılar ile göllerde yaşarlar. Koloniler oluşturarak üreyen pelikanlar sıklıkla toplu olarak avlanır. Beyaz tüylü dört türü yerde yuva yaparken kahverengi ya da gri renkli diğer dört türü ise ağaçlarda yuvalanmayı tercih eder. Pelikanlarla insanlar arasındaki ilişki sıklıkla çekişmeli olmuştur. Hem ticari hem de zevk amaçlı yapılan balıkçılık için rekabet kaynağı olarak görüldüğünden insanların zulmüne uğramıştır. Yaşam alanı yok olması ve çevre kirliliğinden muzdariptirler. Üç türü korunma durumu açısından önem arz etmektedir. Ayrıca mitoloji, Hristiyanlık ve arma bilimi ikonografisi açısından kültürel öneme sahiptirler. "Pelecanus" cinsi ilk olarak Carl Linnaeus tarafından 1758 yılında "Systema Naturae" eserinin 10. baskısında tanımlanmıştır. Linnaeus ayırıcı özelliklerini düz ve ucu kıvrık bir gaga, doğrusal burun delikleri, tüysüz yüz ve tamamen perdeli ayaklar olarak belirtmiştir. Bu ilk tanım pelikanların yanı sıra fregat kuşlarını, karabatakları ve sümsük kuşlarını da içermekteydi. Cins adı Eski Yunanca "balta" anlamına gelen, πέλεκυς ("pelekys") kelimesinden türeyen πελεκάν ("pelekan") kelimesinden gelir. Antik çağlarda bu kelime hem pelikanlar hem de ağaçkakanlar için kullanılmaktaydı. Pelikanlar adlarını zengin bir taksonomik tarihçeye sahip olan Pelikansılar (Pelecaniformes) takımına vermiştir. Bu takımın geleneksel üyeleri olan tropik kuşları, yılanboyunlar, karabataklar, sümsük kuşları ve fregat kuşları tekrar gözden geçirilmiş, tropik kuşu kendi takımı Phaethontiformes içinde, diğerleri de Suliformes takımı içinde yeniden sınıflandırılmışlardır. Onların yerine ise balıkçıllar, aynaklar, kaşıkçılar, hamerkop ve pabuç gagalı Pelecaniformes takımına aktarılmıştır. Moleküler kanıtlar pabuç gagalı ile hamerkopun pelikanlarla kardeş grup oluşturduğunu belirtir ancak bu üç soyun tam akrabalık ilişkileri hakkında bazı şüpheler bulunmaktadır. Fosil kaydı pelikan soyunun en az 30 milyon yıldır yaşadığını göstermektedir. Bilinen en eski pelikan fosili Fransa'nın güneydoğusunda Luberon'da yer alan Oligosen döneminin başlarından kalma kalıntılardır ve günümüzdeki pelikanlara oldukça benzemektedir. Fosilin gagası hemen hemen tamamen korunmuştur ve morfolojik olarak günümüz pelikanlarının gagası ile birebir aynıdır, dolayısıyla o dönemde beslenme için kullanılan gaga ve boyun kesesinin var olduğu söylenebilir. Miyosen'in başlarından kalma bir fosil, bazı özelliklerinin kendine has olduğu düşünüldüğünden "Miopelecanus gracilis" olarak adlandırılmış ancak daha sonradan bu farklılıkların "Pelecanus" cinsinin türleri arasındaki varyasyonların içinde kaldığı düşünülmüştür. Eosen'in son döneminden kalma "Protopelicanus" cinsi ise pelikanımsı ya da sümsük kuşumsu olabileceği gibi Pelagornithidae familyasından benzer bir su kuşu da olabilir. Geçerli bir tanımlama sağlayacak kadar yeterli fosil kanıtlarına dayanmadan tanımlanmış olan Miyosen döneminden kalma "Liptornis" cinsi ise "nomen dubium" olarak değerlendirilir: Avrupa'da bulunan çok sayıda pelikan fosiline karşın Kuzey Amerika'da daha az sayıda fosil bulunmuştur. Fosil kalıntılarından çeşitli "Pelecanus" türleri tanımlanmıştır: Yaşayan sekiz pelikan türü geleneksel olarak iki gruba ayrılmaktadır: Yerde yuvalanan ve asıl olarak erişkinleri beyaz tüylü olan Avustralya pelikanı, tepeli pelikan, ak pelikan ve Amerika ak pelikanı. Ağaçlarda ya da deniz kayalıklarında yuvalanan ve erişkinleri gri ya da kahverengi tüylü olan küçük pelikan, "Pelecanus philippensis", kahverengi pelikan ve Peru pelikanı. Daha çok deniz kıyılarında yaşayan ve önceden aynı tür olarak değerlendirilen kahverengi pelikan ile Peru pelikanı bazen diğer türlerden ayrılarak "Leptopelicanus" alt cinsinde sınıflandırılır. Ancak iki ana evrimsel soy olduğu görünmesine rağmen her iki görünüşe sahip olan ve benzer yuvalanma davranışı gösteren türler her iki evrimsel soyda da bulunmaktadır. Mitokondriyal ve nükleer DNA dizileme sonucu türler arasında farklı ilişkiler ortaya çıkarılmıştır: Yeni Dünya'da yaşayan Amerika ak pelikanı diğer iki kahverengi pelikan türü ile kardeştir ve üçü ayrı bir soy oluştururken Eski Dünya'da yaşayan beş pelikan türü ayrı bir soy oluşturmaktadır. Tepeli pelikan, küçük pelikan ve "Pelecanus philippensis" türleri birbirleriyle çok yakından ilişkilidir ve bu üçüne en yakın diğer pelikan türü Avustralya pelikanıdır. Ak pelikan da bu soyda yer alır ama diğer dört türe göre ortak atadan ayrılan ilk türdür. Bu buluşlar pelikanların Eski Dünya'da evrimleştiğini ve daha sonra Amerika kıtasında yayıldığını göstermektedir. Dolayısıyla yerde ya da ağaçta yuvalanma tercihi genetik olmaktan çok boyutsal özelliklere bağlıdır. Pelikanların en önemli ayırt edici özellikleri çok uzun gagaları, kanca şeklinde aşağı kıvrılmış üst gaga ucu ve alt gagaya bağlı büyük boğaz kesesidir. Alt gaganın kafaya bağlandığı kemiği ince olması ve esnek dil kasları, kesenin balık yakalamak ve bazen de yağmur suyu toplamak için sepet gibi kullanılmasına olanak sağlar ancak balıkların yutulmasına engel olmamak için dil çok küçüktür. Boyunları uzun olduğu gibi, geniş, tam perdeli ayakları, kısa ve kalın bacakları vardır. Uçan kuşlar arasında en ağırlarından olan pelikanlar, iskeletlerinde ve derilerinin altında bulunan hava keseleri sayesinde görece hafiftirler. Kuyrukları kısa ve kare şeklindedir. Kanatları uzun ve geniştir, süzülerek uçmak için uygun şekildedir ve 30 ila 35 arasında değişen, çok sayıda ikincil uçuş tüyü barındırır. Erkekler genellikle dişilerden daha büyüktür ve gagaları da daha uzundur. En küçük pelikan türü kahverengi pelikandır ve bu türün en küçük bireyleri 2,75 kg ağırlığında, 1,06 m boyunda olup kanat açıklıkları yalnızca 1,83 m'dir. En büyük pelikan türünün ise en büyük bireylerinin 15 kg. ağırlığı, 1,83 m boyu ve 3 m kanat açıklığı ile tepeli pelikan olduğu düşünülmektedir. Avustralya pelikanının gagası büyük erkeklerde 0,5 m'ye kadar erişebilir ki bu kuşlar arasında en uzun gagadır. Kahverengi pelikan ve Peru pelikanı dışındaki diğer pelikanların tüyleri açık renklidir. Üreme mevsiminden önce tüm türlerin gagaları, boğaz keseleri ve tüysüz yüz derileri daha canlı renklere bürünür. Kahverengi pelikanın Kaliforniya alt türünün boğaz kesesi parlak kırmızı renge bürünür ve yumurtlamadan sonra solarak sararır. Peru pelikanının boğaz kesesi ise mavi renge bürünür. Amerika ak pelikanının erkeğinin gagasında ür
eme mevsiminden önce oluşan büyük yumru, dişiler yumurtladıktan sonra dökülür. Erişkin olmayan pelikanların tüyleri erişkin pelikanların tüylerinden daha koyu renklidir. Yumurtadan yeni çıkan yavrular tüysüz ve pembe renklidir. 4 ila 14 gün içinde gri ya da siyah renge dönüşürler ve beyaz ya da gri hav tüyler çıkarmaya başlarlar. İki kahverengi pelikanın 1939 yılında yapılan teşrihleri sonucunda pelikanların kemiklerinde bulunan hava keselerinin yanı sıra derilerinin altında ventral kısımda boğaz, göğüs ve kanatlarının altında hava keselerinden oluşan bir ağ daha olduğu ortaya çıkarılmıştır. Hava keseleri soluma sisteminin hava yollarına bağlıdır ve pelikan gırtlak dilini kapatarak hava keselerini şişirilmiş olarak tutabilir ancak nasıl şişirildikleri tam olarak anlaşılamamıştır. Hava keseleri pelikanların su içinde batmamasını sağlar ve balık yakalamak için uçarken dalış yaptığında suya giriş esnasındaki şoku sönümlemeye yardımcı olur. Yüzeysel hava keseleri aynı zamanda gövde konturlarını yuvarlatarak, gövdeyi kaplayan tüylerin daha etkili ısı yalıtımı yapmalarını ve iyi bir aerodinamik yapı sağlamalarını kolaylaştırır. Günümüz pelikanları Antarktika hariç tüm kıtalarda bulunurlar. Asıl olarak ılıman bölgelerde yaşasalar da üreme alanları 45° Güney enlemi (Tasmanya'daki Avustralya pelikanları) ile 60° Kuzey enlemi (Kanada'nın batısındaki Amerika ak pelikanları) arasında uzanır. Karadaki su havzalarında ve kıyılarda yaşayan kuşlar olarak kutup bölgelerinde, açık denizde ve Galapagos hariç okyanus adalarında, Güney Amerika'nın içlerinde ve Amazon Nehri'nin ağzından güneye doğru Güney Amerika'nın doğu kıyısında yaşamazlar. Fosil kemik kalıntılarına Yeni Zelanda'nın Güney Adası kadar güneyde rastlandıysa da burada az sayıda bulunmaları ve dağınık olmaları sebebiyle günümüzde olduğu gibi bu kuşların Avustralya'dan konuk olarak gelen pelikanlar olduğu düşünülmektedir. Pelikanlar kuvvetli bacakları ve perdeli ayaklarıyla çok iyi yüzücüdürler. Başlarının arkasındaki üropigial bezden aldıkları yağlı salgıyı tüylerine sürerek su geçirmez hâle getirirler. Kanatlarını gövdelerinin kenarında serbest şekilde tutarak gövdelerinin çok az bir kısmı suyun altında kalacak şekilde su üstünde yüzerler. Gagaları açık biçimde boğaz keselerini sallayarak buharlaşmayı artırırlar ve serinlerler. Kıyılarda, kumluklarda ve sığ sularda toplu hâlde tüner ve dolanırlar. Göğüs kaslarının içinde bulunan bağ dokular kanatları yatay olarak sıkı bir şekilde tutmaya yarar ve havada süzülerek uçmaları kolaylaşır. Termallerden yararlanarak bu şekilde 3.000 m yüksekliğe çıkabilir, süzülerek ve V düzeninde uçarak beslenme alanlarına doğru 150 km'lik mesafe kaydederek uçarlar. Pelikanlar aynı zamanda su yüzeyi üzerinde alçaktan uçarken yer etkisi denen fenomenden yararlanarak sürüklemeyi azaltır ve taşımayı artırırlar. Kanatlar ve su yüzeyi arasından geçen hava daha yüksek yoğunluğa sıkıştığından ötürü yukarı doğru daha büyük bir taşıma kuvveti sağlar. Dolayısıyla bu şekilde uçarken önemli ölçüde enerji tasarruf edilir. Erişkin pelikanlar iletişim için özellikle kanatların ve gagaların kullanıldığı görsel nümayiş ve davranışlardan yararlanırlar. Agonistik davranışlar rakiplerini gagalamak ve gagaları ile ses çıkartmak, tehditkâr şekilde kanatlarını açıp sallamaktan ibarettir. Erişkin pelikanlar koloni içindeyken homurtu şeklinde ses çıkarırlar ancak üreme mevsimi dışında ve koloni ile birlikte değilken genellikle sessizdirler. Koloniler ise özellikle yavru kuşların çıkardıkları seslerle birlikte oldukça gürültülüdür. Pelikanlar 30 cm uzunluğa kadar olan balıklarla beslenirler, ayrıca amfibiler, kaplumbağalar, kabuklular ve ara sıra da kuşlarla da beslendikleri görülür. Suda yaşayan avlarını genellikle su yüzünden ya da su yüzüne yakın derinliklerden alırlar. Derin sularda ak pelikanlar genellikle yalnız başlarına avlanırlar. Kıyıya yakın yerlerde ise grup hâlinde küçük balık sürülerini çevreleyerek oluşturdukları hat boyunca su yüzünde kanatlarını çırparak sığ sulara sürükler ve burada balıkları avlarlar. Boğaz keselerini genişleterek çok sayıda küçük balık yakalarlar ancak su yüzünde keselerindeki suyu boşalttıktan sonra avlarını yutarlar. Bu işlem bir dakikaya kadar sürdüğü için bu sırada diğer su kuşları pelikanların ağzından balıklarını çalabilirler. Büyük balıkları gagalarının ucuyla yakaladıktan sonra havaya fırlatır ve kafaları önce olmak üzere havada yakalayıp yutarlar. Bazen bir martı pelikanın başında durup gagalayarak dikkatini dağıtır ve açık gagasından balık çalabilir. Pelikanlar da zaman zaman diğer su kuşlarından avlarını çalabilmektedir. Kahverengi pelikan, balık avlamak için genellikle suya dalış yapar. Asıl olarak balık ile beslenen Avustralya pelikanı aynı zamanda çöplüklerde dolaşarak bulduğu leşlerle birlikte böcekleri, küçük kabukluları, ördekleri ve hatta küçük köpekleri de yiyebilen eklektik ve fırsatçı bir leşçi ve etoburdur. Halk arasındaki inanışın aksine pelikanlar boğaz keselerinde besinlerini saklamazlar. Diğer kuşların pelikanlar tarafından yenmesi nadir de olsa Londra'da ak pelikanların güvercinleri yuttukları gözlemlenmiştir. Güney Afrika'da ak pelikanların "Morus capensis" türü kuş yavrularıyla birlikte "Phalacrocorax capensis", "Microcarbo coronatus", türü karabataklarla "Larus dominicanus", "Thalasseus bergii" türü martıları ve Afrika penguenlerini yedikleri gözlemlenmiştir. Kahverengi pelikanların ise Kaliforniya'da "Uria aalge" türü kuş yavrularını, Meksika'da sığır balıkçılı ve büyük ak balıkçıl yumurtaları ile yavrularını yedikleri bildirilmiştir. Pelikanlar toplu yaşayan kuşlardır ve yuvalarını koloni olarak yaparlar. Çiftler üreme dönemi boyunca tekeşlidir ancak çift bağı yalnızca yuva bölgesindedir, yuvadan uzakta çiftler birbirinden bağımsızdır. Yerde yuvalanan beyaz renkli tüylere sahip olan türlerin karmaşık toplu kur nümayiş davranışları vardır. Bu kur sırasında bir grup erkek tek bir dişiyi havada, karada ve suda takip eder ve bu sırada birbirlerini gagaları ile dürter, iteler ve gagalarını açarlar. Kur nümayişi bir gün sürebilir. Ağaçta yuva yapan türlerin kur nümayişleri daha basittir ve yalnızca ağaçlara tüneyen erkeklerin dişileri çağırmasından ibarettir. Üreme kolonisinin yeri, yeterli miktarda balık kaynağı olmasına bağlıdır ancak pelikanlar beslenmek için termallerden yararlanarak yüzlerce kilometre uzağa süzülerek uçabilir. Avustralya pelikanının bulundukları çevreye göre değişiklik gösteren iki farklı üreme stratejisi vardır. Onlarca ya da yüzlerce bazen de nadiren binlerce kuştan oluşan koloniler mevsimsel olarak ya da sürekli olarak balık kaynağı olan kıyılarda ya da kıyıya yakın adalarda ürerler. Avustralya'nın kurak iç bölgelerinde, özellikle Eyre Gölü kapalı havzasında düzensiz taşkınlar geçici tuz gölleri oluşturduğunda ve tekrar kurumadan önce yeterli besin kaynağı sağlayabildiğinde pelikanlar 50.000 çifte kadar varabilen büyük koloniler hâlinde üreyebilirler. Tüm türlerde çiftleşme yuvalarda olur. Eşleşmeden hemen sonra başlayan çiftleşme, dişi kuş yumurtlayana kadar 3 ila 10 gün kadar sürer. Yuvayı yapmak için gerekli malzemeyi erkek kuş getirir. Yerde yuvalananlar bu malzemeyi boğaz keselerinde taşırken ağaçta yuvalananlar gagaları ile tutarak getirir. Gelen malzeme dişi kuş tarafından basit bir kuş yuvası hâline getirilir. Yumurtalar oval şekilli, beyaz renkli ve kaba dokuludur. Tüm türler en az iki yumurta yumurtlar, normal yumurta sayısı iki ila üç arasındadır ve nadiren altı yumurtaya kadar çıkar. Hem erkek hem de dişi yumurtaları ayaklarının altında ya da üstünde tutarak değişmeli şekilde kuluçkaya yatabilir. Kuluçka süresi 30 ila 36 gün sürer. Yumurtlama başarısı, rahatsız edilmeyen çiftler için %95'e kadar çıkabilse de yavrular arasındaki rekabet ve kardeş katli nedeniyle yuvada genellikle tek yavru kalır. Hem anne hem de baba yavruları besler. Küçük yavruları beslemek için ebeveynler yedikleri besinleri kusarlar. Bir haftalık olduktan sonra yavrular, kafalarını ebeveynlerinin boğaz kesesine sokup beslenmeye başlarlar. Yerde yuvalanan türlerin ebeveynleri bazen biraz büyümüş olan yavrularını beslemeden önce başlarından çekerek sürürler. Bu türlerin yavruları 25 günlükten itibaren 100 kuşa kadar gruplar hâlinde bir araya gelir ve ebeveyn bu grup içinde kendi yavrularını tanıyarak yalnızca onları beslerler. Yavrular 6 ila 8 haftalık olduklarında ortalıkta gezinmeye, yüzmeye ve toplu olarak beslenmeye başlar. Tüm türlerin yavruları 10 ila 12 hafalık iken palazlanırlar. Bundan sonra ebeveynleri ile birlikte kalsalar bile artık ebeveynleri tarafından beslenmezler. Doğal yaşam ortamlarında pelikanlar 15 ila 25 yıl yaşamaktadırlar, esaret altında bir pelikanın 54 yaşına ulaştığı kaydedilmiştir. Küresel olarak pelikan popülasyonları dört ana faktörden kötü olarak etkilenmektedir: Aşırı avlanma ve deniz kirliliği kaynaklı balık popülasyonlarının azalması; yaşam alanı yokolması, üreme kolonilerinin rahatsız edilmesi, avlanma ve itlaf, balık ağlarına takılma gibi insan aktivitelerinden doğrudan etkilenme; DDT ve endrin gibi kirleticilerin varlığı. Türlerin çoğunun popülasyonları görece istikrarlı da olsa üç tür IUCN tarafından risk altında olarak sınıflandırılmıştır. Tüm pelikan türleri hayvanat bahçelerinde üreyebilmektedir ki bu da korunma durumu için potansiyel olarak faydalıdır. Kahverengi pelikan ile Peru pelikanı popüsyanu 650.000 olarak tahmin edilmektedir ki bunun 250.000 kadarı Amerika Birleşik Devletleri ve Karayipler'de, 400.000 kadarı da Peru'dadır. National Audubon Society, kahverengi pelikanın küresel popülasyonunun 300.000 civarında olduğunu tahmin etmektedir. Kahverengi pelikan popülasyonu özellikle 1950'lerde ve 1960'larda çevresel DDT kirliliği nedeniyle oldukça azalmış ve 1970'te ABD'de bu tür tehdit altında türler arasında sınıflandırılmıştır. ABD'de 1972'den itibaren DDT kullanımına getirilen kısıtlamalar sayesinde popülasyonu tekrar canlanmış ve listeden 2009 yılında çıkarılmıştır. Peru pelikanının popülasyonu BirdLife International tarafından 500.0
00 erişkin bireyi geçkin olarak tahmin edilse de geçmişte daha büyük popülasyona sahip olduğu ve popülasyon azaldığı için bu tür neredeyse tehdit altında türler arasında sınıflandırılmıştır. 1998 yılında El Niño nedeniyle popülasyonları oldukça azalmıştır ve gelecekte de benzer olaylarla azalma tehdidi altındadır. Korunma çabaları özellikle El Niño yıllarından sonra sahada düzenli olarak popülasyon trendlerinin incelenmesi; üreme kolonilerine insanların girmesinin engellenmesi ve balık yatakları ile olan ilişkilerinin incelenmesinden ibarettir. "Pelecanus philippensis"in tahmini popülasyonu 13.000 ila 18.000 arasındadır ve IUCN tarafından neredeyse tehdit altında türler arasında sınıflandırılmıştır. Burma'da bulunan üreme kolonilerinin yerleştiği alanlardaki ağaçların yok edilmesi ve beslenme alanlarının ortadan kaybolmasıyla birlikte 20. yüzyılda sayıları önemli ölçüde azalmıştır. Ana tehditler yaşam alanı yokolması ve insan aktiviteleridir ancak Hindistan ve Kamboçya'da artan koruma çabalarından sonra popülasyonları istikrarlı hâle gelmiştir. Küçük pelikan Sahra altı Afrika'nın çoğuna dağılmış olarak büyük bir popülasyona sahiptir. Önemli tehditlerin olmaması ve yaşadığı bölgelerde popülasyonunun azalmaması nedeniyle korunma durumu asgari endişe olarak belirlenmiştir. Bölgesel tehditler arasında su havzalarının kuruması ve Güney Afrika'da giderek artan karışıklık sayılabilir. Bu tür toksinlerin biyobirikiminden ve üreme bölgelerindeki ağaçların yok edilmesinden etkilenmektedir. Amerikan ak pelikanlarının sayısı artmış ve 2005 yılında popülasyonu 157.000 olarak tahmin edilmiştir. Kıtanın doğusunda sayıları daha fazladır ancak batısında ise sayıları azalmaktadır. Yaşam alanı yokolması ve göller ile akarsuların insanlar tarafından kullanılmasından da etkilendiği için sayılarının pestisitler yüzünden azalıp azalmadığı belirgin değildir. Ak pelikanlar Afrika ve Asya'nın güneyinde geniş bir alana dağılmıştır. Genel popülasyon trendi belirsizdir, bölgesel olarak azalan, artan ya da istikrarlı popülasyonları vardır ancak hızlı olarak popülasyonunun azaldığına dair kanıt olmadığı için asgari endişe altında türler arasında sınıflandırılmıştır. Tehditler arasında su havzalarının kuruması, üreme kolonilerinin rahatsız edilmesi, zevk için avlanmaları, pestisitler ve ağır metallerden etkilenmeleri sayılabilir. Tepeli pelikan 19. ve 20. yüzyıllarda sayılarının aşırı derecede azalmasıyla günümüzde 10.000 ila 20.000 arasında popülasyonu ile en az sayıya sahip pelikan türüdür. Devam eden tehditler arasında özellikle Asya'nın doğusunda avlanmaları, üreme kolonilerinin rahatsız edilmesi, kıyılardaki insan aktivitelerinin artması, güç aktarım hatlarının kabloları ile çarpışmalar ve balık kaynaklarının aşırı tüketilmesi sayılabilir. Popülasyon trendinin azalma yönünde olması ve özellikle Moğolistan'da hemen hemen soyunun tükenmesi nedeniyle IUCN tarafından korunmasız türler arasında listelenmiştir. Yine de Yunanistan'da ve Türkiye'de çeşitli kolonilerde popülasyonları 1.000 ila 500 arasında üreyen çift ile artmaktadır. Avustralya'da yaygın olarak bulunan Avustralya pelikanının popülasyonu 300.000 ila 500.000 arasında tahmin edilmektedir. Su havzalarının durumuna ve kıta çapında kuşların üreme başarısında göre genel popülasyon sayısı değişkenlik göstermektedir. Tür asgari endişe listesi altında sınıflandırılmıştır. Pelikanların beslendiği balıklarla insanların yakaladığı balıkların çok azı ortak olduğu halde, balık konusundaki rekâbet nedeniyle insanlar tarafından zulüm görmüşlerdir. 1880'lerden itibaren Amerika ak pelikanları sopalarla ya da vurularak öldürülmüş, yumurtaları ve yavruları bilerek ortadan kaldırılmış, beslenme ve üreme alanları bilerek uygulanan su alanı düzenlemeleriyle yok edilmiştir. 21. yüzyılda bile ABD'de Idaho'da sayıları artan Amerika ak pelikanının yöredeki balık avcılığını tehdit ettiği gerekçesiyle sistematik tacizler ve itlaf konusunda resmî girişimler başlatılmıştır. Güney Afrika'da 19. yüzyılda guano üreten kuşların yumurtalarını yemeleri nedeniyle guano toplayıcıları tarafından ak pelikanlar itlaf edilmiştir. Yakın geçmişte de pelikanların özellikle karabatakları avlaması ve yumurtaları ile beslenmesi nedeniyle Güney Afrika'da bu kuşların popülasyonları tehdit altına girdiği için koruma amaçlı olarak zarar görmüş kolonilerin yakınındaki pelikan popülasyonunun azaltılması önerilmiştir. Yaşam alanı yokolmasının ve bilerek yapılan zulmün dışında pelikanlar kuş gözlemcileri, kuş fotoğrafçıları ve diğer meraklı ziyaretçilerin üreme kolonilerindeki tacizlerinden de muzdariptirler. Üreme mevsiminde insanların yalnızca yakınlarda bulunmaları bile kuşların yanlışlıkla yumurtalarını kaybetmelerine ve yok etmelerine neden olabilmekte, yeni doğan yavrular korunmasız kalabilmekte ve hatta tamamen üreme kolonilerinden kuşlar ayrılabilmektedir. DDT kirliliği Kuzey Amerika'da 1950 ve 960'larda kahverengi pelikan popülasyonunun azalmasının ana nedeniydi. Deniz besin ağına giren DDT çeşitli türlerde birikerek besin ağı boyunca ilerlemiştir. DDT'nin metaboliti olan DDE pelikanlarda ve diğer kuşlarda üretim sistemini etkileyen bir zehirli maddedir. Kuş yumurtalarının kabuğunun incelmesine ve zayıflamasına neden olur dolayısıyla yumurtalar kuluçkaya yatan kuşlar tarafından kazayla kolaylıkla kırılır ve üreme şansını oldukça etkiler. ABD'de 1972'den itibaren DDT kullanımına getirilen yasakla birlikte kahverengi pelikanların yumurta kabukları tekrar kalınlaşmış ve popülasyonları biraz artış göstermiştir. 1960'ların sonunda ABD'nin Louisiana eyaletinde kahverengi pelikan sayılarının çok azalması sonucunda Florida'dan 500 pelikan getirilmiş ancak 300 kadarı 1975 yılının Nisan ve Mayıs aylarında bu sefer endrin adlı pestisit zehirlenmesi nedeniyle ölmüştür. 1990 yılında Salton Denizi'nden yedikleri balıklar sonucunda aralarında 7.500 kadar Amerika ak pelikanı da bulunan 14.000 kadar pelikan botulizm sonucunda telef olmuştur. Kaliforniya'da 1991'de "Pseudo-nitzschia" cinsi diyatomelerin ürettiği nörotoksik domoik asit ile kirlenmiş balıkları yiyen kahverengi pelikanlar ve "Phalacrocorax penicillatus" türü karabataklar arasında aşırı sayıda ölümlere rastlanmıştır. Balıkla beslenen su kuşları olarak pelikanlar petrol sızıntılarından hem doğrudan petrole bulanma yoluyla hem de dolaylı olarak besin kaynaklarının kirlenmesi yoluyla etkilenirler. Kaliforniya'da 2007 yılında yayınlanan resmî bir rapora göre 20 yıllık bir dönemde Kaliforniya'da petrol sızıntısından etkilenen kahverengi pelikan sayısının 500 ila 1.000 arasında olduğu bildirilmiştir. 2011 yılında yayımlanan başka bir rapora göre de 2010 yılı Nisan ayında olan Deepwater Horizon petrol sızıntısından doğrudan petrole kaplanmış 932 kahverengi pelikanın toplandığı ve sızıntının sonucunda bu sayının on katı kadar pelikanın da kötü yönde etkilendiği belirtilmiştir. Pelikanların balıkçılarla aynı sularda avlandıkları yerlerde özellikle balık ağlarına ve balık oltalarına yakalanmaları da sorun olmaktadır. Balık oltaları yanlışlıkla yutulabildiği gibi boğaz torbasına ya da perdeli ayaklara takılabilmekte; güçlü misinalar gaganın, kanatların ve bacakların etrefına sarılabilmekte ve bunların sonucunda da hayvanlar sakat kalmakta ve açlıktan sıklıkla ölmektedirler. Kuzey Amerika ve Avustralya'da yaralı pelikanları ve diğer hayvanları iyileştirmek için gönüllülük esasına dayanan yerel kurtarma organizasyonları kurulmuştur. Diğer kuş familyalarında olduğu gibi pelikanlar da çeşitli parazitlerden etkilenirler. Yeni Dünya ve Atlantik karabataklarında görülen "Piagetella" cinsi kuş bitlerine, tüm pelikan türlerinin boğaz keselerinde rastlanır. Kuş sıtması, "Culex pipens" türü sivrisinekle taşınır ve bu sivrisineklerin çok yoğun bulunduğu yerlerde pelikanlar kolonileri terk etmek durumunda kalır. Sülükler kloaka ve bazen de boğaz keselerine yapışabilir. Amerika ak pelikanı üzerinde yapılan bir araştırmada aralarında şerit solucanları, karaciğer kelebekleri, sinekler, pireler, keneler ve yuvarlak solucanların da bulunduğu 75 farklı parazit türüne rastlanmıştır. Bunların çoğunun zararı çok azdır ancak sinekler özellikle zayıf yavruların ölmesine neden olabilir. Kış kenesi "Ornithodoros capensis" bazen erişkin kuşların yuvaları terk etmesine neden olur. Pelikanlara özgü bazı parazitlerin dışında çoğu diğer kuş gruplarında da görülür. Sağlıklı pelikanlar genellikle bitlerle başa çıkabilir ancak hasta kuşlar üzerlerinde yüzlerce bit barındırabilir bu da ölmelerini hızlandırır. Boğaz kesesinde görülen "Piagetiella peralis" türü bit kesede bulunduğundan kuşlar temizleyerek bunlardan kurtulamaz, bazı kuşların boğaz keselerinin içi tamamen bu bitlerle kaplı olabilir. Çok zararlı olmasa da iltihaplanma ve kanama nedeniyle bitler kuşlara zarar verebilir. Kahverengi pelikanlarda da benzer şekilde çok yaygın parazit bulunur. "Contracaecum multipapillatum" ve "C. mexicanum" türü yuvarlak solucanlar ile "Ribeiroia ondatrae" türü karaciğer kelebeği Porto Riko popülasyonunda hastalığa ve ölümlere neden olmuş ve bu adadaki pelikan popülasyonu tehlikeye düşmüştür. 2012 yılı Mayıs ayında yüzlerce Peru pelikanının Peru'da yuvarlak solucanlar ve açlık nedeniyle telef olduğu bildirilmiştir. Mısırca "Henet" adı verilen pelikan, Antik Mısır'da ölüm ve ölümden sonra yaşam ile bağlantılıdır. Mezar duvarlarındaki tasvirlerde ve cenaze metinlerinde yılanlara karşı koruyucu sembolü ile betimlenmiştir. Henet, Eski Krallık döneminden kalma Piramit Metinlerinde "firavunun annesi" olarak geçer ve dolayısıyla da bir tanrıça olarak görülür. Kraliyet dışı cenaze metinlerinin bulunduğu papirüslerde de pelikanın ölmüş birisinin öte dünyaya güvenli bir şekilde geçişi kehanetini verebilecek yeteneğe sahip olduğu belirtilir. Yahudiliğe göre temiz olmayan hayvan kabul edildiğinden yenilmesi yasak olan hayvanlar arasında diğer deniz kuşları ile birlikte pelikan da vardır. Avustralya'da Queensland eyaletinde bulunan Murri halkının köken mitolojisinde Avustralya pelikanının tüylerinin nasıl siyah ve beyaz olduğu anl
atılır. Bu mite göre önceden kara tüylü bir kuş olan pelikan büyük bir sel sırasında insanları boğulmaktan kurtarmak için bir kano yapar. Kurtardığı bir kadına aşık olur ancak kadın ve arkadaşları onu kandırarak kaçar. Kaçanlarla savaşmak için hazırlanan pelikan beyaz kilden savaş boyası sürer. Ancak daha hazırlığını bitiremeden başka bir pelikan siyahlı beyazlı pelikana saldırır ve gagasıyla öldürür. Ondan sonra artık tüm pelikanlar siyah ve beyaz tüylere sahip olmuştur. Antik Peru'da yaşamış Moche halkı doğaya tapınırdı ve özellikle hayvanlara önem veren bu halkın sanatında pelikanlar sıklıkla tasvir edilmiştir. Orta Çağ Avrupa'sında, pelikanların yeterli besin olmadığı zamanlarda kendi göğüslerini kanatarak kanlarıyla yavrularını besleyecek kadar yavrularına düşkün olduğu inancı yaygındı. Sonuç olarak pelikan, İsa'nın yaşamının son on iki saati olan Çilesini ve Efkaristiya'yı sembolize eder hâle gelmiş ve aynı konuyu sembolize eden Hristiyanlık bayrağı taşıyan kuzu sembolü yerine de geçmiştir. Bu mitik özelliğe örnek olarak Aquinalı Thomas'ın "Adoro te devote" adlı ilahisinin sondan bir önceki mısrasında "göğsünden yavrusunu besleyen sevgili ilahi pelikan" olarak bahsetmesi verilebilir. Bu sembolü benimseyen İngiltere kraliçesi I. Elizabeth kendini "İngiltere Kilisesi'nin annesi" olarak tanımlamıştır. Nicholas Hilliard, I. Elizabeth'in "Pelikan Portresi" adı verilen resmini 1573 civarında yapmıştır. Kral James İncilinin 1611 yılında yapılan ilk baskının ön sayfasının alt kısmında, oval bir panel içinde yavrularını besleyen bir pelikan tasvir edilmiştir. Benzer pelikan tasvirleri Londra'daki St. Mary Abchurch gibi kiliselerin altar panolarında ve Essex'teki Belchamp Walter kilisesindeki duvar resimlerinde kullanılmıştır. Pelikanların yavruları için kendilerini feda etme özellikleri Orta Çağ'da hayvan hikâyelerini anlatan kitaplar sayesinde yaygınlaşmıştır. Kendini yaralayan pelikan sembolü armalarda da kullanılmıştır. Bu mit daha eskiye dayanan bir versiyonunda da İsa'nın ölümü ve tekrar dirilişi inancına paralel olarak, pelikan önce yavrularını öldürür ve daha sonra kendi kanını kullanarak tekrar canlandırır. Benzer şekilde bir Hindistan masalında da yavrularını kötü davranarak öldüren ve daha sonra kendi kanıyla onları tekrar canlandıran bir pelikandan bahsedilir. Pelikanın kendini yaralaması ve kanı ile yavrularını beslemesi söylenceleri muhtemelen pelikanın kendi gagası ile göğsünü yaralıyor izlenimi vermesinden kaynaklanmaktadır. Aslında pelikan boğaz kesesini tamamen boşaltabilmek için gagasını sıklıkla göğsüne bastırır. Başka bir olası çıkış noktası da pelikanın dinlenirken gagası göğsüne dayalı bir duruşa sahip olmasıdır, ayrıca tepeli pelikanın üreme mevsimi başında boğaz kesesinin kan rengine dönüşmesi de bu söylencenin ortaya çıkmasına yardımcı olmuş olabilir. Pelikanlar genellikle yavruları için kendini feda etme olarak görülen Hristiyanlık sembolizmi ile armacılıkta yaygın olarak kullanılmıştır. Bu imge "Corpus Christi" adı verilen Katolik yortusu ile bağlantılı hâle gelmiştir. Hem Oxford hem de Cambridge üniversitelerinin bu yortuya atfen Corpus Christi kolejleri vardır ve Cambridge ile Oxford'daki bu kolejlerin armalarında pelikan yer alır. Prag'da bulunan Karlova Üniversitesi'nin Tıp Fakültesinin amblemi pelikandır. İrlanda Kan Nakli Merkezi'nin sembolü de bir pelikandır ve merkezleri Dublin'de Pelikan Evi'nde bulunmaktaydı. Ak pelikan Romanya'nın ulusal kuşudur. Kahverengi pelikan üç Karayip ülkesinin ulusal kuşudur ve armalarında yer alır: Saint Kitts ve Nevis, Barbados ve Sint Maarten. ABD'nin Louisiana eyaleti de halk arasında "Pelikan Eyaleti" olarak bilinir ve eyalet kuşları pelikandır. Pelikan Louisiana'nın hem bayrağında hem de armasında yer alır. Aynı eyalette bulunan Louisiana Devlet Üniversitesi ile Tulane Üniversitesi'nin armasında da pelikan vardır. NBA takımı New Orleans Pelicans'ın, Tulane ve West Indies üniversitelerinin maskotudur. Portekiz bankası Montepio'nun logosunda bir ak pelikan vardır. 1996 yılında çıkarılan 1 Arnavut lekinin üzerinde bir pelikan tasvir edilmiştir. Kitap yayımevi Penguin Books'un markalarından birisi de Pelican Books'tur. Uzun İhsan Efendi Uzun İhsan Efendi, İhsan Oktay Anar'ın, Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabında geçen karakterlerden biridir. Ayrıca yazarın Kitab-ül Hiyel ve Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri adlı diğer iki kitabında da geçer. Yazar aslında bu karakterle kendisini de romanına sokmakta, kendisine gönderme yapmaktadır. Genelde bu karakter, yaşama dair felsefi sorunların dile getirildiği bir tip olarak ortaya çıkar. Bu kitaplardaki hikâyelerin akışında sürekli göz önünde değildir, her zaman görünmez. Puslu Kıtalar Atlasında, Uzun İhsan Efendi Rendekar dediği René Descartes'in (Dekart) felsefi meselesini sürdürür. Çanakkale Savaşı deniz harekâtları Çanakkale Savaşı deniz harekâtları, I. Dünya Savaşı'nda İtilaf Devletleri'nin Birleşik Filo ile savunmada kalan Osmanlı İmparatorluğu kara topçusu arasında 19 Şubat 1915'ten 18 Mart 1915'e kadar Çanakkale Boğazı'nda yapılan bir dizi deniz operasyonudur. Birleşik Filo'nun Çanakkale Boğazı'na karşı yaptığı 18 Mart tarihli en geniş kapsamlı saldırı, harekâtın son operasyonudur ve birçok kaynakta "18 Mart Deniz Savaşı" olarak geçmektedir. İtilaf Devletleri, Churchill'in çabalarıyla sadece donanmayla Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul önlerine ulaşmak ve Almanya ile ittifak olan Osmanlı İmparatorluğu'nu tek darbeyle teslime zorlama planını kabul etmişlerdir. Bu harekat için oluşturulan Birleşik Filo 3 Kasım 1914'te Boğaz'a karşı taarruzlarına başlamıştır. Boğaz'daki mayın ve topçu savunmasını çökertmek için asıl girişim 18 Mart 1915 tarihinde yapılmıştır. Bu muharebede Birleşik Filo'ya dahil üç zırhlı batmış, dört zırhlı da ağır biçimde hasar görerek savaş dışı kalmıştır. Birkaç gün içinde İtilaf Devletleri, Çanakkale Boğazı'nın sadece donanmayla geçilemeyeceğini, ancak kara ordusu ile Gelibolu Yarımadası'nın işgal edilmesiyle Boğaz'ın açılabileceğine karar vermiştir. Bu kararla 25 Nisan 1915 günü Yarımada'ya çıkarma yapılmıştır. I. Dünya Savaşı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun 28 Temmuz 1914 tarihinde Belgrad'ı bombalamasıyla fiilen başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu ise Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan etmesinden bir gün sonra, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Antlaşmanın imzalanmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş hazırlıkları tamamlanana kadar tarafsız görünmesine karar verilmiştir. Diğer deyişle antlaşma gizli tutuldu, Osmanlı "silahlı tarafsızlık" ilan etti. Ertesi gün ise seferberlik hazırlıklarına başlanmıştır. Bu arada Alman Akdeniz Filosu, Almanya'nın 4 Ağustosta Belçika'ya saldırmasıyla Filo'nun ana gücünü oluşturan ağır kruvazör Goeben ile hafif kruvazör Breslau, İngiliz kontrolündeki Cebelitarık'tan ya da Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz dışına çıkamaz duruma gelmiştir. Bunun üzerine Amiral Wilhelm Souchon 8 Ağustos'da İstanbul'a gitmeye karar vermiştir. Peşlerindeki İngiliz Filo'su önünde çekilen gemiler, 10 Ağustosta Çanakkale Boğazı önlerinde gelmiştir. Enver Paşa Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na "Gemilerin bekletilmeksizin içeri alınması" talimatını vermiştir. Gemiler 3 Ağustos'ta İstanbul önlerine gelmiş bulunmaktadır. Uluslararası antlaşmalar gereği bu gemilerin ya 24 saat içinde Osmanlı karasuları dışına çıkacak ya da silahtan arındırılarak enterne edilecektir. Ancak Alman büyük elçisinin şiddetle karşı çıkışı üzerine gemilerin Osmanlı İmparatorluğu'nca satın alındığının ilan edilmesi gibi bir çözüme gidilmiştir.Gemilere Osmanlı bayrağı çekilir. Goeben'in adı Yavuz, Breslau'nun adı da Midilli olmuştur. Bunun üzerine İngiltere, Çanakkale Boğazı çıkışını ablukaya alma kararı vermiştir. Bu tarihe kadar Malta Üs Komutanı olan İngiliz Amiral Carden, 20 Eylül'de "Abluka Filosu" Komutanlığı'na atanmıştır. Emrinde İngiliz Indomitable ve Indefatigable muharebe kruvazörleri, Dublin ile Glochester hafif kruvazörleri, Verite ve Suffren Fransız muharebe gemileri ve 12 muhrip, 6 denizaltı bulunmaktadır. Amiral Souchon'un 9 Eylül 1914 tarihinde Osmanlı Donanma Komutanlığı'na atanması ardından Amiral'in komutasındaki bir Osmanlı filosu 29 Ekim 1914 günü Karadeniz'e açılmış ve Rusya'nın Odessa, Sivastopol, Novorossisk  ve Feodosya limanlarını bombalamışlardır. Bu taarruz, Enver Paşa'nın 25 Ekimde Amiral'e verdiği yazılı emre dayanmaktadır. Rusya'nın askeri tepkisi 1 Kasım 1914 günü Kafkasya üzerinden Osmanlı topraklarına taarruz etmek olmuştur. Aynı gün İngiliz gemileri İzmir'i ve Kızıldeniz'deki Akabe limanını bombaladılar. 3 Kasım günü iki İngiliz ve iki Fransız savaş gemisi Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı istihkamlarını ateş altına aldılar. Üç gün sonra 6 Kasımda İngiliz birlikleri Basra Körfezi'nde Osmanlı topraklarına çıkarıldılar. Osmanlı İmparatorluğu böylece savaşa fiilen girmiştir. İtilaf Devletleri'nin Çanakkale Boğazı'na karşı bir askeri harekat kararı almalarına varacak kilometre taşlarından biri Çar II. Nikolay'nın İngiltere'ye yönelik talebidir. Çar bu talebinde –Boğazlar'dan söz etmeden- Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir askeri hareket ve askeri malzeme yardımı talep etmiştir. İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener bu isteklerin askeri harekat yanına olumlu yanıt vermişti. Çarlık'ın böyle bir askeri hareketten beklentisi Osmanlı'nın Kafkasya'dan bir kısım birliğini çekmek zorunda bırakılması, bunun da Rusya'nın bu cephedeki yükünü hafifleteceğidir. Diğer önemli bir kilometre taşı ise Yunanistan Başbakanı Venizelos'un, bir çıkarma yapılması durumundan Yunanistan'ın bu harekata askeri olarak katılabileceğini İngiltere'ye bildirmesiydi. Venizelos, 19 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı'na taarruz etmeye dayanan ayrıntılı bir planı İngiliz yetkililere iletmiş, bu taarruza Yunanistan'ın da birlik verebileceğini belirtmişti. Ancak Venizelos'un planında Bulgaristan'ın da İstanbul'a saldırması koşulu vardı. İngiliz askeri makamları planı incelemiş ve fazla şarta bağlı olması dolayısıyla uygulanmasının olanaksız olduğu yö
