article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
hları alınarak Sünnet Odası'na alındılar ve bir baskınla öldürüldüler. Ama bazılarının direnmesi dolayısıyla Enderun avlusu ve Sofa-i Hümayun muharebe meydanına döndü. Öldürülen asilerin kesik başları ve cesetleri arabalarla Saraydan çıkarıldılar. Zorbalar dağıldılar ve yaşayanlardan pek çoğu Anadolu'ya kaçtı. Sadrazam İstanbul'da sıkı bir denetime başlayıp serserileri yakalamaya başladı ve 2000'den fazla şüpheli şahıs yakalandı; bazıları idam edilip diğerleri Anadolu'ya sürüldüler.
Kabakulak İbrahim Ağa'ya hizmeti karşılığı olarak ilk defa vezirlik rütbesi ve Halep valiliği verildi. Ama I. Mahmut, onu sadarete getirmek istemekteydi. 22 Ocak 1731'de Silahtar Mehmet Paşa, üç ay kadar sadrazamlık yaptıktan sonra, bu görevden azledildi. Yerine Kabakulak İbrahim Paşa sadrazam tayin edildi.
Silahdar Damat Mehmed Paşa'ya ise Halep valiliği verildi. Halep'ten sonra Mart 1733'te Diyarbakır valiliğine naklolundu. Bu tayinin nedeni kendisine gönderilen fermanda bildirildi. Nadirşah'ın Musul ve Şehrizor Eyaleti (modern Kerkük ve civarı) taraflarını tehdit ettiği ve buna karşı koymaya muktedir bir vezirin Diyarbakır valiliğinde bulunması gerekmekteydi. Silahdar Damat Mehmet Paşa Eylül 1733'te ikinci defa Halep valisi oldu. Yine o yıl Aralık ayında Sayda valiliğine ve Temmuz 1735'da Bağdat valiliğine getirildi.
İran'la yapılan geçici barıştan sonra İran serdarı olan Hasan Paşazade Ahmed Paşa Bağdad valisi olarak tâyin edildi. Silahdar Damat Mehmet Paşa'ya ise Haziran 1736'da Anadolu eyalet valiliği verildi. Eylül 1736'da ise üçüncü defa Halep valisi yapıldı. Silâhdar Damat Mehmet Paşa bu görevde iken 1737'de Halep'te vefat etti.
Vakar sahibi, doğru bir kişi idi.
"Hadikatü-l Vüzera Zeyli" ve ondan naklen "Enderuni Ata", Silahdar Damat Mehmed Paşa'nın ehliyetli bir devlet adamı olduğunu bildirmektedirler.
"Subhi Tarihi"'nde ise Silahdar Damat Mehmed Paşa'nın sarayda yetişmiş olup cok fazla idari tecrübe görmeden birden sadarete gelmesi dolayısıyla memleket durumuna vuküfsuz olduğunu belirtmektedir.
Kabakulak İbrahim Paşa
Kabakulak İbrahim Paşa I. Mahmud saltanatında, 22 Ocak 1731 - 10 Eylül 1731 tarihleri arasında yedi ay on dokuz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Kabakulak İbrahim Paşa Patrona Halil ve ekibini tasfiye eden paşa olarak tarihinde yerini almıştır.
Aslen Isparta (Hamit kazası) ili Barla nahiyesindendir. İstanbul'a genç yaşında gelmiştir. Bir iki kapı değiştirdikten sonra Köprülü Fazıl Mustafa Paşa yanında enderun çuhadarı olmuştur. Paşanın 19 Ağustos 1691'de Salankamen Muharebesi'nde şehit olması üzerine diğer devlet ricali hizmetinde çalışmıştır. Defterdar Damat Mehmet Paşa'nın ricası ile Sadrâzam Çorlulu Ali Paşa tarafından baş mukataacılık görevine tâyin olunmuştur. Bu paşanın sadaret döneminde ona 1716'da Bosna beylerbeyliği görevi verilmiş ise de ama kendi arzusuyla bu görevden istifa ederek yerine Bosna valisi olan Köprülü Numan Paşa'ya kethüda olmuştur. Onun ölümünden sonra ise Köprülüzâde Abdullah Paşa'ya kethüdalık etmiştir. Bundan sonra Mısır valisi yapılan Nişancı Mehmet Paşa'nın ricası üzerine kethüdalıkla onun yanına verilmiştir. Mısır'da isyan edip Mısır valilerini görevden atan kölemen Çerkes Mehmed Bey ile diğer yandaşlarının isyanını bastırmada önemli rol oynamıştır. Nişancı Mehmet Paşa'ya Cidde valiliği verilip onun Mekke'de ölmesinden sonra İbrahim Ağa İstanbul'a dönmüştür.
Patrona Halil İsyanı ile 30 Eylül 1730'da tahta geçirilmiş olan Sultan I. Mahmut, devlet işlerine devamlı olarak müdahale eden Patrona Halil ve ayaklanmacı avanesini ortadan kaldırmak için planlar yapmaktaydı. Mısır'daki ayaklanma bastırma tecrübesinden dolayısıyla bu hareketi de bastırabileceği bazı dostları tarafından Darüssaade ağası Beşir Ağa'ya ve onun vasıtasıyla padişaha arzedildi. Patrona Halil ve ekibini tasfiye etmek üzere İstanbul'da sarayda Kapıcılar Kethüdalığına getirildi. Kaptan-ı Derya Canım Hoca Mehmet Paşa tarafından hazırlanan bir planı uygulama görevi Kabakulak İbrahim Ağa'ya verildi. Patrona Halil ve ekibinin 25 Kasım 1730'da bir divan toplantısında katlini sağladı.
Bu başarısından dolayı 22 Ocak 1731'de Sadrazamlık görevine getirildi. Kabakulak İbrahim Paşa sadrazamlığa geçtikten hemen sonra 27 Mart 1731'de yeni bir kapıkulu ayaklanması ortaya çıktı. Etmeydanında cebeciler ve yeniçeriler kazan kaldırdılar ve Ağakapısı'nı basmak suretiyle faaliyete geçtiler. Ama harekete geçemeden yolları kesildi. Daha önceki ayaklanmalarda büyük zararlara uğrayan çarşı esnafı ve halk bu ayaklanmaya karşı olarak ayaklamacıları tepelemek isteyerek saray kapısı önüne yığıldı. Sultan I. Mahmut bunların başlarına geçerek Etmaydanı'na gitmek istemekte idi; ama vezirler onu bundan caydırdılar. Sancağ-ı Şerif açılarak bunun altında başta Sadarazam Kabakulak İbrahim Paşa, Kaptan-ı Derya ve Şeyhülislam olarak büyük halk topluluğu Etmeydanı'na yürüdü. Sokak çarpışmaları olmakla beraber ayaklanmacılar dağılmak zorunda kaldılar. Bu ayaklanmadan sonra şehirde işsiz aylak olarak bulunan yüzlerce Arnavut, Boşnak ve Kürt yakalanıp şehirden sürgüne gönderildi.
Yine onun sadareti sırasında ve evvelki isyandan beş ay sonra Ağustos 1731'de Bayezid Camii taraflarında Lazlarla Arnavutların "Bu gece hurucumuz var!" diyerek karakullukçu, terzi ve debbağ esnafı ve işsizlerin katılımıyla başlatılan ayaklanma girişimini de hemen bastırdı.
İbrahim Paşa, kendilerine gücendiği ve husumet ettiği kişilerdan sadareti sırasında intikam almaya başladı. Örneğin, Defterdar Damat Mehmet Paşa'nın oğlu sıkkıevvel defterdarı İzzet Ali Bey'i azil ve sürgün ettirdi. Ama bu aleyhindekilerin birleşmelerine neden oldu. Darüssaade ağası Beşir Ağa sarayda nüfuz kazanıp Sultan I. Mahmud'u etkisi altına almıştı. Sadrazam onun kendi icraatına karışmasından şikayetçi idi ve onu da uzaklaştırmak istedi. Bunun için pâdişahtan yetki fermanı aldı ve Ağayı sürgüne göndermek için Sarayburnu'nda bir çektiri bile hazırlattı. Sadrazam bunu gizli olarak kayın babası ve kethüdası Mehmet Ağa'ya söyledi. Ama Mehmet Ağa bu mahrem haberi derhal Beşir Ağa'ya ihbar etti. Beşir Ağa Valide Sultan'a yalvararak onun desteğini istedi. Valide Sultan da oğlu I. Mahmud'a rica ederek Beşir Ağa'yı sürgünden kurtarttı. O gün 10 Eylül 1731'de Sultan I. Mahmud Kabakulak İbrahim Paşa'yı sadrazamlıktan azletti.
Kabakulak İbrahim Paşa'nın malları müsadere edildi. Kendisine sürgün olarak Eğriboz muhafızlığı verildi. Hatta Beşir Ağa'yı sürgüne göndermek için hazırlattığı çekdiriye de kendisi bindirilip hemen İstanbul'dan ayrılması sağlandı. Yerine Rumeli Beylerbeyi olan Topal Osman Paşa'ya sadrazamlık görevi verildi. O İstanbul'a yetişinceye kadar da Sadaret Kaymakamı olarak kadar yeniçeri ağası Şahin Mehmet Paşa tâyin edildi.
Kabakulak İbrahim Paşa bir müddet Eğriboz muhafızlığı yaptıktan sonra Nisan 1732'de Bosna valiliği görevi verildi. Ama burada yaptığı icraat hakkında halk şikâyete başladı ve bu şikayet İstanbul'a gönderildi. Bunun üzerine Temmuz 1732'de vezirlik rütbesi geri alınıp Girit'te Resmo kasabasında ikamete sürgüne gönderildi. Kabakulak İbrahim Paşa burada sürgünde 10 yıl kadar kaldı. Fakat günümüzde nedeni bilinmeyen bir bahane ile ve olasılıkla aleyhtarlarının faaliyetleri ile 1743 yılı başlarında idam edildi. Naaşı Resmo'ya gömüldü; başı İstanbul'a gönderilerek Koca Mustafa Paşa mezarlığına defnedildi.
Topal Osman Paşa
Topal Osman Paşa (d. 1663? Mora - ö. 1733, Kerkük), I. Mahmud saltanatında 21 Eylül 1731 - 12 Mart 1732 tarihleri arasında altı ay iki gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Mora'da yerleşik bir Türk ailesindendir. Babasi Konya asıllı ama Mora'ya yerleşmiş olan Bekir Ağa'dır.İstanbul'a gelince sarayda koz bekçileri ocağına kaydedilmiş bir süre hizmet verdikten sonra pandolbaşı olarak saray bahçelerinde görev yapmıştır. 21 yaşında padişah emriyle denizden Mısır'a gitmekkte iken Mısır sahili açıklarinda bir İspanyol korsan gemisi tarafından esir edilerek Malta'ya götürülmüştür. Bu arada bacağıgndan yaralanmış hayatinin sonuna kadar kötürüm kalmis ve lakabi "topal" olmuştur. Fidyesi ödendikten sonra, Malta liman komutani bir Fransiz'in himmetiyle, bir Fransız gemisiyle Dimyat'a götürülüp serbest bırakılmıştir
1711'de Prut Savaşı'ne katılmıştır. 1714'de Mora'da Martalosbaşılık yapmış; 1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nda Mora'nın Venediklilerden geri alınması savaşında başarılı hizmet görmüştür. Mora seferinde Korent şehirine yapılan taarruzu yönetmiştir. 1715'te beylerbeyi olarak Turhala mutasarrıflığına; 1716'da Mora Seraskerliğine tayin oldu. Avusturya ve Venedik ile devam eden savaşta bir Venedik fırkateynini mürettebatıyla esir aldığı için Preveze ve Dubnice tarafları da idaresine verildi. 1718'de İnebahtı muhafızlığına getirildi. 1718 Pasarofça Antlaşması'ndan sonra Mart 1718 Bosna Valisi, ardından İnebahtı Muhafızlığı , 1721'de Rumeli Valisi, Ağustos/Eylül 1727'de tekrar Bosna valisi; Ocak-Şubat 1728'de Vıdın valisi yapıldı. 1731'e kadar Arnavutluk ve Selanik'i kaza kaza gezerek eşkıya teftişi de yaptı.
21 Eylül 1731'de İstanbul'a gelerek mühr-i humayunu teslim aldı. 5 ay gibi kısa bir süre sadrazamlık yaptı. Bu sadrazamlık sırasında 1730-1732 Osmanlı-İran Savaşı'nda Osmanlı ordusu üstünlük kazanmaya başladı. Ocak 1732'de Safeviye saltanatından Tahmasp Şah'ın idaresinde bulunan İran'la Ahmet Paşa Antlaşması imzalandı.
Sadâretinde narh hususunda gayetle dikkat etmiştir.
Aynı dönemde Fransız asıllı Comte de Bonneval Ahmet adını alarak din değiştirmiş ve İstanbul'a getirtilerek surat topçusu, humbaracı ocağının reformuma görevlendirilmiştir. 12 Mart 1732'de Topal Osman Paşa yaklaşık 68 yaşında iken ihtiyarlığı ve halsizliğinden dolayı istifa etti.
O yıl Trabzon Valiliği'ne atandı. Ocak 1732 Ahmet Paşa Antlaşması ne Osmanlıları ne de İranlıları memnun etmemişti. 1733'te İran'da Tahmasp'in Safaviye saltanatını temin etmiş olan "Tahmasp Kulu Han" yani Nadi Han bu antlaşmadan hoşlanmamıştı. Afganlarla yaptığı savaştan İsfahan'a geri dönüp Şah Tahmasp'i İran tahtından indirip İran'da iktidarı tamamen ele geçird |
i. Nadir Han Osmanlı Bağdat valisi olan Ahmet Paşa'ya bir mektupla Ahmet Paşa Antlaşması'nı kabul etmediğini ve Osmanlı-İran savaşının devam ettiğini bildirdi. Osmanlı Devleti hemen harekete geçti ve 1735-1736 Osmanlı-İran Savaşı başladı.
Nadir Han Kerkük üzerinden Bağdad'a yürümeye başladı ve 100.000 kişilik bir ordu ile Bağdad önüne geldi. Irak cephesi seraskeri olan Bağdad valisi Ahmed Paşa idi ve Bağdad 'da kuşatma altında kalınca bu cephe serdarlığını yapamaz oldu. Bunun için Osmanlı Bağdad kuşatmasını kırmak için 1735'de Erzurum Valisi olan Topal Osman Paşa Tiflis muhafızı tayin edildi ve İran seraskeri yapıldı. Topal Osman Paşa 100.000 kişilik bir Osmanlı ordusuyla güneye inip Kerkük'ü geçip Samerar adlı bir mevkide İran ordusuna yaklaştı. Nadir Han Bağdad etrafında 12.000 kişilik bir birlik bırakarak 70.000 kadar büyük bir ordu ile Topal Osman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu karşılamaya koyuldu. 20 Temmuz 1633'de Bağdad'a yürüyüşle 12 saat uzaklıkta Docum (Düleyicik) mevkinde iki ordu "Docum Muharebesi"'ne girişti. 9 saat süren bir savaştan sonra Topal Osman Paşa ve Osmanlı ordusu galip geldi. İranlı Nadir Han yaralı olarak kaçmayı başardı. Osmanlı ordusu büyük miktarda İran savaş levazimatı eline geçirdi. Bağdad'ı 6-7 ay kuşatan İran birlikleri de çekilmeye zorlandılar ve de Bağdad kuşatmadan kurtarıldı.
Bağdad'ın kurtarılmasından sonra Ahmed Paşa İran seraskerliğini kabul etmedi. Topal Osman Paşa İran seraskeri ve Ahned Paşa'da Bağdad valisi kaldı. Topal Osman Paşa hasta idi seraskerlikten affını istedi. Kasım sonunda Sultan I. Mahmud onu takdir eden fermanlarr yollayarak seraskerlikte devam etmesini sağladı.
Nadir Han "Docum Muharebesi"'nde mağlup olmuş; büyük zayiat vermiş ve Hamedan'a çekilmişti. Fakat savaşdan vazgeçmemişti. Önce Musul tarsfina bir taarruz yoklaması yaptı. Sonra güya barış müzakereleri için haberler gönderdi. Ama yeni bir hücuma hazırlığa devam etti.
Osmanlı ordusu ilkbaharda yeniden toplanmak üzere terhisler yapmış zayıf ve dağınık halde Kerkük önlerinde bir ordugahta bulunmakta idi. Nadir Han bunu fırsat bilerek Kerkük önünde dağınık halde kampta bulunan Osmanlı ordusuna bir baskın taarruza geçti. Kasım 1733'de yapılan "Kerkük Muharebesi"'nde Osmanlı güçleri bozuldu. Osmanlı İran seraskeri bu muharebede savaşarak hayatını kaybetti.
Onu öldüren İranlı Allahyar Beig Geraylı adlı komutan paşanın başını kesip Nadir Şah'a sundu. Cenazesi Kerkük'te bulunan İmam Kasım Camii mezarlığındaki türbesinde gömülüdür.
Kaynaklarda Topal Osman Paşa'nın Mora'da Tripoliçe şehrinde çarşı içinde bir camii yaptırdığını bildirirler.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
Görüş sahibi, tedbirli, cesur ve yiğitti.
Osmanlılar Ansiklopedisi onu "tedbirli bir vezir" olarak görmektedir.
Hekimoğlu Ali Paşa
Hekimoğlu Ali Paşa (d. 4 Haziran 1689, İstanbul – ö. 13 Ağustos 1758, Kütahya) I. Mahmud'un ve III. Osman'ın saltanat dönemlerinde, 12 Mart 1732 – 12 Ağustos 1735, 21 Nisan 1742 – 23 Eylül 1743 ve 15 Şubat 1755 – 18 Mayıs 1755 tarihleri arasında üç kez toplam beş yıl dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
4 Haziran 1689 tarihinde İstanbul'da doğdu. Babası Venedik asıllı İtalyan olup, Padova Üniversitesi'nde tıp tahsili aldıktan sonra İslamiyet'i kabul edip İstanbul'da hekim olarak çalışan ve II. Mustafa döneminde hekimbaşı olan Nuh Efendi'dir. Annesi Türk asıllı olup adı Safiye Hanım'dır. Ailenin sekiz oğlu olmuştur ve bunlardan ikincisi Ali Paşa'dır. Lakabını babasının mesleğinden dolayı almıştır. Babası Nuh Efendi, Rumeli Kazaskerliği payesiyle hekimbaşı iken 22 Ekim 1707'de vefat etmiştir.
İyi bir eğitim gördü ve III. Ahmet döneminde saraya alınarak hassa silahşorluğu görevi verildi ve sonra kapıcıbaşı görevine geçti.
III. Ahmet, Hekimoğlu Ali Bey'i süratle terfi ettirip kendisine damat yapmak istedi. Ancak padişahın bu gence gösterdiği teveccühü kıskanan Silahdar Damat Ali Paşa bir müddet taşralarda hizmet görüp yetişmesi uygun olur mütaleasıyla 1713'te Hekimoğlu Ali Bey'i Zile Voyvodalığı görevine tayin ettirip İstanbul'dan uzaklaştırdı.
1719'da Yeni-il Türkmen Voyvodalığı görevine getirildi. Buradaki 3 yıllık görev süresince çok başarılı görüldüğü için Nevşehirli Damat İbrahim Paşa sadaretinde bu voyvodalığa ek olarak Rumeli Beylerbeyi rütbesi ile birlikte Ekim 1722'de Adana valisi olarak tayin edildi. Bu görevleri sırasında göçebe olan aşiretler tarafından yapılan kanunsuzluk ve eşkiyalık hareketlerini aşiret elebaşılarını sindirip bastırarak bu yörelerde asayişi sağlamakla isim yaptı.
Ali Paşa 1724'te İran Seferi'ne seçme askeriyle gitmek şartiyle Halep valisi olarak görevlendirildi. 1723'te başlayan 1723-1727 Osmanlı-İran Savaşı devam etmekteydi. 1724'te İran'ın son Safevi şahı II. Tahmasb, Rusya ile bir anlaşma yapıp Kafkaslar ve Hazar Denizi bölgesinde Rusya'nın hakları olduğunu tanıdı. Bunun Osmanlı menfaatlerine gayet aykırı gelmesi dolayısıyla 1724'te büyük bir ordu sefere hazırlandı ve Serdarlığına Köprülüzade Abdullah Paşa getirildi. Halep Valisi olan Hekimoğlu Ali Paşa Serasker Köprülüzade Abdullah Paşa'nın bu 1724 Doğu Seferine Halep eyalet seçme askeri ile seraskerin maiyetinde olarak katıldı.
Bu seferde Osmanlı ordusu Nahçıvan, Merend, Karabağ, Erdebil ve II. Tahmasb'ın başşehir yaptığı Tebriz'i ele geçirip İran içlerine Hamedan'a kadar ilerledi. Hekimoğlu Ali Paşa Tebriz'in alınmasında büyük gayret gösterip iyi isim yaptı. Tebriz'in zaptedilmesi hususunda göstermiş olduğu yararlılık üzerine 11 Ekim 1725'te vezirlik verilip birkaç gün sonra Anadolu valisi oldu.
Fakat Tebriz seraskeri olup Rakka (Urfa) eyâleti malikâne olarak kendisine tevcih edilen Köprülüzâde Abdullah Paşa hastalığından dolayı seraskerlikten istifa ederek eyâlet merkezi olan Urfa'da oturmasına müsaade edildi.
Bunun üzerine onun maiyyetinde bulunarak Tebriz'in zaptında büyük hizmeti görülen Hekimoğlu Ali Paşa Temmuz 1726'da Tebriz cephesi seraskerliğine tâyin olundu. Ayrica Tebriz muhafızlığı görevi de verildi. Bu görevde iken idaresinin şiddetli kararları yüzünden ortaya çıkan şikayetler başkente ulaştı.
1727'de İran'la yapılmış olan geçici barış esnasında Hekimoglu Ali Paşa'nın kethudası ile divan kâtibinin iltizamlarında olan mukatta da halka yapmış oldukları mezalim dolayısıyla kendisine ağır bir ferman ve hatt-ı humâyün (hatt-ı humâyunla müvessih ferman) gönderildikten sonra da seraskerlikten azlolundu. Yerine vezirlikle Erdebil muhafızı Yusuf Paşa getirilerek 1728'de Hekimoğlu Ali Paşa Şehrizor Eyaleti valiliğine nakledildi.
Eylül 1728'de Hekimoğlu Ali Paşa Sivas valisi Abdurrahman Paşa becayiş yaparak Sivas eyaleti valisi tayin edildi . Bu sırada Carutale Lezki eşkiyalarının tepelenmesindeki hizmetinden dolayı gönderilen bir fermanla taltif olundu.
İran'la savaşın tekrar başlaması üzerine Hekimoğlu Ali Paşa Nisan 1731'da Sivas valiliğinden Diyarbakır valiliğine nakledildi. Bağdat valisi Ahmet Paşa maiyetinde bulunmak üzere Hemedan muhafazasına memur edildi. Aynı zamanda taltif etmek üzere kendisine samur kürk gönderildi.
Bu sırada Tebriz tekrar İranlıların eline geçti. Merkezi hükümet telaşa düşmekle beraber İstanbul'daki karışıklardan dolayı aciz kalmaktaydı. İstanbul'da ortaya çıkan Patrona Halil İsyanı sonunda I. Mahmut hükümdar oldu ve yavaş yavaş İstanbul'daki duruma hakim olmaya başladı. İran sınırındaki vahim durum nedeniyle Hekimoğlu Ali Paşa, önce Diyarbakır valisi ve arkasından Erzurum valisi tayin edildi. Aralık 1730'da ise Rüstem Paşa'nın yerine Revan seraskerliği görevine getirildi.
Bu görevle Hekimoğlu Ali Paşa II. Tahmasb’a karşı Eylül 1731’de Kurican Muharebesini kazanarak Hemedan'ı aldı. Urmiye üzerine yürüdü ve bu kaleyi 65 gün süren bir kuşatmadan sonra eline geçirdi. Sonra Tebriz üzerine yürüdü. Tebriz pek az ve zayıf bir direniş gösterdi ve Osmanlı ordusu şehri geri aldı. Bu kalede bulunan çok büyük miktarda mühimmat ve toplar da Osmanlı ordusunun eline geçti. Şahın talebi üzerine akdolunan "Ahmed Paşa Musalahası" ile ateşkes sağlandı. Hekimoğlu Ali Paşa'nın bu başarısından dolayı 22 Kasım 1731'da Sultan I. Mahmut'a Gazi unvanı verildi.
Bu hizmetine karşılık olarak, Hekimoğlu Ali Paşa'ya Sadrazam Topal Osman Paşa'nın çekilmesi üzerine 12 Mart 1732'de 1. kez sadrazamlık görevi verildi. Yerine uygun bir komutanı İran seraskeri vekili olarak bırakarak İstanbul'a dönmesi için bir hatt-ı humâyün gönderildi. Bu hatt-ı humâyünu alan Hekimoğlu Ali Paşa hemen yola çıkarak 10 Mayıs 1732'de İstanbul'a geldi ve mühr-i humâyünü teslim aldı.
Hekimoğlu Ali Paşa bu ilk sadrazamlık görevinde Temmuz 1735'a kadar 3.5 yıl kaldı. Bu sadareti sırasında Osmanlı Devleti'ni Rusya'ya karşı hasım olarak gördü ve Fransa ile işbirliği yaptı. Bu dönemde Fransız asıllı ve Osmanlı devletine iltica etmiş olan asıl adı " Comte de Bonneval" olan ve 1729'da iltica edip Osmanlı hizmetine girdikten sonra Humbaracıbaşı Ahmet Paşa adını almıştı. Bu kişi Topal Osman Paşa sadareti zamanında humbaracı ocağı kurmuştu ve bu ocağı geliştirilip düzenlemekle görevlendirilmişti. Hekimoglu Ali Paşa sadrazamlığında Humbaracı Ahmet Paşa'ya Beylerbeyi rütbesi verildi ve asıl görevi humbaracıları Batı usullerine göre yetiştirmek olmasına rağmen devletin dış ilişkileri ile görevlendirildi.
Hekimoğlu Ali Paşa, Rusların saldırgan tutumundan kuşkulanmaktaydı. Bu nedenle İran ile barış yapmak istemekteydi. Bu sırada İran'da önemli ordu komutanı görünen ama asıl iktidara sahip olan Nadir Șah, İranlılara esir düşmüş olan ordu kadısı Abdülkerim Efendi vasıtasiyle sadrazama bir mektup göndermiş ve barış teklifinde bulunmuştu. Bu mektubunda Nâdırşah Osmanlılara aynı Türk ırkından ve İslam dininde olduğunu beyan edip iki devletin yakınlığından da bahsetmekteydi. Hekimoğlu Ali Paşa, Nadir Şah'in mektubuna gayet yumuşak bir cevap vererek bir barışa uyuşmak istediğini açıkladı. Ama sadrazamın bu mektubu Nâdir Şah'a verilmeden once, İran seraskeri olarak görev yapmakta olan Köprülüzâde Abdullah Paşa'nın eline geçti. Köprülüzâde Abdullah Paşa bu mektubun içeriğine ve ifadesine itiraz edip mektubu Nadir Şah'a |
göndermeden İstanbul'a geri çevirtti. I. Mahmut bu mektup geri gelince İran meselesini kendi huzuruyla görüşmek üzere sadrâzam, şeyhülislâm, kazaskerler ve devlet ricalinden oluşan bir meşveret meclisi toplattı. 12 Ağustos 1735'te Saraya davet edilen devlet ricali meseleyi görüşmekte iken Hekimoğlu Ali Paşa sadaretten azledilip mühr-ü humayın geri alındı. Yerine Bağdat Valisi olan Gürcü İsmail Paşa sadrazam tayin edildi.
Azlinden sonra Midilli Adası'na sürgüne gönderildi. İran'la barış yapılması karşında bulunan ve Hekimoğlu Ali Paşa'nın sadrazamlıktan azline neden olan İran seraskeri Köprülüzâde Abdullah Paşa ise bütün selahiyetlerine rağmen İranlılarla çatışmalarda pek çekingen davranmaktaydı. Merkezden daha atak davranması için sert bir emir gönderildi. Bundan sonra ihtiyatsız davranması nedeniyle Bogaverd civarında Nadir Şah'la yapılan Arpaçay Muharebesi'nde Osmanlı ordusu yenik düştü ve ordunun komutanı olan Köprülüzâde Abdullah Paşa hayatını kaybetti.
Hekimoğlu Ali Paşa 1736'da çok geçmeden Midilli'de sürgünden af edildi ve kendine Kandiye muhafazalığı ile birlikte Girit valiliği görevleri verildi. Bu göreve acele gitmesi gerektiği için bir yabancı bandıralı gemi ile Girit'e gitmesine izin verildi.
Nisan 1736'da Bosna valisi tayin edildi. Bu valilk döneminde 1735-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı başlamıştı. Hekimoğlu Ali Paşa bu valiliği esnasında üç sene arka arkaya, Bosna'ya hücum eden büyük düşman kuvvetlerine karşı muvaffakiyetle karşılık verip önemli başarılar elde etti.
Avusturya önce Osmanlılarla barış müzakerelerine geçerek Osmanlıları oyalamış ve savaşa girmiyeceği intibasını vermişti; ama gizli Avusturya-Rus anlaşması ile 1735'te Rusların başlattığı savaşa girmeye hazırlanmaktaydı. Bosna üzerine General Hildeburg Hausen kuomutasında 150.000 kişilik bir Avusturya ordusu yürüyüşe başlamıştı. Bosna valisi Hekimoğlu Ali Paşa Avusturya'nın ciddi barış istemediğini Serdar-ı Ekrem Silahdar Mehmet Paşa'ya bildirmişti ama ondan bunun vesvese olduğu cevabını almıştı. Hekimoğlu Ali Paşa buna rağmen Bosna eyaleti ilerigelenlerini toplamış ve onları Avusturya hücumuna karşı uyarmıştı.
Savaş başlayınca Avusturya ordusu üç koldan hücuma geçti. Bunlardan biri Rumeli Eyaleti merkezi Niş'e kadar ilerleyip Niş'i eline geçirdi. Böylece İstanbul-Bosna yolu kapanıp Bosna tehlikeye düştü. Yenipazar Avuturyalılara bırakıldı.
9 Temmuz 1737'de Bosna'ya yönetilen Avusturya ordusu kolu İzvornik tarafından hücuma geçti. Hekimoğlu Ali Paşa Travnik sahrasında idi. Avusturyalılar önce Strumca kalesini kuşattılar; hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaştılar ve kuşatma 15 gün sürdü. Bu kaleye yürüyen Hekimoğlu Ali Paşa'nın kuvvetlerini karşılamak için Avusturyalıların gönderdikleri güçler 5 saatlik bir muharebe ile mağlup edildi ve Strumca kalesi kuşatması kaldırıldı. Kuzey Bosna'ya hücum eden Avusturyalılar 20.000 kişi ile Puzin kalesini, 20.000 kişi ile Çetin kalesini ve 80.000 kişi ile Banyaluka kalesini kuşatmaya koyuldular. Hekimoğlu Ali Paşa bir aldatmaca ile Avuturyalılarain Banyaluka'ya giden yola kurduklara engelleri kenarlardan aşıp Banyaluka kalesi önünde Avusturya ana ordusu karşına geçti. İki taraf arasında başlayan Banyaluka Muharebesi'nde Hekimoğlu Ali Paşa taarruza geçip Avusturyalıları Banyaluka nehrine doğru sürdü. Birçok Avustruya askeri bu nehirde boğuldu. Bu muharebede Bosna Valiliği ordusu eline çok miktarda iase, ganimet ve levazım geçti. Banyaluka Muharebesi yenilgisi üzerine Hildeburg Hausen Avustruya komutanlığından alındı ve komutanlığa Prens Lotringen atandı. Bu mağlubiyetten Puzin ve Çetin kalelerini kuştamaya alan Avusturyalılar da kuşatmaları bırakıp geri çekildiler. O kış genellikle mevsim icabı savaş durdu ise de Hekimoğlu Bosna eyalet güçlerini bu sırada isyancı Karadağlıları bastırmakla görevlendirdi ve bu isyanlar durduruldu. .
Temmuz 1738'de Osmanlı ordusu Niş'e gelmişti ve Belgrad üstüne gitme kararlaştırılmıştı. Hekimoğlu Ali Paşa 20.000 kişilik eyalet ordusuyla bu orduya katıldı. Avusturya ordusu Belgrad ile Semendire arasında yarı yol olan Hisarcık (Almanca: Groschka) mevkisinde siperlenip cephe almıştı. Burada Kont Wallis komutasında Avusturya ordusu ile Osmanlı Serdar-ı ekremi İvaz Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu arasında 17 saat süren Hisarcık Muharebesi başladı. Bu muharebede Hekimoğlu Ali Paşa'nın ve emrindeki Bosna eyalet ordusunun çok önemli katkıları oldu. Osmanlı ordusu Avusturyalıları çok büyük bir hezimete uğrattı ve ordu mevcudunun yarısından fazlasını zayiat verdiler. 25 Temmuz'da Osmanlı ordusu Belgrad'ı kuşatmaya aldı ve bu kuşatmaya Bosna valisi Hekimoğlu Ali Paşa da iştirak etti.
Fransa'nın İstanbul elçisi Markı de Villeneuve aracılığı ile Avusturya ve Osmanlı temsilcileri arasında barış müzakereleri başladı. Fransa elçisi Hekimoğlu Ali Paşa'nın da Osmanlı temsilcileri arasında olmasını istemesi üzerine Hekimoğlu da Osmanlı temsilci heyetine katıldı. Uzun ve çetin geçen müzakerelerden sonra 18 Eylül 1739 tarihinde Osmanlılarla Avusturya arasında Belgrad Antlaşması imzalandı.
Bu sırada Mısır'da sorunlar çıkmıştı. Mısır'a gönderilen Osmanlı valileri oradaki kölemen beyleri tarafından eyaleti idare etmekten önlenmekte idiler. Kölemen beyler hemen hemen özerk Mısır'ı idare etmekteydiler. Mısır vergi gelirleri İstanbul'a gönderilmez olmuştu. İstanbul'dan gönderilen valiler eyaletin gerçek idarecileri olan Kölemen beyleri tarafından hakarete hedef oluyorlardı ve hatta bazıları bu beyler tarafından tutuklanmışlardı. Bosna valisi olarak üstün yetenek gösteren Hekimoğlu Ali Paşa Haziran 1740'ta Mısır Valisi tayin edildi. Yeni vali Mısır'da bir yıl içinde kölemen beylerini tedip ederek onların eyaletteki güçlerini tümüyle kırdı; Osmanlı Devleti idaresini yeniden tesis etti. Haziran 1741'de Mısır valiliğine damadı Yahya Paşa getirildi.
İran, Bosna ve Mısır'da üstün başarılarıyla Sultan I. Mahmud'un çok takdirini kazanan Hekimoğlu Ali Paşa, Anadolu'da idare için geri çağrıldı. Bunun için önce Eylül 1641'da Adana eyalet valiliğine getirildi. Kasım 1741'de ise merkezi Kütahya'da bulunan Anadolu Beylerbeyi olarak atandı.
Nisan 1742 'de ise padişahtan gönderilen bir gizli hatt-ı humayun ile sadrazam Nişancı Sehla Hacı Ahmed Paşa yerine ikinci kez sadrazamlığa getirildiği bildirildi. Onun bu 2. kez sedaret dönemi yaklaşık bir buçuk yıl kadar sürdü. Hekimoğlu Ali Paşa'nın ikinci sedaretinden azli yine İran sorunlarından ileri geldi.
Bu sırada Nâdır Şah mühim bir kuvvetle gelerek Kerkük'ü eline geçirdi. Dicle Nehri üzerine iki yerde köprü kurdurarak Musul, Diyarbakır ve Rakka taraflarına geçmek istediği haber alındı. Buna karşı tedbir alınması gerekmekteydi. Hekimoğlu Ali Paşa devlet ileri gelenlerinin fikirlerini alarak o yıl Doğu'ya şahsen sefere çıkmayı ve uygun bir kışlakta kalarak, Nadir Şah'ın vaziyetine göre gerekirse ilkbaharda erkenden harekata başlamaya karar verdi.
Sadrâzam bu planı Eyüp'te annesi Valide Sultan'in yalısında misafir bulunan Sultan I. Mahmut'a açıkladı. Şahsen doğuya gitmeden ve orada işi eline almadan bu duruma bir çözümün olamayacağını bildirdi. Fakat Sultan, Nadir Şah'ın birkaç ay önce bu hücumu yapacağı olasılığı bilinmekte iken Diyarbakır seraskerine gereken desteğin neden sağlanmadığı konusu üzerine dikkatini odaklamıştı. O zaman Diyarbakır seraskerine desteğin verilmemesini Sadrazamın bir ihmali olarak görmekte idi. Ama bunu sadrazama açıkça belli etmedi. Bununla bearaber devlet ileri gelenleriyle bir meşveret toplantısı yapılmasını irade etti. Bu meşveret meclisi sarayda 23 Eylül 1743'te toplandı. Fakat Sultan'ın sadrazama inancı yoktu ve bu meclis toplantıya açılmadan Darsusaade Ağası vasıtası ile Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa'dan mühr-i hümayunu aldırıp onu bu görevden azletti. Toplanan meşveret meclisinde Sultan sadrazam olarak Ali Paşa'nın Diyarbakır'a destek sağlamada ihmali olduğunu; bu yüzden sadrazamlıktan azledildiğini ve yeni sadrazamın Yeniçeri Ağası Seyyid Hasan Paşa olduğunu açıkladı. Toplantıda İran sorunu gayet derine inilerek ele alındı. Seyyid Hasan Paşa'nın bir aya varmadan İran Seferi'ne çıkması sonucu bu toplantıda açıklandı. Halbuki Hekimoğlu Ali Paşa'nın bizzat sefere gitmek istemesi kendisi için büyük bir külfet olmasına rağmen o, cephedeki durumu düzeltmek için bu zahmete katlanmayı üzerine almış idi. Buna karşılık vesveseli olan Sultan I. Mahmut bu kabulü değişik yorumlayıp kuşkulanıp onu sadrazamlıktan azletmişti.
Mühr-ü hüumayun alınır alınmaz Hekimoğlu Ali Paşa saray balıkhanesinden bir gemi ile Midilli adasına sürgüne gönderildi. Hekimoğlu Ali Paşa, Midilli'de iki ay kadar kaldı. Sonra affedilerek Kasım 1643'da Kandiye muhafızı ve Girit valiliğine tâyin edildi. Eski sadrâzamlardan Yeğen Mehmet Paşa'nın Aydın muhassallığına nakli üzerine Ekim 1744'te ikinci defa Bosna valiliğine gönderildi.
1745 de İran seraskeri önceki sadrâzam Yeğen Mehmet Paşa'nın tam Nâdir Şah'la yaptığı Revan Muharebesinde sırasında ecelinden vefatı ve sonra paralı asker olan leventlerin komutan emirlerini dinlemeyip taarruza geçmekten vazgeçmeleri ile ortaya çıkan Osmanlı ordusunda bozgunluk ve mağlubiyet üzerine doğuda durum çok ciddi bir safhaya gelmişti. Leventlerin ortadan kaldırılmaları kararı verildi. Bu sorunlara çare bulmak için Bosna valisi Hekimoğlu Ali Paşa hemen Halep valiliğine tâyin edildi. Gayet acele Anadolu tarafına geçirildi. Ocak 1746'da Anadolu Beylerbeyliği ile birlikte ile üçüncü defa Kars cephesi seraskerliği verildi. Kendisine gönderilmiş olan fermanda ilkbaharda Kars ve Diyarbakır cephelerinden İran üzerine taarruz yapılmasi istendi ve seraskerliğin kendisine yüksek ehliyeti dolayısıyla verildiği bildirildi. Fakat ertesi yıl İran'la barış antlaşması yapıldı ve askerî harekâta gerek kalmadı. Hekimoğlu Ali Paşa Anadolu'da büyük bir temizlik yaparak leventlik yapanları elemine edip sindirdi. Böylece komutan dinlememenin tekrar edilmesini önlemek için tüm levent ocakları ortadan kaldırıldı ve Osmanlı ordusunda bir daha "levent" adlı kara askeri bulunmadı.
Hekimoğlu Ali Paşa 28 Kasım 1746'de 3. kez Bosna vali |
si tayin edildi ve onu şereflendirmek için Hersek sancağı da Bosna eyaletine bağlandı. Bu tayinden Hekimoğlu Ali Paşa hoşlanmadı ve kendisine Anadolu'da bir eyâlet valiliği verilmesini istedi. Fakat sadrâzam Tiryaki Hacı Mehmet Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa'nın ikinci kez sadrazamlığa Anadolu Eyaleti valiliğinden gelmiş olduğunu düşünerek buna izin vermekten kaçındı. Bosna'nın önemi dolayısıyla bu görevin ona verildiğini ve hemen oraya gitmesi gereği hakkında bir hattı humâyün yazdırıldı ve buna idam tehdidi bulunan bir diğer ferman eklenerek bu iki ferman birlikte ona gönderdi.
Hekimoğlu Ali Paşa Şubat 1748'de Bosna valiliğinden alındı. Kendine soğukluk göstermek suretiyle Tırhala sancağına gönderildi. Kendisine liyakatiyle uygun bir eyâletin valiliğinin sonradan verileceği de beyan edildi ve ama şimdilik Tirhala'ya hemen gitmesi emredildi. Ama oraya gitme yolunda iken 16 Haziran 1748'de kendine Bender kalesinin muhafazalığı ile Özi valiliği verildi. Kendisine, Kırım hani ile iyi geçinmesi ve Leh ve Ruslarla olan antlaşma şartlarına tümüyle riayet etmesi tavsiye edildi. Buna cevap olarak Hekimoğlu Ali Paşa İstanbul'a bir arıza gönderdi. Bunda birkaç aralıksız olarak oradan oraya vali olarak nakledildiğini ve devamlı müddet bir yerde oturtulmadığını beyan etti. Kendine bağlı olarak Özi'de bulunan vezir Giritli Numan Paşa'nın yine alt görevde Özi kalesinde kalmasını ve kendinin de Babadağı'nda oturmasına izin verilmesini istemiştir. Buna cevap olarak Özi'de birkaç yılldir bir kıdemli bir idarecenin oturmadığı ve bunun için kendisi gibi kıdemli bir idarecinin bu sınır kalesinde oturmasının gerektiği bildirilmiştir. Ama fazla nakillerden şikayeti de uygun görülerek ilkbaharda Özi kalesinde ikamet ile yazı orada geçirip kışın da Babadağı'nda oturmasına müsaade olunmuştur. Hekimoğlu Ali Paşa da o yıl Babadağ'nda kışlamıştır. Fakat orada zahirenin ve hayvanat yemlerinin azlığı ve iklimin çok soğukluğu dolayısıyla hava değiştirmek için ilkbaharda Silistre'de kalması ve ordu hayvanlarının civarda çayırlanmasına istemiş ve bu isteği kabul olmuştur. Hekimoğlu Ali Paşa, Özi eyâleti valisi iken eyalette türeyen eşkiyayı tepeleyerek eyaletinden asayişi temin etmiştir. Bunun için İstanbul'dan kendine taltif mektubu gönderilmiş ve her yıl valilik yeri değiştirme alışılmış bir devlet politikası iken o yıl Hekimoğlu Ali Paşa valilik değiştirmeden Özi valiliğinde bırakılmıştır. Ama ertesi yıl 1750'de Özi valilerinin mutlak surette Özi kalesinde oturmaları gerektiği ve iken Hekimoğlu Ali Paşa'nın Babadağ'da ve Silistre'de oturması dolayışla, Paşa Vidin muhafızlığı görevine nakledilmiş, Niğbolu ve İlbasan sancakları kendine arpalık olarak verilmiştir.
Nisan 1751'de ise Hekimoğlu Ali Paşa asayişi bozuk olan Trabzon eyaleti valiliğine Zaralı Mehmet Paşa'nın yerine gönderilmiştir. Bu valiliğe karadan ve denizden gidip gitmemesi hakkında Hekimoğlu Ali Paşa ile İstanbul arasında epey muhabere yapılmıştır. İstanbul'daki Divan-ı Humâyün, kalabalık bir maiyeti olan bir vezirin kara yoluyla gitmesinin uygun görmemekte ve kalabalık maiyyetin kalınan her menzilde yerel büyük külfet doğuracağı nedeniyle valinin Varna yoluyla gemilerle gitmesini emretmişti. Fakat Hekimoğlu Ali Paşa hem kalabalık maiyyeti hem de bunlarını ağırlılarının çokluğu ileri sürmüş ve önce deniz yoluyla Gelibolu'ya inerek oradan kara yoluyla Trabzon'a gitmeyi teklif etmiştir. İstanbul merkez bunu kabul etmedi. Kalabalık maiyyetine ve ağırlığına yeterli olacak üç büyük gemi tahsis edildi ve Hekimoğlu Trabzon'a denizden hareket etti.
Trabzon eyaletinde ve ona bağlı yerlerde ayân ve derebeyleri türemiş, bunlar devletin valisine önem vermeden, kendi istedikleri gibi hareket etmeye başlamış, zorbalıkları ve aralarında yaptıkları çatışmalar dolayısıyla halkın büyük şikayetine konu olmuşlardı. Hekimoğlu Ali Paşa bunlara karşı gayet haşin ve şiddetle davrandı. Halkın zorbalıkları dolayısıyla şikayet ettikleri kişileri bir yıl içinde temizlemeğe başladı; ele geçenleri aman vermeden tepeledi; kaçabilenler ise canlarını zor kurtardılar. Bu hizmetinin dolayı İstanbul'dan Sultan I. Mahmut şahsen takdir edilmiş olduğu hakkında bir fermani kendisine gönderdi.
III. Osman'ın tahta çıkışından sonra, Trabzon'da sulh asayişi iyice sağladıktan sonra Mart'ta dördüncü defa olarak Anadolu valiliğine tâyin olundu. Bu tayinden sonra da 3. kez olarak Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa'nın yerine sadrâzam yapıldı. Bu defaki sadareti yaklaşık 3.5 ay sürdü. Yeni hükümdar olan III. Osman asabi ve dengesizdi; sadaret işlerine devamlı karışmaktaydı. Hekimoğlu Ali Paşa daha önceki sadaretlerinde bağımsız iş görmeye alışmış idi. Bu müdahalelere karşı gelip bazı sözler söylemesi sultanın bazı adamları tarafından Sultan III. Osman'a mübalâlı surette iletildi. Bunların başında Silâhdar Bıyıklı Ali Ağa'da bulunmaktaydı. Bunun üzerine Mayıs 1755'te sadrazamlıktan azledildi. Önce idam edilmek için Kız Kulesi'ne gönderilmesi emredildi. Bazı tarihçilere göre azlinin gerçek nedeninin III. Osman'ın katletirmek istediği veliaht Şehzade Mehmet'in bertaraf edilmesi teklifini redetmesi idi. Hekimoğlu Ali Paşa sandalla Kız Kulesi'ne götürülmekte iken Sultan III. Osman'ın huzuruna giren annesi Şehsuvar Sultan müdahale etti; eski sadrazamın katledilmesinin önlenmesini istedi ve böylece Hekimoğlu Ali Paşa ölümden kurtuldu.