nünde rapor vermişti. Bulgaristan meselesi son derece akıllıca seçilmiş bir koşuldur. Osmanlı Ordusu'na her türlü Alman desteği için kullanılabilir tek ulaşım yolu olan demiryolu Bulgaristan üzerinden geçmektedir. Bu destek hattının kesilmesi, ancak Bulgaristan'ın İtilaf Devletleri tarafına geçmesiyle olanaklıdır. Diğer yandan İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi Sir Louis Mallet, Ağustos ayında Boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılmasının ardından Boğazların zorla geçilmesi yönünde bir öneriyi rapor etmiştir. Mallet, donanmanın geçmesinden sonra Boğazların kara birliklerince işgal edilmesi gerektiği görüşünü öne sürmekteydi. Bir yandan bu savaş planları yapılırken İngiliz Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşın dışında tutmaya çabalıyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde ilk askeri harekatının Süveyş Kanalı üzerine olacağı tahmin ediliyordu. Bu bölgeye Batı Cephesi'nden o sıralarda birlik kaydırılmasına olanak yoktu. Müstemlekelerden kuvvet aktarmak ise aylar alırdı. Diğer yandan müslüman ülkelerin, ki birçoğu İngiliz müstemlekesiydi, müslüman halkında ayaklanmalar olmasından ciddi biçimde çekiniliyordu. Bu endişelerin boşuna olduğunu zaman göstermiştir, Osmanlı davası uğruna müslüman ülkelerden, hatta kendi tebaasından dahi kayda değer bir destek olmamıştır. Bütün bu endişelerle İngiliz Hükümeti, Osmanlı'nın savaş dışı kalması şartıyla bir kısım öneri getirmiştir. Bu önerilere Fransa'nın, hatta Rusya'nın da desteği sağlanmıştı. Öneriler, Çanakkale Boğazı'nın ticari gemilere açılması ve Alman askeri personelinin sınır dışı edilmesi şartlarını içermektedir. Goben ve Breslau üzerinde ısrar ediliyordu. Bu gemilere, Ege'ye çıktıkları takdirde, eğer Alman askeri personeli taşıyorlarsa, Alman savaş gemisi işlemi uygulanacaktı, yani ateş açılacaktı. Çanakkale Boğazı'nın geçilerek İstanbul'un zorlanması fikrinin İngiliz Parlamentosu'nda ilk olarak 25 Kasım 1914 tarihindeki İngiliz Başbakanlık Toplantı Salonu'ndaki olağan toplantıda Churchill tarafından ortaya sürüldüğü kabul edilmektedir. Mısır'ın savunulması konusunda alınacak ek önlemlerin konuşulmasının hemen ardından söz alan Deniz Bakanı (Denizcilik Birinci Lordu) Churchill, Mısır ve Süveyş Kanalı'nı yerinde savunmanın pasif bir tutum olacağını öne sürerek konuşmasına başlamıştır. Bu bölgedeki kuvvetlerin büyük bölümünü, Avrupa'dan bir kısım kuvvetle takviye ederek Osmanlı İmparatorluğu'nun en zayıf noktasında saldırmanın daha uygun olacağını belirtmiş ve bu noktayı, başkent İstanbul olarak işaret etmiştir. Böylesi bir harekattan Churchill'in beklediği amaçlar, Rusya'ya yardım edilmesi, Bulgaristan ve Romanya gibi tarafsız ülkeleri, hatta Almanya yanında savaşa girmeye yaklaşan İtalya'yı ve taraf konusunda kararsız Yunanistan'ı etkilemek, Fransa ve Rusya cephelerinde kilitlenmiş görülen savaşa, Baklanlar üzerinden bir kuşatma ile çözüm bulmaktı. Diğer yandan Churchill, bol silah ve mühimmatla desteklenecek Rus Çarı'nın, milyonluk nüfusunu savaşa sürerek, Almanya'yı bu insan seli karşısında yıkacağını belirtmektedir. Bu ifadelere karşın o günkü toplantıda bu konu üzerinde bir görüşme açılmamıştır. Sonraki toplantılarda Savaş Bakanı Lord Kitchener, Fransa Cephesi'nin durumu nedeniyle Çanakkale için asker veremeyeceğini kesin olarak ifade etmiştir. Fransız orduları Başkomutanlığı da Batı Cephesi'nden başka bir yer için asker alınmasına şiddetle karşıdır. Bu durumda Churchill Çanakkale Boğazı'nı kendi komutasında olan donanmayla geçmenin yollarını aramıştır. Bunun üzerine 3 Ocak 1915'te Akdeniz'deki Amiral Sackville Carden'e "Boğazları sadece deniz kuvvetleriyle zorlama" konusunda görüş soran bir mesaj göndermiştir. Mesajda, mayın hatlarına kömür gemileri sürerek durumun değerlendirilebileceği notu vardır. Ancak Amiral Carden bunu mümkün görmediğini, bunun için büyük bir kuvvet gerekeceğini bildirmiştir. Churchill, bu kez "Tasarladığınız harekatın niteliğini, istediğiniz kuvvetin miktarını ve bunu nasıl kullanmayı düşündüğünüzü lütfen bildiriniz" içeriğinden bir mesaj göndermiştir. Amiral'in 11 Ocak'taki yanıtı ile bir görev kuvveti şekillenmeye başlamıştır. İki gün sonraki, 13 Ocak'taki Yüksek Savunma Konseyi toplantısında, Çanakkale Boğazı'nın sadece donanmayla zorlanması konusunda Deniz Bakanlığı'na ön yetki verilmiştir. Harekat için kesin karar ise Konsey'in 28 Ocak 1915 tarihli toplantısında alınmıştır. Toplantı tutanağında karar şu ifadeyle yer almaktadır. Esasen kara unsurlarının desteği olmadan, donanmanın tek başına İstanbul'u işgali girişimi bütün bütün Churchill'in çabaları sonucu uygulamaya konulmuş görünmektedir. Amiral Carden gibi Donanma Komutanı Lord Fisher de bu operasyona karşıydı. Kabaca 62 km. uzunluğundaki Çanakkale Boğazı, 1,2 km. ile 7 km. arasında değişen bir genişlik göstermektedir. Ege Denizi girişinde 3,2 km. genişliktedir. En dar olduğu kesim Çanakkale ile Kilitbahir Burnu arasıdır ve burada genişlik 1,2 km.dir. Boğaz boyunca yüzey akıntısı, Marmara Denizi'nden Ege Denizi yönündedir, dolayısıyla Marmara'ya geçen suüstü tekneleri için hız kesicidir. Çanakkale Boğazı'nın savunması kolordu düzeyindeki Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı sorumluluğundadır. Komutanlık, Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasında ittifak antlaşmasının yapıldığı 3 Ağustos'tan sonra, Başkomutanlık'ın emri ile 5 Ağustos 1914 tarihinde kurulmuştur. Komutanlık, hem İstanbul Boğazı, hem de Çanakkale Boğazı savunmasında sorumlu olan Alman amirali V. Usedom'a bağlıdır. Çanakkale Deniz Savaşı öncesinde Mevkii, Cevat Paşa komutasındaydı. Cevat Paşa'nın emrinde iki piyade tümeni ve çeşitli topçu bataryaları ve destek kıtaları bulunmaktaydı. Boğaz'ın savunması esas olarak mayın hatlarına dayanmaktadır. Ancak sahillere teşkil edilen top bataryaları gibi ek önlemlerle bu mayın hatlarının güvenliğinin sağlanması gerekmektedir. Seferberlik ilanının hemen ardından (3 Ağustos 1914), Boğaz'ın ana savunmasını oluşturmak üzere mayın hatları döşenmesi çalışmaları başlatılmıştır. Bunun için en uygun kesim, doğal olarak Boğaz'ın en dar olduğu aralıktır. Çanakkale Boğazı, girişten Kepez Burnu'na kadar görece geniştir. Nara Burnu'na kadar yeniden genişler ama Boğaz'ın en dar yeri Çanakkale kenti ile karşıda Kilitbahir arasıdır. Bu nedenle mayınlama çalışmaları Kepez Burnu önlerinden Çanakkale gerisine kadar olan kesimde yapılmıştır. Esasen Boğaz'a mayın döşenmesi ile ilgili elde hazır bir plan vardır. İki mayın hattı öngören bu plan İngiliz Deniz Kuvvetleri'nden bir subay tarafından hazırlanmıştı. İtilaf Devletleri Birleşik Filosu'nun Çanakkale Boğazı'na yönelik ilk saldırısının yapıldığı 19 Şubat 1915 tarihine kadar Boğaz'a 9 mayın hattı döşenmiştir. Bu hatlar 40 - 45 metre aralıkla, çoğunlukla 4 – 5 metre derinliğe (birinde 2,5 metre) aralıklarla atılmış mayınlardan oluşmaktadır. Bu mayınlama çalışmaları sırasında bazı mayınlar kısa süre sonra infilak etmiş, bazıları da akıntı nedeniyle sürüklenip işlemlerini yitirmişlerse de büyük kısmı ele geçirilip kullanılmıştır. Tüm bu çalışmalar ve sonrasındaki mayınmala faaliyetleri Müstahkem Mevkii Komutanlığı bünyesindeki Mayın Grup Komutanı Binbaşı Nazmi (Akpınar) Bey'in yakın gözetiminde gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmaların sonucunda 18 Mart'a kadar toplam 403 mayın kullanılmıştır. Tüm bu mayınların büyük kısmı, Ruslar tarafından Yavuz ve Midilli'nin Karadeniz'e çıkmasını önlemek için İstanbul açılarına döktükleri mayınların toplanmasından gelmektedir. Diğer bir kısım mayın ise, Trabzon açıklarından toplanan Rus mayınları, İzmir sularında ele geçen Fransız mayınları ve Balkan Harbi'nden kalma Bulgar mayınlarıdır. Bu şekilde ele geçen mayınlar Alman torpil uzmanı Yüzbaşı Goehl tarafından tek tek kontrol edilmiştir ve toplam 145 adet olarak Çanakkale Boğazı'nda kullanılmıştır. Hatlar halinde dökülen mayınlardan bir kısmı zaman içinde, esas olarak güçlü fırtınalar nedeniyle yerlerinden koparak akıntıya kapılmıştır. Mayın üretimi olmadığı için bu mayınlar fazlasıyla değerliydi. Bu yüzden, çarpıp havaya uçma tehlikesi göze alınarak su üstünden toplanmasına çalışılmış, büyük bir kısmı bu şekilde toplanmıştır. Mayınlama önlemleri yanında zamanı geldiğinde akıntıya bırakılarak İtilaf Devletleri gemilerine doğru sürüklenmeleri için 13 mayın ayrılmış ve bunların suya bırakılması için gereken düzenlemeler yapılmıştır. Liman von Sanders başkanlığında bir Alman heyetinin Osmanlı ordusunu geliştirmek için Türkiye'ye gelmesinden sonra hem İstanbul, hem de Çanakkale Boğazı'nın savunma Komutanlığı'na Amiral Usedom getirildi. Ardından 42 Alman subay ve eri Çanakkale'ye gelerek göreve başladılar. Bu sayı 18 Mart 1914'e kadar 24 subay ve 432 eri bulmuştur. Hamidiye Tabyası tümüyle Alman subay ve erlerinin kontrolündeydi. Bu tarihlerde Çanakkale Boğazı'nın savunması oldukça yetersizdir. Koruganlar zayıf, eski toplardan oluşan bataryalar yetersizdi, değişik cins ve çapta toplarla donatılmıştı. Bu nedenle mevcut topçu mühimmatı birbirine uymamaktaydı. Mesudiye gibi artık denizde görev yapamayacak kadar eski askeri gemilerden sökülen toplarla yeni bataryalar oluşturulmuştu. Böylece farklı çapta mühimmat ve top uyumsuzluğu artmıştı. Zaten elde güçlü bir topçu savunmasına yeterli olandan çok daha az mühimmat vardır. Mayın hatlarının korunması ve Boğaz'dan geçişin engellenmesi için etkili bir savunma kurabilmek amacıyla Almanya'dan güçlü toplar ve mühimmat sipariş edildi. Ancak bu toplar ve mühimmat, Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki kara yolu üzerinde bulunan Bulgaristan ve Romanya'nın savaşta henüz tarafsız konumda olmaları nedeniyle Çanakkale Deniz Savaşı boyunca Osmanlı makamlarına teslim edilemedi. Sonuçta boğaz topçu savunmasında değişik çapta 230 top bulunmasına karşın bunlardan çoğu oldukça eskiydi. En iyilerinin bile atış menzili 7–8 km civarında olup, sadece 82 adeti donanma toplarıyla düello edebilecek nitelikteydi. Almanya'ya bir miktar uzun menzilli ağır top ve cephane siparişi verilmişti. Bu haliyle Çanakkale Boğazı’nın savunma düzeni, her iki kıyıda konuşlandırılmış topçu bataryaları ile boğaza döşenmiş olan mayın hatları bile
şimidir. Diğer yandan mevcut tahkimatlar yeniden düzenlendi, güçlendirildi. Işıldakların sayısı ona çıkarıldı. Karadaki topçu bataryaları üç grup halinde tertiplenmiştir. Dış savunma, orta savunma ve iç savunma (Merkez Tahkimat'ı) düzenidir. Boğazın ana savunma düzeni, Merkez Tahkimat kesimidir. Uzun menzilli toplar ve mayın hatları Merkez Tahkimat bölgesinde yerleşiktir. Ayrıca düşman gemilerini yanıltmak için üç tahkimat bölgesinde de sahte topçu mevzileri yapılmış, bunlara duman çıkartacak araçlar eklenmişti. Böylece bu sözde bataryalar ateş açar görünümü vererek düşman gemilerinin ateşini üzerlerine çekeceklerdi. Boğazı ve mayın hatlarını koruyan tabyaların bir kara harekatına karşı güvenliği yoktur. Gelibolu Yarımadası'nın en dar yerindeki Bolayır civarında üç ana tabyadan oluşan bir savunma vardı. Ancak Gelibolu Yarımadası sahillerine yapılacak bir çıkarma harekatı için kara savunması mevcut değildi. Bu eksikliğin giderilmesi için Tekirdağ'daki 3. Kolordu'nun Gelibolu'ya kaydırılmasına karar verilmiştir. Üçüncü Kolordu Komutanı bu tarihte Balkan Savaşı'nın Yanya Savuması'ndaki başarısıyla bilinen Esat Paşa'dır. Kurmay başkanı ise Fahrettin Altay'dır. Saldırı gücü için Carden'in Akdeniz filosu güçlü savaş gemileriyle desteklendi. Böylece Çanakkale Boğazı'nı zorlamak için Birleşik Filo oluşturuldu. Amiral Carden 11 Ocak tarihli raporunda 12 muharebe gemisi, üçü ağır olmak üzere altı kruvazör, 16 muhrip, 12 mayın tarayıcı, 6 denizaltı ve çeşitli sınır gemiler gerekeceğini bildirmişti. İstediği bu gemilere ilaveten emrine yeni hizmete girmiş olan Queen Elizabeth ile Irresistible zırhlıları da verilecektir. Fransız Hükümeti tarafından, harekat için Amiral Guépratte komutasında dördü zırhlı, dördü denizaltı olmak üzere 26 parçalık bir filo tahsis edileceği bildirildi. Churchill de İngiliz gemilerini Amiral Carden komutası altına girmek üzere bölgeye hareket ettirmiştir. Bu şekliyle filoda orta ve ağır çapta 247 namlu bulunmaktadır. Asker sıkıntısı nedeniyle harekat başlangıçta sadece deniz kuvvetlerine dayanmaktayken, Şubat başında, kraliyet denizcilerine destek olmak üzere 29. Britanya Tümeni de Mısır'da eğitim görmekte olan Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerine katıldı. Savaşın o aşamasında, bu kara birliklerinin Boğaz'da değil İstanbul'un işgalinde kullanılması öngörülmekteydi. İngiliz denizaltıları, 1914 yılından itibaren, asıl savaş henüz başlatılmadan, saldırıya geçmişlerdir. İngiliz amiral Carden komutasındaki Abluka Filosu, 20 Eylül 1914 gününden beri Yunanistan sınırları içindeki Dedeağaç'tan İzmir Körfezi'ne kadar tüm Kuzey Ege kıyılarında bir abluka uyguluyordu. Komutası altındaki üç İngiliz ("B9", "B10" ve "B11") ve üç Fransız ("Joule", "Saphir" ve "Marioette") denizaltısı bu görev için kullanılıyordu. Bu denizaltılarla Marmara Denizi'ne geçilip geçilemeyeceği araştırılmak istendiğinde bu iş için B – 11 kullanılmasına karar verilmiştir. Gelibolu Yarımadası'nın işgali için çıkarmalar yapıldığı 25 Nisan 1915 gününden hemen sonra da, bölgedeki Osmanlı kuvvetlerinin (5. Ordu) deniz üzerinden asker, mühimmat ve erzak ikmalini engellenmek için denizaltı operasyonları, bölgeye gönderilen yeni denizaltıların da katılımıyla yapılmıştır. Bu harekatlar sırasında İtilaf Devletleri'ne ait 13 denizaltı kullanılmış ve Çanakkale Boğazı'nı 27 kez geçme girişiminde bulunulmuştur. Bu teşebbüslerde 3 İngiliz denizaltısı ve 3 Fransız denizaltısı ile bir Avustralya denizaltısı batmış, bir Fransız denizaltısı da ele geçirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denizaltı harbindeki gemi kayıpları ise toplam tonajı 21 bin ton olan 8 askerî gemi ("Mesudiye", "Barbaros Hayreddin" zırhlıları, "Yarhisar" muhribi, "Peleng-i Derya", "Nur-ül Bahir" gambotları, Nara ve Sakız destek gemileri ile toplam tonajı 38.500 ton olan Şirket-i Hayriye ve Haliç Şirketi'ne ait 31 ticaret gemisi batmıştır. Bunların yanı sıra 200'den fazla küçük tekne ve mavna da batırılmıştır. Toplam gemi kaybı 63.516 tondur. Bu denizaltı harekatları her ne kadar 5. Ordu'nun savaş gücünde yıkıcı bir hasar yaratmadıysa da, Osmanlı İmparatorluğu'nun gemi, insangücü, malzeme ve mühimmat yönünden ağır sayılabilecek kayıplara uğramasına neden olmuştur. Sonuç olarak asker nakliyatı mayıs ayı ortalarından itibaren Trakya üzerinden kara yoluyla yapılmaya başlanmıştır. Bu durumda 12 saat gerektiren nakliyat bir haftayı bulmuştur. Diğer ikmal maddeleri sevkiyatı da kara yoluna kaydırılmıştır. Sonuç itibarıyla Müttefik denizaltı operasyonları cephe kuvvetlerinin ikmalini zor, zahmetli, zaman alıcı hale getirmiş ve en azından altı kat daha pahalıya mal olmasına yol açmıştır. Özellikle mühimmat nakliyesinde yaşanan gecikmeler cephelerde belirgin sıkıntılar yaratmış, hatta bazı taarruzların sırf bu yüzden ertelenmesine neden olmuştur. Bir diğer önemli ikmal malzemesi olan tıbbî malzeme sevkiyatındaki gecikmelerin de ölümcül olması tabidir. Bütün bunların sonucunda denizyoluyla ikmal kademe kademe terk edildi. Öyle ki Müttefik Donanma Komutanlığı, 1915 yılı Aralık ayı itibarıyla Marmara Denizi'nde hedef yokluğundan denizaltı operasyonlarına son vermeye karar vermiştir. İtilaf Devletleri'nin Çanakkale Boğazı top bataryalarına karşı ilk girişimi, Osmanlı Donanması'nın Yavuz ve Midilli'nin de katıldığı Karadeniz'deki Rus limanlarını bombalamasına bir misilleme olarak 3 Kasım 1914 günü altı kruvazörle yapılmıştır. Bu tarihte henüz Boğaz'ın zorlanması yönünde alınmış bir karar yoktur. Söz konusu karar 25 Ocak 1915 tarihli İngiliz savaş konseyi toplantısında alınacaktır. Birleşik Filo'nun Amiral Carden tarafından hazırlanan taarruz planı dört aşamalıydı: Birinci, ikinci ve üçüncü aşamalarda sırasıyla dış, orta ve merkez tahkimatlar yok edilerek mayın hatları temizlenecek, son aşamada ise kalan mayın hatları temizlenerek donanma Marmara’ya girecekti. İlk aşamaya 19 Şubat 1915'te başlandı. Ancak bundan önce Çanakkale Boğazı önlerinde devriye gezen İngiliz gemileri 3 Kasım'da Dış Tahkimat bölgesini 17 dakika süren bir topçu taarruzu yapılmıştır. Bu taarruz, menzilin çok dışından yapıldığı için top başında yapacak bir şey yoktu. Personel uygun sığınaklara çekilmiştir. Mermilerden biri Seddülbahir Kalesi içindeki cephaneliğin 3 metre kalınlıktaki toprak dolgusunu ve tavanını delerek içeride patlamıştır. Cephanelikte 11 ton barut ve 360 ağır top mermisi bulunmaktaydı. İçeride sığınmış olan 5 subay ve 81 er şehit olmuş, 23 er yaralanmıştır. Birleşik Filo'nun plana uygun ilk harekâtı 19 Şubat 1915 günü başlatıldı. Plana göre, Boğaz'ı zorlama harekâtının ilk aşamasında Dış Tahkimatın, yani Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları ile Avrupa yakasındaki Ertuğrul ve Seddülbahir tabyalarının imha edilmesi öngörülüyordu. Harekât, Birleşik Filo'nun 12 gemisiyle yapılmıştır. Filodaki gemiler üç grup halinde savaşa sürüldüler. Birinci grupta Inflexible, Agamemnon, Queen Elizabeth, ikinci grupta Vengeance, Albron, Cornwallis, Irresistible, Triumph ve Fransız gemilerinden oluşan üçüncü grupta ise Suffren, Bouvet, Charlemange ve Gaulors yer almaktadır. Söz konusu gemiler Osmanlı mevzilerine karşı 170 namluyla ateş açmışlardır. Filodaki bu topların çaplarına göre sayıları, 30,5 cm.lik 48, 23,4 cm.lik 20, 16 cm.lk 20, 15 cm.lik 56, 10,5 cm. 26'dır. Boğaz'ın Dış Tahkimat'ında hazır bulunan toplar ise 19 ağır top, 6 havan ve 4 mantelli toptur. Sabah 09:50’de başlayan harekâtın ilk bölümünde hedef olan tabyalar 7.700 – 15.000 yardadan (7 – 13,7 km.) ateş açmışlardır. Osmanlı topçusu menzilleri kısa olduğu için karşılık verememiştir. Zırhlılardan bazıları kıyılara sokularak tabyaları yan ateşine almışlardır. Saat 14:00 dolaylarında gemiler ilerleyerek 5 – 7 km.den atışa geçince Osmanlı tabyaları karşılık vermeye başlamıştır. Saat 16:40'ta Orhaniye Tabyası ateşini fazla yaklaşan Vengeance Zırhlısı üzerine toplamıştır. Bunun üzerine diğer zırhlılar ateşlerini Orhaniye Tabyası'na yönelttiler. Birleşik Filo'nun 7,5 saat süren taarruz yaklaşık olarak bin mermi harcanarak saat 17:30'da sona erdirilmiştir. Osmanlı tabyalarında kayıp ikisi subay olmak üzere 4 şehit ve 11 yaralıdır. Toplarda hasar yoktur. Havanın kararması üzerine saat 17:30'da donanma geri çekilmiştir. Taarruz başarılı olmamıştı. Bunun nedeni, gemilerin yeterince yaklaşmadan, uzaktan ateş açması ve sık sık yer değiştirmiş olmalarına bağlanmıştır. Dolayısıyla Dış Tahkimat'a taarruzun yenilenmesi gerekiyordu. Birleşik Filo'nun zırhlılarının 7,5 saat içinde bin mermi kullanarak dövdüğü Osmanlı tabyalarının susturulamaması bir başarısızlıktı. Ancak yine de bir kazanım vardır. Birleşik Filo Komutanlığı, Osmanlı tabyalarının yan ateşe alınabilmek gibi bir zaafı olduğunu böylece anlamıştır. Ayrıca tabyaların vurulmasının yeterli olmadığı ortaya çıkmıştı. Tabyadakiler, gemiler atış menzillerinin dışındayken siperlere çekilmekteydiler. Gemiler menzile girince top başı edip ateşe başlamaktalar, gerektiğinde yakınlarda patlayan top mermilerinin yığdığı toprağı temizleyip topları yeniden ateşe hazır hale getirmektedirler. Bu durumda, her topun, tek tek vurulup imha edilmesi gerekmektedir. Saldırı gecesi Osmanlı komutanlığı, Gelibolu Yarımadası'nın batı sahillerinde, olası bir çıkarma hareketine karşı bazı önlemler almıştır. Bu arada saldırıya uğrayan tabyalarda tüm gece boyunca hasarların giderilmesi için gereken çalışmalar yapıldı, toplar yeniden ateşe hazır hale getirildi. Bozan hava sebebiyle bir sonraki saldırı ancak 25 Şubat 1915 günü başlatılabilmiştir. Fakat bu arada muhriplerin koruması altında, zaman zaman Osmanlı topçusunun ateşi altında 25 Şubat'a kadar dış kesimde mayın taraması yaptılar. Ancak buralara zaten mayın atılmamıştı. Saat 09:45'te önceki saldırıda yer alan zırhlılar belirlenen atış hatlarına gelmişlerdir. Queen Elizabeth 10.600 yarda (yaklaşık 9,7 km.) demirleyip ateşe başladı. Agamemnon daha yakın bir mesafeye demirlemiştir. Zırhılar, Osmanlı topçu menzili dışında demir atarak ateşe başladılar. Hem cepheden, hem de yandan ateş altına alınan Osmanlı tabyalarında personel top başı yapamadılar. Fakat saat 10:17'de
Ertuğrul Tabyası Agamemnon zırhlısına karşı ateşe başlamıştır. İzleyen 15 dk. içinde yedi isabet alan Agamemnon orta derecede hasar görmüştü ve mürettebattan 8 kişi yaşamını yitirmişti. Bu arada önce Orhaniye Tabyası'ndaki uzun menzilli iki top, sürekli ateş etmekten aşırı derecede ısınmış, namlular kızarmış ve namlu çemberi parçalanmıştır. Orhaniye Tabyası'nın susturulduğunu düşünen zırhlılar bu kez ateşlerin Ertuğrul Tabyası'na topladılar. Buradaki toplar da kısa süre sonra aynı duruma gelmiştir. Dahası Ertuğrul'da iki top isabet almıştır. Tabyalar öğleüzeri artık ateşi kesmişlerdir. Saat 13:45'te Vengeance ve Cornwallis Boğaz'a girerek Ertuğrul ve Orhaniye'ye ateş açtılar. Boğaz dışındaki zırhlılar da ateşe katıldı. Kumkale ve Seddülbahir tabyalarında durum daha ağırdı. Bu tabyalardaki toplar, hem kendilerinin hem de cephaneliklerin isabet alması nedeniyle ancak dörder mermi kullanabilmişlerdir. Saat 16:00 itibarıyla Amiral Carden, mayın tarama teknelerinin boğaza girmesi için emir vermiştir. Bu tekneleri ateşiyle koruyacak olan Albion, Vengeance ve Triumph altı destroyerle birlikte Boğaz'dan içeriye doğru 1,8 km. kadar girdiler. Albion Anadolu yakasına, Triumph da Avrupa yakasına yanaşarak tabyaları seri ateş altına aldılar. Orhaniye Tabyası'ndan bir top Albion'a sadece bir mermi atabilmiştir, sonra silindiri parçalandı. Seddülbahir Tabyası'nda ise havan bataryaları Triumph'un menzil dışında kalması nedeniyle ateş açamadılar. Sonuç olarak uzun menzilli topları olan Orhaniye Tabyası sadece tek bir mermi kullanabilmiş, Ertuğrul Tabyası ise 74 mermi kullanmış ama 8 isabet almıştı. İki batarya da gün sonunda tümüyle imha olmuştur. Personel kayıpları ise 13 şehit, 19 yaralıdır. Boğaz'ın Dış Tahkimatı'nın imha edilmesi Avrupa'da beklenenin üstünde sonuçlar doğurmuştur. Bükreş'ten gelen bir istihbarat raporunda İtalya'nın İtilaf Devletleri yanında savaşa katılması yönünde büyük bir ümit olduğu belirtilmekteydi. Olayın Bulgaristan'da yarattığı etki de bu yönde görülmekteydi. Sonuçları daha elle tutulur etkiler ise Rusya ve Yunanistan üzerindedir. Rusya, İstanbul Boğazı'nın Karadeniz kıyılarında yapılacak bir harekata 40 bin mevcutlu bir ordu ile katılacağını bildiriyordu. Yunanistan Başbakanı Venizelos, Gelibolu Yarımadası'na yapılacak bir çıkarma için üç tümenlik bir kuvvet hazırlayacağını, Kral'ın da bu konuya olumlu bakacağını bildirmiştir. Ancak Rusya, 2 Mart'ta Atina'daki elçisine Yunan kuvvetlerinin Çanakkale Savaşı'na katılmalarını kabul edemeyeceğini açıkça bildirmiştir. Birer kopyası Londra ve Paris'e gönderilen telgrafta ""Müttefiklerin İstanbul'a karşı yapacakları taarruza Yunan kuvvetlerinin iştirak ettirilmesine asla müsaade edemeyiz"" denilmektedir. Yunan Genel Kurmayı da bir gün sonra Gelibolu'ya çıkarma yapmak için artık çok geç kalındığı görüşündedir. Yunan Kralı, muhtemelen hem Genel Kurmay'ın, hem de Rusya'nın durumundan etkilenmiş ve Venizelos'un önerisini kabul etmediğini bildirmiştir. Fakat en ilginç tepki Chicago'dan gelir. Rus buğdayının artık serbestçe Avrupa'ya akacağı beklentisiyle alımlar ertelenir ve Chicago buğday borsasında fiyatlar "baş döndürücü bir hızla düşer." Bu arada İstanbul'daki durum da son derece gergindir. Öyle ki Saray'ın ve Hükümet'in Konya'ya taşınması için gereken hazırlıklar başlatılmıştı. Hazinenin, müzedeki kutsal emanetlerin ve saraydaki değerli eşyanın nakliyesi için gerekli planlamalar yapılmıştı. Amiral Carden, harekatın gidişatından umutlu görünmektedir, 2 Mart'ta Londra'ya "Hava güzel gittiği takdirde 14 gün sonra İstanbul'da olacağını bildiren bir telgraf çekmiştir. Amiral Carden'in planının ikinci aşaması da beklenilen sürede, beklenilen sonuca ulaştırılamamıştır. Amiral Carden 9 Mart'ta Deniz Bakanlığı'na gönderdiği raporda bunun nedeni olarak hareketli topları göstermektedir. Carden'e göre bu silahların yerleri ""… saptanmadıkça, Boğaz'a giren tüm gemiler tehlikeyle karşı karşıya kalmaktadır."" Hareketli toplar ve obüsler esas olarak mayın tarama tekneleri (balıkçı tekneleri) üzerinde etkili olmaktadır. Fakat ""'… her geçen gün isabet oranları artmaktadır."" Diğer yönden tabyaların uzaktan bombalanması etkili bir sonuç getirmemektedir. Yakın mesafeden ateş gereklidir. Ancak mayın endişesi yüzünden gemiler tabyalara yaklaşamamaktadır. Mayınların temizlenmeye çalışılmasında ise hareketli toplar etkili bir ateş sağlayarak bu girişimleri sekteye uğratmaktadır. Bu nedenle daha çok geceleri sürdürülen mayın tarama çalışmaları 16 – 17 Mart gecesine kadar aralıklarla sürdürülmüştür. Ancak bu çalışmalarda mayın hatları üzerinde tatminkar bir sonuç elde edilemedi. Üstelik personel kayıplarının yanı sıra mayın tarama gemilerinin de yarısı kaybedilmişti. Amiral Carden'in "isabet oranlarının artması" tespiti, 13 Mart gecesi çok belirgin bir hal almıştır. Amethyst Kruvazörü korumasında mayın taramasına çıkan tekneler yine ateş altına alınmıştır. İki teknenin tüm persoleni ölmüş, pek çok kişi yaralanmıştı. Teknelerden ancak iki tanesi ığrıp düzenini denize salmayı başarabildiler. Çoğunun donanımları tahrip oldu. Dört balıkçı teknesiyle iki istimbot ağır hasar gördü. Osmanlı topçusunun 974 top mermisi ateşlediği gecenin kayıpları, çoğu Kruvazör'de olmak üzere 27 ölü ve 43 yaralıdır. Savaşın geldiği noktada Rumeli yakasında Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile Anadolu yakasında Kumkale ve Orhaniye tabyaları, yani Boğaz'ın Dış Tahkimatı tahrip edilmiş durumdaydı. Amiral Carden'in planının ikinci aşaması olan Orta Tahkimat bölgesinin emniyete alınması için 26 Şubat – 8 Mart arasındaki çabalardan tatminkar bir sonuç alınamamıştır. Her ne kadar mayınların temizlenmesi çok büyük zorluklarla da olsa başarıldı kabul ediliyorsa da –gerçekte yoktu- bu kesimdeki topçu bataryaları imha edilememişti. Buradaki hareketli topların, bir kara kuvvetinin harekatı olmadan etkisiz kılınması ise pek olanaklı görülmüyordu. Dolayısıyla mayın temizleme işleri daha ileriye götürülememişti. Bununla birlikte Amiral Carden 14 Mart tarihli raporunda "zorlu ve sürekli bir harekat yapılması zamanının geldiğini tamamıyla kabul ediyordu. Mayın tarlalarını gündüzün, donanmanın ateşi altında temizleyerek, Boğaz'ın dar kısmındaki istihkamlara, olanca kuvveti ile taarruz edecekti." Amirallik üst komutanlığı bu öneriyi 15 Mart'ta onaylamıştır. Yine de Mondros Limanı'da toplanan kara kuvvetlerinin, deniz harekatıyla sonuç elde edilmesinin mümkün olmadığı kesin belirleninceye kadar kullanılması düşünülmüyordu. Dahası, bir kara harekatı giderek daha güç görünmekteydi. Gözlemler, "Tükler… kunduzlar gibi çalışıyorlar" diye özetleniyordu. Her sabah yeni yeni siperler ve tel örgüler görülüyordu. Bu kuvvetin de Gelibolu Yarımadası'nda kullanılmasına gerek yoktu, "Türklerin Yarımada'yı ümit edilmekteydi". Lord Kitchener'in, bölgede inceleme yapmak ve rapor vermekle görevlendirilen General Birdwood'a gönderdiği 4 Mart tarihli mektubunda bu kuvvetle ilgili olarak, "Donanmanın, Türk donanmasını batırdıktan sonra yapacağı ilk iş İstanbul Boğazı'nı Rus donanmasına açmak olacaktır. Bu Rus donanmasının refakatinde 40.000 asker bulunacak olup karada yapılacak olan harekat bu kuvvetle ortak olarak yapılacaktır." deniliyordu. Birdwood'un bu mektuba cevabı, donanmanın bu işi yardımsız başaracağından kuşkulu olduğunu, bu olsa bile nakliye gemilerinin, imha edilemeyen hareketli topların ateşi altında kalacağını, bu yüzden Gelibolu yarımada'sına bir çıkarma yapmanın gerektiğini belirtiyordu. Savaş Konseyi'nin 10 Mart'taki toplantısında 29. Tümen'in Akdeniz'e gönderileceğini beyan eden Lord Kitchener, "İstanbul'a karşı yapılacak olan harekat"tan söz etmektedir. Ertesi gün askeri doktorun emriyle Amiral Carden'in adı hasta listesine kaydedildi. Amiral, 16 Mart'ta komutayı de Robeck'e devretmiştir. Durum de Robeck'e 17 Mart'ta bildirilmiştir. Sonuçta karar kılınan plan, Osmanlı Merkez Tahkimat bataryaları etkili bir ateş altına alınır alınmaz, mayın tarama işler, gece dahi sürdürülerek bir kanal açılacak, ertesi gün filo, Kepez Koyu, Sarısığlar Koyu'na ilerleyecek, yakın mesafeden Merkez Tahkimat topçusunu tahrip edecek, ardından buradaki mayınlar temizlenecektir. Mart ayı ortalarında Müstahkem Mevkii Komutanlığı eli altında toplam 230 top bulunmaktadır. Bu toplardan 36 tanesi gemilerden sökülen toplardır. Bunlar, 150 mm.lik 8, 75 mm.lik 7, 57 mm.lik 9 ve 47 mm.lik 12 adettir. Ancak bu toplardan sadece 78'i 18 Mart'taki çatışmaya katılmıştır. Onyedi mantelli top ise uçaksavar topu olarak görev yapmaktadır. Birleşik Filo'nun ise muharebeye katılan 276 namlusu vardır. Osmanlı Donanması'ndan hiçbir gemi bu muharebeye katılmamıştır. Donanmayı "Boğaz'a sokmak, bir modern gemi de olsa, onları gözden çıkarmak olurdu." Mart 1915 başında Osmanlı'nın Çanakkale'de Bleriot XI-2 tipi tek bir keşif uçağı bulunuyordu. 3 Mart 1915 günü Üsteğmen Cemal Bey ve makinisti Vahran Usta bu uçakla keşif görevine çıktıklarında, haftalardır gördüklerinden farklı bir manzarayla karşılaştılar. Boğazın girişinde İngiliz mayın arama gemisi yoktu. Birkaç keşif turundan sonra mayınların bir bölümünün gemilere geçit verecek biçimde temizlendiğini gördüler. 1000 metre yükseğe çıkarak fark edilmeden kumandanlığa dönüldü ve mayınların temizlendiği rapor edildi. Bunun üzerine Nusrat Mayın Gemisi'ne görev verildi. Görev sabahı öncesinde, İngiliz karakol gemisinin kötü hava koşulları nedeniyle yerini terketmesi de görevi kolaylaştırmıştı. Müstahkem Mevkii Komutanlığı, Boğaz'a bir saldırının kademeler halinde yapılacağını, ilk kademeyi oluşturan gemilerin cephanesi bitince geri çekilerek yerlerini ikinci kademe gemilere bırakacaklarını doğru olarak tahmin edebiliyordu. Geri çekilen gemilerin de Çanakkale Boğazı’nın en geniş yeri olan Erenköy önlerindeki koyda (Karanlık Liman) dönüş manevrası yapacakları düşünülmüş ve Merkez Tahkimat bölgesindekilere ek olarak bu rota üzerine de bir mayın hattı öngörülmüştü. Nusrat Mayın Gemisi, Albay Cevat komutasında bu limana 8 Mart 1915 sabahı 05:00 dolaylarında toplam 26 mayını gizlice dökmüştür. On birinci hattı oluşt
uran bu mayın hattı, Orta Tahkimat bölgesine, sahile yakın olarak, kıyıya paralel dökülmüş, bulunmamaları için ters yerleştirilmişlerdir. Nitekim daha sonra bu mayınlar savaşın gidişatını etkileyen ve muhtemelen İtilaf Devletleri'ni deniz harekâtından caydıran en büyük etken olmuştur. O tarihlerde 8 metre derinlikteki mayının, hava keşfinde bin metre irtifadan görülebileceği kabul ediliyordu. Bozcaada'da yapılan denemelerde de mayınların dikkatli bir havacı tarafından rahatlıkla görülebildiği anlaşılmıştı. Yine de Karanlık Liman üzerinde yapılan hava keşfinde mayınlar görülememişti. Bu uçuşun pilotu ertesi gün kurşuna dizilmiştir. Almanya'dan bu dönemde gelen 3 uçaktan ilki 17 Martta deniz yoluyla Çanakkale'ye ulaştı. Aynı gece hemen montajı yapılan uçak, 18 Mart sabahı Osmanlı Uçak Birlikleri Komutanı Yüzbaşı Serno komutasında keşif görevine çıkmak için hazırdı. Bu zamanlama savaşın kaderini etkileyen faktörlerden biri oldu. Uçağın gözcü subayı da deniz Önyüzbaşı Schneider idi. Taarruz günü olan 18 Mart 1915 perşembe sabahı bulutsuz ve rüzgarsız, sakin bir sabahtır. Güneşin görünmesiyle birlikte sis kalkmıştır. Keşif uçuşundaki Alman pilot Yüzbaşı Serno’nun uçağı Çanakkale Boğazı açıklarında bir keşif yapmış, Boğaz yönünde 19 zırhlı ve kruvazörün savaş düzeni ile ilerlediklerini rapor etmiştir. Pilot Cemal Bey’in uçağından gelen rapor da bunu doğrulamıştır. Bu bilgiler üzerine Çanakkale Müstahkem Mevkii derhal silah başı yapmıştır. Amiral de Robeck, bombardımana katılacak ağır gemilerini plana uygun olarak üç grup halinde düzenlemişti. Birinci tümen (filo), kendi yönetimindeki en güçlü dört İngiliz zırhlısından oluşuyordu (Queen Elizabeth, Lord Nelson, Agamemnon, Inflexible). Görevleri, A Hattı olarak belirlenen 13 km. gibi uzak bir mesafeden Osmanlı Merkez Tahkimatını bombardıman altına almak ve izleyen gruplara ön destek oluşturmaktı. İkinci Tümen, Fransız Amiral Guépratte komutasında dört Fransız zırhlısıdır. Birinci grubun taarruzundan 1,5 -2 saat sonra B Hattı olarak tanımlanan çizgiye ileri çıkarak söz konusu tahkimatı 5–6 km. mesafeden bombalayacaklardır. Bu iki grubun atış planı, İngiliz zırhlıları Osmanlı tahkimatlarını uzak mesafeden baskı altına alırken, Fransız zırhlılarının aynı tahkimatları yakın mesafeden ateş altına alarak imha etmesi içindir. Üçüncü tümen ise kendi içinde üç gruba ayrılmış 10 İngiliz zırhlıdan oluşmaktadır: Vengeance, Irresistible, Albion, Ocean birinci ve ikinci tümen gibi yan yana saf tutacaklar; Majestic, Prince George, Swiftsure, Triumph yanlardan ileri çıkan koruma görevi üstlenecek; kalan iki gemi ise (Canopus ve Cornwallis) geride yedek olacaktır. Bunlar harekata katılan yüksek tonajlı zırhlılardır. Bunların yanı sıra mayın tarama gemileri ile kruvazörler ve destroyerler de harekâta destek vereceklerdir. Amiral de Robeck, 12 km. genişlikte ve 7–8 km. uzunluktaki bir manevra alanında, 4'ü Fransız 12'si İngiliz olmak üzere 16 zırhlı, 4 kruvazör, 14 destroyer, 7 denizaltı, 21 mayın tarama gemisi, otuzdan fazla bot, bir muhrip ana gemisi, bir gambot ve çeşitli destek gemilerinden oluşan 100 parçalık bir donanmayla harekâta girişmiştir. Mayın tarama işleminin ise harekatın 2. saatinde başlatılması öngörülmüştür. Mayın taramasıyla Çanakkale'ye kadar 800 metre genişlikte güvenli bir koridor açılacaktır. 18 Mart sabahı saat 10:30'da Agamemnon rehberliğinde 1. filo, A hattını oluşturarak ve arkadan 2. filo tarafından desteklenerek Boğaza girmiştir. A hattındaki gemiler ve hedefleri soldan sağa Queen Elizabeth – Anadolu Hamidiye, Agamemnon – Rumeli Mecidiye, Lord Nelson - Namazgah ve Inflexible – Rumeli Hamidiye'dir. İlk İngiliz hattı saat 11:00'den itibaren Kumkale gerisinden açılan obüs ateşi altına girdiler. Saat 11:30'da ateş hatlarına ulaşana kadar bu ateşin şiddeti artmıştır. Bu hatta ulaşınca hedeflerine 14 bin yarda (yaklaşık 12,8 km.) ateşe başladılar. İlk ateşe başlayan Queen Elizabeth'dir, on dakika sonra A hattı zırhlılarının tümü ateş açmış bulunuyordu. Gemiler hız keserek Boğaz'ın akıntısı üzerinde hareketsiz kaldılar. İlk yarım saatlik bombardıman umut verici görünüyordu, Osmanlı tabyalarından ya hiç karşılık verilmiyor ya da birkaç mermi ateşleniyordu. Bu görünüşü izleyen Amiral de Robeck, 12:06'da B hattı zırhlılarına, A hattı arasına geçmeleri emri vermiştir. Fransız zırhlıları ilerlemeye başladığında o ana kadar sessiz kalmış bazı Osmanlı bataryaları da ateşe başlamışlardır. İlk anda Inflexsible'ye düşen bir mermi prova direğini parçaladı ve yangın çıkardı. Üç dakika sonra taretlerden biri parçalanmıştır. Sonraki iki dakika içinde üç top mermisi güvertede patladı. Kısa süre sonra bir mermi kontrol kulesinde patlamış ve geminin ateş kontrolünden sorumlu yarbayı ağır yaraladı. Yedi dakika sonra pruva çanaklığının gemiden uçtuğu görüldü. Bataryalarla iletişim de kesilmişti. Queen Elizabeth de isabetler almaktadır. Top ambarı hasar gördükten sonra vinçler parçalandı ve ön bacada büyük bir delik açıldı. Bu arada, A hattı zırhlılarının ateşe başlamasından 10 dk. sonra Erenköy güneyindeki 4 obüsten oluşan bir batarya ateşini Agamemnon'a toplamış ve 12:45'te tüm ateşi hedefi üzerine oturtmuştu. Sonraki 25 dk. içinde Agamemnon'a 12 isabet kaydettiler. Ancak beş mermi borda zırhında patlamış, hasar vermemişti. Diğer yedisi ise zırhlının güvertesinde hasar yaratmıştır. Gemi komutanı bunun üzerine yerinden ayrılarak bir daire çizdi ve yeniden eski yerine geldi. İlerleyen Fransız hattı tabyalara 9 bin metre yaklaştığında Osmanlı bataryalarının ateşi de en üst noktaya gelmiştir. Bouvet, ağırlıklı olarak Rumeli Mecidiye'den açılan ateş altında, direkleri, bacaları parçalandı ve gemi sancak tarafına yattı. Sekiz isabet alan zırhlının ön tareti devre dışı kalmıştır. Diğer yandan Gaulois ve Charlemange de hasar almaktaydı. Sufffen, 14 dakika içinde 14 isabet almıştı ve yangınlar başladı. Yine de saat 13:45'e doğru ateş giderek zayıfladı. Bazı toplar isabet alarak, bir kısmı da arızalanarak görev dışı kalmıştır. Bir kısım top, enkaz altında kalmıştır. Telefon hatlarında kopmalar olduğundan gözetleme ve komuta yerleriyle temasları kesilmişti. Bu durumda top başındaki personel, bir bakıma körleme atış yapıyordu. Bunların bir kısmı gemi dürbünlerinden izlenebiliyordu. Saat 14:00'e doğru ağır topların ateşinde seyrelme görülmekteydi fakat halen şiddetini korumaktadır. Bu durumu izleyen Amiral de Robeck bunun üzerine mayın taramaları, Kepez Burnu ilerisini temizlemek için harekete geçirmiştir. Fakat kısa süre içinde Osmanlı topçu ateşiyle üç mayın tarama ile bir destroyer batmıştır. Bu olay üzerine gemiler geri çekilme emri aldılar. Bu arada Rumeli Mecidiye ateşini Inflexible üzerine toplamıştır. Hemen ardından Anadolu Mecidiye de aynı hedefe döndü. Inflexible, art arda aldığı isabetlerle duman ve ateşler içinde kalarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Boğaz'ın batı kıyılarında Fransız Gaulois iki isabet almıştır. Kıç güvertesindeki patlama ciddi bir hasar vermemişti. Diğer isabet ise sancak baş omuzlukta su kesiminin üstündeydi. Ancak burada 7 metreden geniş bir yarılma oldu ve gemi su almaya başladı. Olabildiğince hızlı Boğaz'dan ayrılan gemi Bozcaada yakınlarındaki Tavşan Adası'nda batmadan karaya oturtulmuştur. Bu sırada geri dönüş manevrası yapan Bouvet, saat 15:15 gibi Karanlık Liman'da Nusrat'ın atmış olduğu bir mayına çarpmıştır. Daha sonra sancak tarafındaki taret hizasındaki patlamanın, Osmanlı bataryalarının ateşiyle taret cephaneliğinin isabet almasıyla olduğu ileri sürülmüştür. Bu görüş, zırhlının rotasının Nusrat'ın döktüğü mayın hattından geçmediğini ileri sürmektedir. Gemi üç dakika içinde alabora olarak, 710 kişilik mürettebattan 660 kişiyle birlikte batmıştır. Saat 16:45'ten sonra Anadolu ve Rumeli Mecidiye tabyalarını ateşlerini bu kez İrresistible üzerine topladılar. Bir patlama geminin arka bacasını parçalarken bir mermi de su kesimi altına isabet etmiştir. Durumunu toparlamaya çalışan Irresistible bu kez sancak tarafından bir mayına çarptı. Yedeğe alma olanağı da olmadığından saat 17:50'de boşaltıldı. Gece karanlığı çöktüğünde kurtarılmaya çalışılacak olan gemi bu durumuyla Rumeli Mecidiye Tabyası'ndan yaklaşık 9,1 km. mesafededir. Gemi, özellikle Dardanos bataryasının ateşi altında, yaklaşık olarak saat 19:30'da batmıştır. Irresistible'nin durumu Amiral de Robeck'in geri çekilme emri vermesine neden olmuştur. Bu arada Ocean Zırhlısı Dardanos ve Soğandare bataryalarını yoğun ateş altına alarak çekilmekteydi. Saat 17:30 sıralarında Rumeli Mecidiye'den Ocean'a üç top mermisi ateşlenmiştir. İlk ikisi kısa düştü ama üçüncüsü geminin dümen tertibatını parçaladı. Rumeli Mecidiye Tabyası, gün içindeki çatışmalarda ağır hasar görmüş, personelden 14 kişi yaşamının yitirirken 24 kişi de yaralanmıştır. Aldığı isabetle Ocean, manevra yapamaz duruma gelmiştir. Yaklaşık olarak 35 dk. sonra, 18:05 gibi Irresistible'ın 1 mil kadar ilerisinde mayına çarptı. Üç muhrip, Coln, Jedm ve Chelmer yardım için yanaştı. Ancak yapılabilecek bir şey yoktu ve gemi, Osmanlı topçusunun iki kıyıdan çapraz ateşi altında 19:30'a kadar tahliye edildi. Gemi, Morto Körfezi'ne kadar sürüklenmiş, burada saat 22:30 dolaylarında batmıştır. Gün sonunda savunmanın kaybı, Türk tarafından 79 ölü ve yaralı, Alman tarafında 18 ölü ve yaralıdır. İtilaf Devletlerinin kaybı ise 800 ölüdür. 18 Mart Deniz Savaşı'nda Birleşik Filo'nun üç zırhlısı, Irresistible, Bouvet ve Ocean mayına çarparak batmıştır. Diğer bir zırhlı Gaulois sürekli su aldığından ancak karaya oturtularak batmaktan kurtarılmıştır. Fransız zırhlısı Suffren, havuza alınması zorunlu olacak derecede ağır hasar görmüştür. Inflexsible de ağır hasarlıdır. Buna karşın Filo Komutanı de Robeck, raporunda yeniden taarruz edebilecek durumda olduğun belirtmiştir. Hamilton, Amiral de Robeck'in Amiral Wemyss'e 18 Mart'ta gönderdiği mesajda da batan gemiler hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra "Diğer gemilerde bir yaralanma yok ve tahkimatları tahrip ettik." diye yazdığını belirtmektedir. İngiltere'de Savaş Kurulu'nun 19 Mart'taki toplantısınd
a da iyimser görüş hakimdi. "Uygun görüldüğü takdirde taarruzun tazelenmesi konusunda amirale müsaade edilmesine" karar verilmiştir. Ayrıca kayıpları kısmen karşılamak üzere 5 muharebe gemisi gönderilecekti. Ancak yine Hamilton'a göre Amiral de Robeck'ten kendisine gelen mesajın son kısmında "Kalelerde ve tahkimatlarda büyük patlamalar meydana getirdik ama, hasar ne derecede, kestirmek zor" diye yazdığını belirtmektedir. Ancak Ian Hamilton'dan gelen bir telgraf Lord Kitchener'in, deniz harekatı hakkındaki umudu kırılmıştı. Queen Elizabeth'de 22 Mart'ta yapılan bir konferansta Amiral de Robeck de Hamilton'un kuvvetleri yardım etmedikçe Birleşik Filo'nun Boğaz'dan geçemeyeceği görüşünde olduğunu açıklamıştır. Amiral Wehmyss de bu görüşe katıldı. Hamilton, Amiral de Robeck'in sözlerini tırnak içinde vermektedir, "Artık kara birliklerinin desteği olmadan Çanakkale Boğazı'nın aşılamayacağına kesinlikle kanaat getirdiğini" söyledi demektedir. Deniz Kuvvetleri Kurmayları arasında de Robeck'in görüşü kısa sürede hakim oldu. Churchill'in Amiral'in görüşünü değiştirmek için sürdürdüğü telgraf trafiği durumu etkilemedi ve 27 Mayıs'da Amiral de Robeck'e görüşünün kabul edildiği resmen bildirildi. Ancak, 18 Mart'ta uğranılan "…ağır kayıp karşısında, bu teşebbüsten vazgeçilmesi, artık hiç düşünülemezdi." Bu durumda Hamilton kuvvetleriyle Gelibolu Yarımadası'nın işgali, Boğaz'daki tahkimatın ele geçirilmesinden sonra Filo'nun Boğaz'ı geçmesine karar verilmiştir. 18 Mart'tan esas olarak Gelibolu Yarımadası'na çıkarmaların yapıldığı 25 Nisan 1915 tarihine kadar Birleşik Filo Boğaz girişinde mayın tarama çalışmalarına ve kara bombardımanlarına devam etmiştir. Osmanlı üst komutanlığı önceden de bir kara harekatı beklentisi taşıyordu. 18 Mart'tan sonra bu beklenti daha da bir güç kazanmıştır. Bu durumda Gelibolu Yarımadası'ndaki kara birliklerini yeniden güçlendirmeye gitmeye karar verilmiştir. Fakat öncelikle halen Eğitim Kurulu Başkanı olarak Türkiye'de çalışmakta olan Alman generali Otto Liman von Sanders Başkomutanlık emriyle 5. Ordu Komutanı olarak atanmıştır. Çanakkale Boğazı'nın topçu yönünden takviye edilmesi için Barbaros Hayreddin Zırhlısı'ndan 4 tane 105 mm.lik, Hamidiye'den 4 tane 120 mm.lik, Turgut Reis ve yine Barbaros Hayreddin'den 4 tane 280 mm.lik topun karaya yerleştirilmesine karar verilmiştir. Ayrıca tabyalarda yeni düzenlemeler yapılmıştır. Çanakkale Savaşı deniz harekâtları'nın, özellikle de 18 Mart Deniz Savaşı'nın 20. yüzyılın deniz savaşlarından belirgin farkları vardır. Bu deniz muharebelerinin en önemlileri hep açık denizde, çok geniş bir alanda yapılmıştı ve hiçbir gözlemci bulunduğu yerden tüm muharebe sahasını gözlemleyememiştir. 18 Mart Deniz Savaşı ise iki kara arasındaki dar bir deniz yolu üzerine, sınırlı manevra olanağı veren bir muharebe alanında yürütülmüştür. Herhangi bir gözlemci, geceleri dahi ışıldakların aydınlattığı kadarıyla tüm savaş alanını gözleyebilmekteydi. Diğer yandan Çanakkale Savaşı deniz harekâtları'nın tümü (denizaltı harekâtları hariç) iki deniz gücü arasında değil, esasen bir tarafın savaş filosuyla, karşı tarafın kara topçusu arasında geçen bir dizi çatışmadır. Her ne kadar her şey, 4 mil uzunluğunda ve 1 mil genişliğindeki bir deniz ve çevresindeki sırtlarda gerçekleşiyorsa da, bu su yolunun kaybedilmesi, Osmanlı İmparatorluğu için sadece bir muharebenin değil, savaşın bütün bütün kaybedilmesi olacaktır. Arıburnu Cephesi Arıburnu Cephesi, 25 Nisan 1915 tarihindeki Arıburnu Çıkarması ile başlayan ve 6 Ağustos 1915 tarihine kadar süren çarpışmaları kapsayan, Çanakkale Savaşı'nın bir parçası olan cephedir. Bu tarihte Müttefik kuvvetlerce üçüncü bir cephe olarak açılan Anafartalar Cephesi ile birleşmiştir. Arıburnu Çıkarması, 25 Nisan 1915 günü Gelibolu Yarımadası’nın Ege Denizi sahillerinde, “Anzak Koyu” olarak bilinecek olan kumsal ve civarına Anzak Kolordusu tarafından yapılan çıkarmadır. Müttefiklerin Çanakkale Seferi komutanı General Sır Ian Hamilton’un emrinde kullanabileceği kuvvet iki tümenli Anzak Kolordusu, 2 İngiliz tümeni ve bir Fransız tümenidir. Esas çıkarma sahili de Seddülbahir bölgesi olarak bilinen Gelibolu Yarımadası’nın güney ucudur. Ancak toplam mevcudu 75 bini bulan bu kuvvetin Seddülbahir sahillerindeki dar kumsallara çıkartılması olanaksızdır. Bu nedenle General Hamilton, Anzak Kolordusu için bir başka çıkarma sahili aramıştır. Bu sahil, Kabatepe’nin hemen kuzeyinden başlayan kumsal olarak belirlenmişti. Eldek kuvvetin bir bölümünü farklı bir sahile çıkarmadaki amaç, bir yandan sahile çıkarılması gecikecek kuvvetleri bir an önce muharebeye sokmaktır. Diğer yandan da Anzak Kolordusu, asıl çıkarma bölgesinin daha kuzeyine çıkartılarak ileri harekata geçecek ve Seddülbahir Cephesi'ni savunan Osmanlı kuvvetlerinin geri hatlarını saracaktır. Anzak Kolordusu'nun ilk hedefi Conk Bayırı - Kocaçimen Tepesi hattını ele geçirerek Maltepe yönünde ilerlemektir. Sonraki aşama, Alçıtepe'yi işgal etmiş olan Seddülbahir kuvvetleriyle birleşerek Kilitbahir platosuna taarruz edilecektir... General Sır Ian Hamilton’un savaş planında iki tümenli Anzak Kolordusu’nun çıkarma sahası Kabatepe ile Küçük Arıburnu arasındaki kumsal bölgedir. Plana göre bu çıkarma bölgesindeki kuvvetin taktik hedefi, Conkbayırı-Kocaçimentepe (305 m.) hattında Maltepe yönünde ilerlemek, Eceabat’da Çanakkale Boğazı’na ulaşmak ve Seddülbahir Cephesi’ndeki Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilme ve takviye hattını kesmektir. Çıkarma yapacak Anzak Kolordusu Komutanı General William Birdwood’un planı; çıkarmaya müteakip, sahile ilk atılan örtü kuvvetinin, Kocaçimen – Conkbayırı – Kemalyeri – Kavak Tepe – Kabatepe hattını ele geçirmekti. Çıkarma planı, olabildiğince fazla örtü kuvvetinin karaya atılması ve çok hızlı bir şekilde bu kuvvetin takviye edilmesini hedeflemektedir. Dört bin kişilik örtü kuvveti, Albay Sinclair Mac Lagan komutasındaki 3. Avustralya Tugayı, 1. İstihkam Bölüğü ve bir sahra hastanesinin yarı mevcududur. (1915 yılının Temmuz ayına kadar Avustralya ve Yeni Zelanda ordularında tugay komutanlarının rütbesi albaydı) Bu kuvvetinin karaya atılması üç kademede planlanmıştır. İlk adımda 1.500 kişilik bölüm, ardından da 1.250’şer kişilik iki bölüm karaya çıkarılacaktır. Bu kademelendirme, eldeki çıkarma filikalarının kısıtlı sayıda askeri karaya taşımaya olanak vermesindendir. Bu örtü kuvvetinin karaya atılmasının ardından 1. Avustralya Tümeni’nin tümü hızla çıkartılacaktır. Plana göre saat 09:00’a kadar üç tugay sahile atılmış olacaktır. Çıkarma öncesinde yapılan hava keşifleri ve çeşitli kaynaklardan gelen istihbarata göre, sahilin hemen gerisindeki sırtlarda Osmanlı savunması çok güçlü değildir. Bu istihbarata göre çıkarma öncesinde hazırlık ateşi açılması çok gerekli değildir ve yapılmamasına karar verilmiştir. Hem gerekli değildir hem de çıkarmanın bir baskın etkisi yaratacak olması açısından çok avantajlıdır. Örtü kuvveti, Osmanlı'nın zayıf kuvvetlerini sahile hakim sırtlardan atarak hızlı bir şekilde bu sırtları işgal edecekler ve Osmanlı karşı taarruzlarını karşılayabilecek şekilde tahkim edeceklerdir. Çıkarmanın ve çıkarmanın taktik hedefinin sağlanabilmesi için bu zorunludur. Bu çerçevede örtü kuvvetini oluşturan 1. Avustralya Tümeni’nin 3. Tugayı, Conkbayırı’ndan Kabatepe’ye kadar uzanan sırtı ele geçirmekle görevlidir. Hemen ardından sahile çıkacak olan 2. Avustralya Tugayı ise Kocaçimen Tepe’den Balıkçı damları’na kadar olan kesimi tutarak çıkarma sahilinin sol kanadını tutacaktır. 1. Avustralya Tümeni’nin 1. Tugayı ise ihtiyat olarak tutulacaktır. 5. Ordu Komutanı General Sanders’in kişisel değerlendirmesi ve Çıkarma öncesinde yapılan hava keşifleri ve çeşitli kaynaklardan gelen istihbarata göre, sahilin hemen gerisindeki sırtlarda Osmanlı savunması çok güçlü değildir. Bu istihbarata göre çıkarma öncesinde hazırlık ateşi açılması çok gerekli değildir ve yapılmamasına karar verilmiştir. Hem gerekli değildir hem de çıkarmanın bir baskın etkisi yaratacak olması açısından çok avantajlıdır. Örtü kuvveti, Osmanlı'nın zayıf kuvvetlerini sahile hakim sırtlardan atarak hızlı bir şekilde bu sırtları işgal edecekler ve Osmanlı karşı taarruzlarını karşılayabilecek şekilde tahkim edeceklerdir. Çıkarmanın ve çıkarmanın taktik hedefinin sağlanabilmesi için bu zorunludur. Arıburnu Cephesi de Seddülbahir Cephesi gibi Albay Halil Sami Bey’in 9. Tümeni’nin savunma bölgesidir. Albay Halil Sami Bey, bu bölgede Yarbay Mehmet Şefik Bey komutasındaki 27. Alay’ı görevlendirmiştir. Alay’ın mevcudu iki bin kadardır. Yarbay Mehmet Şefik Bey, Mareşal Sanders’in savunma düzeni gereği emrindeki 2. Tabur’u kıyıların gözetleme ve savunması için yaymış, diğer iki taburunu Eceabat’ın batısındaki zeytinliklerde konuşlandırmıştır. Bölüğün ağır makineli tüfek bölüğü (dört tüfek) buradadır. 2. Tabur, Azmakdere – Çamtepe arasındaki 12 km.lik bir kıyı şeridine yayılarak düzenlenmiştir ve bir tabur için fazlasıyla uzundur. Yarbay Mehmet Şefik Bey, Tabur Komutanı Binbaşı İsmet Bey'e verdiği emirlerle, taburun üç bölüğünü tüm sorumluluk bölgesindeki kıyılara yayarken dördüncü bölüğü Kabatepe'nin 1,5 km. doğusunda ihtiyata almıştır. Tabur karargâhı da buradadır ve Alay karargâhı ile telefon bağlantısı vardır. Bölükler kuzeyden güneye doğru 8., 7. ve 6. bölüklerdir ve sahillere takımlar halinde, yer yer manga düzeyinde yayılmıştır. Taburun görev bölgesinde 9. Tümen’in üç topçu bataryası bulunmaktadır. Bir dağ bataryası olan 7. Batarya, Kanlısırt üzerinde bulunmaktadır ve Kabatepe kıyılarını kuzeyden yan ateşi altına alacak şekilde konuşlandırılmıştır. Diğer iki batarya ise Kabatepe’nin doğu yamaçlarında bulunmakta ve ateş bölgesi Kabatepe kuzeyindeki kumsal ve Arıburnu sahilleridir. İhtiyatın özellikle Kabatepe gerisine alınması ve bataryaların ateş yönlerinin ayarlanma şekli, Alay Komutanı’nın bu bölgeye verdiği önemi göstermektedir. Kabatepe’nin hemen kuzeyinde, bir çıkarma harekatı için çok uygun, 1 km. uzunlukta bir kumsal bulunmaktadır. Buraya yapılacak bir çıkarma harekatı, Yarımada’nın derinliklerine
doğru yelpaze gibi yayılmak konusunda olanaklara sahip olurdu. Alay Komutanı’nın öngörüsü son derece yerindedir. Gerçekte Anzak Kolordusu’nun planlanan çıkarma kumsalı burasıydı. Akıntı nedeniyle bu bölgenin 1.5 km. kadar kuzeyine, daha sarp kıyılara çıkmışlardır ama, bu yüzden daha zayıf bir direnmeyle karşılaşmışlardır. Çıkarma yapılan bölgede iki manga güçünde bir Osmanlı kuvveti bulunmaktadır. Taburun 8. Bölük Komutanı, 25 Nisan gecesinin ilk saatlerinde açıklarda bazı belirsiz karaltılar gözlemiş, durumu geriye bir haberci göndererek Tabur Komutanı’na rapor etmiştir. Tabur komutanı ise telefonla 27. Alay karargâhına bildirmiştir. Alay Komutanı Yarbay Mehmet Şefik Bey, telefonla 9. Tümen Komutanlığı’ndan emir talep etmiştir. Tümen Komutanlığı’ndan saat 05:45’de ileri hareket için emir gelmiştir. Arıburnu sahillerinde bir çıkarma hareketi beklenmesi gerektiği yönündeki haberlerin Tümen Komutanlığı’na ulaştığı sıralarda, Seddülbahir’deki çıkarma hareketleri başlamıştı. Tümen Komutanlığı’nın 27. Alay’a ileri hareket emri vermesindeki gecikme bu nedenle idi. İlk çıkarma dalgası akıntı nedeniyle hedeften saptı, planlanan yerin 1.500 m. kuzeyine, yani Arıburnu sahiline-sonradan Anzak Koyu olarak adlandırılan koy-yanaştı. Hata, sahile yaklaşılırken fark edilmiş, daha kuzeye düşmemek için yapılan manevra da düzensizliğe yol açmıştı, bölükler birbirine karışmış olarak sahile çıkmışlardı. Bu düzensizliğin üstüne, sahile 50 m. yaklaştığında Osmanlı gözcü müfrezesinin ateşiyle karşılanmıştı. Sonuçta örtü kuvvetinin ilk dalgasını oluşturan kıtalar, 48 filika ile saat 04:25’de sahile karışık bir halde çıkmışlardır. İkinci dalga saat 04:40’da sahile çıkmaya başladığında karışıklık daha da artmıştı. Örtü kuvvetini oluşturan 3. Avustralya Tugayı’nın üç taburunun eratı birbirine karışmış durumda idi. Savunmanın kuzey kesiminde, Balıkçı Damları denen bölgede, sahile yaklaşan filikalara 8. Bölük’ün 1. Takımı ateş açmıştır. Filikalardaki bir bölükten 100 kişi ölmüş, sahile çıkabilen 40 kişiden sağ kalabilen 18 kişi güney yönünde çekilmiştir. Çıkarmanın hemen ardından örtü kuvvetinin ilk kademesini oluşturan 1.500 kişilik kuvvet, üç kol halinde ilerlemeye başlamıştır. Soldaki kol Yükseksırt – Serçetepe - Kocaçimen, merkezdeki kol Merkeztepe - Kanlısırt, ve üçüncü kol da Yeşiltarla - Kabatepe hattında ilerlemiştir. Çıkarma sahilinin kuzey kesiminde ilerleyen kol, Serçetepe sırtı ve Cesarettepe’deki Osmanlı postalarını atarak bu tepeleri işgal etmek için ilerlemişlerdir. 12. Tabur komutanı Albay Clarke’ın yönettiği bu harekatla, Albay Clarke’ın da aralarında bulunduğu kayıplara karşın bu sırtlar işgal edilmiştir. Balıkçı damlarındaki Osmanlı müfrezesi, ileri hareketi sürdüren bu üç bölüğü geri püskürtmüştür. Ancak takım, savunmanın merkez kesimini geri atan Anzak birliklerinin Cesarettepe üzerinden kuzeye akması üzerine mevzilerinden çekilmiştir. Zaten takımın cephanesi de bitmek üzeredir. Takım komutanı, elinde kalan iki manga kadar askerle Conk Bayırı yönünde çekilmeye karar vermişti. Bu iki manga asker, günün ilk saatlerinde Düztepe – Conk Bayırı hattında ilerleyen Anzak kollarına ateş açarak ileri hareketi durdurmaya çalışmıştır. Cephanesi biten müfreze, daha sonra Conk Bayırı yönünde çekilmiştir. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in Conk Bayırı’nın düşmesini önlemesi sırasında onun komutasına girecektir. Savunmanın merkez kesiminde, sahilden ilk açılan ateş, Küçük Arıburnu ve Büyük Arıburnu arasındaki kıyıdaki iki mangalık müfrezedir. Sahile yanaşan istimbotların uğultusu üzerine alarma geçmiş, filikaları kıyıya yanaştıkları anda hep birlikte ve yoğun bir ateşle karşılamışlardır. Gerçekte manga erleri geç ateş açmışlardır. Filikalar henüz deniz üzerindeyken ateş açılmış olsaydı daha ağır kayıp verdirilecekti. Filikaların böylece sahile sürekli asker çıkarması sonunda bu iki manga geri çekilmiştir. Anzak örtü kuvvetlerinin ilk kademesi kıyılara indikten sonra ileri hareketlenmiştir. Sahilin hemen gerisinde ve sahile hakim konumdaki Haintepe’deki bir takım kadar olan Osmanlı müfrezesi, iki yandan sarılana kadar mevzilerinde kaldı. Müfrezeden, ancak birkaç er, yaralı komutanlarını taşıyarak geri çekilebildiler. 8. Bölük Komutanı, ihtiyattaki 3. Takım’la birlikte ileri çıkarak daha gerideki Cesarettepe – Yükseksırt hattını tutmuştur. Bir süre bu bölgeye olan taarruzları karşılamışlardır. Fakat daha sonra bir Anzak taburunun taarruzu ile Cesarettepe kuzeyinden ilerleyen Anzak birlikleri arasında kalmıştır. Bölük ve Tabur Komutanlarının yaralanması ve kuşatma tehlikesi üzerine Takım’dan sağ kalanlar geri çekilmişlerdir. Çıkarma bölgesinin merkez kesimini savunan bu birliğin de çekilmesiyle Anzak birliklerinin Conk Bayırı yönünde önü açılmış oldu. Savunmanın güney kesiminde, Keltepe’yi tutan 7. Bölük’ten bir takım kadar Osmanlı kuvveti, saat 05:00 e kadar Anzak kuvvetlerinin ilerlemesini karşılamıştı. Ancak bu saatte üç Anzak bölüğü taarruzu, takımı geri atmıştır. Anzak birlikleri serbest buldukları Kanlısırt üzerine yayıldılar ve buradaki 7. Dağ Bataryası’nı baskına uğratarak üç topu ele geçirdiler. Batarya erleri, atların açılan ateşle yaralanması ya da ölmesi yüzünden toplardan ancak birini kaçırabilmişlerdir. Hemen ardından Kabatepe’yi işgal etmekle görevli üç bölük de Kanlısırt’ın güney uzantısındaki Osmanlı siperlerini, subaylarının tümünün yaralanmasına karşın işgal etmiştir. Albayraksırtı – Süngübayırı hattını tutmakta olan 7. Bölük’ün diğer unsurları bu üç bölüğün Kabatepe yönündeki ileri hareketini durdurmayı başarmıştır. Tabur’un, Kabatepe’nin 1,5 km. doğusundaki ihtiyattaki 5. Bölük’ü de Topçular sırtı güneyinden ilerlemekte olan Anzak taburunu karşılamıştır. Bu Bölük ve 7. Bölük’ün sağ kanadındaki takım, Anzak birliklerinin Kabatepe yönündeki ilerlemesini durdurmuş, Kanlısırt’dan ileri geçmesini engellemişlerdir. Gün ağardığında, saat 05:00 dolaylarında Osmanlı topçu bataryaları ile Birleşik Donanma topçusu ateşe başlamıştır. Çıkarma planında öngörülen topçu bataryaları sahile alınamamıştır. Öğleden hemen sonra, sahilde ve ileri hatlarda bataryaların yerleştirilmesi için alan bulunamadığı için, bu bataryaların sahile çıkartılması ertelenmişti. Çıkarma günü akşamına kadar Anzak birlikleri kara topçusu desteği göremediler. Fakat deniz topçusu, sahillere iyice yanaşarak Osmanlı mevzilerini ve yaklaşma hatlarını yoğun bir biçimde ateş altına alabilmiştir. Kabatepe ve Palamutluk sırtlarındaki Osmanlı bataryaları, sahile yanaşan filikalara yönelik ateşe gün ağardığında başlamıştır. Özellikle Kabatepe’deki batarya, çıkarma sahilini ateş alanı olarak seçmiştir. Sahile asker ve malzeme taşıyan teknelere yönelen ateş, çıkarmanın programdan bir hayli sapmasına neden olmuştur. Bu gecikmenin de etkisiyle sahile çıkarılan bölükler bekletilmeden ileri hatlara sürülmüş, ancak böylece dört taburlu 3. Avustralya Tugayı, istihkam personeli ve seyyar hastane sahile yerleşebilmiştir. Bununla birlikte günün ilerleyen saatlerinde çok başka nedenlerle de çıkarma işlemlerinde gecikmeler yaşanmıştır. Akşam üstüne doğru, saat 17:00 dolaylarında 1. Avustralya Tümeni Karargâhı'nda gece tüm mevzilerin tahliyesi olasılığı üzerinde düşünülmekteydi. Sahil boyunca bu yönde çeşitli söylentiler yayılmaktaydı. Bazı Anzak taburlarının savaş ceridelerinde bu konu yer almaktadır. Bu yüzden asker çıkartmak için demir yerlerine yanaşan bazı filikalardaki birliklerin sahile çıkışları 23 saate yakın bir süre bekletilmiştir. Saat 05:00 dolaylarında sahile çıkan 3. Avustralya Tugayı ve örtü kuvveti komutanı Albay Sinclair Mac Lagan, çıkmakta olan kıtaları sol kesimdeki Kılıçbayır yönündeki ileri harekatı desteklemek için yönlendirmektedir. Gerçekten Kılıçbayır önemli bir yükseltidir. Öncelikle, çıkarma sahilinden Kocaçimen tepe yönünde ilerlenebilecek tek hattın üzerindedir. Ayrıca bu bölgeden güneye doğru uzanan sırtların güvenliği açısından da Kılıçbayır stratejik konumdadır. Çıkarma bölgesinin merkez kesimi olan bu sırtlarda Osmanlı gözcü mangalarının ısrarlı ateşi Anzak birliklerinin ilerlemesini büyük ölçüde yavaşlatmaktaydı. Saat 07:00 dolaylarında çıkarma sahilinin güney (sağ) kanadında Kanlısırt tümüyle Anzak birlikleri tarafından işgal edilmişti. Bu saatte Albay Sinclair Mac Lagan, Kanlısırt’ın batı kenarı boyunca, Merkez tepeye kadar siper kazılması talimatı vermiştir. Oysa örtü kuvvetine verilen görev, daha doğudaki Top sırtının da işgal edilmesiydi. Birliklerin dağınık olması dolayısıyla Mac Lagan, bu hatta ilerlemeyi sakıncalı bulmuştur. Aynı saatlerde çıkarma sahilinin diğer kesimlerinde de ilk sıradaki sırtlar Anzak birliklerince ele geçirilmişti. Sayıca az Osmanlı gözcü kuvvetleriyle girişilen çatışmalar Anzak birliklerinde ciddi kayıplara neden olmaktadır. Özellikle ateş hattındaki bölüklerde subayların çoğu yaralanmıştır. Buna karşın Conkbayırı’nın hemen güneybatısından çıkarma sahilinin güney kenarındaki Kabatepe’ye (Kabatepe hariç) kadar uzanan sırt ve tepeler ele geçmiştir. İleri çıkmış olan müfrezelerden birinin bulunduğu sırttan, 5,5 km. doğudaki Çanakkale Boğazı görülebilmekteydi. Örtü kuvvetinin tümü karaya atılmış ve Osmanlı kuvvetlerinin kayda değer bir direnişi görülmemişti. Sırtlardaki Osmanlı direnişi, ileri harekatı yer yer engelliyor, genel olarak geciktiriyordu ama sahili tehdit edecek bir harekat gösteremiyordu. General Sır Ian Hamilton da dahil olmak üzere Müttefik komutanlar, çıkarmanın bir baskın olarak amacına ulaştığına karar vermişlerdir. Osmanlı tarafında, çıkarmada görevli destroyerlerin demir yerlerine yönelik seyrek topçu ateşi ve zayıf gözcü birliklerin ateşinden başka bir direnme olmamaktadır. Osmanlı'nın, bölgede çıkarmayı karşılayacak bir kuvveti olmadığı anlaşılmıştı. Zaten sırtlardaki Osmanlı direnişi, tek bir tabura bağlı dağınık unsurların, cephaneleri yettiği kadar sürdürebildikleri bir direnmedir. Buna karşın sırtlarda yer yer süren çatışmalarda kayıplar artmakta, sahile yağan takviye talepleri karşısında çıkan tüm birlikler derhal ateş hattına gönderilmektedir, sahilde ihtiyat tutulamamaktadır. O