Önce kalebend olmak üzere Kıbrıs'ta Magosa kalesine sürgüne gönderildi. Ekim 1755 tarihine kadar 4,5 ay Magosa'da kalebend kaldı. Sonra sürgün yeri Rodos'a değiştirildi. Bu zaman Sultan III. Osman, Hekimoğlu Ali Paşa'nun azli ve sürgüne gönderilmesinin rakibi olan Bıyıklı Ali Paşa'nın iftiraları sonucu ortaya çıktığını öğrendi ve sadrâzam yaptığı sabık silâhdarı olan Bıyıklı Ali Paşa'yı idam ettirdi. Bundan sonra Hekimoğlu Ali Paşa Kasım 1757'de 3. kez Mısır valiliği görevi verildi.
Abdülcelilzâde Hüseyin Paşa'nın Adana valiliğine nakli ile 17 Ekim 1757'de 4. kez Anadolu valisi tayin edildi. Bu valilik yanında aynı zamanda Aydın sancağı da kendisine verilerek o tarafların asayişi temin etmesi emredildi. Hekimoğlu Ali Paşa, Anadolu eyâlet merkezi olan Kütahya'ya geldi. Az sonra 13 Ağustos 1758'de idrar kesesi iltihabı ile 71 yaşında iken orada vefat etti. Cesedi önce Kütahya'da Saray Camii yanına gömüldü. 26 gün sonra vasiyetine uyularak cesedi İstanbul'a nakledilip Davutpaşa Semtinde yaptırdığı külliye içindeki türbesine defnedildi.
Hekimoğlu Ali Paşa'nın idarede şiddetli olduğu ama cömert, akıllı, alim, sağlam görüş sahipli, tedbirli bir kişi olduğu belirtilmiştir. Otuz yılı aşkın yaptığı vezirlik görevi sırasına tüm devlet ricalinin ve özellikle salatanatı sırasında görev yaptığı padişahlar olan I. Mahmud ve III. Osman'ın hürmet ve itimadını kazanmıştır.
İstanbul'da Kocamustafapaşa'da kendi adını taşıyan bir külliyeden kalan bir camisi, Hekimoğlu Ali Paşa Camii mevcuttur.
Hekimoğlu Ali Paşa'nın Aksaray'dan Silivrikapı'ya giderken Altimermer'de Cerrah Paşa Camii teşkilâtını andıran güzel bir camii, sebil, kütüphane ve çeşmeleri ile türbesi ve Kabataş'ta da iskele karşısında merdivenli yeşil seddin üstünde bir çeşmesi vardır. Bu çeşme kitabesinin her mısrai bir tarih olup Seyyid Vehbi'nindir. Bu Kabataş çeşmesi, XVİİİ. asrın güzel sanat eserlerindendir. Bu tesisleri birinci sadareti esnasında yaptırmıştır.
Bunlardan başka 1754 tarihli bir çeşmesi de Çemberlitaş'ta Atikali Paşa Camii'nin avlu duvarındadır.
Üsküdar'da Bandırmalı Tekkesi'ni Ali Paşa yaptırarak oraya cami vakfından vazife tâyin etmiştir.
Kütüphanesinin kitapları şimdi Millet kütüphanesindedir. Hekimoğlu'nun "Âli" mahlâsiyle manzumeleri vardir.
Hekimoğlu'nun birinci sadareti zamanında Hollanda sefareti tercümanı Petros Baromian isminde bir zat Kâtib Çelebi'nin Cihannüma'sının Müteferrika tarafından neşredilmiş olmasından cesaret alarak 1733 senesinde Jacques Robbs'un coğrafyaya dair "La methode pour apprendre facilement la geographie" adlı eserini Hekimoğlu Ali Paşa namına Türkçeye çevirerek "Risale-i coğrafya" veyahut "Cihannüma" ismine nazire olarak "Fen numây-i câm-i cem âyin ez fenn-i coğrafya" adını vermiştir.
Yine Ali Paşa namına Tabib Bursalı Ali Efendi'nin Kınakına'nın hassalarından bahseden ""Tuhfe-i âliyye ve Papâ-koğalu" ismindeki nebatın hassasından bahseden eserleri vardır.
Hekimoğlu'nun İran seraskerliği ve Tebriz'i ikinci defa alması dolayısıyla maiyyetindeki kâtiplerinden şair ve münşi Abdurrezzak Nevres'in Tebriziye isimli eseri yazmistir.
9. Senfoni (Beethoven)
Beethoven'ın 9. Senfonisi (9. Sinfonie in d-Moll op. 125) ilk defa 1824 yılında Viyana'da Karntnerthor-Theather'da seslendirildi. Senfoninin sonu koro ile birlikte Schiller'in "Neşeye Övgü"sü ile sonlanır. Bu sonlanma, "Neşeye Övgü"yü çok ünlü bir hale getirmiştir. Senfoni, Kral Friedrich Wilhelm'e ithaf edilmiştir. Ayrıca Dokuzuncu Senfoni, insan sesinin kullanıldığı ilk senfonidir ve eser süresinden dolayı uzun süren senfoniler arasında yer alır.
Sözleri şu şekildedir;
Gürcü İsmail Paşa
Gürcü İsmail Paşa I. Mahmud saltanatında, 12 Temmuz 1735 - 9 Ocak 1736 tarihleri arasında beş ay yirmi sekiz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Gürcü asıllıdır.
Türk asıllı yeniçeri subayı Şaban Ağa'nın kölesiydi. Onun ölümü ile Arnavut Mustafa Ağa'ya hazinedar oldu. Onun sayesinde Eylül 1732'de yeniçeri ağası oldu. Ağustos 1732'de Rumeli Valisi görevine getirildi. Sonra İnebahtı muhafızı görevine tayin edilmekle beraber İran Seraskeri maiyetine memur oldu. 1734'te Diyarbakır eyaleti valiliğine getirildi. Ağustos 1734'te ise Bağdat eyalet valisi yapıldı.
20 Temmuz 1735'te Hekimoğlu Ali Paşa'nın yerine sadrazam yapıldı. Bu göreve başlamak üzere Eylül'de İstanbul'a gelebildi. . Bu görevde resmen 2 ay 7 gün kaldı. 25 Aralık 1735'te azledildi.
Azlinden sonra Sakız Adası'na sürgüne gönderildi. Sonra affedilip 1738'de İnebahtı muhafızlığı görevi verildi. Orada aynı yıl 70 yaşlarında iken vefat etti.
Sicill-i Osmani şöyle değerlendirmektedir:
Acımasız, kan dökücü, rüşvetçi ancak idareye kadir, ümmi idi.
Silahdar Seyyid Mehmed Paşa
Silah |
dar Karavezir Seyyid Mehmed Paşa (d. 1735 - ö. 20 Şubat 1781) I. Abdülhamid saltanatında, 22 Ağustos 1779-20 Şubat 1781 tarihleri arasında bir yıl beş gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Kırşehir'in Arabsun kazasının (günümüzde Nevşehir ilinde bağlı Gülşehir ilçesi) bir köyü olan Karacaşar'da 1735'de doğmuştur. 1747'de on iki yaşında İstanbul'a gelmiştir. "Aşçıbaşı" diye şöhreti olan Sürre emini Süleyman Ağa dayısı olduğundan kendisini sarayda helvahaneye kaydettirmiştir. Bu gencin yetişmesini arzu eden Süleyman Ağa, yeğeninin eğitimi ve tahsilini yakın dostlarından olup yeniçeri ocağının 56. Ortası subaylarından Hacı Odabaşı'ya havale etmiştir. Seyyid Mehmet beş yıl kadar Hacı Odabaşı'nın nezareti altında eğitim almış, bir müddet dayısının hizmetinde bulunmuş ve dayısının ölümü üzerine 1173'de zülüflü baltacılar ocağına kaydedilmiştir. Seyyid Mehmet, bu ocakta da okumaya ve kitabete önem verip eğitimini ilerletmiş ve bu nedenle Aralık 1761'de Enderun'ada hazine odasına alınmıştır. Eğitimi nedeniyle de 9 Mart 1762'de hazine odası ikinci yazıcılığı görevi verilmiştir. Bu sırada Seyyid Mehmet Efendi'nin kardeşi Helvacı Mustafa Ağa veliaht Abdülhamid'in kahvecibaşılığında bulunmakta ve veliahdın işlerinin baş idarecisi olduğu için Seyyid Mehmet Efendi de o tarihlerde Abdülhamid'e kapılanmıştır. I. Abdülhamit 21 Ocak 1774'de tahta çıkınca Seyyid Mehmet Efendi 20 Şubat 1774'te hasodaya nakledilerek mabeyinci ve yirmi bir gün sonra hazine kethüdası ve 4 Mart 1775 de de padişahın silahdarı olmuştur.
Seyyid Mehmet Efendi, padişahın teveccühü dolayısıyla devlet idaresine büyük etkilerde bulunmaya başlamıştır. Kendisine rakip olabilecekleri birer birer saraydan uzaklaştırmıştır. Sadrazam azil ve tayinlerinde de etkili olup istediği kişiyi sadrazam yaptırabilecek ve o mevkide bulunan beğenmediği kişiyi azlettirecek kadar nüfuz elde etmiştir.
Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra I. Abdülhamid reform yapmak isteyerek sadarete tayin ettiği vezirlere geniş selâhiyet veriyor görünmekteydi. Ama bu yetkiler hatt-ı hümayunlarda kalıyordu. Sadrazamlar mevkilerinde tutunabilmek için Karavezir Seyyid Mehmet Efendi ile iyi geçinmeye mecbur kalmaktaydılar ve kendilerine verilen yetkileri istedikleri gibi kullanamıyorlardı. Bunun yanında, Küçük Kaynarca'dan sonra Sultan'ın sadrazam olarak seçtiği kişiler arasında reform işlerini kavrayıp başaracak yetenekli, cesur, değerli vezirler bulunmamaktaydı. Uzunçarşılı'ya göre
I. Abdülhamid vaziyeti gözönüne alarak askeri bir ıslahatin lüzumunu şiddetle takdir etmişti. Bunun için sedaret makamını işgal edenlere bu hususta tam bir selahiyet vermiş ise de bunlardan İzzet Mehmed, Derviş Mehmed, Darendeli Mahmud, Kalafat Mehmed Paşalardan hiçbirisi istenilen ıslahatı yapacak kaabiliyet ve cesaretde olmamışlardı.
I. Abdülhamid'i reformlarını yeterli bulmayan diğer tarihçiler bu durumu değişik yorumlamaktadırlar; örneğin:
I. Abdülhamit bu dönemde yeni önlemler almayıp sadece sudan sebeblerle sık sık değiştirme politikası gütmekte idi. Geleneksel kurumlar oldukça yetersizlikleriyle aynen korundu. Abdülhamit sudan bahanelerle sık sık sadrazam değiştirdi... Seçtiği sadrazamlar ise... dünya görüşü kıt, sorunları kavramaktan uzak kişilerdi. Bu... sadrazamların ilk yedisinin seçimlerinde Peygamber'le adaş olmalardan uğur beklemekteydi... Bunların ortak özellikleri adlarının "Mehmed" (Muhammed) olmasıydı. .
Padişah'ın sık sık sadrâzam değişmesinin Silahdar Seyyid Mehmet Paşa bu işlere karışması nedeniyle ortaya çıktığı ve bu göreve getirilenlerin de iş görmeden ayrılmasından da onun mesul olduğuna dair söylentiler İstanbul'da yayılmıştı. İstanbul'da yangınların da sık sık çıkması, bunda da silâhtarın eli bulunduğu hakkında dedikodular yayılıp artmaktaydı. Karavezir Seyyid Mehmed Paşa artık perde arkasından çıkarak şahsen işleri ele almasına lüzum görülmüştü. Bunun için 22 Ağustos 1779 da Sultan I. Abdülhamit Beşiktaş sarayında iken Kalafat Mehmet Paşa'yı sadrazamlıktan azletmiş ve yeni sadrazam olarak Silahdar Karavezir Seyyid Mehmed Paşa'ya mühr-i humayunu vermiştir.
Bir buçuk sene süren (on sekiz ay on bir gün) sadarazamlık döneminde Silahdar Karavezir Seyyid Mehmed Paşa'nın bazı reformcu icraat ve faaliyeti görülmüştür.
Karavezir Seyyid Mehmet'in ilk icraatı her yıl yapılması gelenek haline gelmiş eyalet valilerinin merkezden ve diğer eyaletlerden gelen diğer kişilerle değiştirilmesini o yıl için durdurmak oldu. Böylece yeni bir valiliğe çok sayıda maiyetle gitmek zorunluğu ve bu yolculuk menzili üzerinde olup yer değiştirmekte olan vali, maiyetine ve hayvanlarına iase sağlamak zorunluğunda olan yerli halkın eziyetini önlemiş oldu. Bundan sonra vali değiştirmeleri her yıl değil ancak gerektiği zaman yapılmaya başlandı.
Merkez idaresinin kalem teşkilatında bozuklukları gidermeye çalışıp bu merkezi kalem teşkilatlarına yetenekli memurlar tayin etmeye gayret etti. Bu arada yetenekli Abdülrezzak Bahir Efendi'ye vezirlik rütbesi vererek divan-ı hümayun bürokrasini iyileştirdi. Halil Hamid Efendi'yi reis-ül küttab tayin etti. Kendi kardeşi olan Vezir Mustafa Paşa'yı nişancılık görevinden alarak yetenekli devlet memurlarından Hacı Mustafa Efendi'yi nişancı tayin etti.
Humbaracı Ahmet Paşa ve Baron de Tott zamanlarında kurulan ve ıslah edilen humbaracı ve süratli topçu askerinin eğitimine önem verdi. Bu birliklerin Kâğıthane'de yaptıkları atış eksersizlerine şahsen katılıp başarılı subay ve askerlere teşvik edici ihsanlar verdi. Bunu öğrenen I. Abdülhamit sadrazama padişahlara mahsus siyah bir tilki kürkü ihsan etti.
Küçük Kaynarca Antlaşması Rus yük gemilerinin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında serbest nakil yapılmalarını kabul etmişti. İstanbul'un iașesi içn zahirenin çoğu Karadeniz sahillerinden gelmekte idi. Rus nakliye gemilerinin Karadeniz zahirelerini Ege ve Akdeniz'e götürerek İstanbul iaşenin kısılacağından korkulmaya başlandı. Karavezir Seyyid Mehmet Paşa Fransa elçisini aracılığı ile Rus nakliye gemilerinin serbestçe taşıyacakları zahirelerin sadece Rusya ülkesi üretimi olması üzerinde Rusya ile anlaşmaya vardı.
Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusların lüzum gördükleri her yerde konolosluklar açmasını kabul edilmişti. Ruslar Eflak ve Buğdan'da konsolosluklar kurmak istemekteydi. Osmanlı hükümeti bu konsoloslukların oralardaki ahaliyi kışkırtmak için tahrik odağı kullanılmasından şüphelenmekteydi ve bunu önlemek istemekteydi. Önce antlaşmada bulunan "amme-i mevazı" tabirinin sırf İngiltere ve Fransa'nın konsolosluklarının bulundukları yerler olduğunun ve bu tabirin Eflak ve Buğdan'a uygulanamıyacağı iddia edildi. Fakar Rus elçisi ve merkezi hükümeti buna itiraz etti. Sonunda Ocak 1780'de yine Fransa elçiliği aracılığı ile Rusların sadece Silistre eyalet merkezinde tek bir konsolosluk açmaları üzerinde anlaşmaya varıldı.
Fakat, Silahdar Karavezir Seyyid Mehmed Paşa kendisinden daha ziyade başarılar beklendiği sırada hastalandı ve 20 Şubat 1781 de kırk beş yaşında iken öldü. İstanbul'da vefat eden sadrazamların cenaze namazlarının Fatih camii'nde kılınması gelenek idi. Ama aynı günde padişahın ölen oğlu Şehzade Mehmet için de değişik camiide cenaze namazı kılınması gerekmekteydi. Bu iki cenaze namazı arasında vakit olmaması ve iki caminin arasında mesafenin uzaklığı nedeniyle, şeyhülislama da danışıdıktan sonra, Silahdar Karavezir Seyyid Mehmed Paşa cenaze namazı Yeni Camii'de (Valide Sultan Camii'nde) kılındı.
Bahçekapısı'nda Hamidiye türbesi mezarlığına defnedilmiştir.
Esmer olmasından dolayı silâhtarlığında Kara silâhtar ve sadaretinde de Karavezir denilmiştir.
I. Abdülhamit kendisini çok sevmiş ve itimad göstermiş, hizmetinden memnun kalmış ve hastalığı esnasında bizzat ziyaretine gelmiştir.
"Hâdikatül Vüzera zeyli" 'nde
fatin, zeki, teferrüde mail, kısa boylu, esmer, çirkin bir kişi idi. Önceleri latifeyi ve şakayı sever ve Nasreddin Hoca fıkralarıyla musahabeler yaparken hasodaya naklinden sonra huyunu değiştirerek hiddetli ve düşünmeden iş yapmaya başladığı
belirtilmektedir.
Doğum yeri olan Arapsun (günümüzde Gülşehir)'de adını taşıyan'da cami, imaret, mektep, kütüphane ve hamam yaptırmış, şehkente su getirtmiş, sekiz çeşme ile bütün tesislerine vakıf tahsis etmiştir. Bundan başka, Arapsun'a etraftaki Sarılar Türkmen aşiretini iskân ettirerek Damat İbrahim Paşa'nın Muşkara'yı Nevşehir yaptığı gibi, o zaman köy olan Arapsun'u bir kasaba haline koyarak Gülşehir ismini verdirmiş ve bu yeni ismi vakfiyesine kaydettirmiştir.
1777'de İstanbul'de "Silahtar Seyit Mehmet Paşa Camii"'ni yaptırmıştır.
İstanbul'da Hızıralez'den önce kuzu kesmek yasağı bunun sadareti zamanında konulmuştur.
ISOCARP
Uluslararası Şehir ve Bölge Plancıları Birliği (International Society of City and Regional Planners; ISoCaRP), şehir planlama alanındaki meslek adamlarını uluslararası bir platformda birleştirmeyi, mesleki konulardaki değişimleri ve sorunları yine uluslararası bir platformda tartışabilmeyi amaçlayan bir kurumdur.
2006 yılında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi direktörlüğünde 42'ncisi ilk kez Türkiye'de gerçekleştirilecek olan ISoCaRP Kongresi, bu amaç için gerçekleştirilen kuruma has etkinliklerden en önemlisi olarak görülebilir.
Muhsinzade Abdullah Paşa
Muhsinzade Abdullah Paşa (d. 1661 (?) - ö. 1749, Travnik) I. Mahmud saltanatında, 6 Ağustos 1737 - 19 Aralık 1737 tarihleri arasında dört ay on dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Daha sonra kendisi gibi Osmanlı Devleti'ne sadrazamlık yapan Muhsinzade Mehmed Paşa'nın babasıdır.
Babası Arap asıllı ama İstanbul'a yerleşmiş olan, 1670'de vefat etmiş olan, Halepli tüccar Muhsin Çelebi'dir. Büyük kardeşi Mehmed Efendi Darphane eminliği ve başdefterdarlık yapmıştı ve onun tavsiyesi ile Abdullah Efendi Darphane'de çalışmaya başladı. Edirne Vakası sırasında İstanbul'dan harekete geçen isyancılar grubunda 23 Ağustos 1703'den itibaren birinci defterdarlık görevini yapmaya başladı.
Bu arada Damat Çorlulu Ali Paşa'nın kızı ile evlendi ve kayınpederi 1706'da sadrazam olunca onun sadrazam kethüdalığı görevini üst |
lendi. Fakat 1710'da Çorlulu Ali Paşa sdrazamlıktan azledilince onun yakını olarak bu görevden azledilerek kendi tecrübe ve yetenekleri ile bağdaşmayacak başbakikulu oldu ve hemen yeniden darphane emini görevine getirildi. 1713'de birden defterdar-ı sıkk-i evvel, az sonra darbhane emini, beş ay sonra başmuhasebeci; sonra küçük ruznâmeci; ardından üçüncü kez darbhane emini görevlerini yaptı.
1714'de Silahdar Damat Ali Paşa sadrazam olduğu zaman Mısır'da yolsuzluğu görülen kölemenlerden Kaytaş Bey'i tenkil edip idam ettirmek göreviyle Mısır'a gönderildi. Bu görevi başarı ile tamamladı. Sonra Hicaz'da kendine verilen görevleri de başari ile tamamlayarak; iyi bir idareci olarak isim yaptı.
Yeniden Osmanlılar eline geçen Mora'da yeniden kurulmakta olan Mora Defterdarlığı'na Ekim 1715'de atandı. Mart 1716'da Mora seraskeri oklan Kara Mustafa Paşa Korfu adası muhasarası için serasker tayin edilince, Abdullah Paşa'ya vezirlikle Niş'de Rumeli Beylerbeyliği görevi verildi ve bu görevle birlikte Mora seraskerliğe de ona verildi. Bir müddet sonra Rumeli Eyaleti ile birlikte İnebahtı muhafızlığı görevi verilmek istendi. Fakat Abdullah Paşa bu görevi kabul etmeği istemediği için Şubat 1717de kendisinden vezirlik ve paşalık ünvanları alındı.
İstanbul'a davet edildi ve orada Nisan 1717'de Kapıcılar Kethüdası tayin edildi.
1716'da Osmanlı ordusunun mağlup düşdüğü ve serdar-ı ekrem ve sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa'nın şehit olduğu Petrovaradın Muharebesi'nden sonra kimin sadrazam olacağı sorun olmuştu. Ordu erkanı kıdemli komutan olan Rumeli Beylerbeyi Sarı Ahmet Paşa'yı komutan vekili seçmişlerdi; ama bu durumdan haberdar olmayan başkentte Sultan III. Ahmet, mühr-ü humayunu önce sadrazam kethüdası olan Sarı İbrahim Ağa'ya vermek istedi ve sonra bundan caydırılarak bostancıbaşılıkla saraydan çıkartılmış olan Elbasan'lı Halil Paşa'ya sadrazamlık verildi. Avusturya seferine hareket eden yeni sadrâzam ve serdar-ı ekrem Halil Paşa'nın yanında işbilir değerli bir kethüdanın bulunması gerektiğinden, Muhsinzâde Abdullah Paşa Nisan 1717'de ikinci kez sadrâzam kethüdası tayin edildi.
Sadrazam Halil Paşa Avusturya ile savaşta pek başarılı olamadı ve Temeşvar, Belgrad gibi çok önemli kaleler Avusturyalılar eline geçti. Avusturyalılar, Belgrad kalesini de ele geçirdikten sonra üç koldan Osmanlı topraklarına hücuma devam ettiler. Osmanlı ordusu ise bozuk düzen halde Niş'e çekildi. Niş'e kadar olan bölgenin Türk ve müslüman olan halkı aç perişan Edirne ve İstanbul'a doğru göç etmeye başladılar. Sultan III. Ahmet'in Sofya'ya geçmesine rağmen bu hezimetin önüne geçilemedi. Bu mağlubiyetin büyük yükü orduda hiç nüfuzu olmayan Sadrazam ve serdar-ı ekrem Halil Paşa'ya isnad oldu. Halil Paşa Ekim 1717'de azedildi, yerine üzerine sadrâzam olarak Nişancı Mehmet Paşa getirildi. Böylece Muhsinzade Abdullah Paşa'nın sadrazam kethudalığı görevi sona erdi ve sadrazam olan Nişancı Mehmet Paşa yerine nişancıliga getirildi.
Fakat bu savaş döneminde yüksek idare ve komut yetenekleri olan Osmanlı askeri komutan ve bürokratları nadirleşmişti. Muhsinzade Abdullah Paşa'nın sadrazam kethüdalığı görevi sırasında faaliyet ve cesareti göze çarpmıştı. Özellikle III. Ahmed'in en yakın danışmanı olan ve İstanbul'da sedaret kaymakamlığı yapan Damat İbrahim Paşa onun yüksek yeteneklerini III. Ahmed'e arzetmişti. Bu gaileli günlerde yetenekli bir kişinin ikinci safta kalması uygun görülmediği için Muhsinzade Abdullah Paşa'ya Vıdın muhafızlığı verildi. Aralık 1717'de ise Muhsinzade Abdullah Paşa III. Ahmed'in başkent olarak kullandığı Edirne'ye davet edildi. Ocak 1718'de Yeniçeri Ağası olarak görev verildi. Yirmi bir gün sonra da, bütün Rumeli eyalet güçlerini kullanarak Niş kalesini ciddi surette tamiri ve muhafazası şartiyle, Rumeli valiliği verildi.
Bu sırada Niş'teki yeniçerilerden birisi, yerli eyalet sipahisi ağasının eşine el uzatmasından dolayı yeniçeriler ile yerli eyalet sipahilerinin arası açılmıştı. Muhsinzâde Abdullah Paşa yerli eyalet sipahileri tarafını tuttuğunu düşünen yeniçeriler valinin sarayına hücum edip aynı zamanda orayı topa tuttular. Abdullah Paşa maiyyetini alarak gizlice geceleyin Niş'in Belgrat kapısından çıkarak Aleksinac kaçtı ve durumu İstanbul'a bildirdi. Bunun üzerine Mayıs 1721'de Bosna valisi olan Topal Osman Paşa Rumeli valiliği ile Niş'e tayin edildi. Abdullah Paşa'ya da Bosna Valiliği verildi. Abdullah Paşa 24 Ağustos 1727'ye kadar Bosna valiliğinde kaldı. Fakat bu sefer Rumeli valisi ve Nis muhafızı olan Topal Osman Paşa hakkında şikâyetler İstanbul'a erişti. Bu nedenle Eylül'de tekrar becayış yapılarak Abdullah Paşa tekrar Rumeli valiliği ile Niş'e, Topal Osman Paşa da Bosna valiliğine getirildi. Aynı yıl Bucak (Besarabya) Nogaylarının ayaklanması üzerine Kırım hani Mengli Giray devletten askeri destek istedi. Muhsinzâde Abdullah Paşa, Rumeli eyalet kuvvetleriyle bu desteği sağlamaya memur edildi ve Nogay ayaklanması başarı ile bastırdıktan sonra tekrar Niş'e döndü.
28 Eylül 1730'da başlayan Patrona Halil isyanını takip eden dönemde yeni padişah olan I. Mahmut tarafından Muhsinzade Abdullah Paşa, İstanbul'a davet edilerek 25 Kasım 1730 da ikinci defa yeniçeri ağası tayin edildi. Patrona ve yandaşlarının elimine edilmesine büyük destek sağladı.
1 Nisan 1731'de ortaya çıkan fakat çabuk bastırılan bir kapıkulu askeri ayaklanması sırasında Agakapısı'nı basan yeniçerilerin tarafından koluna isabet eden bir kurşun yarası aldı. Fakat arka kapıdan kaçarak canını zor kurtarmayı başardı. Bunun üzerine Muhsinzade Abdullah Paşa yeniçeri ağalığından azledildi. Abdullah Paşa'nın yerine yeniçerilere disiplin sağlamak yeniçeri ocağından yetişmiş bir ağanın tâyin edilmesi gerektiği kabul edildi ve yeniçerilikten yetişmiş olup İran taraflarında yeniçeri ağası vekili ve sonra Adana valisi olan Şahin Mehmet Paşa yeniçeri ağası olarak görevlendirildi.
Muhsinzâde Abdullah Paşa ise Adana valiliğine tâyin edildi. Bu görev yanında Anadolu'nun teftişi ve eşkiyaların tenkil edilip temizlenmesi görevi de kendisine verildi. Ardından Abdullah Paşa, Halep eyalet valığine ve oradan da Sayda eyâleti valiliğine nakil edildi. Sayda Valisi iken 22 Temmuz 1732'de eski sadrazamlardan Kabakulak İbrahim Paşa'nın yerine üçüncü defa Bosna valiliğine gönderildi. Nisan 1736'da Bosna Valığine Girit valisi olan eski sadrâzam Hekimoğlu Ali Paşa'nın tâyini üzerine üçüncü defa Rumeli valisi görevi verildi.
Ocak 1737 ortalarında Bender'de serasker bulunan Şahin Mehmet Paşa vefat ettiğinden, Rumeli eyâleti üzerinde kalmak üzere Muhsinzade Abdullah Paşa Bender seraskeri tâyin edildi. Ağırlığı arkadan gelmek üzere acele o tarafa gönderildi. Bu tarihte Osmanlı devleti aleyhine Rusya-Avusturya gizliden ittifak etmişlerdi. Önce Rusya taarruza geçerek savaş başlatmıştı. Başta Avusturya arabuluculuk yapıp güya Rus taarruzlarını durdurmak için Osmanlı barış heyeti ile "Niemirov"'da konferans tertip ederek müzakerelere girişmişti. Bu müzakereler deRuslarla barış yapılacağı ümidi verilerek Osmanlı cephelerinin hazırlıksız bırakılmasına sebep oldu. Sadrazam kethüdası olan Osman Halisa Efendi kendisine ikazlar yapılmasına rağmen sınır kalelerine asker göndermeyi kabul etmedi. Avusturya elçisi Talman kandırıcı sözlerle Osman Halisa Efendi'yi ve ona dayanan sadrâzam ve serdar-ı ekrem Silahdar Seyyid Mehmed Paşa'yı bu müzakerelerin savaşı önleyeceğine inandırmıştı. Fakat Rusya ile savaş bitmedi ve Avusturya'nın aracılığının hileli olduğu ortaya çıktı.
Bunun üzerine 5 Ağustos 1737'de sadrâzam ve serdar-ı ekrem Silahdar Seyyid Mehmed Paşa görevden azledildi ve sinir kalelerine asker göndermeyen sadrazam kethudası Osman Halisa Efendi de idam edildi. Mühr-i hümâyün Bender muhafızı Muhsinzâde Abdullah Paşa'ya verildi. Ordu
Aralık 1737'ta sadrazam komutasında İstanbul'a geldi. Davutpaşa ordugahında Sadrâzam Muhsinzade Abdullah Paşa Sancak-ı Şerif'i pâdışaha teslim ettikten sonra henüz oradan ayrılmadan sadaret mührü kendinden alınarak sedaretten azledildi. Sedaret İstanbul'da sadaret kaymakamı olan Yeğen Mehmet Paşa'ya verildi. Muhsinzade Abdullah Paşa'nın sadaret ve serdar-ı ekremliği dört buçuk ay kadar sürmüş oldu.
Gelenekten olarak azledilmiş sadrazamlar sürgüne gönderilmekte iken Muhsinzâde Abdullah Paşa 17 Ocak 1738'da bir çekdiri ile tâyin edildiği Selânik Sancağı'na gönderildi. Ardından 1738 içinde İnebahtı muhafızı ve oradan da 1739'da dördüncü defa Bosna valisi tayin edildi. 19 Mart 1741'de Bosna Valisi olarak yerine eski sadrâzam Hacı İvaz Mehmed Paşa gönderildi ve Muhsinzâde Abdullah Paşa'ya Özi eyâlet valiliği verildi. Daha sonra Abdullah Paşa Karaman valisi tayin edilmekle beraber Karaman'a gitmeyip Balkan sınırlarında görevlendirildi.. Önce Bender muhafızlığı yaptı; ardından 1743 Ocak ayı sonlarında Vıdın muhafızlığı ile Niğbolu sancağına tâyin edildi. Mart 1745'de dördüncü defa Rumeli Eyaleti valisi oldu. Ağustos 1746'da Yahya Paşa'ya Rumeli valiliği verilmesi üzerine Muhsinzâde Abdullah Paşa emekliliğini istedi.
Bu emeklilik isteği önce Dimetoka'da oturmak şartıyla kabul edildi ve Eylül 1746'da ise Varna'da oturması da uygun görüldü. "Hâdikatü'l-Vüzera zeyli"'ye göre, 28 Kasım 1746'da müracaatı üzerine vezirliği devam ettirilip, Buğdan haracı vergisinden senede on bin kuruş has verilerek oğlu vezir Muhsinzade Mehmet Paşa'nın yerine Bender muhafızlığına tayin edildi. Fakat oraya varmadan Bender Muhafızlığına Kırım Hanının ricası ile Belgrat muhafızı Numan Paşa tayin edildi. Muhsinzâde Abdullah Paşa'ya da arpalık olarak Tirhala sancağı verildi. Mart 1748'de Muhsinzâde Abdullah Paşa beşinci kez Bosna valisi görevine getirildi.
Bu görevde iken 7 Mayıs 1749'da Bosna Eyaleti merkezi olan Travnik şehirinde vefat etmiştir. Vefatında yaşı yaklaşık olarak doksanı bulmuştu.
Uzunçarşılı'nın değerlendirmesi şöyledir:
e
Muhsinzade Abdullah Paşa Osmanlı vezirlerinin arasında iyi eğitim alıp okuyup yazmaya meraklı bir kişiliği vardı. Askerlik yeteneklerine pek vakıf değildi ama devlet idaresinin ve muamelelerin ayrıntılarını, özellikle devlet maliyesi, üzerinde geniş tecrübesi ve ye |
tenekleri bulunmaktaydı.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilir:
Tedbirli, hesap bilir, muktedirdi.
Vidin ve Bosna kalelerinde camiler yaptırmıştır. Tırhala'da yaptırdığı çeşmeler bulunmaktadır.
Muhsinzade ailesinden pek çok sayıda devlet adamı ve sanatçı yetişmiştir; örneğin oğlu Muhsinzade Mehmet Paşa (1771-1774) döneminde sadrazmn olmuştur.
Yeğen Mehmed Paşa
Yeğen Mehmet Paşa (d. ?, Antalya - ö. 20 Ağustos 1745, Revan) I. Mahmud saltanatında, 19 Aralık 1737 - 22 Mart 1739 tarihleri arasında; bir yıl, üç ay, dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Antalya'da doğmuştur. 1697 de idam edilen Sahib ayar Alâiyeli Gül Yusuf Efendi'nin kızkardeşinin oğlu olduğundan "yeğen" lâkabı ile tanınmaya başlanmıştır. Bir müddet Antalya'da mültezimlikle uğraşmış ve sonra İstanbul'a gelmiştir. Maliye hizmetlerinde yetişmiş hacegan sınıfına girmiştir. 1728-29'da İstanbul gümrük eminliği yapmıştır. 1732'de Erzurum valisi olan Topal Osman Paşa'ya kapı kethüdasi olmuştur. 1733'de mevkufatcı; ardından 2. kez gümrük emini; sonra 1736 Avusturya seferine sırasında İstanbul'da sadaret kaymakamı olan Köprülüzade Hafız Ahmet Paşa'nın kethüdası olmuştur. 1737'de Hafız Ahmet Paşa Avusturya eline geçmiş olan Niş kalesinin geri alınması için serdar tayin edilince Yeğen Mehmet Efendi, vezirlik verilerek onun yerine İstanbul sadaret kaymakamı görevine getirilmiştir. 1737'de kapıkulu askeri kış için İstanbul'a dönmüş ve Sadrazam ve serdar-ı ekrem Muhsinzade Abdullah Paşa da görevinden azledilmiştir.
İstanbul sadaret kaymakamlığı sırasında gösterdiği yetenekleri dolayısıyla Yeğen Mehmet Paşa padişah I. Mahmut'un beğenisini kazanamıştı. Böylece 19 Aralık 1738'de Yeğen Mehmet Paşa'ya sadrazamlık görevi verilmiştir.
Yeğen Mehmed Paşa kendinden önceki sadrazamlar gibi çok mütacaviz olan Rusya ve hilekar olarak görülen Avusturya'nın Fransa elçiliği aracılığı yaptıkları sulhçu girişimlere inanmamaktaydı ve bunların Osmanlı ordunun sulh ümidiyle boşu boşuna oyalama oyunu olduğunu düşünmekteydi. Bu nedenle Fransa elçisinin getirdiği teklifleri redederek yeni savaş mevsimin başında Mart 1738'da Avusturya cephesi serdarlığını da üzerine alarak Avusturya üzerine yürüdü. Rus cephesi serdarlığını görevi Genç Ali Paşa'ya verildi. Ordu Haziran 1738'de Niş'e erişti. Sadrazam buradan Belgrad üzerine yürümek istemekteydi. Ama Niş ve Vidin seraskeri İvazzade Mehmed Paşa'nın Adakale'yi kuşatma için destek istemesi üzerine Adakale üzerine yüründü.
Bu sırada 100.000 kişilik bir Avusturya ordusunun üzerine geldiğini haber alan İvazzade Mehmed Paşa Adakale kuşatmasını bırakıp Muhaddiye Boğazı'na geçti. Daha sadrazam komutasında esas Osmanlı ordusu erişmeden burada yapılan Muhaddiye Muharebesi'nde büyük Avusturya ordusu mağlup edilip çok miktarda ağırlık arkada bırakıp çekildi. İvazzade Mehmed Paşa tekrar Adakale'yi kuşatmaya geçti. Fakat bir müddet sonra İvvazzade Mehmet Paşa bu kuşatmayı kaldırdı. Bunu haber alan Sadrazam Yeğen Mehmet Paşa Fethulislam kalesine gelip burada İvvazzade Mehmed Paşa'yı seraskerlikten azletti. Fakat yerine getirdiği Genç Ali Paşa başarısız kaldı ve Avusturyalılar tekrar Muhaddiye'ye gelip elde edilmiş olan kaleleri geri aldılar. Onlardan kaçan askerlerin Tuna sağ sahillerine geri kaçmalarına İvazzade Mehmed Paşa engel oldu. İvazzade Mehmed Paşa tekrar seraskerliğe getirildi ve Muhaddiye'ye geri dönüp Avusturya ordusunu tekrar orada bozguna uğrattıp o tarafları temizledi.
Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa Macaristan ve Erdel (Transilvanya)'nın kilit noktası olan Adakale'yi kuşatmaya koyuldu. Tuz Paşa ve Murtaza Paşa komutasında 20.000 kişilik bir güç Erdel ve Temaşvar üzerine akın yaptı ve diğer bir akıncı grup Belgrad üzerine gönderildi. Üç ay süren kuşatmadan sonra Adakale Ağustos 1738'de teslim oldu.
Bu sırada Rusya'da esir olan Yahya Paşa Rusların sulh istediklerini bildirmişti. Ordu o yılki seferden sonra İstanbul'a döndü. Sadrazam Belgrad'ın geri alınması için çok ciddi hazırlık yapmaya başladı. Bu sırada Fransa'nın aracılığıyla Avusturya, Pasarofça Antlaşması sınırlarına dönülmesi şartıyla sulh istedi. Sadrazam, Kardinal Flori'nin barış aracılığı teklifini içeren mektubunu getirmiş olan Fransa elçisini kabul etmeyerek, büyük azimle hazırlığına devam etti ve Belgrat ile Temeşvar'in iadesi şartıyla sulh yapmak istiyordu. I. Mahmut, İstanbul'a gelmiş olan Kırım Hanı II. Mengli Giray'dan barış antlaşması veya savaşa devam edilmesi hakkındaki fikrini sorduğunda ondan hazır Osmanlılara galip durumda iken sulh yapılmasının uygun gördüğü yanıtını aldı. Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa özellikle Rusların iki kere Kırım'ı işgal ve yağma etmelerinden sonra Kırım hanının bu mütelaasını çok üzücü gördü. Sadrazam Belgrad'ın mutlaka geri alınmasını istemekteydi. Devletin diğer ileri gelen ricali de sulhe taraftar oldukları için savaş taraflısı olan Yeğen Mehmet Paşa adeta yalnız kalmıştı.
Özellikle pâdışâhin çok yakın danışmanı olan ve onun üzerinde çok etkisi olan kızlarağası Hacı Beşir Ağa'nın savaşa karşı gelmesi sadrazamı çok düşündürmekteydi. Sadrazam yakınlarına "ordu çıkınca kızlar ağasının hakkından gelirim" demişti ve onlar da bunu Beşir Ağa'ya yetiştirmişlerdi. Beşir Ağa hemen ona karşı harekete geçti. 23 Mart günü kapıkulu askerleri tüm hazırlıklarını bitirmişler ve yola çıkmak için Davutpaşa'ya gitmek üzere idiler. Tam o gün Beşir Ağa onu azletirme tertipleri yaptı. Sadrazam güya cirit oyunu seyretmek üzere Gülhane'ye davet edildi. Yeğen Mehmet Paşa oraya vardığında silâhdar ağa kendisinden mühr-ü humâyün istedi ve sadrazamlıktan birdenbire azil edildi. Bostancıbaşıya teslim edildi ve Balıkhane mevkiinde tutuklandı. Yerine Vidin tarafı seraskeri Hacı İvazzade Mehmet Paşa'ya sadrazamlık görevi verildi.
Yeğen Mehmet Paşa, tutuklamasından sonra sürgün olarak Sakız adasına gönderildi. Sonra affedilip 1740'de Girit valiliğine gönderildi. Şubat 1742'de Girit Valiği eski sadrâzam Silâhtar Seyyid Mehmet Paşa'ya verildi Yeğen Mehmed Paşa Eğriboz muhafızlığına nakil oldu. 1 Ağustos 1742'da ise kendisinden sonra sadrazam olup, sadrazamlılıktan azledilen Hacı İvazzade Mehmet Paşa Eğriboz Muhafızlığına tayin edilince Yeğen Mehmed Paşa'ya Bosna Eyalet valiliği verildi. Ekim 1744 sonlarında ise Bosna'dan alınarak Aydın muhassallığına getirildi.
Doğuda İran Şahı ilan edilen Şah Safi namına Osmanlı topraklarına giren Nadir Şah'a karşı Kars cephesi seraskeri Şehla Ahmet Paşa iken hastalığı dolayısıyla istifa etmişti. Yerine Kars tarafı seraskeri olarak Aralık 1744'de Yeğen Mehmed Paşa, aynı zamanda Anadolu valiliği ile birlikte, tayin edildi. Yeğen Mehmed Paşa 26 Haziran 1745'de Erzurum'dan hareketle Revan (günümüzde Erivan) yanında "Yagorvat" sahrasında siperli ordugahı bulunan Nadir Şah üzerine yürüdü.
Bu etrafı metrisler ile çevrili Nadir Şah ordugah mevkine Osmanlı ordusu 11 Temmuz'da (Hicri 12 Receb'de) erişti. Osmanlı ordusu Nadir Şah'ın İran ordusuna hemen hücuma geçti. İlk gün İranlılar metrislerine geri sürüldüler. Ertesi gün metris çarpışmaları başladı. Metrislerde bu süren çetin çarpışmalar sonucu Osmanlı ordusu birer birer İran metrislerini ele geçirmeye başladı. İranlılar iyice sıkışınca (bir Cumartesi günü olan Hicri 23 Recep'te yani 21 Ağustos'ta) İran ordusunu katı büyük taarruza geçmeye karar verilmişti. Ama Osmanlı ordu komutanları taarruzu planlama toplantılarına ağır hasta olan serasker Yeğen Mehmed Paşa katılamamıştı. Fakat 10.000 mevcutlu süvari leventleri birliği komutanı olan Binbaşı Hacı Nasuh ve deli ve gönüllü kuvvetleri komutanları taarruz yapma aleyhindeydiler. Ertesi gün planlanan taarruz başladı, ama çok geçmeden serasker Yeğen Mehmed Paşa'nın bir gün önce (yani 20 Ağustos'ta) hastalıktan kurtulamadan vefat ettiği haberi orduya yayıldı. Öğle vakti süvari leventleri ve bazı deli ve gönüllü birlikleri taarruzdan geri dönmeye başladılar. Bu ordunun diğer kollarına da sirayet etti, onlar da dağılıp geri çekilmeye başladılar. Galebe beklenirken Osmanlı ordusu 21 Ağustos 1745'de Revan Muharebesi'ni 20.000'den daha büyük zayiat verip kaybetti. Mağlup Osmanlı ordusu bozuk düzen içinde Kars'a döndü.
Yeğen Mehmed Paşa'nın cesedi Kars'a getirilip o şehirde defnedilmiştir.
Avusturyalı tarihçi olan Hammer, belki de Avusturya'ya karşı zaferlerinden etkilenerek, onu
mutaazzim, şedid, bildiğinden şaşmaz ve inatçı bir vezir
olarak tavsif etmektedir. Revan muharebesi esnasında hasta bulunması, bir gün meselesi olan zaferin elde edilememesine sebep olmuştur.
Kendisini yakından tanıyan Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa ise onu çok övmektedir.
Uzunçarşılı ise Yeğen Mehmed Paşa'yı şöyle değerlendirmektedir:
Yeğen Mehmet Paşa ciddî, kadirşinas, vakur, açık sözlü, dürüst tabiatlı ve bu yüzden hiddetli, doğrulara karşı muhabbetli, mürtekip ve mürteşilere karşı düşman olup kalemden yetiştiği halde ordunun zapt ve rabtında ve sevk ve idaresinde muvaffak olmuş bir vezir ve serdardı. Muhtelif vesilelerle hazineden para çekenlere ve suistimale alışık olanlara karşı gösterdiği şiddet, bu gibi tufeylilerin işlerine gelmediğinden, başka yollarla aleyhine harekete geçmişler ve kızlar ağasının da yardımıyla bu gazi veziri azle muvaffak olmuşlardır.
"Osmanlilar Ansiklopedisi" değerlendirmesi şōyledir.:
Dürüst, sert tavırlı, ve açık sözlü (idi).
Kabataş tarafında Ayas Paşa sarayına çıkan Çiftevav sokağının başında bulunan 1732 tarihli çeşme Yeğen Mehmed Paşa'nındır. Samatya'da da bir diğer çeşmesi vardır.
Hacı İvaz Mehmed Paşa
Hacı İvaz Mehmed Paşa (ö. 1743, İnebahtı) I. Mahmud saltanatında, 22 Mart 1739 - 23 Haziran 1740 tarihleri arasında bir yıl üç ay iki gün sadrazamlık ve çeşitli valilikler yapmış; 1735-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı'nda bütün savaşın kaderini etkileyen Hisarcık Muharebesi'ni kazanmış, Osmanlı devlet adamıdır.
Yagodna doğumlu olup oranın sakinlerinde olan Nasrullah'ın oğludur. Sicill-i Osmani'ye göre lakabını "nice evladın ivazı olmakla" almıştır. İstanbul'a gelip Kel Yusuf Efendi yanına girdi. Sonra Alaiyeli Ebubekir Efendi'nin kethüdası oldu. 1731'de İstanbul gümrük eminliğine getirilip bu görevle Y |
eğen Mehmed Ağa ile halef-selef oldu. Sonra başbaki kulu ve 1732'de Çavuşbaşı oldu. Temmuz 1735'de Hekimoğlu Ali Paşa'nın ilk sadrazamlıktan azli ile yeni sadrazam olarak Gürcü İsmail Paşa'nın sedarete getirilmesi zaman aralığında rikab-ı hümayun kaymakamlığı yaptı.
O yıl 25 Ekim 1735'de Vidin kalesi muhafızlığı yapmak şartı ile Niğbolu sancak beyi görevine atandı. 1738'de Adakale kuşatmasını gerçekleştirdi. Fakat serasaker olan Yeğen Mehmed Paşa bunun kendisine haber verilmeden yapıldığı için İvaz Mehmed Paşa'yı görevinden aldı.
Temmuz 1738'de tekrar eski görevine geri getirilmek teklifine red cevabı vermesi dolayısiyla ordu kadısı kıyafet değiştirek "Ben giderim" diye bu tutumun alaylı tarafını göstermesinden sonra, tekrar Vidin Kalesi muhafızlık görevine getirildi.
Mart 1739'da Sadrazam Yeğen Mehmet Paşa sedaretten azledilmişti. Sedaret mührü İvaz Mehmet Paşa'ya sınıra gönderildi. Bu görev yanında serdar-ı ekrem görevi de ona verilmişti. 1735-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı devam etmekte idi ve Osmanlı devleti iki cephede savaşmaktaydı. Osmanlı ordusu 1739 yılı seferine çıkmak üzere 10 Nisan 1739'da Davutpaşa'dan ayrıldı. Serasker olan İvaz Mehmed Paşa orduyla tekrar Avusturya cephesine önem verdi. 22 Temmuz 1739'da, Viyana'da büyük şok yaratırcasına, Belgrad yakınlarında yapılan Hisarcık Muharebesi'nde Hacı Ivaz Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Avusturya ordusuna karşı büyük bir galibiyet aldı. Bu hezimet o zamana kadar Osmanlılara karşı yaptıkları son savaşlarda komutanları Savoy'lu Prens Eugen'nin stratejik dehası hakkında Avusturya'lıların övenmelerini sona erdirmiş oldu. Belgrad kalesi Osmanlı ordusu tarafından kuşatıldı ve Belgrad tekrar Osmanlıların eline geçti. Tuna Nehri kıyılarında önemli kale mevkileri olan Semendire (şimdi Sırbistan'da Smederevo) ve Adakale'yi (şimdi Romanya'da Orsova) tekrar Osmanlılar eline geçti. Avusturya bundan sonra hemen ateşkes ilan ederek Osmanlı İmparatorluğu ile Belgrad Antlaşması'nı 18 Eylül 1739'da imzaladı. Avusturya, 1718 Pasarofça Antlaşması'yla elde ettiği, Belgrad da dahil Kuzey Sırbistan'ı ve Küçük Eflak'ı (şimdi Romanya'da) Osmanlılara geri verdi. Tuna Nehri tekrar Avusturya ile Osmanlı devleti arasında korunaklı bir sınır haline getirildi.
Belgrat seferinden bu kadar başarı ile İstanbul'a dönen İvaz Mehmed Paşa büyük bir tören ile karşılandı. Sancak-ı Şerif sandığından çıkarılarak Silivri'de göndere asıldı. Ordu Davutpaşa'ya geldiğinde Sultan I. Mahmut orduyu şahsen karşialdı. Ordu "alay-ı azim"'le İstanbul'a girdi. Osmanlı tarihinde ilk defa olarak bir sadrazamın Topkapı Sarayı'nın orta kapısı olan Babusselam'dan atı ile girmesine ve Babussade'ye kadar atlı ilerlemesine izin verildi. Sultan Hacı İvaz Paşa'a büyük iltifat ve saygı gösterdi.
1740 yazında İstanbul'da birkaç asayişizlik yaşantısı görülüp devlet idarecileri bu asayişsizliğe karşı çok hassas davramaya başladılar. 6 Haziran 1740'da yapılan bir sipahi olayı sırasında İvaz Mehmet Paşa Sultan ile Beykoz'daydı. Beyazid Camii avlusunda büyük kalabalık oluşmuştu ve yağmacılık ortaya çıkmıştı. Bu, Beyazid kulluğu Çorbacısı Hasan Ağa'nın şahsi gayretiyle bastırılmıştı. Beykoz'dan sadrazamla dönen I. Mahmud onu ve yeniçeri ağasına kolluk görevi verdi. Şehirde geniş bir arama yapıldı ve kaçaklar ve bekar odalarında yaşayanlar kendi yörelerine geri gönderildiler. Yağmacılara destek verenler yakalanıp idam edildiler. Şehirde asayişi yerine getirme adına şehirde resmi bir terör havası estirilirken bir Yahudi esnaf ile müşterisi arasındaki anlaşmazlık büyüdü. Sadrazam'a bu olay abartılarak bildirildi ve o da Sultan'a "yeni bir Beyazid olayı ortaya çıktı" diye Sultan'a yanlış haber verdi. Sultan olayın aslını öğrenince çok sinirlendi ve 21 Haziran 1740'da sadrazam İvaz Mehmet Paşa'yı sadrazamlıktan azletti.
İvaz Mehmet Paşa sadrazamlıktan azlinden hemen sonra Cidde valisi olarak atandı ama oraya gidemeden 31 Temmuz 1740'da Hanya muhafızı yapıldı. Ocak 1741 başlarında Selanik valiliğine nakledildi. Şubat başlarında Bosna valisi yapıldı. Eylül 1741'de Kandiye valisi oldu ve Temmuz 1741'de ise ikinci kez Hanya muhafızı yapıldı. Temmuz 1742'de İnebahtı muhafızlığına tayin edildi. 1743 başlarinda 60 yaşlarında iken burada vefat etti ve orada defnedildi.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
Cesaret, yiğitlik ve insaf sahibiydi.
Nişancı Şehla Hacı Ahmed Paşa
Şehla Ahmet Paşa (lakapları "Foçalı", "Kör", "Yekçeşm") (d. ? Foça - ö. Şubat 1753, Halep) I. Mahmud saltanatında, 23 Haziran 1740 - 21 Nisan 1742 tarihleri arasında bir yıl dokuz ay yirmi sekiz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Foça doğumludur. Babasının adı Ca'fer Ağa'dır. İlk görevi olarak Cidde valisi olan amcası "Alâiyeli Hacı Ebûbekir Paşa"'nın kethüdalığını yapması idi. Ardından kapıcıbaşı, kapılar kethüdası ve çavuşbaşı olarak görevler yaptı. Aralık 1737'de sedaret kethüdası oldu. 14 Mart 1738'de vezirlik verilerek sedaret kaymakamlığı görevinde bulundu. Ekim 1737'de Aydın mutasarrifi yapıldı. Mart 1739'da İstanbul'a gelip rikap-ı humayun kaymakamı oldu. Ardından Kasım 1739'da nişancı görevine getirildi.
22 Haziran 1740'da Sultan I. Mahmut'un kendine yanlış haber verdiği için Sadrazam Hacı İvaz Mehmet Paşa'yi görevinden azledilmesi üzerine sadrazamlığa getirildi. Bir yıl 9 ay süren sadrazamlığı sırasında daha çok dışişleri ile ilgili olaylar oldu. Ağustos ayından itibaren beş hafta boyunca elçilere birbiri arkasından şölen düzenlendi. 26 Aralık'ta Sadrazamn Ramazan Bayramı nedeniyle Paşakapısı'nda padişaha çok tantanalı bir ziyafet verdi. Divan-ı Hümayın baştercümanı İskerletzade Aleksandr Efendi ile yabancı elçilerin arasında gizli ilşkiler olduğu öğrenilip bu kişi idam edildı ve reisülkitab Kastamonu'ya sürgün edildi. Mart 1741'de gelen Nadir Şah elçisi gayet güzel hediyeler getirmekle beraber verilen ziyafette ve sonradan muzakerelerde ilişkilerin barış içinde düzeltilmesinin imkansız ortaya çıktı. Gelen İran hediyeleri arasında bulunan filler Boğaz üzerinden İstanbul'a büyük sorunlar yaşanarak geçirilebildi. İran'ın istediği Caferilik'in "beşinci mezhep" olarak kabul edilmesi ve bunun Kabbe'de yansıtılması büyük tartışmalar yarattı ve İran'a gönderilen bir ulema heyeti de başarılı olamadı. Yeni olarak İran tahtını eline geçiren Nadir Şah "Bu mezhep kabul olmadan barış olmaz" yanıtı ile isteklerinde ısrar etti. Sultan önünde bu konu üzerinde uzun görüşmeler yapıldı. Sadrazam'ın bu çeşit konulara pek az bilgisi ve anlayışı olduğu ortaya çıktı. Sadrazam'ın diğer şahsi zayıflıkları da söylentilere konu oldu. 21 Nisan 1742'de Șehla Ahmet Paşa sadrazamlıktan azledildi ve daha bilgili ve çok daha dürüst olan Hekimoğlu Ali Paşa sadrazamlığa getirildi.
Şehla Ahmet Paşa'nın devlet işlerine doğru dürüst bakmayıp şahsi çıkarlarını düşünmesi nedeniyle azledilmesiyle mallarının devletçe müsadere edilip kendinin de idam edilmesi beklenmekteydi. Fakat yeni sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa'nın gayet affedici tutum ve davranışıyla Şehal Ahmnet Paşa Rodos'a sürgüne gönderildi.
1743'de affedildi ve Rakka valisi yapıldı. Sonra azledilip aynı sene Sayda valisi oldu. Sonra sırayla Şubat 1744'te Kars seraskeri, aynı yıl Aralık'ta Halep valisi; Nisan 1745'de Anadolu valisi; aynı yıl ikinci kez Kars seraskeri; Aralık'ta ikinci kez Halep valisi, Kasım'da Kandiye valisi, ardınada üçüncü kez Halep valisi; Haziran 1747'de
Seyyid Hasan Paşa
Seyyit Hasan Paşa, bazen "Karahisarî Hasan Paşa" (d.? Şebinkarahisar - ö. 1748, Diyarbakır), I. Mahmud saltanatında, 23 Ağustos 1743 - 9 Ağustos 1746 tarihleri arasında iki yıl on ay on altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Şebinkarahisar’ın (Şarkı-Karahisar) İskefsir Bölgesinde (günümüzdeki ismiyle Reşadiye ve bağlı olduğu il Tokat) doğumlu olup babası Çardaklızadelerden Mehmet Abdullah Ağa olup Türk asıllıdır. Gençliğinde İstanbul'a gelip Yeniçeri ocağına girmiştir. Karakullukçuluk, yani hizmet neferliğinden, başlayıp uzun süren seferlere katılarak yeniçeri rütbeleri arasında yükselmiş; 1718'de çorbacı; sonra katar ağalığı ve 1733'de Kul kahyası rütbesine erişmiş. Kul kahyası olarak İran'da savaşmıştır. Bu savaştan sonra kul kahyası iken bir ara görevinden azledilmiş ve memleketine sürgüne gönderilmiştir. Sonradan afolarak İstanbul'a yeniçeri ocağına girip Şubat/Mart 1738'de tekrar kul kahyalığı görevine tayin edilmiş ve Temmuz 1738'de yeniçeri ağası olan Abdullah Paşa'nın ölümü ile Yeniçeri Ağası yapılmıştır. 22 Temmuz 1739'da Avusturya seferine katılmış ve bu seferde Belgrat yakınlarında yapılan Hisarcık Muharebesi'ne katılmış ve bu muharebede gösterdiği büyük gayret, faaliyet ve kahramanlık ile isim yapıp 26 Eylül 1739'da Ağa Paşa rütbesiyle vezirlik verilmiştir. Sonra Tuna Nehri sınırlarında askerlik görevine devam etmiştir.
23 Eylül 1743’de Hekimoğlu Ali Paşa sadrazamlıktan azledildikten sonra Seyyid Hasan Paşa'ya sadrazamlık görevi verilmiştir. Seyyid Hasan Paşa üç seneye yakın bu makamda bulunmuştur. Okur yazarlığı olmayan ve kaba saba halk şivesiyle konuşan Seyyid Hasan Paşa "Galatat Hasan Paşa" olarak da anılmaya başlanmıştır.
Doğu'da Nadir Şah'ın başlattığı 1742-1746 Osmanlı-İran Savaşı'nda önce Osmanlılar Hekimoğlu Ali Paşa sadrazamlığı sırasında Kerkük ve Erbil'i kaybetmişlerdi. Ama 14 Eylül 1743'de Nadir Şah'ın başlattığı Musul kuşatmasını Osmanlı Musul valisi "Abdülçelilzade Hüseyin Paşa"'nın ustalıkla direnişi dolayısıyla Kasım 1743'de bırakması gerekmiş ve Nadir Şah'ın ilerleyişi durdurulmuştu. 1744'de Nadir Şah'a kuzey'e geçip ve Temmuz 1744'da Kars'ı kuşatmaya aldıysa da bunda da başarılı olamamıştır. Haziran 1745'de ilerleyip Nadir Şah'ın Revan'daki ordugahına hücum Osmanlılar, yapılan Revan Muharebesi'ni tam kazanmak üzereyken serdar-ı ekrem Yeğen Mehmet Paşa'nın beklenmedik ölümü ve Leventlerin hücumdan kaçınmaları ile kaybetmişlerdir. Nadir Şah Kars'a ilerlemiştir. Bu sırada Nadir Şah Osmanlı ordusunda serdar olan Nişancı Şehla Hacı Ahmed Paşa ile [[Bağdat valisi [[Ahmet Paşa]]'ya nameler göndererek istediği barış şartlarını açıklamıştır. Bunlar başında [[Caferil |
ik]] mezhebinin 5. mezhep olarak kabulü ve İran'lı Caferilik mezhebine mensup olan hacıların [[Mekke]]'de Kabe ziyaretlerinin resmen kabulü. Fakat İran'da çıkan isyanlar, ordusundaki hoşnutsuzluk dolayısıyla Nadir Şah'ın önce Saffaviye ricalini ve sonra kendine mensup kişileri öldürüp ortalığı kasıp kavurarak bir terör rejimi başlatması dolayısıyla Osmanlılar 1744 sonlarından itibaren üstünlük kazanmaya başlamışlardır. 8 Ocak 1746'da bir İran elçisi olan Fetih Ali Bey İstanbul'a gelerek barış müzakereletini başlatmıştır. Bu elçi İran'a Osmanlı elçisi Mustafa Nazif Efendi ile birlikte geri geri dönmüştür. [[4 Eylül]] [[1746]]'da İran'da [[Tahran]] ile [[Kazvin]] arasında bulunan Nadir Şah ordugahının bulunduğu Kerden mevkinde [[Kerden Antlaşması]] imzalanıp İran'la sulh temin edilmiştir.
I. Mahmut bu dönemde İstanbul'da imar işlerine girişmişti. Atmeydanı yakınlarında yaptırdığı Defterdarlık Binası 4 Aralık 1744'de hizmete açtı. Bir infilak dolayısıyla yanan Tersane'deki mühimmat deposu yeniden yapıldı. Yine Tersane'de bulunan çöp mahzeni restore edildi. Bakımsız bulunan Beykoz'daki Tokat Bahçesi ve Köşkü yeniden yaptırıldı. 1445'da yanan Rumelihisar'ıdaki Hacı Kemalledin Camii yenilendi. Tophanede yeni bir "Kebir Top Kearhanesi (Büyük Top Fabrikası)" yapılıp açıldı. Denize kazıklar çakılarak kıyı doldurularak Tophane Meydanı genişletildi. Ancak Padişah İstanbul'a yeni hanlar yapılmasını yasak etmişti. Fakat sadrazam, önce padişahtan izin alarak, Beyazıt'ta Vezneciler Kapısı'nda bir han yaptırmıştır
10 Ağustos 1746'da Seyyid Hasan Paşa narh işlerine yeterince ilgi göstermeyip İstanbul şehrinin ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız görüldüğü için sadrazamlıktan azledildi; yerine sadaret kethudası olan [[Tiryaki Hacı Mehmed Paşa]] sadrazam yapılmıştır. Bu azle asıl nedenin Seyyid Hasan Paşa'nın Vezneciler Kapısı'ndaki han yaptırması olduğu iddia edilmekte ve yasaklarına rağmen yapılan bu imar hareketine karşı kurnzazca davranan padişahın bu bina yapılması bitince sadrazamı azlettiği belirtilmektedir.
Seyyid Hasan Paşa azilden sonra, önce [[Rodos]]'a sürülmüştür. Mart 1747'de ise arpalık olarak İç-il sancağı (günümüzde [[Mersin]]) mutasarrıflığı verilmiştir. Kasım 1747'de [[Diyarbakır]] Valisi olan Ahmet Paşa Bağdat Valiliğine gönderilmiş ve onun yerin Seyyid Hasan Paşa Diyarbakır Eyalet valisi olarak tayin edilmiştir. Orada Aralık 1748'de hayatına gözlerini kapamıştır.
"Hâdikatü’l-Vüzera Zeyli" Seyyid Hasan Paşa'yı şöyle değerlendirmektedir:
safderun, halim, cömert, sadık, hayırsever, açık kalpli ve doğru olup, cehlinden başka ayıbı yoktu.
"İzzî Tarihi" de kendisini hem pâdişâha ve hem de halka sevdirdiğini, insaflı ve mutedil olduğunu ifade edilmektedir.
Şamdanızade'nin "Takvimu't-Tevarih Zeyli" kitabında,
ceheleden olmakla galetat ile meşhurdur ve kabaca latifeleri vardır.
denilmektedir. Aynı eserde Seyyid Hasan Paşa'hakkında şu latife verilmektedir:
Hasan Paşa birgün I. Mahmud'a :
- "Bana sevaptır dediler, bir mektep ile sebil yaptım, ana müsakkafat lâzim imiş, bir han yap dediler, sizin yasağınız varmış" demiş.
Buna karşı pâdışâh
- "Sana izin" diye müsaade etmesi üzerine :
- "Sevabı senin olsun" diye mukabelede bulunmuştur.
Pâdışâhin huzurundan dışarı çıkarken tekrar geriye dönüp :
- "Bana han yapmak üzere izin verdin ama tamam oluncaya kadar beni azletme" diyerek vaid almıştır.
Ama yine de daha külliyedeki hanının inşaatının yarısı bitmişken Seyyid Hasan Paşa sadrazamlıktan azledilmiştir. Yarım kalan han 1747'de Sultan I. Mahmud tarafından tamamlatılmış ve kendi vakfına alınmıştır. Ama yine de "Hasan Paşa Hanı" olan adı değiştirilmemiştir.
Seyyid Hasan Paşa tarafından Istanbul'da Beyazit yakininda Vezneciler'de bir medrese, han, [[sıbyan mektebi]], sebil, iki çeşme, fırın ve dükkânlar ihtiva eden iki grup binadan olusan Mimarbaşı Mustafa Ağa tarafından tasarlanip yapilan "Seyyid Hasan Pasa Kuliyesi" bulunmaktadir.
Zeyrek'te Voynuk Şücâ mescidi karşısında bir çeşmesi daha vardir. Molla Gürani tarafındaki Fenayi mescidine minber koydurmuştur. [[I. Süleyman|Kanunî Sultan Süleyman]] tarafından yaptırılmış olan Beykoz'la Anadolu Kavağı arasındaki bir tepede bulunan Tokat köşkü harap olduğundan, I. Mahmut emriyle 1746'de Seyyid Hasan Paşa tarafından tamir ettirilmiştir. Belgrat'ta da cami ve mektep yaptirmis oldugu belgelidir.
Seyyid Hasan Paşa'nın oğlu "Seyyid Mehmed Said Efendi" ilmiye sınıfından yetişerek İstanbul kadısı olmuş ve 1776'de vefat etmistir.
[[Kategori:Osmanlı sadrazamları]]
[[Kategori:1748 yılında ölenler]]
[[Kategori:Tokat doğumlular]]
[[Kategori:Doğum tarihi bilinmeyenler]]
[[Kategori:Diyarbakır'da ölenler]]
Tiryaki Hacı Mehmed Paşa
Tiryaki Hacı Mehmet Paşa (d. 1680? İstanbul - ö. 31 Temmuz 1751, Resmo, Girit) I. Mahmud saltanatında, 9 Ağustos 1746 - 24 Ağustos 1747 tarihleri arasında bir yıl on altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Babası yeniçeri ocağı mensubu İvaz Odabaşı'dır. Babası gibi o da yeniçeri ocağına yazıldı. Önce ağa kapıcılığına ve sonra da 1736'da başyazıcılığa terfi etti. O yıl ordu ile birlikte Babadağı'na gitti. Sefer sırasında sedarat kethüdası Osman Halis yanına girdi. Onun desteğiyle hacegan sınıfına girerek süvari mukabelçisi oldu. 1739'da mevküfatçı oldu. Sonra yeni Osmanlı-Avusturya sınırlarının tespiti ile görevlendirilen Kadı Numan Efendi'nin yanında 1741'e kadar Belgrat'ta çalıştı. 1741'de yeniçeri katibi görevi verildi ve 1743'de azledildi. 1744'de ikinci defa yeniçeri katipliği görevine getirildi. 25 Mart 1745'de tersane yangınından sonra yeni tersane yapılarını yapmak üzere tersane emini görevi verildi. Bu görevde gösterdiği başarı ile yeni tersane binalarının kısa bir zamanda yapılmasını sağlaması ile Sultan I. Mahmud'un ilgisini çekti. Temmuz 1746'da sedaret kethudalığına getirildi.
Sadrazam Seyyid Hasan Paşa'nın 10 Ağustos 1746'da narh işlerine yeterince ilgi göstermesi bahanesi ile sadarazamlıktan azledilmesi üzerine Tiryaki Hacı Mehmed Paşa sadrazamlığa getirildi. Sadrazamlığının ilk günlerinde yüksek devlet memurlerı ile saray erkanı arasında büyük bir tasfiye uyguladı ve kalanlar arasında da mevkiler değiştirdi. Sadrazamlığı başında 14 Eylül 1746'de Afşar Hanedanı'nın kurucusu İran Şahı Nadir Şah ile yapılan 1742-1746 Osmanlı-İran Savaşı'nı sona erdiren Kerden Antlaşması imzalandı. Diğer taraftan 18 Eylül 1739'da Avusturya ile imzalanmış olan Belgrad Antlaşması'nın yenilenme dönemi gelmişti ve bu antlaşma problem çıkmadan yenilendi. 1746'da İran elçisinin İstanbul'a gelmesi ve hemen arkasından Kırım Hanı Selim Giray'ın İstanbul'u ziyareti nedeniyle İstanbul'da karşılama merasimleri, resmikabuller ve ziyafetler düzenlendi. Sultan I. Mahmud yeni yatırımlarla Beşiktaş Sarayı'nı tevsi ettirerek genişletti; Yalı Köşkü'ne onarlattı ve oraya som gümüşten bir taht koydurdu. ve Hırka-i Saadet Odası için yeni kıymetli madelerden yapılmış eşya saklama kabları yaptırıldı. 1747'de Niş kalesi yeniçerileri ulufe almadıkları için ayaklandılar. 1645'de İran'la yapılan savaşta hasta olan serdar Yeğen Mehmet Paşa'nın komutalarını ve onun yerine gelen diğer alt komutanlarının emirlerini dinlemeyen ve böylece 21 Ağustos 1745'de yapılan Revan Muharebesi'nde galebe beklenirken büyük bir hezimet sonucuna neden olan levent birlikleri bu ihanetleri için Tiryaki Hacı Mehmet Paşa sadrazamlığı sırasında şiddetle cezalandırıldılar ve bundan sonra levent askeri ve birlikleri kullanılmamasına karar verildi ve levent olduğu bilinen askerlere ağır cezalar verildi.
Tiryaki Mehmed Paşa sadrazam iken çok sinirli ve haşin acayip uygulamalar yaptığı hikâyeleri İstanbul'a ve ülkeye yayıldı. Yaşlanan atını cezalandırmak isteyip hayvanı bir at değirmenine bağlattığı ve bunun hayvanlara uygun kalebendlik olduğu söylemesi bunlardan biridir. Uzun zamandır yeniçeri ocağıyla iş gören ve bu nedenle "Ocak Bezirganı" olarak bilinen tanınmış bir Yahudi sarraf olan David'i, ona eski kırgınlığı neddeniyle, hiç suçsuz yere boğdurup idam ettitrmişti. Huzuruna gelen gayrimüslim sarrafları, istediği şartlarla borç varmeyi kabul etmemeleri üzerine, büyük hakaretlerle huzurundan kovdurmuştu. 24 Ağustos 1746'da hırçınlığı ve şiddeti dolayısiyla Tiryaki Mehmet Paşa sadrazamlıktan azledildi.
Bu azili hemen takiben Rodos adasına kalebendlik sürgününe gönderildi. Sonra afedildi. Kasım 1747'de İçel valisi, Mart 1748'de Musul valisi ve Kasım 1748'da Bağdad valisi olarak tayin edildi. Fakat Bağdad valiliği görevinde de başarısız oldu. Bunu üzerine kendisine şeyhülharem eki ile Cidde valiliği verilmek istendi. Fakat Tiryaki Mehmed Paşa bu tayinleri kabul etmedi.
Bunu üzerine ceza olarak vezirlikleri alındı ve Resmo, Girit kalesine hapse gönderildi. Kısa bir müddet sonra 31 Temmuz 1651'de orada vefat etti.
Ölümünden sonra şanssız olduğu ifade edilir. Vefat ettiği gece Büyük Karaman'da bulunan konağı yanmış ve konağın kıymetli halı ve tefriş eşyaları kurtulamamıştı. İstanbul'a gönderilmek üzere bir gemiye yüklenen taşınabilir mücevherat ve diğer kıymetli eşyaları da bu geminin denizde iken kazaya uğrayıp batması ile kaybolmuştur.
Afyon kulladığı için "Tiryaki" lakabı verildiği belirtilir. Bu tiryakiliği ile bağlantılı olarak, zamanında içki, tütün, afyon ve her türlü muşkıratın çok ucuzlatılmış olduğu rivayet edilir.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
Şadâretten önce bulunduğu hizmetlerde başarılı olup şadâretten sonra bir işe yaramamıştır. Hırslı ve sertti.
Seyyid Abdullah Paşa
Boynueğri Seyyid Abdullah Paşa (ö. Mart 1761, Halep) I. Mahmud saltanatında, 24 Ağustos 1747 - 3 Ocak 1750 tarihleri arasında iki yıl dört ay on gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Doğum tarihi bilınmemektedir. Seyyid Hasan Paşa'in oğludur; babası "Kerküklü Firari" olarak da anılmaktadır. Enderun'da yetiştikten sonra önce silahsor olarak çıkma yapmış ve sonra sırasıyla kapıcıbaşı, kapıcılar kethüdası ve 1738'de de birinci imrahor görevlerini yapmıştır.
1745'de Kıbrıs Valisi olarak saray'dan çıkmıştır. Bu görevle birlikte kendine vezirlik de verilmiştir. Kasım 1746'da yıllık 120.000 |
kuruş malikane geliri ile Rakka valığine tayin olması kararı çıkmıştır. Fakat sonra bu görev verilmeyerek, Kıbrıs Valisi görevine devam etmesi uygun görülmüştür. Şubat 1747'de ise Aydın muhassalı görevine nakledilmiştir.
Sadrazam olan Tiryaki Hacı Mehmet Paşa hiddetli, şiddetli ve hiç tahmin edilemeyen hal ve tavrı dolayısıyla İstanbul'daki devlet ricali tarafından çok şikayete konu olmaktaydı. Bu durumun devlet işlerini aksattığı iddia edilmekteydi. Bu durum Sultan I. Mahmut'a kadar çıktığında padişah kızlar ağası'na danışmış ve onin tavsiyesi ile Seyyid Abdullah Paşa'yı sadrazamlığı tayin etmeye kara almıştı.
Bunun üzerine Aydın'a haber gönderilmiş ve Seyyid Abdullah Paşa'dan acele olarak İstanbul'a gelmesi için kendine gizli bir davet gönderilmiştir. Seyyid Abdullah Paşa 23 Ağustos 1747'de Fenerbahçe'ye erişip bunun haberini İstanbul'a ilettidiği zaman o sırada Beşiktaş'ta oturan I. Mahmut tarafından İstanbul'a hemen geçip Dolmabahçe yakınında olan Canibi Ali Efendi konağında kalmaya davet edilmiştir. Ertesi gün, 24 Ağustos günü Tiryaki Mehmet Paşa saraya davet edilip mühr-ü hümayun elinden alınmıştır ve yerine Seyyid Abdullah Paşa'ya sadrazamlık görevi verilmiştir.
Seyid Abdullah Paşa'nın iki yıl dört ay on gün süren sedrazamlık idaresi, özellikle eli açıklığı, dolayısıyla beğenilmiştir. Fakat hudut kalelerine ve vilayet ile sancak merkezlerine levazımın tedarik edilemesi şikayet konusu olmuştur. Bu nedenle bu bölgelerde nizam ve idare zorluğu ortaya çıkmıştır. 20 Ocak 1750'de Sardrazamının ikamet yeri olan Paşakapısı'na gönderilen bir hatt-ı huümayun ile bu nedenlerle sadrazamlıktan azledildiği kendine bildirilmiştir. Yerine Divitdar Mehmed Emin Paşa sadrazam tayin edilmiştir.
Seyyid Abdullah Paşa Ocak 1750'de azledilmesinden sonra Rodos adasına, önce kalebend olarak ama Şubat'tan sonra da adada ikamet etmesi şartıyla sürgüne gönderilmiştir. Mayıs 1750'de affedilip Karaman Eyaleti Valisi tayin edilmişse de daha yola çıkmadan Mısır Eyaleti Valiliği verilmiştir. Mısır'da 13 Subat 1753'e kadar kalmıştır ve o tarihte Halap Valisi olan Nişancı Şehla Hacı Ahmed Paşa görevde ölünce onun yerien Halep Eyaleti valisi olmuştur. 1756'da ise Rakka valisi olan Koca Ragıp Mehmet Paşa ile becayiş yapılıp Rakka valiliğine getirilmiştir. Ekim 1757'de ise Diyarbakır Vilayeti valiliğine naklolmuştur. Temmuz 1758'de Halep Valisi Muhsinzade Mehmet Paşa ile becayış yapılmış ve Seyyid Abdullah Paşa ikinci defa Halep valiliğine getirilmiştir.
Bu görevi yapmakta iken Seyyid Abdullah Paşa Mart 1761'de ölmüştür. Mezarı Ebubekir tekkesinde bulunmaktadır.
Sadrazam olduğu kısa dönemde halûk, insaflı, maarif-perver, eli açık olduğu için İstanbul'daki devlet ricali kendinden memnundu. Fakat hudud eyaletleri, sancak beylikleri, ve kalelerine levazım göndermemesi ile buralarda nizamın bozulmasına neden olmuştur. Valilik yaptığı yerlerde de yerli halka kendini sevdirmiş olduğu belirtilmektedir.
İstanbul'da Tavşantaşı'nda bir mektebi ile bir de çeşmesi vardır. Mekke ve Medine ahalisine sürre vakfı yapmıştır.
Süreyya Ayhan Kop
Süreyya Ayhan Kop (d. 6 Eylül 1978; Korgun, Çankırı), orta mesafede yarışmış eski Türk atlet. Dünya Atletizm Şampiyonası tarihinde finale kalan (2001), madalya kazanan (2003) ve Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda altın madalya kazanan (2002) ilk Türk atlettir.
İç Anadolu'nun Çankırı ili Korgun ilçesinde doğmasına rağmen babasının amatör atlet olması ve ona destek olması ile lise yıllarında atletizme başladı. 1992'de şimdiki eşi Yücel Kop ile tanıştı. O günden bu yana Kop'un antrenörlüğünde çalışmaktadır.
Liseden sonra Kahramanmaraş Spor Akademisi'ne başlayarak Kahramanmaraş'a gitti. Üniversitede okuduğu dönemde spora devam etmek ve antrenman yapmak konusunda zorluklar yaşadı. Bu dönemde Aksaray Belediyesi'nin destekleriyle çalışmalarını sürdürdü. Aksaray Belediye Spor Kulübü dışında MTA, Ankara ve Fenerbahçe kulüplerinde koştu. 1997 yılında Fenerbahçe ile ENKA arasında dört yüzücüye karşılık dört atlet takası sonucunda ENKA'ya transfer oldu .
Sidney'de düzenlenen 2000 Yaz Olimpiyatlarıda 1500 metrede yarı final koşarak Türkiye'de yaygın biçimde tanındı. Kanada'nın Edmonton kentinde düzenlenen 2001 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 1500 metre yarı finalinde ilk iki turunu önde götürdüğü koşuda Rumen Violeta Szekely'ye geçilerek 4.10.36'lık derecesiyle serisinde 2. olarak finale kaldı. Böylece finale kalarak Türk atletizminde bir ilki daha gerçekleştirdi. İki gün sonra yapılan final koşusunu 4.08.17'lik derecesiyle 12 atlet arasında 8. sırada tamamladı. Pekin'de düzenlenen 2001 Dünya Üniversite Yaz Oyunları'nda 1500 metrede birinciliği elde etti ve oyunlar tarihinde Türkiye’ye ilk altın madalyayı kazandırdı.
Münih'te düzenlenen 2002 Avrupa Atletizm Şampiyonası'nda, 11 Ağustos 2002'de koşulan 1500 metre finalinde, Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu Rumen atlet Gabriela Szabo ile son metrelerde girdiği zorlu mücadeleyi son anda kazanarak yarışın birinciliğini ve altın madalyayı elde etti. 3.58.79'luk derecesiyle Türkiye Rekoru kırıp bu dalda bu yılın dünyada en iyi derecesini elde eden Ayhan, böylece Türkiye'ye atletizmde Avrupa şampiyonalarında ilk altın madalyayı, Ruhi Sarıalp'den sonra da 2. madalyayı kazandırmış oldu.
2002 ve 2003 yılları boyunca bu mesafenin en iyi atleti olarak kabul edildi. 2002'de Avrupa'da yılın en başarılı kadın atleti seçildi.
Paris'te yapılan 2003 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda, 1500 metrede Rus atlet Tatyana Tomashova'nın ardından ikinci olarak gümüş madalya kazandı. Bu başarısıyla Türkiye'nin, Dünya Atletizm Şampiyonaları tarihindeki ilk madalyasını da elde etti.
Ayhan, halen 3:55.33 ile 1500 metre kadınlar Türkiye rekorunu elinde bulunduruyor.
2002'de elde ettiği Avrupa Şampiyonu unvanı ve her yarışma biraz daha geliştirdiği dereceler ile Türk basını ve otoriteler Süreyya Ayhan'dan 2003'te Paris'de düzenlenecek Dünya Atletizm Şampiyonası'nda altın madalya bekliyordu. 1993 yılında Pekin'de Çinli atlet Yunxia Qu tarafından kırılmış olan tartışmalı dünya rekorunu zorlaması bile beklentiler arasındaydı.
Ancak Ayhan için ilk büyük hayal kırıklığı 31 Ağustos 2003 günü Fransa Stadyumu'nda yaşandı. Rus atlet Tatyana Tomashova'nın atağına cevap veremeyerek gümüş madalyada kaldı. İlk defa bu kadar yaklaşan Dünya Şampiyonluğu için Süreyya Ayhan ve özellikle antrenörü Yücel Kop eleştirilere uğradı. Çift, düzenlenen basın toplantısında yarışın Ayhan'ın regl dönemine geldiğini açıklayınca tartışmalar büyüdü ve günlerce konuşuldu.
Ancak basında sporcu kimliğinden daha çok, antrenörü ile yaşadığı ilişki tartışılmaktaydı. Süreyya Ayhan'ın Yücel Kop ile tanıştığı dönemde küçük yaşta olması ve Kop'un evli ve çocuklu olması eleştirilerin temelini oluşturuyordu.
2004 yaz sonunda Atina'da düzenlenecek olimpiyatlar öncesi ülkenin madalya ümitlerinden biri de Süreyya Ayhan'dı. Özellikle o yıla kadar atletizmde sadece bir bronz madalya kazanmış bir ülke için bir kadın atletin mesafesinde en başarılı koşuculardan biri olması oldukça önemliydi. Ancak oyunlara az bir süre kala önce Süreyya Ayhan'ın Almanya'da yaptığı antrenmanlarda sakatlandığı ve oyunlara katılamayacağı açıklandı. Bir süre sonra Ayhan'ın oyunlar öncesi doping testi yapan yetkilileri engellediği rapor edildi. Test sonuçlarında temiz çıkmasına rağmen, görevini yapmaya çalışan görevliyi engellediği gerekçesiyle Ayhan'a ceza verildi. Olayda suçlanan Yücel Kop yaptığı açıklamada Ayhan'ın kesinlikle doping kullanmadığını, ancak erkek Uluslararası Anti Doping Kurumu (WADA) yetkilisinin idrar testi sırasında izinleri olmadan odaya girmeye çalıştığını ve kendisinin bu durumu engellediğini açıkladı.
2008 Olimpiyatları için hazırlıklarını ABD'de sürdüren Süreyya Ayhan'a yapılan doping kontrolü numunelerinde iki yasaklı madde tespit edildi. Daha önce de 2 yıl ceza almış olduğu için ömür boyu men cezası alması gündeme geldi.
25 Ocak 2008'de Türkiye Atletizm Federasyonu Ceza Kurulu, millî atlet Süreyya Ayhan Kop’a ömür boyu pistlerden men cezası verdi. Fakat Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Tahkim Kurulu, ömür boyu men cezası alan millî atlet Süreyya Ayhan'ın cezasını bozdu. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, cezasında indirime gitti ve cezasını 4 yıla indirdi. Kurulun, 4 yıllık cezanın 2 yılını millî sporcunun doping maddesi kullanması nedeniyle, diğer 2 yılını da yurt dışında doping yaptığı gerekçesiyle verdiği belirtildi. Bu cezaya Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi (CAS) nezdinde itirazda bulunan Ayhan'a, CAS tarafından (kural olarak ya onama ya iptal kararı verilmesi gerektiği halde) 10 Kasım 2009 tarihinde tekrar ömür boyu men cezası verildi. (Süreyya Ayhan Kop bu konuda CAS aleyhine AİHM'ne başvurmuştur. Sürecin sonunda başvuru haklı bulunursa ceza 4 yıla indirilecek ve 2013'te son bulacaktır.)
Divitdar Mehmed Emin Paşa
Divitdar Mehmet Emin Paşa (ö. Mayıs 1753, Fustat) I. Mahmud saltanatında, 3 Ocak 1750 - 1 Temmuz 1752 tarihleri arasında iki yıl dört ay on gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Doğum yeri ve tarihi hakkında belgeli kaynak bulunmamaktadır. Babası vezirlik rütbesi ile Basra valisi olan Aşçızade Mehmet Paşa idi. Babasına bu rütbe ve görev Basra Köfrezi'nde donanma kaptanlığı yapmakta iken Basra ve el-Kurne'yı hücumdan kurtarması nedeni ile verilmişti. İsminden ve kendinin ilmiye sınıfına ait olanların girdiği kariyere girmesinden de anlaşıldığı gibi, eğitimini iyi bir medresede yapmıştır. Eğitimini bitirdikten sonra Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tavsiyesi ile Divan-ı Humayın'da divitdarlık görevine atanmıştır. Bu görevde iken Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın çok yakın danışmanı ve damadı olan Kethüda Mehmet Paşa'ya yanında kapılanmış ve sonra onun kızı ile evlenmiştir. Sonra İstanbul mukataacığı muhasebeciliği görevini alıp "hacegan" sınıfına geçmiştir.
28 Eylül 1730'da başlayan Patrona Halil İsyanı sırasında 30 Eylül'de Topkapı Sarayı'nda yapılan toplantıda Zulali Hasan Efendi tarafından Sadrazam İbrahim Paşa'nın idam edilmesine önerisine uyularak ulemanın da fetvası alınarak Sadrazam İbrahim Paşa ve dama |
tları (bu arada Kethüda Mehmed Paşa) Kapılararası'nda boğdurulmuşlar ve cesetleri arabalarla sarydan cıkarılarak isyancılar tarafından İstanbul sokaklarında gezdirilerek hakaret edilmiştir. Bu nedenle bunların yakını olan Divitdar Mehmet Emin Efendi de epey müddet devlet hizmetinden uzak kalmıştır.
Patrona Halil'in ve hempalarının elmine edilmesi ile Divitdar Mehmet Emin şehremini, ruznamce-i evvel ve 1743 Ocak tevcihatında defter emini ve 1742 ve 1743 tevcihatlarında da yeniçeri efendisi ve 29 Aralık 1747'de sadrazam kethüdası olan Yusuf Efendi'nin yerine tersane emini olmuştur. 16 Eylül 1747'de ise vezir olan sadrazam kethüdası Yusuf Efendi'nin yerine Sadrazam kethüdası görevine terfi etmiştir ve bu görevde üç buçuk ay kethüdalık yapmıştır.
Tam 1 Ocak 1750'de Ayazama Kapısından başlayan ve Vefa semtine ve kadar 19 saat süren sayısız ev, konak ve ticarethanenin yanmasına neden olan yangından sorumlu tutulan sadrazam Boynueğri Seyyid Abdullah Paşa 2 Ocak 1750'da azledilince Divitdar Mehmed Emin Paşa'ya onun yerine sadrazamlık görevi verilmiştir. 1 Temmuz 1752 tarihine kadar yaklaşık iki buçuk yıl sadrazamlık görevi yapmıştır.
Divitdar Mehmet Paşa, haşin tabiatli olup devlet ricali ile iyi geçinemeyerek azarlama ile maiyyetini gücendirmek ve devlet işlerinin ahenk içinde yürümesine engel çıkartmakla hemen isim yapmıştır. Bu padişaha kadar erişip I. Mahmut, sözlü olarak sadrazamın kendisine bu haşin ve kırıcı hallerden vazgeçmesi için uyarmasına rağmen Sadrazamın tutumu pek yumuşamamıştır.
Divitdar Mehmet Emin Paşa'nın sadrazamlık döneminde İstanbul bir sıra afet geçirmiştir. Bu afteler dolayısıyla halk Divitdar Mehmet Emin Paşa'nın "uğursuz" olduğuna inandığı ve kendisine "düztaban" lakabı takıldığı belirtilmektedir:
31 Mart 1750'de bir yangın Kapalıçarşı içindeki Bitpazarı, Abacılar, Yorgancılar, Yağlıcılar ve Haffaflar sokaklarındaki dükkanları tamamen yakmış ve sadrazamın ikamet ve görev konağı olan Ağakapısı'da yanmıştır. Ağakapısı ve özel dükkanlar hazineden destek sağlanarak yeniden yapılmıştır.
21 Temmuz 1751'de Karaman Semtinde bir ekmek fırınında başlayan yangın Atpazarı, Kıztaşı, Yeniodalsr semtlerine rüzgar nedeniyle yayılmıştır. Bu yangında yeniçeri ve sekbanlara ait 162 orta kışlası yanıp sadece 11 kışla kurtarılmıştır. Etmeydanı'nda bulunan Orta Camii de tamamen yanmıştır. Yeni kışlaların yapılması için devlet hazinesi 689 kese altın tutan destek sağlamıştır.
4 Ağustos 1751'de çok şiddetli sağanak yağmur yağmış bu yağmurun tuzlu olduğu iddia edilmişitr. Ortaya çıkan seller özellikle köhne binaların çökmesine neden olmuştur. Taşan Kasımpaşa deresi yoldan birkaç kulaç yükselmiştir. 165 ev, 16 ekmek fırını ve 60 ticarethane yıkılmıştır.
Yine aynı ayda İstanbul'da halk diliyle "taun-u kebir" adı verilen kolera (ve belki de veba) salgını ortaya çıktı. İstanbul'da çok büyük sayıda kiși hayatını bu salgın hastalık sonucu kaybetti ve bazı hanelerde tüm ev halkı sırayla hayatlarını kaybettiler.
O yıl daha Kasım ayı başlamadan 25 Ekim 1751'de bir rüzgar fırtınası ile birlikte şiddetli kar yağışı ortaya çıktı. Şiddetli rüzgar şehirdeki çok büyük ağaçları devirdi. Topkapı Sarayı bahçesinde bulunan yüzlerce selvi ağacı yerle bir oldu. Fırtına dolayısıyla Karadeniz'de 2000 ve İzmit Körfezi'nde 42 ufaklı irili deniz vasıtası battı. Kar kalınlığı o kadar fazla idi ki köhne olan çatı ve damlar çöktū. Bu fırtına yıllarca "ağaç kıran fırtınası" olarak halk arasında hatırlandı.
Azledildikten sonra ortaya çıkan ve o zaman "Saray Ağaları Vakası" olarak adlandırılan siyasi skandala göre sadrazamın haşin ve kırıcı tutumundan aksi etkilen devlet ricali ve yüksek saray halkı kendisi aleyhinde devamlı I. Mahmud'u etkilemeye çalışmaktaydılar. Kızlar Ağası olan Beşir Ağa padişahı sadrazamı azletirmeye ikna edemeyince bir değişik komploya baş vurmuştur. Sık olan afetler dolayısıyla adı halk arasında "uğursuzluğu" ile adı çıkan Sadrazamın gerçekten "uğursuz" olduğuna dair inancı pekiştirmek için Yeniçeri Ağası olan Macar Hasan Paşa ile bir yeni komplo hazırlamıştır. Bunlar İstanbul'un çeşitli yerlerinde kasten yangın çıkartmak için anlaşmışlar ve bu anlaşmayı uygulamaya koyulmuşlardı. Sonradan yapılan soruşturmalardan öğerenildiğine göre çıkartılan bu yangınlardan birisinde Sadrazam'ın Suleymaniye semtinde bulunan şahsi konağı yanıp kül olmuştur. Sadrazam bunun nedeni için yaptığı soruşturmada Yeniçeri Ağasına sordugu "neden yangın çıktı?" sorusuna aldığı yanıt "Elimizden bu kadarı gelir!" olmuştu. Bütün bunlar Divitdar Mehmet Emin Paşa sadrazamlıktan azledikten sonra yapılan soruşturmalar sonucu ortaya çıkmıştır ve yeniçeri ağası azledilip sürgüne gönderilmiştir.
Bu sırada padişah I. Mahmud ortaya çıkan afetlerden, halkın bunların nedeninin sadrazamın "uğursuzluğu"'na bağlamasından, sadrazamının devlet ricaline karşı şiddet tutumunu dağıştirmeyip bir yangın sırasında halkın önünde yeniçeri ağasını azarlayıp ona hakaret etmesinden ve gerçekten veya kasıtlı olarak, devlet ricalının sadrazamın tutumundan şikayetçi olmasından etkilenmiş ve sadrazamı azletmeye karar vermiştir.
2 Temmuz 1752 de Babıâli'de Sadrazam'ın tertip ettiği ulufe töreni ile kapıkulu süvarilerinin maaşlarını dağıttığı sırada kapıcılar kethüdası sadrazama bir hatt-ı humâyunla getirip kendisinden mühr-i hümayunu almıştır. Ulufe töreni bozulmayarak maaş dağıtımına defterdarın devam etmesi iradesini de ona tebliğ etmiştir. Sonra kapıcılar kethüdası Divitdar Mehmet Emin Paşa ile birlikte saraya gitmiş ve sabık sadrazam Balıkhane mahbesinde tutuklanmıştır.
Divitdar Mehmet Paşa, ssonra Girit'de Resmo'ya sürgüne gönderilmiştir. Sonra affedilip Şubat 1753'te kasabasında ikamete memur edilmiş ve 1753 Şubat'ta Boynueğri Seyyid Abdullah Paşa'nın yerine Mısır eyaleti valiliği görevine tayin edilmiştir. Fakat Mayıs 1753'te Kahire'ye eriştiği günlerde bilinmeyen bir nedenle beklenmedik bir anda vefat etmiştir.
Fustat'da el-Mukattam dağının eteğinde bulunan İmam-ı Şafii hatiresine gömülmüştür.
Uzunçarsılı'ya göre iyi bilgili ve gayet tedbirli kararlar alan bir sadrazam idi.
İzzi tarihindeki değerlendirme ise onu
geçimsiz, hiddetli, kalb kırıcı
olarak nitelendirmektedir.
Hâdikatü'l-Vüzera zeyli değerlendirmeye göre
gür sakallı, maarife aşina, müdebbir, vakur ve fevkalâde cömert olduğunu, fakat sadaretinde selefleri gibi müstakil olmadığından iş göremediği
kaydetmektedir. Bundan dolayı devamlı hiddetli ve asabı olduğu çıkartılmaktadır.