ysa, 1. Avustralya Tümeni'ni oluşturan üç tugaydan biri, plan gereği sahilde ihtiyat olarak tutacaktı. Çıkarma, zorluklara karşın aralıksız sürmektedir. Albay Sinclair Mac Lagan, bir Osmanlı karşı taarruzundan endişe duymaktadır. Özellikle sağ kanatta Kanlısırt taraflarında bir Osmanlı karşı taarruzunun her an gerçekleşebileceği düşünülmektedir. General Liman Von Sanders’in, ana kuvvetleri geride ihtiyat olarak tutmak şeklindeki stratejisi gereği olarak Osmanlı kuvvetleri Anzak çıkarmasına ve ileri harekatına ilk anda etkili bir tepki gösterememişlerdir. Osmanlı tepkisi, ancak gerideki asıl kuvvetlerin cepheye sürülmesi ile gerçekleşecektir. Arıburnu bölgesinde Anzak çıkarması başladığında, Gelibolu Yarımadası’nın güney ucundan sorumlu 9. Tümen, Seddülbahir Cephesi’ndeki beş kumsalda yapılan çıkarma hareketlerini karşılamak durumundaydı. Tümen komutanı Albay Halil Sami Bey, ihtiyattaki 26. Alay’ı Seddülbahir Cephesi’ne, 27. Alay’ın ihtiyattaki iki taburunu da Arıburnu Cephesi’ne aktarmıştır. 27. Alay’ın 2. Tabur'u, geniş bir cephede yayılmış bulunmaktaydı. Çıkarmanın başlamasından ve Seddülbahir'deki çıkarma bölgelerine gerekli kıt'a kaydırmaları yapıldıktan sonra 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, kendisine bağlı 27. Alay’ın yedekteki iki taburuna, Kabatepe yönünde hareket ederek taarruz emri vermişti. Bu emir saat 05:45'te telefonla verilmiştir. 27. Alay komutanı Yarbay Mehmet Şefik (Aker) Bey, zaten hazır beklemektedir. İki kol halinde ilerlenilirken cepheden çekilen yaralı askerlerden sahildeki durum hakkında bilgi alınmıştır. Alay komutanı, Kemalyeri – Merkeztepe hattından taarruz etmeye karar vermiştir. İlk hedef Kılıçbayırı – Merkeztepe – Kırmızısırt – Kanlısırt hattıdır. Bu taarruz hattı, yaklaşık 2. km.lik bir hattır. Alayın 3. Tabur’u sağda Kılıçbayırı – Merkeztepe, 1. Tabur’u ise –bir bölük eksik- solda Kırmızısırt – Kanlısırt hattıdır. Bir bölük de ihtiyata alınmıştır. 27. Alay’ın iki taburu iki saatlik ve 10 km.lik bir yürüyüş ardından saat 08:00 dolaylarında Kırmızısırt'ın, Kanlısırt’ın ve Mersinsırtı'nın doğu eteklerindeki Anzak ileri unsurlarına taarruz etmiştir. Hiçbir taarruz hazırlığı yapmadan, yürüyüş kollarından açılarak girişilen bu taarruzla Anzak ileri unsurları belirtilen hatta kadar geri atılmıştır. Bu hattın batı kenarlarında, yaklaşık bir saattir örtü kuvvetleri komutanı Albay Sinclair Mac Lagan’ın talimatıyla siper kazılmaktaydı ve tahkim edilmekte idi. Taarruza başlanırken Alay Komutanı, Ordu ihtiyatındaki 19. Tümen karargâhı’na bir haberci göndermişti. Gönderilen metinde, hareket tarzı hakkında bilgi verilmekte ve “Düşman Arıburnu sırtlarını işgal etmiştir. Arıburnu sırtlarıyla Kocadere batısındaki sırtlardan taarruza başlıyorum. Kocaçimen’i 19. Tümen vasıtasıyla tutmanızı rica ederim.” denilmekte idi. Gerçekte 19. Tümen Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey, saat 07:00’den hemen sonra 57. Alay ve bir dağ bataryası ile bu yönde harekete geçeceğini 3. Kolordu Komutanlığı’na bildirmişti. 27. Alay taarruzu ilerlerken saat 09:30 dolaylarında Albay Sinclair Mac Lagan’ın ileri sürdüğü 9. Tabur birlikleri ise Osmanlı'nın yoğun ateşi altında erimişti. Taburların taarruzu aradaki Anzak müfrezelerini atarak saat 11:30’da Merkeztepe, Kırmızısırt ve Kanlısırt’a taarruz edecek konuma gelmişlerdir. Kısa bir hazırlıktan sonra bölükler taarruza geçmişlerdir. Aynı sıralarda kuzeyde 57. Alay'ın Conk Bayırı'ndan aşağı doğru aktığı görülmüştür. Sağ kanatta taarruz eden 3. Tabur’un iki bölüğü Mersinsırtı’nı işgal ettikten sonra Alay Komutanı'nın emriyle burada savunmaya geçmiştir. Bunda amaç, 57. Alay’ın kendi hizalarına gelmesini beklemektir. Böylece her iki Alay arasındaki geniş boşluğun kapanması sağlanacaktır. Taburun diğer bölüğü Kırmızısırt’a taarruz etmiştir. 1. Tabur ise tümüyle Kanlısırt’a taarruz etmiştir. Alay Komutanı’nın emirleri bu şekilde olmasına karşın 3. Tabur Komutanı Yüzbaşı Halis Bey, emrindeki iki bölüğü, Merkeztepe ile Bombasırtı aralığından ileri sürmüş, 180 rakımlı tepenin güney yamaçlarına yerleşmiştir. Bu konumda müfreze, hem 57. Alay karşısındaki, hem de Merkeztepe batısındaki Anzak birliklerinin gerisine düşmektedir. Önündeki araziyi ve Anzak kuvvetlerinin konumunu inceleyen Tabur Komutanı, bu taktik avantajı görerek hareketini bu noktaya kadar sürdürmüştür. Bu kısa ileri hareket, Osmanlı birliklerinin taarruzları açısından oldukça yarar sağlamıştır. Anzak örtü kuvvetleri komutanı sahilden içlere ilerleyen takviye kıt’alarının önemli bir kısmının diğer bölgelerden çekerek buraya sürmek zorunda kalmıştır. Anzak birlikleri, iki Osmanlı alayının temas noktası olan ve taarruz eden iki Alay arasında bir menteşe gibi çalışan bu iki bölüğe karşı üç koldan taarruzlar tekrarlamış, ancak bölükleri yerinden atamamıştır. Kolundan aldığı yarayla aşırı kan kaybeden Tabur Komutanı, erata mevzilerini kesinlikle terk etmeyeceklerini emrederek sargı yerine gitmiş, komutayı Tabur Katibi Muharrem Vehbi Bey’e bırakmıştı. Tüm subaylar şehit ya da yaralı olduğundan komutayı devredecek subay bulunmamaktaydı. 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, kendisine bağlı 27. Alay’ın yedekteki iki taburunu Kabatepe yönünde harekete geçirirken Ordu ihtiyatı 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey’e başvurmuş, tümenden bir taburla 27. Alay’ın takviyesini istemiştir. Arıburnu’nda çıkarmanın başladığı raporunu ve Albay Halil Sami Bey’in mesajını alan Yarbay Mustafa Kemal Bey, 5. Ordu Komutanı Mareşal Sanders’le temas kuramamaktadır. Mareşal Sanders, Gelibolu’daki karargâhtan ayrılmış, asıl çıkarmayı beklediği Saros Körfezi bölgesine gitmiştir. Yarbay Mustafa Kemal Bey’e göre asıl tehlike Kabatepe’de değil, Albay Halil Sami Bey’in sorumluluk alanı dışında kalan Kocaçimentepe bölgesindedir. Gelibolu Yarımadası’nın Saros kıyılarından sonraki en dar bölümündeki bu en yüksek arazi, Arıburnu’ndaki çıkarma sahasına da oldukça yakındır. Anzak birlikleri bu tepeyi ele geçirdikleri takdirde zorlanmadan Çanakkale Boğazı kıyılarına inebilecek ve hem kendi tümeninin hem de Seddülbahir ve Arıburnu Cephelerinde çarpışmakta olan 9. Tümen’in geri bağlantısını kesecektir. Bu, cephenin bütünüyle çökmesi demektir. Buna karşın 19. Tümen, Ordu ihtiyatıydı ve ancak 5. Ordu Komutanı emriyle harekete geçebilirdi. Tümen olarak, 5. Ordu’nun tüm savunma bölgesi için görevliydi ve Ordu Komutanı’nın emriyle gerek görülen herhangi bir bölgede görevlendirilecekti. Ayrıca Yarbay, Ordu sorumluluk bölgesi içinde olan Saros Körfezi ve Anadolu yakası hakkında hiçbir bilgi alamamaktadır. Dolayısıyla tümenine nerede gerek olacağı konusunda bir öngörüde bulunamamaktadır. Buna karşın, Arıburnu çıkarmasına taarruz edecekmiş gibi gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Yarbay Mustafa Kemal Bey, Conkbayırı yönünde ilerleyen bir tabur kuvvetindeki Anzak birliğine karşı bir tabur sürerek 27. Alay’ın sağ kanadını örtmenin yeterli olmayacağını, tehdidin çok daha ciddi olduğunu görmektedir. Öncelikle emrindeki süvari bölüğünün Kocaçimen Tepe’ye intikalini emretmiştir. Bu bölük, tümen bölgeye ulaşana kadar her ne pahasına olursa olsun tepeyi korumakla görevlidir. Bununla yetinmeyerek, üst komutanıyla temas kuramamasına karşın, tüm sorumluluğu üstlenmiş ve saat 08:00 dolaylarında tümenine bağlı 57. Alay ve bir topçu bataryası ile birlikte Kocaçimen Tepe’ye hareket etmiştir. Alaya Kocaçimen Tepe’de dinlenme molası veren yarbay, sahili görebilmek için Conkbayırı yönünde ilerlemiştir. Bu bölgede Düztepe yönünden çekilmekte olan bir grup askerle karşılaşmıştır. Bunlar, Balıkçı damları bölgesinin gözetlenmesi ve savunulmasında görevli 27. Alay'ın iki mangalık unsuruydu. Bu birliği süngü taktırarak siper aldıran Yarbay, 57. Alay’a derhal Conkbayırı’na gelmeleri emrini göndermiştir. Askerin siper alması, onları Conkbayırı yönünde izlemekte olan Anzak birliklerinin de siper almasına neden olmuş, bu durum Osmanlı tarafının Conkbayırı’nda mevzi tutması için kritik zamanı kazandırmıştır. Saat 10:00 sularında 57. Alay'ın iki taburu (diğer tabur ihtiyatta tutulmaktadır), Conkbayırı’ndan güney batı yönünde akmaktadır. Düztepe’nin denize bakan yamaçlarındaki Anzak birlikleri, bu ilerleyiş karşısında geri çekilmişlerdir. Kılıçbayır’ı takviye için ilerleyen bir Anzak taburu da ateş yiyerek dağılmış ancak bir bölük Kılıçbayır’a ulaşmıştır. 57. Alay’ın tüm bu taarruzu Müttefik donanmasının ateşi altında gerçekleşmiştir. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in bölgeye intikal ettirdiği bir topçu bataryası, 57. Alay’ın ileri harekatını ve çıkarma sahilinin sürekli olarak ateş altında tutarak taarruzu desteklemiştir. Conkbayırı’ndan Düztepe yönünde taarruzlarını sürdüren 57. Alay, Kılıçbayır’ı tutmayı başarmıştır. Bu sırt, Arıburnu Cephesi savaşları boyunca stratejik önemini korumayı sürdürecek bir nokta olarak önemlidir. Kocaçimen Tepe – Conkbayırı – Düztepe sırtlarında Anzak ilerleyişinin durdurulduğuna karar veren Yarbay Mustafa Kemal Bey, komutası altındaki 19. Tümen’in tüm kuvvetlerini bu ateş hattına sürmek üzere Maltepe'deki Tümen Karargâhı'na dönmüştür. Karargâhta karşılaştığı 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa'ya kararını anlatmıştır. Esat Paşa, bu kararı onaylamış, Albay Halil Sami Bey’in 27. Alay’ını da Yarbayın komutası altına vermiştir. Esasen 19. Tümen, ordu ihtiyatıdır, ancak Mareşal Sanders’le halen temas kurulamamış olması nedeniyle Esat Paşa, kendi inisiyatifini kullanarak tümeni komutası altına almış ve görevlendirmiştir. Bu görevlendirme tümenin, tümen komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey’in emir ve komutasına bırakılması şeklindedir. Bu tarihten itibaren 16 Mayıs 1915 tarihine kadar Yarbay Mustafa Kemal Bey, Arıburnu Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapmıştır. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey, Anzak Koyu çıkarmasını karşılamış, durdurmuş ve sonrasında sahilede sabitlemiştir. Arıburnu Kuvvetleri Komutanı olarak bu bölgede ulaştığı hatlar, savaşın sonuna kadar pek değişmemiştir. Saat 11:00 dolaylarında Osmanlı karşı taarruzları sonucunda Conkbayırı, Kanlısırt, Kabatepe gibi, çıkarma sahiline hakim yükseltiler Osmanlı'nın kontrolüne geçmiştir. Osmanlı 27. Alay’ının Kan
lısırt taarruzu, Anzak ilerlemesini durdurmuştur ama cephenin en kritik kesimi Conkbayırı’dır. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in emriyle Osmanlı 57. Alayı’nın Conkbayırı üzerinden giriştiği taarruz, Arıburnu Cephesi’nin, son tahlilde Çanakkale Savaşı’nın kaderini belirlemiştir. Ancak 57. Alay’ın Conkbayırı – Düztepe hattında giriştiği taarruz öylesine ani olmuştur ki, General Birdwood’un Anzak karargâhı, Osmanlı taarruzlarıyla bu bölgedeki durumun tehlikeli hale gelmekte olduğunu ancak saat 10:30 dolaylarında öğrenebilmişlerdi. Esasen Albay Sinclair Mac Lagan, çıkarma sahilinin kuzey kesimi (sol) olan bu bölgeyi güvenli buluyor, asıl tehlikeyi Kanlısırt dolaylarında görüyordu. Ne var ki saat 10:30 dolaylarında bu bölgedeki birliklerin Osmanlı taarruzlarıyla geri atıldığı anlaşıldı. Eldeki kuvvetler bu bölgeye kaydırılmaya çalışıldı ancak, neredeyse sahile çıkmış olan tüm asker zaten ateş hattına sürülmüş bulunmaktaydı. Sahile asker çıkartılmasına hız vermek için, topçu bataryalarının sahile indirilmesi öğleden sonraki saatlerde Anzak Kolordu Komutanı General Birdwood tarafından verilen bir emirle durdurulmuştu. General Birdwood, asker çıkartılmasına öncelik verilmesinin, mevzilerin tutulabilmesi için tek çıkar yol olduğu için bu emri vermiştir. Öte yandan gemilerin demir yerleri Osmanlı topçusunun ateşi altındaydı ve sahilde topçu bataryalarının çıkartılması için yeterli alan yoktu. Bir tek batarya saat 09:00 öncesinde karaya çıkmış, ama saatlerce bu bataryaya uygun bir mevzi bulunamamıştır. Tam da uygun bir yer bulunduğunda, çıkarma bölgesinin güney kesiminde (Kanlısırt’ın batı yamaçlarında) mevzi almaya çalışırken Conkbayırı yönünden (çıkarma alanının ters köşesinden) açılan Osmanlı topçu ateşiyle imha olmuştu. Kılıçbayır yönüne sevk edilen Avustralya birlikleri, bölgeye ulaşır ulaşmaz muharebeye sürülmektedir. Çünkü Osmanlı'nın sırtlardan aşağı akıp cephe hattını kırmaları an meselesi olarak görünmektedir. Bu şekilde parça parça muharebeye sokulan Avustralya birlikleri de sonuç elde edememekte, her takviye kıta ile sağlanan ileri hareket, şiddetli ateş karşısında geri çekilmek zorunda kalmaktadır. Üstelik öğleden hemen sonra Conkbayırı yönünden ateşe başlayan bir Osmanlı top bataryası Kılıçbayır’ı ateş altına almıştı. Sonuçta Kılıçbayır hattındaki Anzak birlikleri arasında komuta iyice zayıfladı. En nihayet saat 16:00’dan hemen sonra Osmanlı'nın Kılıçbayır’ın her iki yanından giriştikleri taarruz saatlerdir ateş altındaki ve subaylarının çoğunu kaybetmiş Anzak birliklerini dağıtmıştır. Öğleden önceki taarruzlarda 57. Alay, bir taburunu ihtiyatta bırakarak iki taburla taarruz etmiştir. Dolayısıyla öğleden önceki Osmanlı karşı taarruzları, 27. ve 57. Alayların ikişer taburu (dört tabur) ve bir Alay ile sürdürülmüştür. Öğleden hemen sonra Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey, 57. Alay'ı, ihtiyattaki taburu da taarruza sürerek takviye etmiştir. Kısa süre sonra bölgeye ulaşan 72. Alay'dan bir tabur ek olarak ileri sürülmüştür. iki taburla güçlendirmesi ardından Alay’ın ileri harekatı 27. Alay’la temas kurmuştur. Saat 18:00 dolaylarında taarruz, Kılıçbayır sırtlarına ulaşmıştır. Bu taarruzun sonucunda Kılıçbayır’ın iki yanından gelişen Osmanlı taarruzları karşısında Kılıçbayır ve hemen güneybatısındaki Bombatepe kesin olarak Osmanlı'nın eline geçmiştir. Düztepe’nin ve Kılıçbayır'ın alınması, Osmanlı birliklerine Kılıçbayır üstünden Anzak sahiline geniş bir taarruz hattı açmıştı ama, Osmanlı'nın zaten ellerindeki az bir kuvvetle yaptıkları bu taarruzu sürdürecek kuvvetleri yoktur. Anzak cephesindeki bu gedik, savaş boyunca kalmıştır. 19. Tümen’e bağlı diğer iki alayın bölgeye intikali ardından Osmanlı Arıburnu Kuvvetleri, Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey emriyle saat 15:30 dolaylarında yeniden bu kez toplu olarak taarruza geçmişlerdir. General Hamilton anılarında şöyle anlatır. “Gebe dağlar Türk doğurmakta devam ediyor. Bizim mevzilerimizin en yüksek ve en merkezi yerine birbirini kovalayan dalgalar halinde yükleniyorlar.” Mustafa Kemal, 72. Alay'ı kuzey kesimde 57. Alay ile birlikte, 77. Alay'ı ise güney kesimde 27. Alay yanında taarruza sürmek kararındadır. 72. Alay'ın diğer iki taburu 57. Alay yanında taarruza katılmıştır. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey, saat 14:00’de 77. Alay karargâhına gelmiş ve Alay Komutanı Yarbay Saip Bey’e, 27. Alay’ın sol kanadını uzatarak taarruz etmesini emretmiş, sonra Conk Bayırı’na dönmüştü. 77. Alay, bu emre karşın harekete geçmedi. Saat 15:30’da 27. Alay Komutanı’nın gönderdiği bir atlı haberci, 27. Alay’ın sol kanadını takviye etmesini istemiştir. Savaşın bu aşamasında 27. Alay, Kanlısırt üzerinden taarruzunu ileri götürebilmek için bu takviyeye şiddetle ihtiyaç duymakta idi. Ancak Yarbay Saip bu isteği kabul etmeyerek bir buçuk saat önce almış olduğu emri uygulamaya girişti, Albayrak sırtı yönünde taarruz edecekti. Yarbay Sait’in seçtiği ileri hareket hattı, donanma topçusunun ateşine bütünüyle açık bir hat olmuştu. Gemi toplarının bu yöne çevrilmesiyle Alay, sola doğru savrularak dağıldı ve taarruz gücünü yitirdi. Zaten ileri hareket sırasında Arap erattan bir kısmı sık çalılıklar arasına gizlenerek geride kalmışlardır. Kanlısırt’a süngü hücumu konumuna gelen ve bunun hazırlığı içinde olan 1. Tabur, saat 15:00’da sağ kanadından bir Anzak taarruzuna uğramıştır. Tabur Komutanı, tüm bölüklere taarruz emri vermiş, Kanlısırt’a adını veren taarruzu başlatmıştır. Taarruz, ağır kayıplara karşın Kanlısırt’ın denize açık batı sınırlarına kadar ilerlemiş, donanmanın ateşi karşısında burada durmuştur. Kırmızısırt’a taarruz eden bölük buradaki Anzak birliğini sırtın en yüksek yerine kadar geri atmıştır. Bu taarruz sırasında Anzak birliklerinin eline geçen üç dağ topu da Osmanlı tarafınca ele geçirilmiştir. Topların imha edilmesine fırsat bulunamamıştı. Kırmızısırt – Kanlısırt hattı, 1. Avustralya Tümeni’nden 10 taburu tarafından savunulduğu halde yine de Kanlısırt’ın batı kenarı boyunca genişçe bir gedik oluşmuştur. Tümen komutanının tekrar tekrar takviye istemesi sonrasında elde kalan tek tabur bu gediği kapatmaya saat 18:00 dolaylarında gönderildi. Aynı sıralarda Kılıçbayır’ın iki yanından 57. Alay’ın taarruzu şiddetlenmiştir. Anzak kolordusu, eldeki son birlik, Kanlısırt’a gönderildiği için burayı takviye edemedi. Anzak Kolordusu komutanlarından Albay M’Cay, saat 17:20’de, bir hayli sağlam eratın cephe hattından sahile çekilmekte olduğunu rapor etmiştir. Saat 18:00 dolaylarında Anzak çıkarma sahiline 15.000 personel atılmıştı. Gün sonunda Osmanlı birlikleri Conk Bayırı – Düztepe – Kılıçbayırı – Kırmızısırt doğu yarısı – Kanlısırt – Albayraksırtı hattına kadar ilerlemişlerdir. Anzak Kolordusu, ilk gün hedefi olan Kocaçimen Tepesi – Kocadere Köyü – Kanlısırt – Kabatepe hattının gerisinde kalmışlardır. Öğleden sonraki muharebelerde, 27. Alay’ın iki, 57. Alay’ın üç ve 72. Alay’ın da bir taburu olmak üzere toplam altı tabur tarafından sürdürülmüştür. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey, 25 Nisan gecesi taarruzları sürdürme kararındadır. 57. Alay taarruzu gece karanlığında ve sık fundalıklarla kaplı arazide fazlaca ilerleyemedi. Sadece 180 rakımlı tepenin işgaliyle yetinildi. 27. Alay taarruzu da Kanlısırt’tan ileri geçememekle birlikte Kırmızısırt’ı almayı başarmıştır. İki ağır makineli tüfek yerleştirilmiştir. 77. Alay’ın geri kalan kısmıyla yapılan taarruz ilerletilememiştir. Gerginleşen Arap eratın her hareket eden karaltıya, her sese ateş açmaya başladığı görüldü. Alay’ın geride kalan kaçak eratı da bu harekete katılmıştır. 27. Alay’ın sol yanı, kanat açığı ve gerilerden silah sesleri gelmesi üzerine düşmanın gerilerine sarktığını sanıp taarruzu durdurdular. Alay’ın dağılması üzerine Alay Komutanı Yarbay Saip, elinde kalan yarım bölük kadar askerle geri çekilmiş, 27. Alay 1. Tabur Komutanı’nı bularak kararsızlığa düşürmüştür. Tabur komutanı Yüzbaşı İbrahim Bey, sol yanını örten alayın bozularak dağıldığını öğrenmiş, geriden gelen ateş seslerini duymuş, taburunun gerçekten tehlikede olduğunu düşünmüştür. Yarbay Saip de bu arada geri çekilmesi gerektiği konusunda baskı yapmaktadır. Tabur Komutanı, Alay Komutanı’yla bağlantı kuramamış, bunun üzerine durumunu tehlikede bularak geri çekilmiştir. Sonuç olarak Kanlısırt’ı tümüyle ele geçirmiş olan Osmanlı kuvvetleri, sırtın üçte birlik bölümünden geri çekilmişlerdir. Kırmızısırt’taki bölük ve iki ağır makineli tüfek de, bu durumda tehlikeli biçimde ileri düşmüş olduklarından geri çekilmek zorunda kalmıştır. Harekatın ilk gününde karaya çıkartılan asker sayısı 15.000’dir. Yaklaşık 2.000’i ölü olmak üzere kayıplar 3.500’dür. Üç tugay ve iki tabur, sadece bir tugaya verilen hedeflerin yarısını gerçekleştirebilmiştir. Bununla birlikte Anzak Kolordusu çıkarma alanında durumunu korumuştur. Müttefik komutanlar, Osmanlı'nın bölgede önemli bir kuvveti bulunmadığını, başka bölgelerden parça parça kıta kaydırabildiklerini gözlemlemişlerdi. Asıl takviyelerin, izleyen ikinci 24 saatte cepheye akacağını düşünmektedirler. Oysa gün boyu çatışmalara katılan Osmanlı kuvvetleri, Ordu ihtiyatındaki Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in 19 Tümen’idir. Yarbay, izleyen ikinci 24 saatte de takviye alamayacaktır. Osmanlı tarafı da sayıca hemen hemen aynı kayba uğramışlardır(ikibin dolayında). Ancak oransal olarak Osmanlı kayıpları çok daha ağırdır. Bununla birlikte ilk günün muharebeleri Osmanlı açısından parlak bir başarı olmuştur. Saat 09:30 dolaylarında Anzak örtme kuvvetleri (4.000 kişi) karaya atılmıştı, Osmanlı tarafının savaştaki asker sayısı ise 500’ü geçmemişti. Her iki taraf da gün boyu cephedeki kuvvetlerini takviye etmiştir. Çıkarmanın ilerleyen saatlerinde Albay Hasan Sami Bey'i 27. Alayı ile Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey'in 57. Alayı taarruza geçtiğinde Anzak ileri hatlarına yaklaşık dörtte bir kuvvetle yüklenmişler belirli bir ilerleme sağlamayı başarmışlardır. Ancak ilerledikçe güç dengesi Osmanlılar aleyhine değişmiş ve Osmanlı kuvvetleri Anzak'ları sahilden atmakta yetersiz kalmıştır. Ancak ordu ihtiyatındaki Osmanlı 19. Tümen’in dalga dalga cepheye in
tikal eden birlikleri, Anzak birliklerinin sürekli sahile asker çıkarmayı sürdürmekte olmalarıyla kuvvet dengesini korumakta yeterli olmamış, gün sonunda güç dengesi bire on oranında Osmanlı aleyhine gelişmiştir. 19. Tümeni’nin 72. Alay, Arap kökenli askerlerdi ve ilk günün sonunda tümüyle dağılmışlardı. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in 77. Alay'ı da Arap erattan oluşmaktadır, cepheye sürebileceği son ihtiyat birliğidir. Bu alay birkaç gün daha muharebede kalabilmişti. Gün sonunda Anzak Kolordusu sahilde 700 metre derinlikte 1,5 km.lik bir cephe hattı içinde son derece sıkışık durumdadır. Her türlü ikmal malzemesinin kıyıya çıkarılabilmesi, yaralıların ve 2.000 kadar kaybın gemilere nakledilebilmesi için 30 metre derinlikte 100 m.lik bir kıyı bandı kalmaktadır. Üstelik kayalık ve sarp olan arazi siper kazmak için uygun değildir. Dahası Osmanlı kuvvetleri bu çıkarma sahasının üç tarafındaki sırtlara hakim durumdaydılar. Çıkarmanın ilk günü sonunda Anzak Kolordusu’nun cephe hattı, üç ay boyunca yaklaşık olarak aynı konumu korumuştur. Dolayısıyla Osmanlı, gün boyu giriştikleri taarruzlarla, gün sonunda stratejik tüm hatları elde tutarak cepheyi kilitlemişlerdir. Gece yarısına doğru Anzak Kolordusu Komutanı Birdwood, emrindeki her iki tümen komutanın da tahliyeden yana olduklarını, kendisinin de bu görüşü paylaştığını General Hamilton’a bildirmiştir. Anzak ordusu gün boyu süren çatışmalardan dolayı bitkindir, moral düşüktür, birlikler halen dağınıktır. Gün boyu süren Osmanlı taarruzları, Anzak cephesinin kuzey batı kesimindeki sırtta (Kılıçbayır) bir gedik oluşturmuştu. Bu gedik, Ancak çıkarma bölgesi için ağır bir tehdit oluşturmaktaydı. Gece boyu takviye alan Osmanlı kuvvetlerinin etkin bir topçu desteğiyle sabah girişecekleri bir karşı taarruza kesin gözüyle bakılmaktadır. Ordunun bu haliyle bu saldırıyı göğüsleyemeyeceğinden, sahilde imha edileceğinden korkulmaktadır. Amiral Thursby ise tahliyenin çok fazla kayba neden olacağını, pozisyonu korumanın daha iyi olacağı görüşündedir. General Hamilton, sahilde kalınarak direnilmesine karar vermiştir. Çıkarmanın ilk günü Osmanlı tarafının gösterdiği direnç, Anzak Kolordusu'nun tüm savaş planının değiştirilmesine yol açmıştır. Anzak Kolordusu'nun görevi artık ileri harekat değil, bulunduğu mevzileri tutmak, elden geldiğince fazla Osmanlı birliğini bu cepheye bağlı tutmaktır. Çıkarmanın ikinci ve üçüncü günleri Anzak askerleri mevzileri düzenlemek, gedikleri kapatarak mevzilerin kesintisizliği yönünde girişimlerde bulundular. Yarbay Mustafa Kemal, cephe hattında genel bir taarruz başlattıysa da Birleşik Donanmanın ateşiyle bu girişim başarısız oldu. Ancak karşı taarruz sonucunda Osmanlı siperleri, Anzak siperleriyle neredeyse burun buruna gelmiştir. Bazı bölgelerde siperler arasındaki mesafe 8-10 metre kadardır. Askeri teoride taarruzun düşman hatlarına bu denli yaklaşabilmesi, muharebenin kazanılmış olmasını gerektirir. Ne var ki Anzak birliklerinin çekileceği bir alan yoktur, arkaları denizdir. Sonuçta Anzak Kolordusu'nun asker ve subayları paniğe kapımamış, mevzilerini cesaretle savunmuşlardır. İlk üç günün muharebeleri sonunda Anzak birlikleri mevcutlarının dörtte birini kaybetmişlerdir. Yarbay Mustafa Kemal'in kuvvetlerinin kaybı da ağırdır. 27 Nisan gecesi emrine intikal eden iki bölük de ertesi sabah Birinci Kirte Muharebesi'ni takviye için Seddülbahir Cephesi'ne kaydırılmıştı. Ancak Anzak Kolordusu 29 Nisan günü dört tabur kuvvetinde bir takviye almıştır. Anzak cephesi için ciddi tehlike oluşturan Cesaret Tepe'deki Osmanlı mevzilerine karşı yapılan taarruzlar başarılı olmadı. Birinci Kirte Muharebesi’nın ardından her iki taraf da cepheyi hızla takviye etmekteydiler. 1 Mayıs’ta beş Osmanlı tümeni de cephelere ulaşmıştı. İstanbul’dan gönderilen 15. ve 16 Tümenler de yoldaydılar. İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener de Mısır’daki 42. İngiliz Tümeni ile Gurkalardan oluşan bir Hint Tugayının Çanakkale Cephesine hareket etmesi emrini vermiştir. Fransa’dan da bir tümen yola çıkmak için hazırlanmaktadır. Mareşal Liman von Sanders her iki cephede de (Arıburnu Cephesi ve Seddülbahir Cephesi) taarruza geçmeyi planlamaktadır. Bu amaçla Anadolu yakasından ve Saros bölgesinden kaydırılan birlikleri her iki cepheye denk olarak sevk etmiştir. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in komutasında kendi 19. Tümeninden başka Saros bölgesinden intikal eden 5. Tümen olmak üzere toplam 18 bin kişilik bir kuvvet oluşmuştu. Arıburnu Cephesi’nde ilk Osmanlı taarruzu 1 Mayıs 1915 günü sabahı saat 05:15 de 15 dk.lık bir hazırlık ateşi ile başladı. Yoğun makineli tüfek ateşi altında taarruzun hızı öğleye doğru düştü. Yedekte tutulan kuvvetlerin savaşa sürülmesine karşın Anzak cephesi yarılamamıştır. Osmanlı tarafı akşam saatlerinde taarruzu yenilediyse de sonuç alamadı. Ertesi gün yani 2 Mayıs 1915 günü Anzak karşı taarruzu, Kılıçbayır’daki Osmanlı mevzilerinin ele geçirilmesini amaçlamaktadır. Anzak tabularının düzensiz ilerleyişi Osmanlı mevzilerinin işine yaradı. İlerleyen taburları yan taraflarından ateş altına aldılar. Bir Anzak taburunun Cesaret Tepe yönünde giriştiği iki taarruz da püskürtüldü. Öğleden sonraki saatlerde cepheyi bir kanattan diğer kanada süpüren Osmanlı karşı taarruzlarıyla tüm Anzak birlikleri taarruz çıkış hatlarına döndüler. Osmanlı taarruzunu izleyen iki gün, Anzak Kolordusu Komutanı General William Birdwood, cephenin her iki ucunda sınırlı iki operasyona girişimiştir. Çıkarma sahiline yönelen Osmanlı topçu ateşinin isabetliliği, cephenin güney tarafındaki Kabatepe ve kuzeyindeki Kemikli Burnu sırtlarındaki Osmanlı topçu gözetleme postalarından kaynaklanmaktadır. 3 Mayıs 1915 sabahı gün ağarmadan bir muhripten Kemikli Burnu sahillerine çıkan küçük bir Anzak müfresesi buradaki telefon ve hatları imha etmiştir. 4 Mayıs 1915 günü ise yüz Anzak askerinden oluşan bir başka müfreze Kabatepe’nin güney tarafındaki kumsala çıkartılmıştır. Osmanlı tarafının açtığı ateş nedeniyle bu müfreze ilerleme şansı bulamadı. Kabatepe’nin yamaçları boyunca sahilden kuzey yönünde ilerleyerek çıkarma sahiline ulaşılmaya karar verildi. Ancak yaralıların taşınmasına olanak yoktu. Yaralıları taşımak için sahile yaklaşan filikalar da başta yoğun bir ateş altına alındı. Ancak filikalarda sadece sağlık personeli olduğunu gören Osmanlı tarafı derhal ateşi kestiler ve yaralılar tahliye edilene kadar da bu bölgede kısa bir ateşkes yaşandı. Anzaklar daha sonra geri alındılar. Altı ölü, on altı yaralıyla harekat başarısız olmuştu. Savaşın sonuna kadar Anzaklar tarafından Kabatepe’ye karşı bir akın düzenlenmemiştir. Padişaha vekaleten Osmanlı İmparatorluğu Orduları Başkomutanlığı’nı da üstlenmiş olan Enver Paşa, (aynı zamanda Genel Kurmay Başkanı ve Savaş Bakanı’dır) 11 Mayıs 1915 günü Mareşal Liman Von Sanders’i karargâhında ziyaret etmiştir. Enver Paşa, İstanbul’dan yola çıkmış olan, Kurmay Yarbay Hasan (Askeri) Bey komutasındaki 2. Tümen’i de Kuzey Grubu Komutanı Esat Paşa’nın emrine vermiş ve Arıburnu Cephesi’nde derhal taarruz edilerek düşmanın denize dökülmesi emretmiştir. Birleşik Donanmanın ateşinden kaçınabilmek için ve daha da önemlisi baskın tarzı olabilmesi için taarruz 19 Mayıs 1915 sabahı değil, sabaha karşı 03:30’da başlatılacaktır. Anzak Kolordusu cephesine dört koldan saldırı öngörülmüştür. Kuzeyden itibaren Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in 19. Tümeni, Albay Hasan Basri (Somel) Bey’in 5. Tümen, Kurmay Yarbay Hasan (Askeri) Bey komutasındaki 2. Tümen ve Albay Rüştü (Sakarya) Bey komutasındaki 16. Tümen taarruza katılacaktır. Çıkatma günü olan 25 Nisan 1915 gecesi, sahili tahliye etme önerisinin General Sır Ian Hamilton tarafından rededilmesi sonrasında Yeni Zelandalı ve Avustralyalı askerler, mevzilerini tahkim etme zamanı bulmuşlardı. Yeterince derin kazılan siperler ve bağlantı hatları, binlerce kum torbasıyla desteklenmiş, sık aralıklarla makineli tüfek yuvaları oluşturulmuştu. 19 Mayıs 1915 sabahı 03:30'da başlayan Osmanlı taarruzu, Anzak makineli tüfekleri ve sahili projektörlerle aydınlatan Birleşik Donanma'nın topçu ateşiyle etkisiz olmuştur. Mayıs ayı sonlarında Anzak mevzileri sağlamlaştırılmıştır. Osmanlı tarafı da Anzak çıkarma bölgesini derinlemesine bir siperler ağıyla kuşattılar. Bu aşamadan itibaren cephe kilitlenmiştir. Osmanlı açısından makineli tüfek yuvaları ve donanmanın örtü ateşi nedeniyle taarruz etmek neredeyse olanaksızdır. Müttefiklerin bol topçu cephanesine karşın Osmanlı Ordusu'nun, Çanakkale Savaşı'nın bütününde yeterli topçu cephanesi olmamıştır. Bu yüzden etkili bir hazırlık topçu ateşi de yapılamıyordu. Anzak tarafının ise, Osmanlı askerinin hakim sırtlara yerleşmiş olması dolayısıyla başarılı bir taarruz olanağı yoktur. Temmuz - 1915 ayı sonlarında Gelibolu Yarımadası'nda tüm cepheler kilitlenmiştir. Osmanlı savunması halen sırtlara hakim olmakla birlikte müttefik siperlerine iyice yakın siperlere yerleşmişti. Kendi siperlerini vurmaktan kaçınan Müttefik donanma, bu mevzilere ateş açamamaktadır. Bununla birlikte müttefik kuvvetler halen sahillerde tutunabilmektedir. Hamilton da açıkça belirtmektedir ki, Osmanlıların yeterli topçu cephanesi olsa idi, bu sahillerde tutunmak kesinlikle olanaksızdır. General Hamilton, bu kilitlenmeyi kırabilmek için İngiltere'den gönderilen yeni takviye birliklerle, yeni bir taarruz planı hazırlamaktadır. "Yeni Ordu" ya da "Kitchener Ordusu" olarak bilinen ordudan aktarılan tümenler, Gökçeada ve Limni adasında üstlenmeye başlamıştır. Hamilton'un planı, takviye gelen bu tümenlerle oluşturulan İngiliz 9. Kolordusu ile Suvla Koyu'nda bir çıkarma yapma yönündedir. Ancak bu çıkarma harekatının Gelibolu Yarımadası'ndaki bir dizi operasyonla desteklenmesi planlanır. Esas operasyonlar, İngiliz 9. Kolordusu'nun Suvla Koyu'na yapacağı çikartma ile birlikte, Anzak 1. Tümen'inin girişeceği bir çevirme harekatıdır. General Sır Ian Hamilton, İngiliz 9. Kolordusu'nun Suvla Koyu'na yapacağı çıkarmanın ve Anzak çevirmesinin hemen öncesinde Osmanlı kuvvetlerinin dikkatini başka bölgeye çekmek için Seddülbahir Cephesi'nde bir ope
rasyon planlamıştır. Bu amaçla 6 Ağustos 1915 günü saat 15:50 dolaylarında Seddülbahir Cephesi’nde İngiliz 88. Tümen’i taarruza geçmiştir. Bölgede 12 Ağustos 1915 tarihine kadar süren çatışmalar, Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinir. Aynı şekilde Osmanlı kuvvetlerini yarımadanın daha güneyine çekerek Suvla Koyu'na çıkacak birliklerin yükünü hafifletmek için Arıburnu Cephesi'nde de iki operasyona girişilmiştir. Arıburnu Cephesi'nin güney kesiminden başlatılan taarruz Kanlısırt yükseltisine yönelmiş, Kanlısırt Muharebesi olarak sürmüştür. Cephenin kuzey kesiminde (esas operasyonun ikinci bileşeni olarak) iki kol halinde yapılan taarruzlarla da Kocaçimen Tepe ve Conk Bayırı'nın ele geçirilmesi amaçlanmıştır. Sarı Bayır Harekatı'nın bileşenleri olan Kocaçimen Tepe Muharebesi ve Conk Bayırı Muharebesi olarak bilinir. Anafartalar Cephesi'ndeki tüm kuvvetlerin ve Anzak Kolordusuna bağlı bir tugayın 21 Ağustos 1915 tarihinde giriştikleri genel taarruz, Osmanlı resmi tarihinde İkinci Anafartalar Savaşı olarak geçmektedir. Anzak kuvvetlerince Bomba Tepe'ye girişilen taarruz, cephenin kuzey ucunu daha ileriye almak ve Anafartalar Cephesi ile olan teması güçlendirmek amaçları gütmektedir. Taarruz, 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş, tepedeki Osmanlı savunmasını atamamıştır. Bomba Tepe taarruzu, Çanakkale Savaşı'nın, tahliyeye kadar ufak çaplı çatışmalar yaşanmış olsa da, son muharebesidir. İkinci Anafartalar Savaşı ve onun bir parçası olan Bomba Tepe taarruzunun sonlanması ardından Gelibolu'da kayda değer bir çatışma olmamıştır. Osmanlı yüksek komutanlığı, iyice tahkim edilmiş mevzilere yeterli topçu desteği olmadan taarruz etmenin yararsız olacağını bilmektedir. Sık aralıklarla yerleştirilmiş makineli tüfek yuvalarına ve yeterince derin kazılmış sipelere karşı, üstelik yoğun topçu ateşi altında, sadece süngü hücumu askeri kırdırmaktan başka bir sonuç getirmeyecektir. Bu mevzileri zayıflatmaya yetecek topçu unsuru ve cephane de yoktur. Osmanlı tarafı açısından, olası bir genel taarruzu göğüslemekye hazır olmaktan başka yapacak şey yoktur. Müttefik tarafında ise durum benzer bir açmaz içindedir. Sırtlardaki Osmanlı mevzilerine karşı etkili bir taarruz yapılabilmesi için en az ellibin kişilik yeni birliklere gerek vardır. General Hamilton'un son raporu bu rakkamı vermektedir. Bu ise, göze alınması güç bir seçenektir. Üstelik Bulgaristan'ın 14 Ekim 1915 günü İttifak Devletleri safında net tavır alması, Gelibolu'daki durumu etkilemektedir. Bu olayla, Almanya ile İstanbul arasında bir demiryolu hattı açılmış olmaktadır. Bu demiryolu üzerinden Geliboluya topçu unsurları ve cephanesi aktarılabilecektir. Öte yandan Hamilton, artık ciddi ciddi düşünülmeye başlanan tahliyenin, Gelibolu'daki birliklerin ancak yarısının kaybıyla olası olacağını belirtmektedir. İngiliz ve Fransız makamları 15 Ekim 1915 tarihinde General Hamilton'un görevde alınması kararına vardılar. Yerine atanan General Charles Monro, 28 Ekim 1915 tarihinde Gelibolu'ya gelerek görevi devralmıştır. General Monro'un cephedeki incelemeleri ardından İngiliz Yüksek Savunma Konseyi'ne verdiği 3 Kasım tarihli rapor, tahliyenin tek çıkar yol olduğu ve iyi planlanırsa fazla kayıp olmadan sağlanabileceği yönündedir. Bu rapor üzerine Müttefik üst komutanlığı, 7 Aralık 1915 tarihinde Gelibolu'nun tahliyesine karar vermiştir. Bu karar, Anafartalar ve Arıburnu Cepheleri içindir. Seddülbahir Cephesi, daha sonra tahliye edilecektir. Tahliye işlemlerine 10 Aralık tarihinde başlandı ve tahliye, 19 Aralık 1915 günü tamamlandı. Seddülbahir Cephesi Seddülbahir Cephesi, Çanakkale Savaşı'nın bir parçası olan Seddülbahir Çıkarması, 25 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir bölgesine beş ayrı noktadan yapılmıştır. Her iki tarafın da ağır kayıpları ile sonuçlanan saldırılar yapılmıştır. Sonuç olarak Haziran ayının sonlarında Osmanlı güçleri ilerlemeyi durdurmuş ve çıkarma başarısız olmuştur, daha sonra bu bölgede savaşın sonuna kadar kısıtlı ve etkisiz siper çatışmaları devam etmiştir. Gelibolu Harekatı için General Sır Ian Hamilton emrine verilen kuvvetler, 75 bin kişilik bir kuvvettir. Bu kuvveti oluşturan unsurlar şu şekildedir. General Hamilton ve Müttefik yüksek komutanlığı çıkarmayı, yarımadanın güney ucunda yapmayı kararlaştırmıştır. Ancak 75 bin kişilik bu kuvvetin Seddülbahir Cephesi'ndeki dar kumsallara çıkartılma olanağı yoktu. Bu yüzden Anzak Kolordusu için başka bir çıkarma sahası belirlenmişti. Bu saha, Kabatepe ile Arıburnu arasındaki sahildir. Dolayısıyla Seddülbahir Cephesi'ne çıkartılan kuvvetler, General Hamilton emrindeki Anzak Kolordusu dışındaki unsurlardı. Gelibolu Yarımadası ve Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasının savunmasından sorumlu 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, emrindeki kolordulardan 3. Kolordu’yu Gelibolu Yarımadası’nda, 15. Kolordu’yu ise Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasında tertiplenmiştir. 3. Kolordu’nun 5. ve 7. Tümenleri Saros Körfezi kıyılarında, (yarımadanın en dar kesiminde) 9. Tümen’ini ise Gelibolu Yarımadası’nın en güney bölgesinde konuşlandırmıştı. 5. Ordu ihtiyatındaki 19. Tümen ise Gelibolu Yarımadasının orta kesiminde tutulmaktaydı. Gelibolu yarımadası’nın güney kesimi, Albay Halil Sami Bey komutasındaki 9. Tümen’in görev bölgesidir. Bu bölüm, Yarımadanın kuzey-batı sahilindeki -Arıburnu’nun kuzeyindeki- Azmakdere’den başlayıp güney-doğudaki morto Koyu’nun doğusundaki Eskihisarlık sırtlarına uzanıyordu. Burada Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı’nın Rumeli yakasındaki topçu kanadına dayanıyordu. 9. Tümen’in sorumlu olduğu kıyı şeridi yaklaşık 35 km. uzunluktadır. 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey, Mareşal Liman Von Sanders’in talimatı gereği birliklerinin ağırlıklı bölümünü derinlikte tutmaktadır. Sorumluluk bölgesinin kuzey kesimine ayrılan birlik, Yarbay Şefik Bey'in komutasındaki 27. Alay'dır. Alay'ın ikinci taburu Azmaktepe - Çamtepe arasındaki 12 km.lik kıyı şeridine yayılmıştır. Alay'in diğer iki taburu ise Eceabat batısındaki zeytinliklerde, ihtiyat olarak tutulmaktadır. Alay'ın dört tüfekli bir ağır makineli tüfek bölüğü bulunmaktadır. 2. Tabur, üç bölüğünü kıyılara yerleştirmiş bir bölüğünü de Kabatepe'nin 1,5 km. doğusuna ihtiyata almıştı. Alay komutanının Kabatepe'ye özel bir önem verdiği ortadadır. Öncelikle bu tepenin hemen kuzeyinde 1 km. genişlikte, çıkarma için çok uygun bir kumsal bulunmaktadır. Bu kumsala yapılacak çıkarma, tehlikeli derinlikte yelpaze gibi açılma olanaklarına sahipti. İlk adımda Topçular sırtı - Palamutluk sırtı'na yerleşen düşman kuvvetleri buradan, Kocaçimen Tepesi, Maltepe, Kilitbahir, Alçıtepe batısı gibi değişik yönlerde geliştirilebilirdi. Tümenin Binbaşı Kadri Bey komutasındaki 26. Alay’ını Seddülbahir bölgesinde konuşlanmıştır. Görev alanı Çamtepe'den Kerevizdere'ye kadar uzanan, yarım daire şeklinde, Yarımada'nın burun kesimiydi. 9. Tümen’in 26. Alay’ı Seddülbahir bölgesindedir. Alay’ın 1. Taburu Kumtepe bölgesinde, Binbaşı Mahmut Sabri Bey komutasındaki 3. Taburu’nun 10. Bölüğü Ertuğrul Koyu’nda, 12. Bölüğü ise Tekke Koyu’nda mevzi almıştır. Tümenin diğer alayı olan 25. Alay geride bulunmaktadır. Ancak Müttefikler, Seddülbahir bölgesinde bir tümen kadar Osmanlı kuvveti olduğunu kabul etmektedirler. Çıkarma öncesinde yapılan gözlemler esasen bölgedeki Osmanlı kuvvetleri hakkında hemen hemen hiçbir bilgi sağlamamıştı. Mareşal Liman Von Sanders’in, gündüzleri kıtaların ortalıkta görünmemesi yönündeki emrine kesin olarak uyulmuştu. Çıkarma sonrasında sorgulanan Osmanlı esirleri de bölgedeki birliğin 9. Osmanlı Tümeni olduğu bilgisini vermişlerdir. General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkarmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti. Bu bölgedeki kumsalların dar olması nedeniyle beş ayrı noktadan çıkarma yapmak zorunlu olmuştur. General Sır Ian Hamilton’un savaş planında, Seddülbahir kumsallarına çıkarma yapan birliklerin Alçıtepe’yi ele geçirerek Kilitbahir platosuna ilerlemesi öngörülmüştür. Buradaki top bataryalarının susturulmasıyla Çanakkale Boğazı’nın girişi Birleşik Donanma'ya açılmış olacaktı. Seddülbahir bölgesindeki beş kumsala ilk dalga olarak (örtü kuvveti) 7 tabur çıkartılacak, 29. İngiliz Tümeni’nin diğer 5 taburu da hemen ardından ikinci dalga olarak karaya çıkacaktır. General d’Amade komutasındaki Fransız Tümeni’nin ise çıkarmanın ilk günü akşamı sahile inmesi planlanmıştır. Çıkarma planına göre saat 05:00’de başlayan hazırlık ateşi ardından saat 05:30’da örtü kuvveti karaya çıkmaya başlayacaktır. Bu işlem saat 07:00 dolaylarında tamamlanacak, ikinci dalga çıkarmaya başlanacaktır. 29. İngiliz Tümeni’nin savaşçı unsurları saat 08:30 dolaylarında karaya çıkmış olacaktır. Beş çıkartma kumsalından merkezdeki üçü (İkiz Koyu, Tekke Koyu ve Ertuğrul Koyu), ana çıkarma bölgesi olarak düşünülmüştür. Bu kumsallara, 29. İngiliz Tümeni’nin General S.H. Hare komutasındaki 86. Tugayı, asıl örtü kuvveti olarak çıkacaktır. Bu koyların her iki yanındaki Zığındere ve Hisarlık çıkarmaları, merkezdeki saha darlığı nedeniyle gerekli görülmüştür. Bu koylardaki çıkarma unsurları, merkez bölümün kendi hizalarına kadar ilerleyene kadar konumlarını koruyacaklar, bundan sonra ileri harekata katılacaklardır. Britanya 29. Tümen'ine bağlı iki tabur ve bir bölükten oluşan örtü kuvvetlerince gerçekleştirilen çıkarma, baskın tarzında, hiçbir hazırlık ateşi açılmadan başlatılmıştır. Kumsal, bir amfibi harekata elverişli olmadığı için, bölgede çıkarmayı karşılayacak bir Osmanlı kuvveti bulunmamaktaydı. Çıkarmanın öğrenilmesinden sonra bölgeye intikal eden Osmanlı birliklerinin gece boyu süren inatçı taarruzları sonucunda, 26 Nisan 1915 sabahı, Müttefik kuvvetler sahili tahliye etmişlerdir. Seddülbahir'in batı kıyısında kalan küçük bir koydur. İngilizler bu küçük koydaki kumsala Y kumsalı adını vermiştir. Kıyı burada yüksek ve çok diktir. Bu yüzden buraya bir çıkarma yapılacağı düşünülmemiş, bu küçük koy ve kumsal tutulmamıştır. Bu sürpriz çıkarma General Hamilton'nun fikriyle plana eklenmiştir. İkiz Koyu’nu Osmanlı 2. Taburu’nun 6. Bölüğü savunmaktadır. Tabu