Şamdanîzâde, yeniçeri ağasıyla arasının açık olmasından dolayı ağanın sık sık yangınlar çıkarmasının uğursuzluğuna hamledilmek suretiyle azledildiğini beyan etmektedir.
1752'de Divitdar Mehmet Paşa Boğaziçi'nde Küçüksu Mesiresinde Küçüksu Kasrı denilen bir kasır, havuz ve gezinti köprüsü yaptırmıştır. Bu kasrın açılması ilkbaharda köşkün bahçesinde verilen bir ziyaret ile açılmıştır. Bu açılma töreni ve şöleninde 40-50 şair "Nüzhet-ge-i-safa" adı verilen bu mevkii için yazdıkları kasideleri okumuşlardır.
Divitdar Mehmed Paşa, kayınbabası olan ve Patrona Halil isyanında idam edilip isyancıların büyük hakaretlerle şehir içinde cesedini gezdirdikleri Kethüda Mehmed Paşa'nın Süleymaniye'deki konağının bahçesinde metruk olan mezarını ortaya çıkartmış ve bunun yanına bir sebil ile bir de çeşme yaptırmıştır.
Boğaziçi'nde Kandıllı deniz kıyısında merdivenli sokağın alt başındaki bulunan çeşmenin kitabesi bu çeşmenin Divitdar Mehmet Paşa tarafından yaptırıldığına işaret etmektedir. Fakat bu kitabede çeşmenin yapılma tarihinin 1765 olarak gösterilmesi ve Divitdar Mehmet Paşa ölümü 1753 olduğuna göre, bu kitabe bir problem ortaya çıkartmaktadır.
Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa
Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa (ö. Nisan 1765, Midilli), I. Mahmud, III. Osman ve III. Mustafa saltanat donemlerinde 1 Temmuz 1752 - 16 Şubat 1755, 30 Nisan 1756 - 3 Aralık 1756 ve 29 Eylül 1763 - 30 Mart 1765 arasında üç kez sadrazamlık yapmış olan bir Osmanlı devlet adamıdır.
Çorlulu Ali Paşa kethudalığından vezir olan Sofi Abdurrahman Paşa'nın oğludur. İyi eğitim görerek yetişti ve Damat İbrahim Paşa'nın aracılığı ile hassa silâhsoru oldu; kendisine verilen işleri başarmasından dolayı kapıcıbaşılık rütbesiyle yükseltildi; Ramazan sonlarında Ekim 174'de ikinci imrahor olup 7 Kasım 1749'da birinci imrahor Durak Bey'in vezirlikle kaptan Paşa olması üzerine onun yerine birinci imrahorluğa getirildi.
Sadrazam Divittar Mehmet Paşa'nın azli gerekince Darüssaade ağası Beşir Ağa'nın 1 Temmuz 1752'de tavsiyesiyle ilk kez Bahir Mustafa Bey sadrâzam oldu. Sadarazamlığı sırasında kendisini sadarete tavsiye eden kızlar ağası Beşir Ağa idam edilmişti. Bu nedenle bundan sonra saray Darüşsaade ağalarının perde arkasından devlet işlerine ve sadrazamların bağımsızlıklarına müdahaleleri görülmedi. Bahir Mustafa Paşa I. Mahmut'un ölümüne kadar bağımsız olarak iş gördü. Sadrazam iken 14 Aralık 1754'de I. Mahmud'un ölümü üzerine yerine en yaşlı hanedan üyesi olan kardeşi III. Osman hükümdar oldu. III. Osman tecrübesiz ve kararsız bir hükümdardı. Saltanata geçmesinden iki buçuk ay geçmeden sadrazamın saraya yakın bazı aleyhtarlarının telkinleri dolayısıyla 17 Şubat 1755'de Bahir Mustafa Paşa'yı sadaretten azletti. Yerine Anadolu valisi olan Hekimoğlu Ali Paşa, üçüncü kez sadrazam olarak atandı.
Bahir Mustafa Paşa önce Midilli'ye sürgüne gönderildi ise de çok geçmeden 8 Haziran 1755'de affolunarak Mora muhassallığı görevi verildi.
1 Nişan 1756'da Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa'nın sadaretten azil edildi ve yerine Bahir Mustafa Paşa ikinci kez sadrazam tayin edildi. Sık sık sadrazam değiştiren III. Osman, Bahir Mustafa Paşa'yı bu defa dokuz buçuk ay sadarette bıraktı ve 16 Ocak 1756'da onu sadaretten azletti. Azledildiği zaman, malları müsadere edilmeden, Rodos adasına sürgüne gönderildi. Bahir Mustafa Paşa'nın yerine, iktidar ve yeteneklerinden bahis ile Şam valiliğine tavsiye ettirmiş olduğu, Halep valisi Koca Ragıp Mehmet Paşa getirildi.
Fransa elçisi Vergennes (Verjen) hatıralarında Bahir Mustafa Paşa'nın azli sebebinin bilinmediğini ve Babıâlı'ye gelen hattı hü |
mayunda, ihmalkarlığından şikayet edildiğini yazmıştır. Fransa elçisi, Şehzade Mehmed'in ölümünden beri sadrazamın gayet metin göründüğünü beyan etmektedir. Bu biraz kapalı olan diplomatik bir ifadedir. Bu ifadenin bir tefsirine göre, Fransız elçisinin, sadrazamın azil edilmesinin olasılıkla şehzadenin ölümü dolayısıyla halkın gösterdiği infial gösterilerinden de ortaya çıktığını ima ettiği düşünülmektedir. Diğer taraftan da bir sadrazamın azil edildiği zaman genellikle mallarının müsadere edilerek devletçe alınması olağan olduğu için Bahir Mustafa'nın mallarının müsadere edilmemesinin de dikkati çekmiştir.
Yeni sadrazam Koca Ragıp Paşa, Şam valiliğine gönderilmesi sırasında kendisi hakkında padişaha güzel tavsiyede bulunmuş olan Bahir Mustafa Paşa'nın sürgünde kalmasını istememekteydi. Onu bir fermanla taltif ettirdikten sonra bir memuriyete tayin kılınacağını müjdeledi ve bundan başka sürgün yerini de Midilli'ye naklettirdi. Bahir Mustafa Paşa Ağustos 1757'de ise Eğriboz adası muhafızlığı ile Karlıeli sancağına tayin ettirdi.
30 Ekim 1757'de III. Osman oldu ve padişahlığa bir takım ilaçlarla kendisini zehirlenmekten koruyan Şehzade Mehmed'in kardeşi III. Mustafa geçti.
Bahir Mustafa Paşa'ya 11 Haziran 1758'de Mısır valiliği görevi verildi. Haziran 1760'de işe oradan azlolunarak Cidde valisi olarak atandı. Fakat Bahir Mustafa Paşa bu göreve gitmek istemeyerek Mısır'da oturmayı tercih etti. Ocak 1762'de ise Halep valiliğine tayin edildiği ilan edildi. Fakat katledileceğinden korkan Bahir Mustafa Paşa Halep'e de gitmeyip Mısır'da Bulak mevkiine çekildi. Haziran 1762'de kendisine teminatı havi bir ferman gönderildi ve aynı zamanda, Mısır defterdarını yerini bırakarak, çöl ağzında bulunan stratejik önemi olan Halep'e hemen hareket etmesi emredildi.
Bahir Mustafa Paşa'yı idam edilmek için vesile sayılabilecek diye korktuğu sadaret icraatı, büyük olasılıkla III. Osman'ın emriyle boğdurulan Şehzade Mehmet'in katline muvafakat etmiş olmasıdır. III. Osman, şehzadelerin büyüklerinin katilleri için bazı sadrazamları yoklamış olduğu ve bu arada Hekimoğlu Ali Paşa'ya da bu fikrini söylemiş olduğu ama onun her şeyi göze alarak bu teklifi reddetmiş olduğu İstanbul politik çevrelerinde çok kişi tarafından bilinmekteydi. II. Osman bu tip bir teklifi ikinci sadaretinde Bahir Mustafa Paşa'ya da yapmıştı. O da bu teklife muvafakat vermiş ve sonucunda şehzadelerin en büyüğü olan 42 yaşında bulunan ve güzide bir şehzade olan III. Ahmet'in oğlu Mehmed siyaset edilip öldürülmüştü. Bahir Mustafa Paşa'nın Mısır'dan Cidde'ye naklinde kendisine gönderilen fermanda görüldüğü gibi onun vesveseye kapılıp oradan ayrılmaması ve Halep'e naklinde de aynı suretle korkması Şehzade Mehmet'in ölümüyle ilgili olduğu bazı kaynaklar tarafından belirtilmiştir. Bunlar arasında Fransa elçisinin de kaydı ve "Hadikatü'l-Vüzera" zeyli'nde Bahir Mustafa Paşa'nın biyografisi içinde bulunan bir birkaç cümle sadrazam hakkındaki şüpheleri ifade eden kaynaklardır. Eğer bu gerçekse, III. Osman'dan sonra tahta geçen III. Mustafa'nın kardeşi Şehzade Mehmed'in ölümünde rolü olan Bahir Mustafa Paşa'dan bu suretle öç almak istemesi olası görülmektedir.
Bahir Mustafa Paşa 1 Kasım 1763 de Tevkii Hamza Hamit Paşa'nın yerine üçüncü defa sadrazam olarak görevlendirildi. Halep'den gelerek mühr-i humâyünü aldı. Daha sonra da III. Mustafa'nın kızı Şah Sultan'a namzet oldu.
Bahir Mustafa Paşa bu son sadaretinde kendisinin paraya düşkünlüğü yaygın şikayet konusu oldu. Vezir-i âzamların haşlarından olan Kıbrıs varidatına zam yaparak oranın karışıklığına sebep olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca gerek İstanbul'da ve gerek taşra eyaletlerinde birer vesile ile suçlandırma suretiyle paralar aldığı ve bu paraları bazı binalara sarf ettiği söylentileri çok yaygınlaşmıştı. Bu haberler III. Mustafa'ya erişince padişah bu durumu teftiş ettirdi. Sadrazamın bu icraatları ortaya çıktığı zaman III. Mustafa kapalı ve gayet nazik bir surette kendisini ikaz ve tenbih etti. Diğer taraftan Bahir Mustafa Paşa çeşitli bahaneler bularak yaptıklarını saklamak istedi. Sadrazamın makamını üçüncü kez işgalini onu çekemeyenlerin tesirleriyle 30 Mart 1765 de mühr-i humâyün Bahir Mustafa Paşa'dan alındı. Paşa iki gün sarayda hapis edilip ve sorgulamaya tutuldu. Sonra da Midilli adasına sürgün edildi. Yerine Muhsinzâde Mehmet Paşa sadrazam oldu.
Kendisinden mühür alındıktan sonra azli ile yetinilmesi uygun iken İstanbul'dan uzaklaştıktan sonra da saraya onun aleyhinde şikayetler yağdırılması sona ermedi. Bunlardan aksi olarak etkilenen III. Mustafa sabık sadrazamın arkasından kendisini Midilli'ye götürmeye memur Kelleci Osman Ağa'ya bir bostancı hasekisi ile gizlice bir hatt-ı humayun gönderip onun idam edilmesini emretti. Nisan 1765'de Midilli'de boğularak kesik başı İstanbul'a getirilip teşhir edildi. Kesik başı sonra Otakçılar tarafında yaptırmış olduğu Nakşibendi tekkesine gömüldü.
Hâdikatü'l-Vüzera zeyline göre Bahir Mustafa Paşa
kararsız, cesur, hasut, hiyle ve hüd'aya mail idi.
Bahir Mustafa Paşa yukarıda adı geçen, Nakşibendi tekkesini birinci sadareti esnasında ve 1752 senesinde yaptırtmıştır. Ayni donemde yanmış olan bazı mescitleri de tamir ettirmiştir. Yeraltı Camii'nde bulunan ve Bizans İstanbul'u kuşatmak için gelen ve burada öldükleri rivayet edilen üç kisinin mezarları da meydana çıkarttırarak burasını cami haline koydurmuştur.
Bahir Mustafa Paşa'nın nazımla da ilgisi vardı.
Naili Abdullah Paşa
Naili Abdullah Paşa, (d. İstanbul - ö. 1758 Medine) III. Osman saltanatında 18 Mayıs 1755 - 24 Ağustos 1755 tarihleri arasında üç ay yedi gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Osmanlı devlet teşrifatını düzenleyip birleştirmiştir.
İstanbul'da doğdu. Babası Hotin ağalığından emekli olan Halil Ağa idi. İyi bir medrese eğitiminden sonra 1713'te Divan-ı Humayun kalemine mülazım olarak girdi. 1730'da beylikçi kesedarı oldu. 1735-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı'ında 1736'da Rusya'ya karşı seferde Babadağ ordugahında iken beylikçi oldu. Sonra doğuda 1735-1736 Osmanlı-İran Savaşı'na katılıp rikap beylikçiliğine terfi ettirildi. 1737'de "teşrifatçılık" görevi verildi. O zaman kadar teşrifatçılık çok dağınık ve çok karışık durumda idi. Sultan I. Mahmut emrine uyarak teşrifat kurallarını düzenleyip birleştirdi. 1743'te kendisine teşrifatçılık ile birlikte beylikçilik de verildi. 1747'de reis-ül küttab görevine getirildi.
19 Mart 1755'te Hekimoğlu Ali Paşa'nın sadrazamlıktan azledilmesinden Silahdar Bıyıklı Ali Ağa'nın Sultan III. Osman'a tavsiyesi ile Sadrazam oldu.
Sadrazamlığı döneminde Temmuz 1755'te Kadırga Limanı'nda 20 saat süren bir yangın çıktı. Bu sırada vezirlik verilen Bıyıklı Ali Paşa sadrazamlık için sanki sırada beklemekteydi. Devlet ricali arasında bu kişinin "sakalı çıkıp sadrazamlığa uygun olmasına kadar" sıra beklediği alayı şehirde yayıldı. 24 Ağustos 1755'te Abdullah Naili Paşa sadrazamlıktan azledilip Bıyıklı Ali Paşa sadrazam olduğunda Abdullah Naili Paşa'nın bu alayı ima ederek "Sadr-i sadarette hülle oldu" dediği belirtilmiştir.
Sadrazamlıktan azledildikten sonra Sakız Adası'na sürgüne gönderildi. Fakat kısa bir müddet sonra affedildi ve Girit valiliğine atandı. 1758'de kendi isteği ile Cidde valiliğine gönderildi. Bu görevde iken 1758'de hac ifa etmekte iken Medine'ye giderken hastalanıp yolda vefat etti. Mezarı Medine'dedir.
Abdullah Naili Paşa'nın şu eserleri bulunmaktadır;
Silahdar Bıyıklı Ali Paşa
Silahdar Bıyıklı Ali Paşa (ö. 25 Ekim 1755, İstanbul) III. Osman saltanatında 24 Ağustos 1755 - 25 Ekim 1755 tarihleri arasında iki ay iki gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
İstanbullu olup fakir bir ailedendir. Babası öldükten sonra Büyük Ayasofya evkafı kâtibi Mehmet Efendi tarafından himaye edilmiş; tenasübü endamı ve sesinin güzel olmasıyla sarayda kiler odasına alınarak Darüssaade ağası Hacı Beşir Ağa'ya müezzin olmuştu. Hacı Beşir Ağa, vefatından evvel I. Mahmud'a rica ettiğinden Ali müezzinbaşılık ile hasodaya alınmış ve burada yükselerek 1751 yılında silahdar olmuştur.
Ali Ağa'nın nüfuzunu göstermesi III. Osman zamanında başlamış, devlet işlerini saraydan idareye kalkarak sadrâzamların nüfuzunu hiçe indirmiştir. III. Osman Hekimoğlu Ali Paşa'nın azli üzerine Ali Ağa'yı sadrâzam yapmak istedi fakat henüz sakalı olmadığını ve umuru sadarete vukufsuzluğunu düşünerek sadareti Naili Abdullah Paşa'ya verip bunu da sadarete aday olmak üzere vezirlikle nişancı tayin ederek geliri çok olan Aydın muhassallığını verdiği gibi Muhsinzâde sarayını da kendisine döşettirdi.
Naili Abdullah Paşa'nın azli üzerine 24 Ağustos 1755'te Silahdar Bıyıklı Ali Paşa vezir-i âzam oldu. Silahdar Bıyıklı Ali Paşa'nın sadareti altmış üç gün sürdü. Enderun halkından bazılarının bizzat pâdişâhtan duyduklarına göre yalan söylemesi yolsuzluğa ve rüşvetçiliğe kalkışması sebebiyle 25 Ekim 1755'te azil ve sarayın orta kapısına hapsedilerek derhal idam ettirildi. Katlinden iki saat sonra Sultan Osman, acele edip öldürdüğüne pişman olmuştur.
Mezarı Üsküdar'da Seyyid Ahmed Deresi'ndedir.
Şamdanizâde Müriü't-Tevarih isimli eserinde Silâhdar Ali Paşa'nın III. Osman üzerinde etkili olduğunu ve Köse Bahir Mustafa Paşa'yı azlettirerek Hekimoğlu Ali Paşa'yı sadarete sevkettiğini ve türlü türlü iftiralarla onu da azil ve sürgün ettirip Naili Abdullah Paşa'yı da atlattıktan sonra sadarete geldiğini beyan ederek pâdişâhın Hekimoğlu ve Naili Abdullah Paşalar hakkında Bıyıklı Ali Paşa'nın yapmış olduğu iftiralara vakıf olarak kendisini azl ve kati ile Hekimoğlu Ali Paşa'yı Mısır valisi yaptığını yazmaktadır.
Vakanüvis Vasıf, Silahdar Bıyıklı Ali Paşa'yı değerlendirmesinde, onun
gösterişli mehib tenasüb-i endam sahibi olduğunu beyan ile kibir ve gururunu ve garezkârlığını olduğunu...ve ... bir hayırsever tarafından iyi yola sevk edilse idi kendisinden istifade olunacak kabiliyette olduğunu
söylemektedir.
Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa
Yirmisekizzade Mehmet Said Paşa veya diğer tanınan adıyla Mehmed Said Efendi (ö. Ekim 1761), III. Osman saltanatında 25 Ekim 1755 - 1 |
Nisan 1756 tarihleri arasında beş ay yedi gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
III. Ahmed saltanatında elçilik göreviyle Fransa'ya gönderilmiş olan ve Paris Sefaretnamesi'nin yazarı Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğludur. Kendi kariyerinde de elçilik görevleri ön plana çıkmıştır.
Babası ile Paris'ten dönüşlerinde hâcegân sınıfına terfi ettirilerek sipahi ve silahtar kâtibi olmuştur. I. Mahmud'un tahta çıkışıyla saltanat değişimini Rus çariçesine bildirmek için 1730 Eylül sonunda şıkk-ı sâlis defterdarı ünvanıyla Petersburg'a gönderilmiş, Kasım 1732'de de padişahın tahta çıkışını tebrik için gelen Şerbatof'a karşı fevkalâde elçi olarak önce Rusya'ya, oradan da 17. yüzyıl başında Osmanlı Devleti'ne sığınmış olan İsveç Kralı Demirbaş Şarl'ın taktığı borçları tahsil için sefaretle İsveç'e gitmiştir. Bu alacak ancak yüzyılın sonlarına doğru İsveç'in borç karşılığı gemi vermesiyle tahsil edilebilmiştir.
1735-1739 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde, Avusturya aracılığıyla savaşı önlemek için yapılan Niyemirav müzakerelerinde reisül-küttab Mustafa, Ruznamçe-i evvel Ümnî, sadaret mektupçusu Ragıp Efendi'lerle birlikte silahtar katibi sıfatıyla yer almıştır. 1739 Belgrad Antlaşması sonrasında Avusturya ile hudut müzakerelerini iki yıl yürüten Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa, İstanbul'a dönüşü sonrasında, Haziran 1741'de nâme-i hümâyun ve Rumeli beylerbeyi pâyesiyle, babası gibi elçilikle Paris'e gönderildi. Amaç, Rusların Belgrad Anlaşması'na riayet etmemelerinden dolayı I. Mahmud'un şikayetlerini, antlaşma hükümlerinin tatbikinin sorumluluğunu üzerine almış olan XV. Louis'ye şifahen iletmekti.
1742 Ekim'inde İstanbul'a döndü ve aynı yıl Aralık ayında nişancı oldu. 1744 Şubat ayında Mısır'da ümera arasındaki anlaşmazlıkları araştırmak ve soruşturmak Mısır'a gönderildi. Kasım 1745'te defter emini oldu, Tiryaki Hacı Mehmed Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesi üzerine Ağustos 1746'da onun yerine kethüda tayin edildi. Sadrazamın sert tabiatı ve aralarındaki fikir ayrılıkları nedeniyle geçinemediklerinden dolayı Mart 1747'de de kendi isteğiyle tekrar defter eminliğine tenzil edildi, ve Eylül 1748'de ikinci defa nişancı oldu. Ağustos 1750'de Divitdar Mehmed Emin Paşa'nın sadrazam olması üzerine aynı tarihte ikinci defa sadrazam kethüdası oldu. Fakat iki buçuk ay sonra azlolunarak ve evinde bile oturmasına müsaade edilmeyerek Hicaz'a gitmesi emrolunup Mısır'a gönderilmek istendi ve Gelibolu'ya kadar yollandı ise de sonra vazgeçildi ve bir müddet Gelibolu'da bırakılarak, ardından 4 Haziran 1750 tarihli bir fermanla İstanbul'a davet edildi ve üçüncü defa nişancı oldu.
Ağustos 1752'de nişancılıktan ayrılmış ise de bir yıl sonra dördüncü defa nişancı olmuştur. Ağustos 1755'te de üçüncü defa sadrazam kethüdalığına getirilmiştir.
Sadrazam Silahdar Bıyıklı Ali Paşa'nın zamanında bu görevi yürüten Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa, Bıyıklı Ali Paşa'nın idam edilmesi üzerine 25 Ekim 1755'te sadrazam tayin edilmiştir. Ancak sadrazamlığı Beş ay kadar kısa bir süre devam etmiştir. Kararsız ve şüpheci bir tabiatı olan III. Osman tarafından azledilerek, öldürülmeyeceğine dair kendisine emniyet gelmek için oğlu Yirmisekizzade Mesud Bey mübaşir tayin edilerek, İstanköy adasına sürgün edilmiş, malları da müsadere edilmemiştir. Yerine ikinci defa Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa tayin edildi.
Sait Mehmet Paşa, daha sonra Hanya sancağına ve Nisan 1757'de Mısır valiliğine tayin edildi. Haziran 1758'de bu görevini de Köse Bahir Mustafa Paşa'ya bırakarak, Ocak 1759'da Adana valisi olmuş, Temmuz 1760'ta bir fermanla Beyşehir sancağı da dahil edilerek büyütülen Karaman (Konya) valiliğine getirilmiştir.
Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa, 1761'de Maraş valiliğine tayin edilmiş, aynı yılın Ekim ayında orada ölmüştür.
Mason olan ilk Türk olarak kabul edilir.
Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa, değerli, bilgili, girişken, devlet işlerine ve siyasi vaziyete ve Avrupa ahvaline vakıf, tecrübeli veve ikna kuvvetine sahip bir vezirdi. Babasının 1720'deki Fransa elçiliğinden dönüşte İbrahim Müteferrika ile birlikte Türkiye'de ilk matbaanın açılmasında büyük rolü olmuştur. Kendisi de, Rusya, İsveç ve Fransa'ya elçilikle gönderilerek görevlerini iyi bir şekilde yürütmüştür. Ayrıca bir tıp ders kitabı ve İsveç Sefaretnamesi yazmıştır.
İsveçli ressam Georg Engelhard Schröder tarafından 18. yüzyılda, Stockholm'de çizilen yağlıboya tabloda Yirmisekizzade Mehmed Said Paşa; pencere önünde ayakta mavi düz kaftanı ve kavuğuyla resmedilmiş olup, yanında bir köpek bulunmaktadır.
İsveçli ressam Georg Engelhard Schröder tarafından 1733 yılında tuval üzerine yağlıboya tekniği ile yapılan tabloda; on dört kişilik maiyeti ve bir köpekle birlikte betimlenmektedir.
Koca Mehmed Ragıp Paşa
Koca Ragıp Paşa, (d. 1698, İstanbul – ö. 1763, İstanbul) - Osmanlı devlet adamı, diplomat, şair, kütüphaneci, çevirmen. III. Osman ve III. Mustafa saltanatında 11 Ocak 1757 - 8 Nisan 1763 tarihleri arasında altı yıl iki ay yirmi sekiz gün sadrazamlık yapmış bir devlet adamıdır. Şair kişiliği ile tanınır.
1698 yılında İstanbul'da doğdu. Babası defterhane kâtibi Şevki Mustafa Efendiydi. Küçük yaşta babasının yanında Doğu dillerini öğrendi, iyi bir öğrenim gördü. Bağdat defterdarlığı, sadaret mektupçuluğu gibi memurluklarda bulundu, bilim, edebiyat ve idare işlerinde gösterdiği başarı, Bağdat valisi Ahmet Paşanın takdirini kazandı; vali için yazdığı kaside de para bağışı ile mükafatlandırıldı.
1739`da Rusya ile imzalanan Belgrad Antlaşması'nın Osmanlılar lehine hükümler içermesinde etkisi oldu. Bu başarısı üzerine 1740'ta Reisülküttaplığa (bugünkü Dışişleri Bakanlığı), 1743'te vezirlik rütbesi ile Mısır valiliğine atandı. Mısır valiliğinin uzamasından sıkılıp Anadolu taraflarına gelmek isteyince bir kıta kaleme alarak isteğini İstanbul'a iletti. 1748’de Kubbe veziri olarak İstanbul’a çağrıldı ve ardından; Aydın muhasıllığı ile görevlendirildi. Sayda (1750), Rakka, Halep (1755) valiliklerinde bulundu. Bir okuma tutkunu olan Koca Ragıp Paşa, valiliklerinde bulunduğu yerlerden yazma eserler topladı.
1757 yılı Ocak ayında Osmanlı padişahı III. Osman'ın sadrazamı olarak sadarete geldi. Sultan Üçüncü Mustafa zamanında da sadrazamlığa devam etti. Vilayetlerde asayişin korunması, maliyenin düzeltilmesi, askerin disiplinli eğitimi, savaş gemileri yapımı, Laleli Camii inşası, Koca Ragıp Paşa sadrazamlığı sırasında gerçekleşti. Avrupa Devletleri arasındaki Yedi Yıl Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ni savaşın dışında tuttu.
1758 yılında III. Mustafa'nın dul kız kardeşi Saliha Sultan ile evlendi; bu onun üçüncü evliliği idi; daha önceki evliliklerinden iki kızı vardı.
III. Mustafa’nın İstanbul'da başlattığı imar hareketine katıldı ve Koska’da (Laleli) kütüphane, çeşme, mektep yaptırdı. Kendi servetini kültür yatırımlarına harcamak istiyordu. Daha önce vali olarak bulunduğu yerlerde yaptığı gibi İstanbul kütüphanelerinden de yazma eserler topladı. Bilim adamlarının övgü ile bahsettiği bir kütüphane yarattı.
Devlet adamlığını ve edebi kişiliğini bir arada yürüten Koca Ragıp Paşa, üç dilde şiirler yazdı. Şiirleri hikmet (felsefe) ağırlıklı idi. 18. yüzyıl divan şiirinin beli başlı temsilcileri arasında yer aldı. Fıtnat Hanım ve koruyucusu olduğu şair Haşmet ile türlü şakaları günümüze kadar fıkra olarak anlatılageldi.. Yaşarken şiirlerini toplayamamış ancak ölümünden sonra (1836, 1859) şiirleri düzenli bir divan halinde toplanmıştır.
Koca Ragıp Paşa'nın günümüze kadar gelen ve İstanbul kütüphanelerinin bazılarında asılları bulunan diğer eserleri ise “"Münşead Mecmua"”, “"Tahrik ve Tevfik"” (I. Mahmut ile Nadir Şah arasındaki yazışmaları ve elçiler arasındaki görüşmeleri içerir), “"Safinat al Ragıp"” (Arapça muhezarat kitabı) 'tır.
Sadrazamlığının son yıllarında rahatsızlandığında 1763 yılında yerine Tevkii Hamza Hamid Paşa atandı. 8 Nisan 1763'te hayatını kaybeden Koca Ragıp Paşa, İstanbul Koska'da kendi adını taşıyan kütüphanenin yanında gömülüdür.
Nedim ve Şeyh Galip’ten sonra 18. Yüzyıl Osmanlı şiirinin en önemli temsilcilerinden birisi kabul edilir. ""Merd i kıpti şecaatin arzederken sirkatin söyler (Çingene erkeği yiğitliğini anlatırken hırsızlığını söyler)"" beyti darb-ı mesel olmuştur.
Ayrıca bilgi birikimi, devlet yönetmedeki becerisi ve de zamanının kriminal suçlularını yakalamaktaki zekası da bu güne kadar söylenegelmiştir.
Hamza Hâmid Paşa
Tevkii Hamza Hâmid Paşa, III. Mustafa saltanatında 8 Nisan 1763 - 1 Kasım 1763 tarihleri arasında altı ay yirmi üç gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
1688/1689'da İstanbul ya da Develi'de doğduğu sanılmaktadır. Babası tüccar Ahmet Ağa'dır. İstanbul'da Çatalçeşme semtinde doğmuştur. Öğreniminin ardından Babıali Sedaret Mektubî kalemine girdi. Bu sırada, 1741'de, mektupçu olan Koca Ragıp Efendi yanına girerek onun yanında "Mektubî ser halifesi"; sonra Ragıp Efendi reis-ül-kitap olinca 1745'de "mektupçu" görevine geçti.
10 yıl bu görevde kalıp Kamil Ahmed Efendi terfi ettirilerek sadrazam kethüdası olunca onun yerine 25 Eylül 1755'te reis-ül küttab görevine atandı. Aynı yıl bu sefer Kamil Ahmed Efendi vezirliğe terfi ettirilince onun yerine sadaret kethüdası oldu. 10 Temmuz 1756'da bu görevden azledildi ve defter eminliği görevi verildi. 21 Nisan 1758'de ikinci defa sadrazam kethüdası oldu ama 22 Mart 1759'da bu görevden azledildi. 22 Mart 1760'da büyük ruznameci görevine atandı. 29 Haziran 1760'da çavuşbaşı görevine terfi etti. 30 Ağustos 1760'da Ragıp Paşa sadrazam olunca üçüncü defa sedaret kethüdası oldu. 1761'de bu görevden de azledilmesine rağmen sadrazamın isteğiyle "tevkii" nişancı görevine atandı.
Hâmit Hamza Efendi'ye 16 Ekim 1762'de vezirlik verilerek nişancılık üzerinde bırakıldı. Selanik sancağı da has tayin olundu ve efendisi Ragıp Paşa'nın delaletiyle vezirliğe ait tüm levazimatı pâdişâh tarafından temin edildi.
24 Mart 1763'de Ragıp Paşa hastalanıp sadaret işlerine bakamaz hale geldi. Ona vekil olarak Hâmit Hamza Paşa sadaret kaymakamı olarak tayin edildi. Koca Ragib Paşa'nın vefatı üzerine de 9 Nisan 1763'te sad |
razamlık görevi asaleten verildi. Fakat Ragıp Paşa gibi yetenekli bir devlet idarecisinin yerini dolduramadı. Hâmit Hamza Paşa'nın sadrazamlık döneminde Avrupa'da siyasi denge bozulmuştu. Buna karşılık Hamza Hamit Paşa fazla ihtiyatkardı ve vehimli ve tereddütlü mizacı nedeniyle hem içişleri hem de dışişlerinde gereken ciddi ve kesin kararları almaktan çekinmekteydi ve böylece devlet işlerini yürütemekten aciz kaldı. Tayininden yedi ay sonra, 1 Kasım 1763 tarihinde azlolundu. Yerine üçüncü defa Bahir Mustafa Paşa getirildi.
III. Mustafa ona ikram olarak mallarını devletçe müsadere ettirmedi ve bunun yanında borçlarını ödemesi için ona nakden ihsan verdi. Geleneksel olarak azledilen sadrazamlar bir müddet sürgüne gönderilmekte iken kendisine Girit valiliği verildi. Hamit Hamza Paşa 6 Mart 1767'de Mora muhassallığına gönderildi. 23 Şubat 1768'de Hanya sancakbeyliği verildi. Haziran 1768'de Hanya sancakbeyliği ile birlikte ikinci defa Girit valiliğine tayin olundu.
20 Temmuz 1769'da ise "Cidde ve Habeş" eyaleti valiliği görevi verildi. 1670'de bu görevde iken Mekke'de Arafat'a çıkmakta iken vefat etti. Yaşı 70'i bulmuştu. Vasiyeti üzerine Gureba Mezarlığı'na gömüldü.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
İnşada orta halli, yavaşlık ve gevşeklikle meşhursa da hakikatte kudret ve ağırlık sahibiydi.
Uzunçarşılı'ya göre ise
Orta derecede iktidarlı, Babıâlı işlerine vakıf olup yolsuzlukla ve rüşvetle ile lekelenmemiştir... Sulus, nesih ve divanî yazılarda mahirdi.
Modern bir değerlendirmeye göre ise
Fazla vesveseli ve kararsız bir yapıda "idi"
Muhsinzade Mehmed Paşa
Muhsinzade Mehmed Paşa (ö. 4 Ağustos 1774, Karinabat) III. Mustafa saltanatında 28 Mart 1765 - 7 Ağustos 1768 ve 11 Aralık 1771 - 4 Ağustos 1774 tarihleri arasında iki kez 3 yıl altı ay yirmi üç gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
1737'de sadrazamlık yapmış olana Muhsinzade Abdullah Paşa'nın oğludur. İstanbul'da Molla Gürani semtinde doğdu. Silahşorlükle kapıcılar arasına alındı. Babası sadrazam iken 1737'de kapıcılar kethudası görevi yaptı. 1738'de vezir rütbesi verilip Maraş valisi olarak tayin edildi. Daha sonra İnebahtı muhafızı ve sonra Bender muhafızlığı görevleri verildi. 1747'de Bender muhafızı iken babası Abdullah Paşa'ya Bender muhafızlığı görevi verildiği için ikinci defa Maraş valiliğine gönderildi. Mart 1747'de ise Adana valisi görevi verildi ve Anadolu'da eşkıya tenkili için serdarlık da yaptı. 1749-1756 döneminde sırasıyla Hotin muhafızlığı, Özi muhafızlığı, ikinci kez Hotin Muhafızlığı, Eğriboz adası muhafızlığı yaptı. 1756'de Rumeli eyalet valisi tayin edildi. Çok geçmeden Vidin Muhafızı iken Ekim 1756'da Özi valisi olarak Silistre'ye gönderildi. Haziran 1758'de ise Halep valiliğine tayin edildi.
Bu valiliğe gitmekte iken İstanbul'a davet edildi. 23 Haziran 1756'da uzun yıllar nişanlı olduğu III. Ahmed'in kızı ve o zaman padişah olan III. Mustafa'nın kız kardeşi olan ve o tarihte 33 yaşında dul olan Esma Sultan'la evlendi.
Temmuz 1758'de Diyarbakır valiliğine nakledildi. Oradan İstanbul'a dönüp eşi Esma Sultan'ın Kadırga'da sarayında oturmakta iken Haziran 1759'da Anadolu Eyaleti valisi tayin edildi ve eyalet merkezi Kütahya'ya gitti. Ağustos 1760'da Bosna valisi görevi verildi. Ama Haziran 1761'e kadar eşi ile İstanbul'da oturdu ve ancak o tarihte Bosna'ya gitti. Kendisine Bosna valığı verildiği sırada Sultan'ın kayınbiraderine bir teveccühü olarak Bosna eyaleti daha büyültülüp Hersek Sancağı'da Bosna eyaletine bağlandı. Muhsinzâde Mehmet Paşa 1762'de ikinci kez Rumeli Beylerbeyi; 22 Şubat 1763'te ikinci kez Bosna valisi ve Kasım 1763'de üçüncü defa Rumeli beylerbeyliği görevlerini aldı.
30 Mart 1765'de Sadrazam olan Bahir Mustafa Paşa bu görevden azledildi ve yerine Niş'te Rumeli eyaleti valiliği yapmakta olan Muhsinzâde Mehmed Paşa'ya ilk defa mühr-ü hümayun verildi.
Bu ilk sedaret dönemi çok hadiseli geçti. Ruslar tahriki ile Gürcistan'da karışıklık çıktı; Mısır'da egemen olan Çerkez kölemen beyler aralarında yaptıkları çatışmalar dolayısıyla Mısır'da devamlı gaileler oldu; Hicaz'da ise Vahhabilik akımının en şiddetli dönemleri ortaya çıktı.
Muhsinzâde Mehmed Paşa vezir olduktan itibaren Avrupa'daki politik gelişmeleri dikkatle takip etmekteydi. Özellikle sadrazam olduktan sonra bu hususa ait "havadis kâgitları" denilen Avrupa'daki duruma dair dış ülkelerden gelen yazışmaları ve mektupları okumakta ve Osmanlı devletinin bu durumda yerini gayet iyi anlamakta idi. Muhsinzâde Mehmed Paşa, devletin girdiği müşkül durumdan sıyrılmak için çareler aramakta idi. İstanbul'da devlet ricalından Rusya ile savaş taraftarlar olanlar çok önemli mevkilerde idiler ve padişah da savaş taraftarı idi. Sadrazam olan Muhsinzade Mehmed Paşa ise iyice hesap yapmadan yeni savaş macerasına atılmamayı; akıllıca davranmayı; ihtiyat ile hareketi tavsiye etmekte ve gereken hazırlık yapıldıktan sonra savaşa girişilmesinin yeniden düşünülmesi hakkındaki fikirlerin açıkça bildirmekte idi. Bu tutum savaş taraftarları tarafından sadrazamın savaştan korktuğu ve savaşmaktan aciz olduğu şeklinde yorumlandı. Böyle bir dönemde bir zayıf ve aciz sadrazam gerekmediği kabul edilerek Muhsinzade Mehmed Paşa 6 Eylül 1768 sadrazamlıktan azledildi ve yerine Aydın muhassalı Silahdar Hamza Mahir Paşa getirildi.
Azlinden sonra Muhsinzade Mehmet Paşa'nın malları müsadere edilmedi. Kendisine ikram olarak sürgün yeri olarak Bozcaada seçilmişti. Fakat adaya gitmekte iken bir müddet Gelibolu'da istirahat etmek istediğini rica etti ve bu ricasına izin verildi. Burada dinlenmekte iken beş on gün sonra Eylül 1768 ortalarında İstanbul'dan gönderilen ikinci bir fermanla azledilmiş sadrazamların Gelibolu'da oturmaları adet olmadığı bildirilerek sürgün yerinin Rodos adasına değiştirildiği ve bu adaya biran evvel gitmesi gerektiği emredildi.
Muhsinzâde Mehmet Paşa Rodos'ta iken affedilip 20 Temmuz 1769 da Mora'da Anapoli muhafızlığına tayin olundu. 1768 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rus tahriki ve teşkilâti ile Mora'da bir ayaklanma ortaya çıkti ve bu ayaklanma korkunç bir hal aldı. Mora'da bulunan Muhsinzâde Mehmet Paşa, aldığı isabetli tedbirlerle bu isyanı başarı ile bastırdı ve bu başarısı şöhretini artırdı.
1771'de Muhsinzâde Mehmet Paşa Niș merkezli Rumeli eyâletinden Rus cephesine asker sevkine memur edilmişti. Bu suretle Vidin'e gelmişti ve burada iken Yergöğü kalesi muhafazası göreviyle Vidin seraskerliğine tayin olundu. Bu sırada sadrâzam ve serdar-ı ekrem kuvvetlerinin Babadağ'ndan ve Muhsinzâde Mehmet Paşa emrindeki güçlerin Eflâk'tan Bükreş üzerine yapmış oldukları taarruz düşman tarafından püskürtüldü. Özellikle serdar-ı ekremin kuvvetleri perişan bir halde dağıldı. Sadrazam ve serdar-ı ekrem Çorlulu Köse Bahir Mustafa Paşa'nın bu mağlubiyet haberi Îstanbul'a gelir gelmez derhal azledildi.
Bükreş'teki mağlubiyette Muhsinzâde Mehmet Paşa komutasındaki güclerin de yenilgiye uğradığı haberi tümüyle henüz başkente erişmeden 28 Kasım 1771'de Muhsinzâde Mehmet Paşa ikinci defa sadrazam ve serdar-i ekrem tayin edildi. Muhsinzâde Mehmet Pasa'nin üç yıla yakın süren bu ikinci kez sadrazamlığı döneminde, savaş sahasında hiçbir başarı elde edilemedi. Buna karşılık uzun müzakerelerden sonra tertip edilen antlaşmayı da Muhsinzade lüzumsuz ihtiyatı nedeniyle bizzat onaylamaya cesaret edemedi ve işi İstanbul'a danıştı. Cephedeki askeri durumdan pek haberdar olmayan başkent devlet ricali de bunun reddettiler. Halbuki askeri durum daha da kötüleşince bir müddet sonra şartları daha ağır olan Küçük Kaynarca antlaşmasının kabul edilmesine mecbur kalmıştı.
Muhsinzâde Mehmet Paşa Küçük Kaynarca Antlaşması'nın imzalanması esnasında birden hastalandı. İstanbul'a sedye üzerinde yatarak götürülmeye başlandı. 4 Ağustos1774 de Karinabat kenti yakınına geldiği zaman hayata gözlerini yumdu. Yaşı yetmişi bulmuştu. Cenazesi önce Edirne'de Eski Cami mezarlığına gömüldü. Fakat eşi Esma Sultan'ın müracaatı üzerine naașı İstanbul'a nakledildi. Eyüp'te türbe kapısının yanına gömüldü.
Muhsinzâde Mehmet Paşa çocukluğundan itibaren devlet işleri ve idaresi ile yakından ilişkiliydi. Vezir ve bir müddet sadrazam olan babasıyla birlikte Anadolu ve Rumeli idaresinde ve seferlerde bulunmuşdü. Vezirlik rütbesini 30 yıl taşımıştır. Gayet tecrübeli ve iyi görüşlü idi.
Avrupa'daki durumu yakında takip etme yetenekleri ve istekleri bulunmaktaydı. Muhsinzâde Mehmet Paşa'nın hayatı boyunca Avrupa devletlerindeki duruma vakıf olmak için gece gündüz bunlara dair gelen evrakı okuyarak Avrupa'daki siyasî duruma yakından vakıf olduğunu beyan edilmektedir. Osmanlı devletinin politikalarına ve askerî durumunu çok ince olarak değerlendirme yeteneklerine haizdi. Rusya ile hiç hazırlanmadan savaşa girişmekten çekinip kaçınması onun korkaklığına yorumlanmış ve bu nedenle birinci sedaretinden azledilmiş olmasına rağmen olayların gelişmesi onun değerlendirmelerinin çok isabetli olduğu gerçeğini ortaya çıkartmıştı.
Muhsinzade Mehmet Paşa'nın gayet iyi para idarecisi olduğu belirtilmiştir. Vezirliğinin ilk seneleri epeyce mali sıkıntı içinde geçmişti. Özi muhafızlığında kalma emrini bahşiş vermiyeceği için şahsen kimseye götürmemiş olduğunu ve ıbka fermanının kendisine posta ile gönderildiğini kendisi hikâye ettiği bildirilmektedir. Mevcut hesap defterleri günümüzde elde bulunduğundan incelendiğinde gelir ve giderini muntazam tutan bir vezir olduğu anlaşılmaktadır.
Ünlü Osmanlı yazarı ve tarihçisi olan Giritli Ahmed Resmî Efendi kendisini yakından tanımaktaydı ve "Küçük Kaynarca Antlaşması" müzakereleri sırasında Muhsinzade Mehmet Paşa'nın sadaret kethüdası idi. O Muhsinzade Mehmet Paşa'nın tecrübeli, temkinli, vakur, müeddeb bir vezir olduğunu söylemektedir.
Kendine şahsi gelir sağlamak için İstanbul'da Hocapaşa'da bir hanı bulunmaktaydı.
Silahdar Mahir Hamza Paşa
Mahir Hamza Paşa (1727, Develi - 30 Nisan 1771, Gelibolu) III. Mustafa saltanatında 7 Ağustos 1768-20 Ekim 1768 tarihleri arasında iki ay on dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
1727 yılında Develi'de doğmuştur ve kentin z |
enginlerinden olan Mehmet Ağa'nın oğludur. İstanbul'a gelerek 16 yaşında sarayın Helvahane bölümüne kaydoldu ve bir sene sonra yani 1744'te kiler odasına nakil olunup baş kullukçu oldu; burada eğitim gördükten sonra 1749'da Hasoda'ya alındı. Hasoda'da derece derece yükseldi. III. Mustafa'nın Ekim 1757'de cülusunda Hasoda'da peşkir ağalığı görevi yapmaktaydı. 7 Kasım 1757 tarihinde Silahdar Ahıskalı İbrahim Ağa'nın silahdarlık görevinden alınması ile silahdarlığa çıkarıldı.
Bu görevde iken III. Mustafa'nın ilk doğan kızı Hibetullah Sultan da kendisine eş namzedi oldu. 18 Haziran 1759'da Mahir Hamza Paşa vezirlikle Mora muhassallığına tayin edilince vezarete ait bütün levazimat III. Mustafa tarafından ona ihsan olundu. Mora müfassilliğinden sonra 1759 sonunda Selanik sancak beyliğine ve Mayıs 1761'de Silâhdar Mehmet Paşa'nın yerine Rumeli valiliğine getirildi. 1762'de ise oradan Anadolu valiliğine tayin oldu. Bu sırada eş namzedi olduğu Hibetullah Sultan õldü. 29 Nisan 1762'de Mahir Hamza Paşa Silistre'de Özi Eyâletine beylerbeyliğine atandı. Aynı ayın sonlarında Hotin kalesi muhafızlığı ile Hotin ve Çorum sancakları verildi. 1763'de Niğbolu Sancağıyla Vidin muhafızlığı görevine getirildi. Ağustos 1764 ortalarında Köstendil sancağı ile birlikte Hotin muhafızlığına tekrar nakledilmesi için tayin çıkarıldı. Ama bu nakil bir tenzil sayılabileceği için Mahir Hamza Paşa'nın gücenmesini önlemek amacı ile kendine taltif için bir de ferman gönderildi. Fakat Mahir Hamza Paşa bu yeni görevi kabul etmedi. Bunun üzerine Ocak 1765'te devlet görevlerinden azledildi; vezirlik de üzerinden alınarak sürgün olarak Dimetoka'da oturma cezası verildi.
Fakat bir müddet sonra bu olay sırasında Sadrazam olan Bahir Mustafa Paşa görevden azlolunduktan sonra III. Mustafa'nın ona olan kızgınlığı geçti. Mayıs 1765'de Mahir Hamza Paşa'ya vezirlik rütbesi geri verilerek Selanik sancağına tayin edildi. 1766'da Mısır valiliğine tayini çıktı ama orada pek rahat edemedi. Mısır'da "Şeyh-ul Balad" adı ile efektif olarak yörel idareyi elinde bulunduran Memluklu "Ali Bey el-Kebir" kendisini öldürmekle tehdit etmişti. Burada büyük bir korkuya ve psikolojik şoka uğradı. 27 Nisan 1767'de Halep valiliğine atandı. Oradan da 23 Şubat 1768'de Aydın muhassallığına nakil oldu. Oradan da Haziran 1768'de Anadolu valiliği görevine nakledildi.