run diğer bölükleri derinlikte ihtiyatta tutulmaktadır. Geniş bir alana yayılmış olan 6. Bölük’ün çıkarma kumsalında (kumsal, 180 m. genişliğinde bir sahildir) bir manga gücünde unsuru bulunmaktadır. Birleşik Donanma’nın ateşinin ardından saat 06:00’da başlayan çıkarmayı ateşle karşılayıp geri çekilmişlerdir. Saat 07:30 dolaylarında ikinci dalgayı oluşturan iki İngiliz taburu çıkartılmıştır. Çıkarmanın ilk saatlerinde İngiliz birlikleri hiç kayıp vermemişler, sahilin hemen gerisindeki alçak tepeyi kontrol altına almışlardı. Saat 08:15 de 26. Alay’dan Ertuğrul ya da Tekke Koyu için 3. Tabur emrine gönderilen Osmanlı 7. Bölük’ü İkiz Koyu’ndaki çıkarmayı görmüş ve bölük komutanının inisiyatifiyle taarruza geçmiştir. Bu taarruzun yarattığı şaşkınlık ve belirsizlik durumu, İngiliz taburlarının koyun merkez bölümünde ileri harekatlarını gün boyu durdurmalarına yol açmıştır. Ancak çıkarma sahasının güney kesiminde kayda değer bir Osmanlı direnişi yoktur. İngiliz 29. Tümen Komutanı General Hunter Weston, Ertuğrul Koyu ve Tekke Koyu’na çıkartılması planlanmış olan dört taburlu 88. Tugay’ı, çok daha zayıf direnç görülen İkizkoyu’na kaydırmıştır. İkiz Koyu’nun güney kesiminde ileri çıkan İngiliz taburları saat 11:00 dolaylarında Karacaoğlan Tepesini ele geçirmişlerdir. Karacaoğlan Tepesi’nin düşmesi, Tekke Koyu’nu savunan 12. Alay’ın sağ kanadını, dolayısıyla 3. Tabur’un kuzey kanadını tehdit etmektedir. 3. Osmanlı Taburu, sağ kanadını geri alarak savunmayı sürdürmüştür. Tekke Koyu, 300 m.den biraz daha uzun bir kumsaldır. İngiliz çıkarma planına göre bu sahile ilk kademede bir tabur çıkarılacaktı. Sahil, ikinci kademede çıkarılacak olan bir alay kadar kuvvetle takviye edilecek ve bu kuvveler yakındaki Karacaoğlantepe ve özellikle Aytepe'yi işgal ederek Ertuğrul Koyu'na sarkacaktı. Bu kumsalı Osmanlı 3. Taburu'nun 12. Bölük'ü savunmaktadır. Hazırlık ateşi ardından kumsala çıkartılan bir İngiliz taburuna yönelen savunma ateşi, diğer koylardaki kadar etkili olmamıştı. Çıkarma örtü kuvvetleri komutanı General Hare'nin sahilin etrafına topladığı askerlerle sahilin daha az korunan yan tarafına çıkmasıyla Osmanlı direnişi geri çekilmek zorunda kalmıştır. İlk hat Osmanlı siperlerinin düşmesi sırasında General Hare, ağır biçimde yaralanmıştı. Geri hatta çekilerek direnmeyi sürdüren Osmanlı piyadesi, bu kumsaldaki İngiliz ileri hareketini durdurmuştur. General Sır Ian Hamilton birincil öncelikli gördüğü Ertuğrul Koyundaki çıkarmada ilginç bir yöntem denemiştir. Mevcut çıkarma araçlarının kapasitesi üstünde asker çıkarabilmek için River Clyde adlı kömür nakliye gemisi kumsalda karaya oturtulacak, gemide iki tabur gücünde, yaklaşık iki bin mevcutlu bir İngiliz birliği önceden hazırlanmış dubalardan sahile çıkartılacaktır. İki saate yakın bir süre hazırlık ateşinde donanma, 4.650 top mermisi kullanmıştır. Hazırlık ateşi ardından İngiliz 29. Tümeni’ne bağlı taburun İrlandalı askerlerini taşıyan filikalar ve River Clyde sahile yaklaşmaya başlamıştır. River Clyde, karaya vurduğunda filikalar da sahile 20 m. kadar yaklaşmışlardı. O ana kadar beklemiş olan Osmanlı piyadesi bir anda filikalara ateş açmıştır. Bu ateş kasırgasında bazı filikalar, içlerindeki herkesin ölmüş olması sonucu akıntıya kapıldılar. River Clyde’da köprülerin kurulmasıyla kapaklar açılmış ve İngiliz askerleri bu köprü üzerinden koşarak kıyıya çıkmaya başlamıştır. Ancak Osmanlı tarafının ateşi bu yöne çevirmesiyle hiçbiri sahile ulaşamamıştı. Aşırı kayıp ve çıkan kargaşalık nedeniyle askerin tahliyesi durdurulmuş, bu iş akşam karanlığının çökmesine ertelenmiştir. Saat 09:30 dolaylarında Ertuğrul Koyu’ndaki ilk dalga çıkarma tümüyle durmuştur. Sahilde 200 kadar askeri kalmış olan İrlanda Taburu’nun kayıpları yüzde yetmiş dolaylarındadır. Hemen hemen tüm subayları vurulmuştur. Bir İngiliz pilotu, Ertuğrul Koyu boyunca denizin, 50 m. açığa kadar kan kırmızısına dönüştüğünü rapor etmiştir. Bu bölgede bir İngiliz taburu saat 06:30 dolaylarında, 45 dk. süren hazırlık ateşi ardından sahile çıkmıştır. Otuz kişilik bir Osmanlı savunma unsuru, bir süre sahili sabitlemeyi başarmıştır. Ancak kanat açığından ilerleyen bir İngiliz bölüğü yüzünden geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Takviye olarak gönderilen Osmanlı 2. Tabur’unun 8. Bölük’ü derhal taarruza geçmiştir ve İngiliz birliklerinin ilerlemesi durdurulmuştur. Diğer çıkarma koylarında olduğu gibi burada da çıkarmanın ilk dalgasının yoğun ateş karşısında sahile takılıp kalması ardından İngiliz deniz topçusunun yoğun ateşi Osmanlı mevzilerine yönelmiştir. Seddülbahir bölgesine ilk çıkan birlik İngiliz 9. Tümeni’dir. Ardından 1. Fransız Tümeni, 1. İngiliz Deniz Piyade Tümeni ve 1. Hint Tugayı çıkarmaya katılacaklardır. Bu ikinci kademede çıkarma yapacak birliklerden 1. Fransız Tümeni, Seddülbahir bölgesinde çıkarma başladığı sırada Beşige bölgesindeki yanıltıcı manevralarda görev almıştır. Öğleye doğru sis bastırmasından yararlanarak Seddülbahir açıklarına intikal etmiş ancak 25 Nisan 1915 akşamına kadar sahillerde yeterli derinlik elde edilemediği için gemilerde bekletilmiştir. 1. İngiliz Deniz Piyade Tümeni ise Saros Körfezi’ndeki yanıltma manevraları ardından bölgeye intikal etmiş, ancak 28 Eylül 1915 sabahı sahile çıkmaya başlamıştır. Keza donanmanın diğer bölgelerde yanıltıcı hazırlık ateşiyle görevlendirilen unsurları da, çıkarmanın ikinci günü bölgeye intikal etmiştir. Böylece Seddülbahir bölgesinde, donanmanın yüzde sekseni görev almıştır. Çıkarmanın ilk günü Seddülbahir Cephesi’ni tutan Osmanlı kuvveti, Albay Halil Sami Bey’in 9. Tümen'inin iki taburlu 26. Alay’ı idi. Ancak Anzak Kolordusunun örtü kuvvetlerinin karaya çıkmaya başladığı Arıburnu bölgesi de 9. Tümen'in görev bölgesidir. Albay Halil Sami Bey, ihtiyatta tuttuğu 27. Alay'ın iki taburunu Arıburnu bölgesine göndermek zorundaydı. Emrindeki 9. Tümen’in ihtiyattaki 25. Alay’ını Seddülbahir cephesine sevk etmiştir. Bu Alay’ın 3. Tabur’u Zığındere Koyu’nda taarruza geçmişti, diğer iki taburu ise 25 Nisan akşamı bölgeye ulaşabilmişlerdir. Böylece 25 Nisan akşamı Seddülbahir Cephesi’nde 12 İngiliz taburuna karşı 5 Osmanlı taburu mevzi almıştır. Ancak çıkarmanın başladığı sabah saatlerinden itibaren bölgede çatışmalara katılmış bulunan iki tabur, mevcutlarının yarısını kaybetmişti, bu yüzden Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetleri dört tabur gücünde bir kuvvettir. Cepheye ulaşan takviyelerle Osmanlı tarafı üç bölgede gece taarruzuna kalkışmıştır. Hisarlık, artık birleşmiş olan Ertuğrul Koyu-Tekke Koyu-İkiz Koyu ve Zığındere. İlk iki bölgede Osmanlı tarafı istediği sonuca ulaşamamıştır. Ama Zığındere’deki taarruz daha başarılı gelişmiştir ve çıkarmanın ertesi günü Müttefikler, donanma ateşinin desteğinde Zığındere’yi tahliye etmişlerdir. Çıkarmanın ilk günü akşamında Müttefik kuvvetler Seddülbahir Cephesi'nde çıkarma yapılan beş kumsalda köprübaşı oluşturmayı başarmışlardır. Bu kumsallardan Zığındere'deki köprübaşı, gece boyunca sürecek olan Osmanlı karşı taarruzları sonucu ertesi gün tahliye edilecektir. Diğer dört kumsaldaki köprübaşları son derece dar bir alanda kalmıştır ve General Sır Ian Hamilton'un planladığı Fransız Tümeni'ni karaya çıkarma işi, sahildeki dar alan nedeniyle gerçekleşememiş, tümen gece boyu gemilerde bekletilmek zorunda kalmıştır. İngiliz 29. Tümeni, sahilde yerleşmiştir, çıkarma harekatı başarılıdır. Ancak ilk günün hedefi bu değildi. General Hamilton, çıkarmanın ilk gününde, savunmadaki Osmanlı kuvvetlerinin atılarak Alçıtepe yükseltisinin ele geçirilmesini planlamıştı. Öte yandan İngiliz birlikleri hiç hesapta olmayan bir direnmeyle karşılaşmışlar, özellikle subay kayıpları nedeniyle yıkıma uğramışlardır. Dar bir sahil kesiminde tıkanıp kalınması, gece yapılan Osmanlı taarruzları, çıkarma birliklerinin sahildeki durumu açısından son derece kritik bir durum yaratmıştır. Müttefik kuvvetler açısından sahildeki durumun izleyen günde korunabileceği bir hayli kuşkuludur. Osmanlı tarafı ise aynı şekilde kritik bir durumdadır. Takviye kuvvetlerin gecikeceği ortadadır. Ateş hattındaki Osmanlı subayları açısından tüm sorun takviye edilmeleridir. Takviye edilirlerse İngiliz birliklerini kıyılardan atmalarının kesin olduğu düşüncesindedirler. Bir Osmanlı subayının yazılı mesajı şöyledir. "Yüzbaşım, ya takviye kıtalar gönderir düşmanı denize dökersiniz, yahut ki, bu yeri boşaltırız. Çünkü bu gece daha çok asker çıkartacakları muhakkaktır. Yaralıları nakletmek için doktor gönderiniz. Aman yüzbaşım, Allah aşkına bana takviye kuvveti gönderiniz. Çünkü, karaya yüzlerle asker döküyorlar. Çabuk, nelerle karşılaşacağız yüzbaşım, bilemem". Bu bir yakarıştır, umutsuzluk değildir. Çıkarmanın ikinci günü olan 26 Nisan günü Ertuğrul Koyu’nda River Clyde’den sahile çıkan Hampshire Taburu sabahın erken saatlerinde taarruza başlamıştır. Seddülbahir Köyü’nün yıkıntıları arasında dört saat kadar süren sokak çatışmalarında Hampshire Taburu karşısında kırk kadar Osmanlı askeri vardır. Birçoğu yıkıntılar arasında gizlenmiş, İngiliz askerleri ilerledikten sonra ortaya çıkıp ateş açmışlardır. Seddülbahir Köyü’nün işgali ardından İngiliz birlikleri koya hakim tepelere saldırmışlar, bu tepeleri ele geçirmişlerdir. Bu tepenin elden çıkması üzerine Osmanlı birlikleri saat 14:30 da 3 km. gerideki Alçıtepe – Kirte Köyü hattına çekilmeye başlamışlardır. Gün içindeki taarruz ve Osmanlı tarafının karşı taarruzları karşısında İngiliz askerleri keşif görevi yapamayacak denli yorgundurlar. Gece cepheden 1,5 km. kadar ilerleyen keşif birlikleri her ne kadar Osmanlı birliklerine rastlamamışlarsa da Osmanlıların cepheyi geriye çektikleri saptanamamıştır. Hem çekilmenin saptanamamış olmasından hem de birliklerin aşırı derecede yorgun durumda olmasından İngiliz birlikleri çekilen Osmanlı birliklerini yakın takibe geçmemiştir. Karadaki İngiliz askerleri ve komutanları, geceleyin bir Osmanlı taarruz olacağını beklemektedirler. Tüm geceyi son derece gergin bir halde geçirdiler. Ancak Osmanlı askerleri, gece taarruzuna girişmediler. Gün içindeki kayıplar sonucu 26 Nisan ge
cesi, Arıburnu Cephesi’nde olduğu gibi sakin geçti. Seddülbahir Cephesi’ndeki Müttefik kuvvetlerinin 26 Nisan gecesi aldıkları emir, siper kazarak savunma düzeni almak, Osmanlı taarruzlarını püskürtmek ve kesinlikle geri çekilmemektir. İzleyen günde karaya taze kuvvetler çıkarılacak (Fransız tugayları) ve ileri harekata ancak bu durumda devam edilecektir. İngiliz 29. Tümen Komutanı General Hunter Weston, 27 Nisan sabahı Alçıtepe yönünde taarruza karar vermişti. Ancak 26 Nisan akşamı, Fransız Doğu Seferi Tugay'ının cepheye intikalinin ancak öğlene doğru sağlanabileceğini öğrenince taarruzu öğlene ertelemeyi uygun bulmuştu. 27 Nisan sabahı ise söz konusu birliklerin karaya çıkışının gecikeceği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle harekat, 28 Nisan 1915 sabahına ertelenmiştir. General Hunter Weston, 27 Nisan için, ertelenen Alçıtepe taarruzu yerine sol kanadını ve merkez bölümünü ileri çıkartacak bir kısmi taarruza karar verdi. Amaç hem bir sonraki gün girişilecek taarruz için daha uygun bir pozisyon yaratmak hem de Hisarlık bölgesindeki çıkarma kuvvetleriyle temas kurmaktır. Osmanlı kuvvetlerinin zaten tahliye etmiş oldukları bu bölgedeki ileri harekat, saat 16:00’da başlamıştı. Harekat sırasında kayda değer bir çatışma olmamıştır. Bazı Osmanlı askerlerinin ölü gibi yattıkları, İngiliz birlikleri ilerleyip geçince ateş açtıkları kayıtlara geçmiştir. İngiliz birliklerinden bazılarının savaş ceridelerinde bu askerlerin ölümü umursamadıkları, ölmeden önce bir hayli düşman öldürmeyi amaçladıkları yazmaktadır. Harekat sonunda (saat 17:30) sahilden içerlere doğru ilerlenmiş ve Zığındere - Hisarlık hattı birleşmiştir. İngiliz ve Fransızlar, 27 Nisan gece yarısına kadar yeni cephe hattından siperler kazmışlardı. Osmanlı tarafı bir gece taarruzuna girişmedi. Gece boyu İngiliz ve Fransız siperlerine tek tük ateş açılmıştır. Müttefikler, büyük miktarda cephane harcamakla bu ateşlere karşılık verdiler. Birinci Kirte Muharebesi, Seddülbahir bölgesine çıkan Müttefik kuvvetlerce, Alçıtepe yükseltisinin ele geçirilmesi amacıyla girişilen genel taarruzdur. 28 Nisan 1915 sabahı İngiliz ve Fransız birliklerince girişilen taarruz, ilerleme kaydetmişti. Saat 16:00 dolaylarında cepheye intikal eden 7. Osmanlı Tümeni'nin 19. Alay'ının iki taburu, alay komutanı Yarbay Sabri Bey komutasında karşı taarruza geçmiş ve İngiliz ve Fransız birliklerinin taarruz çıkış hatlarına çekilmesine neden olmuştur. Mareşal Liman Von Sanders, müttefiklerin başarısız İkinci Kerevizdere Taarruzu’ndan hemen sonra, yeni takviyeler almalarından önce taarruz etmeyi planlamaktadır. Gerçekten de İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener de Mısır’daki 42. İngiliz Tümeni ile Gurkalardan oluşan bir Hint Tugayının Çanakkale Cephesine hareket etmesi emrini vermiştir. Ayrıca Fransa’dan bir tümen yola çıkmak için hazırlanmaktadır. Liman Von Sanders, sadece Seddülbahir Cephesi’nde değil, aynı zamanda Arıburnu Cephesi’nde de taarruza karar vermiştir. Arıburnu Cephesi’nde 1 Mayıs taarruzları sabahın erken saatlerinde başlamıştı. Seddülbahir Cephesi’nde ise gece taarruzu olarak uygulanmıştır. Taarruzun Seddülbahir Cephesi’nde gece saatlerine alınmasında amaç, Birleşik Donanma’nın destek atışından sakınmaktır. Arıburnu Cephesi’de donanma ateşi karşıdan gelirken Seddülbahir Cephesi’nde üç yandan gelmektedir. Taarruz Albay Halil Sami Bey’in 9. Tümeni ile Saros bölgesinden intikal etmiş olan Albay Remzi Bey komutasındaki 7. Tümen tarafından gerçekleştirilecektir. Harekata Mareşal Liman Von Sanders’in 29 Nisan günü Seddülbahir Cephesi Komutanlığı’na getirdiği Albay Von Sodenstern komuta edecektir. Osmanlı kuvvetleri 19 taburda 16 bin savaşçı, Müttefik kuvvetler ise 30 taburda 32 bin kişidir. Osmanlı taarruzu 3 makineli tüfek bölüğü ve 10 topçu bataryasıyla desteklenecektir. İngiliz ve Fransızların ise Seddülbahir Cephesi’nde karaya çıkarılmış 30 makineli tüfek bölüğü ve 23 topçu bataryası (donanma topları hariç) bulunmaktadır. Albay Von Sodenstern, tüm askerlere okunması talimatıyla yayınladığı emrinde şöyle demektedir. “Düşmana süngü ile saldırılacak…” “…sahilde filikaları yakmak…”, ister istemez üçbin yıl önce Boğazın karşı yakasındaki Troya Savaşı’nı anımsatmaktadır. Troyalılar ve müttefikleri, Akha çıkarma sahiline saldırırken öncelikli amaçları gemileri yakmaktı. Gece saat 22:00 de başlayan süngü hücumu, yer yer Osmanlı kuvvetlerinin İngiliz-Fransız mevzilerine girmesini sağlamıştır fakat sabah saatlerine kadar süren çatışmalar Osmanlı kuvvetleri açısından sonuç getirmemiştir. 1 Mayıs gecesi taarruzlarında İngilizler 17 subay ve 641 erat, Fransızlar ise 58 subay ve 2.064 erat kaybetmişlerdir. Toplam Müttefik kaybı 75 subay ve 2.705 olmak üzere 2.780 kişidir. Osmanlı kuvvetleri mevzilerine çekilirken, 2 Mayıs 1915 sabahı saat 06:00 da İngiliz-Fransız cephesi bir karşı taarruza girişmiştir. Öğlen saatlerine kadar süren karşı taarruz da sonuçsuz kalmıştır. Gerçekte General Sir Ian Hamilton Seddülbahir Cephesi’nde bir taarruz emri vermişti. 1 Mayıs gecesi gerçekleşen beklenmedik Osmanlı taarruzu nedeniyle planını ertelememiş, karşı taarruzun uygulanmasına karar vermiştir. Ancak Osmanlı taarruzları ve karşı taarruz sırasında uğranılan kayıpları dikkate alarak harekata, halen yolda olan 2. Fransız Tümeni’nin karaya çıkmasından sonra gerçekleştirilmesine gerek görmüştü. Ayrıca General Sır Ian Hamilton, Arıburnu Cephesi’nden en seçkinlerinden iki tugayın Seddülbahir Cephesi’ne aktarılması emri vermişti. Anzak kolordusu Komutanı General William Birdwood, Arcadian nakliye gemisindeki Hamilton’un Genel Karargâh’ında, bir süre için kendi cephesinde taarruza geçmemesi yönünde uyarılmıştır. Çıkarma bölgesinin dar ve sıkışık olması nedeniyle karaya çıkartılamayan, gemilerde bekletilen beş top bataryası da Ertuğrul Koyu’na nakledilecektir. Öte taraftan Osmanlılar beklemek niyetinde değillerdir. İstanbul’dan gönderilen Albay Mehmet Şükrü Bey’in komutasındaki 15. Tümen’in gün sonuna doğru Seddülbahir Cephesi’ne ulaşacağı bilinmektedir. Mareşal Liman Von Sanders, bir tümen gücündeki bu takviyeyle taarruzu yenilemeye karar verdi. Bu kez 7., 9. ve 15. Tümenler taarruz edecektir. Seddülbahir Cephesi Komutanı Albay Von Sodenstern’in üç tümeni yönetebilecek bir karargâh kadrosu henüz yoktur. Zaten Alman Ordusu'ndaki son görevi, bir tabur komutanlığı idi. Yine de 2 Mayıs gecesi saat 22:00 dolaylarında Osmanlı tümenleri süngü hücumuna geçtiler. Taarruz başladığında 15. Tümen’in ileri unsurları ancak cepheye ulaşmışlardı. Dokuz saattir 25 km. yol yürüyüp gelmişlerdir ve gecenin karanlığında, tanımadıkları bir arazide taarruza katılacaklardır. 15. Tümen’in ateş hattına ilk ulaşan bölüğünün subayları, Ordu komutanının emirleri gereği kısa ve sert emirleri sıraladılar ve bölük taarruza katıldı. Tümenin diğer unsurlarının cepheye ulaşması sabah saatlerin bulmuştur ve onlar da derhal parça parça savaşa sürülmüşlerdir. Sabahın ilk saatlerinde yıpranan Osmanlı kuvvetleri mevzilerine geri çekilmişlerdi. Onbirbin mevcutlu 15. Tümen’in bir gece içindeki kayıpları, mevcutlarının yüzde kırkıdır. Bu başarısız taarruzun hemen ertesi günü Mareşal Liman Von Sanders, Albay Sodenstern'i görevden alarak yerine General Weber'i (Weber Paşa) atamıştır. Aynı zamanda Sanders, 5. Ordu teşkilatlanmasını yeniden düzenlemiştir. Buna göre dört grup komutanlığı oluşturulmuştur. General Ian Hamilton, Osmanlı kuvvetlerinin son muharebelerde ağır kayıplar verdiğini, fakat kısa zamanda yeni takviye birliklerini cepheye sevk edeceklerini bilmektedir. Seddülbahir Cephesi’ne ulaşan son takviyeleri kullanarak Kirte Köyü ve Alçıtepe yönünde yeniden taarruza geçmeye karar vermiştir. 6 Mayıs 1915 günü başlayan ve üç gün boyunca süren çatışmalarda, Müttefik kuvvetler taarruz planlarının gerisinde kalmışlardır. İkinci Kirte Muharebesi'nin başarsızlığı ardından General Sır Ian Hamilton'un emriyle General Hunter Weston, 10 Mayıs 1915 günü birliklerine bir emir yayınlamıştır. Bu emirde genel bir taarruza geçmek yerine sürekli olarak ileriye doğru siper kazmak ve geceleri yapılacak kısa ileri hareketler emredilmektedir. Böylece Müttefik siperleri, Osmanlı ilk hat siperlerine tüm cephe boyunca 200 metreden daha yakın bir mesafeye getirilecektir. Hamilton, bir sonraki taarruzun başarısı için bunu gerekli görmektedir. Bu emrin yayınlanmasının hemen ardından Zığınsırtı mevzilerini tutmakla görevli Hint Tümeni Komutanı General H.V. Cox, İkinci Kirte Muharebesi sırasında işgal edilemeyen Osmanlı siperlerinin ele geçirilmesi için bir plan önermişti. Bu plan, Zığınsırtı sahilinden bir gece yürüyüşü ile Osmanlı siperlerinin kuşatılmasını esas almaktadır. 12 Mayıs 1915 gecesi Hint Tümeni'nin Gurka bölüğü Zığın sahilinden kuzeye doğru harekete geçmiştir. Sabaha karşı bu ileri harekatın sağa doğru uzatılması için iki bölük daha bölgeye akmıştır. Osmanlı siperleri, kuşatıldıklarını anlayınca geri hatta çekilmek zorunda kaldılar. Bu harekat sonucu, ciddi bir çatışma olmadan Zığınsırtı'ndaki Müttefik hatları 450 metre ileri atılmış oldu. Üçüncü Kirte Muharebesi, Müttefik kuvvetlerin Alçıtepe yükseltisini ele geçirmek amacıyla giriştikleri üçüncü genel taarruzdur. 4 Haziran - 6 Haziran 1915 tarihlerinde süren çatışmalarda Müttefik kuvvetler belirli bir ilerleme sağlamışlardır. Ancak taktik hedef olan Kirte Köyü ve onun hemen gerisindeki Alçıtepe yükseltisine ulaşamamışlardır. Seddülbahir Cephesi'ndeki üç genel taarruzda da taktik hedefe ulaşılamaması, General Sır Ian Hamilton'un farklı bir taarruz planı izlemesine yol açmıştır. Bu taarruz planı, cephe boyunca genel bir taarruzu değil, dar bir cepheden taarruz edilmesini öngörmektedir. Hareket planı, önce cephenin kanatlarındaki tepelerdeki Osmanlı mevzilerinin ele geçirilmesi, ardından da cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmesi şeklindedir. Bu taarruzların tek bir operasyonun aşamaları olarak değil, bağımsız operasyonlar olarak uygulanmasına karar verildi.Cephe komutanlarının ilk taarruz için seçtiği bölge, Fransız birliklerinin bulunduğu, cephenin sağ kanadındaki Kerevizdere bölgesidir. Taarruz, 18
Haziran 1915 sabahı, üç gün boyunca sürdürülen donanma ateşiyle başlamıştır. 21 Haziran 1915 sabahı başlayan Fransız taarruzları, ertesi günün sonunda harekatın taktik hedefi olan 83 rakımlı tepenin ele geçirilmesiyle sonlanmıştır. Genel bir taarruz yerine sınırlı hedeflere yönelik bu taarruz planı, son derece yoğun kara ve deniz topçusu ateşiyle desteklenmişti. Sonuç, Müttefikler açısından harekatın taktik hedefine ulaşılması olmuştur. General Sır Ian Hamilton, bu başarının ardından planın diğer iki operasyonunu da uygulamaya koymaya karar vermiştir. Birinci Kerevizdere Muharebesindeki kısmi başarı, planın ikinci operasyonu olarak düşünülen harekata geçilmesini teşvik etmiştir. Taarruz, Zığındere'nin her iki yanındaki sırtlar üzerinden yapılacaktır. 26 Haziran 1915 günü başlatılan topçu ateşi, iki gün boyunca Osmanlı siperlerini dövmüştür. 28 Haziran 1915 sabahı başlayan çatışmalar 5 Temmuz 1915 tarihine kadar karşılıklı taarruzlarla sürmüştür. Osmanlı tarafının ağır kayıplarına karşın Müttefik kuvvetler Zığındere'nin ancak bir tarafındaki hedeflere ulaşabilmişlerdir. İlk iki operasyon olan Birinci Kerevizdere ve Zığındere harekatlarının, kısmi de olsa başarı sağlaması üzerine General Sır Ian Hamilton, cephenin merkez bölümünden taarruz ederek merkez bölümü kanatlarla aynı hatta getirmeye karar vermiştir. İki gün boyunca süren çatışmalarda Müttefik kuvvetler ancak birkaç ön hat siperini ele geçirdiler. Cephenin sol tarafında çok dar bir alanda taarruz öncesi belirlenen hedeflere ulaşılmıştı, İngiliz cephesinin büyük bir bölümünde ise ulaşılamadı. Fransız bölümünde ise belirlenen hedeflere ulaşılmıştır. Seddülbahir Cephesi'nde sonuç elde edilememesi üzerine General Sır Ian Hamilton, Arıburnu Cephesi'nde bir taarruza ve Suvla kıyılarında yeni takviyelerle bir çıkarmaya karar vermişti. Suvla Çıkarması, üçüncü cephe olacaktır. Bir yanıltma operasyonu olarak da Seddülbahir bölgesinde bir taarruz planlanmıştı. 6 Ağustos 1915 günü başlayan taarruz, küçük bir bağın ele geçirilmesi dışında bir sonuç getirmemiştir. General Hamilton, Seddülbahir bölgesinde herhangi bir taarruza geçilmemesi için emir vermişti. Tahliyeye kadar bu bölgede kayda değer bir çatışma olmamıştır. Anafartalar Cephesi'nde 10 Aralık 1915 tarihinde başlanılan tahliyenin hiç kayba uğranmadan 20 Aralık 1915'de tamamlanması ardından Seddülbahir Cephesi'nin tahliyesi hazırlıklarına başlanmıştır. Anafartalar Cephesi'ndeki gibi büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltıbin asker, dörtbin nakliye hayvanı –gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve ikibin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti. Anafartalar Savaşı Anafartalar Savaşı aşağıdaki anlamlara gelebilir: Milyarderler listesi "Forbes" dergisi dünyanın en zengin insanları listesini düzenli olarak yayınlar: Dünyanın Milyarderleri. Bazıları, dikkat çekmekten kaçınan milyarderler olabileceğini ve Forbes’in onları fark edememesi nedeniyle, bu listede olamayabileceklerini düşünmektedirler. Ringa Ringa, sardalyagiller (Clupeidae) familyasından kemikli balık cinsi. Ringaların Atlas okyanusunun kuzey kesiminde yaşayan Atlantik ringası ("Clupea harengus"), ince-uzun gövdeli, 12–40 cm boyunda, gövdesi gümüşi renkli bir balıktır. Genellikle plankton gibi küçük hayvanlarla beslenirse de, bazen büyük balıklara da saldırır. Üreme mevsiminde dişisi, sığ sulara 30.000'e yakın yumurta döker. Ticari önemi olan bir balık türüdür. Taze, tütsülenmiş, salamura edilmiş olarak tüketilir. Raşitizm Raşitizm, çoğunlukla D vitamini eksikliğine bağlı olan, genellikle 6-18 aylık çocuklarda görülen kemik hastalığıdır. Kemik oluşumunun tam olmaması nedeniyle tedavisi geciktirilmiş, ihmal edilmiş hastalarda uzun kemiklerde şekil bozukluğu olur. Günümüzde ender rastlanan bir hastalık olan, oysa 19. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa ülkelerinde doğan çocukların yaklaşık %90'ının 4 yaşına gelmeden ölmelerine yol açan raşitizm, omurga, kol ve bacak kemiklerinde biçim bozukluklarına yol açar. Başlıca nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Çok ender rastlanan bir nedeni de, bazı böbrek borucukları hastalıklarıdır. D vitamini eksikliğinden kaynaklanan raşitizm, biçim bozuklukları bırakarak kendiliğinden iyileşme gösterir. D vitamini iyileşmeyi sağlasa da, doğuştan başlanarak 18. aya ya da 2 yaşına kadar D vitamini vermek yoluyla ortaya çıkmasını önlemek daha doğru bir yöntem olur. En önemli nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Ayrıca, daha ender olmakla birlikte, bağırsaklardan yeterince D vitamini emilememesi de raşitizme neden olabilmektedir. D vitamini dışında kalsiyum ve fosfat minerali eksikliği de kemik gelişimini olumsuz yönde etkiler. Çoğunlukla yeteri kadar güneş görmeyen, sıhhi olmayan, rutubetli, karanlık ve basık tavanlı evlerde yaşayan, yeteri kadar süt içmeyen (özellikle de anne sütü), yetersiz ve dengesiz beslenen çocuklarda görülür. Hastalık genellikle 2 yaşında, belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da, haftada 3 kere ılık banyo yaptırmak yararlıdır. Yağmur Yağmur, bulutlardan su şeklinde yağan yağış biçimidir. Yağmur taneleri düşme esnasında kuru havadan geçerken bir kısmının veya tamamının buharlaşması sonucu bulut tabandan aşağı doğru sünüyormuş gibi görünür buna virga denilir. Bilim adamlarının yağmurun oluşumu ve yağışı ile ilgili açıklamaları Bergeron Süreci olarak adlandırılır. Ayrıca yazın bazı günlerde bulut olduğu halde yağmur yağmamasının sebebi hava kütlesinin taşıdığı toplam su miktarının az olması sebebiyle yeterince yağış yapacak kadar yoğunlaşmamasıdır. Yapay yağmurlar ise havanın bulutlu olduğu günlerde bulutlara gümüş iyodür bulutu sıkılarak yağdırılır. Havada bulut olmazsa asla yapay yağmur yağdırılamaz. Dünya Sosyal Forumu Dünya Sosyal Forumu, alternatif küreselleşme hareketi yanlılarının dünyada yürütülecek kampanyaları düzenlemek, stratejileri belirlemek ve dünyadaki hareketler konusunda birbirlerini haberdar etmek için yılda bir kez düzenledikleri toplantıdır. Ocak ayında ""Büyük kapitalist rakip"" Dünya Ekonomik Forumu İsviçre`nin Davos kasabasında toplanırken Dünya Sosyal Forumu da başka bir yerde toplanır. Bu bir rastlantı değildir, çünkü Davos`ta organize, güçlü bir protesto gerçekleştirmek lojistik bakımdan zor olacağından yerine aynı dönemde bir toplantı yapılması kararı alınmış ve bu toplantı aynı zamanda olursa medyadaki DEF hakimiyetindeki haberleri gölgeleyeceği de düşünülmüştür. DSF birçok bölgesel sosyal forumun kurulmasını da teşvik etmektedir, Avrupa Sosyal Forumu, Asya Sosyal Forumu ve Ortadoğu Sosyal Forumu en önemlileri sayılabilir. Bölgesel olduğu gibi yerel ve ulusal sosyal forumları da destekler: İtalyan Sosyal Forumu, Liverpool Sosyal Forumu ve Boston Sosyal Forumu. Birçok sosyal forum, DSF tarafından belirlenen sadık kalır. 2006`da WSF Karakas, Venezuela, Bamako, Mali gibi dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenmiştir. 2007 toplantısı Nairobi, Kenya`da yapıldı. Son olarak 2016 yılında Kanada'da gerçekleşti, bu G7 ülkelerinde gerçekleşen ilk Forum'du. Forum ilk dönemki etkisini kaybetse de halen toplumsal hareketleri ve alternatif dünya görüşlerini küresel çapta bir araya getiren en kapsamlı organizasyondur. İlk Dünya Sosyal Forumu 25 Ocak-30 Ocak 2001 tarihleri arasında Porto Alegre`de birçok alternatif küreselleşme hareketi grubu tarafından düzenlendi. Brezilya İşçi Partisi`nin hakimiyetindeki Porto Alegre yönetimi DSF`ye sponsor oldu. 12.000 civarında insan foruma katıldı. İkinci DSF tekrar Porto Alegre`de 31 Ocak-5 Şubat 2002 tarihleri arasında düzenlendi. Bu toplantıya da 12.000 resmi delege katıldı. Üçüncü toplantı Ocak 2003`te gene aynı yerde toplandı. Aynı anda birçok seminer birden düzenlendi, bunlardan biri "Kapitalizmden Sonra Hayat" Noam Chomsky`nin katılımıyla gerçekleşmiştir. Diğer DSF'lerin gerçekleştiği yerler şu şekildedir. 2004 Mumbai (India) 2005 Porto Alegre (Brazil) 2006 Bamako (Mali), Caracas (Venezuela) and Karachi (Pakistan) 2007 Nairobi (Kenya) 2009 Belem (Brazil) 2011 Dakar (Senegal) 2013 Tunis (Tunisia) 2015 Tunis (Tunisia) 2016 Montreal (QC-Canada) Bütün dış bağlantılar özgün dillerindedir. Milyarderler listesi (2006) Aşağıda, dünya çapında, 2006 yılı itibarıyla, Amerikan doları milyarderlerinin bir listesi bulunmaktadır. Bu liste Forbes tarafından hazırlanmış olup, zenginlikleri bulundukları pozisyona milyarderleri, bunların yarıdan fazlasını oluşturmaktadır. 2006 yılında Rusya, Hindistan ve Brezilya kaynaklı milyarderlerin sayısında gözle görülür bir artış olmuştur. Esengül Esengül ya da asıl adıyla Esen Ağan, (24 Eylül 1954, İstanbul - 18 Nisan 1979, Bakırköy) Türk şarkıcı. Yayınlanan plakları satış rekorları kırmıştır. İstanbul doğumlu iki kız kardeşin biri olan Esengül ilk müzik derslerini konservatuvar mezunu annesi Piraye Ağan'dan aldı. Daha sonra Cavit Deringöl, İrfan Özbakır ve ona "Esengül" takma adını veren Abdullah Nail Bayşu ile çalıştı. 15 yaşındayken katıldığı, yapımcı Ayhan Coşkun'un açtığı ses yarışmasında birinci oldu. İlk 45'liği olan "Aşkımı Süpürmüşler"in kazandığı başarıdan sonra, gazinolarda çalışmaya başladı. Albümleri genellikle Lütfü Sütşurup'un prodüktörlüğünde, Taç Plâk firmasından çıktı. İstanbul, Ankara ve İzmir'deki ünlü gazinolarda assolist olarak sahne aldı. Kariyerinin ilk yıllarında Orhan Akçınar ile evlendi. Ancak gazino dünyası ile eşi arasındaki dengeyi sağlayamayarak, evlendikten bir ay sonra şiddetli geçimsizlik nedeniyle kocasından boşandı. Bir süre sonra Adnan Şenses'le imam nikahı kıydı. Daha sonra Şenses'i terk ederek, dönemin Beşiktaşlı futbolcusu Tayfun Kalkavan ile ilişki yaşadı. Art arda yaşadığı aşklar ve bir akşam gazinoda eline tutuşturulan silah ile ateş etmesi gibi olaylarla, medyanın ve halkın ilgisini yoğun bir biçimde üzeri