1768'de Rusya'ya karşı savaş açılması sorunu ortaya çıktı. Buna Sultan III. Mustafa gayet taraftardı ama Sadrazam Muhsinzâde Mehmet Paşa ve şeyhülislam savaşın yanlısı değildiler. Bu nedenle Sultan, Muhsinzâde Mehmet Paşa'yı sadaretten azletti. Bu savaş hazırlığı yapabilecek tecrübeli vezir olarak 6 Eylül 1768'de Silahdar Mahir Hamza Paşa sadrazamlığa atandı.
Silahdar Mahir Hamza Paşa sadrazam tayininden ancak 46 gün sonra İstanbul'a ulaşabildi. Burada Rusya'ya karşı savaș ile hemen uğraşmaya başladı. Rus elçisi Obreskoff'u Bab-ı Aliye davet ederek harb ilanını kendisine tebliğ etti ve Rus elçisi Obreskoff'u Yedikule'ye hapse gönderdi. Bu sırada devlet ricali ve diğer yüksek devlet memurları sadrazamın bazı doğal olmayan halleri iyice ortaya çıktığı için onun aklî dengesinden şüphelenmeye başladılar. Bu nedenle Sadrazam'ın azli bir zaruret haline gelmişti. 28 gün yaptığı sadaretten sonra 20 Ekim 1768'de Silahdar Mahir Hamza Paşa sadrazamlıktan azledildi. Yerine kalem ve divanda yetişip nişancılığa gelmiş, hiçbir taşra valiliğini yapmamış ve hatta hiç silahlı çarpışma görmemiş Nişancı Yağlıkçızade Mehmet Emin Paşa sadrazam tayin olundu.
Mahir Hamza Paşa emekliye ayrılarak Gelibolu'da sürgüne gönderilme kararı verildi. Üç gün sonra ise affedilip Hanya sancakbeyi olarak görevlendirildi. Gelibolu'dan Hanya'ya gitmek üzere hazırlıklar yapmakta iken 30 Nisan 1771'de Gelibolu'da öldü.
Hem yazar hem de âlim, değerli bir kişi idi. Fakat Mısır valisi iken oranın isyancı beylerin kendisini öldürmek için tehdit etmeleri üzerine, korkarak bir psikolojik şok geçirmiştir. Bu şokun psikolojik şahsiyetine çok etkisi olduğu sonradan sedareti sırasında savaşa karşı gösterdiği dengesiz ve hatta şuursuz hareketlerinin açıklanması için kullanılmıştır.
Valilikleri sırasına hareketleri yörel halk tarfından âdilâne olarak görülmüştü ve halk idaresinden memnun kalmıştı.
Mahir Hamza Paşa'nın devamlı olarak elinin çok açık hatta gayet müsrif olduğu belirtilmektedir. Resmî Ahmed, "Hulâsatü'l-İtibar" adlı eserinde, Mahir Hamza Paşa'in sadrazam olup İstanbul'a geldiğinde hasta ve aklı dengesinin bozuk olduğunu belirtmektedir. Babıâlî divanhanesinde Farisî beyitler okuyarak etrafa altın saçtığını açıklar. Pâdişahın huzurunda savaş ilanı dolayısıyla çıktığında onunla iki saat konuşup onun mizacına uygun sözlerle kahramanlık göstererek bir an evvel Davutpaşa ordugahına çıkmak istediğini padişaha bildirmişti. Daha sonra İstanbul'a gelen Kırım hanı Kırım Giray ile birlikte pâdişahın huzuruna çıktığı zaman bu harbe karşı büyük bir sevinç duyduğu edası verdiğini; savaş hazırlığı için hazineden büyük masraflar yapmaya hazır olduğunu belirttiğini ve bu tutumlarının da azledilmesinde önemli rol oynadığını belirtir.
Yağlıkçızade Mehmed Emin Paşa
Yağlıkçızade Mehmed Emin Paşa III. Mustafa saltanatında 20 Ekim 1768 - 12 Ağustos 1769 tarihleri arasında dokuz ay yirmi üç gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Hindistan elçisi adı ile isim yapan kumaş tüccarı Yağlıkçızade Yusuf Ağa'nın oğludur.1724'te doğmuştur. Belirli bir eğitimden sonra babasının yanında kumaş tüccarlığına başlamıştır. Trabzonlu Salim Ağa Hindistan'a sefir olarak gönderildiği zaman babası Yusuf Ağa ile birlikte ona refakat etmiştir. Fakat Trabzonlu Salim Ağa yolculuk sırasında vefat ettiği için babası Yusuf Ağa Hindistan elçiliğini üzerine almıştır. Yusuf Ağa elçi olarak Hindistan'da oğlu Mehmed Emin ile 6 yıl yaşamıştır. Hindistan'dan dönerken baba ve oğul Mekke ve Medine'ye de giderek hac ibadetlerini de yapıp Hacı olarak da anılmaya başlamışlardı.
1790'da Hacı Yusuf Ağa ile oğlu İstanbul'a dönmüş ve oğlunun hazırlamış olduğu raporunu hükümete sunmuşlardır. Hacı Mehmed Emin Efendi bu raporun beğenilmesi dolayısıyla Sadâret mektubî kalemine alınmıştır. Ocak 1758'de serhalife olup Eylül 1761'de mektupçu ve Ağustos 1764'de reisülküttab olmuştur. Haziran 1765'de vezirlikle tevkii ve Mora valisi, Temmuz 1766'da kaptan-ı derya vekili, Aydın valisi ve tevkii görevi verilmiştir. Padişahın teveccühünü kazanmış olan Yağlıkçızade Mehmed Emin Paşa Ocak 1768'de Sultan III. Mustafa'nın yedi yaşındaki kızı Şah Sultan'ın namzeti olmuştur. Mart 1768'de ilâveten Halep valisi olarak atanmıştır. 23 Temmuz 1768'de Sadâret kaymakamı olup 20 Ekim 1768'de sadrazam olmuştur.
Aynı yıl Şubat 1769'da Serdar-ı ekremlik verilerek harbe memur olmuştur. Sadâretten birkaç defa istifa ederek alışık olmadığı harp işinden kurtulmak istediyse de isteğine müsaade olunmamıştır. Fakat bir kısım ekonomik ve askeri nedenlerle zahire darlığı çıkıp şikayetler çoğalınca sonunda 12 Ağustos 1769'da azledilip Dimetoka'ya sürülmüştür. Fakat cepheden kaçan kapıkulu ve gönüllü askerlerin soruşturması sırasında zahire kıtlığının başrolü oynadığı anlaşılmış ve bu kıtlığın bütün sorumluluğu Mehemt Emin Paşa'ya yüklenmiştir. Bu nedenle iII. Mustafa'nın çıkarttığı bir fermanla Edirne'ye varınca idam edilmiştir.
Edirne'de Eski Saray arkasında Piyade kışlası yanında boş bir yerde gömülüdür.
Güzel hat ile meşhur olup mukaddemât-ı ulûme muttali, fatin, zekî, vakar ve sekinete ifrat ile riayet eden idi. Beytülmal'de tutumlu olduğundan bu cihetten halk hoşnut olmadı.
Moldovancı Ali Paşa
Moldovancı Ali Paşa (ö. 1773, Tekirdağ) III. Mustafa saltanatında 12 Ağustos 1769 - 12 Aralık 1769 tarihleri arasında dört ay bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Kastamonu'unun Daday ilçesinin "Sorkun" köyünde doğmuştur. Genç yaşında iken İstanbul'a gelmiştir. Bostancı ocağına girmiştir. Cesur olup Bursa'da bazı muamelelerinden dolayı "Moldovancı" lakabını kazanmıştır. Sonra haseki olarak Filibe'ye gönderilmiştir. Mart 1761'de Bostancıbaşı olmuştur.
Mayıs 1762'de vezirlik rütbesi verilerek Rumeli beylerbeyliği görevi verildi. Sonra sırasıyla 1762/1763'de Bosna eyalet valisi, 1766/1767'de Diyarbakır eyaleti valisi, sonra Anadolu beylerbeyliği, Nisan 1767'de Konya eyalet valisi, 1768/1769'de Adana eyalet valisi ve sonra Maraş eyalet valisi görevleri yaptı. 1768'de Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Bender seraskeri olarak ordu komutanlığı yaptı. 1769'da Yaş muhafızlığına atandı. Temmuz 1769'da Hotin seraskerliği görevi verildi. Bu görevde iken Hotin'e hücum eden Rus ordusunu bu kale önünde mağlubiyete uğratıp geri püskürttü.
16 Ağustos 1769'da Yağlıkçızade Nişancı Hacı Mehmed Emin Paşa sadaretten azledildi ve onun yerine sadrazamlığa getirilerek, "serdar-ı ekrem" görevi verildi. Fakat Rus orduları tekrar taarruza geçti ama bu sefer komutası altında olan Osmanlı ordusu Hotin önünde mağlup oldu. Bu başarısızlığından dolayı 12 Aralık 1789'da hem sadrazamlıktan hem de serdar-ı ekremlik görevinden azledildi. Yerine İvazzade Halil Paşa sadrazam ve serdar-ı ekrem olarak tayin edildi.
Moldovancı Ali Paşa, azlinden sonra Gelibolu'ya sürgüne gönderildi. 1770'te affedilerek Seddülbahir muhafızlığıyla Boğaz seraskerliği görevine getirildi. Yaşı ilerlediği için Şubat 1772'de emekli yapıldı. Tekirdağ'da oturmaya memur edildi. 1773'de bu şehirde öldü.
Moldovancı Ali Paşa'nın cesur, fedakâr ve gayretli olduğu belirtilmiştir.
Yangın
Yangın, maddenin ısı ve oksijenle birleşmesi sonucu oluşan yanma reaksiyonlarının neden olduğu doğal afettir. Yangınların oluştukları coğrafik alanda maddi hasarlara neden olmasından ziyade, orada yaşayan canlılar ve ekolojik denge üzerinde son derece olumsuz etkileri vardır.
Katı madde yangınlarıdır.Bunlar odun,kömür gibi maddelerdir. Soğutma ve yanıcı maddenin uzaklaştırılması ile söndürülebilir.
Yanabilen sıvılar bu sınıfa girer. Benzin ve yağ gibi yanabilen sıvılardır. Soğutma (sis halinde su) ve boğma (Karbondioksit, köpük ve kuru kimyevi toz) ile söndürülebilir.
Likit petrol gazı, hava gazı, hidrojen gibi |
yanabilen çeşitli gazların yanması ile oluşan yangınlardır. Kuru kimyevi toz, halon 1301 ve halon 1211 kullanarak söndürülebilir. Elektrikli makine ve hassas cihazların yangınları da bu sınıfa dahil edilebilir.
Elektrik donanımlarının yanmasıyla oluşan yangınlar ayrı bir sınıf içinde değerlendirilmeyip C sınıfı yangınlar başlığı altında incelenebilir. Elektrik akımı kesilerek müdahale edilmeli ve karbondioksit gazı kullanılmalıdır.
Yanabilen metallerin ve alaşımların (Magnezyum, Lityum, Sodyum, Seryum gibi) yanmasıyla meydana gelen yangınlardır.etkili söndürücüsü olan trimotoksinboroksin bulunmadığı takdirde kum aynı işlemi görür. Özel Kuru kimyevi tozlar(Kuru toza,Her metal ve alaşıma karşı ayrı ayrı geliştirilmiş kimyasallar katılır.) bu yangınları söndürmede kullanılırlar.Normal kuru kimyevi toz söndürücüleri ABC extinguisher olarak da anılır ve A,B ve C tipi yangınlara müdahalede etkilidirler.Yangını boğma etkisiyle söndürür.
F Sınıfı Yangınlar
Hayvansal ve Bitkisel içerikli yemeklik yağ yangınlarıdır. EN 3-7:2004+A1 standardında tanımlanmış olup yangın sınıfları içerisinde söndürülmesi en zor sınıftır. A,B,C,D tip yangınlarda yanıcı maddenin yüzey sıcaklığının yüksek olması bir yangın nedenidir. Ancak F Tipi yangınlarda yakıtın (Pişirme yağları) tamamının sıcak olması yangının "asıl nedenidir". Uluslararası standartlarda yemeklik yağın tutuşma sıcaklığı 360 derece (+/- 10 derece) olarak verilmektedir. Dolayısı ile bilinen söndürme maddeleri ile F tipi yangınları söndürmek neredeyse imkansızdır. Bu tip yangınları söndürmenin en etkili yolu Potasyum karbonat (K2CO3) asetat içerikli kimyasal sıvılardır. Sabunlaşma tekniği denmekte olan bir yöntemle sıcaklığı 360 derece olan yağı soğutmakta,sabunlaşarak yağın kimyasal özelliğini bozmakta ve söndürme gerçekleşmektedir.
Nedenlerin başında yangına karşı önlemlerin alınmaması gelmektedir. Yangın elektrik kontağı, ısıtma sistemleri,lpg tüpleri, evlerde kullanılan tüpler, patlayıcı-parlayıcı maddelerin yeterince korunmaya alınmamasından doğmaktadır. Özellikle büyük yerleşim alanlarında, konut ve iş yerlerinde çıkan yangınların büyük bir kısmı elektriğin ve LPG tüplerinin yanlış kullanımına dayanmaktadır. Elektrik enerjisi aksamının teknik koşullara göre yapılmaması da yangını yaratan diğer bir neden olmaktadır. Bununla birlikte kaloriferlerde ve soba ile ısıtma yöntemlerinde, bacaların temizlenmesi ve parlayıcı-patlayıcı maddeler için gerekli önlemlerin alınması halinde yangın afeti olma olasılığında büyük bir azalma olacaktır.
Camların yerde uzun süre durmaları sonunda doğal ışınlar cam taneciklerine güneş ışılarını yayarve sonucun da yangın oluşabilir.
Yangına karşı hangi önlemlerin nasıl alınacağını bilmemek ve bu konuda yeterli eğitimden geçmemek yangının önemli nedenlerindendir. Elektrikli aletlerin doğru kullanımını bilmemek, soba ve kalorifer sistemlerini yanlış yerleştirmek, tavan arasına ve çatıya kolay tutuşabilecek eşyalar koymak yangını davet eder. Yangının oluşumunu önlemek ve oluşan bir yangının söndürülmesini bilmek eğitim ve bilgilenmeden geçer. Bu nedenle yangını önlemeyi öğrenmek kadar yangını söndürmede ilk müdahaleleri de öğrenmek gerekir.
Yangın konusunda bilgi sahibi olmak yeterli değildir. Söndürülmeden atılan bir kibrit veya sigara izmariti, açık unutulmuş bir LPG tüp veya evde kullanılan tüp, ateş alıp yangına yol açar.
İstem dışı oluşan olaylardan bazıları da (kalorifer kazanının patlaması, elektrik kontağı gibi) yangına neden olmaktadır. Ancak kendiliğinden gelişen bütün olaylar, başlangıçta yeterli önlemlerin alınmaması sonucu olabildiği gibi bilgisizlikten de kaynaklanmaktadır. Temelde bunlar olmaksızın kazaların yol açtığı yangınlar da olmaktadır.
Yangına karşı gerekli önlemler alındığı halde; bazı insanlar çeşitli amaç ve kazanç uğruna kasıtlı olarak kişi ve topluma ait bina ve tesisleri yakarak can ve mal kaybına neden olabilir.
Kontrol atına alınmış veya alınmamış bir yangın ihmal veya bilgisizlik sonucu sıçrayarak, yayılarak veya parlayıp patlayarak daha büyük boyutlara ulaşabilir.
Rüzgârlı havalarda kuru dalların birbirine sürtmesi ya da yıldırım düşmesi ve benzeri doğa olayları sonucunda yangın çıkabilir.
Soğutarak söndürme prensipleri içinde en çok kullanılanıdır. Suyun elverişli fiziksel ve kimyasal özelliği yanıcı maddeyi boğma ve yanıcı maddeden ısı alarak yangının söndürülmesinde en büyük etken olmaktadır. yangın üçgenini oluşturan ısı oksijen ve yanıcı maddeden ısının düşmesi ve oksijenin azaltılarak söndürülmesinde en etkili söndürücüdür. Su yangın yerine kütlesel olarak gönderileceği gibi püskürtme lensleri ile de gönderilebilir.
Yanan maddenin dağıtılmasıyla yangın nedeni olan yüksek ısı da bölünür, bölünen ısı düşer ve yangın yavaş yavaş söner. Akaryakıt yangınlarında bu tip söndürme yangının yayılmasına neden olacağından uygulanmaz.
Katı maddeler (kum, toprak, halı, kilim vb) ve kimyasal bileşikler (köpük, klor, azot vb) kullanılarak yanan maddenin oksijen ile temasının kesilmesi ile yapılan söndürmedir. Akaryakıt yangınlarına örtü oluşturan sentetik veya protein esaslı foam köpüğü kullanılmaktadır.
Yangının oksijenle temasının kesilmesi veya azaltılması amacıyla yapılan işlemdir. Özellikle kapalı yerlerde oluşan yangınlara uygulanır.
Yanma koşullarından olan yanıcı maddenin ortadan kalkması sonucu yangının söndürülmesidir.
Su, yangın söndürmede yaygın olarak kullanılır. Küçük yangınları söndürmede nemli battaniye ve nemli gazete kullanılabilir. Su özellikle A tipi yangınlar için (katı) çok iyi bir söndürücüdür. Ancak elektrikle temasın olduğu durumlarda çarpılma riskine karşı su kullanımından kaçınılmalıdır.
Yanıcı maddelerin oksijenle ilişkisinin kesilerek söndürülmesinde kullanılır. Kullanma anında kumun yanıcı maddeyi tamamen örtmesi sağlanmalıdır. Oldukça emniyetli bir yangın söndürme metodudur.
Yanan maddenin üzerini kaplayan karbondioksit gazı yanıcı maddeyi oksijensiz bırakarak yangının söndürülmesini sağlar. Havadan 1,5 kat daha ağır sıvı halden gaz haline geçişte -78 derece olan boğucu bir gazdır. Genellikle çelik veya yaygın olarak alüminyum gövdeli tüplerde basınç altında sıvı halde tutulur. Bu gazla açık alanlarda ve hava akımının olduğu yerlerde yangının söndürülmesi oldukça zordur.
Köpük yanan yüzeye yayılır ve 5 temel özelliklerini kullanarak (boğma,su buharı yapma,soğutma,ısıyı yayma,üstünü kaplama) yangının durmasını ya da kontrol altına alınmasını sağlar.
HFC-227, Halon 1301 gazinin kullanımının yasaklanması sonrasında piyasaya sürülen ve en yaygın kullanımı olan Halon alternatifi bir gazdır. Yangında önemli rol üstlenen kimyasal reaksiyonları kırma ve ısı enerjisini absorbe etme özelliği ile yangınları söndürmektedir. Özellikle A (katı) ve B (parlayabilen sıvılar) için idealdir. Kimyasal adı heptafluropropan olup, FE227 olarak da anılır.
Binalarda yangından korunmaya ve can kayıplarının yaşanmasını önlemeye yönelik bir takım önlemler alınır. Bunların başında yangın kapısı, yangın merdiveni ve elektronik uyarı sistemleri gelir. Bu önlemlerle, yangın anında uyarı sistemlerinin devreye girmesiyle birlikte bina içerisindeki insanların yangın kapıları ve yangın merdivenlerini kullanarak dışarıya en güvenli biçimde çıkmaları amaçlanır.
Elektrokardiyografi
Elektrokardiyografi (EKG), kalp kasının ve sinirsel iletim sisteminin çalışmasını incelemek üzere kalpte meydana gelen elektriksel faaliyetin kaydedilmesi. Bu kayıt ile elde edilen grafiğe Elektrokardiyogram (EKG), kullanılan alete de Elektrokardiyograf denir. Bir akım yükselteci (amplifikatör) tarafından yükseltilen gerilimler genellikle ısıya duyarlı kâğıt üzerine kaydedilir.
İlk elektrokardiyografi cihazını bir galvanometreden 1900 yılında geliştiren Hollandalı fizyolog Willem Einthoven bu keşfiyle Nobel Tıp veya Fizyoloji Ödülü kazandı. Geliştirilen bu ilk cihaz 270 kg ağırlığındaydı. Elektrokardiyografi cihazı geliştirildikçe küçüldü. Bugün artık elle taşınabilen EKG cihazlarının ağırlığı 1 kg'ın altına inmiştir. Ayrıca daha ileri özel kayıt cihazları da mevcuttur. Bu cihazların çalışma prensipleri de Einthoven'in ilk cihazındakine benzer. Son zamanlarda bu sahaya bilgisayarlar da girmiş bulunmaktadır. Ayrıca EKG'yi aynı anda hem kağıda kaydetmek hem de görüntülemek (bir ekranda) mümkündür. Elde edilen bilgileri anında değerlendirip rapor veren cihazlar da mevcuttur.
Kalp kası (myokard) kendi başına kasılma özelliğine sahiptir. Kalbin "sinüs düğümü" adı verilen noktasından çıkan düzenli tenbihler (uyarılar) özel bir iletim yoluyla adale hücrelerine varır. Dinlenmekteyken elektrik bakımından sakin (polarize) durumda olan hücreler, gelen tenbihle uyarılarak (depolarize olarak) kasılırlar ve boyları kısalır. Böylece kalp odacıklarını çevreleyen myokardın bütünü büzüşerek içindeki kanı büyük ve küçük dolaşıma gönderir. Buna kalp kasılması (sistolü) denir. Myokard hücreleri çok kısa süren bu kasılma döneminden sonra hemen eski elektrik yüklerini kazanarak tekrar sakin (polarize) duruma geçerler. Bu olay nabız sayısı kadar tekrarlanır. Nabız sayısı 60 olan kişide bu "Depolarizasyon-Repolarizasyon" olayı dakikada 60 defa tekrarlanır. Kalbin elektrik faaliyeti ile meydana gelen potansiyel değişiklikleri, kalp çevresindeki dokuların ve bilhassa kanın yardımı ile bütün vücuda aynı anda yayılır. Vücudun çeşitli yerlerine konan iletici uçlar (elektrotlar) vasıtasıyla ortaya çıkan elektrik değişiklikleri yükseltilerek kaydedilir. Vücudun çeşitli noktaları arasındaki potansiyel farkları kaydedilir ve o bölgeye göre adlar verilir. Her bir değişik bölge için çizdirilen elektrokardiyogram eğrisine derivasyon denmektedir. Normal EKG'de 12 ayrı derivasyonun kaydı yapılır.
Önce hastanın kol ve bacaklarına elektrotlar bağlanır. 1. derivasyon, sol kol-sağ kol arasındaki farkı; 2. derivasyon, sağ kol-sol bacak arasındaki farkı; 3. derivasyon, sol kol-sol bacak arasındaki farkı gösterir. Bunlara "standart derivasyonlar" denir. Ayrıca yükseltilmiş ("augmented") derivasyonlar vardır ki bunlarda vücudun üç elemanından (kol ve bacakların üçünden |
) gelen akımlar sıfıra indirgenip dördüncüsünden gelen akım kaydedilir. Bunlar da üç tanedir. aVR (sağ kol), aVL (sol kol) ve aVF (sol bacak). Vücut üyelerinden kaydedilen derivasyonlardan başka göğüs çevresinden alınan 6 çeşit derivasyon daha vardır (V1, V2, V3, V4, V5 ve V6). Bu şekilde kaydedilen 12 derivasyon sırasıyla kâğıt üzerine geçirilir. Kalbin çeşitli bölgelerinin rahatsızlıkları değişik derivasyonlarda belli değişiklikler meydana getirirler ve hekimin kalp rahatsızlığının cinsini ve bölgesini teşhiste yardımcı olurlar.
Elektrokardiyogram denilen bu yüzeysel kayıt işleminden başka, kalbe kadar sokulan ve miyokarda değdirilen kateter yardımıyla yapılan elektrokardiyogramlar da vardır. Bu işlem kalp adalesi ve onun fonksiyon bozukluğu hakkında daha doğru ve etraflı bilgi verir.
Elektrokardiyograf aleti, prensip olarak elektrik gerilimini ölçen hassas bir voltmetre ve bu gerilimi yükselten tertibattan ibarettir. Belli bir hızda geçen EKG kağıdına gerilim değişiklikleri anında yazdırılmaktadır. EKG kâğıtlarının çoğu sıcaklık karşısında siyahlaşan bir özelliğe sahip olarak imal edilir. Yazıcı çubuk da sıcak bir metalden ibarettir.
Normal bir EKG'de p, QRS ve T diye adlandırılan 3 dalga ve bunlar arasında düz çizgiler vardır. Bu dalga ve çizgilerdeki değişiklikler normalden sapmaları gösterir. P dalgası kulakçıkların tenbih ile kasılmasını, QRS dalgası karıncıklara geçen tenbihin bunları kasmasını, T dalgası karıncıkların polarize (sakin) hale gelmesini gösterir. Dalgalar arasındaki mesafeler dalgaların süresi yükseklikleri (voltajları), şekilleri, düzenli olarak birbirlerini takip etmelerindeki değişiklikler kalpte olabilecek yapı değişikliğini veya hastalığı gösterebilir.
EKG bugün hekimlere yardımcı olan modern bir tetkik metodudur. Bununla beraber EKG kalpteki rahatsızlıkları tam bir doğrulukla göstermeyebilir. Çünkü EKG kayıtlarının normal sınırları çok geniştir. Ayrıca bir kalp hastasının EKG'si normal görünebileceği gibi EKG'si bozuk gibi görünen kişinin kalbi sağlam olabilir. EKG kalp hastalıklarının teşhisinde hekimin muayenede bulduğu araz ve belirtiler ile birlikte değerlendiğinde ve diğer tahlil ve filmler de göz önünde bulundurulduğunda yardımcı olur. Aksi takdirde EKG yanıltıcı da olabilir. En hassas Elektrokardiyograflar SQUİDlerde bulunur.
Eforlu EKG: Hastanın bir merdiven çıkıp inmesi veya yürüyen bir zemin üzerinde yürütülerek yorulması esnasında çekilen EKG olup, bilhassa başlangıç halindeki kalp damar sertliğinin teşhisinde kullanılır.
Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa
Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa (d. 1743, Safranbolu - ö.18 Eylül 1812 Manisa) III. Selim saltanatında 19 Ekim 1794 - 30 Ağustos 1798 tarihleri arasında üç yıl on ay on iki gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
1743 yılı ortalarında Safranbolu'da doğdu. Zülüflü baltacılardan silahdar ağa kapıcısı İbrahim Ağazâde Ali Ağa'nın oğludur. 1760'da İstanbul'a gelip San Mustafa Paşa Kethüdası diye bilinen amcası Kaptan-ı derya Benli Hacı Mustafa Paşa'nın yanında yaşamaya başladı. Amcazadesi İbrahim Efendi ile birlikte kitabet ve inşa eğitimi gördü. Daha sonra III. Mustafa döneminde kapatılan Baltacılar Ocağı I. Abdülhamit döneminde tekrar açılınca oraya çırak olarak girdi ve burada Kaptan-ı derya Mustafa Paşa Biraderzâdesi diye anıldı. Sonra Silâhdar Seyyid Mehmed Efendi'ye intisap etti ve orada yazıcılıkta halife unvanıyla anılmaya başlandı. Bir süre kapı hasekiliği, Dârussaâde ağası yazıcılığı yaptı. Bu görevi sırasında Harem gelirlerinin toplanmasındaki hizmetlerine mükâfat olarak 20 Mayıs 1779 kendisine "Mühâsebei Evvel" payesi hilatiyle samür kürk giydirildi. Eylül 1778'de Darphâne eminliğine ve Şah Sultan kethüdalığına getirildi. Bu arada Halil Hamid Paşa'nın kızı ile evlendi. 11 Mayıs 1785 tarıhinde Darphâne eminliğinden alındı ve üzerinde sadece Şah Sultan kethüdalığı kaldı. Birkaç ay sonra da şehreminliğe tayin edildi. 26 Mart 1786'de Tersane emini oldu.
Temmuz 1786'da vezirlik rütbesi de verilerek Hanya muhafızlığına getirildi. 23 Kasım'da Diyarbekir Valiliğine atandı. 5 Ocak 1787 'de İç İl (Mersin) sancak beyliğine nakledildi. Bir ay sonra Bender Kalesi muhafızlığı görevi verildi. 21 Nisan 1787'de ise Cidde Valiliğine yollandı. Ardından da Boğaz Hisarı muhafızlığına getirildi.
Mart 1791'de Mısır valiligine tayin edildi. Bu görevi sırasında başarılı hizmetlerde bulundu ve bazı ayaklanmaları bastırdı.
Nizâm-i Cedîd çerçevesinde yapılmakta olan yenilikler için yeni gelir kaynaklan bulabilecek yetenekli bir sadrazam aranırken iki yıldan fazla bir süredir Mısır'daki hizmetleriyle adı duyulan Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa hatıra geldi. 16 Mayıs 1793 Anadolu beylerbeyliğine getirildi. Mısır'dan gemiyle gelip daha görev yeri olan Kütahya'ya ulaşmadan Üsküdar'da iken çağrılarak Melek Mehmed Paşa'nın yerine ilk kez sadrazamlığa tayin edildi.
İlk sadrazamlıga tayini üzerine şair Enderunlu Fâzil,
Mühr-i emânet erdi Melek'ten Mehmed'e
mısraıyla tarih düşürmüştür.
O zamana kadar gelen geleneklere göre sadrazam olan kişinin medrese öğrencisine kırk adet mülazemet vermesi gerekmekteydi. Bu mülâzemetler şefaat ve rica ile verilmekteydi ve genellik ehil olmayanların eline geçtiği şikayetleri ortaya çıkardı. İzzet Mehmed Paşa bu yersiz mülâzemet verilmesi şikayetlerini önlemek amacıyla yüksek ülemâdan birkaç imtihancı tayin edip medrese öğrencilerine açık bir imtihan açtırdı ve bu imtihanı kazanan öğrencilere mülazemet verdirdi. Ayrıca imtihanı kazananların her birine de 15 kuruş ihsanda bulundu.
Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa'nın sadrazamlıgi Nizâm-i Cedîd faaliyetleri içinde geçti. Onun zamanında Tersane'de yapımına başlanan büyük havuz için Fransa'dan ve İsveç'ten uzmanlar getirtildi. Nizâm-i Cedîd askerleriyle de yakından ilgienmesi dolayısıyla paşa III. Selim tarafından değerli bir hançer. istiklâlini hâvi bir hatt-ı humâyün ve samur kürkle taltif edildi.
Sadrazamlığı şu önemli olaylara şahit olmuştur:
Önemli olaylarından ilki, 1795 çıkan ve on bir saat kadar devam eden İstanbul yangınıdır. Bu yangında Balıkpazarı, Uzunçarşı ve Ahi Çelebi Camii civarı tamamen yanıp kül olmuştur.
İkinci önemli olay ise 1797 sonlarında başlayan Pazvandoğlu Osman ayaklanmasıdır. Nizâm-i Cedîd'e muhalif olan bu isyancı Rumeli ayanının cezalandırılması için Babıâlı'de toplanan olağanüstü mecliste hükümet kuvvetlerinin serdari olarak Kaptan-ı deryA Küçük Hüseyin Paşa görevlendirildi. Pazvandoğlu'nun kuvvetleriyle çeşitli cephelerdeki çarpışmalarda devlet kuvvetleri galip gelmişse de Pazvandoğlu isyani tamamen bastırılamadı.
Üçüncü önemli olay ise çok sideetli uluslararası yankılar doğurmuştur. Osmanlı hükümetinin tanıdığı ihtilâl Fransa'sındaki Direktuvar Hükümeti'nin 1798'de yapılan değişmelereden sonra özellikle İtalya Seferi ile çok ün kazanan general Napolyon Bonapart'ı devlet merkezi olan Paris'ten uzaklaştırmak amacıyla bir Osmanlı eyaleti olan Mısır üzerine bir Fransız askeri seferi tertip edilip Mısırı'ın Fransa tarfından işgal edilmesine dair Mart 1789'da bir karar verilmesiyle ortaya çıktı. 40,000 asker, 10,000 denizci ve 13 iki veya üç ambarlı büyük yelkenli kalyon, 14 fırkateyen ve 400 nakliyat gemisinden oluşan Fransız ordu ve donanma filosu Mayıs 1798 Toulon'dan hareket eden Napolyon Bonapart kumandasındaki Fransız donanması temmuz başında İskenderiye Limanı'na varıp fazla bir direnişle karşılaşmadan şehri teslim aldı. Piramitler Muharebesi'ni kazanarak 23 Temmuz günü Kahire'ye girdi. Fakat, Mısır'a Fransız askeri getiren Fransız donanma filosu Ağustos başında Nil Muharebesi'nde Amiral Horatio Nelson komutasındaki İngiliz donanmasına yenildi. Böylece Mısır’daki Napolyon ordularının Fransa ile deniz bağlantısını kesildi.
Mısır'da bu gelişmeler olurken daha önce burada valilik yapan, dolayısıyla vilâyet ahvalini bilmesi gereken, ayrıca birkaç aydır Fransa'nın Mısır'a saldıracağı soylentilerine rağmen tedbir almayan, Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa 30 Ağustos 1798'de sadrazamlıktan azledildi.
Sadrazamlıktan azledilmesinden sonra Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa Sakız Adası'na sürüldü ve fazla miktardaki serveti devletçe müsadere edildi. Buradan da arpalık mukaataası bulunan Manisa'ya gönderildi ve 9 Eylül 1812 tarihinde orada vefat etti.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirilmektedir:
Katip, tedbirli ve güçlüydü. Yüce gönüllü kerim olup kimseyi incitmemiştir.
Safranbolulu İzzet Mehmed Paşa, günümüzun tarihçilerince ise
tamahkâr, mürtekip, şahsî çıkarlarını devletin menfaatlerinin üstünde tutan, mîrî malını telef eden ve işlerinde gevşeklik gösteren biri
olarak nitelendirilmiştir.
İstanbul'da Balıkpazarı'nda ve Safranbolu'da camileri bulunmaktadır.
Bebek sahilinde III. Selim'in kızkardeşi Beyhan Sultan Sahilsarayı'nın üst setinde padişaha mahsus inşa ettirdiği (günümüzde de bir ismi İzzetabad Kasrı diğer ismi Boyalı Köşk olan) kasrı (15 Mayıs 1798'de Arnavutköy semtini ve Akıntıburnu ötesini kül eden bir yangında yok olmuştur. Köşk ise 1800-1804 arasında yeniden inşa edilmiştir.
Coulomb
Coulomb, Elektrik yükü birimi olup simgesi: C dir. Charles Augustin de Coulomb'un (1736-1806) adına ithafen verilmiştir.
1 Coulomb, 1 Amper şiddetindeki bir elektrik akımının bir iletken üzerinde 1 saniye süre ile akması durumunda taşıdığı elektrik yükü miktarıdır.
Darendeli Mehmed Paşa
Darendeli Cebecizade Mehmet Paşa (d. 1714, Darende - ö. 1784, Darende) I. Abdülhamid saltanatında, 5 Ocak 1777 - 1 Eylül 1778 tarihleri arasında bir yıl beş gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Darendeli olup bu kentten olup tanınmış Sarı Abdurrahman Paşa'nın yakın akrabasındandı. Darende'de "Cebelcizadeler" ailesine mensup oldugu icin Cebecizade lakbi ile anilmistir. İstanbul'a gelip onun yoluyla önce kapıcıbaşı olup sonra Kesriyeli Ahmet Paşa'nın yanında kethudalık görevine girdi. 1767'de birinci imrahor, 1768'de Boğaz muhafızı oldu. 21 Aralık 1776'da sedaret kethudalığına getirildi.
5 Ocak 1777'de Yağlıkçızade Derviş Mehmed Paşa'nın sadrazamlıktan azledilmesi üzerine vezir rütbesiyle |
Sadrazam oldu. Sadrazamlığı sırasında 1776'da başlayan İran'la savaş devam etmekteydi ve Abdullah Paşa İran cephesi serdarı idi. Kerkük ve Şehrizör valisine bağlı Babanlı Mehmet Paşa Mayıs 1777'de İran içine girip Bana mevkinde yapılan muharebede İran komatanı Hüsrev Han'ı mağlup etmişti ama destekçi güç kendine gönderilmeyince geri çekilmek zorunda kalmıştı. Ruslar ise Kırım içişlerine karışıp kendilerini tutan Şahin Giray'ın Kırım Hanı olmasını desteklemeğe başlamışlardı. Cebecizade Mehmet Paşa 1 Eylül 1778'de sadrazamlıktan azledildi.
Azlinden sonra Bozcaada'ya sürgüne gönderildi. 18 Kasım 1778'de affedilip vezirlik rütbesi geri verilip İnebahtı Muhafızı görevine getirildi. 17 Mayıs 1779'da ise İçel Sancakbeyi görevine nakloldu. Kasım 1779'da ise kendi isteğiyle emekli oldu. Memleketi olan Darende'ye çekildi.
18 Şubat 1784'de ise vezirlik rütbesi geri verilerek Erzurum Valiliğine tayin edildi. Fakat yaşı 70'i geçmişti. Daha Darende'de iken bu görev yerine yola çıkamadan vefat etti. Darende'de yaptırdığı türbeye gömüldü.
Sicill-i Osmani de şöyle değerlendirilmektedir:
İyi ve kötü günler görmüş; iyi işler yapmış; vakur, tehdidini yerine getirecek güçte bir vezirdi.
Darende'de cami, han, medrese ve çeşme'den olsuşan bir külliye yaptırdı. Bazı yolların yapılmasına destek sağlayıp şehirde bir köprü yaptırdı.
Kalafat Mehmed Paşa
Kalafat Mehmet Paşa (o. 1792 Gelibolu) I. Abdülhamid saltanatında, 1 Eylül 1778 - 21 Ağustos 1779 tarihleri arasında on bir ay yirmi gün sadrazamlik yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Sofya taraflarında doğmuş Bulgar asıllı olduğu belirtilir. Rusçuk ayanından Çelebi Mehmet Ağa'nın çiftlik çorbacısı, yani amele başı, olarak çalışmaya başlamıştır. Bu sırada İslamiyet'i kabul etmiş ve sonra da İstanbul'a gelip yeniçeri ocağına yazılmıştır.
Ocakta önce ocak çorbacılarından Kilerci Mustafa Ağa'ya intisap etmiştir. Şubat 1748'de Kilerci Mustafa Ağa ilk defa yeniçeri ağası olunca Mehmet Ağa'yı silahdarı yapmıştır. Fakat 17549'da Kilerci Mustafa Ağa bir sene sonra azledilmiş ve yerine kul kethüdası Hasan Ağa yeniçeri ağalığin olaraka getirilmiştir. Bunun üzerine Kalafat Mehmet Ağa îdam edileceğinden korkarak firar etmiştir. 1750'de Kilerci Mustafa Ağa'nın ikinci defa yeniçeri ağası tayini üzerine Mehmet Ağa yeniden hizmete girip ocak hiyeraşisi içinde yükselerek, sırasıyla çavuş, başçavuş olmuştur. 1768 Osmanlı-Rus seferinde Edirne ağası olmuş ve sonra İstanbul'a davet edilerek sekban başılığı görevine tayin edilmiş ve daha sonra kul kethüdası olmuştur.
Yeniçeri ağası Kapıkıran Mehmet Ağa ocak erkanının memnun olmamalarından dolayı azledilmiş, 13 Ağustos 1770'te Kalafat Mehmet Ağa yeniçeri ağalığına getirilmiştir. Ama işinde ağır hareketi ve o makama ehil olmadığı söylenerek üç buçuk ay sonra, yani 27 Kasım'da azledilmiş ve Tekfurdağı (Tekirdağı)'nda sürgüne gönderilmiştir. Sonra da hanesinde oturması şartıyla İstanbul'a dönmesine izin verilmiştir.
Yeniçeri ocaklıları İstanbul'a cepheden döndükten sonra Mehmet Ağa, ikinci defa sekbanbaşı ve Şubat 1777 ta da ikinci defa yeniçeri ağalığına tayin edilmiştir.
Rus Çarlığı'nın Kırım'ı Rusya'ya tamamiyle bağlamak için uyguladığı yaptırım ve baskıların incelemesi için 2 Ocak 1778'de Babıali'de toplanan bir devlet ricali heyeti Osmanlı Devleti'nin bunları önlemek için gerekli yaptırımlar uygulaması kararı almıştı.
Kalafat Mehmet Paşa'ya sekban başılıkta ve ağalıkta hizmeti görüldüğünden dolayı bir iş başarır diye Eylül 1778 de Darendeli Cebecizade Mehmed Paşa'nın yerine sadrazamlık verildi.
Ekim 1778'de yapılan bir Divan toplantısında uygulanan yaptırımların Rusya'nın Kırım'a yaptığı baskıları önleyemediği görülüp Rusya'ya karşı savaş açma kararının alındı.
Bu kararı uygulamak için 9 Ağustos 1778 Cezayirli Gazi Hasan Paşa serdarlığı altında Osmanlı donanması Samsun'dan harekete geçti. Osmanlı Devleti İstanbul'da oturan Selim Giray'ı Kırım Hani olarak tanıması ve Rusların desteği ile fiilen Kırım Hani olan Şahin Giray'a karşı isyanını destekledi. Fakat Kırım'a çıkan Selim Giray, Şahin Giray tarafından yenildi ve İstanbul'a geri dönmek zorunda kaldı.
Bu Osmanlı-Rus gerginliğine karşı Fransa ve İngiltere silahlı ama tarafsız olarak arabuluculuk teklif ettiler. Özellikle Fransız elçisinin arabulucuğu neticesinde 21 Mart 1779'da Aynalıkavak Antlaşması imzalandı. Bu genellikle Küçük Kaynarca Antlaşması'nın yeniden elden geçirilerek bazı maddelerinin Osmanlı Devleti aleyhinde değiştirilmesi şeklindeydi. Osmanlı Sultanı'nın bütün Müslümanların halifesi olduğu burada tekrar kabul edilmekle beraber Rusların Ortodoks Hristiyanlatın koruyucu niteliği daha da açıklığa çıkarıldı. Bunun bir sonucu Katolik olan Ermenilerin bir Katolik Ermeni İstanbul Patriği seçmeleri yasaklandı.
Diğer taraftan Basra'da isyancı olan Kerim Han Mart 1779'da oldu ve böylece Osmanlıların Basra'daki harekatına son verilmiş oldu.
Fakat Kalafat Mehmed Paşa da selefleri gibi padişahın baş danışmanı olan Karavezir Seyyid Mehmed Paşa'nın her devlet işine karışması nedeniyle fazla bir iş başarmaya muvaffak olamadı. Kalafat Mehmet Paşa okur yazar olmadığı için devlet sırlarını ihtiva eden evrak ve hatta hatt-ı hümayunlar bile bu sırlara sahip olmaması gerekenlerin ellerinde gezmekte olduğu şikayetleri yayıldı.
Kalafat Mehmet Paşa bir sene bir gün sadrazam kaldıktan sonra 22 Ağustos 1779'da azledilip yerine Silahdar Karavezir Seyyid Mehmed Paşa sadrazam oldu.
Azledildikten sonra müddetsiz olarak Bozcaada'ya sürgüne gönderildi. Fakat az sonra affolundu ve Hanya muhafızlığına tayin olundu. Fakat emekliliğini istemesi üzerine Kasım 1779'da emeklilikle Gelibolu'da oturmasına müsaade edildi.
Aralık 1782'de Halil Hamid Paşa'nın sadrâzam olmasından sonra Kalafat Mehmet Paşa'ya vezirlik geri verilerek Belgrad muhafızı tayin edildi. Burada iken gözlerini kaybedip kör olduğu için emekli yapıldı.
Gelibolu'da yaklaşık on sene daha yaşadı ve 1792'de vefat etti.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirilmektedir:
Siyasi işlerde acemi, gayretli, sakin ve uysaldı.
Buna karşılık "Hâdikatü'l-Vüzera zeyli"'nde
Müslüman olarak ölmesinden başka bir hayırlı işi olmadığı, sakin, uysal ve insan suretinde bir müsekkel hayvan, sükuti ve postunu doldurmuş nümayişli bir vezir
olarak tavsif edilmektedir.
Yeğen Seyyid Mehmed Paşa
Yeğen Seyyid Mehmed Paşa (d. 1726, Alaiye - ö. 1787, Köstence) I. Abdülhamit saltanatında, 25 Ağustos 1782 - 31 Aralık 1782 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Alaiye (Alanya)'nın Marulla kasabasında serdengeçti ağalarından Yusuf Ağa'nın oğlu olarak 1726'da doğdu. İstanbul'a gelip, yeniçeri ocağına girdi. Babası gibi Belgrad serdengeçti ağası oldu. Orada askerler arasında fitne çıkarması dolayısıyla Alaiye'ye sürgüne gönderildi. Sürgünde de gösterdiği kötü halleri beğenilmedi ve sürgünden kaçıp İstanbul'a geldi.
50.000 kuruş rüşvet verdikten sonra suçu afoldu. 1768 seferine Eflak'a yeniçeri serdari olarak gönderildi. Sonra turnacıbaşı payesi verilerek İsakçı köprüsünün muhafazasına memur edildi. 1770'de serdar-ı ekrem Halil Paşa'nın mağlubiyeti esnasında asıl olarak turnacıbaşı oldu. Fakat Silahtar Mehmet Paşa'nın serdar-ı ekremliği sırasında yine asker arasında fitne çıkarma faaliyetlerinden ötürü Varna'ya sürgüne gönderildi ve oranın ağalığı verildi. Yeğen Mehmet Ağa daha sonra ocağında saksoncu başı oldu. 1772'de zağarcıbaşı oldu. Nisan 1773'de kul kethüdası oldu. Düşmanla yapılan bir muharebede komutayı eline alıp düşmana galip geldi. 8 Haziran 1772'de Yeniçeri Ağası yapıldı. 2 Kasım 1772'de vezirlik unvanı verildi ve "ağapaşa" oldu
1774 te Osmanlı-Rus harbinin sona ermesiyle ordunun geri dönüşü sırasında yolda sadrazam Muhsinzade Mehmed Paşa'nın ölmesi üzerine 10 Ağustos 1774'de sedaret kaymakamı görevi yaptı ve kapıkulu ocaklarını İstanbul'a getirdi. 1 Ekim 1774'de Aydın muhassallık görevi verildi ama hemen o gün yeniçeri ağalığından azledilip Silistre Valisi olarak görev verildi. 1775'de Vidin muhafızı tayin edildi. Şubat 1770'de ikinci defa Silistre valisi olarak atandı. Haziran 1777'de Kırşehir mutasarrıfı oldu. 1779'de Anadolu Beylerbeyi yapıldı.
1780'de kendisine soğukluk gösterilerek bir rütbe düşmesi anlamına gelir şekilde Alaiye sancak beyliğine tayin edildi. Alaiye geldiğinde vezirlik rütbesi kaldırıldı ve Alaiye'de sürgün olarak ikamete memur edildi.
1781'de ise affoldu. Vezirlik rütbesi geri verildi ve Hotin Muhafızı tayin edildi. 1782'de Tırhala valisi oldu. 11 Mayıs 1782'de Rumeli beylerbeyi yapıldı.
25 Ağustos 1782'de İzzet Mehmed Paşa'nın 2. kez sadrazamlığından azledilmesi ile Sadrazam oldu. Kendinden iş beklenmekteydi. Halbuki sadrazam olarak kendisi aleyhine olduğunu düşündüklerinden şahsi intikamlar alma peşine düştü. Bu nedenle birçok devlet ricalini gücendirdi. Örneğin eski sadrazam Silahtar Mehmet Paşa'yı Erzurum valiliğinden azledilip mallarını müsadere edip onu Niğde'ye sürmeye karar vermişti. Bu yüzden 31 Aralık 1782'de dört ay dokuz gün sadrazamlık yaptıktan sonra azledildi.
Azlinden sonra malları müsadere edilmeden ve sürgüne gönderilmeden hemen ikinci defa Vıdın muhafızı görevi verildi. 14 Mayıs 1784'de İnebahtı muhafızı oldu.
Bu sırada Mısır karışmış, kölemen beyi Murad Bey eyalette iktidar gücünü eline almış ve Osmanlı Mısır valisi olan eski sadrazamlardan Silahdar Mehmed Paşa'yı Mısır'dan attırmıştı. İstanbul hükümeti ricali tarafından bu isyanı önleyecek bir güçlü vezir aranmakta iken İnebahtı muhafızı olan Yeğen Seyyid Mehmet Paşa'nın Alâiyeli olduğu Mısır'da yerleşik birçok Alâiyelinin bulunması ve kendisinin ocaklı olması sebebiyle de Mısır'daki ocaklıların da kendisine yaklaşacaklarını düşünüldü ve ona Mısır valisi görevi verilmesi uygun görüldü. Bunun üzerine Aralık 1784'de Yeğen Seyyid Mehmet Paşa'ya, Alâiye'de veya diğer bir yerde uygun sayıda yeni maiyet tertip ederek acele Mısır'a gitmesi emri verildi. Fakat Yeğen Seyyid Mehmet Paşa maiyet toplama işini çok yavaş aldı ve yola çıkmasını ta Kasım 1785'e kadar uzattı.
Fakat yeni vali olarak, kölemen beyleri olan Murad Bey ve İbrahim Beyin bağı |
msız bir devlet gibi hareketlerini önleyemedi. Bunlar yine eşkıya tenkil etmek bahanesiyle Mısır köylüsüne baskı yapıp yüksek vergiler almakta devam ettiler ve Fransa ile anlaşıp Süveyş'ten Hint mallarının geçmesi üzerinde ticaret anlaşması imzaladılar. Yeğen Seyyid Mehmet Paşa'nın bu işi başarmıyacağı iyice anlaşıldı. Tedbir alınmazsa Mısır'ın elden gideceğini anlayan İstanbul hükümeti Mısır meselesini bu sefer özel yetkiler vererek kaptan-ı derya Gazi Hasan Paşa'ya havale etti. 16 Haziran 1786'da İskenderiye'ye donanma ile gelen Gazi Hasan Paşa çok geçmeden gereken temizliği yapıp eyalette sukuneti sağladı ve Mısır vergileri toplanıp İstanbul'a gitmesi gereken kısımları yollanmaya başlandi. Fakat Mısır valisi Yeğen Seyyid Mehmet Paşa ise kendisine menfaat temin etmek için vergilere zam yapmış olması da İstanbul'a kadar erişen şikayetlere konu oldu.
Yeğen Seyyid Mehmet Paşa Ekim 1786'da Diyarbakır eyaleti valisi görevine nakledildi ve 1787'de bu görevden azledildi.
1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda cepheye gönderilip Zilnik valisi ve Vidin seraskeri oldu. Kasım 1787'de İsmail ordugahına asker sevki görevi verildi. Fakat İsmail seraskeri eski sadrazam Hazinedar Şahin Ali Paşa seraskerlikten azledilince onu yerine İsmail seraskeri yapıldı. Fakat savaş devam etmekte iken yeni görevine giderken yolda ansızın hastalandı ve 6 Aralık 1787'de Köstence'de vefat etti.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirilmektedir:
Hareketli, hırslı ve tedbirliydi
Daha tenkitçi bir değerlendirme şöyledir:
Yeğen Seyyid Mehmed Paşa, sadarete ehil bir vezir olmadığı gibi iyi bir vali de değildi; ancak hudutlarda kendisinden bir hizmet beklenmişti. Tercüme-i halini yazanlar, inatçı, tahrikçi ve tamahkâr olduğunu beyan ediyorlar.
Pompidou Merkezi, Paris
Pompidou Merkezi (Fransızca: Centre Georges-Pompidou, Tam adı: Centre national d'art et de culture Georges-Pompidou / "Georges Pompidou Sanat ve Kültür Millî Merkezi"), Paris'te şu anda kütüphane olarak işlemektedir. Burada 2000'in üzerinde periyodik yayın vardır.
Kethüda Hasan Paşa
Kethüda Çerkes Meyyit Hasan Paşa veya Cenaze Hasan Paşa (d. ? - 1810, Yenişehir (günümüzde Larissa)) III. Selim saltanatında 7 Haziran 1789 - 3 Aralık 1789 tarihleri arasında beş ay yirmi altı gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. "Meyyit" "ölü, cenaze" demektir.
Kethüda Çerkes Meyyit Hasan Paşa Çerkes asillidir. III. Ahmet donemi vezirlerinden "Kazıkçı Hasan Paşa"'nın kölesi idi.; Dizlikçi Mehmed Paş'nın hazine kâtibi ve sonra Melek Mehmed Paşa kethüdası oldu. "Kethuda" lakabi uzun yıllar Melek Mehmet Pasa'nin kethudaligi ni yaptığı için verilmiştir. "Cenaze" veya "Meyyit" lakabi ise sadrazamalik muhru humayunu ancak ağır hasta vaziyette yataktayken aldığı için bu isimle anılagelmiştir.
Melek Mehmet Pasa Vidin seraskerligine getirildiği zaman 15 Ocak 1786'de vezirlik verilerek Vidin Muhafizi görevi verildi. Sadrazam Koca Yusuf Pasa 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda serdar-i ekrem olarak ordu ile Vidin'e geldiğinde ek olarak Sivas eyalat valiligi unvani da verilerek Vidin seraskeriligi görevi verildi. Bu savaşta Avusturya ordularına karşı Muhadiye Muharebesi ve 17-18 Eylül 1788'de Şebeş Muharebesinde büyük yararliklar göstererek bu muharebeleri serdar-i ekrem Koca Yusuf Paşa ile kazandı.
Bu askeri basarilardan dolayi 7 Nisan 1789'da III. Selim tahta gecdikten sonra ve Osmanli ordusu hem Avusturya hem de Rusya cephesinde savaşmak zorunda kaldığı için Sultan Sadrazam ve serdar-i ekrem Koca Yusuf Pasa'yi 28 Mayis 1789'de azletti. Yerine sadrazam ve serdar-i ekrem olarak Meyyit Hasan Pasa'yi sadrazam ve serdar-i ekrem tayin etti. Meyyit Hasan Pasa muhr-u humayunu hasta yatagında almisti ve ordunun basina anack 22 gun sonra gecebildi. 21 Temmuz 1789'da Birleşik Avusturya ve Rusya orduları Osmanli ordugahinin bulunduğu (gunumuzde Romanya'da bulunan) Focsani'ye hücuma gectiler ve ortaya cikan Fokşan Muharebesi'nde Osmanlilar büyük zayiat vererek yenildiler.
Meyyit Hasan Pasa Fokşan Muharebesi'nin intikamini almak ve Bender ve Akkerman kalelerini Rus ordusu kusatmasında nkurtarmak hedefiyle 60.000 kisilik büyük bir Osmanlı kuvveti Rusçuk'tan yola çıktı. Ordu öncelikle Fokşani'ye ulaşmayı buradaki Avusturya ve sonrasında Rus kuvvetlerini yenmeyi ve kışı da burada geçirmeyi hedefliyordu. O sırada Ruslar güçlerini kale kuşatmalarına özellikle İzmail üzerine yoğunlaştırdikları için bölgede hazır Rus gucu sayısı azdı. Ama yakında Prens Coburg kumandasında 18.000 kişilik bir Avusturya gücü vardı. Avusturyalilara büyük Osmanli ordusuna karşı durabılmak için Rus generali Suvarov'dan yardim istediler. Rus ordusu çok zor bir gece yürüyüşu ile Avusturya ordusunun bulunduğu Ramnicu Sarat şehri yakınlarında Ramnicu Sarat Nehri (Rimnik Nehri) ve yakınlarında bulunan Boze Nehrinde kenarına geldi. Burada 22 Eylül 1789'da yapılan Boze Muharebesi'nin ilk saatlerinde 25.000 kisilik Rus ve Avusturya ordusu 60.000 kadar kisilik Osmanli ordusunu büyük bir hezimete ugratti..
Bu hezimettem sonra sdarazamlik ve serdar-i ekremlik görevlerinden azledildi. Aralik 1789'da Tirhala sancakbeyligi ile Ruscuk muhafizligina tayin edildi. Ama Ocak 1790'da vezirlik de geri alinarak Bozcaada'ya surgune gönderildi. Sonra afedilip Haziran 1792'de vezirlik rutbesi tekrar verildi ve Silistre valisi oldu. Ardından Haziran 1792'dse Mora valisi; sonra Kandiye valisi ve 1897'de tekrar Mora valisi olarak tayin edildi. 1798'de vezirlik rutbesi geri alindi ve kendi sectigi bir mahalde surgune gönderildi. Yenisehir'i (gunumuzde Larissa secti ve bir muddet burada oturdu. 1800'de vezirlik geri verildi ve Bender muhafizi tayin edildi. Iki ay sonra Hotin muhafizi yapıldı. 1802'de emekli oldu. Sonra tekrar Bender muhafizligina tayin edildi. 14 Kasim 1806'de Rus ordusu bir baskinla Bender'i eline gecirince Ruslara esir oldu. Ocak 1807'de Ruslar onu Rusya iclerine goturduler. 1810'de kurtuldu ve tekrar Yenişehir'e dondu. çok gecmeden o yıl o şehirde vefat etti.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirmektedir:
Tedbirli, gayretli, savaşçıydı.
Hotin'de bir camii yaptırdığı bilinmektedir.
Rusçuklu Çelebizade Şerif Hasan Paşa
Çelebizade Şerif Hasan Paşa (o. 13 Şubat 1791, Şumnu) III. Selim saltanatında 30 Mart 1790 - 15 Şubat 1791 tarihleri arasında on ay on altı gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Mekke Şerifliği'nın sülalesinden olduğunu iddia etmiş ve "Şerif" lakabı taşımıştır.
Rusçuk ayanından Çelebi Şerif Süleyman Ağa'nın oğludur. Serdengeçti ağalığıyla Kırım hanı Kırım Giray ile birlikte Rusya'ya akın yaparak şecaati görülmüş, pederinin vefatı üzerine kendisine kapıcıbaşılık verilmişti. Fakat memleketinde tek durmayıp âyanlık iddiasıyla ortalığı karıştırdığından dolayı idamı için emir verilmiş ise de, kaçmaya muvaffak olarak eski Kırım hanı III. Selim Giray'ın dairesine iltica eylediğinden, onun ricasıyla memleket işlerine karışmaması şartıyla Rusçuk'ta oturmasına müsaade edilmişti.
Mutlak surette Rusçuk ayanı olmak isteyen Şerif Hasan Ağa, bunu zorla elde ettiği için tedibi emrolunmuş ise de, yine bir takrip kurtulup 1182 H. - 1768 M.'deki Rus seferi münasibetiyle kendisinden istifade tarafına gidilmiştir. Bu seferin sonlarına doğru Rusçuk ayanı Şerif Hasan Ağa orduya getirilip Rusçuk'ta pek çok asker varken Yergöğü kalesinin niçin alınmadığı kendisine sorulmuştu. Şerif Hasan Ağa o tarafın seraskeri Dağıstanlı Ali Paşa'nın yerine seraskerliğe talip olup fakat bunu açık söylemeyerek askerin Dağıstanlı ile aralarının iyi olmadığını beyan etmişti. Bunun üzerine Şerif Hasan Ağa'nın yaşının küçük olduğu gözönüne alındı ve vezir İsmail Paşa Rusçuk serakeri tayin olunarak gönderildi.
Arzusu olan seraskerliği elde edemeyen Şerif Hasan Ağa'nın avdetinden sonra biraderi Mehmet Ağa ordu merkezine gelmiş ve baklayı ağzından çıkararak "biraderime vezaret verilirse Yergöğü kalesinin zaptını taahhüd ederiz" demesi üzerine sadrâzam Muhsinzâde Mehmet Paşa tarafından Şerif Hasan Ağa'ya vezirlik verilmiştir (20 Cemaziyelâhır 1187-8 Eylül 1773).
Şerif Hasan Paşa, taahhüdü mucibince Yergöğü kalesini geri alamadığından dolayı seraskerlikten azlolunarak yerine Cezayirli Hasan Paşa getirilmiştir. Kaynarca antlaşmasını müteakip Özi muhafızlığına tayin edilen Şerif Hasan Paşa gitmek istemeyerek ayak sürüdüğünden vezirliği alınarak bir zaman Gümülcine'de ve sonra Rusçuk ve Selanik'te oturtulup 1201 Zilkade - 1787 Ağustos'ta ve muharebe esnasında vezir Silâhtar Çelik Mustafa Paşa'nın ricası üzerine vezirliği iade olunarak Misivri ve arkasından Vidin muhafızı olmuştur.
Serdar-ı ekrem Koca Yusuf Paşa, Vidin üzerinden Avusturya'ya yürüdüğü sırada Vidin'de sancağı şerif ordusuna kaymakam tayin edilen Şerif Hasan Paşa, daha sonra görevsiz olarak Rahova muhafazasına memur edilmiştir. Bu sırada vezir ve serdarı ekrem Cezayirli Gazi Hasan Paşa vefat etmiş ve Şerif Hasan Paşa Şumnu ordugâhına pek yakın olduğundan, ordu erkânının kararıyla Şumnu'ya davet edilerek serdar-ı ekrem vekâletini üzerine almıştır. Şerif Hasan Paşa, "yeni sadr-ı âzam acaba bize bir mansıb verir mi?" —çünkü Rahova muhafızlığını hiçbir yerden dirliği olmadan ve bir mansıb bekleyerek yapmakta idi— diye düşünürken, şeyhülislâm Hamidizâde'nin tavsiyesiyle Rumeli'deki vezirler arasında çekilen kur'a buna isabet ettiğinden, sadrâzam ve serdar-ı ekrem tayin edilmiş ve bu hale kendisi de hayrette kalmıştır (1 Şaban 1204 - 16 Nisan 1790).
Bunun on ay on gün süren sadrâzam ve serdar-ı ekremliği esnasında Avusturyalılara karşı Yergöğü muvaffakiyeti gibi küçük bir başarı elde edildi ise de, Rus cephesi bozgun haline gelip Kili, İsmail, Tolçı, Isakçı ve diğer bütün kaleler elden çıktı. Şerif Hasan Paşa bu vaziyet üzerine kendisi evvelâ Ruslar üzerine tedarik görmüşken sonra bundan vazgeçerek Avusturya cephesine gitmek istemesi gibi hatası olmakla beraber, kaptan Paşa ile Tatar hanının da vazifelerini yapmamalarını pervasız ve açık olarak pâdişâha bildirmişti.
Serdar-ı ekremin böyle serbest mütalaası İstanbul'un mizacına uymamış ve bundan başka mesul mevkiinde olan vezir-i âzamın kabahat is |
nat ettiği kaptan Paşa ile Tatar hanının bunu reddeylemeleri neticesinde bütün mesuliyet Şerif Hasan Paşa'ya yükletilmiş ve bundan başka aleyhtarları tarafından isyan edeceği hakkında da uydurma haberler yayıldığından, bir hâdiseye meydan vermeden azil ve katline karar verilmiştir.
Bunun için evvelâ kendisine bir hatt-ı hümâyun gönderilerek tatmini tarafına gidilmiş ve bu suretle iğfal edildikten sonra 9 Cemaziyelâhır 1205 - 13 Şubat 1791'de evvelâ kendisinden mühr-i hümâyun alınmış ve diğer bir hatt-ı hümâyunla da Sofya'da dairesini tanzim ile Avusturyalılardan tahliye edilecek olan Belgrat'ın teslim alınmasına memur edildiği bildirilmiştir.
Bu suretle iğfal edilen Şerif Hasan Paşa, evvelâ ordugâhtan alınarak Şumnu ayanının konağının yanındaki bir eve naklolunduktan sonra, orada uyurken kurşunla vurulmak suretiyle katledilmiştir. Yerine Bosna valisi Yusuf Paşa ikinci defa sadrâzam tayin edilmiştir.
Şerif Hasan Paşa, zeki ve şecaatli idiyse de, âyanlıktan yetişmiş olup devlet işlerine ve hükümetin mizaç ve usulüne vakıf olmayıp açık kalpli ve açık sözlü idi. Kendisinin âyanlıktan yukarı bir kumandanlığı idare edemeyeceği 1788 seferinde malûm olmuşken iki cepheli bir seferde serdar-ı ekremlik gibi pek mühim bir vazifenin kur'a isabetiyle buna verilmesi pek garip ve felâketi davet edeceğine şüphe olmayan bir zihniyet neticesi idi. Vasıf, Şumnu karargâhında oturmayıp Celâli suretinde kır ve bayırlarda dolaşması ve bu suretle harb levazmını tatil etmesi ve İstanbul'a, gönderdiği tahriratlarda hürmetkârane beyanatta bulunmayarak edebi tecavüz ile pâdişâhın gazabını tahrik etmesinin katline sebeb olduğunu yazmaktadır. Cevdet tarihi, zeki, akıllı, dirayetli, işgüzar ve ancak iyş ve işrete fazla düşkün olduğunu ve sadarette gözü kararıp halkın malına el uzattığını beyan ediyor. Bu muharebedeki olayları bizzat zabt etmiş olan Vekayi-i Hamidiye risalesi sahibi Mehmet Sadık Efendi, hüsnü ahlâk sahibi işbilir olduğunu kaydetmektedir.
Hâdikatü'l-Vüzera zeyli'nde de şiir ve inşaya vukufundan ve hava ve hevese düşkünlüğünden bahsediliyor. İstanbul'a gönderilen başı Üsküdar'da müntesib olduğu Hüdayî tekkesi'nde medfun olup, orada bazı hayratı da vardır. Âyanlık iddiasıyla birkaç defa serkeşliğe kalkması ve kendisinin idamı hakkında ferman gönderilmesi malûm olduğundan, sadareti esnasında da isyan etmesi ihtimali gözönüne alınarak, aleyhtarlarının iftiralarına inanılmış ve pervasızca tahriratları da bu ihtimali kuvvetlendirmiştir. Nesli bugün Almanya'da ile Türkiye'de sürmektedir.
Melek Mehmed Paşa
Damat Melek Mehmed Paşa, (d. 1719 - ö. 1802 İstanbul) Kaptan-ı Derya; çeşitli eyaletlerde valilik ve muhafızlık görevlerinde bulunmuş ve III. Selim saltanatında 4 Mayıs 1792 - 19 Ekim 1794 tarihleri arasında iki yıl beş ay on altı gün sadrazamlik yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Doğum tarihi olasılıkla 1719'dur. Babası 1714 ile 1718-1721 dönemlerinde iki kez kaptan-ı deryalık yapmış olan İzmirli Süleyman Paşa'dır. "Melek" lakabını yakışıklı, halim selim tabiatlı olmasından almıştır. İİİ. Ahmet'in kızlarından Zeynep Aşıma Hanım ile evelnmesi ile damnad-ı şehriyarı olması dolayışla "Damad" olarak anılmıştır.
Babsi kapdtan-ı derya iken bulunduğu Taman'da derya beyi olarak göreve başladi. Sonra İstanbul'a geldikten sonra tersane kethudalığı yaptı. Sonra beylerbeyi rütbesi ile ilk kez kaptan-ı derya görevine getirildi. 1663'de bu görevden azledildi. Önce Vidin muhafizligi; ve ardından sıra ile 1764de Belgrad muhafızlığı; Anadolu Beylerbeyliği; sedarat kaymakamlığı; Aydın valiliği ve 1765'de Rumeli beylerbeyliği görevleri verildi. 1766'da 2. kez kaptan-ı derya görevine tayin edildi.
1768'de yine sedaret kaymakamı görevine getirildi. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı'nda sadrazam ve serdar-ı ekrem olan Yağlıkçızade Mehmed Emin Paşa (1768-1769), Moldovancı Ali Paşa (1769), İvazzade Halil Paşa (1769-1770), Silahdar Mehmed Paşa (1770-1771) ve Muhsinzade Mehmed Paşa (1771-1774) ordunun başında cephede bulunmaktayken Melek Mehmet Paşa 6 yıl süreyle İstanbul'da sedaret kaymakamı görevi yaptı. 1774'de yeni padişah olan I. Abdülhamit'in tahta geçmesi ve savaşın Küçük Kaynarca Antlaşması ile sona ermesi ile bu görevden ayrıldı.
Vezir payesi de geri alınarak Şubat 1774'de Cezayirli Gazi Hasan Paşa yerine 3. kez kaptan-ı derya görevi verildi. Bu görevden Temmuz 1774'de azledildi ve taşraya gönderildi.
1779 ve 1783'de iki kez Mora muhasallığı; 1780'de Mısır valiliği; 1783'de tekrar Vidin miuhafızlığı yaptı. Sonra yine rikap kaymakamlığına getirildi. Sonra Kandiye Muhafızlığı görevine gitti.
III. Selim'in 1789'da başlayan padişahlık dönemi sırasında 4 Mayıs 1792'de 73 yaşında olmasına rağmen Kandiye muhafızlığından alınarak Istanbul'da sadrazamlığa getirildi. Onun bu göreve getirilmesine de baş neden 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı döneminde Sadrazamlar cephede iken 6 yıl sedaret kaymakamlığı yapmakta iken halk arasında temiz, dürüst, ahlaklı birisi olarak tanınması dolayısiyla bu görevde üstün başarılı olmasıydı. III. Selim dönemeinin ıslahat faaliyetlerinin büyük bir kısmı Melek Mehmet Paşa'nın sedaret döneminde uygulanmaüya başlandı. Fakat gittikçe yüksek yaşını göstermeye başlamıştı. Bu nedenle iki yıl beş ay on altı gün sedaretten sonra 19 Ekim 1794'de istifa etti.
Sadrazamların azlinden sonra sürgüne gönderilmeleri adet olmuştu. Ama bu gelenek Melek Mehmed Paşa için uygulanmadı. Ortaköy'de bulunan sahil yalısında emekli olarak yaşamaya izin verildi. İstifasından 8 yıl sonra 83 yaşında iken 1802'de yalısında vefat etti. Eşi Zeyneb Sultan'ın Soğukçeşme'de yaptırdığı türbeye eşinin yanına gömüldü.
Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa
Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa (veya Yusuf Ziya Paşa)(d. ? - ö. 1819, Sakız Adası), III. Selim saltanatında 30 Ağustos 1798-24 Nisan 1805 ve II. Mahmud saltanatında Mart 1809-10 Nisan 1811 tarihleri arasında toplam sekiz yıl on bir ay dört gün sadrazamlık yapmış Gürcü asıllı bir Osmanlı devlet adamıdır.
Cirit oynarken kaza sonucu bir gözünü kaybettiği için “"Kör"” lakabı ile anılır.
Köken olarak Gürcü'dür. Doğum tarihi bilinmez. Bununla beraber, Mısır seferi dolayısıyla 1800’de Suriye’ye geldiğinde orduda bulunan ve kendisini tanıyan İngiliz topçu subaylarından W. Wittman’ın hatıralar kitabındaki kaydına göre ellili yaşlarındaydı. 1760-1761 arasında beş ay kaptan-ı deryâ görevinde bulunan Benli Hacı Mustafa Ağa’nın kölelerindendi. Hacı Mustafa Ağa’nın himayesinde gençleri yetiştirme ve bir intisap dairesi teşkil etme uygulaması dahilinde Hacı Mustafa Ağa'nın kardeşi, Anadolu Kazaskeri İbrâhim Efendi’nin evinde özel eğitim aldı. Orada özel hocalardan aldığı dersler arasında dinsel bilgiler, fen bilimleri, güzel yazı yazma sanatı (hüsn-i hat) ve muhasebe ve defter tutma bulunmaktaydı. Zamanla ata binme, cirit oynama ve silâh kullanma gibi beceriler kazandı.
Efendisi 1762’de ölünce mîr-i mîrândan maden emini "Ispanakçı Mustafa Paşa"’ya intisap etti ve onun Enderun ağası oldu. 1768'de Ispanakçı Mustafa Paşa vezir rütbesi ile Erzurum valiliğine atanınca onun maiyetinde Erzurum'a gitti. Bu sırada tütüncübaşılığı görevine atandı ki Wittman’a göre en güvenilir kişilere havale edilen bir işti. Ispanakçı Mustafa Paşa ile birlikte Hicaz'a gidip hacı oldu. Hacdan dönüşte Rakka’da Ispanakçı Mustafa Paşa yanından ayrıldı ve İstanbul’a geri geldi.
İstanbul’da Ocak 1777’de sadrazamlık görevine gelen Darendeli Mehmed Paşa'ya intisap etti. Darendeli Mehmed Paşa’nın Eylül 1778 başında sadrazamlıktan azledilmesinden sonra İstanbul’da değişik yüksek devlet ricalinin hizmetine girdi.
1779'da Keban ve Ergani madenlerine emin tayin edilen Çil Mehmed Emin Ağa’nın mühürdarı sıfatıyla Maden bölgesine gitti. Emin Ağa’nın başka yere tayin edilince yerine gelen Yeğen Mehmed Ağa’nın yanında da mühürdar olarak görev yaptı. Bu görevi sırasında ek görev olarak etrafta buluna Kurt aşiretleri mensuplarının eşkıyalık hareketlerini tepelemekle görevlendirilen askeri güçlere komuta etmek ile ve bu görevi gayet basarili olarak yapması ile bölgede isim yaptı. Daha sonra İstanbul’a döndü.
Burada 1781'de kısa bir donem için Tersane-i Amire'de (Osmanlı Devlet Tersanesi, Kasımpaşa, İstanbul'da) Tersane eminliği yaptı. Takiben önce sadâret kethüdâlığına getirilen ve sonra Sadrazam sonra da I. Abdülhamit'e sadrazam olan Halil Hamit Paşa’ya mühürdarlık ve silahtarlık yaptı.
Takiben Keban ve Ergani'de maden emini olan Yeğen Mehmed Ağa'nın ölmesi ile onun terekesinin devletleştirilmesi görevi ile bu bölgeyi bilen bir kişi olarak Maden'e gönderildi. 1764 yazında Köse Mustafa Ağa Keban ve Ergani'de maden emini tayin edildi. 1786'da Köse Mustafa Pasa bu görevden azledildi ve maden eminliğine (Darphane-i Amire emini Arnavut Mehmed Efendi'nin tavsiyeleri ile) Yusuf Ağa tayin edildi. Bazı günün tarihçileri bu tayinin yine Yusuf Ziyaeddin Ağa gibi Gürcü asıllı olan Sadrazam Koca Yusuf Pasa'nin diğer bir Gürcü asıllıya iltiması olduğunu iddia etmektedirler.
Yusuf Ziyaeddin Paşa 1785-1799 ile 1807-1811 dönemlerinde uzun bir müddet, diğer görevleri yanında olarak, maden emirliği görevinde devam etmiştir. Gümüşhane ve Keban havzalarındaki gümüş madeni işletmelerine yeterli sermaye tahsisiyle verimli çalışmasına önem vermiş; Ergani’de bakır üretimine geçilmesini, Malatya sancağı dahilinde yeni gümüş madenlerinin açılmasını ve işletilmesini sağlamıştır. Bu arada Fırat Nehri üzerinden maden direği, kütük ve kömür nakliyatı geliştirmiştir. Bu bölgede maden işletilmesinin güvenlikli ve istikrar içinde yapılması için bölgede bulunan Kurt aşiretlilerin eşkıyalık faaliyetlerine son vermek için buyuk uğraş vermiştir. Bunun için Maden'de özel zaptiye gücü kurmuş; bu zaptiye gücünü yetiştirmiş ve bölgeyi Kürt eşkıyalardan temizlemiştir. Bu başarısı üzerine, İstanbul merkezin de tasvibi ile, Erzurum, Diyarbekir, Rakka ve Sivas eyalet valiliklerine bağlı eyalet zaptiye güçleri kurulmuş ve bunlar da Maden'deki tecrübelerden yararlanarak kendi bölgelerini eşkıyalardan temizlemişlerdir. Asayişin sağlanıp halkın korunması, özellikle maden sahalarında olumsuzlukları görülen Kürt eşkıya |
sını tepelemesi faaliyetleri ile tüm doğu bölgesi içinde en etkin ve en önemli devlet idarecisi haline geldi. Askerî güç kullanmanın yanında sorunları hiç kan dökülmeden uzlaşma ile çözmekte başarılı olması İstanbul’da takdirle karşılandı.
Başarılı hizmetleri dolayısıyla Malatya sancağı tevcih edildi. 1792'de takiben vezirlik rütbesi verildi. 1793'te Diyarbekir eyalet valiliğine getirildi ve ek olarak 1794'te Erzurum eyalet valiliği, 1796'da Çıldır eyalet valiliği verildi. Sonra Canik muhassıllığı ve Karaman eyalet valiliğine tayin edildi. 1797’de isteği üzerine Çıldır eyalet valilik görevinden azledilip Trabzon valisi oldu.
İlk kez III. Selim tarafından 20 Ağustos 1798’de sadrazamlık makamına getirildi. 25 Ekim’de İstanbul’a gelen paşa, ilk icraat olarak, o sırada Napolyon Bonapart yönetiminde Mısır’ı işgal etmiş olan Fransa’ya karşı İngiltere ve Rusya ile anlaşma yapmak oldu.
Anlaşma gereği 1799’da bir Osmanlı-Rus donanması Akdeniz’e sefere çıktı, fetihler yaptı. Kendisi, aynı yıl Kaptan-ı Derya Gürcü Küçük Hüseyin Paşa ile birlikte ordunun başında Mısır’a sefere çıktı. 1801’de Fransızları yenerek Mısır’ı geri aldı.
1805’te sadrazamlıktan istifa etti, Beylerbeyi’ndeki evinde inzivaya çekildi.
Canikli Tayyar Mahmut Paşa’nın isyan çıkarması üzerine Trabzon Valisi olarak görevlendirildi. İsyan bastırıldıktan sonar Erzurum valisi, 1808’de ise Şark Seraskeri (Doğu Başkomutanı) oldu.
III. Selim’in tahttan indirilmesinden sonra Bağdat, Basra, Karaman, Halep valiliği yaptı. Halep Valisi iken Mart 1809’da II. Mahmut tarafından sadrazamlık görevine getirildi, İstanbul’a gitti. Sadrazam olduğu sırada 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı devam etmekte idi. Ruslar Osmanlı topraklarına ilerlemekte olduğundan ordunun başında Rumeli’ye sefere çıktı. İki yıl Ruslarla savaşan paşa, 1811’de sadrazamlıktan azledildi.
Sadrazamlıktan azli üzerine önce Dimetoka’ya, sonra Rodos Adası’na sürgün edildi. 1815’te vezirlik rütbesi iade edildi, Eğriboz Adası ile Karlı İli Muhafızı oldu. 1817’de Sakız Adası valiliğine getirildi. Bu görevi sürdürürken 1819’da hayatını kaybetti. Adadaki Şeyh İlyas Türbesi’ne defnedildi.
Kandilli Hamamı ustalarından Ayşe Hanım ile evli olan ve ona büyük bağlılığı ile bilinen Paşa, eşi adına İstanbul Çengelköy, Havuz başında bir çeşme yaptırmıştır. Ayşe Hanım tarafından da, Beylerbeyi Rüştiye Mektebi yakınında bir çeşme ve Malatya'da da oğlu annesi için Ziyaeddin Paşa adına mescit yaptırılmıştır. Ziyaeddin Paşa ayrıca Keban’da Kallar mahallesinde cami, medrese, kütüphane ve tekke, Kürt mahallesinde ise kıymetli bir cami yaptırmıştır.
Bostancıbaşı Hafız İsmail Paşa
Bostancıbaşı Hafız İsmail Paşa (1758-1807) III. Selim saltanatında 24 Nisan 1805 - 14 Kasım 1806 tarihleri arasında bir yıl altı ay yirmi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamı.
İstanbul'da "Zernisan'lı Haseki" lakabıyla anılan babası Bostancı Ocağı'na mensuptu. Hafız lakabı Kur'an'ı ezberlemesiyle ilgilidir. Babasının mensup olduğu Bostancı Ocağı'nda yetişti. Bir süre sonra yol hasekisi, ardından yeniçeri ağası karakulağı, tebdil hasekisi (1793) ve haseki ağa (1797) oldu. 1 Ağustos 1798'de bostancıbaşılığa getirildi. Dürüst ve çalışkan bir izlenim verdiğinden III. Selim'in dikkatini çekti.
Altı yıl bostancıbaşı olarak kaldıktan sonra 24 Ekim 1804'de kaptan-ı deryalığa getirilerek saraydan ayrıldı, ancak III. Selim'in yakın çevresi içinde yer almaya devam etti. Kaptan-ı deryalığı beş ay sürdü.
Sadrazam Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa Nizam-ı Cedid aleyhtarlarına karşı mücadele etmeyi göze alamadığı için 4 Nisan 1805'de sağlık nedenleri ileri sürerek görevden istifa ettiği zaman sadrazam görevine geçirildi. Sedaretinin başlangıcında, İstanbul'da hüküm süren pahalılığa ve haksız kazanç sağlayanlara karşı sert bir şekilde mücadele etti. Bu konudaki icraatı ile halk arasında iyi bir şöhret kazandı. Fakat sonra fikrini değiştirdi ve Nizam-ı Cedid aleyhtarları ile iş birliği yapmaya koyuldu. Bu hedefle Rumeli ayanlarından Rusçuk Ayanı Tirsinikli İsmail Ağa ile Pazavandoğlu Osman ve Şehzade Mustafa adamlarıyla gizli görüşmeler yaptı. 1806'da Nizam-ı Cedid uygulaması Kadı Abdurahman Paşa komutasındaki Rumeli ordusunda uygulanması kararı verilince, bu kurulamakta olan orduya karşı muhalefeti; ortaya çıkan ciddi çatışmaları ve buna karşı çıkan Rumeli ayanını el altından destekleyip bu eylemleri koordine etmeye başladı. Bu yeni ordu kurulması girişiminin başarısız kalmasına başlıca amil oldu. Bu icraatı bir devlete hiyanet suçu idi ve idamı gerektiren bir suçtu. Fakat yeniçeriler tarafından çok tutulmaktaydı ve bunun için canına dokunulması uygun görülmemekteydi. Bununla beraber bu siyasi rekabet ve saray enterikaları cezasız bırakılamıyacağı için neticesinde 14 Eylül 1806'da sadrazamlıktan azledildi.
Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa'nın sadrazamlık görevine gelmesinin ardından, önce Bursa'da ikamete mecbur edildi. Fakat sonra sürgün yeri Rodos'a çevrildi. Hazırlanan bir körvete bindirilerek ailesiyle birlikte Enez'den gizlice yola çıkarıldı. İzmir'e çıkarılan İsmail Paşa, İzmir kadısı marifetiyle Ali Dede isimli bir reisin teknesiyle Sakız Adası'na götürülüp sürgün yeri bu adaya dönüştürüldü.
IV. Mustafa'nın tahta çıkarılması ve şehzade iken yeni padişaha yaptığı hizmetlerden ötürü tekrar şadârete getirilmeyi ümit eden İsmail Paşa, yalnızca vezâreti iade edilmiş olarak, 18 Haziran 1807'de Karaman Eyaleti ilâvesiyle Akdeniz Boğazı Çanakkale Muhafızlığı'na gönderildi. Ancak bu görevdeyken dört ay sonra Çanakkale'de vefat etti.
İsmail Paşa'nın, Şeyhülislâm Atâullah Efendi ve Kabakçı Mustafa tarafından desteklendiği ve sadaret kaymakamlığına getirilmek istendiği, ancak bu gelişmeyi kendi makamı için tehlikeli gören Nizâm-i Cedid'in önde gelen aleyhtarlarından olan sadâret kaymakamı Tayyar Paşa tarafından zehirlenerek ortadan kaldırıldığı ileri sürülmüştür.
İbrahim Hilmi Paşa
İbrahim Hilmi Paşa veya Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa (d. 1747, İstanbul - ö. 1825 İstanköy), III. Selim saltanatında 14 Kasım 1806 - 18 Haziran 1807 tarihleri arasında yedi ay dört gün sadrazamlık ve çeşitli eyalet valiliği ve bu arada Girit valiliği yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
İstanbul'da 1747'de doğdu. Yeniçeri ocağı beytülmalcısı Mehmed Ağa'nın oğludur. Gençliğinde çok zayıf olduğu için "Keçiboynuzu" lakabı almıştır . Yeniçeri ocağına girdi. 1802'de zağarcıbaşı, 1803'de kul kethüdası ve 1804'de Yeniçeri Ağası oldu.
Yeni kurulmakta olan Nizam-ı Cedid ordusuna karşı yeniçerilerin gösterdiği çok düşmanca reaksiyonu teskin etmek hedefiyle 4 Eylül 1806'da sadrazam görevine getirildi. Sadrazamlık dönemi çok olaylı geçti.
1804'de Kara Yorgi idaresinden başlayan Sırp İsyanı devam etmekteydi ve Ruslardan da aldığı destekle Kara Yorgi 13 Aralık 1806’da Belgrad’ı eline geçirdi.
Osmanlı devleti 24 Eylül 1805 tarihinde Osmanlılar Ruslarla bir dostluk anlaşması yapmasına rağmen 1806'da Rus yanlısı "Konstantin İpsilanti" adlı Eflak Beyi'ni ve "Alexander Murusis" adlı Boğdan Beyi'ni görevden almıştı. Aynı sıralarda Napolyon Bonapart imparatorluğu idaresindeki Fransa da Dalmaçya kıyılarına asker çıkartmış ve Rusları tehdide başlamıştı. Bundan hoşnut olmayan Rusya 40.000 civarında askerle Eflak ve Boğdan'ı işgale başlamıştı. Buna karşılık 22 Aralık 1806 tarihinde Osmanlı devleti Boğazları kapattı ve Rusya'ya savaş ilan etti. Böylece 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı başlamış oldu.
Oamanlı devletinin bu savaşa girmesine neden, İngiltere tarafından, 1806'da İstanbul'a gönderilen Fransa elçisi Sabatini'ye bağlanmıştı. Bu Fransa elçisi İstanbul'a gelince Rus Çarı I. Aleksandr İngiltere'den yardım isteyince İngiltere büyükelçisi Arbuhnot III. Selim huzuruna çıkarak bir ultimatom vererek Fransız elçisinin geri gönderilmesini istedi; yoksa İngiltere'nin Akdeniz donanma filosunun Osmanlı devletine karşı hücuma geçeceğini bildirdi. 18 Şubat 1807'de Rusların müttefiki olan İngiltere'ye ait Amiral Duckworth komutasında 8 üç-ambarlı büyük kalyon ve 4 fırkateynden oluşan bir filo Çanakkale Boğazı'nı geçmeye başladı. İngilizlere destek sağlayan Amiral "Dmitry Şenyavin" komutasındaki 4 üç-ambarlı büyük kalyon boğaz girişinde kalıp bu hücuma iştirak etmedi. Bu İngiliz filosu nispeten az zayiatla Ramazan olduğu için iyi korunamayan Çanakkale Boğazı'nı geçip Marmara Denizi'ne girmeyi başardı. Amiral Duckworth'un filosu İstanbul önlerine gelip 19 Şubat'ta Yeşilköy önlerine demirledi. İstanbul ahalisi bu filonun şehri bombardıman edeceğinden çok paniğe kapıldı. Başta sadrazam İbrahim Hilmi Paşa, halk, esnaf, medrese öğrencileri savunma örgütleri kurdular. Uzak çevrelerden silahlı gönüllüler gelmeye başladı. Birkaç gün içinde kent sahillerine 1,200 kadar sayıda top yerleştirildi. Osmanlı donanması Haliç'ten çıkmadı, ama silahlı siviller kayıklarla sahillerini devriyeye başladılar. İngiliz Amirali Duckworth'un genç donanma subayı oğlu su ikmali için Kınalıada'ya çıktığında orada esir alındı. Amiral Duckworth Osmanlı donanmasının Haliç'den çıkmasını beklemekte idi. Ama İstanbul önlerinde bir buçuk hafta bekleyip Osmanlı donanması Haliç'den çıkmayınca bu operasyonun başarılamıyacağı anladı. 2 Mart'ta sahilden halkın yuhaları altında İstanbul'dan ayrıldı. Çanakkale Boğazı ağzında Osmanlı topçusu İngiliz filosuna yine zayiat verdirdi.
Bu badirenin atlatılmasından sonra Rusya'ya karşı savaş için Serdar-ı Ekrem olan sadrazam İbrahim Hilmi Paşa komutasında Osmanlı ordusu 12 Nisan 1807'de Ruslara karşı sefere çıkarak Silistre önlerine geldi. Bulgaristan'dan Tuna Nehri üzerinden Eflak topraklarına girerek Eflak başkenti Bükreş'e taarruza başladı. Fakat bu ordu Mikail Miloradovic komutasındaki nispeten ufak bir Rus ordusu tarafından 2 Haziran 1807 tarihinde Obileşti Muharebesi'nde yenilip geri püskürtüldü.
Balkanlarda bu gelişmeler olurken Vahhabi İsyanı 1803-1804'den beri devam etmekte idi ve Abdül Aziz ibn Muhammad ibn Saud idaresinde olan Saudi Vahhabiler ellerine geçirdikleri Mekke be Medine şehirlerindeki kutsal anıtları ve dindar Sünnilerin önemli saydıkları bina, türbe ve mezarlıkları yıkıp yerle bi |
r etmeye devam etmekteydiler. Bu kutsal yerlerin koruyucusu olan Osmanlı devleti diğer savaşlarla uğraştığı için hiç tedbir alamaz halde idi.
Bu gaileler devam ederken Sultan III. Selim ve yeni kurulan Nizam-ı Cedid aleytarlığı almış yürümüştü.
III. Selim'in en yakın çevresini oluşturan Sır Katibi Ahmet Faiz Efendi, Valide kethüdası Yusuf Ağa, İbrahim Kethüda ile ilgili yolsuzluk iddiaları ortalığa yayıldı. Bunların servetinin kaynağının İrad-ı Cedid paraları olduğu ileri sürülmekte idi. Güven bulanımı, dedikodu, yolsuzluk savları ve hayat pahalığı giderek arttı... Olanlara sırt çeviren zengin bir zümre de Avrupa'dan gelen yeniliklere özenirken; yobazlar ve cahil kesim dinin elden gittiği yaygarasıyla padişaha duyulan güvensizliği nefrete dönüştürme çabasındaydı... Batıl inançlara bağlılık, eskiye oranla kentte çok yaygınlaştı.
25 Mayıs 1807'de Rumelikavağı'ndaki Boğaz muhafızları yamakları Kabakçı Mustafa isyanı'nı başlattılar. İstanbul bir terör merkezi oldu. Nizam-ı Cedidciler kentte aranıp yakalanıp öldürülmeye başlandı. İmkanı olan Nizam-ı Cedid askerleri ve onları tutan ilerigelenler İstanbul'dan kaçmaya başladılar. Konaklar yağmalandı. Etmaydanında devamlı büyük toplantılar yapılıp şeriat geri getirilmesi çareleri arandı. Ayaklanmanın üçüncü günü Paşakapısı, Ayasofya ve Topkapı Sarayı çevresini dolduran isyancı güruh Babıali'deki ulema ve ricali önlerine katıp Sarayın iki kapısından girip Bâbüssaâde Kapısı önüne geldiler. Sedaret kaymakamı Köse Musa Paşa ve Şeyhülislam Ataullah Efendi'yi saray içine gönderildiler ve yeni padişahın cülusunu sağladılar. Böylece 29 Mayıs 1807'de III. Selim tahttan feragat etmiş oldu ve yerine IV. Mustafa padişah oldu.
Bu olaylar sırasında Sadrazam İbrahim Hilmi Paşa serdar-ı ekrem olarak Rus cephesinde bulunmaktaydı. İstanbul'da görevini sedaret kaymakamı olan Köse Musa Paşa yapmakta idi. İbrahim Hilmi Paşa Balkanlarda dağılan ordunun başından ayrılarak Alemdar Mustafa Paşa'ya sığındı. Bunun üzerine 18 Haziran 1807'de sadrazamlıktan azledildi.
Temmuz 1807'de İbrahim Hilmi Paşa Selanik valiliğine getirildi. Aralık 1807'de ise Hersek sancağı da bağlanmış olarak Bosna eyaleti valisi oldu. Alemdar Mustafa Paşa'in İstanbul'a girişi olaylarına, II. Mahmud'un tahta geçmesine; Alemdar Mustafa Paşa'nın öldürülmesi ve II. Mahmud'un yavaş yavaş idareyi eline alış olaylarına hiç katkısı olmadı. Ekim 1813'de bu valilikten azledildi; vezirliğü kaldırıldı ve Gelibolu'ya sürgüne gönderildi. 1816'da afedildi; vezirliği geri verildi ve Kandiye muhafızlığı görevi verildi. 1818'de bir rütbe düşümü ifade eden İçel mutasarrıflığı görevine atandı. Temmuz 1819'da Hanya muhafızlığına tayin edildi. Temmuz 1821'de ise Adana valisi görevi verildi.
1823'de bu valilik görevinden de azledildi; vezirliği geri alındı ve İstanköy'de ikamete memur edildi. Fakat burada iken bir müddet sonra bir Rum isyanı çıkması muhtemel görüldüğü için İstanköy Muhafızlığı görevine getirildi. Bu görevde iken 17 Haziran 1825'de 77 yaşında vefat etti.
Çelebi Mustafa Paşa
Çelebi Mustafa Paşa (ö. 1811, Aydın) IV. Mustafa saltanatında, Kabakçı Mustafa İsyanı döneminde, 18 Haziran 1807 - 28 Temmuz 1808 tarihleri arasında bir yıl bir ay on gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Yaş Kapı Kethüdası Ahmet Ağa'nın oğludur. Babası gibi Yeniçeri ocağı'na girdi orada yetişti. Sekbanbaşı rütbesine kadar yetişti. 1802'de Edirne'deki bulunan yeniçerileri disiplin altına almak için Edirne ağalığına getirildi. Bölgeyi eşkiyadan da temizledi. Bu görevinde başarısı dolayısıyla 1807'de vezirlik payesi ile birlikte Anadolu Eyalet valiliği verildi. Amiral Duckworth'un bir İngiliz donanma filosu ile İstanbul önlerine gelişini tekrarlamak isteyen İngiliz donanmasına karşı Çanakkale Boğazı seraskerliğine atandı.