ne çekmeye başladı. Sanat yaşamı dışında iş dünyasının kabadayıları ile kurduğu ilişkiler yüzünden polis tarafından izleniyordu. Yakaladığı erken şöhreti artık kaldıramadığı bu dönemde, bazı silahlı olaylara da adı karıştı. 31 Mart 1979 tarihinde çalıştığı Semiramis Pekkan'ın adını taşıyan Semiramis Gazinosu'nda "Oflu İsmail" lakaplı İsmail Hacısüleymanoğlu'nun çıkardığı olayda, gazino sahibi Akbulut Karaoğlu ile şef garson Hasan Yolal gözlerinin önünde kurşunlanarak öldürüldü. Olayın ardından, nedeninin Esengül'ün tutarsız davranışları olduğu söylendi. Mezarı Yeni Kozlu Mezarlığı'ndandır. İşadamı Faruk Özfıratlı ile birlikte 19 Nisan 1979 tarihinde Ataköy, Bakırköy'de trafik kazası sonucu öldü. Kazanın bir mafya hesaplaşması olduğuna ilişkin kamuoyunda yankı bulmasının ardından cinayet masası olayı sorguladı, ancak resmi kayıtlarda kazanın aşırı alkol ve hızdan olduğuna hükmedildi. Kariyerinin başında; 24 yaşında yaşamı son bulan Esengül, müzik yaşamı süresince 23 adet plâk ve 4 adet kaset doldurmasının yanı sıra, Oksal Pekmezoğlu'nun yönettiği Yansın Bu Dünya filminde oynadı. 45likleri, ölümünden sonra uzunçalarlarda toplanarak piyasaya sürüldü. Abdullah Bayşu, Orhan Akdeniz ve Ülkü Aker imzalı Esengül şarkılarının çoğu arabesk müziğin klâsikleri arasına girmiştir. Cerrahilik Cerrahîlik (Cerrahîyye, Osmanlıca: ) bir İslâm tarikatı, Halvetîyye'nin kolu olan Ramazânîyye'nin alt şubesi. Cerrahîlik, adını kurucusu olan Nureddîn Muhammed ibn-i Abdullah er-Rûmî el-İstanbulî el-Cerrahî'den alır. 17. yüzyılın sonlarında kurulmuş olan Cerrâhî tarikatı, eski İstanbul'un en yaygın tarikatlarından biriydi. 30 Kasım 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun yürürlüğe girdiğinde, İstanbul'da bulunan Cerrahî tekkeleri şunlardı: Cerrahî tarikatının âsitane postnişinlerinin isimleri şöyledir: Kayıtbay Kalesi Kayıtbay Kalesi, 1404 yılında İskenderiye Feneri'nin olduğu Faros Adası'na yapıldı. Daha sonra %90'nı yıkılmış olan kalenin 1984 yılında restorasyonu yapıldı.Kalenin yapılışında İskenderiye Feneri'nin yıkıldıktan sonra kalan sağlam parçaları kullanılmıştır. Ağa Han Mimarlık Ödülü Ağa Han Mimarlık Ödülü, 1977 yılından beri her üç yılda bir, İslam kültürünü başarıyla yorumlayan çağdaş tasarım, sosyal konut, toplumsal gelişim, restorasyon, yeniden kullanım ve bölgesel koruma projelerini kapsayan mimarlık ürünleri "Ağa Han Geliştirme Ağı" () tarafından "Ağa Han Mimarlık Ödülleri" ile ödüllendirmektedir. 1977'den beri 8 dönem geçiren mimarlık ödülleri, dünyanın farklı bölgelerinde bulunan 7.000'den fazla yapı projesini içeren bir belgeliğe sahiptir. Şimdiye kadar yüzden fazla proje ödüllendirilmiştir. 11. döneminde (2008-2010 dönemi) olan ödül toplamı 500.000$'dır. Üç yıllık dönemlerde verilen ödülde ilk iki yıl değerlendirmeye alınan başvurular tanıtılmakta; üçüncü sene tanınmış, anlamlı bir mekanda ödül kazanana verilmektedir. Çemen otu Çemen otu ya da buyotu bir ottur. En sık kullanıldığı bölge olan Yozgat ve Kayseri'deki yerel ismi "çaman otu"dur. ("Trigonella foenum-graecum"/tıbbi tanım: "Semen Foenugraeci"), baklagiller familyasına ait bir ot türü. Anavatanı Yakın Doğu, özellikle Lübnan ve Suriye, Güneybatı Avrupa, Hindistan ve Çin'dir. Çin'den Akdeniz'e kadar geniş bir alana yaygındır. Tohumları ve bazı ülkelerde yeşil yaprakları da ıspanak gibi tüketilmektedir. Tadı acımsı ve aromatiktir. Esansında 40 çeşit madde bulunur. Kullanımı çok eskilere dayanmakta olup günümüzde Orta Doğu ve Hint mutfağında kullanılmaktadır. Türk mutfağında özellikle çemen tozu şeklinde bilinir. Bu toz bol salçaya ve birkaç diğer içeriklere katılarak kahvaltılarda yenilen macun yapılı çemen üretilir. Çemen, çemen otu bitkisinin tohumlarının kurutulmasıyla elde edilir. Acımsı ve bol aromatik tattadır. Günümüzde en çok Kayseri'de pastırma imalatında, Tokat ve Yozgat ev mutfaklarında kahvaltılık ara öğün olarak, ayrıca Orta Doğu ve Hint mutfağında kullanılır. Diğer ülkelerde öğütülmüş olarak turşulara, çorbalara, soslara ve et yemeklerine katılır. Ayrıca sarımsak ve kırmızı biberle karıştırılarak pastırmanın üzerine kaplanır. Çemen eski devirlerde, Asya'da, şehvet artırıcı ve savaşlarda cesaret verici olarak kullanılmaktaydı. Antimadde Karşıt madde ya da antimadde, maddenin ters ikizi. Paul Dirac denklemiyle ortaya çıkarılmış ve daha sonraki gözlemlerle de varlığı doğrulanmıştır. Karşıt madde tarihi Paul Dirac adlı genç bir fizikçinin matematiksel denkleminin garip çıkarımıyla başlar. 20. yüzyılın başlarında iki önemli teori olan kuantum mekaniği ve görelilik kuramı fiziği temellerinden sarsıyordu. 1905 yılında Albert Einstein'ın meydana çıkardığı özel görelilik kuramı uzay-zaman ve kütle-enerji arasındaki ilişkiyi açıklıyordu. Bu sırada yapılan deneyler ışığın bazen dalga, bazen de küçük parçacık akımları halinde davrandığını gösteriyordu. Max Planck'ın önerdiği teoriye göre ışık dalgaları ""kuanta"" adı verilen küçük paketçikler halinde yayılıyordu, bu ışığın hem dalga hem parçacık halinde yayılması anlamına geliyordu. 1920'lerde fizikçiler atom ve bileşenlerine aynı kavramı uygulamaya çalışıyorlardı. 1920'lerin sonunda Erwin Schrödinger ve Werner Heisenberg yeni kuantum teorisini keşfettiler. Bundaki tek sorun teorinin görecelik teorisine uygulanabilir olmayışı yani sadece yavaş hızlardaki parçacıklar için geçerli olup ışık hızına yakın hareket edenler için sonuç vermemesiydi. 1928'de Paul Dirac problemi çözdü. Elektron davranışını tanımlamak için özel göreliliği ve kuantum teorisini bir araya getiren bir denklem yazdı. Dirac'in denklemi, ona 1933 Nobel Fizik Ödülü'nü getirdi, aynı zamanda başka bir problem yarattı: x=4 denkleminin iki çözümü olduğu gibi (x= -2, x=2), Dirac denkleminin de biri pozitif enerjili diğeri negatif enerjili elektronlar için olmak üzere iki çözümü vardı. Fakat klasik fiziğe göre bir parçacığın enerjisi daima pozitif bir sayı olmalıydı. Dirac bunun, her parçacığın kendisiyle tıpatıp aynı ama yükü zıt olan bir karşıt parçacığı olacağı anlamına geleceğini açıkladı. Örneğin elektron için her yönüyle aynı ama pozitif yük içeren bir karşıt elektron olmalıydı. Nobel konferansında karşıt maddeden oluşan tamamen yeni bir evrenin varlığını kurgulamıştı. 1930'da gizemli karşıt parçacık avı başladı. O yüzyılın daha öncesinde, 1936 Nobel Fizik Ödülü sahibi Victor Hess yüksek enerjili parçacıkların bir kaynağını keşfetmişti: kozmik ışınlar. Kozmik ışınlar, dış uzaydan gelen çok yüksek enerjili parçacıklardır. Dünya atmosferine çarptıklarında muazzam bir düşük enerjili parçacık sağanağı yaratırlar ki bunun fizikçiler için çok kullanışlı olduğu ispatlanmıştır. 1932'de Carl Anderson ve CalTech'ten genç bir profesör, kozmik parçacık sağanağı hakkında çalışırken, pozitif yüklü ve elektronla aynı kütleli bir parçacığın bıraktığı izi gördü. Bir yıllık çalışma ve gözlemler sonucu, izlerin gerçekten karşıt elektron olduğuna ve her birinin kozmik ışınların etkisiyle kendi yanına bir elektron ürettiklerine karar verdi. Karşıt elektronlara pozitif yüklerinden dolayı ""pozitron"" adını verdi. Doğrulama kısa bir süre içinde Occhialini ve Blackett'ten geldi, böylece bu çalışma Anderson'a 1936 Nobel Fizik Ödülü'nü getirdi ve Dirac'ın öngörüsü doğrulanmış oldu. Uzun yıllar kozmik ışınlar, yüksek enerjili parçacıkların tek kaynağı olarak kaldılar. Keşiflerin akışı durmadı ama beklenen karşıt parçacığın, karşıt protonun keşfi için fizikçiler 22 yıl beklemek zorunda kaldılar. Karşıt proton araştırmaları 1940'larda ve 1950'lerde laboratuvar deneylerinin o zamana kadarki en yüksek enerjili seviyelere çıkmasıyla kızıştı. 1930'da, 1939 Nobel Fizik Ödülü sahibi Ernest Orlando Lawrence ""siklotron"" denen proton gibi bir parçacığı onlarca MeV enerjiye çıkartan parçacık hızlandırıcıyı icat etti. Hemen ardından, karşıt protonun bulunması için harcanan efordan dolayı hızlandırıcılar çağı başlamış oldu. Ve yeni bir bilim dalı olarak parçacık fiziği doğdu. Berkeley'deki Betatron'u 1954 yılında inşa eden yine Lawrence idi. (o zamanlar BeV idi, şimdi GeV denilmekte.) Betatron, 2 elektronu karşıt proton üretmek için en uygun yüzey olarak öngörülen 6,2 GeV'luk enerjide çarpıştırabiliyordu. Aynı zamanda başlarında Emilio Segre olan diğer bir fizikçi grubu karşıt protonları saptamak için yeni bir makine tasarladılar ve yaptılar. Ekim 1955'de büyük haber New York Times'ın ön sayfasından duyuruluyordu: ""Yeni Atom Parçacığı Bulundu, Negatif Proton!"" Karşıt protonun keşfiyle Segre ve takımı (O. Chamberlain, C. Wiengand ve T. Ypsilantis) doğanın temel simetrilerinden birinin kanıtında başarılı olmuş oldular: madde ve karşıt madde. Segre ve Chamberlain 1959 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldüler. Sadece bir yıl sonra, Betatronda çalışan ikinci takım (B. Cork, O. Piccione, W. Wenzel ve G. Lambertson) karşıt nötronu bulduklarını duyurdular. O zamana kadar atomu oluşturan 3 parçacığının da birer karşıt parçacığı olduğu biliniyordu. Yani, eğer parçacıklar atomda birbirlerine bağlanıp maddenin en küçük yapı birimini 1965'te karşıt döteryumun (ağır hidrojen), bir karşıt madde çekirdeğinin bir karşıt proton ve bir karşıt nötrondan oluşmuş hali (tıpkı döteryumun bir proton ve bir nötrondan oluşması gibi), bulunmasıyla geldi. Hedef, eşzamanlı olarak iki takım tarafından vurulmuştu: biri Antonino Zichichi önderliğinde CERN'deki Proton Synchrotron'u kullanmışlardı, diğerleri ise Leon Max Lederman başkanlığında New York'taki Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nın "Alternating Gradient Synchrotron" ("AGS") hızlandırıcısını kullanarak başarmışlardı. Karşıt çekirdek yaptıktan sonraki soru, karşıt elektronlar karşıt çekirdekle karşıt maddeyi oluşturacak bağları yapabilir miydi? Cevap oldukça sonra çok özel bir makine, CERN'nin eşsiz Düşük Enerji Karşıt Proton Çemberi (LEAR) sayesinde geldi. Hızlandırıcıların aksine LEAR aslında karşıt protonları yavaşlatıyordu. Fizikçiler bundan sonra bir pozitronu yani karşıt elektronu karşıt protonla bağ kurup gerçek bir karşıt hidrojen, gerçek bir karşıt madde atomu oluşturması için
denemelere başladılar. 1995'in sonlarına doğru bu şekildeki ilk karşıt atomlar Alman ve İtalyan fizikçilerden oluşan bir takım tarafından CERN'de elde edildi. Sadece 9 karşıt atom üretilmesine karşı, haber tüm dünya gazetelerinin ön sayfasına çıkacak kadar heyecan uyandırıcıydı. Başarı, karşıt hidrojen atomlarının karşıt dünya üzerindeki çalışmalarda, hidrojenin bilim tarihinde son asırda oynadığını role benzer bir rol oynayabileceğini söylüyordu. Hidrojen evrenimizin üç çeyreğini oluşturuyor ve kainat hakkında bildiklerimizin çoğu sıradan hidrojen hakkındaki araştırmalardan elde edilmişti. Fakat akıllarda bir soru kalmıştı: "karşıt hidrojen tamamen sıradan hidrojen gibi mi davranıyor?" Bu soruyu cevaplamak için CERN yeni bir deney tesisi yapmaya karar verdi: Karşıt Proton Yavaşlatıcısı. Ernest Lawrance'ın siklotronu icadından sonra fizikçilerin maddenin yapısında derinlere inmeleri için hızlandırıcıların en iyi yol olduğu anlaşılmış oldu. Hemen sonra ABD yolu gösterdi. Böylesi makineler herhangi bir Avrupa ülkesinin tek başına yapması için çok büyük ve pahalıydı. Fakat 1954'te Avrupalı fizikçiler Cenevre'de merkezi bir laboratuvar kurmaya karar verdiler ve böylece CERN kurulmuş oldu. Bu tarihten sonra CERN yüksek enerji fiziğindeki teknik ve bilimsel gelişmelerde başrolü oynamaya başladı. Protonları ve elektronları onlarca MeV enerjilere hızlandıran ilk tek mıknatıslı siklotronlardan ve betatronlardan sonra, yeni simit şekilli ("doughnut-shaped") iki türlü parçacığı da GeV'luk enerjilere hızlandırabilen senkrotronlar geliştirildi. 1950'lerden itibaren yeni odaklama teknikleriyle makineler 30 GeV'luk hale getirildi. 1970'lerin başlarına kadar maddenin yapısı hakkındaki araştırmalarda birkaç önemli adım daha atıldı. Bulunan yeni parçacıkların sayısı çığ gibi arttı, tabii bu CERN'deki 28 GeV Proton Synchrotron'un, Brookhaven'daki 33 GeV Alternating Gradient Synchrotron'un ve yeni ve etkili parçacık detektörü "bubble chamber"in (kabarcık odası) başarılı bütünleşmeleri sayesinde elde edildi. Büyük hızlandırıcılar macerasının başlamasından hemen sonra fizikçiler fark ettiler ki hızlandırılmış bir parçacık demeti sabit bir hedefe çarptığında, enerjinin çoğu hedefin geri tepmesinde harcanıyor ki asıl amaç olan parçacık çalışmaları ve parçacıkların etkileşim araştırmaları için geriye sadece küçük bir yüzde kalıyor. Bunun yerine eğer iki parçacık demeti birbiriyle kafa kafaya çarpıştırılırsa geri tepme için hiç enerji harcanmayacak, tüm enerji deneye kalacaktı. Diğer laboratuvarlar elektronları çarpıştırmaya yoğunlaşırlarken, CERN protonlar üstünde çalışıyordu. Fikre göre, protonlar PS'den alınıp, yeni bir makinenin birbirine bağlı iki çemberinde hızlandırılıp çarpışmalarını sağlamaktı. Yeni makinenin adı "The 31+31 GeV Intersecting Storage Rings" idi ve birçok teknolojik zorluğun üstesinden geldikten sonra ilk proton-proton çarpışması 1971 yılında gerçekleşti. Aynı zamanda parçacık detektörleri de yeni gelişmeler göstermekteydi ve eski "bublle-chamber" yerini daha çok sayıda ve büyüklükte etkileşimleri gösteren daha hızlı ve teknolojik aletlere bıraktı. Fakat ana gelişmelerden biri ancak 1980'lerde gerçekleşti: etkili soğutma teknikleriyle karşıt maddenin oyuna girmesi sağlandı ve hemen oyuna hakim bir pozisyon kazandı. İki paralel yol hızlandırıcıların gelişmesinde etkili oldu. Biri fizikçilerin maddenin temel bileşenlerini öğrenme hakkındaki meraklarını gidermekte karşıt parçacıkları kullanmaya devam ederek bizi yüksek enerji bilgilerimizin sınırlarının ötesine taşımasıydı. Diğeri ise karşıt parçacıkların çalışmanın ana konusu haline gelmesiyle düşük enerjilere yavaşlatılması ve karşıt maddenin özelliklerinin keşfi için izole edilmesiydi. İlk önce, 1960larda elektron-pozitron çarpışmasıyla gündeme geldiler. Anderson'ın pozitronu keşfinden sonra, fizikçiler nasıl yüksek sayıda pozitron elde edebileceklerini öğrenmiş oldular. ABD'de ve Avrupa'da birkaç çarpıştırıcı yapıldı ve bunlar sayesinde maddenin ve evrenin temel doğası hakkında birçok önemli keşfe imza atıldı. İlk elektron-pozitron çarpıştırıcısı Bruno Touschek tarafından Frascati'de 1960 yılında tamamlanan ""Anello d'Accumulazione"" ("AdA") idi. İçlerindeki en büyük makine olan CERN'in Large Elektron Pozitron (LEP), 1989 yazında 91,2 GeV'luk çarpıştırma enerjisiyle çalışmaya başlamıştı. Emeklilik yılı 2000'de muazzam bir çarpıştırma enerjisi olan 204 GeV'a ulaşmıştı. LEP çemberinin etrafındaki detektörler büyük kesinliklerdeki deneyler ve testler gerçekleştirip, parçacıklar ve etkileşimleri hakkındaki bilgileri çok öteye taşıdılar. Aslında LEP, yapılmış en büyük dairesel elektron-pozitron çarpıştırıcı olarak kalacaktır: elektronların bir özelliği olan ""senkrotron radyasyonu"", elektronları daha büyük dairesel çarpıştırıcılarda daha yüksek enerji seviyelerinde hızlandırılmasını imkânsız kılıyor. Fakat yeni nesil elektron-pozitron çarpıştırıcılarının planı hazır: elektronların ve pozitronları düzgün bir çizgisel yol üzerinden kilometrelerce hızlandıktan sonra kafa kafaya çarpışacağı doğrusal çarpıştırıcılar. Proton-karşıt proton çarpıştırıcıları büyük zorluklar sunsa da elektron-pozitron çarpıştırıcılarının çalışmalarında ve keşiflerinde tamamlayıcı rol oynamışlardır. Bir karşıt proton bir karşıt elektrondan 2000 kat daha büyük kütleye sahip olduğu için yaratılmaları çok daha büyük enerji gerekiyor. Ayrıca karşıt protonları bir araya getirmek ve çarpıştırıcıda karşıt proton demetini dolaştıracak uzunlukta depolamak daha zordur. Ancak, 1980'lerin başında Simon van der Meer CERN'de ""stokastik soğutma"" yönetimini geliştirmesiyle karşıt proton demetlerini biriktirmek, yoğunlaştırmak ve kontrol etmek olası hale geldi. CERN'in "Super Proton Synchrotron" ("SPS") makinesi 300 GeV proton-karşıt proton çarpıştırıcısı haline geldi ve 1983'deki Carlo Rubbia başkanlığındaki UA1 deney takımı SPS'de W bozonu ve Z bozonu adı verilen iki yeni parçacık gördüler. Fizikçiler uzun yıllar boyunca bu iki parçacığın varlığından şüphe etmişlerdi ve bu büyük keşif Rubbia'ya ve van der Meer'e 1984 Nobel Fizik Ödülü'nü getirdi. Bugün, en büyük proton-karşıt proton çarpıştırıcısı olan FermiLab, Chicago'da bulunmakta. 1.8 TeV çarpışma enerjisiyle Tevatron, 1995'te yukarı kuarkı bulmasıyla haber olmuştu. 1990ların başından beri CERN, LEP ile yeraltı tünelinde yer değiştirecek ve iki protonu bir rekor olan 14 TeV enerjide çarpıştıracak "Large Hadron Collider" ("LHC") için hazırlanıyor. LHC şu anda CERN'de yapım aşamasında ve dört deney -ATLAS, CMS, LHCb ve ALICE - şimdiden planlanmış durumda. Soğutma tekniğinin bulunmasıyla, mevcut karşıt madde parçacık fiziğinde önemli bir araç haline geldi. Karşıt madde üretilmesinin, biriktirilmesinin ve toplanmasının farklı basamaklarını kontrol etmek için makineler yapıldı. Gelişme aşamasının ilk zamanları olmasına rağmen birçok laboratuvarın hedefi yüksek enerji deneylerinin spesifik ihtiyacı olan artan enerji ışınlarını doldurmaktı. Fakat düşük enerji karşıt protonları ile yapılabilecek birçok ilginç şey vardır ve düşük enerji madde ve karşıt madde arasındaki tahmin edilen simetriyi doğrudan test etmek için olan yollardan biridir. Yavaş karşıt protonlar gerçek tuzaklara yakalanabiliyorlardı ve böylece, özellikleri proton ile karşılaştırıldı. Ve karşıt maddenin tüm parçalarının yapılabileceği anlaşıldı, karşıt atom pozitrondan ve karşıt protondan oluşuyordu. CERN bu araştırma dalına belirli biçimde para yatıran tek laboratuvardı. 1980'de karşıt proton üretimini ve depolamasını kendi çemberlerinde yavaşlatabilmek için yeni bir makine yapmaya karar verdiler. 1982'de "Low Energy Antiproton Ring" ("LEAR") ortaya çıktı: PS'den gelen karşıt protonları farklı ara enerjilere, birkaç MeV'un altına, yavaşlatabiliyordu. Çeşitli önemli bilimsel başarılar LEAR'a teşekkür borçludur, bunlarda biri ilk karşıt madde parçaları derleyicisi olmasıdır.1995'de Alman ve İtalyan fizikçilerden oluşan bir takım (deney PS210) ilk kez karşıt hidrojenin dokuz atomunu oluşturmayı başardılar. Normal atomda bir protonun yörüngesinde elektron dönüyorken, böyle karşıt atomlarda karşıt elektron karşıt protonun yörüngesine yerleşmesi sağlanıyordu. Sonuç 1996'nın sonunda FermiLab'da ki bir grup tarafından doğrulandı. Deney E862'de, Tevatron Antiproton Accumulator'dan direk çıkartılan karşıt protonların kullanılmasıyla bazı karşıt hidrojenler saptandı. Keşif heyecan vericiydi: hidrojen atomları olağan maddenin davranışlarıyla ilgili farklı ve temel ölçümlerde çok kritik bir fiziksel sistemdi. Karşıt hidrojen üretimi, karşıt maddenin sistematik araştırmasında ve temel fizik prensiplerini test etmede açılan bir kapıydı. 1996'ın sonunda LEAR resmen kapatıldı ama CERN bu araştırma konusu hakkında alternatif ve daha güçlü bir yolu önceden görmüştü: "Antiproton Decelerator"("AD"). Tabii ki, hızlandırma veya yavaşlatma karşıt madde üzerinde çalışmanın tek yolu değildir. Karşıt madde dış uzayda bir yerlerde bulunabilir. Dirac, kendisi ilk önce karşıt maddenin astronomik ölçekte bulunması hakkında kafa yormuştu. Fakat onun teoreminin doğrulanmasından hemen sonra pozitron, karşıt proton ve karşıt nötronun keşfiyle; karşıt gezegenlerin, karşıt yıldızların, karşıt galaksilerin ve hatta karşıt bir evrenin varlığı hakkında asıl spekülasyon başladı. 1950'lerin sonlarına doğru, galaksimizdeki karşıt maddenin miktarı yüz milyondan az bir hata payıyla hesaplandı. Eğer karşıt maddenin evrende izole bir sistemi olsaydı yani olağan madde ile etkileşimsiz bir sistemde olsaydı hiçbir dünyaya bağlı gözlem bunun doğruluğunu ayırt edemezdi. Böylece, görünürde hiçbir şey olmasa bile galaksi dışında karşıt madde varlığı olasılığı tamamen açıktı. Takip eden yıllarda, evrende madde kadar karşıt madde olduğu görüşü basit simetri prensipleriyle harekete geçmiştir. Fakat bugünlerdeki güçlü inanışa göre madde öncelikli tek bir evren vardır. Söylenebilir fakat eğer doğal bir karşıt madde mesela karşıt evrenden bir karşıt çekirdek bize ulaşmaya çalışırsa dünya atmosferindeki bir çekirdek ile bir
likte imha olur ve biz asla onu gözlemleyemeyiz. 20 yılı aşkın süredir bilim adamları bu araştırma için yapılan araçları (önce balonlar şimdi uydular) imha olma probleminin üstesinden gelmek için atmosferden olabildiğinde yukarda tutmaya çalışıyorlar fakat böyle bir çaba pahalı ve zor. Şimdi, deneylerin uydularda gerçekleştirilmesi planlanıyor. Mesela, 1998'de "Alpha Magnetic Spectrometer"("AMS"), yüksek enerji parçacığı dedektörü, Discovery Uzay Mekiği'nde 10 günlük bir görev için uçtu ve şu anda önümüzdeki yıllarda Uluslararası Uzay İstasyonu'na kurulmak için tekrar dizayn edilip bir üst modele geçiliyor. Dünya atmosferinin üstünde yörüngede, hedeflerinden biri herhangi bir kozmik karşıt madde formu. Amerika Astronomi Cemiyeti'nin son araştırmalarına göre fırtınaların üzerinde karşıt madde oluşmakta. Şans eseri Fermi uzay teleskobuyla gözlemlenen bulgu karşıt maddenin ilk kez doğal yolla oluşabileceğini ortaya çıkarttı. Ürik asit Ürik asit (Moleküler ağırlığı 168g/mol), (IUPAC ismi 7,9-dihydro-1H-purine-2,6,8(3H)-trione) karbon, oksijen, nitrojen ve hidrojen'den oluşan organik bir bileşiktir. Ürik asit, Ksantin oksidazın oksipürünleri (ksantin, hipoksantin gibi) oksitlemesi ile oluşur. İnsan ve gelişmiş primatlarda pürin metablozmasının son ürünüdür. Diğer birçok memelide ürikaz enzimi ürik asidi allontoin'e oksitler. Cerrahi (anlam ayrımı) Bitinya Krallığı Bitinya Krallığı. Bursa, tarih sahnesine bir Bithynia kenti olarak çıkar. Kurucusu kral Prusias'tır. Bithynia kralı olan baba-oğul iki Prusias vardır. Krallıkları MÖ 228'den MÖ 149'a dek sürmüştür. Üç Bithynia kenti bu kralların adını taşır Han Tümertekin Mimar Han Tümertekin (d. 1958), mimari etkinliğini 1986 yılında İstanbul’da kurduğu Mimarlar ve Han Tümertekin Proje Danışmanlık Hizmetleri Ltd. Şti. çerçevesinde yürütmektedir. Tümertekin, Türkiye başta olmak üzere, Hollanda, Japonya, Kanada, Birleşik Krallık ve Fransa’da projeler gerçekleştirmiştir. Mimarlık öğrenimini İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tamamlayan Tümertekin, İstanbul Üniversitesi’nde tarihsel koruma konusunda çalışmalar yapmıştır. Mesleki çalışmalarına ek olarak 1992 yılından bu yana mimarlık öğrenimine de katkıda bulunan Tümertekin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans programının kurucu ve yürütücülerindendir. Harvard Graduate School of Design, École Spéciale d’Architecture-Paris ve École Polytechnique Fédérale de Lausanne’da konuk öğretim üyeliği yapmaktadır. Ulusal ve uluslararası pek çok jüride görev alan Tümertekin verdiği konferanslar ve yönettiği workshop’ lar ile uluslararası mimarlık etkinliklerinde yer almaktadır. Domus, Abitare, Architectura Viva, d’Architecture, 'World Atlas of Contemporary Architecture’, ‘Atlas of 21st Century World Architecture’ gibi yayınlar Tümertekin’in çalışmalarına yer vermiştir. Ayrıca seçilmiş projeleri Harvard University Press tarafından bir monografi olarak yayınlanmıştır. 1998 ve 2000 yıllarında Ulusal Mimarlık Ödülü’ne (Türkiye) layık görülen Tümertekin’in çeşitli ulusal ve uluslararası ödülleri vardır. Mies van der Rohe ödüllerinde SM Evi sergilenen Tümertekin, ‘B2 Evi’ ile 2004 Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazanmıştır. ‘2007 Ağa Han Mimarlık Ödülü jürisinde de yer alan Tümertekin, 2008 yılından bu yana Ağa Han Mimarlık Ödülleri Yönetim Kurulu üyesidir. Ağa Han jürisinin B2 evi için görüşleri şöyle: “Yepyeni, benzeri görülmemiş bir yaratım ama bir yandan da, yer aldığı ortamdan koparılması olanaksız bir parça. Çevresindeki yapılar ve yer şekilleriyle birlikte geçmişten gelen bir ev; kendine en yaraşan giysilere bürünmüş, gururla bekliyor kendi çağının gelmesini. Yapı olabildiğince az sayıda eleman kullanılarak gerçekleştirilmiş, ama gene de derin bir saygı uyandırıyor. Mimarlık mesleğinin tüm bilgisinin, tüm zenginliğinin seferber olup kendisini ortaya çıkardığını biliyor. Mimarının birey olarak beslediği istekleri, mimarının yaşadığı özlemleri, o en benzersiz yanını yaşam alanına taşıdığını gayet iyi biliyor.” Googolplex Googolplex, formula_1  sayısına verilen isimdir. Bu sayı; ya da "Googol" terimi, 1938'de, ABD'li matematikçi Edward Kasner ile yeğenleri Edwin ve Milton Sirotta tarafından ortaya atılmış; sonrasında Milton, "googolplex" terimini "1'den sonra yoruluncaya kadar sıfır yazmak" olarak ifade etmiştir. Bunun üzerine Kasner, "farklı insanlar farklı zamanlarda yorulurlar ve dayanıklılığı daha fazla diye de Carnera'nın Dr. Einstein'dan daha iyi bir matematikçi olması kabul edilemez" diyerek, bu sayılar için daha resmi bir tanım benimsemiştir. Bir "googol", bilinen evrenin 10 ile 10 arasında olduğu tahmin edilen temel parçacık sayısından daha büyüktür. Bir "googolplex" de "biri takip eden "googol" kadar sıfır"dan oluştuğu için, evrende bilinen tüm madde kâğıt ve mürekkebe ya da sabit diske dönüşse bile, bu sayıyı ondalık sistemle yazmak ya da kaydetmek mümkün olmayacaktır. Diğer bir yönden, "googolplex" sayısının okunamayacak 1 puntoluk karakterlerle basıldığını varsayalım. Her birinin genişliği 0,3514598 mm olan Tex tipi 1 puntoluk karakterlerle "googolplex" sayısını yazmak için yaklaşık 3,5 x 10 metreye gereksinim olacaktır. Bilinen evren çapının 7,4 x 10 metre olduğu tahmin edilmektedir ki, bu sayıyı yazmak için gerek duyulan uzunluk, bilinen evren çapının 4,7 x 10 katı kadardır. Böyle bir sayıyı yazmak için harcanacak zaman da bu işi anlamsız kılar: bir kişinin iki saniyede bir rakam yazabildiği varsayılırsa, "googolplex" sayısını yazmak bilinen evren yaşının 1,1 x 10 katı kadar zaman alacaktır. Dolayısıyla, fiziksel dünyada "googolplex" ile yakından kıyaslanabilecek sayı örnekleri vermek zordur. Saf bir kuantum durumunun kütle çekimsel olarak bir kara deliğe çökmesi ve o kara deliğin de karma bir termal radyasyon durumuna tamamen buharlaşması sonucunda evrenimizden bilgi kaybolabileceği önermesi, 1976'da Stephen Hawking tarafından yapılmıştır. Bu önerme ile ilgili olarak kuantum durumlarını ve kara delikleri analiz eden fizikçi Don Page, güneşin kütlesine sahip kara deliklerde bilginin kaybolup kaybolmadığını deneysel olarak belirleyebilmek üzerine şöyle yazmıştır: "karadelik buharlaştıktan sonra geriye kalan son yoğunluk matrisini kabaca belirleyebilmek için, formula_4'den fazla ölçüm gerekecektir" . Yine Page, başka bir makalesinde, kütlesi Andromeda Galaksisine eşdeğer bir kara delikteki durumların sayısının bir "googolplex" kadar olacağını yazmıştır . Soyut matematikte ise bir "googolplex", tetrasyon, Knuth yukarı ok gösterimi, Steinhaus-Moser gösterimi ya da Conway zincirleme ok gösterimi gibi gösterimlerle özel olarak tanımlanmış olağanüstü büyük sayılar kadar büyük değildir. Bahsi geçen yöntemlerle daha az sembol kullanılarak daha büyük sayılar yazılabilir. Örneğin, tetrasyon kullanarak  formula_5  ve yukarı ok gösterimi kullanarak da  formula_6  diye ifade edilebilir. Bazı sayı dizileri çok çabuk büyürler. Örneğin, Ackermann sayılarının ilk ikisi 1 ve 4'tür ama üçüncüsü formula_7'tür ki, bu da 7 trilyondan fazla 3 içeren bir üs kulesidir . Çok daha büyük bir sayı ise, genellikle "bugüne dek bir matematiksel kanıt için kullanılagelmiş en büyük sayı" olarak tanımlanan Graham sayısıdır. Bu sayıyı ifade etmek için çok özel gösterim biçimleri kullanılır çünkü üstel ifadesindeki rakamların sayısı bile bilinen evrendeki temel parçacıkların sayısından fazladır. Bir "googolplex" iç içe geçmiş üslü gösterim sayesinde kısaca yazılabilen devasa bir sayıdır. Tetrasyon gibi diğer yöntemler daha büyük sayıları daha kısaca ifade eder. Doğal olarak akla gelen soru şudur: En büyük sayıyı ifade etmek için en az sembolü kullanan prosedür nedir? Bir Turing makinesi bu prosedür kavramını formalize eder ve bir ""busy beaver"" olası en büyük sayıyı yazan n büyüklüğünde bir Turing makinesi olsun . n ne kadar büyük olursa ""busy beaver""da o kadar karmaşık olur dolayısyla da o kadar da büyük sayı yazabilir. n=1, 2, 3, 4 ve 5 için yazılabilen sayılar o kadar da büyük değildir ancak 2006'da yapılan araştırmalar n=6 için ""busy beaver""ın en az formula_8 kadar büyük bir sayı yazabileceğini göstermiştir. . Yedinci ""busy beaver""ın bir googolplex yazıp yazamayacağı hâlâ cevapsız kalmış bir sorudur. İngilizce Nûreddin Cerrâhî Nûreddin Cerrâhî (Nûreddîn Muhammed ibn-i Abdullah er-Rûmî el İstanbulî el Cerrâhî) (d. 1678, İstanbul - ö. 1720/21), Türk mutasavvıf, Cerrahilik tarikâtının pîri. Hem anne hem baba tarafından İslâm peygamberi Muhammed soyundandır. 1689/90'da kadı olarak Mısır'a gitmek için yola çıkmıştır. Üsküdar'dan yola çıkması gereken gemi hava muhalefeti nedeniyle kalkmamış, seyahat ertelenmiş ve kendisi Üsküdar'da dayısının evinde misafir olmuştur. Dayısı vesilesiyle Üsküdar'da Şeyh Ali Alaeddin Köstendilî ile tanışmış ve Mısır kadılığından vazgeçerek dervişi olmuştur. Bir süre sonra şeyhi tarafından hilafet ve irşad ile vazifelendirilmiştir. Sultan III. Ahmet, gördüğü bir rüya üzerine Karagümrük'teki kendisi için dergâh inşa ettirmiştir. 1720/21'de vefat ettikten sonra bu dergahtaki türbesine defnedilmiştir. Nureddîn Cerrahî'nin günümüze ulaşmış tek eseri Mürşîd-i Dervişân adlı küçük risalesidir. Cebbarzade Arif Bey, onun hakkında şu şiiri yazmıştır: "Kızıştır halka-i tevhidi, yansın kalb-i ateşnak" "Fitil almaksa maksat koyma elden öyle misbahı" "Yanıp sızlarsa sinen yaradan rahında ah etme," "Sarar hep merhem-i lutfiyle Nureddin-i Cerrahi" Lucien Febvre Lucien Febvre, (22 Temmuz, 1878, Nancy - Saint-Amour, Jura, 11 Eylül, 1956) Annales Okulu'nun kuruluşunda oynadığı önemli rolle bilinen Fransız tarihçidir. Nancy'de doğmuştur, Febvre "Ecole Normale Superieure" (1899-1902) zamanlarında coğrafyacı Vidal de la Blache'den etkilenmiştir ve 1911 yılında tarihten doktorasını "İkinci Phillip ve Franche-Comté" ile ilgili tezi ile almıştır. Kısa bir süre sonra Dijon Üniversitesi'nde görev almıştır. Febvre I. Dünya Savaşı'nda savaşmıştır ve Strazburg Fransa tarafından geri alındıktan sonra 1919 yılında Strazburg Üniversitesi'nde görev almıştır. 1929'da Marc Bloch ile birlikte tar