Aynı yıl Mayıs 1807'da Boğaz'daki ordu yamakları ile başlayan Kabakçı Mustafa İsyanı çıktı ve isyancılar IV. Mustafa'yı tahta geçirdiler. 1 Haziran'da Nizam-ı Cedid resmen dağıtıldı. 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı devam etmekte idi. 18 Haziran 1807'de Silistre'de bulunan Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa sadrazamlıktan azledildi. Çanakkale Boğazı muhafızı olan Çelebi Mustafa Paşa sadrazamlığa getirildi. Tuna boylarında Ruslar'a karşı savaşan orduya Serdar-ı Ekrem görevi ile Tuna boylarına gönderildi. Köse Musa Paşa İstanbul'da sedaret kaymakamı olarak İstanbul'da görevinde devam etti.
1807 güzünde Ruslarla bir ateşkes anlaşması imzalandı. Aynı sırada Silistre'de ordugahta bulunan yeniçeriler karışıklık çıkardılar. Disiplini olan bir ordu niteliği kalmamış olan Osmanlı birlikleri kış için başlarında Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Çelebi Mustafa Paşa olmak üzere Edirne'ye döndüler.
Rumeli'de efektif devlet gücü 5,000'den fazla silahlı ve eğitimli Rusçuk milis askerine komuta eden Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa elinde idi. Onun yanında İstanbul'dan kaçıp ona sığınan eski Nizam-ı Cedid askerleri ve siyasilerinin kurduğu "Rusçuk Yaranı" bir cemiyet bulunmaktaydı. Bu cemiyetin başlarından olan eski sadrazam kethudası Refik Efendi İstanbul'a geldi. Önce IV. Mustafa'ya yakın çevrelerle görüştü ve sonra şahsen IV. Mustafa'nın huzuruna çıktı. Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a gelip padişaha bağlığını sunmak için izin istediğini ona bildirdi; ama padişah bu izini vermedi. Refik Efendi'yi reisülkitaplığa tayin edip Edirne'de bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa yanına gönderdi.
Alemdar Mustafa Paşa 1808'de "Rusçuk Yaranı"'nın çabalariyle Rusçuk milis ordusuyla ortalığı fazla karıştırmadan Edirne'ye geldi. Burada bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa ona katıldı. İstanbul'a giden yollar ve konaklar kapatıldı. 13 Temmuz'da Pınarhisar ayanı Hacı Ali Ağa bu milislere bağlı olan 300 süvari ile harekete geçip Rumelifeneri kalesinde üzerine yürüdü. Orada oturan Kabakçı Mustafa hiç tedbirsiz ve habersiz olarak yakalanıp hemen öldürüldü. Milisler kaleyi ellerine geçirdiler. Fakat Kabakçı Mustafa'ya yakın olan Boğaz yamakları diğer kalelerinden getirdikleri toplarla 14 Temmuz'da Rumelifeneri'ne karşı hücuma geçerek 4 gün süren çok şiddetli bir çarpışmaya giriştiler. Sonunda yenilgiye uğrayan yamaklar geri çekilip kaçmakta iken Rumelifeneri, Rumelikavağı, Sarıyer ve Yeniköy cıvarlarını yakıp yıktılar. Kaçanlar yakanıp öldürüldü ama bazıları kayıkla kaçtı. Bu çarpışma sonunda 300 kadar yamak ve 13 milis asker öldü.
IV. Mustafa hazine vekili Nezir Ağa'yı Edirne'ye gönderip sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'yı ve Edirne'deki ordugahta bulunan ordu kalıntısını İstanbul'a çağırdı. Sadrazam İstanbul'a giderken Alemdar Mustafa Paşa da kendi milis kuvetleri başında onunla beraberdi. İstanbul'dan gelen devlet erkanı sadrazam ve Alemdar Mustafa Paşa'yı İncirli'de karşıladılar. IV. Mustafa ve maiyeti de İstanbul'dan ayrılarak orduda bulunan Sancak-ı Şerif'i karşılamak bahanesi ile İncirli ile Davutpaşa arasında Kırkavak mevkine geldi. Sadrazam ve Alemdar Mustafa Paşa orada padişahın huzuruna çağırıp onunla görüştüler.
"Rusçuk Yaranı" Alemdar'a IV. Mustafa'yı hemen tutuklayıp III. Selim'in tekrar tahta geçirildiğini ilan etmesini tavsiye ettiler. Fakat Alemdar bu tavsiyeyi "mertliğe uymaz" diye kabul etmedi. 19 Temmuz günü Alemdar Mustafa Paşa milisleri Çırpıcı Çayırına kamp kurdular. Ordu askerleri ise İstanbul içindeki kışlalarına gönderildi. Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa da İstanbul'a konağına yerleşti. 21 Temmuz günü Alemdar'ın Rusçuk milisleri Alay Köşkü önünde IV. Mustafa'ya alay gösterildi. IV. Mustafa Alemdar'a bir hatt-ı hümayun göndererek onu sadık bir vezir olarak kabul ettiğini ve onu tüm Balkanlarda Edirnekapı'dan Tuna boylarına kadar devlet temsilcisi ve serdarı olarak kabul ettiğini bildirdi.
Fakat 28 Temmuz 2008 günü Alemdar Mustafa Paşa Rusçuk milis kuvvetlerinden tüfekli Kırcalı askeri ile İstanbul'a girdi ve Babıali'ye baskın yaptı. Çelebi Mustafa Paşa'dan sedaret mühr-ü alındı ve kendisi ordugaha gönderildi. Alemdar Mustafa Paşa Topkapı Sarayını bastı. Sedaret mührü silahtar ağaya teslim edildi Fakat Alemdar'ın yavaş hareket etmesi ve Topkapı harem dairesine zorla girmekten sakınması dolayısıyla IV. Mustafa'nın emriyle sabık padişah III. Selim öldürüldü ve onun yerine geçecek Şehzade Mahmut hayatını ancak Anber Ağa ve cariyelerin onu saklaması ile kurtarabildi. Sonunda Alemdar Bâbüssaâde Kapısı'nı kırdırıp hareme girdi. Arz Odası önünde tahta yeniden geçirmek istediği III. Selim'in cesedi ile karşılaştı. Bu sırada IV. Mustafa'nın adamları çatıda saklanmakta olan Şehzade Mahmut'un odasına ulaşmıştı. Tam o sırada Alemdar Mustafa Paşa'nın adamları yetişti ve şehzadeyi kurtardı. Alemdar yanına getirilen II. Mahmut'a biat etti ve böylece IV. Mustafa tahttan indirilip II. Mahmut padişah olarak ilan edildi.
28 Temmuz'da II. Mahmut tahta çıkarıldıktan sonra Çelebi Mustafa Paşa Silistre valiliği ve İsmail kalesi muhafızlığına gönderildi. Orada, yeniçeri ağası olan Pehlivan Ağa'nın otoritesini azaltmak için askerler ile Ağa'nın arasını bozmaya yeltendi. Ayrıca sadrazamlıktan zorla ayrılması gerektiği için üzgün olup İsmail kalesini savunmak için yeterli ilgi gostermedi. 1809'de bu kale Rus ordusu tarafından kuşatılınca kaleyi Ruslara teslim etmek zorunda kaldı. Bu tutumlarının sınırdaki orduda moral bozgunluğu ve disiplinsizlik yarattığı için 1810'da Silistre valiliği ve İsmail muhafızlığı görevinden alınıp Sakız adasına sürgüne gönderildi.
1811'de affedildi. Kendine Aydın Eyaleti valiliği verildi. Aynı yıl Aydın Valiliği görevini yapmaktayken Aydın'da vefat etti.
Faraday sabiti
Faraday sabiti fizik ve kimyada, bir mol elektronun sahip olduğu elektrik yükü olarak tanımlanır. Bu ad, İngiliz bilim insanı Michael Faraday'ın adına ithafen verilmiştir. Elektrolitik sistemlerde, elektrot yüzeyinde toplanan kimyasal madde miktarını hesaplamada kullanılır.
Simgesi F olup;
şeklindeki eşitlikle ifade edilebilir. Bu eşitlikte N Avogadro sayısı (yaklaşık 6.02 x 10 mole) ve q da, bir elektronun yükünün büyüklüğüdür (elektron başına yaklaşık 1.602 x 10 Coulomb).
F nin değeri ilk olarak, belirli bir süre boyunca belirli b |
ir akımın geçtiği bir elektrokimyasal reaksiyonda toplanan gümüşün ağırlığından bulunmuştur. Bu değer Avogadro sayısını hesaplamada kullanılmıştır. F ve dolayısıyla N yı daha hassas olarak belirlemeye ilişkin araştırmalar sürmektedir.
Alemdar Mustafa Paşa
Alemdar Mustafa Paşa (1755, Hotin - 15 Kasım 1808, İstanbul), II. Mahmud saltanatında 29 Temmuz 1808 - 15 Kasım 1808 tarihleri arasında üç ay on sekiz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
1755'te Hotin'de doğmuştur. Babası Hacı Hasan adında bir yeniçeri idi. Aynı ocağa kaydolup bölüğünün sancağını taşıdığı için ""Alemdar"" lakabı ile anılır olmuştu.
Balkanlar'da devam eden Rus ve Avusturya savaşları bölgede merkezi otoritenin kurulmasını hemen hemen imkansızlaştırmıştı. Sınırlarda düşmana karşı savunmanın ve bölge içinde asayişin sağlanması için devlete gayrimeşru güç odaklarına bağımlı ve muhtaç hale gelmişti. Başkentten uzak bölgelerde ve özellikle Balkanlarda, "ayan" adı verilen gayri resmi yörel güç odakları devlet idaresine ortak olarak ortaya çıkmıştı. Babıâli, sınırlar içinde asayişi sağlamak ve ortaya çıkan zorbaları ve eşkıyayı temizlemek için iktidarına ortak olan ayanlardan âsi olmayan ve hâlâ sadakatini sürdürenler ile temas kurup bunları polis gücü gibi kullanmaktan başka çare bulamadı. Hükümete bağlı olan ayanlardan biri de Rusçuk ayanı Tirsinikli oğlu İsmail Ağa idi.
Alemdar Mustafa' da, Tirsinikli oğlu İsmail Ağa'nın maiyetine katıldı ve kısa sürede büyük yararlıklar göstererek Ağa'nın takdirini kazandı. Özellikle Tirsiniklioğlu İsmail Ağa 1797'de Pazvantoğlu Osman'ın hayli kalabalık ordusunu sadece 200 kadar adamıyla püskürtüp Rusçuk'u kurtarması, bir anda bölgede adının duyulmasını ve hükümette bile şöhret kazanmasını sağladı. Başarısından ötürü Silistre Valisi Gürcü Osman Paşa'nın teklifi üzerine "Hassa Hasekiliği" payesi verilerek ödüllendirildi. Pazvantoğlu'nun tenkili süreci içinde onu Tırnova hücumunda mağlup etmesi, sonra da eşkıya Manav İbrahim'i tepelemesiyle Alemdar Mustafa Tirsiniklioğlu İsmail Ağa'nın gözüne girdi. Önce onun yanında kapıcıbaşılığa yükseldi. 1804'te ise İsmail Ağa'nın teklifiyle Hacı Ömer Ağa'nın ölümü sonucu boşalan Hezargrad ayanlığına atandı.
1806'da Tirsiniklioğlu İsmail Ağa bir suikaste kurban gitti. Alemdar Mustafa Ağa, efendisine yapılan suikast haberini alınca Rusçuk'a gidip asayişi sağladı. Rusçuk halkından aldığı destek ile İstanbul'a temsilciler gönderildi ve Alemdar Mustafa, Rusçuk'a ayan olarak atandı.
Ayan olarak Rusçuk, Yergöğü ve Tuna sahillerinde Rus ilerleyişine engel olmak için tedbirler almaya çalıştı. Bölge tarımının gelişmesine çalışıp bu nedenle bölgede yeni su kanalları açtırdı. Çiftçiden alınan haraç gibi vergileri kaldırdı. Bu icraatı ile çift bozup bölgeden ayrılan köylüleri tekrar geri gelmeye teşvik etti.
Ayan olarak isyandan vazgeçtikten sonra Vidin muhafızlığına atanan Pazvantoğlu Osman Paşa ölünce ayanı olduğu bölgelerde faydalı, adil ve itaatkar idaresi ile Osmanlı yüksek idarecilerini gözüne girdiği için vezirlik rütbesi ile Vidin muhafızlığı ile Silistre Eyaleti valiliğine getirildi.
1806'da başlayan 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nda önemli yararlıklar gösterdi. Rus Mareşali Mikelson'u bozguna uğratarak ordu içindeki şöhretini arttırdı ve Ruslar'a karşı direncin yeni umudu oldu.
1808 yılında Kabakçı Mustafa İsyanı çıktı. III. Selim tahttan indirildi ve IV. Mustafa tahta geçirildi. Bu isyanı tesvik edip idare edenler Nizam-ı Cedit reformlarını kaldırmaya yeltendiler. Olaylar üzerine İstanbul'dan Rusçuk şehrine kaçıp Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınan reform yanlıları, Rusçuk Yaranı olarak anılan, bir gizli cemiyet kurarak Alemdar Mustafa Paşa'yı İstanbul'a gitmesi için teşvik ettiler.
Ruslarla imzalanan bir ateşkes anlaşması yapılmıştı ama Silistre'de ordugahta bulunan "ordu" içinde yeniçeriler karışıklık çıkardılar. O kış için ordu niteliği kalmamış olan Osmanlı birlikleri başlarında Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Çelebi Mehmet Paşa olmak üzere Edirne'ye döndüler.
Rumeli'de efektif devlet gücü 15,000'den fazla silahlı ve eğitimli Rusçuk milis askerine komuta eden Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa elinde idi. İstanbul'dan kaçan eski Nizam-ı Cedid askerleri ve siyasiler ona sığınmışlardı. Bunlara arasında siyasi alanda ileri gelenler "Rusçuk Yaranı" adı verilen bir cemiyet kurmuşlardı. Bu gruba dahil olan eski sadrazam kethudası Refik Efendi İstanbul'a gelip padişaha yakın kişilerle görüşüp sonra'da şahsen padişah IV. Mustafa huzuruna çıkıp Alemdar Mustafa Paşa'nın padişaha bağlığını sunmak için İstanbul'a gelmesi için izin istedi. Ama bu izin verilmedi. Refik Efendi reisülkitaplığa tayin edilip Edirne'de bulunan Sadrazam Çelebi Mehmet Paşa yanına gönderildi.
1808'de "Rusçuk Yaranı" çabalarıyla Alemdar Mustafa Paşa Rusçuk milis ordusuyla ortalığı fazla karıştırmadan Edirne'ye geldi. Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa ve yanında ordu kalıntıları ile burada ordugahta bulunmaktaydı. Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa da Alemdar'a katildi.
İstanbul'a giden yollar kapatıldı. 13 Temmuz'da Pınarhisar ayanı Uzun Ali Ağa emrinde milislere bağlı olan 300 süvari ile harekete geçip Rumelifeneri kalesinde oturmakta olan Kabakçı Mustafa üzerine yürüdü. Orada Kabakçı Mustafa hiç tedbirsiz ve habersiz olarak yakalanıp hemen öldürüldü. Milisler kaleyi ellerine geçirdiler. Fakat buna karşı Boğaz yamakları diğer kalelerinden getirdikleri toplarla karşı hücuma geçtiler. 14 Temmuz'da Rumelifeneri'nde çok şiddetli bir çarpışma başladı. Bu dört gün sürdü. Sonunda yenilgiye uğrayan yamaklar Rumelifeneri, Rumelikavağı, Sarıyer ve Yeniköy semtlerini yakıp yıkıp çekildiler ve bazıları kayıkla kaçmayı başardı. Bu çarpışma sonunda 300 kadar yamak ve 13 milis asker öldü.
IV. Mustafa hazine vekili Nezir Ağa'yı Edirne'ye gönderip sadrazamı ve orduyu İstanbul'a çağırdı. Sadrazam Çelebi Mehmet Paşa orduyla gelmekte iken kendi milis kuvvetleri ile Alemdar Mehmet Paşa'da onunla beraberdi. İstanbul'dan gelen devlet erkanı sadrazam ve Alemdar Mustafa'yı İncirli'de karşıladı. Padişah IV. Mustafa orduda bulunan Sancak-ı Şerif'i karşılamak üzere İncirli ile Davutpaşa arasında Kırkavak mevkine gelmişti. Orada sadrazam ve Alemdar'ı huzuruna çağırıp onlarla görüştü. Sonra 19 Temmuz günü Alemdar Mustafa Paşa milisleri Çırpıcı Çayırına kamp kurdular. Sadrazam ise askerleri kışlalarına göndererek İstanbul'a konağına yerleşti. 21 Temmuz günü Alemdar'ın Rusçuk milisleri Alay Köşkü önünde IV. Mustafa'ya alay gösterildi. IV. Mustafa bundan sonra hemen Alemdar'ı sadık bir vezir olarak kabul eden ve onun tüm Balkanlarda Edirnekapı'dan Tuna boylarına kadar devlet temsilcisi ve serdarı olduğunu ilan eden bir hattı-hümayun hazırlayıp ona gönderdi.
Ama 28 Temmuz 1808 günü Alemdar Mustafa Paşa Rusçuk milis kuvvetlerinden tüfekli Kırcalı askeri ile İstanbul'a girip Babıali'ye baskın yaptı. O sırada kıyafet değiştirip İstanbul'u tebdile çıkmış olan IV. Mustafa acele saraya döndü. Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa'dan sadaret mühr-ü alındı ve hala serdar olduğu için ordugaha gönderildi.
Alemdar Mustafa Paşa milis birliklerinden müfrezeleri İstanbul'un her tarafına yerleştirdikten sonra 5-6 bin Kırcalı askeri ile Topkapı Sarayı'nı bastı. Devlet erkanı saraya çağrıldı Alemdar Mustafa Paşa, birlikleri ile Orta Kapı'dan girip, Akağalar Kapısı önündeki namazgaha oturdu. Sadaret mührünü oraya gelen silahtar ağaya teslim etti. Daha önce gelip saraya girmiş ve orada bulunan IV. Mustafa ile müşavere etmiş olan Şeyhülislam ve kızlar ağası ona çıkıp padişahın kendini sadrazam tayin etmek istediğini bildirdiler. Alemdar sabık padişah III. Selim'le görüşmek istediğini ve onun haremden dışarı çıkarılmasını istediğini söyledi. Şeyhülislam ve kızlar ağası tekrar hareme girdiler. Uzun bir müddet sonra kızlar ağası çıkıp III. Selim'in çıkmak istemediği haberini getirdi. Ama Alemdar ona III. Selim'i padişah yapmak istediğini açıkladı ve IV. Mustafa'nın kendi rahatına bakmasını istediğini söyledi. Kızlar ağası tekrar içeri girdi ve akağalar harem kapılarını kapadılar. IV. Mustafa tahttan inmeye yanaşmamaktaydı ve maiyetindekilerin tavsiyelerine uyarak III. Selim'in ve kardeşi Şehzade Mahmut'un bulunarak idam edilmelerini emretti. Böylece padişahlık hakkı olan yaşan tek Osmanoğlu hanedanı mensubu olacağını ve tahtta indirilemeyeceğini ummaktaydı. Bostancılar başlarında Başçuhadar Abdulfettah, Hazine kethüdası Ebe Selim, Hazine Vekili Nezir, Tebdil Hasekisi Hacı Ali ve Bostancı Deli Mustafa, III. Selim'in kaldığı daireye gittiler. Orada sabık sultanı görüp başını kılıç darbeleriyle ikiye yarıp öldürdüler. Anber Ağa ve cariyeler Şehzade Mahmut'u kaçırıp sakladılar. Alemdar, Babüssade kapısını kırdırmaya başlayınca akağalar korkup kapıyı açtılar. Alemdar, hareme girdi ve Arz Odası önünde tahta yeniden geçirmek istediği III. Selim'i beklerken onun ölüsü ile karşılaştı. Şehzade Mahmut bulunup getirildiği zaman hemen yeni padişah olarak ona biat etti ve cülus töreni hazırlandı.
IV. Mustafa ise Bağdat Köşkü'nde tahttan inmediğini iddia edip bağırıp çağırmaktaydı. O, saray erkanı tarafından yatıştırılıp Harem;de kafes dairesine götürüldü. III. Selim'in katilleri yakalanıp önce fırın mahbesinde tutuklandılar ve sonra hepsi idam edildi.
II. Mahmud tarafından sadrazamlığa atanan Alemdar Mustafa Paşa ilk iş olarak III. Selim'in katlinde payı olanları cezalandırdı ve ele başlarını öldürttü. Eylül 1808'de İstanbul'a aralarında Serezli İsmail Bey, Kalyoncu Mustafa, Cebbarzade Süleyman Bey, Karaosmanoğlu vb Rumeli ve Anadolu ayanları çağrıldı. İstanbul şehri, ayanların milis güçleri ile doldu. Ayanlar Çağlayan Kasrı'nda bir "meşveret-i amme" denilen toplantıya katıldılar. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa bu toplantıda konuşma yaparak merkezi hükümetin ayanların nüfuzlarını kendi bölgelerinde meşru olduğunu kabul edeceğini belirtti. Buna karşılık ayanlar padişahın her emrine uyacaklarına ve istenildiği zaman ona askeri yardım sağlayacaklarına söz vermeleri gerekmekteydi. 29 Eylül 1808'de bu koşullar bir belgeye konulup Sened-i İttifak adı verilen bu belge ayanlar tarafından |
imzalandı. Bu belge bir taraftan merkezi otoriteyi kuvvetlendirmekle beraber padişahın teorik mutlak iktidarına gölge düşürmekteydi. Aynı zamanda merkezi otoritenin askeri konularda bile ayanlara bağlı olduğunu içermekteydi.
Nizam-ı Cedit ocağının yerine 14 Ekim 1808'de Sekban-ı Cedid adı verilen yeni modern ordu kurulduğu ilan edildi. Rusçuk Yaranı'ndan olan Behiç Efendi "Umur-i Cihadiye Nazırı" alarak Sekban-ı Cedid için mali kaynaklar bulmaya memur edildi.
Kapıkulu ocaklarında asker olmayıp maaş alanları tespit edilip bunların "esame" adı verilen maaş cüzdanları toplanmaya başlandı. Para karşılığı elde edilen bir "esame cüzdanı"nı eline geçiren her kişinin üç ayda bir devlet hazinesinden ulufe alma hakkı bulunuyordu. "Umur-i Cihadiye Nazırı" olan Behiç Efendi'ye verilen bir diğer görev piyasa rayiç bedelini ödeyerek asker olmayanlardan eski "esame" cüzdanlarını toplamaktı. Böylece toplanan "esame" cüzdanları yakılarak defterlerde kayıtlı olan kapıkulu askeri sayısında azalma sağlandı ve böylece Sekban-ı Cedid kısmen finanse edildi.
Alemdar Mustafa Paşa'nın sadrazamlık döneminde İstanbul'da barınan adamlarının yağmalara karışması, halka Kabakçı Mustafa isyancılarını aratır olması halk arasında huzursuzluk yaratmış, ona olan güveni sarsmıştı.
Sened-i İttifak ise II. Mahmud'a "padişahın otoritesinin kısıtlandığı" yönünde duyurulmuş, padişah paşaya karşı kışkırtılmıştı.
Alemdar Mustafa Paşa'nın Yeniçeriler'in "kendilerine alternatif olduğu düşüncesiyle" karşı çıktığı Nizam-ı Cedit'i (Sekban-i Cedit olarak farklı isimle de olsa) yeniden kurması, Yeniçeri ocaklarında yolsuzluk tespiti yapmaya kalkışması onların da düşmanlığını kazanmasına yetmişti.
Sonunda (15 Kasım - 18 Kasım 1808)'de ortaya çıkan Alemdar Vakası adı verilen yeniçeri isyanının ilk gününde isyancı Yeniçeriler, Alemdar'ın kalmakta olduğu Bâbıâli'yi bastılar. Sekbanların karşı koyması üzerine de ateşe verdiler. Saraydan yardım gelmeyince umudunu yitiren Alemdar barut mahzenini ateşleyerek içeri girmeye çalışan 1000'e yakın yeniçeriden 600 kadarıyla birlikte öldü.
Yeniçeriler yangından sonra onun ölüsünü bularak günlerce İstanbul'da dolaştırdılar; sonra parçalayıp Yedikule dışındaki bir kör kuyuya attılar. Alemdar'ın
kemikleri Yeniçeri Ocağı'nın ilgasından sonra oradan çıkartılarak Yedikule surları civarına
gömülmüştür. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra da Zeynep Sultan Camii haziresine
nakledilmiştir.
Çavuşbaşı Memiş Paşa
Çavuşbaşı Memiş Paşa (veya "Arnavut Memiş Paşa") (ö. 8 Temmuz 1809, Sakız Adası), II. Mahmut saltanatında 15 Kasım 1808 - 1 Ocak 1809 tarihleri arasında bir ay dokuz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavut asıllıydı Vezirlerin kalemlerinde görev yapıp katiplik öğrendi. Kör Yusuf Ziyaüddin Paşa'nın yanında kapılandı ve onun sayesinde kapı kethüdası ve hacegandan oldu. Divan hizmetlerinde bulundu ve başmuhasebeci ve 26 Ekim 1807'de çavuşbaşı oldu.
16 Kasım 1808'de sadrazam olan Alemdar Mustafa Paşa'ya ve onun İstanbul'a getirdiği milislere diş bileyen yeniçeriler isyan ettiler ve dört gün süren korkunç Alemdar Vakası gelişti. İsyanının ilk gününde isyancı Yeniçeriler, Alemdar'ın kalmakta olduğu Bâbiâli'yi bastılar. Sekbanların karşı koyması üzerine de ateşe verdiler. Saraydan yardım gelmeyince umudunu yitiren Alemdar barut mahzenini ateşleyerek içeri girmeye çalışan 1000'e yakın yeniçeriden 600 kadarıyla birlikte öldü. 17 Kasım'da Çavuşbaşı Mehmet Paşa vezirlikle sedaret kaymakamlığı görevine getirildi ve bu isyan sırasında Alemdar Mustafa Paşa iş görmediği için onun boş bıraktığı makamı idare etti. İsyancılar saraya yönelip kendisini tehdit etmelerine karşı padişah II. Mahmut tedbir alıp saray duvaraların bir kaleye dönüştürdü. Kendinden başka sağ olan tek Osmanoğlu olan kardeşi eski padişah IV. Mustafa'yı boğdurttu. Saraya hücum ortaya çıkınca saray avlusunda bulunan sekbanlara çıkış emri vererek ayaklanmacıları bastırmak üzere bir şehir savaşı başlattı. Donanma Haliç'ten Beyazıt'i ve Paşakapısı'nı topa tuttu. Alemdar Mustafa Paşa'nın ölümü haberi duyulunca II. Mahmut sadrazam kaymakamı olan Çavuşbaşı Memiş Paşa'yı sadrazam yaptı. Bu olaylar sırasında yüzlerce isyancı öldürülüp şehir sokakları onların cesetleri ile dolmuştu. Saraya yakın Cebeci Kışlası'nada yangın çıkıp bu kışla ve yangın ve donanma top ateşiyle Ayasofya, Sultanahmet ve Divanyolu semtleri yanıp kül olmuştu.
19 Kasım'da Galata ve Kasımpaşa'da Kandıralı Mahmet elebaşılığı altında yeni bir isyan daha çıktı. Kandıralı Mehmet bu isyancılar önünde ve daha önce isyan edenlerin katılmasıyla Tersane ve Tophane'yi işgal etti. Diğer ayaklanmacı grupları Levent ve Selimiye kışlalarını ele geçirdiler. II. Mahmut yeni kurulmakta olan Sekban-ı Cedid güçlerini dağıtmak sözü vererk ayaklanmayı bastırdı. Ama askeri insan zayiatı 5.000'i aşkın yeniçeri ile 300-400 sekbandı. İsyancılar tarafından tecavüze uğrayan ve hayatını kaybeden şehir halkı hakkındaki zayiat bilinmemektedir. Bu ekstra isyanın mal zayiatı ise yağmalanmış evler ve dükkanlar ve yakılmış kışlalardı.
1 Ocak 1809 günü Çavuşbaşı Memiş Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine Çarhacı Ali Paşa sadrazamlığa getirildi. Memiş Paşa önce Bursa'ya sonradan da Sakız Adası'na sürgüne gönderildi. Orada iken 8 Temmuz 1809'da vefat etti.
Sicill-i Osmani de şöyle değerlendirilmektedir:
İşleri idare etmekten aciz; şanssız; yumuşak ve faydası ve zararı yoktu.
Laz Aziz Ahmed Paşa
Laz Aziz Ahmet Paşa, (ö. Mart 1819, Erzurum) II. Mahmud saltanatında 10 Nisan 1811 - 5 Eylül 1812 tarihleri arasında bir yıl dört ay yirmi beş gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Yeniçeri ocağından yetişerek kapıcıbaşı ve İbrail nazırı olmuştur. 1811 Rus harbinde mirahur payesi ile Ordu-yu Hümayunda görev alıp asker sevkine memur olarak Edirne'ye gönderilmiştir. Görev başarısını Hacı Mustafa Ağa, İbrahim Re'fet Efendi'ye anlatmış, o da Padişaha arzederek 17 Nisan 1811'de (bazı kaynaklara göre 10 Nisan) hem Sadrazam olmuş, hem de ordu seferde olduğundan Serdar-ı Ekrem payesini almıştır. 9 Temmuz 1811'de Rusçuk'u Rusların elinden almıştır. Savaşın sonunda 28 Mayıs 1812'de imzalanan Bükreş Antlaşması'yla Besarabya'nın tamamı Rusya'ya bırakıldı. 5 Eylül 1812'de görevinden alınarak, yerine Hurşit Ahmet Paşa getirilmiştir.
Azlinden sonra Bursa'ya gönderilmiş ve sonra affedilip 1814'te Anadolu, Eylül 1816'da Halep ve sonra Erzurum valisi olmuştur. Erzurum valiliğinde iken Mart 1819'da vefat etmiştir.
İbrail nezareti sırasında kendisine silahdar olan, Benderli Ali'yi yetiştirmiştir. Benderli Ali, Laz Ahmet Paşa'nın Erzurum valiliğinde vefatına kadar hizmetinde kalmış ve çeşitli devlet görevlerinden sonra 1821'de Sadrazam olmuştur.
Hurşid Ahmed Paşa
Hurşid Ahmed Paşa (ö. 30 Kasım 1822, Yenişehr-i Fener), II. Mahmud saltanatında 5 Eylül 1812 - 1 Nisan 1815 tarihleri arasında iki yıl altı ay yirmi yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hurşit Ahmet Paşa Kafkasya doğumlu olup Gürcü asıllıdır. Gençliğinde Osmanlılar tarafından devşirilip Yeniçeri Ocağı'na girmiştir. Sonra hızla yükselip yaptığı işlerle Sultan II. Mahmut'un takdirini kazanmış, devlet yönetiminde birçok önemli makamda oturmuştur.
Fransız ordularının Mısır'dan 1798'de ayrılmalarından sonra Hurşid Ahmet Paşa İskenderiye'ye sancak beyi olmuştur. Mısır'da büyük nüfuz kazanan Kavalalı Mehmet Ali desteği ile 1804'de Mısır Eyalet valığine atanmıştır. Fakat çok geçmeden Hurşid Ahmet Paşa Kavalalıl Mehmet Ali'nin Mısır'da nüfuzunu kırmak için Mısır'daki İngiltere'nin diplomatik temsilcisi desteğiyle girişime geçmiştir. Kavalalıl Mehmet Paşa ve ona bağlı olan Arnavut asıllı yeniçerileri Mısır'dan atmak için Suriye'den toplanan maaşlı "Deli" birliklerini Mısır'a getirtmiştir. Kavalalı Mehmet Ali bu "Deli" birliklerini de kendi tarafına çekmeyi başarmış ve Mısır uleması ve Mısır'da bulunan tüccar ve esnaf lonca ve birliklerinin desteği ile Mayıs 1805'de Kahire'de kendisini Mısır Valisi ilan etmiştir. Ordu ve halk desteğinden yoksun kalan Hurşid Ahmet Paşa Kahire Kalesine çekilmek zorunda kalmıştır. İstanbul da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın emrivakisini kabul etmiş ve onu Mısır Valiliğine tayin etmek üzere bir hatt-ı humayunu Mısır'a göndermiştir. Hurşid Ahmet Paşa Kahire kalesinden ancak bu hatt-ı humayunu gördükten sonra ayrılmıştır.
Sırplar 19. yüzyıl başında ayaklandılar. Sıradan bir çoban olan Kara Yorgi bu ayaklanmanın önderi oldu. İsyancılar birçok kasabaları ellerine geçirdiler ve Belgrad'ı kuşattılar. Osmanlı padişahı III. Selim isyancılarla pazarlığı denedi ama sonuç alamadı. Ruslardan aldığı destekle isyancı Sırpların lideri Kara Yorgi 13 Aralık 1806’da Belgrad’a girdi. 1806-1812 yılları arasında devam eden Osmanlı-Rus savaşı sırasında Belgrad Kara Yorgi'nin önderliğindeki isyancıların elinde kaldı ve 1808'de Kara Yorgi Sırpların kralı (Gospodar) seçildi. Bu arada Osmanlı Devletinde Kabakçı Mustafa isyanı çıktı ve saltanat iki defa el değiştirdi. Sonunda II. Mahmut'un uzun süren saltanatı başladı. Mart 1809'da Hurşid Ahmet Paşa Sırp isyancılarını tenkil etmek görevi ile Belgrad üzerine gönderildi. Osmanlı-Rus Savaşı'nın son dönemlerinde Rus desteğinde yoksun kalan Sırp isyancılar zayıflamışlardı. 28 Mayıs 1812 tarihinde Osmanlı-Rus Savaşı'nı sona erdiren Bükreş Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın bir maddesi Sırplara içsel otonomi tanımasını ön görmekte idi; ama Kara Yorgi idaresindeki Sırplar tam bağımsızlık istemekteydiler. 5 Eylül 1812'de Sırplara karşı çarpışmaları yönetmekte olan Hurşid Ahmet Paşa Laz Aziz Ahmed Paşa'nın yerine sadrazamlık görevine tayin edildi. Fakat Sırbistan'dan ayrılıp İstanbul'a gitmedi ve Sırp isyancılara karşı yapılan askeri harekat için serasker tayin edildi.
Rusların Fransa'yla devam eden savaşından da yararlanan Hurşid Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Sırbistan'daki isyancıları yenerek Ekim 1813'de Belgrad'ı tekrar ellerine geçirdiler. Böylece birinci Sırp İsyanı sona ermiş oldu ve isyancılar tarafından Belgrad'da Sırp Kralı ilan edilen Kara Yorgi kaçıp Avusturyalılara sığınmak |
zorunda kaldı.
Fakat Hurşid Ahmet Paşa bundan sonra da Sırbistan meseleleri ile uğraşması gerekti. Bu arada 1814'de Sırp isyancı "Hacı Prodan"'ın isyanını bastırtıp bu kişinin Avusturya'ya sığınmasına neden oldu.
Hurşid Ahmet Paşa 1 Nisan 1815'de sadrazamlıktan azledilerek sadaret Mehmed Emin Rauf Paşa'ya verildi. Fakat Hurşid Ahmet Paşa'ya Bosna Valiliği verilip yine Sırbistan meseleleri ile uğraşması gerekti.
Kasım 1820'de Mora Valisi olarak tayin edildi.
Yanya Aslanı olarak bilinen ve merkezi Osmanli devletinin zayıflığıi dolayisyla gününde Balkanlarda yarı-bağımsız ayanlardan biri sayılan Tepedelenli Ali Paşa 1788'de Yanya valiliğine getirilmişti. Merkezi hükümetin zayıflığından yararlanarak Arnavutluk ile Yunanistan arasındaki Epir bölgesinde Osmanlı Devleti'nden yarı-bağımsız bir nüfuz bölgesi kurarak bu bölgeyi genişletmişti. Bölgedeki Rumlar da Filiki Eterya Derneği gibi gizli dernekler kurarak Osmanlı Devleti'den bağımsızlıklarını kazanmak üzere çalışmalara başlamışlardı. Yanya Valisi olarak Tepedelenli Ali Paşa bu Rum bağımsızlık hareketlerini bastırmak için sert önlemler almıştı. Fakat İstanbul'da Tepedelenli Ali Paşa'nın oğullarıyla birlikte bağımsız bir devlet kuracacağı kuşkusu gittikçe büyümekteydi. II. Mahmut, yakın danışmanı Mehmet Sait Halet Efendi ve belki de Fener Rum Patrikhanesi'nin etkisi ile Tepedelenli Ali Paşa'yı Yanya Valiliği'nde azlettiğini ilan etti. Tepedelenli Ali Paşa bu kararı kabul etmeyip Osmanlı devleti aleyhinde bir isyan başlattı.
Bu isyanı bastırmak üzere II. Mahmut o zaman Mora Valisi olan Hurşid Ahmet Paşa Tepedelenli Ali Paşa'yı tenkil etmek için gönderilen ordunun serdarı tayin edip bu orduyu Yanya üzerine gönderdi. Hurşid Ahmet Paşa ordusuyla, Tepedenli'nin etkisini arttırmak için ordusuyla genişlettiği faaliyet alanlarını tekrar merkezi devlet adına ele geçirdi. Sonunda Hurşid Ahmet Paşa orduyla Tepedelenli Ali Paşa'nın bulunduğu Yanya kalesini kuşattı. Canına dokunulmaması kaydıyla Tepedenli Ali Paşa teslim oldu. Tepedenli Ali Paşa'nın isyanı böylelikle başarısızlıkla sonuçlandı. İstnabul'da padişah II. Mahmut ve danışmanı Mehmet Sait Halet Efendi onun tekrar isyan çıkarma olasılığını düşünerek Tepedelenli Ali Paşa'nın idam edilmesine karar verdiler. Tepedenli Ali Paşa bu karar fermanı gösterildiğinde hemen silahına davrandı ama muhafızalar tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Sonra başı kesilerek İstanbul'a gönderildi. Bu olay Hurşit Ahmet Paşa'ya büyük saygınlık kazandırdı ve Sultan'ın tekrar gözüne girmesini sağladı.
Hurşid Ahmet Paşa Kasım 1820'de Mora Valiğine tayin edilip bu valilik merkezi olan Tripoliçe'ye haremi ve maiyeti ile geldiği zaman Moralı Yunanların Osmanlı devleti aleyhine bir isyan etme hazırladığını öğrenmişti. Bu şehrin Yunan ileri gelenlerini toplayıp 8 Kasım'da bu konuda onlarla karșılıklı konuşma yapmışsa da Yunanlar böyle bir isyan planlandığını inkar etmişlerdi. Fakat Tepedelenli Ali Paşa'yı tenkil etme için serdar tayin edildiği için eyalet ordusu ile Tripoliçe'de ayrılması gerekmekteydi. Bu kentte haremi, eyalet vergi hasılatları ile kaymakamı olan Mehmet Salih komutasında ufak bir muhafaza birliği bırakmıştı. Paşanın bulunmamasını bir fırsat bilen Yunan isyancılar, yıllarca Osmanlılara karşı çok önemli direniş yapmış bir ailenin üyesi ve Yunan devrimcilerin başkomutanı olan Teodoros Kolokotronis altında birleşip Mora valilik merkezini kuşatmaya başladılar. Hurşid Ahmet Paşa Yanya kuşataması ile uğraşmakta olduğu Tripoliçe'ye gelememekle beraber oraya bir birlik gönderdi ve merkezi Yunanistan'da bulunan Köşe Mehmet Paşa'yı Mora'daki isyanı tenkille görevlendirdi. 23 Eylül 1821'de Yunan devrimcileri Tripoliçe'yi ellerine geçirmeyi başardılar ve orada bulunan Türk müslüman halkını öldürdüler. Fakat yörel devlet vergileri hasılatı ve Hurşid Ahmet Paşa'nın haremi Tripoliçe'nin fethinden sağ olarak kurtarıldılar.
Hurşid Ahmet Paşa dönüp bu isyancıları tenkile hazırlanmaktayken İstanbul'da bulunan aleytarları onun Tepedelenli Ali Paşa'nın hazinesinin bir kısmını kanunsuz olarak kendi eline geçirdiğini iddia edip Hurşid Ahmet Paşa'nın valilikten azledilmesini istediler. Bunlara göre Hurşid Ahmet Paşa Tepedeleli Ali Paşa'nın hazinesi olarak 40 milyon kuruşu İstanbul'a göndermişti ve aleyhtarlar ise hazinenin 500 milyon kuruş olacağını hesaplamışlardı. İstanbul Hurşid Ahmet Paşa'dan daha ayrıntılı hesap istedi ama Paşa bunu kendine bir yersiz iftira olarak kabul ettiği için bu isteğe yanıt vermedi. Bu cevap vermeme dolayısıyla aleytarlarının yaptıkları ithamların doğru olduğu şüphelerini kuvvetlendirdi. Hurşid Ahmet Paşa devlet malını kendi şahsına geçirme suçu ile Mora valiliğinden alındı. Yerine Mora valisi ve Mora Yunan isyancılarının tenkili için serdar olarak Dramalı Mahmut Paşa getirildi. Hurşid Ahmet Paşa'ya Yenişehr-i Fener'de ikametgâh etme emri gönderildi.
Fakat Hurşid Ahmet Paşa'nın aleyhtarları yine onun aleyhinde çabalarına devam ettiler. Durumu Yenişehir'den takip eden Hurşid Ahmet Paşa bunların sultanı inandırıp ondan kendinin idam edilmesi için bir ferman alındıklarının ve celladların İstanbul'dan hareket ettiklerinin (sonradan doğru olmadığı anlaşılan) haberini aldı. Buna karşı Hurşid Ahmet Paşa'nın reaksiyonu 30 Kasım 1822'de yine Yenişehir'de iken bir zehir içerek intihar etmek oldu.
Teksas (çizgi roman)
Teksas (Il Grande Blek) 1956 yılından beri Türkiye'de yayınlanan ve kardeş yayın olan Tommiks (Capitan Miki) ile birlikte çocuklar ve gençler arasında çok büyük ilgi görmüş İtalyan yapımı bir çizgi romandır. Bu romana olan ilgi o dereceye varmıştır ki Türkiye'de bütün çizgi romanlar Teksas-Tommiks adıyla anılmaya başlanmıştır.
Teksas çizgi romanı 1954 yılında İtalya'nın EsseGesse çizim-stüdyosu tarafından geliştirilmiştir ve Il Grande Blek adı altında 13 yıl süreyle çizilmeğe devam etmiştir. EsseGesse stüdyoları, ismini kurucuları olan üç çizerin soyadlarından almıştır: Giovanni Sinchetto, Dario Guzzon ve Pietro Sartoris (S.G.S. yani İtalyanca okunuşuyla EsseGesse). 1954-1967 yılları arasında EsseGesse Teksas çizgi romanını 650 fasikül halinde yayınlamıştır. Türkiye'de ise ilk olarak 1956 yılında Erdoğan Egeli'nin (1925-1983) sahipliği altındaki Ceylan Yayınları tarafından yayınlanmaya başlamıştır. Kapaklarını Samim Utkun'un çizdiği bu çizgi romanın aslında Teksas'la hiçbir ilgisi yoktur. İtalyanca ismi Teksas değildir. Kahramanının ismi de Teksas değildir ve konusu Amerika'nın Teksas eyaletinde geçmez. Teksas'ın kapaklarını çizen Samim Utkun bu ismin daha ilgi çekeceğini düşünerek çizgi romana Türkiye'de Teksas adını vermiştir. Daha sonraki yıllarda Teksas, Tay yayınları, Ecem ve Aksoy Yayıncılık tarafından siyah-beyaz haliyle 2002 yılına kadar basılmaya devam etmiştir. 2004 yılından beri de Hoz Comics tarafından renkli ve kuşe kâğıtta yayınlamaya başlamıştır.
Teksas çizgi romanı 1770 yıllarında Kuzey Amerika'da İngiltere'ye ait kolonilerin bağımsızlık savaşı vererek Amerika Birleşik Devletleri'nı kurmasını konu alır. Başlıca kahramanları Çelik Blek isimli bir genç savaşçı, Rodi isimli ergenlik çağındaki bir erkek çocuk ve Profesör Oklitus'dur. Romanın kahramanı Blek İngilizcedeki Black kelimesinden gelir. Önceleri Essegesse Black kelimesini İngilizce şekliyle kullanmıştır. Ancak İtalyan okuyuculara zor geldiği için okunduğu gibi Blek şeklinde yazmağa başlamıştır. Romanın konusu aslında Amerika Birleşik Devletleri'nin Teksas eyaletinde değil Boston ve Portland gibi kuzeydoğudaki New England bölgesinde geçer.
Teksas'ın kahramanı Çelik Blek ve arkadaşları Rodi (Rody) ve Profesör Oklitus (Occultis) bir avcı kasabasında yaşarlar ve kırmızı urbalılara (İngiliz askerleri) karşı direniş yaparlar. Boston'da yaşayan Avukat Konoli (Connoly) Amerikan bağımsızlık savaşında istasyon şefi olarak görev yapmakta, ara sıra Çelik Blek'i ziyaret ederek ona gizli ve tehlikeli görevler vermektedir. Bu çizgi romanın kahramanları hayal ürünü olmakla beraber tarih açısından gerçekçi bazı kişi ve olaylara da yer verilir. Örneğin Amerikan bağımsızlık savaşının önderi ve Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk başkanı George Washington ve gene Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucularından biri olan bilim adamı Benjamin Franklin bu çizgi romanın bazı maceralarında yer alırlar.
Teksas çizgi romanı kesin bir şekilde Amerikan yanlısıdır. Romanda İngilizler kötü, beceriksiz ve zalim olarak gösterilirler. Çelik Blek ciddi, cesur, becerikli ve akıllı bir kişidir. Romanda romantik aşk konularına değinilmez. Profesör Oklitus ve Rodi'nin en büyük zaafları yemek yemek, ve özellikle turtaları mideye indirmektir.
İtalyan kökenli "Tommiks"le beraber "Teksas" çizgi romanı da 1960'lı ve 1970'li yıllarda Türkiye'de çok geniş bir okuyucu kitlesi bulunca "Teksas"ın yerli bir versiyonunun da ortaya çıkması gecikmedi. Cem Demirbaş tarafından tasarlanan, senaryo ve çizimleri Rasim Abay'a ait olan maceranın adı "Çelik Blek İstanbul'da-Zaman Makinası"ydı. Üst başlıkta "Teksas" ibaresi aynen özgün serideki yazı tipleriyle yer alıyordu. Demirbaş Yayıncılık bünyesinde çıkan bu yerli yapım Çelik Blek macerası, özgün Çelik Blek maceralarından alınmış karelerin yer yer değişikliğe uğratılmasıyla oluşturulmuş bir kolaj çalışmasıydı.
Konusu ise bu özel sayının adından da anlaşılabileceği gibi alabildiğine yerelleştirilmişti. Bu absürt macerada Profesör Oklitus'un icad ettiği zaman makinesine binen romanın kahramanları İstanbul'a gelirler ve burada tarihi turistik mekânları gezerler. İkinci durak olarak da Çanakkale'ye giderler ve kendilerini savaş ortamında bulurlar.
Beklenebilceği gibi, roman kahramanları bu macerada asıl kişiliklerinin oldukça dışına çıkmışlardır. Örneğin Çelik Blek geceyi bir kadınla geçirdikten sonra Profesörün alaycı ve avam sözlerine maruz kalır. Diğer bir örnekte, İstanbul'daki kahveci onlara "burada sizin paranız geçmez abi" şeklinde hitab eder.