ih konusundaki farklı tarzlarının ismini aldığı "Annales d'histoire, économique et sociale" dergisinin kurmuşlardır. 1933'te Febvre "Collège de France"'de bir kürsüye atanmıştır. Her ne kadar II. Dünya Savaşı işini kesmiş olsa da, hareketli olarak otuzlar boyunca ve kırkların başlarına kadar yayıma devam etmiştir. Savaş ayrıca Marc Bloch'un ölümüne de sebep olmuştur ve böylece Febvre Annales'i savaş sonrası dönemde taşıyan kişi olmuştur. Bu dönemde Fernand Braudel'i eğitmiştir ve daha sonra EHESS olarak bilinecek olan "École Pratique des Hautes Etudes"'in "VI. bölüm"ünün ortak kurucusu olmuştur. Febvre 1956 yılında ölmüştür. İhlas Haber Ajansı İhlas Haber Ajansı (İHA), İhlas Holding'e bağlı olarak Türkiye içinde ve Türkiye dışında çalışmakta olan bir Türk haber ajansıdır. 145 büro, 500’e yakın kamera, görüntü transferi için 78 adet data hattı, Bağdat, Basra, Moskova, İstanbul, Kahire, Paris, Londra, Washington, Berlin, Kabil, Frankfurt ve Ankara’daki 14'ü canlı yayın aracı olmak üzere toplam 26 adet uydu uplink sistemi ile çalışmaktadır. Ürettiği haberleri yurt içinde ve yurt dışında pazarlamakta, altyapı ve teknik imkânlarını medya kuruluşlarına kiralamaktadır. 100 civarında medya kuruluşuyla çalışmaktadır. 1999 ve 2000 yıllarında ISO 9001 kalite sistemi kurma çalışmalarını yürütmüş, 19 Mart 2001 tarihinde Amerikan Kalite Birliği'nden (AQA) ISO 9001:2000 Kalite Belgesi almıştır. İngilizce servisi www.ihavideo.net üzerinde yayında olup, kredi kartı ile görüntü, fotoğraf ve haber metni almak mümkündür. Anterozoit Anterozoit, bitkilerdeki erkek cinsiyet hücresidir. Hayvanlardaki spermatozoite karşılık olarak çiçeksiz bitkilerin erkek döl hücrelerinin erkek ve dişi olarak nitelenmesi yalnızca bir benzetmedir. Hareketli olan, suyla ya da rüzgarla yer değiştirerek diğer eşey hücresine ulaşıp onunla birleşen üreme hücresi bu nitelikleri yüzünden erkek sayılır. Christina's World Christina's World (Türkçe: "Christina'nın Dünyası") Amerikalı realist ressam Andrew Wyeth'in en popüler tablosu. Bu tablo aynı zamanda 20. yüzyılın popüler tabloları arasında da yer alır. 1948'de yapılmıştır, şu anda New York'ta bulunan Museum of Modern Art'ta (Modern Sanat Müzesi) sergilenmektedir. Tablo belden aşağısı tutmayan, büyük olasılıkla çocuk felci geçirmiş Christina Olson isimli bir kadının bahçesinde çiçek toplamak için sürünmesini gösterir. Christina Olson, Wyeth'in diğer tablolarında da yer alan bir karakterdir. Wyeth, Cushing, Maine'da bir evde otururken bu tabloyu etkileyen bir sahne görmüştür. Christina'nın süründüğü yerin rengiyle evin etrafını çerçeveleyen yerin renginin birbirinden farklı olması, Christina'nın kollarının inceliği ve güçsüzlüğü tabloya tedirgin edici bir hava katmaktadır. Antep fıstığı Antep fıstığı ("Pistacia vera"), sakız ağacıgiller (Anacardiaceae) familyasından yenebilen kabuklu bir meyve ve bu meyvenin ağacı. Bazı yörelerde Şam fıstığı olarak da bilinir. Antep fıstığı denilmesinin sebebi ilk fıstık işletmelerinin Gaziantep'te kurulması, Türkiye'ye buradan dağıtılması ve Türkiye'deki üretimin çoğunluğunun burada gerçekleşmesidir. Verilere göre yaklaşık %40'ı Gaziantep'te, %33'ü Şanlıurfa'da ve geriye kalan kısımda çevre illerde yetişmektedir. Antep fıstığı ağacından yetişir, yağlı, ince kabukludur. Tatlıcılıkta, ayrıca eczacılıkta öksürük şurubu yapımında kullanılır. Toplama: Çok narin bir ağaç olup elle toplanmaktadır. Antep fıstığının ana vatanı Türkiye, İran ve Türkmenistan'dır. Dünya'da Antep fıstığının en çok yetiştiği ülkeler, sırasıyla İran, ABD ve Türkiye'dir.Türkiye'de ise en çok Gaziantep(Barak Ovası-Nizip), Şanlıurfa, Siirt, Kahramanmaraş, Adıyaman, Diyarbakır {Karaman]] Göksu kenarındaki hemen hemen her köyde yetişir. Fıstık ağacı sıcak havayı çok sever. Antep fıstığının dört çeşidi vardır. Bunlardan "İran fıstığı" denilen tür, en çok yetiştirilenidir. İran fıstığının meyveleri diğer hepsinden daha iridir. Ancak yağ oranı oldukça düşüktür. Süzer Plaza Süzer Plaza, halk arasında bilinen adıyla Gökkafes, İstanbul'un Şişli ilçesinde bulunan bir gökdelen. Gökdelende konutlar, ofisler ve bir otel bulunmaktadır. 153,6 metre yüksekliğindeki bina 98.100 m oturum alanına sahiptir. Bina, şehircilik ilkelerine aykırılığı, tartışmalı inşaatı ve yeşil alan olarak ayrılmış bir vadide inşa edilmesi nedenleriyle yapımından itibaren çeşitli eleştirilere ve itirazlara konu olmuştur. Süzer Plaza, bizzat II. Abdülhamid tarafından tapu kaydına "inşaat yapılamaz" şerhi düşülen bir araziye yapıldı. Pera Bahçeleri adı verilen parkta yer alan farklı kişilere ait arsalar Mustafa Süzer'e ait Süzer Holding tarafından satın alındı. Süzer, 1983'te İstanbul 1 No'lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'ndan araziye 24,5 metre - sekiz kat yüksekliğinde bir otel inşaatı yapmak için izin aldı. Bunun ardından Tapu Müdürlüğünden "inşaat yapılamaz" şerhini sildirdi. 1987'de ruhsatsız olarak inşaata başlayan Süzer, bir yıl sonra dönemin ANAP'lı İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden (İBB) inşaat ruhsatı aldı. Ruhsatın verildiği dönem Bedrettin Dalan'ın Belediye Başkanlığı dönemine denk gelir. Yine İBB, inşaatın yüksekliğini 134 metreye çıkardı, yoğunluğunu %20'den %80'e artırdı. Süzer Plaza inşaatı, 1989 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Nurettin Sözen tarafından aynı yıl mühürlendi. Sözen, "İstanbul'un bağrına saplanmış hançer" diye adlandırdığı ve kentin silüetini bozduğunu düşündüğü inşaata karşı hukuk savaşı başlattı. Açılan davayı mühürleme işleminin İBB tarafından değil, Beyoğlu Belediyesi tarafından yapılmış olmasının gerekmesi nedeniyle Süzer kazandı. Ancak Bayındırlık Bakanlığı, tarafından alınan ve Turizm Bakanlığı tarafından onaylanan kararla aynı yıl imar iznini yeniden 24,5 metreye indirdi. İnşaat 1992'de yeniden başladı. 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan da selefi Sözen gibi inşaatı durdurmak için çaba gösterdi. Göreve başlamasının ardından inşaatın yapıldığı bölgenin SİT alanı ilan edilmesi yönünde harekete geçti. 26 Haziran 1997'de inşaat bir kez daha mühürlendi. İBB avukatları, II. Abdülhamid'in "inşaat yapılamaz" şerhinin tapuya tekrar konulması için mahkemeye başvurdular. Bu dava Yargıtay aşamasında iken zamanın Anavatan Partisi liderliğindeki koalisyon hükümeti, aldığı bir kararla başında arsayı Refah Partisi'nin yönetmekte olduğu Beyoğlu Belediyesi'nden çıkararak Anavatan Partisi'ne bağlı Şişli Belediyesi'nin sınırlarına geçirdi. Şişli Belediyesi'nin mührü kaldırması üzerine inşaat yeniden başladı. Recep Tayyip Erdoğan, Şişli Belediyesi hakkında suç duyurusunda bulundu, ancak bu durum binanın yapılmasını engelleyemedi. Bina 2000 yılında tamamlandı ve kullanıma açıldı. 5 Ocak 2005'te, binanın giriş kısmındaki dört restoranın bahçe üzerinde yaptığı kış bahçeleri, ruhsata aykırı şekilde ve binaya kaçak eklenmeleri nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ait buldozerlerle yıkıldı. Yıkım sırasında personel ile yıkım ekipleri arasında çıkan kavgayı polis ayırdı. Süzer Plaza, şehircilik ilkelerine aykırılığı, tartışmalı inşaatı ve yeşil alan olarak ayrılmış bir vadide inşa edilmesi nedenleriyle eleştirilmektedir. Dolmabahçe Sarayı'nın ve Vodafone Park'ın (inşaatın yapıldığı dönemde 'İnönü Stadyumu') arkasında bulunan binaya "İstanbul'daki en büyük gecekondu" yakıştırması yapılmıştır. Yine aynı nedenlerle bazı kişiler inşaatı protesto ederek bu binaya gitmemektedir. İnci Çayırlı İnci Çayırlı,Türk Sanat Müziği yorumcusu, koro şefi. İstanbul'da doğdu. Çamlıca Kız Lisesi'ni bitirdi. Bestekâr dayısı Fahri Kopuz'un teşvikiyle müziğe başladı ve 1953 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı'na girdi. Folklor Tatbikat Topluluğu'nda Sâdi Yâver Ataman'ın asistanı oldu. 1954 yılında İstanbul Radyosu'na girdi. Aynı zamanda Münir Nurettin Selçuk korosunda da uzun yıllar çalıştı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Türk Müziği İcra Heyeti'nde şef yardımcısı olarak görev yaptı. Yurtiçinde ve yurtdışında çok sayıda konser verdi. Popüler müzik plakları da yapan sanatçı bu alanda bir de altın plak sahibidir. 1977 yılında İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda öğretim üyeliği yapmaya başladı. 1977-1985 yılları arasında İTÜ Türk Müziği Korosunu yönetti. 1988'den itibaren İTÜ Mezunları Türk Müziği Topluluğu'nun genel sanat yönetmenliğini üstlendi. 1990 yılında Kültür Bakanlığı Bursa Devlet Klasik Türk müziği Korosunun kurucu şefliğine getirildi, istifa ettiği 1995 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Günümüzde Murat Bardakçı'nın hazırlayıp sunduğu Tarihin Arka Odası isimli programda sunuculuk yapmaktadır. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını aldı. İnter PİK İnter PİK () Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de kurulmuş bir futbol kulübüdür. Azerbaycan Premyer Ligası'nda mücadele etmektedir. 1997 yılında Hazar Üniversitesi Futbol Klubu adıyla kurulan kulüp, 2004 yılında ise adını İnter Bakü olarak değiştirmiştir. Şu ana kadar 2 kez Azerbaycan Premyer Ligası'nda şampiyon olan kulüp ayrıca 2011 yılında BDT Kupası'nı kazanmıştır. "(c)" Antimitotik Antimitotik, hücre çoğalmasını durdurabilen bir ilaçtır. Mitozu türlü dönemlerinde durdurarak hücrenin çoğalmasını engeller. Bazıları ise alkil etkisi yaparak bazı protein bileşikleriyle birleşir ve deoksiribonükleik asit (DNA) yapısını değiştirirler, bir kısmı ise antimetabolit etkidedir. Antibiyotik yapısında olan antimitotikler streptomyces kültürlerinden; bitkisel kökenli olanlar vinca alkaloitlerinden elde edilir. Kimileri hormon yapısındadır, bir kısmı da bakterilerden elde edilen enzimlerdir. Antimitotik ilaçların büyük çoğunluğu kanser tedavisinde kullanılmaktadır. Petunya Petunya, patlıcangiller (Solanaceae) familyasından "Petunia" cinsini oluşturan kültür ortamında çokça yetiştirilen bitki türlerinin ortak adı. Popüler çiçek ismini Fransızcadan almaktadır. Fransızcada, "petun" kelimesi eskiden "tütün" anlamına gelmekteydi. Fransızlar terimi Amazonlar'daki yerel bir kızılderili lehçesinden almışladır. Bahçelerde
görülen birçok çeşidi melezdir. Çiçek rengi ve boyutu açısından geniş bir aralık sunarlar. Bazı botanikçiler "Calibrachoa" cinsindeki bitkileri "Petunia" cinsine eklerler. Botaniksel olarak, tütün bitkileri ve petunyalar ilişkilidir. Petunyaların yaprakları bazen pul kanatlılardan (Lepidoptera) "Macroglossum stellatarum" ve "Melanchra persicariae" dahil bazı larvaları tarafında yenilmektedir. Şayet petunya büyütülüyorsa, onları doğrudan güneş ışığına bırakmak ve dokununca toprağı kuru olduğunda sulamak gerekmektedir. Petunyalar bir yıllık bitkiler olarak düşünülse de, aslında çok yıllık bitkilerdir. Uygun ortamlar sağlandığında yıllarca yaşamaya devam edebilirler. Kırmızı Kısa Petunya (ing: Petunia hybrida) petunyagillerden yıllık kırmızı çiçekleri olan kısa boylu bir bitkidir. Tohumları kış sonundan ilkbahar sonuna kadar ekilebilir. Bitkiler yarı gölge veya güneşli alanlara dikilmelidir. Bitkilerin bol çiçek açması düzenli olarak sulanması gerekmektedir. Tohumları yarı gölge bir yerde torf içinde çimlendirerek dikmek istediğiniz yere göçürebilirsiniz. I. Dünya Savaşı ve sonrasında uluslararası para sistemi I. Dünya Savaşı süresince Avrupa ülkelerinin üretim kapasiteleri büyük ölçüde hasar görmüştür. Gerek sanayi, gerekse de tarımsal üretimdeki bu hasarın yol açtığı üretim düşüşü, bu ülkelerde kontrolden çıkan bir enflasyona yol açmıştır. Öte yandan Avrupa hükümetlerinin gerek savaş sırasındaki askeri harcamaları, gerekse savaş sonrasındaki harcamaları, özel kesime aşırı derecede borçlanmalarına yol açmıştır. Bu borçlanmada doğal olarak özel bankalara yönelinmiş ve piyasalara fazlasıyla banknot ihraç edilmiştir. Bu para arzındaki artış da ek bir enflasyonist baskı oluşturmuştur. Piyasalarda bu denli yüksek miktarda banknot olması, banknotun satın alma değerini düşürmüş, ellerinde banknot olan kişi ve şirketlerin merkez bankalarına yönelmesine yol açmıştır. Bu kişi ve şirketler, ellerindeki banknotların değer kaybıyla zarara uğramamak için bu banknotları altına tahvil etmek zorunda kalmışlardır. Mevcutlarında bu talebi karşılayacak kadar altın stoku olmadığı için de merkez bankaları, banknotların altına tahvil garantisini kaldırmak zorunda kalmışlardır. Sonuç, fiiliyatta kâğıt para rejimine geçmek olmuştur. Altın para, piyasalardan çekilmiştir. Ancak altının bir ödeme aracı olarak piyasalardan çekilmesi sadece ulusal ekonomilerde yaşanan bir sorun değildir. Savaşa katılan tüm ülkelerin merkez bankalarındaki altın stokları da hızla erimiş, büyük ölçüde askeri malzeme ve yatırım malları ihracı dolayısıyla ABD'ne akmıştır. 1914 yılından 1919 yılına gelindiğinde Amerika'daki altın para stoku, neredeyse iki katına ulaşmıştır. Yeniden altın para sistemine dönülebilmesi, Avrupa merkez bankalarının altın stoklarının ekonomilerinin gereği ölçüsünde artırılmasına bağlıdır. Bu ise ancak Amerika'dan borçlanmak yoluyla sağlanabilecektir, çünkü Amerika'daki altın para stoku, tüm dünyadaki altın para stokunun yüzde kırkı dolayındadır artık. Bu, ABD için de uygun bir çözümdü, çünkü altın para stokunun Avrupa'dan Amerikan ekonomisine akması, orada da enflasyonist bir baskı yaratmaktadır. New York Federal Reserve Bank'ça sağlanan bu kredilerle Avrupa ülkeleri -Başta İngiltere olmak üzere- yeniden altın para sistemine dönmüşlerdir. Ancak Avrupa'da kurulan para sistemi artık Altın sikke sistemi değil, Altın Külçe Sistemidir. Altın sikke, piyasalardan ödeme aracı olarak çekilmiştir ve genel ödeme aracı artık banknottur. Ancak merkez bankaları, banknotları altına tahvil yükümlülüğünü sürdürmektedirler. Vodina Vodina (Edessa, Yunanca: Έδεσσα / Édessa , (Bulgarca/Makedonca: Воден или Водин "Voden ya da Vodin", Yunanistan'ın Makedonya bölgesinde bir şehirdir. 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi öncesinde Türkler ve Makedonya Slavları Vodina nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktaydılar. Mübadeleden sonra Vodina olarak bilinen şehrin ismi Yunan dilinde Edesa olarak kabul edildi. Güney Slav dillerinde “Voda” “su” demek; Vodina, “suyu bol yer” anlamındadır. Vodina'nın 1390 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirilmesiyle, şehir 522 yıl Osmanlı İmparatorluğu idaresinde olmuştur. Balkan Savaşları'ndan sonra 18 Ekim 1912 yılında Yunanistan Krallığı topraklarına geçti. Karacaova, Osmanlı padişahı Yıldırım döneminde Rumeli beyler beyi Evrenos Bey Komutan-ı Karaca Paşa tarafından 1390 yılında fethedildi. Daha sonra, Selanik Sancağına bağlı Karacaova-Vodina-Yenice-i Vardar nahiyelerinin birleşmesiyle Karacaabad kazası kuruldu. Hipotalamus Hipotalamus, beyinde talamusun altında bulunan ve üçüncü ventrikülün tabanını oluşturan önbeyin bölgesidir. Küçük nukleuslardan oluşur ve en önemli görevlerinden birisi hipofiz bezi aracılığı ile beyin ve endokrin sistem arasındaki bağlantıyı sağlamaktır. Tüm omurgalılarda bulunur. İnsanda, kabaca bir badem şeklindedir. Memelilerde beyin merkezleri arasında ilinti sağlar. Vücut sıcaklığı mekanizmasını, sempatik sinir sistemini ve hipofizin çalışmasını denetler.Susama, acıkma hislerinin merkezi olup vücut ısısını ve kan basıncını ayarlar. Ayrıca ürettiği RF maddesi ile hipofizi uyarır. İç denge hipotalamus ile korunur.Karbonhidrat-yağ-protein metabolizmasını dengeler. Hipofiz, alt uç kısmında küçük bir yuvarlak durumundadır. Hipofiz arka lobunun salgıladığı antidiüretik hormon ile oksitosin denen madde hipotalamusta yapılıp hipofize aktarılmaktadır. Duyguların fiziksel temeli de hipotalamus tarafından oluşturulmaktadır. Hipotalamus insanlarda kompleks bir bölgededir ve küçük nükleuslara bile önemli görevler yüklenmiştir. Örneğin, paraventriküler nükleus, hipofize bağlı olan oksitosin ve vazopressin nöronlarına sahip olmanın dışında ACTH ve TSH salınımını, gastrik refleksleri, anne davranışını, kan basıncını, beslenmeyi, bağışıklık sistemini ve vücut sıcaklığını da düzenler. Hipotalamus, pek çok davranışsal ve hormonal sirkadyen ritmi, nöroendokrin çıktıları, homeostatik mekanizmaları ve önemli davranışları koordine eder. Bu nedenle çok sayıda iç ve dış uyarana cevap vermek zorundadır. Buna yönelik olarak da merkezi sinir sisteminin çoğu yeri ile zengin bir bağlantı içindedir. Beyin sapının retiküler formasyonu ve otonomik bölgeleri ile limbik sistem (özellikle amigdala, septum, Broca'nın diyagonal bandı, olfaktör ampuller ve serebral korteks) bu yerler arasındadır. Hipotalamus şunlara duyarlıdır: Hekim (anlam ayrımı) Hekim, tıp alanında uzmanlık veya doktora çalışmalarını tamamlamış tabiplere verilen unvandır. Hekim şu anlamlara da gelebilir: Mahmud Kurbanov Mahmud Hanlar oğlu Kurbanov (Azerice: "Mahmud Xanlar oğlu Qurbanov", d. 10 Mayıs 1973, Gence), Hazar Lenkeran'da oynayan Azerbaycanlı millî futbolcudur. 17 Eylül 1992 günü Azerbaycan millî takımıyla ilk karşılaşmasına çıkarken, o günden sonra Ocak 2006'ya kadar 63 kez millî formayı giydi. Kariyerine Kepez'de başladı. Neftçi, Kepez (ikinci dönem) ve FK Şemkir'de oynadıktan sonra yurtdışında bir İran takımı olan Fulad FK ve Ukrayna takım olan FC Tavriya Simferopol'de oynadı. Daha sonra Neftçi'ye geri dönen tecrübeli orta saha oyuncusu buradan Hazar Lenkeran'a geçti. 2007 yılında Azerbaycan'da Yılın Futbolcusu seçilmiştir. Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavı (YÖS), Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarında okumak isteyen yabancı uyruklu öğrencilerin girecekleri ve sonuçlarını bu kurumlara kabul için başvururken kullanabilecekleri bir sınavdır. Bu sınav 2010 yılına kadar Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nce (ÖSYM) yapılmaktaydı, aynı yıl içerisinde ve 2011 yılında alınan kararlarla Yabancı Uyruklu Öğrenci Sınavlarını T.C. üniversiteleri kendi bünyelerinde düzenlemektedirler. Bu üniversiteler arasında 30 Nisan 2016 tarihinde, Türkiye saati ile 10.00'da, 28 ülkede, 42 merkezde, 5 dilde (Türkçe, İngilizce, Rusça, Arapça ve Almanca) yapılacak olan Ondokuz Mayıs Üniversitesi Uluslararası Öğrenci Giriş Sınavı(OMU-YÖS) online başvuruları 04.01.2016 tarihinde başladı. Bununla beraber bu yıl Ondokuz Mayıs Üniversitesi Uzaktan Eğitim Merkezi 19 Ocak 2016 tarihinde YÖS Kursu yapacağını duyurdu. Ra (anlam ayrımı) Ra ile aşağıdakilerden herhangi biri kastedilmiş olabilir: Kızıl yıldız (sembol) Beş köşeli kızıl yıldız, sosyalizm ve komünizmin simgesidir. Beş köşe emekçilerin beş parmağını ve aynı zamanda beş kıtayı (geleneksel olarak sayılmış) temsil eder. Az bilinen bir yönü de yıldızın beş köşesinin toplumu sosyalizme taşıyacak ve onu koruyacak beş farklı sosyal grubu temsil ettiğidir. Özel bir sırası olmaksızın, gençlik (gelecek nesiller), ordu (sosyalizmi korumak ve savunmak), sanayi işçileri, tarım işçileri (çiftçiler) ve entelijansiya (komünizme ulaşmak için fikir üretmesi gereken sınıf). Kızıl yıldız, Kızıl Ordu'nun bayrağıdır ve Sovyetler Birliği bayrağında da orak ile çekicin üstünde yer almaktadır. Kimçi Kimçi, ayrıca kimchi, gimçi, gimchi veya kimchee olarak da bilinenen, mayalanmış kırmızıbiber ve sebzelerden özellikle çin lahanasından yapılan, geleneksel bir Kore yemeğidir. Kelimenin eski telaffuzu "çim-çae" (chim-chae) (Hangul: 침채; Hanja: 沈菜) şeklindedir ve "sıvıya bastırılıp bekletilen/batırılmış sebze" anlamına gelir. Ancak, telaffuzdaki büyük değişiklikle, "kimçi"nin artık aslı Hanja ile bir ilgisi kalmamıştır . Kore'de, "kimçi" daha çok yemeklerin yanında garnitür olarak servis edilir, ama bazı yemeklerde malzeme olarak kullanıldığı da olur: "kimçi jjigae" (kimçi güveç), "kimçi bokkeumbap" (kimçi kızartılmış pirinç) ve diğer yemekler. Kimçi genellikle bir sebze ve aroma verici baharatlar karışımından oluşur. En bilinen ve yaygın malzeme Çin lahanası olmakla beraber bölgesel ve mevsimsel çeşitlemeler mevcuttur. Turp, sarımsak, kırmızı biber, taze soğan, mürekkep balığı, istiridye, diğer deniz ürünleri, taze zencefil, tuz ve şeker kullanılır. Popüler çeşitlerden bazıları turpla yapılan "kkakdugi" ve acı baharatlarla doldurulmuş salatalık kimçi "oisobaegi"dir. Valenciennes FC Valenciennes Football Club ("Valenciennes FC" veya eski i
sminin kısaltması "USVA" olarak da bilinir) 1915'de kuzey Fransa'nın Valenciennes şehrinde kurulmuş olan Fransız futbol kulübüdür. 2005-2006 sezonunda, Francis Decourrière'in genel menejerliği ve Antoine Kombouaré'nin baş antrenörlüğünde Ligue 2'de (2. lig) mücadele etmişlerdir. 10 yıldan uzun bir süreden sonra tekrar 1. lige geri gelmişlerdir. Valenciennes FC 1915 yılında bir grup erkek tarafından, en tanınanları Mssrs Colson, Joly and Bouly, tarafından kurulmuştur. Devam etmekte olan I. Dünya Savaşı ile kulüp ilk başlarda az etki gösterebilmiştir. Ancak 1916'da başka bir grup spor insanı yöneticilerle iletişime geçmişler ve "Union Sportive Valenciennes-Anzin" (Valenciennes-Anzin Spor Birliği, kısaca USVA) isminde birleşmeyi ve Escaut Département şampiyonluğunda mücadele etmeyi teklif etmişlerdir. Başkan M. Lélithouard'in liderliğinde, USVA 1933'de profesyonel olmuştur. Metz Metz [] (Almanca: Metz []), Fransa'nın Lorraine bölgesinin ve Moselle département'ının merkezi, Moselle ve Seille'in kıyısında. Birçok Orta çağ anıtı içeren kentin surları ve yanında 15.-16. yüzyıllara ait kuleler bulunan Almanlar Kapısı hala ayaktadır. Bunun dışında, iki kilisenin birleşiminden oluşan birçok değerli eşyanın (sözgelimi Şarlman'ın paltosu adı verilen işlemeli giysi) saklandığı Saint-Étienne Katedrali, yapımına 13. yüzyılda başlanmış, ama daha sonraki yüzyıllarda (20. yüzyılda) tamamlanmış. Saint-Martin kilisesi, 13. yüzyıldan kalma, Saint-Vincent ve Saint-Pierre-aux-Nonnains manastır kiliseleri başlıca yapılar arasında sayılabilir. Buna karşılık Assomption ve Carmine kiliseleri barok üslubunda yapıtlardır. Sivil yapılar arasındaysa Saint-Livier konağı (12. yüzyıl), Rönesans döneminden çeşitli evler, belediye konağı (18. yüzyıl), yeni klasik üsluptaki adalet sarayı sayılabilir. Arkeoloji müzesi de bir pinakotek içermektedir. Metz(eski "Divodurum"), Mediomatriciler'in başkenti ve önemli bir karayolu kavşağıydı. Daha geç dönemlerde Mettis adıyla anılmaya başlanan kente daha sonra bugünkü adı verildi. 511'de Austrasia'nın başkenti oldu, 843 yılında imzalanan Verdun Antlaşmasıyla Orta Francia'nın başkenti oldu, sonra Saksonya derebeylerinin egemenliğine girdi; bu arada yerel psikoposların gücü ticaretle uğraşan burjuvalar karşısında geriledi ve Metz imparatorluk içinde serbest kent haline geldi (18. yüzyıl). Reform hareketini destekleyen, 16. yüzyılda bağımsızlığını korumak için Fransa'dan yardım isteyen Metz, 1648'de bağımsızlığını elde etti. 1871-1919 arasında Alman yönetiminde yaşadı. Hayvancılık ürünleri pazarı ve etkin bir ırmak limanı olan Metz'de demir-çelik, makine, elektrikli gereçler, besin, tekstil, kâğıt, ayakkabı, silah ve tütün sanayileri de vardır. Ortalama veriler: Metz-Frescaty meteoroloji istasyonu (rakım 190 m) Metz şehrinin, aşağıdaki şehirlerle kardeş şehir bağları vardır: Saul Bellow Saul Bellow (10 Haziran, 1915 – 5 Nisan, 2005), Kanada doğumlu Yahudi asıllı Amerikalı yazardır. Edebiyat alanında Nobel Ödülü'nü 1976 yılında ve Ulusal Sanat Madalya'sını 1988 yılında kazanmıştır . Yalnızlığı, ruhsal şaşkınlığı ve insan bilincinin olanaklarını inceleyen romanları ile tanınır. Paris'te Guggenheim Fellowship'te iken, en çok bilinen "The Adventures of Augie March" romanının büyük kısmını yazmıştır. Chick Corea Armando Anthony Corea (doğumu 12 Haziran 1941), müzik dünyasında bilinen adı ile Chick Corea, İspanyol kökenli Amerikalı caz piyanisti ve besteci. En ünlü parçası "Spain" olarak bilinir. Denizler İmparatoru Denizler İmparatoru ("Hae-shin" veya "Emperor of The Sea"), Kang Il Soo (Wang Guhn) ve Kang Byung Taek'in yönetmenliğini yaptığı, senaryosunu Jung Jin Ok Sangdo ve Hwang Joo Ha (Dae Jang-geum)'un yazdığı Kore ( Şila Hanedanlığı )'de 787-846 yıllarında yaşayan Jangbogo (Goong-Bo) adlı tüccarın hayatını, kölelikten kurtuluşunu, yükselişini ve verdiği savaşları anlatan biyografi tarzındaki televizyon dizisi. Bir Kore Draması olan Denizler İmparatoru'nun orijinal adı Deniz Tanrısı anlamına gelen Haeshin'dir. Toplam 51 bölümdür ve bölümler 70dk sürer. Kore yapımı bu dizi KBS2 TV tarafından çekilmiş ve çekimleri 8 ay sürmüştür. Başrol oyuncuları Choi Soo-jong, Chae Si Ra, Song Il-Gook, Soo Ae paylaşmaktadır. Türkiye'de TRT tarafından geçtiğimiz yıllarda yayınlanan bu dizi oldukça ilgi görmüştür. Geoffrey Rush Geoffrey Rush (d. 6 Haziran 1951), Avustralyalı aktör. Queensland'ın Toowoomba kasabasında, Roy ve Merle Rush'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Aktörlük kariyerine Brisbane'de bulunan Queensland Tiyatro Ortaklığı'nda başladı. Queensland Üniversitesi'nin sanat bölümünü bitirdi. Üniversitede geçirdiği öğrencilik döneminde Mel Gibson ile aynı odayı paylaştı. 1996 yılında, "Shine" filminde oynadığı rol, Rush'a En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazandırdı. Sonraki yıllarda "Shakespeare in Love" ve "Quills" filmlerinde gösterdiği performans ona iki Oscar adaylığı daha kazandırdı. "Karayip Korsanları" üçlüsünde Kaptan Barbossa rolünü canlandırdı. 2005 yılında, Peter Sellers'i canlandırdığı "Peter Sellers'ın Yaşamı ve Ölümü" filmindeki rolü Emmy ödülüne layık görüldü. 2010 yılında En İyi Film Akademi Ödülü kazanan Zoraki Kral filminde kendisine birçok ödül ve adaylık getiren yardımcı rolle birlikte aynı zamanda filmin yapımcılığını da üstlendi. Bambu Bambu (Bambusoideae), buğdaygiller (Poaceae) familyasına ait ve 1.200 adet, bazen birbirlerinden çok farklı görünen bitki türlerinden oluşan bir alt familyayı kapsayan tanımdır. Bambu insanların en çok işine yarayan bitkilerden birisidir. Bambu türleri Asya'da, Güney ve Kuzey Amerika'da ve Afrika'da bulunurlar. En büyük bambu türleri 80 cm kalınlığa ve 38 metre uzunluğa kadar varabilir. Bazı bambu türleri çok seyrek çiçek verir, bazen her 100 yılda bir ya da daha seyrek olabilir. Bambular ilk önce iki ayrı tipe ayrılabilirler: Bambunun küçük fidanları sebze olarak yenilir ya da sirke içinde turşusu kurulur. Gıda olarak en uygun cinsler "Bambusa", "Dendrocalamus" ve "Phyllostachys"'dir. Bazı bambu türlerinin hafif bir asitleri vardır, ve bu yüzden tatları acıdır. Bu acı tat kaynatılarak yok edilebilir. Japonya'da bu acı tadı yok etmek için bambu kaynatılırken pirinç unu atılır, ama Şili biberiyle de yok edilebilinir. Bambu turşusuna „Achia“ ya da „Atchia“ denir. Bambu tohumu da yenilebilir. Bazı bambu türleri ilaç olarak kullanılır; saç, tırnak, kemik için faydalı ve depresyonu kesebilen etkileri vardır. Büyük bambu türleri hafif ama dayanıklı olan odunları ile ev yapımı için kullanılabilirler. Eskiden Asya'da, özellikle Güneydoğu Asya'da bütün köyler tamamen bambudan inşa edilirdi. Eskiden Siam kentinin yarısı bambu sandalların üzerinde suda yüzen evlerden oluşurdu. Bambu ile hatta köprüler yapılır ve bambu su borusu olarak kullanılıp kilometrelerce uzunlukta su hatları yapılır. Bambu suya dayanıklı yapısı ile nehir ve deniz ulaşımında da kullanılmıştır. Yapısı itibarı ile sıkı dokulu ve çok sağlam bir yapısı vardır. Bazı türlerinin içi boş olduğu için mukavemet gerektiren işler için de kullanılmıştır. Tekstil sektöründe de bambulardan yararlanılmaktadır. Bambular kullanılarak antibakteriyel kumaşlar üretilmektedir. Çinlilerin bahçe kültürünün temel bitkisi bambu türleridir. Bahçeyi güzelleştiren bir bitki olarak Avrupa'da da yayılmaya devam etmektedir. Avrupa'da satılan çoğu cinsleri (Fargesie, Phyllostachys) -20 dereceye bile dayanıklılardır. Bambu ile çok güzel mobilyalar ve başka ev eşyaları yapılabilir: Sepetler, Perdeler, Bardaklar, Şapkalar ve balık tutmak için tuzaklar. Endonezya'da bazı bambu türleri ile bir kez kullanılabilen tenceler yapılır. Tırmanabilen bir bambu türü ile hatta çuvallar ve ceketler bile yapılır. Çin, Tahiti ve Yava gibi bazı ülkelerde bambudan müzik enstrümanları yapılır. Bunlar çoğunlukla flütlerdir, ama telli enstrümanlar ve davullarda yapılır. Japon müzik kültüründe çokça kullanılan shakuhachi olarak bilinen flüt de bambudan yapılır. Ayrıca Brezilya'lıların özellikle Capoeira'da kullandıkları berimbau adlı müzik aletinin de ana maddesi sayılabilir. Bambunun hafif ama sağlam yapısı silah yapımı içinde çok uygundur. Bambudan mızraklar ve ok-hortumları yapılır. Vietnam savaşı'nda Viet kong'un ormanlarda bambudan hazırladıkları tuzaklar Amerikalı askerlerin en büyük korkusu olmuşlardır. Samurayların çok etkili bir yayıda belli bir bambu türü ile yapılır. Bambu ayrıca japon samurailerin geliştirdikleri kendo sporunun temel silahlarından biridir. Shinai olarak adlandırılır. Ayrıca orta çağ japonyasında antrenman için çivili uzeri deri kaplı bambu shinailer kullanılmıştır. Bambu ile, Çin ve Jamaika gibi bazı ülkelerde kâğıt üretilir. Bazı bambu türlerinden cila-maddesi yapımı için kullanılan bir toz çıkarılır., Bambunun bazı kültürlerde sembolik anlamları vardır. Çinlilerde bambu uzun bir ömürün sembolüdür. Hindistan'da ise dostluğun sembolüdür. Filipinler'de çiftçiler bambu sırıklarını şans getirsinler diye tarlalarının etrafına dikerler. Bambu, yemyeşil yaprakları ve çok dümdüz bir şeklide dik büyümesi ile, Japonya'da dürüstlüğün ve temizliğin sembolüdür. Japonlar ayrıca yılbaşında giriş kapılarının iki yanına birbirine bağlanmış bambular ("kodamatsu") koyarlar ve bunun şans getirdiğine inanırlar. Bronzlaşma Bronzlaşma, güneşten (ya da solaryum) kaynaklanan ultraviyole ışık ile deri renginin (özellikle açık ciltlerin) doğal bir fizyolojik cevap ile kararmasıdır. Güneşte fazla kalmak ile güneşlenilen bölgede güneş yanığı da oluşabilir. Derinin koyulaşması, ultraviyole ışığa maruz bırakılan deri hücreleri içine melanin pigmentinin salınımı veya miktarının artması ile olur. Melanin, melanosit denen hücrelerce üretilir ve vücudu fazla güneş ışınlarından korurur. Bronzalaşmaya neden olan ultraviyole frekansları genellikle UVA ve UVB olarak ayrılır. İnsanların istatistik olarak yeterli güneş ışığı alamaya bağlı D vitamini eksikliği yüzünden, melonomların açtığı sorunlara kıyasla çok daha fazla sorun yaşadığı bilinmektedir. Ancak açık ciltlilerin günde bir-iki daki
ka yaz güneşine maruz kalmaları ve kısında D vitamini ekli süt ya da vitamin almaları ile bu durum önlenebilir. Güneş ışığı, insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkileri vardır. Güneş ışığının az olduğu kış dönemlerinde intihar sıklığı da artmaktadır. Güneş ışığı kısa dönemlde akneleri iyileştirmeyi ya da gizlemeyi sağlasa da araştırmalar uzun süreli maruz kalmalarda akneyi şiddetlendirmektedir. Ayrıca fototerapi maddesine bakınız. Nohut (tür) Nohut ("Cicer arietinum"), baklagiller (Fabaceae) familyasının "Faboideae" alt familyasına ait Cicer cinsinden bir baklagil türü. Nohut sadece bir yıl büyüyen, tohumla çoğalan, Türkiye'de boyu 50 santimetreye varan bir bitkidir. Tohumlar bazen bej, bazen daha koyu renk ve hatta siyah olur. Nohut yetiştirilmesi kolay bir bitkidir. Anadolu'da kıraç alanlarda yetiştirilir. Su kıtlığına iyi dayanır ve toprak kalitesine pek önem vermez. Hava yeterince sıcak olmazsa hasılat kötü olur. Yaprakları 5 – 15 mm büyüklüğünde ve tomurcukları 30mm'ye kadar uzayabilir. Tohumları kurumadan yeşil olarak da yenebilir. Kurutulmuş nohut birçok yemekte kullanılır. Anadolu'da nohut 8000 yıl önce yetiştirilirdi. Oradan Akdeniz'in etrafına ve Hindistan'a yayılmıştır. Yabani nohut türünden bütün kültür nohutlarının gelişmiş olduğu düşünülür. Nohut pişmemiş hali ile hazım edilemeyen zehirli maddeler içerir. Bu yüzden içinde yumuşatıldıkları suyu kaynatmak için kullanmayıp, taze su kullanmak gerek. Genellikle İç Anadolu Bölgesi'nde yetişir. Nohut bugün genelde kuru halde ya da konserve olarak satılır. Kuru nohutları yemek için kullanmadan evvel 12-24 saat suyun içinde bırakmak gerek. Nohut yemeğinin hafif gaz yapıcı bir etkisi vardır. Kış mevsiminin uzun geçtiği bölgelerde kırsal kesimde çok kullanılır. Etli nohut yemeğinin yanı sıra değişik yemeklerde de kullanılır. Çok besleyici özelliği vardır. Bazı yörelerde (Ör. Malatya)çok az bilinen küçük ve renkli cinsleri de yetiştirilip özel yemeklerde kullanılır. Türkiye'de ve yakın doğunun diğer ülkelerinde nohut kavrularak leblebi yapılır. Köylerde nohut bir gece önceden ıslatılarak metal tepsilerde tula birlikte kavrularak da yenir. Nohut özellikle Arap mutfağında çok kullanılır. Ezilmiş nohutlardan ve tahinden humus yapılır. En çok üretildiği ülkeler Türkiye, Kuzey Afrika, Meksika, Hindistan, Pakistan ve İspanya 'dır. Tohumları nohutun tohumlarına çok benzeyen "Lathyrus sativus" adında bir bitki vardır. Tutkal Tutkal ağaç, mobilya, tekstil, kâğıt ambalaj ve dekorasyon işlerinde çeşitli gereçlerin birbirine yapıştırılmasında kullanılan maddeye tutkal, yapıştırma işlemine tutkallama denir. Merdane, sprey, rulo ile sıcak ve soğuk uygulanabilir. Tarihçe olarak tutkal, hayvansal dokulardan elde edilen protein kolloidlerini kastetmektedir. Bu anlam, bir cismi başkasına ekleme olanağı sağlayan tutkal benzeri bütün karışımları içermek üzere genişletilmiştir. Solventli, solventsiz (su) ve Hot melt gibi eritilerek kullanılan tipleri de vardır. Genelde bir sıvının buharlaşması veya süratle katı hale geçme isteğiyle kürlenirler. Bir veya iki bileşenli olabilirler. İki bileşenliler reaktif bir sertleştirici olabileceği gibi. Polyurethane oluşumu gibi poliol, polyizosyanat reaksiyonundan ibarettirler ya da tamamlanmamış polimer şuruplar ;aktivatör, katalizör sistemi ile süratle kürlenebilirler. Tutkal, zamk, yapıştırıcı, lehim başlığı adı yapıştırılıcak materyale göre 3-5 saniyede kürlenenen tiplerden oda sıcaklığında günlerce süren kürlenmelerde olabilir. Kontak, reaktif (ikinci bileşen poliol, nem, uv, katalizör) tipler vardır. NDIS Ağ Sürücüsü Arabirim Sistemi (ing. Network Driver Interface Specification) ağ arabirim kartları (NIC) için bir uygulama programlama arayüzüdür. Microsoft ve 3Com tarafından geliştirilmesine rağmen bugünlerde genellikle Intel tabanlı Microsoft Windows'ta kullanılmaktadır. Açık kaynak kodlu ndiswrapper ve Project Evil projeleri NDIS sürücülerinin Linux ve FreeBSD platformlarında kullanılmasına imkân vermektedir. BeOS'un bir türü olan yellowTAB ZETA'nın da ilk sürümünde NDIS sürücülerini desteklemesi beklenmektedir. Balâ Balâ, Ankara'nın doğusunda bulunan bir ilçe. Ankara'ya 78 km'lik asfalt yol ile bağlıdır. Balâ, Türk siyaset hayatında fazla bilinmeyen bir yönüyle önemli bir yere sahiptir: Mustafa Kemal Atatürk, Balâ milletvekilidir." 1850 yılına ait Osmanlı arşiv belgelerinden, Tarihçi Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu araştırmalarına ve Balâ Belediyesi'nin arşivlerinden alınan bilgilere göre; Balâ halkının kökeni Türkmenistan Daşoğuz kökenli olup Erzurum (Pasinler Horasan) - Aydın (Söke Koçarlı)'dan gelmektedir. Balâ ilçe havalisinin ve 21 köy halkının tamamı Bozulus Türkmenleri'dir. Türkmen oğuzların bayındır boyundandırlar. Bozulus Türkmenlerinin en büyük aşiretlerinden biri olan Tabanlı aşiretine mensupturlar. Ana unsur olan Tabanlı aşireti, Balâ havalisinde kendileri ile aynı yerlerde bulunan Bayat-ı Cedid Beyliği Cemaati, Bayat-ı Atik Beyliği Cemaati, Bayat-ı Şeyhli Cemaati ve Aydın Beyliği Danişmentli Cemaatini bünyesinde toplamıştır. Daha önce Erzurum (Pasinler-Horasan) ve Aydın (Söke-Koçarlı) bölgesinde bulunmuşlardır. Erzurum ve Aydın ilinin yerli halkı iken göçüp gelmiş değillerdir. 1500'lerde Türkmenistan Daşoğuz'dan Türkiye'ye gelerek Erzurum (Pasinler Horasan) dağlarında yaylak, Aydın (Söke Koçarlı) ovalarında kışlak, konargöçer Yörük hayatı yaşamışlardır. 1540 Yılında Tabanlı aşireti 4 cemaatte toplam 316 hane ve 33 mücerred vergi nüfusuna sahipti. İkinci selim döneminde ise bu miktar 595 hane ve 166 mücerrede yükselmişti. Tabanlı aşiretinin kalabalık bir nüfusa sahip olmasına ve bu özelliğini uzun süre devam ettirmesine rağmen Akkoyunlu devletinin siyasi faaliyetleri içinde adına tesadüf edilmemektedir. Balâlıların Erzurum (Pasinler Horasan) dağlarında yaylak, Aydın (Söke Koçarlı) ovalarında kışlak, konargöçer Yörük hayatı yaşayan ataları, 1690 yılında Osmanlı Devleti'nin çıkardığı "Türkmenler bir eyalet dışında başka bir eyalete geçip yaylak ya da kışlak tutamayacaktır." fermanı üzerine bugünkü Balâlıların atalarını oluşturan insanlar adı geçen yörelerden kalkıp bugünkü Balâ ilçesi sınırlarına gelmişlerdir. Balâ'yı 1690-91 yıllarında dönemin aşiret reisi "İmirzalıoğlu Şeyh Ali Mirza" kurmuştur. Bozulus Türkmenlerinin Erzurum (Pasinler Horasan) - Aydın (Söke Koçarlı) bölgesinden ferman emriyle Orta Anadolu'ya gelip Balâ havalisine yerleştikten sonra Tabanlı aşiretine mensup bazı kişiler eşkıyalık faaliyetleri içinde bulunmuş ise de bu tür faaliyetlerden aşiretin kendisi de bizar olmuş, münferit hadiseler aşiretin ileri gelenleri tarafından önlenmiştir. Balâ ilçesi tarih boyunca "Kasaba-i Balâ, Bozulus Sancağı, Kaza-i Yörükan, Tabanlı Kazası" olarak adlandırılmıştır. İlçeye Balâ ismi verilirken Bozulus isminden esinlenerek verilmiştir. Balâ havalisini yurt tutan Bozulus türkmenleri tabanlı aşiretinin nüfusu 1690'lı yılların sonunda birçok şehirden fazla idi. Bu nüfus 20.000'e dayanınca bunun üzerine osmanlı devleti nüfusu azaltmak amacıyla 1699 yılında ikinci bir ferman emri vererek Balâ havalisindeki Bozulus türkmenlerini tekrar Batı anadolu'ya göndermek istedi. Ferman emri üzerine Balâ'daki Bozulus türkmenlerinin Aydın Beyliği Danişmentli Cemaati kolunu tekrar Aydın eyaletine bağlı Söke- Koçarlı havalisine gönderdi. Balâ'dan göç eden köyler Aşıkoğlu, Karadalak, Çatalören ve Üçem köyünün bir kısmı oldu. Göç eden bu köyler gittikleri Aydın eyaletinin Söke Koçarlı havalisinde yerleşik düzene geçmeyip 1820 yılında tekrar Balâ havalisine gelmişlerdir. Batı anadolu'ya giden bu kabileden bazı aileler geri dönmeyip Aydın eyaletinin Söke ve Koçarlı havalisine, bir kısmı ise AfyonKarahisar eyaletine bağlı Emirdağ, Bolvadin ve Sandıklı havalisine yerleşmişlerdir. Bozulus Türkmenlerinin Balâ'da yerleştikleri köyler (Balâ ilçe merkezinin Kartaltepe mevkii, İsmetpaşa mevkii başta olmak üzere): Üçem Aşıkoğlu, Karadalak, Sırapınar, Yeniyapanşeyhli, Tol, Şehriban, Büyükbayat, Küçükbayat, Karahamzalı, Büyükboyalık, Küçükboyalık, Çatalören, Çatalçeşme, Yaylalıözü, Yöreli, Suyugüzel, Gülbağı, Hanburun, Sarıhöyük, Yeniyapançarsak Köylerini kurarak yerleşik düzene geçmişlerdir. Ayrıca bu köyler arasında birbirleriyle sıkı bir şekilde akrabalık bağları bulunmaktadır. Balâ'nın yapılanmasını sağlayan 1860 yılındaki aşiret reisi "İmirzalıoğlu Mir Osman Bey" olmuştur. İlçenin diğer Türk köyleri ise çevre yerleşim yerlerinden gelmişlerdir. 1800'lü yılların başında Şanlıurfa Suruç bölgesinden ağırlıklı olmak üzere erzurum, Erzincan, kars, yozgat, amasya, Ağrı, elazığ bölgelerinden İç Anadolu'ya sürgün edilen kürtler Balâ'nın o yıllarda boş olan kesikköprü barajı etrafına yerleştirilmiştir. Son olarak 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ordularının yenilmesi Kafkasların Rusların eline geçmesi nedeniyle Anadolu'ya göç etmek zorunda kalan bir grup "Çerkez" ilçeye gelip yerleşmeye karar vermiştir. İlçenin 2016 Belediye tüzüğünde 21 Bozulus Türkmeni köyü, 2 Türkmen Abdal köyü, 8 Türk köyü, 1 Kazan tatar türkü köyü, 15 Kürt köyü olmak üzere toplam 47 Köyü (mahallesi) bulunmaktadır. Balâ köyleri: Abazlı, Afşar, Ahmetçayırı, Büyükdavdanlı, Aşağıhacıbekir, Aşıkoğlu, Aydoğan, Karadalak, Bektaşlı, Belçarsak, Beynam, Büyükbıyık, Büyükboyalık, Büyükcamili, Çatalçeşme, Çatalören, Çiğdemli, Davdanlı, Derekışla, Eğribasan, Ergin, Gülbağı, Hanburun, Karahamzalı, Keklicek(Büyükbayat), Kesikköprü, Koçyayla, Köseli, KüçükBayat, Küçükbıyık, KüçükBoyalık, Küçükcamili, SarıHüyük, Sırapınar, Sofular, Suyugüzel, Şehriban, Tatarhüyük, Tepeköy, Tol, Üçem, Yaylalıözü, Yeniköy, Yeniyapanşeyhli, Yeniyapançarsak, Yöreli, Yukarıhacıbekir Mustafa Kemal Atatürk 26 Aralık 1919 Cuma günü hareketle Keskinlilerin koruma ve gözetiminde İğdebeli-Köprüköy yolu ile Balâ'ya gelmiş, Üçem ve Aşıkoğlu köylerinde dinlemiş, köylülerin fikirlerini almış, vaktin geç olması ve bölgenin ormanlık olmasından dolayı Keskinli süvarilerle geceyi Beynam köyünde geçirip 27 Aralık 1919'da Dikmen sırtlarından Ankara'ya girmiştir. Cumhuriyet kurulduktan so
nra milletvekilliğini Balâ'dan koymuştur. Yörede Türkmen/Abdal Kültürü vardır. Balâ ve Keskin türkülerini gün yüzüne çıkarıp geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan mahalli usta sanatçı Hacı Taşan olmuştur. Balâ ve Keskin'deki folklorik oluşum ve Türkmen/Abdal türkülerinin anonimleşme sürecindeki farklı ve ağırlıklı yerini vurgulayan bu söz, bir bakıma birbiriyle komşu Balâ ve Keskin bu iki yörenin karekteristik özelliklerine de işaret eder. Yöre türkülerinin ağırbaşlı ve durulmuş lirizmi hemen fark edilir. Balâ orta Anadolu'nun en zengin halay bölgelerinden biri olduğu kadar halayların eşlik sazı olan davul zurnanın da en iyi icra edildiği yörelerden biridir. Balâ ve Keskin yöresi halayları ayak ve bel hareketlerine dayanır. Ağır fakat gösterişlidir. 20- 30 kadın kendi aralarında halay çekerler. Sin sin ve cirit oynanır. Eskilerde Balâ ve Keskin kökenli saz ve söz üstadları oyun ve halaylara eşlik sağlarlarmış. Yine bu topluluk düğün ve kutlamalar dışında, kahveleride ziyaret ederek Türkmen/Abdal müzik kültürünü, bozlaklar başta gelir, köy ahalisine aktarırlarmış.  Balâ ve Keskin civarı Atayurt'tan at sırtında Anayurt'a gelirken getirdiğimiz ve gözümüz gibi koruduğumuz kültür/müzik değerlerinin en yoğun yaşandığı ve yaşatıldığı yörelerden biri Balâ. Yöreye damgasını vuran iki önemli kültürel havzadan biri Keskin ve Balâ diğeri ise saz ve söz kültünün hayatın ayrılmaz parçası olduğu önemli bir Türkmen/Abdal yerleşim yeri olan Koçyayla ve Yeniköy köyleri. Keskin ve Balâ en kadim ve geleneksel sazlarımız olan davul, zurna ve bağlamanın, daha ziyade gerçek Türk dansı olan halaylar eşliğinde icra edildiği; bu özelliği ile Osmanlı’dan günümüze değin saygınlığını koruyan bir ilçe. Bu kadim sanatı başarıyla sürdürenler ise, Balâ ve Keskin'e bağlı çevre köylere yerleşmiş ağırlıklı olarak Türkmen/Abdal aşiretine mensup ustalar. Ünlü Müzik yazarı, folklor araştırmacısı Halil Bedii Yönetken yöreyi bir halay ve bozlak merkezi olarak niteler ve bu kültürün yegane taşıyıcısı Keskin'li ve Balâ'lı Abdalların tarihi misyonlarından ve onlardan derledikleri davul zurna ezgilerinden övgüyle söz eder. Yörede kullanılan temel çalgılar aynı zamanda en eski Türk sazları olan davul, zurna ve bağlamadır. Kemanın da daha sonra yöresel enstrümanlar arasına girerek ustalar elinde adeta millîleştiğini ve çok usta keman icracıları yetiştiğini biliyoruz. Halk müziği repertuarımız içerisinde klasik türkülere örnek teşkil eden "Kerpiç Kerpiç Üstüne, Allı Turnam, Bugün Ayın Işığı, Köprüden Geçti Gelin, Suda balık Yan Gider, Adem Olan Adem Sever, Hopbarlem" adlı halay türküleri yöreyle özdeşleşmiştir. Ankara'da Yedim Taze Meyvayı adlı uzun hava ise, yörenin en karakteristik uzun havalarından biridir. Balâ Tavası, Topalak, Hoşmerim, Katmerli Çörek, Göbete,Yufka Ekmeği, Bazlama, Kömbe, Oğmaç, Mantı, Madımalak, Su Böreği, Kavurga, Kara kabak, Kabak Gülü Dolması, Besmet, Hedik, Erişte, Sızgıt, İncir Uyutması, Pekmez Peltesi (helvası), Etli Mercimekli Bulgur Pilavı, Ağuz, Kuymak yemekleridir. İlçe ve köy halkı geneli Türkmen kökenli oldukları için Türkçenin Balâ'da kullanılan şivesi Türkmen Türkçesine benzerlik gösterir. Yazları sıcak, kışları soğuk ve kar yağışlı geçer. Yüksekliği nedeniyle kış aylarında Ankara ilinin en soğuk ilçelerindendir. Küçük atölyelerin bulunduğu Balâ'nın ekonomisi büyük ölçüde tarım,sanayi ve ticarete dayalıdır. Ayrıca ilçede buğday arpa ayçiçeği, mercimek, nohut, fasulye, şeker pancarı, kavun ve karpuz yetiştirilmektedir. Kızılırmak üzerinde kurulan Kesikköprü Barajı ilçe sınırları içerisindedir. İlçenin nüfusu Adrese dayalı nüfus kayıt sistemi 2015 verilerine göre 24.142'dir. 2.530 km² yüzölçümündeki ilçeye bağlı 47 köy bulunmaktadır. Balâ'nın 55 mahallesinin 4'ü merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 2.568 kişi   (% 11,8) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 58,5 km uzaklıktaki Kuyular'dır. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan, 1.723 kişi ile Afşar mahallesidir.  Balâ'nın nüfusu 2017 yılında %0,69 artmıştır.** Balâ ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu * Km,  kaymakamlığa olan uzaklıktır. ** TUİK 01 Şubat 2018 verileri "Kızılçam" ağaçlarıyla kapl"ı Beynam Ormanları" ve "Kesikköprü Barajı" hem ilçenin hem de Ankara'nın önemli mesire yerlerinden biridir. "Ankara Büyükşehir Belediyesi'"nin "Kesikköprü "mahallesinde yaz kampı bulunmaktadır"." İlçe Merkezinde biri genel, üçü meslek olmak üzere dört lise vardır. Çiğli Çiğli, İzmir'in bir ilçesi. İl merkezine 17 km uzaklıkta bulunur ve 1992 yılında kurulmuştur. İlçenin kuzeyinde Menemen, doğusunda Karşıyaka, güneyinde ve batısında Ege Denizi yer almaktadır. Eski tarihlerde, ilçenin genel olarak bataklık ve sazlıklardan oluşması ve denize yakınlığı nedeniyle yeşil alanlara çok çiğ düşmesinden dolayı, ilk yerleşenler tarafından buraya “Çiğli” adı verildiği bilinmektedir. Çiğli’de ilk yerleşimin, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Balkanlardan göç eden Türkler tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir. Kurtuluş Savaşı esnasında İzmir’in Yunanlar tarafından işgalini müteakiben, Yunan zulmünden kurtulmak isteyen bir kısım yerli halk burayı daha güvenli bularak yerleşmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ve daha sonra yapılan mübadeleler çerçevesinde Batı Trakya’dan gelen Türklerin yerleştirilmesiyle ilk etapta köy olarak kurulmuş, 1956 yılında belediye statüsü aldıktan sonra 25.09.1968 tarihinde, 07.03.1966 ve 19.08.1966 tarihlerinde yaşanan ve 14 kişi ile 2.394 kişinin vefat ettiği 5.6 Ms ve 6.9 Ms şiddetlerindeki depremlerle evsiz kalan; Varto depremzedeleri o zamanki adıyla Çimentepe bugünkü adıyla Güzeltepe ve Şirintepe mahallelerinin bulunduğu alanlara yerleştirilmiş, bu süreç daha sonra doğu ve güneydoğu bölgelerinden gelen vatandaşların Büyükçiğli, Küçükçiğli ve Balatçık mahallelerine iskan edilmeleri ile devam etmiş, 1981 yılında Millî Güvenlik Konseyi’nin 34 No’lu kararıyla İzmir Belediyesi sınırları kapsamına alınmıştır. Büyükşehir Belediyeleri Teşkilatlanması ile ilgili 303 sayılı kanundan sonra Karşıyaka Belediyesi’ne bağlandıktan sonra, 1992 yılında ilçe statüsünü kazanıncaya kadar adı geçen belediyenin şubesi olarak varlığını sürdürmüştür. 27.05.1992 tarih ve 3806 sayılı yasa ile Çiğli adı altında 10 mahalle metropol olarak değerlendirildikten sonra, Sasalı beldesi ve Kaklıç köyü de dahil edilmiş, 22.03.2008 tarihinde Harmandalı da eklenmiş, daha sonra Harmandalı Atatürk Mahallesi, Cumhuriyet Mahallesi ve İnönü Mahallesi de Çiğli ilçesine bağlanmıştır. Ahmet Efendi Mahallesi Menemen ilçesine bağlı iken, 12.11.2010 tarih ve 2010/777 sayılı karar ile Çiğli ilçesine bağlanmıştır. Çiğli Belediyesi'ne bağlanan ve ilçe merkezi ihdas edilen mahalleler (alfabetik sırayla) Çiğli İlçesi'ne bağlanan kasaba ve köy 1. Sasalı B. 2. Kaklıç İlçede yaşayan yerli halk genelde göçmen ve Balıkesir'den gelerek ilçeye yerleşen insanlardan oluşmaktadır. Düğün törenleri ve âdetleri genellikle göçmen ve Balıkesir yöresi âdetleriyle örtüşmektedir. Yaşayan halk Akdeniz toplumuna özgü bitkisel gıdaları tercih etse de özellikle göçmen yemekleri de oldukça revaçtadır. Bunun yanı sıra Mardin, Diyarbakır, Batman, Şanlıurfa, Bitlis, Bingöl, Erzurum, Muş, Varto, Hınıs ve çevre ilçelerden göç eden insanlar genellikle Güzeltepe ve Şirintepe mahallerine yerleşmişlerdir. Sonradan gelen bu insanlar kendi kültürlerini korumaya ve sürdürmeye devam etmişlerdir. Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesinin adetlerini sürdürmektedirler. Yemek kültürü de yine Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesine özgü yemeklerden oluşmaktadır. Güzeltepe Mahallesi içinden geçen Maltepe Deresi üzerinde bulunan tarihî su kemeri Çiğli Belediyesi 05.11.2014 tarihli meclis toplantısında 84516765-301-05/84 karar sayısı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir I Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 17.05.2013 tarihli 1293 sayılı kararı gerekçe gösterilerek “korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı” olarak imar planına işlenmiştir. Kuzeyinde Menemen İlçesi, güney ve batısında İzmir Körfezi, doğusunda Karşıyaka ilçesi bulunmaktadır. Çiğli İlçesi İzmir merkeze 17 km, Menemen ilçesine 18 km, Karşıyaka ilçesine 7 km uzaklıktadır. Çiğli İlçesi sıradağ yükseltileri ile İzmir Körfezi arasındaki eski Gediz Nehri yatağının oluşturduğu ovada kurulmuştur. İlçe, geniş bir kıyı ovasına sahiptir. Yükseltiler ile ova İzmir-Çanakkale Karayoluyla ayrılmış gibidir. Körfez kıyısındaki ovalık alan çorak ve bataklıktır. Egekent, Evka-2 ve Evka-5 toplu konutları az eğimli bir alandadır. Tipik bir Akdeniz iklimi özelliği göstermektedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve yağışlıdır. Metrekareye düşen ortalama yıllık yağış miktarı 490 mm, doğal nem ortalaması %79 civarındadır. İşgücü Verileri İŞKUR Çiğli Bölge Müdürlüğü,2014 İlçe ekonomisi ticaret ve sanayiye dayalıdır. Türkiye'nin en önde gelen sanayi bölgelerinden biri olan Atatürk Organize Sanayi Bölgesi ve Türkiye'nin tuz ihtiyacının yarıdan fazlasını karşılayan Çamaltı Tuzlası, Çiğli sınırları içerisindedir. İlçedeki Tuzlanın bir bölümünde 1982'de koruma altına alınan İzmir Kuş Cenneti bulunmaktadır. Bunun yanı sıra ilçe kırsalında hayvancılık ve tarımsal ekonomi de oldukça önemli yer tutmaktadır. İlçe sınırları içerisinde bulunan İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi içinde 495 büyük ölçekli iş yeri planlanmış olup bunların 440’ı faal olarak çalışmaktadır. 22.000 kişinin çalıştığı bölgede tüm firmalar tam kapasite ile çalıştığında 40.000 kişinin istihdam edileceği tahmin edilmektedir. Bölgenin yıllık ihracatı 1 milyar $, ithalatı ise 650.000 $ dolayındadır. 42 MW gücünde Enerji Santrali 1999 yılı sonunda üretime alınmıştır. Bölgede yer alan tesislerin enerji kesintisi sorunu bu sayede ortadan kaldırılmıştır. Atık su Arıtma Tesisinin kapasitesi 21.000 m³/gün’dür. İlçede yaşayan örgün eğitim çağındaki çocuklarımıza yönelik İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi Özel Eğitim ve Uygulama Okulu yaptırılmış ve hizmete sunulmuştur. İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’nde, Bölge Müdürlüğü binası, cami, cami altında 5 adet dükkân, eğitim merke
zi, ısıtma merkezi, benzin istasyonu, itfaiye, 13 adet banka şubesi, küçük parseller merkezinde 40 dükkânlık bir sosyal merkez, atık su arıtma tesisi, Ataer A.Ş. Enerji Santrali, 41 adet trafo merkezi ile hizmet vermektedir. İçinde 589.627 tür kuşun barındığı dünya kuşlarının başkenti İzmir Kuş Cenneti Çiğli ve Menemen İlçe sınırları içinde yer almaktadır. İzmir’e 30 km uzaklıktadır. İzmir Kuş Cenneti'nde, Flamingo, Tepeli Pelikan, Küçük Akbalıkçıl, Gri Balıkçıl, Leylek, Saz delicesi, Kerkenez, Sakarmeke, Ev Kırlangıcı, Kır Kırlangıcı, Serçe, Saksağan, Kır İncirkuşu, Yalı Çapkını, Poyrazkuşu, Kocagöz, Gümüş Martı, Küçük Sumru, Kukumav, Boğmalı Toygar,Tepeli Toygar, Arıkuşu, Uzunbacak, Mahmuzlu Kızkuşu, Çamurçullu ve Kızılbacak kuşları en çok görülen türlerdir. 8.000 hektarlık alanda yer alan sazlıklar, adalar, yarımadalar ve tuzla havuzları buranın kuş cenneti olmasına uygun ortam hazırlamıştır. Dalyan ve tuzlanın tuzlu suyu, sazlıkların ise tatlı suyu buralarda yaşayan çeşitli balık ve diğer canlılar, kuşların doğal besin kaynaklarını oluşturmaktadır. Ayrıca Avrupa'nın en büyük doğal yaşam parkı olan İzmir Doğal Yaşam Parkı'da Çiğli ilçesi sınırları içerisindedir. Çiğli'nin henüz profesyonel ligde mücadele eden bir takımı yoktur. Futbolda Çiğli Belediyespor 3. lige terfi maçlarında finale kadar yükseldiyse de 3. lige çıkmayı başaramadı. Maltepespor, Güzeltepespor, Yenimahallespor ilçenin amatör ligde mücadele eden diğer futbol takımlarıdır. Eski millî futbolcularımızdan Yusuf Tepekule ve ünlü millî atletimiz Semra Aksu da Çiğli'nin yetiştirdiği önemli sporculardandır. İsveç'in illeri İsveç idari olarak 21 ilden meydana gelir. Birçoğu 1810 da oluşturulan il teşkilatlanma yasasından evvel kurulmuş olan il yönetimleri daha sonra bir dizi değişikliğe uğramıştır. 1968 yılında Stockholm şehri Stockholm iline dahil edilmiştir. 1997 yılında Kristianstad ve Malmöhus illeri birleştirilerek Skåne ili oluşturulmuştur. 1 Ocak 1998 de Göteborg, Bohus, Älvsborg ve Skaraborg illeri birleştirilerek Västra Götaland ili oluşturulmuştur. Valilik bünyesinde iki idari yapı bulunur. Ahal Teke Ahal teke bir Türkmen atıdır. Bilim insanları ahal tekeyi, üç bin yıl önce insanlar tarafından ilk evcilleştirilmiş at türü olarak görürler. Orta Asya'da Türk halkları arasında özellikle Türkmenistan'da yaygındır. Ahal tekenin adı Manas ve Dede Korkut gibi Türk destanlarında geçer ve Türkmenistan'ın Ahal vilayetinde yaşayan Teke Türkmenlerinden gelmektedir. Dik bir duruşu, uzun ince bir boynu, eğimli omzu, uzun bir sırtı, uzun bacakları ve küçük sert bir kalçası vardır. Yelesi yumuşak ve azdır. Kulakları diğer atlardan uzun ve hafif orak şeklindedir. Çoğu ahal tekenin gözlerinin etrafı siyah olduğu için gözleri badem şeklinde görünür. Vücudu daima hafif metalik parlar. Kılları çok ince ve yumuşaktır. Hareketleri çok rahat ve esnektir. Hüner ve eğitim gösterilerinde diğer atların zorlandığı bazı zor hünerleri kolayca başarır. Özellikle "Pas" ve "Tölt" adlı hareketleri kolay yapar. Cesur, zeki, duygusal ve bazen de inatçıdır, sezgileri güçlüdür, sahibine daima çok bağlıdır, hatta tek biniciye alışık olurlar ve onun en ufak imalarını bile algılayabilirler. Ahal Teke doğrudan eski Türkmen atlarının soyundan gelen ve çarlık Rusya'sında oluşturulmuş (Türkmen atının aygır defterleriyle kayda geçirilmesi) safkan bir at ırkıdır. Buzul çağından kalma mumyalaşmış ve donmuş at cesetlerinden anlaşıldığı üzere belki de tam anlamıyla safkan olan tek at ırkıdır. Ahal Teke milattan önceki binyılda bile Doğu Avrupa'dan Çin'e kadar ün salmıştır. Ahal Teke kanı Avrupalı at soylarının pek çoğunda bulunur. İngiliz tam kan at ırkının defterinde kayıtlı bütün damızlıkların soyu, Osmanlı İmparatorluğu'ndan İngiltere'ye gitmiş olan üç aygıra dayanır. Bunlardan biri Kuzey Afrika'dan gitmiş olup muhtemelen Arap atıdır. Ancak diğer ikisi özellikle de İstanbul'dan gelen "Byerly Turk" kesin olarak eski Türkmen atıdır. Alman at ırklarını etkilemiş olup bu ırkları ıslah eden en ünlü aygırın adı Almanca'da "Turkmen Atti"dir (Türkmen Atı isminin Almanca telaffuzu). Avrupa'daki at soyları bugüne kadar hala ara sıra Ahal Teke damızlıkları ile çiftleştirilip, böylece asilleştirilirler. Almanya'da Neustadt kentinde bulunan bir Trakyalı-atı çiftliğinde kısa zaman önce tekrar Ahal Teke çiftleşmeleri ile Trakyalı-atları asilleştirilmişlerdir. Her at soyu için sürdürülen resmi bir soy kitabı vardır. Ahal Teke'nin soy kitabı 1917 yılında Moskovada başlatılmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılmasından beri Türkmenler gerçek Soy kitabının Türkmenistanda sürdürülmeye başlatıldığını vurgularlar, ama bunu batılı ülkeler tanımaz. Çünkü bugüne kadar sürdürülmüş bütün kitaplar hala moskovada bulunurlar ve bu yüzden sadece bir atın atalarının isimi bu moskovadaki kitapta yazılıysa hakiki Ahal Teke olarak kabul edilir, diğerleri kabul edilmez. Oysa Ahal Teke Türkmenlerin Alabay(Türkmen Çoban Köpeği) ve Türkmen halısının yanında en büyük gururları ve hatta resmi Türkmenistan armasında gösterdikleri milli hayvanlarıdır. Türkmenlerin ve diğer Türk halklarının yetiştirdikleri Ahal Tekeler, orta asyanın bozkırlarında hür olarak "Tabune" denilen sürüler halinde yaşarlar. Başlarında atlı bir çobanları vardır. Hüsnü Mübarek Muhammed Hüsnü Said Mübarek (d. 4 Mayıs 1928), Mısırlı asker ve devlet adamı. 1981-2011 yılları arasında Mısır cumhurbaşkanı. 2011'in Ocak ayında başlayan yaygın halk gösterilerinden sonra, önce 10 Şubat 2011 tarihinde yetkilerini yardımcısı olan Ömer Süleyman'a devretti, ertesi gün de görevinden istifa etti. Kahire'deki Mısır Askeri Akademisi'ni (1949) ve Bilbays'taki Havacılık Akademisi'ni bitirdi (1950). Sovyetler Birliği'nde ileri uçuş ve bombardıman teknikleri konusunda öğrenim gördü. Mısır Hava Kuvvetleri'nde çeşitli görevler üstlendikten sonra 1966-69 arasında Hava Akademisi komutanlığını yürüttü. 1972'de Enver Sedat tarafından hava kuvvetleri komutanlığına getirildi. Ekim 1973'te İsrail'le yapılan Yom Kippur Savaşı'nın ilk günlerinde Mısır Hava Kuvvetleri'nin elde ettiği başarılarda önemli rol oynadı. Ertesi yıl mareşal oldu. Nisan 1975'te devlet başkanı yardımcılığına atandı. Fas, Cezayir ve Moritanya arasında Batı Sahra'nın (İspanyol Sahrası) geleceğiyle ilgili anlaşmazlıkta arabuluculuk yaptı. 6 Ekim 1981'de Enver Sedat'ın bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine devlet başkanı oldu. Bu görevde öteki Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. 1982'de Lübnan'ı işgal eden İsrail'le yakınlaşma politikasından uzaklaştı. 1987'de altı yıllık ikinci bir dönem için, oyların yüzde 97'sini alarak devlet başkanlığına yeniden seçildi. 1989'da, Enver Sedat döneminde İsrail'le yaptığı barış antlaşması yüzünden Arap Birliği'nden çıkarılmış olan Mısır tekrar birliğe kabul edildi, merkezi de Kahire'ye taşındı. 1990-91'deki Körfez Bunalımı ve onu izleyen Körfez Savaşı sırasında Arap ülkeleri, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında başlıca aracı işlevini üstlendi. Suudi Arabistan'ın, uluslararası kuvvetlerin desteğine başvuru kararının desteklenmesinde öteki Arap ülkelerine öncülük etti. Enver Sedat'a yapılan suikastın ardından Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti'nin liderliğine seçilen Mübarek; 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan ve muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez göreve seçildi. 26 Haziran 1995'te, Afrika Birliği Örgütü Zirvesi için gerçekleştirdiği Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa seyahati sırasında kendisine suikast girişiminde bulunuldu. İstihbarat raporlarına göre girişim, el-Kaide ile birlikte hareket eden ve Mısır'da faaliyet gösteren İslam Cemaati ile Mısır İslam Cihadı tarafından gerçekleştirilmiş ve Sudan hükûmeti ile ülkenin istihbarat servisleri tarafından desteklenmişti. 2011 yılında Tunus'ta başlayan Arap dünyası protestolarının 25 Ocak 2011'de Mısır'da da başlaması üzerine 10 Şubat 2011'de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman'a devretti, 11 Şubat 2011'de ise görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etti. İstifa ettikten kısa bir süre sonra tutuklandı ve yargılanmaya başlandı. Bir süre idamla yargılanmıştır. 2 Haziran 2012 günü yardımcısı ile birlikte ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış, oğulları ile yargılanan birkaç kişi ise beraat etmiştir. Kısa süre sonra Mübarek'in idam edilmesini isteyen göstericiler, Mübarek'in yargılandığı mahkeme önünde polisle çatışmışlardır. Yaşanan gelişmeler üzerine Mübarek depresyona girmiştir. Mısır'ın en üst düzeydeki temyiz mahkemesi tarafından 2 Mart 2017'de hakkında beraat kararı verildi. 24 Mart 2017'de serbest bırakıldı. III. Aleksander III. Aleksander şu anlamlara gelebilir: Müge Müge ("Convallaria majalis"), çiçekli bitkilerin Ruscaceae familyasına dahil cinslerden Convallaria içindeki tek türdür. Kuzey yarım kürenin ılıman iklimli tüm bölgelerinde (Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'da) yaygındır. Çok yıllık bir bitkidir. İlkbaharda,topraktan 15–20 cm yukarıya kadar uzayan koyu yeşil geniş yapraklar verir. Yaprakların arasından aynı sap üstünde sıralanmış küçük çan şeklinde beyaz çiçekler açar. Çiçeklerin çok güzel kokusu olduğundan parfümeride yaygın olarak kullanılmaktadır. Bitki, köklerinden çoğalarak bulunduğu alanı kaplamaktadır. Giderek daha az rastlanmaktadır. Türkçede "inci çiçeği" de denilmektedir. Dilimize Fransızcası olan "muguet" kelimesinden geçmiştir. Nemli, gölge ağaç altlarını çok seven müge, iri yaprakların arasında çıtı pıtı beyaz kokulu çiçekleriyle çok zarif bir bitkidir. Köksap denen etli kökleri toprak altında dallanarak çoğalır. Gölge alanlarda yer örtücü olarak kullanılabilir. Çizgili yapraklı ve pembe çiçeklileri de mevcuttur. Kökleri kasım ile mart arası 2,5 cm. derinlikte ve 10 cm. aralıklarla dikilir. İlkbaharda çiçek açar. Suyu çok sever. Akrilik asit Akrilik asitler oda sıcaklığı ve basıncında sıvı olarak bulunan renksiz ve keskin kokulu asitlerdir. Esterleşme için kullanılan (%94'lük) ve suda çözünebilen reçine yapımında kullanılan (%98-%99,5'lik) olmak
üzere ticari olarak kullanılabilir 2 derecesi vardır. Işık, ısı ya da metale maruz bırakıldığında kolayca polimerleşir. Polimerleşme için her zaman bir x indikatörü bulunmalıdır. Akrilik Akrilik, döküm tekniği ile üretilen %100 akrilik esaslı bir yüzey kaplama malzemesi. Kullanım alanı son derece geniş. Estetik kabiliyeti ve üstün performansı ile iç ve dış mekan uygulamalarında sınırsız özgürlük sağlıyor. Mutfak ve banyolarda, ticari işletmelerde, teknelerde, kısaca keyifli ve hijyenik bir dokunuş düşlediğiniz her yerde uygulanması mümkün. Üstelik, homojen ve esnek yapısı, gözeneksiz yüzeyi ve derzsiz birleşimi ile polyester, laminat ve doğal taşlara göre çok daha üstün, çok daha kullanışlı. Policor'u benzer malzemelerden farklı kılan en önemli özelliği ise cıvıl cıvıl renk ve doku seçenekleri... Hijyeniktir, leke tutmaz. Akrilik, gözeneksiz yüzeyi ve derzsiz birleşimi sayesinde kolay temizlenir, bakteri oluşumuna izin vermez. Akrilik, deterjanlı su ve bez yardımıyla kolayca temizlenebilir. Dekoratif ve yaratıcılığa açıktır. Akrilik, zengin renk ve doku seçeneğine sahiptir. Isıyla şekil verilebildiğinden tasarımcılara sonsuz özgürlük sağlar. Akrilik, çok özel renk ve doku seçeneklerinin yanı sıra; ahşap, metal, seramik gibi diğer malzemelerle de uyum sağlayarak yaşanılan mekanlara değer katar. Kullanışlıdır. Akrilik, ipeksi bir yüzeye sahiptir. İlk bakışta dokunma isteği uyandırır. Darbe , termal şok ve kimyasallara karşı direnci ise kullanımda rahatlık sağlar. Homojendir delamine olmaz. Üzerinde oluşabilecek ağır leke, çizik ve yanık izleri, basit bir zımpara işlemi ile onarılabilir.  Yanmaz. Akrilik çok özel bir malzemedir. Yüzeyinde mum veya sigara unutulsa bile yanmaz. Olası yanık lekeleri ise kolaylıkla giderilebilir.  Kolay İşlenir. Akrilik, standart ahşap işleme makinaları ile işlenir. Kesmesi kolaydır, ısıyla şekil verilir. Derzsiz olarak birleştirildiğinden tasarım ve uygulamacılara sonsuz detay çözümleri sağlar.  Çevre dostudur. Bileşimindeki akrilik ve doğal mineraller çevre dostudur. Hiçbir şekilde sağlığa zararlı olmadığı gibi bileşimindeki hammaddeler sağlık alanında kullanılmaktadır. Doğal taşlar : Gözenekli ve bakteri oluşumuna imkan veren bir yüzeye sahiptir, Ek yerleri belirgindir ve pislik tutabilen dolgular uygulanır, Yüzey çiziklerinin giderilmesi son derece güçtür, Yüzeyi soğuktur, Termal şoklar çatlaklara sebep olabilir, İşlenebilmesi güç ve ağır olduğundan tasarım ve uygulamada sınırlandırmalar getirir, Polyester : İşlenebilmesi güç ve ağır olduğundan tasarım ve uygulamada sınırlandırmalar getirir,  Renk ve doku pürüzlü alt katmandadır ve yüzeyde koruyucu jel bulunmaktadır,  Kolaylıkla tamir edilemez Yanabilir, Uzun ömürlü değildir,  Piyasada PMMA Akrilik levhalara farklı isimler verilmiştir. Bunlardan en çok bilineni “pleksi”dir. Aslında bu isim Avrupa’lı bir üreticinin kendi markasından kalan kullanıcı alışkanlığıdır. Tıpkı Işık Plastik tarafından üretilen “Policam” markası gibi. Bunun dışında akrilik levhalar için kullanılan isimler : PMMA, mika, plexiglass, pleksiglas gibi.  Baz Baz, suda iyonlaştıklarında ortama OH (hidroksit) iyonu ve elektron çifti verebilen maddelerdir. Bazlar da, asitler gibi tehlikeli maddelerdir.Bazların genel tanımı şu şekildedir: Sulu çözeltilerinde hidroksit (OH) iyonu bulunduran maddelere baz denir. Bazı bazların sulu çözeltilerinde iyonlarına ayrışması yukarıdaki gibidir. Fakat amonyak (NH) hidroksit iyonu bulundurmamasına rağmen bazik özellik gösterir. Çünkü sulu çözeltisinde OH iyonları oluşumuna sebep olur. NH + HO → NH + OH - NaOH ve KOH kuvvetli bazlardır. Kuvvetli bazlar metallere ve dokulara tahriş edici etki yapar.Amonyağın buharı göze, burna ve solunum yoluna da zarar verir. Sodyum hidroksit (NaOH) sabun yapımında kullanılır.Bu yüzden sabun ağzımıza ve gözümüze değdiğinde acı verir. Diş macunu ve şampuanlarda da baz olduğu için acı tat verir. Amonyaklı sıvı maddeler, yağ ve kireç sökücü olarak ev temizleyicilerinde kullanılır. Yemek sodası olarak bilinen kabartma tozu, bir çeşit baz olan sodyum bikarbonat içerir. Kireç suyu bir çeşit bazdır. Potasyum hidroksit, KOH arap sabunu yapımında kullanılır. Bazlar ve asitler tepkimeye girerek tuz ve su oluşturur. Baz + Asit = Tuz + Su Amfoter metallerle tepkime verirler 13. Savaşçı 13. Savaşçı (The 13th Warrior) ABD'de 32,698,899 $, uluslararası olarak 29,000,000 $ hasılat ile toplam kazancı 61,698,899 $'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği hafta 10,267,756 $ gelir elde etmiştir. Abbasiler zamanında Bağdad'da yaşayan Arap şair ve gezgin Ahmed bin Fadlan (Antonio Banderas), bir adamın hükümdara kendisini şikayet etmesi yüzünden ülkeden uzaklara, Kuzey ülkesine elçi olarak gönderilir. Yanında arkadaşı Melchisidek (Ömer Şerif) vardır. Birlikte Volga nehrine kadar giderler. Burada pagan, barbar bir kavim olan Norslara rastlarlar. Kralları yeni ölmüştür, onun yakılarak denize bırakılma törenini izlerler. Norslara misafir olduklarında onların temizlik için bir kabı elden elel dolaştırdıklarını, bu kaba hem sümkürüp hem yüzlerini yıkadıklarını, tükürüp ağızlarını çalkaladıklarını görürler. Nors kralı Bulvay'a gelen Kuzey'deki büyük kralın adamı şeytanların ülkelerini ateşe verip herkesi öldürdüklerini anlatarak yardım ister. Bulvay kavminin büyücüsü ay sayısına göre 13 savaşçının Kuzey'e gitmesi gerektiğini söyler. 13. savaşçı yabancı biri olmalıdır. İstemeyerek Ahmed, 13. savaşçı olur. Norslar ilk başta Ahmed'in Araplığıyla ve atıyla alay eder, fakat zaman içinde Nors dilini sadece dinleyerek hızlıca kavraması, at sürme becerisi, zekası ve savaşçılığı sayesinde saygılarını kazanması uzun sürmez. Norsların Lideri'nin kendisinden "sesleri çizmesini" (yazı yazmasını) talep emesi üzerine ona "لا إله إلا الله محمد رسول الله" (Allah Birdir, Ve Muhammed O'nun Peygamberidir) yazmasını öğretir. 13 savaşçı Kuzey ülkesine varıp kralın huzuruna çıkarlar. Kral onlara düşmanı anlatır: Bunlar, ölü yiyen, insan olmayan yaratıklardır. Sisle birlikte gece gelip çiftçilere saldırırlar. Büyük başlı, sivri dişli, pençeli, ateş tüküren, aslan ve ayı görünüşündedirler. Savaşçılar ilk çarpışmada bu yaratıklarla tanışırlar. Birçoğunu öldürmelerine rağmen hiçbirinin cesedi yoktur. Ölülerini götürmüşler, öldürdüklerinin kafalarını almışlardır. Bunlar şeytan diye düşünürler. Çiftliğin etrafına kazıklar çakarlar. Köylülerin ateş kurdu, ateş yılanı, ejderha dedikleri şeyle tekrar savaştıklarında artlarında bıraktıkları bir izle onları inlerinde vurmaya karar verirler. Yolda anlarlar ki bu yaratıklar ayı postu giyen, büyücüye tapan, insanüstü olmayan putperestlerdir. Yaşadıkları mağaraya girip büyücü analarını öldürüp geri dönerler. Son savaş için köyü hazırlarlar. Son çarpışmada şeytanların liderlerini öldüren Bulvay da ölür. Liderleri ölür ölmez hepsi kaçar. Ahmed görevini tamamlayıp ülkesine döner. İbn Fadlan Ev faresi Ev faresi (Mus musculus), dünyanın insandan ("Homo sapiens") sonra en kalabalık nüfusa sahip olduğuna inanılan memelisidir. Hemen daima insanlara çok yakın ortamlarda yaşayan ev faresinden türetilmiş olan laboratuvar fareleri ise hem en sık kullanılan laboratuvar memelisi, hem de biyoloji ve tıpta önemli model canlılardır. Ev faresinin evcil bir formu olan beyaz laboratuvar faresi, tıp deneylerinde çok kullanıldığı gibi ev hayvanı olarak kafeslerde de beslenir.Yaklaşık 2 yıl yaşar. Yavrular doğumdan iki-üç ay gibi kısa bir süre sonra cinsel olgunluğa erişir ve dişiler yaklaşık üç haftalık bir gebelik dönemimin ardından 12 kadar yavru doğurabilir. Sıcak ülkelerde ya da ısıtılan ortamlarda ev faresinin üremesi mevsimlere bağlı değildir. Ali Avni Çelebi Ali Avni Çelebi, (d. 1 Mart 1904 – ö. 25 Ağustos 1993). Türk ressam. 1904 yılında İstanbul'da doğdu. Babasının teşvikiyle 1918'de girdiği Sanayi-i Nefise'de Hikmet Onat ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. 1922 yılında yurt dışına çıktı ve Münih'te Hans Hoffman'ın yanında çalıştı. 1927 yılında Türkiye'ye geri dönüp Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliğini kurdu. 1932 ve 1938 seneleri arası Güzel Sanatlar Akademisi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde eğitim görevlisi olarak çalıştı. 1938'de Leopold Levy'nin asistanlığını yaptı ve 1967'de emekliye ayrılana kadar atölye hocalığı görevini sürdürdü. 1993 yılında İstanbul'da yaşamını yitirdi. Mercimek Mercimek ("Lens culinaris"), baklagiller (Fabaceae) familyasında yer alan "Lens" cinsine dahil dört türden biridir. Aslında "Lens" cinsi içinde bulunan tüm türlerin az çok mercek şekilli ve yenilebilir tohumları topluca "mercimekler" olarak anılsa da "Lens culinaris", "mercimek" denildiğinde en çok akla gelen ve en sık tüketilendir. Kahverengi mercimek Çok küçük taneleri olan bu kahverengi mercimeğin tatlımsı bir aroması vardır. Pişerken çok fazla yumuşamaz ve aromaları içine çekme özelliğine sahiptir. Salatalar için 35 dakika, çorbalar için ise 50 dakika pişirmek gerekir. Kırmızı mercimek Kabuksuz olan bu mercimeğin, nişasta oranı fazladır. Natural tada sahip olan kırmızı mercimeği salatalar için 8 dakika, püreler ve çorbalar için 10 dakika pişirmelisiniz. Sarı mercimek Kabuksuz olan bu mercimeğin nişastalı, hafif fındığımsı bir tadı vardır. 8 dakikadan fazla pişirildiğinde dağılır. Püre yapmak için çok uygundur. Yeşil mercimek Çok pişirilse bile formu bozulmaz. Yoğun fındığımsı tadı vardır ve aromaları çok iyi emer. Salatalar için 30 dakika, yemekler için 40 dakika pişirilir. Pişirirken kabukları çabuk patlar. Yemek ve püre yapmak için uygundur. Baldıran Baldıran, maydanozgiller ("Apiaceae") familyasından olan ve nemli yerlerde yetişen bazı zehirli bitkilerin ve bu bitkilerden elde edilen zehirin ortak adıdır. Ünlü filozof Socrates'in de bu zehri içerek idam edildiği rivayet edilir. Bitki olarak baldıran, baldırgan ya da ağı otu; zehir olarak baldıran ise şeytantersi ya da yine baldırgan diye de bilinir . Tıpta ağrı ve/veya spazm giderici olarak, örneğin siyatik ağrısı, tetanoz, sara (epilepsi), trigemina