Davulcu
Davulcu, akortlanabilen vurgulu bir enstrüman olan davulu (bateri) çalan kişiye verilen ad.
Önceleri sadece orkestranın ritim kurgusunu düzenlerlerken; gelişen modern davulculuk tekn |
ikleriyle grupların ayrılmaz parçaları haline gelmişlerdir. Ve Ayrıca grupta basgitar ile uyumu en iyi olan elemandır ve şarkının hızının ölçüsünü o beliler (bir kısmını).
Noir Désir
Noir Désir, bir Fransız rock müzik topluluğudur. Grup aktif değildir.
Noir Désir Bordeaux'ta, 1985 yılında vokalist Bertrand Cantat, baterist Denis Barthe, gitarist Serge Teyssot-Gay ve basçı Frédéric Vidalenc tarafından kuruldu. (Frédéric Vidalenc'in yerini 1996'da Jean-Paul Roy aldı.) Kısa sürede önce Fransa'da, sonra da dünyada ün kazandı.
Grup son albümleri "Des visages, des figures" ile Türk dinleyicisinin ilgisini çekmeyi başardı. Albümde Manu Chao konuk sanatçı olarak katkılarda bulundu, ve sanatçıyla birlikte yaptıkları "Le Vent Nous Portera" isimli parça dünya çapında pek çok listede başarı sağladı.
2003'te, Bertrand Cantat kız arkadaşı Marie Trintignant ile bir kavga yaşadı. Trintignant bilincini kaybetti ve birkaç gün sonra öldü. Cantat 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Fransız mahkemesi, hapisteki iyi halini dikkate alarak Cantat’nın erken tahliye edilmesine karar verdi.
Fransa Cumhuriyet Savcısı Paul Michel, “Bertrand Cantat’ın tahliyesi 16 Ekim 2007’den itibaren geçerlilik kazanacak” dedi.
Cantat, serbest kaldıktan sonra bir yıl boyunca terapi görecek, işlediği suçla ilgili basına açıklama yapamayacak veya şarkı sözü yazamayacak.
Erken tahliye kararını memnuniyetle karşılayan Cantat’nın avukatı, müvekkilinin yaşamını yeniden kuracağını ancak bir süre sahneye çıkmayacağını söyledi.
Dört yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılan Cantat'nın dönüşünün ardından grup yeniden toparlanmaya başlasa da eski performansını yakalayamadı.
Grup son olarak 2008 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'yi hedef alan single parçasıyla kendinden söz ettirmişti.
30 Kasım 2010 tarihinde grubun bateristi Denis Barthe grubun dağıldığı bilgisini kamuoyuna duyurdu.
Volapük
Volapük, 1879 yılında Alman din adamı Johann Martin Schleyer tarafından oluşturulmuş yapay bir dil. Datuval ("Büyük Kaşif") olarak da bilinen Schleyer, Volapük hareketinde uzun yıllar Cifal ("Lider") olarak görev almıştır. Dil, nceleri ilgi ile karşılanmış ve yayılma göstermiştir. Volapük, dil bilgisi kurallarının oldukça karmaşık olmasına rağmen yüz binlerce kişi tarafından öğrenilmiş, bu dilde kurultaylar toplanmış, dil bilgisi kitapları ve dergiler yayımlanmıştır. Volapük yerini önce Idiom Neutral, sonra İnterlingua ve Esperanto gibi yapay dillere bırakmıştır.
Bitişimli bir yapı içeren bu yardımcı dilin sözcükleri ve söz kökleri büyük ölçüde İngilizceye ve Rumenceye dayanmaktadır.
Volapük alfabesinde 27 harf vardır.
Aa Ää Bb Cc Dd Ee Ff Gg Hh Ii Jj Kk Ll Mm Nn Oo Öö Pp Rr Ss Tt Uu Üü Vv Xx Yy Zz
Yalın Hâl = vol (dünya) vols (dünyalar)
-in Hâli = vola (dünyanın) volas (dünyaların)
-e Hâli = vole (dünyaya) voles (dünyalara)
-i Hâli = voli (dünyayı) volis (dünyaları)
Valik menas labons leig e lib in dinits e dets. Givons lisäls e konsiens e mutons dunön okes in flenüg tikäl.
"Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler."
Schleyer, 1878 yılında altı tane dilden (Almanca, İngilizce, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca ve Rusça) bir tane dünya dili oluşturmak için araştırmalara başladı, 1879-1880 yıllarında çalışmaları sonuç verdi ve Volapük adlı yeni bir dil ortaya çıktı. Sonraki on yıl içinde dil hızlıca popülerleşti ve üç tane uluslararası konferans yapıldı (1884, 1887, 1889). Münih'teki ikinci konferansta Kadäm Bevünetik Volapüka ("Uluslararası Valapük Akademisi") kuruldu ve Schleyer ilk Cifal ("Lider"), Auguste Kerckhoffs Dilekei ("Müdür") oldu. 1889 yılında, Paris'te üçüncü konferansın yapıldığı senede, neredeyse 1 milyon kişi tarafından konuşulan Volapük diliyle ilgili yüzlerce kulüp ve kitap, ayrıca 25 dergi vardı. Volapük Paris konferansı, yapay bir dilde düzenlenmiş ilk uluslararası konferanstı. Paris konferansında umulduğunun aksine Schleyer ve Kerckhoffs arasındaki fikir ayrılıkları iyice keskinleşti. Schleyer, veto yetkisinin uygulatılmaması üzerine akademiyi lağvetmeye çalıştı ve yeni bir kadäm (akademi) kurdu, ama bu akademi birkaç sene içinde kapandı, hareket Cifal'ler önderliğinde günümüze değin geldi.
Öte yandan, 1892 yılında Kerckhoffs'un yerine Waldemar Rosenberger akademide yeni Dilekei oldu. Rosenberger yönetimindeki akademide, dil gitgide Avrupa dillerine yaklaştı ve bir zaman sonra, 1898 yılında, orijinal Valapük'ten ayrı bir haline geldi. Bu yeni dile Idiom Neutral denildi. Aynı yıl akademinin de adı değişti ve Akademi Internasional de Lingu Universal ("Uluslararası Evrensel Dil Akademisi") oldu. Bu akademi, Idiom Neutral'i bir on sene geliştirdikten sonra ünlü matematikçi Peano'nun geliştirdiği Latino sine flexione dilinin lehine terk etti. Peano, akademinin yeni müdürü oldu. 1912 yılında, Rosenberger Reform-Neutral dilini geliştirdi. Aynı yıl, Schleyer öldü ve yerine Albert Sleumer geçti. Sleumer 1934 yılında Cifal'lerin görevlerini tanımladı, 36 yıl Cifal olarak görev yaptıktan sonra 1948 yılında istifa etti.
2016 yılına kadar Volapük hareketinin 7 tane Cifal'i olmuştur.
Paul Avrich
Paul Avrich (1931-2006) tarihçi ve profesör.
4 Ağustos 1931 New York doğumlu olan Avrich, anarşist tarih üzerine eserler vermiştir.
Cornell Üniversitesi’nden mezun olan Avrich, doktorasını Columbia Üniversitesi’nden almıştır. New York'ta bulunan Quenn Koleji’nde dersler vermiştir.
Astana
Astana (Kazakça ve Rusça: Астана), Kazakistan'ın başkenti ve ikinci büyük şehridir. Şehir, Kazakistan'ın kuzeyinde Akmola Eyaleti içerisinde İşim Nehri'nin kıyısında yer almaktadır. 1998'de Kazakistan'ın başkenti ilan edilmiş olup insanların ülkenin güney kesiminde yığılmasını önlemek amacıyla Almatı'dan buraya taşınmıştır. Astana, ülkenin en büyük kenti Almatı ile birlikte doğrudan yönetilen cumhuriyet şehri statüsüne sahiptir. Şehrin nüfusu 1 Aralık 2017 tarihi itibarı ile 1,029,556'dır.
Astana, Kazakistan'ın başkenti olduktan sonra büyük bir değişim gösterdi. Modern Astana planlı bir başkent olup ana planı Japon mimar Kishō Kurokawa tarafından tasarlandı. Kazakistan hükûmetinin merkezi olan Astana, Parlamento Binası, Yüksek Mahkeme, Ak Orda Sarayı ve çok sayıda devlet dairesi ve ajansının yanı sıra birçok fütüristik bina, otel ve gökdelene ev sahipliği yapmaktadır. Astana ayrıca kapsamlı sağlık, spor ve eğitim sistemine sahiptir.
Astana, Kazakça'da "başkent" anlamına gelmektedir.
Astana, 19. yüzyılda Çarlık Rusyası döneminde Akmolı ("beyaz mezar") ve Akmolinsk adları ile bilinmekteydi. 1961 yılında Sovyetler Birliği döneminde Bakir Topraklar Projesi sırasında Tselinograd adını aldı. 1991 yılında Kazakistan'ın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Akmola olarak değiştirildi. 1998'de şehrin ülkenin yeni başkenti olmasıyla Astana olarak değiştirildi.
Akmolı yerleşimi, 1830 yılında İşim Nehri kıyısında, Fyodor Şubin liderliğindeki Sibirya Kazakları'na bağlı bir birlik tarafından bir okrug olarak kurulmuştur. Adını bölgede bulunan bir yerden aldığı tahmin edilmektedir. 1832'de yerleşim kasaba statüsüne sahip oldu ve Akmolinsk adını aldı. Kasabanın oldukça avantajlı konumu, 1863'te, Rus İmparatorluğu'nun Coğrafi ve İstatistiki Sözlüğü'nden bir özet olarak belirtilmiştir. Bu coğrafi merkezin doğuda Kargalı'ya, güneydeki Aktav kalesine ve batıda Atbasar'dan Kökşetav'a bağlanan yol ve hatların nasıl olduğunu açıklamaktadır. 1838'de, Kenesarı Han'ın yönettiği büyük ulusal kurtuluş hareketi sırasında Akmolinsk Kalesi yakıldı. Hareketinin bastırılmasından sonra kale yeniden inşa edildi. 16 Temmuz 1863'te Akmolinsk resmi olarak bir uyezd kasabası ilan edildi. Rus kapitalist pazarının hızlı gelişimi sırasında, Sarıarka bölgeleri yönetim tarafından ekonomk amaçlarla aktif bir şekilde kullanıldı. Kazak bozkırlarını yöneten yönetmelik taslağını hazırlamak için imparatorluk hükûmeti 1865'te Bozkır Komisyonu oluşturdu. 21 Ekim 1868'de, Çar II. Aleksandr, Turgay, Ural, Akmolinsk ve Semipalatinsk oblastlarının yönetilmesine ilişkin bir yönetmelik taslağı imzaladı. 1869'da Akmolinsk yeni kurulan Akmolinsk Oblastı'nın merkezi oldu. Varlığının ilk 30 yılında nüfusu 2 bini geçmezken sonraki 30 yıl içinde nüfusu üç kat arttı. 1893'te Akmolinsk, 6,428 nüfuslu, 3 kilise, 5 okul ve 3 fabrikadan oluşan bir uyezddi.
1917-1919 yılları arasında Rus İç Savaşı sırasında Akmolinsk Bolşevikler ve muhalifleri arasında bir çatışma merkeziydi.
II. Dünya Savaşı sırasında Akmolinsk, Rusya SFSC, Ukrayna SSC ve Beyaz Rusya SSC'den tahliye edilmiş tesislerden mühendislik araç ve gereçlerinin Kazak SSC'ye taşınması için bir yol görevi gördü. Savaş gereksinimlerine cevap vermek için yerel endüstriler görevlendirildi ve ülkenin gerekli tüm malzemelerle savaşı ve ev cephelerini sağlamasına yardımcı oldu. Savaş sonrası yıllarda Akmolinsk, Sovyetler Birliği'nin savaş sonucu harap olan batısındaki ekonomik canlanmanın işaretine dönüştü. Ayrıca birçok Alman, Josef Stalin'in yönetimi altında buraya yerleştirildi.
1950'lerde Kazak SSC'nin kuzey oblastları, bölgeyi Sovyetler Birliği'nin ikinci tahıl üreticisi haline getirmek amacıyla Nikita Kruşçev tarafından yönetilen Bakir Topraklar Projesi'nin bir bölgesi haline geldi. Aralık 1960 tarihinde SBKP Merkez Komitesi Kazak SSC'nin kuzeyindeki beş oblastı kapsayan Tselinni Krayı'nı kurma kararı aldı. Akmolinsk Oblastı ise ayrı bir idari varlık olarak varlığını sürdürdü. Rayonları yeni kray yönetimine doğrudan bağlıydı ve Akmolinsk yeni Bakir Topraklar ekonomik bölgesinin yönetim merkezi ve krayın idari merkezi oldu. 20 Mart 1961 tarihinde Kruşçev'in önerisiyle Bakir Topraklar Projesi'ndeki rolüne uygun olarak Kazakistan SSC Yüksek Sovyeti Akmolinsk kentinin adını Tselinograd olarak değiştirdi. 24 Nisan tarihinde de Akmolinsk Oblastı Tselinograd Oblastı adını aldı. 1960'larda Tselinograd tamamen dönüştü. 1963'te, ilk üç yeni yüksek katlı konut bölgesinde çalışma başladı. Buna ek olarak, şehir Bakir Topraklar Sarayı, G |
ençlik Sarayı, Sovyetler Evi, yeni bir havalimanı ve çeşitli spor salonları da dahil olmak üzere bir dizi yeni anıtsal binaya kavuştu. 1971'de Tselinni Krayı lağvedildi ve Tselinograd oblastın idari merkezi haline geldi.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve Kazakistan'ın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından şehir asıl adının değiştirilmiş bir hali olan Akmola olarak değiştirildi. 6 Temmuz 1994 tarihinde Kazakistan Yüksek Konseyi ülkenin başkentini Almatı'dan Astana'ya taşıma kararı aldı. Kazakistan'ın başkenti 10 Aralık 1997'de Akmola'ya taşındıktan sonra şehir 6 Mayıs 1998 tarihinde Astana adını aldı. 10 Haziran 1998'de Astana uluslararası alanda bir başkent olarak tanıtıldı. 16 Temmuz 1999'da Astana, UNESCO tarafından "Barış Şehri" ünvanı aldı.
Astana, Kazakistan'ın ortasında İşim Nehri'nin kıyısında yer almaktadır. 51° 10' kuzey enlemi ve 71° 26' doğu boylamındadır. Şehrin yüzölçümü 722.0 km²'lik bir alanı kapsamaktadır. Astana'nın deniz seviyesinden 347 m yükseklikte bulunmaktadır. Astana, İşim Nehri'nden dolayı Kazakistan'ın kuzeyi ile son derece ince yerleşmiş başkent arasındaki geçiş bölgesinde geniş bir bozkır manzarasında yer almaktadır.
Astana, Ulan Batur'un ardından dünyanın ikinci en soğuk başkentidir. Astana, sıcak yazları ve uzun, çok soğuk, kuru kışları ile nemli bir karasal iklime (Köppen iklim sınıflandırması "Dfb") sahiptir. Yıllık ortalama sıcaklık +3.5 °C'dir. Yaz sıcaklıkları ara sıra +35 °C'ye yükselirken, kış sıcaklıkları ise −30 ila −35 °C'ye kadar düşmektedir. Ocak ayında ortalama sıcaklık −14.2 °C olup en soğuk aydır ve en düşük sıcaklık rekoru Ocak 1893'te −51,6 °C olarak kaydedilmiştir. Temmuz ayında ortalama sıcaklık +20.7 C olup en sıcak aydır.
İşim Nehri genel olarak Kasım ayının ikinci haftasından Nisan ayı başına kadar donmaktadır. Astana, sık sık yüksek rüzgârları nedeniyle Kazaklar arasında bir üne sahiptir ve bunun etkileri özellikle kentin hızlı gelişen ancak nispeten açığa çıkan sol yakasında güçlü bir şekilde hissedilmektedir.
Astana idari olarak dört ilçeye (аудан "awdan") ayrılmaktadır. İlk olarak Almatı (Алматы) ve Sarıarka (Сарыарқа) ilçeleri 6 Mayıs 1998 tarihinde cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kuruldular. Kentin sol yakası olarak da bilinen Yesil ilçesi (Есіл) 5 Ağustos 2008 tarihinde kuruldu. 16 Mart 2018 tarihinde dördüncü ilçe olan Baykonur ilçesi (Байқоңыр) ise Sarıarka ve Almatı ilçelerinden alınan topraklarla kuruldu.
Astana'nın ekonomisi ticaret, sanayi, ulaşım, haberleşme ve inşaat sektörüne dayanmaktadır. Kentin sanayi üretimi, temel olarak inşaat malzemeleri, gıda ve makine mühendisliğine dayalıdır.
Astana, Samruk-Kazına, Kazakistan Demiryolları, KazMunayGaz, KazTransOil, Kazatomprom, KEGOC, Kazpost ve Kazakhtelecom gibi devlet şirketlerinin merkezine ev sahipliği yapmaktadır.
Astana'nın başkent olması kentin ekonomik gelişimine güçlü bir destek vermiştir. Şehrin yüksek ekonomik büyüme oranı çok sayıda yatırımcı çekmiştir. Başkent olmasından itibaren 16 yıl içinde yatırım hacmi yaklaşık 30 kat arttı, gayrisafi bölgesel hasıla 90 kat arttı ve sanayi üretimi 11 kat arttı. Şehrin gayri safi bölgesel hasılası, ülkenin GSYİH'inin yaklaşık %8.5'ini oluşturmaktadır.
Ekim 2016'da Akıllı Toplum Forumu tarafından yayınlanan rapora göre, Astana dünyanın en iyi 21 akıllı topluluğunun listesinde yer almaktadır. Astana aynı zamanda Expo 2017'ye ev sahipliği yapmıştır.
Astana'nın nüfusu 1 Aralık 2017 tarihi itibarı ile 1,029,556 olup 2002 rakamlarına (493,100) göre iki kat artmıştır. 2014 yılı itibarı ile nüfusun %65.2'sini Kazaklar, %23.8'ini Ruslar, %2.9'unu Ukrainler, %1.7'sini Tatarlar, %1.5'ini Almanlar ve %4.9'unu diğer etnik gruplar oluşturmaktadır.
Astana'ın Kazakistan'ın başkenti olmasından bu yana ülkenin diğer bölgelerinden ve Özbekistan ve Kırgızistan gibi komşu ülkelerden gelen göçmen işçiler ve Astana'da kariyer yapmak isteyen genç profesyoneller için bir çekim merkezi haline geldi. Bu durum şehrin demografik özelliklerini değiştirdi ve eskiden Slav çoğunluğa sahip olan şehre daha fazla Kazak yerleşti. 1989'da %17 olan Kazak nüfusu günümüzde %60'a yükselmiştir.
İslam kentteki yaygın din olup, Hristiyanlık (çoğunlukla Rus Ortodoks, Roma Katolik ve Protestanlık), Yahudilik ve Budizm'de diğer dinlerdir.
Astana metropolitan alanı, Akmola Eyaleti'ne bağlı komşu Arşalı, Şortandı, Tselinograd ve kısmen de Akkol ilçelerini kapsamaktadır ve yaklaşık 1.2 milyon nüfusu barındırmaktadır.
Nisan 1998'de Kazakistan hükûmeti, mimarlar ve şehir plancılarının yeni başkent için bir tasarım yarışmasına katılmalarını istedi. Japon mimar Kishō Kurokawa'nın çalışması 6 Ekim 1998'de Birincilik Ödülü'ne layık görüldü. Kurokawa'nın önerisi, 1960'lardan bu yana makine prensibinden yaşına kadar yaşamın ilkesine kadar Paradigma değişimini savunmuştur. Yaptığı çalışma, yaşam çağı ilkesinin en önemli iki kavramı olan Metabolizma ve Simbiyoz'un somutlaşmış halidir. Kurokawa'nın önerisi mevcut şehri korumak ve yeniden inşa etmeyi ve İşim Nehri'nin güney ve doğu taraflarında yeni bir şehir oluşturmayı ve Tarih ve Geleceğin Simbiyozu'nu sağlamayı amaçlamıştır.
Astana'yı doğu-batı yönünde kateden demiryolu hattının kuzeyi, endüstriyel ve yoksul bir yerleşim bölgeleridir. Demiryolu hattı ile İşim Nehri arasında, yoğun bina faaliyetinin meydana geldiği şehir merkezi bulunmaktadır. Batı ve doğuda parklar ve yüksek yapılı yerleşim alanları ile İşim Nehri'nin güneyinde yeni yönetim alanı bulunmaktadır. Burada bir diplomatik bölge inşası ve çeşitli farklı hükümet binaları da dahil olmak üzere birçok büyük bina projesi devam etmektedir ve 2030'a kadar bu bölgelerin tamamlanması beklenmektedir. Astana'nın mevcut baş plancısı Vladimir Laptev, Avrasya tarzında bir Berlin inşa etmek istediklerini ve Canberra gibi salt bir idari başkenti amaçlamadıklarını belirtti.
Astana birçok üniversite ve liseye ev sahipliği yapmaktadır. 2013/2014 eğitim-öğretim yılından itibaren Astana, 14 yüksek öğrenim kurumunda, önceki yıla göre %10 artışla toplam 53,561 öğrenciye sahiptir. L.N.Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi, 16,558 öğrenci ve 1,678 öğretim üyesi ile Astana'nın en büyük üniversitesidir. Astana'nın en eski üniversitesi, 1957 yılında kurulan S.Seifullin Kazak Tarım Teknik Üniversitesi'dir. Nazarbayev Üniversitesi, 2010 yılında dünyanın en iyi üniversitelerinden bazılarıyla ortaklaşa kurulmuş bağımsız bir araştırma üniversitesidir. Kazak Ekonomi, Finans ve Uluslararası Ticaret Üniversitesi, Astana'da bir ekonomik kurumdur. Kazak Beşeri ve Hukuk Enstitüsü, 1994 yılında Adalet Bakanlığı'nın girişimiyle kurulan bir hukuk üniversitesidir. Astana Tıp Üniversitesi, Astana'da Nazarbayev Üniversitesi Tıp Okulu'nun açılışına kadar tek tıp fakültesiydi. Kazak Ulusal Sanat Üniversitesi, şehrin önde gelen müzik okulu olup sanat alanında yüksek vasıflı profesyonel uzmanlarla Astana'ya hizmet vermektedir.
Astana'da 71 devlet okulu ve 12 özel okul olmak üzere 83 okulda 103,000 öğrenci kayıtlıdır. 1999 yılında kurulan Miras Uluslararası Okulu, Astana'da kurulan ilk özel lise oldu. Haileybury Astana, Birleşik Krallık'ta bağımsız bir okul olan Haileybury ve Imperial Service College'in bir kolu olarak 2011 yılında kuruldu. Astana Kazak-Türk Liseleri, Uluslararası KATEV Vakfı tarafından yönetilmektedir. Astana'da, üstün yetenekli erkek ve kızlar için Kazak-Türk Yüksek Yatılı Okulları ve Nurorda Uluslararası Okulu bulunmaktadır. Astana, Fizik ve Matematik Fakültesi ve Uluslararası Bakalorya dünya okulu dahil olmak üzere iki Nazarbayev Entelektüel Okulu'na (NIS) ev sahipliği yapıyor. Astana QSI Uluslararası Okulu, öğrencilerine Amerikan müfredatı sağlayan uluslararası bir okuldur.
Astana'da çeşitli spor takımları bulunmaktadır. Kentin en büyük futbol takımı Kazakistan Premiyer Ligi'nde oynayan FK Astana'dır. 2009 yılında kurulan Astana dört lig şampiyonluğu, üç Kazakistan Kupası ve iki Kazakistan Süper Kupası kazandı. Ana maçlarını aynı zamanda FK Bayterek ve Kazakistan millî futbol takımının da oynadığı Astana Arena'da oynamaktadır. FK Bayterek, gençlik futbolunu geliştirmek için 2012 yılında kuruldu ve Kazakistan 1. ligi'nde oynamaktadır. Astana Belediye Futbol Ligi'nden FK Astana-1964, maçlarını Kajimukan Munaytpasov Stadyumu'nda oynamaktadır. Kulübün en başarılı yılları, 3 lig şampiyonluğu kazandıkları 2000'li yıllardı.
Astana çeşitli profesyonel buz hokeyi takımlarına ev sahipliği yapmaktadır. Barys Astana, 2008 yılında Kontinental Hokey Ligi'nin kurucu üyesidir ve maçlarını Barys Arena'da oynamaktadır. Nomad Astana ve HK Astana ise Kazakistan Hokey Şampiyonası'nda oynamaktadırlar. Genç Hokey Ligi'nin Snezhnye Barsy, Barys Astana'nın genç takımıdır. Astana her yıl Kazakistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Kupası buz hokeyi turnuvasına ev sahipliği yapmaktadır.
2007'de kurulan Astana Pro Team, UCI Dünya Turu'na katılmaktadır. Takım, son yılların en başarılı bisiklet takımlarından biridir ve birkaç grand tour kazanmıştır. BK Astana, VTB Birleşik Ligi ve Kazakistan Basketbol Ligi'nde oynamakta ve kentin tek profesyonel basketbol takımıdır. Kazakistan'ın en başarılı basketbol takımı olup üç Kazakistan Basketbol Ligi ve dört Kazakistan Basketbol Kupası şampiyonluğu kazandı. Maçlarını, aynı zamanda pist bisikleti yarışlarının düzenlendiği Sarıarka Veledromu'nda oynamaktadır. Sarıarka Veledromu aynı zamanda 2011 Pist Bisikleti Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmıştır. Astana Başkanlık Kulübü, 2012 yılında kentteki ana spor takımlarının idari edilmesi amacıyla kuruldu ve Samruk-Kazına tarafından desteklenmektedir. 2011 Asya Kış Oyunları'nın bir kısmı Astana'da düzenlenmiştir. Alau Buz Sarayı, hosted the 2015 Dünya Sprint Sürat Pateni Şampiyonası'na ev sahipliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı Kupası tenis turnuvası her yıl Devlet Ulusal Tenis Merkezi'nde düzenlenmektedir.
Astana'daki şehiriçi toplu taşıma otobüs ve dolmuşlar ile sağlanmaktadır. Günde 720.000'den fazla kişi toplu taşıma araçlarını kullanmaktadır. Toplu taşımacılık sektöründe çalışan 3000'in üzerinde çalışanı ile 1000'den fazla araç tarafından 40'ın üzeri |
nde otobüs hattı hizmet vermektedir. Tıpkı otobüslerde olduğu gibi, dolmuşlarında önceden belirlenmiş hatları vardır ve paylaşımlı olarak çalışırlar. Toplamda dokuz dolmuş hattı bulunmaktadır. 2011 yılında Astana belediyesi, kentte "Astana'nın yeni ulaşım sistemi" olarak bilinen bir dizi değişiklik ve program uygulamak için bir şirket kurdu. Bu programların bir parçası olarak, Astana'da metrobüs hatlarının işletmeye başlaması bekleniyor. Kentte aynı zamanda hafif bir metro hattı yapılması planlanmaktadır. Astana'da ayrıca hava taksi hizmeti ve bisiklet paylaşım sistemine sahiptir.
Astana Nursultan Nazarbayev Uluslararası Havalimanı, şehir merkezinin 17 kilometre güneydoğusunda yer almaktadır ve kentin iç ve dış sivil hava trafiğinin ana kapısıdır. 2014 yılı itibarı ile 2,960,181 yolcu ile Kazakistan'ın ikinci en işlek havalimanıdır. Havalimanı, ülke içinde ve uluslararası olarak düzenli yolcu seferleri yapan 13 havayoluna ev sahipliği yapmaktadır. Air Astana, havalimanındaki ikinci büyük havayolu şirketidir. 2017 yılında yolcu trafiğindeki %50'lik bir artış, yaklaşık 40.000 m²'lik bir alana sahip yeni bir terminalin inşasını teşvik etmiştir.
Astana, ülkenin merkezinde yer alması nedeniyle karayolu ve demiryolu ağları için bir ulaşım merkezi görevi görmektedir. Astana Garı şehrin ana tren istasyonu olup her gün yaklaşık 7 bin kişiye hizmet vermektedir. Yeni bir tren istasyonu olan Nurlu Yol, Expo 2017 etkinliği sırasında 12,000 yolcu kapasitesi ile inşa edildi. Almatı'ya Tulpar Talgo adında günlük bir ekspres tren hizmeti düzenlenmektedir. Kısa vadeli planlar arasında sanayi bölgesinde yeni bir tren istasyonunun inşası ve CHPP-3'ün çevresinde yük trenleri için yeni bir terminal inşa edilmesi bulunmaktadır.
M-36 Çelyabinsk-Almatı ve A-343 Astana-Kızılyar karayolları şehirden geçmektedir. Astana'nın stratejik coğrafi konumu, şehrin bölgedeki komşu istasyonlarda oluşan kargolar için bir nakliye ve yeniden yükleme merkezi olarak hizmet vermesini sağlamaktadır.
Alsancak, Konak
Alsancak, İzmir'in Konak ilçesine bağlı bir mahalle. Alsancak Garı, Altay Alsancak Stadyumu, Alsancak Hocazade Camii, katolik Aziz Yuhanna Katedrali ve Aziz Yuhanna Evanjelist Anglikan Kilisesi, Gündoğdu Meydanı ve Kıbrıs Şehitleri Caddesi ile tanınmaktadır.
Yeni Delhi
Yeni Delhi Hindistan'ın başkenti, 321.883 şehir içi nüfusu ile yerleşim alanı olarak nüfusu 17.753.087 kişidir "(1 Ocak 2006 verilerine göre)". 1912-1947 arası Britanya Hindistanı'nın başkenti olmuştur. Bundan sonra Hindistan bağımsız olunca yine başkent olarak kalmaya devam etmiştir. Yüzölçümü 42.7 km²'dir. Yeni Delhi, 134 yabancı elçiliğe ve yüksek komisyonlara ev sahipliği yapmaktadır. Şehrin temeli, 15 Aralık 1911 tarihinde atılmıştır.
Yeni Delhi iki UNESCO Dünya Mirası'na sahiptir: Hümayun Türbesi ve Qutub kompleksi.
Dünyanın en hızlı büyüyen şehirlerinden biridir. Yeni Delhi, ağaçlıklı geniş bulvarlara sahiptir ve çok sayıda ulusal kurum, müze ve görülecek yerler ev sahipliği yapmaktadır.
Hükûmet, şehre günde yalnızca bir saatlik su imkânı sağlıyor. Bu durum, Hindistan'da ülkenin yarısının tuvalete sahip olmaması ile ilgilidir.
Planlı bir şehir olmakla beraber yol yapım ve bakım, öncelikle Yeni Delhi Belediye Meclisi İnşaat Mühendisliği Bölümü sorumluluğundadır.
Yeni Delhi Kozmopolit bir şehirdir. Milli olaylar Cumhuriyet Bayramı , Bağımsızlık Günü ve Gandi Jayanti (Gandhi'nin doğum günü) gibi günlerdir. Dini bayramlar Diwali (ışık festival), Maha Shivaratri , Teej , Guru Nanak Jayanti , Baisakhi , Durga Puja , Holi , Lohri , Ramazan Bayramı , Kurban Bayramı , Noel ve Mahavir Jayanti. Qutub Festivali Kutub , olayın seçilmiş arka fon olarak Hindistan üzerinden bütün müzisyenlerin ve dansçıların performansları ile, gece boyunca sergilenecek olan kültürel bir olaydır.
Judas (çizgi roman)
"Judas"', 1979 yılında Ennio Missaglia'nın, kardeşi Vladimiro ve Ivo Pavone'yle birlikte yarattıkları çizgi romanın ve baş karakterinin adıdır.
Judas, İsa'yı ele veren havarinin İncil'de geçen adıdır. Bu lakap, Pinkerton Dedektiflik Bürosunun en iyi dedektifi Alan Scott'a "ödül avcısı" olduğu ve sevgilisi Vivian'ın ölümüne neden olan haydut arkadaşlarını ele vermesi yüzünden verilmişti.
İnsanlarla ilişkileri düzgün olmayan ve her an silah kullanmaya hazır olması yüzünden meslektaşları tarafından bile sevilmeyen bir Pinkerton ajanıdır.Allan Pinkerton dışında hiçbir dostu olmayan Judas'ın pek çok düşmanı vardır. Yalnızca kötüler değil, meslektaşları da ondan nefret eder.
Judas, çözüm bulamayıp maceranın sonunda haksızlıklarla karşı karşıya kalsa bile yasaların tarafında olmaya devam eder.
Türkiye'de Tay Yayınları tarafından basılmıştır. Çevirisi Zeynep Akkuş'a aittir.
Karahayıt, Milas
Karahayıt, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Çevresi çam ormanları ile kaplıdır, aynı zamanda Bafa Gölü'ne kuşbakışı manzarası vardır.
Köy, yaklaşık 250 yıl önce çevrede yaşayan çobanlar tarafından yerleşke haline getirilmiştir. Eskiden köy civarında oldukça fazla hayıt bulunurmuş. Mahallenin de ismini bu hayıtlardan aldığı biliniyor. Söylentilere göre, köye ilk yerleşen çobanlar, bazı hayıtların siyah olması nedeniyle bu bölgeye Karahayıt Köyü adını vermişlerdir.
Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.
Muğla iline 104 km, Milas ilçesine 35 km uzaklıktadır. Karahayit mahallesi Milas Söke karayolu güzergahında olup Bafa Beldesi'nden 7 km kuzeyde yer almaktadır. Aynı zamanda Karahayıt mahallesinin mahallesi olan Yeni Okul Mahalleside Asar dağının eteğinde yer almaktadir.
Karahayıt mahallesinin etrafı beşparmak dağları ile çevrilidir.mahallenin çok güzel manzarası vardıreköy turistik açıdan çok güzel bir mahalle Özellikle de doğa turizmi bakımından.bir tarafta beşparmak dağları bir tarafta Bafa gölü manzarası. Ayrıca organik zeytin ve zeytinyagı ,harika çam balıve çam ormanları turistlerin ilgisini çekmektedir. Köy milas,bodrum,didim ve söke ilçelerine yakın olduğu için çevre ilçelerle bağı devam etmektedir.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığave arıcılığa dayalıdır. Köy halkının geçimi tarımcılık, hayvancılık ve arıcılıktır, bunların başını zeytin yağı üreticiliği çeker
Mahallede, ilköğretim okulu vardır 1.2.3.sınıflar mahallede öğrenim görmekte olup fakat taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. sağlık evi vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Mahallenin 7000 metre karelik köy içi yolunun 4250 metre karesi parke döşemesi olup diğer kalan kısmı asfalt kaplamadır.yeni okul mahallesinde de her türlü altyapı yeniden yapılmıştır. Bu mahallede elektrik,su ve yol tekrar dan yapılmıştır.yeniokul mahallesinde tarım özellikle sebze üretimi yaygındır.hayvancılık ta var. Bal üretimi zeytin ve zeytinyağı üretimi mükemmel düzeydedir.
Cem Aksel
Cem Aksel (d. 17 Şubat 1963, Ankara), caz davulcusu, müzisyen.
Lise hayatında amatör olarak müzikle ilgilendikten sonra, 1983 yılında İsviçre'de Swiss Jazz School'a kaydoldu ancak maddi imkânsızlıklar yüzünden bu okula devam edemedi.
Cem Aksel, 60'a yakın albümde çeşitli şarkıcılara eşlik etti.Mozaik Kamil Erdem, Gürol Ağırbaş, Bülent Ortaçgil ve Serdar Ateşer birlikte çaldığı isimlerden bazılarıdır.
Rodeo Strip
Rodeo Strip, Rodeo Yayıncılık tarafından Ekim 2004'te yayınlanmaya başlanan, karma içerikli çizgi roman - macera edebiyatı - çizgisel aktüalite dergisi.
Dergide Murat Bozkurt, Yalçın Didman, Ergün Gündüz, Ersin Burak, Yıldıray Çınar, Yasemin Ezberci, Cem Özüduru, Caner Atakul, Murat Kalkavan gibi Türk çizgi romancılar, Şehir Köpeği, İman Limited, Ulçe, Pırılkız, Haskoç Adam gibi çalışmalarıyla yer almıştır.
Brendon, Nick Raider, Napoleone, Dylan Dog, Ken Parker gibi yabancı çizgi roman içeriği, bunun yanı sıra Erhan Baş'ın İnek Adam'ı ve Timur Atakan'ın macera tefrikası Irak Yolcuları gibi uzun süre devam eden metinler vardır.
Strip dergisi 2003 yılında sinema dergisi Altyazı'nın 16 sayfalık eki olarak doğmuştu. Bu eki projelendiren, Rodeo Yayıncılık'tan Murat Mıhçıoğlu idi. Ek sonrasındaki dönemde (yine Mıhçıoğlu editörlüğünde) bu kez başında "Rodeo" ile çıkan yayın, 11. sayıdan itibaren sayfa sayısını indirip fiyatını azalttı. Ocak 2006'da çıkan 11 numaralı sayı, Studio Rodeo'nun ilk ürünlerini de sunmuştur.
Dylan Dog
Dylan Dog. Kâbuslar dedektifi lakaplı çapkın, kısmen paranormal, Scotland Yard'dan terk dedektifin maceralarını konu alan çizgi roman dizisi. Yaşayan Ölülerin Şafağı adlı ilk macerası İtalya'da 1986'da çıkmıştır. Yaratıcısı Tiziano Sclavi, bu ilk macerada çizer Angelo Stano ile çalışmıştır.
Çıktığı günden beri İtalya'nın en çok ilgi gören çizgi romanı Dylan Dog olmuştur. Bunda, yazar Sclavi'nin trendlere uygun yaklaşımı kadar, zengin çizer kadrosunun da rolü vardır.
Dylan Dog'un klasik serisi, bazı maceraların AD Yayıncılık tarafından yayınlanmasından sonra, ikişer maceralı kitaplarla Rodeo Yayıncılık tarafından basılmaya başlanmıştır. Rodeo Strip dergisinde de, biri renkli olmak üzere iki kısa Dylan Dog macerası çıkmıştır.
2009 yılının aralık ayından 2011 yılına dek Hoz Comics tarafından ikişer maceralı dergiler olarak yayınlanmıştır. Serinin çevirilerini, ünlü çizgi romancı ve çevirmen Fatih okta ile Ahmet Sekendiz yapmışlardır. Hoz Comics'in Dylan Dog yayınları devam etmektedir...
Ken Parker
Ken Parker, yazar Giancarlo Berardi ve çizer Ivo Milazzo'nun yarattığı çizgi romanın baş kahramanıdır. 1970'li yıllarda Türkiye'de Alaska ismiyle yayımlandı. "Altın Seri" olarak bilinen 59 kitaplık serisi ve kronolojik olarak bu kitapların sonrasında yer alan büyük boy seri, Rodeo Yayıncılık tarafından yayınlanmaktadır. Kaliteli baskılarla ve orijinal kapaklarla çıkan seri, Şubat 2013 itibarıyla 47'inci kitaba gelmiştir.
Bu seriler haricinde, Ken Parker'ın zaman yolculuğuna çıkarak 1990'ların İngiltere'sine geldiği, Dylan Dog ile ortak macerası, Rodeo Strip dergisinin ilk s |
ayısında yer almıştır.
Ken Parker, "Collana Rodeo" adlı bir western antoloji serisinde yayımlanmak üzere yaratıldı, ancak daha sonra yayımcı, dizinin antolojiden bağımsız olarak yayımlanmasına karar verdi ve Haziran 1977'de Ken Parker efsanesi başlamış oldu. Dizinin hemen her bölümünde imzalarını gördüğümüz yazar Giancarlo Berardi ile çizer Ivo Milazzo bu çalışmalarıyla İtalyan çizgiroman tarihine geçti. Çizgiroman tarihinde (Jeremiah Johnson filmi esintisi ve Robert Redford'un yüz hatlarına sahip olan kahramanıyla) Ken Parker'ın kendine has bir yeri vardır: evrensel temalar (şiddet, ırkçılık, sömürü, kimlik arayışı) western kalıpları içinde karşımıza çıkar. Maalesef gerek yazarın talepleri doğrultusunda, gerek geniş çaplı bir okur kitlesi yakalayamamış olmanın doğurduğu sorunlar yüzünden ilk serisi 1984 yılında, 59. sayıda durdurulan çizgiroman, yayın hayatını antolojik dergilerle, "Ken Parker Magazine" ve 180 sayfalık özel sayılarla sürdürmek zorunda kalmıştır.
Yaratıcısı Giancarlo Berardi şunları söylüyor: "Ken Parker, çağdaş sorunları olan çağdaş bir insan. Hiçbir güvencesi yok, geleceği meçhul; kendi belirlediği idealleri tutkuyla, ümitle, cesaretle ve acı çekmek pahasına korumaya çalışarak günübirlik yaşıyor." O, süper güçleri olmayan bir anti-kahraman karakterdir.
Yanından hiç ayırmadığı eski model Kentucky marka bir tüfekten aldığı adıyla ""Uzun Tüfek"", avcılık, ordu rehberliği, şeriflik, dedektiflik ve yazarlık yaparak kazanır hayatını: şiddetin kol gezdiği eski, vahşi batıda (maceralarının başlangıç tarihi 29 Aralık 1868'dir) idealist, olumlu, cömert ve sevgi dolu karakterinden ödün vermeden sayısız işin altından başarıyla kalkan becerikli bir adamdır. Tabiatla barışık yaşamanın ne demek olduğunu bilen ve elindeki silahı sadece korunmak ve karnını doyurmak için kullanan, avına tek el ateş edip vuramadığı takdirde kaçma şansı tanıyan tam bir idealist karakterdir. Maceralarının kalitesi ve (Teks ya da Zagor gibi klasik tiplerden hayli farklı) aykırı karakteriyle sayısı çok fazla olmayan ama kendisini çok seven bir hayran kitlesine ulaşmayı başarmış, çok sayıda makaleye ve incelemeye konu olmuştur.
Olaylar ve Amerika Birleşik Devletleri'ni baştan başa gezme arzusu Ken'in belli bir yerde uzun süre kalmasına engel olduğu için, maceralarda sürekli bir ikinci kişi yoktur. Yaşadığı maceralarda avcı Dashiell, öfkeli küçük kız Pat O'Shane, Eskimo Nanuk, küçük fahişe Lily gibi çeşitli dostlar edinir. Kısa bir süre için Hunkpapa yerlilerinin köyünde kalır, burada, Amerikan ordusunun köye düzenlediği baskında hayatını kaybedecek olan Tecumseh adında dul bir kadınla evlenir. Tecumseh'in (ilk evliliğinden olan) çocuğu Theba (Teddy adıyla) bugün Boston'da yaşamakta ve Ken'i öz babası olarak kabul etmektedir.
İlk bölümlerde Ken acımasız bir katille, "Şanslı" Donald Welsh ile karşı karşıya kalır. 8. sayıda Welsh'i öldüren Ken'in karşısına zaman içinde başka düşmanlar da çıkacaktır. Her bölümde şiddete, anlayışsızlığa, cehalete ve para hırsına karşı mücadele etmek zorunda kalır. En büyük ve alt edilmez düşmanı ise maalesef bir çizgiroman kahramanı değil, okur sayısının azlığıdır ki, bu durum sadık hayranlarını, Ken'in maceralarına devam edebilmesi için gece gündüz dua etmek zorunda bırakmaktadır.
Ulçe
Ulçe, yüzlerce yıl önce Orta Asya'da yaşadığı düşünülen, Yalçın Didman tarafından 2005 yılında yaratılmış dişi çizgi roman kahramanı.
İlk olarak, Rodeo Strip dergisinin 5. sayısında çıkmıştır.
Şehir Köpeği
Şehir Köpeği, Murat Bozkurt'un yarattığı, maceraları vahşi atmosferli bir İstanbul'da geçen çizgi roman kahramanı.
2004 yılında, Altı Kırkbeş Yayıncılık tarafından çıkartılmaya başlanan 24 sayfalık dergide yer almıştır. Bu yayın sadece 2 sayı sürmüştür.
Rodeo Strip dergisinin ilk 7 sayısında ve sonra 10. ve 14. sayılarında, uzunlu kısalı çeşitli maceraları yayınlanmıştır.
Haskoç Adam
Haskoç Adam, Murat Kalkavan ve Caner Atakul tarafından 2005 yılında yaratılmış, süper-kahraman parodisi tarzındaki mizahi çizgi roman.
Düşmanı olan Kötü Adam'a karşı, yardımcısı Vik Vik ve televizyon habercisi Elif ile birlikte mücadele vermektedir.
Maceraları, Rodeo Strip dergisinin 7, 8 ve 11. sayılarında çıkmıştır.
Rodeo Yayıncılık
Nick Raider
Nick Raider, New York'lu bir cinayet masası polisinin maceralarını konu alan, İtalyan ürünü çizgi roman. Sergio Bonelli Editore tarafından 1988'den 2005'e kadar yayınlanmıştır.
Yıllardır Teks ekibinde olan Claudio Nizzi'nin imzasını taşıyan, Bonelli'den çıkan ilk dedektif çizgi romanı özelliğine sahip Nick Raider, Haziran 1988'de tanışır okurlarıyla. Nizzi, kahramanını yaratırken Ed McBain'in 87. bölgedeki olayları konu alan romanlarından yola çıkar: bu romanlar, yazara, metropol polislerinin soruşturmalarını sürdürürken başvurduğu yöntemleri içeren, hareketlerini kısıtlayacak kesin kuralları belirten bir tür "polisin el kitabı" görevi görür.
Nick Raider'ın başvurduğu yöntemlere bakarak, Nizzi sayesinde Teks'ten etkilendiği rahatça görülmektedir: Nick; cesur, yorulmak nedir bilmeyen, becerikli ve yeterince şanslı, gerçek bir kahramandır. Ne kadar tehlikeli olursa olsun hiçbir suçluyu elinden kaçırmaz, ne kadar karmaşık olursa olsun bir olayı yarım bırakmaz. Genç Robert Mitchum'un yüz hatları, üstünden eksik etmediği ceketi ve kemerine sıkıştırdığı tabancasıyla New York ağır suçlar masası dedektifi Nick Raider, aslen İtalyan olmasıyla övünür (büyükbabasının adı Raidero'dur) ve gerektiğinde Büyük Elma'nın acımasız şehir cangılına gözü kapalı dalar.
Sürekli beraber dolaştığı arkadaşı, yüzündeki kocaman gülümsemesi ve her an maceraya atılmaya hazır haliyle Eddie Murphy'yi çağrıştıran Marvin Brown'dur. Marvin'den sonra gözlüklü "masabaşı" dedektifi Jimmy Garnet gelir: bilgisayar araştırmalarında başarılı, çekingen, biraz sakar bir tiptir Garnet, ama eline silahı aldığında nasıl kullanacağını da iyi bilir. Görmüş geçirmiş, yaşlı komiser Art Rayan genç meslektaşlarına baba gibi yakınlık gösteren, grubu organize eden kişidir. Nick'e muhbirlik yapan cüce Alf, becerikli bir bilgi toplayıcı ve sarsılmaz ahlaki kurallara göre hareket eden bir profesyoneldir. Nick'in bir de nişanlısı vardır artık: sevimli ve cesur gazeteci Violet McGraw.
Nick Raider, her ay amansız New York yeraltı dünyasıyla mücadele etmek zorundadır. Sürekli karşılaşılan kötü karakterlerin sayısı fazla değildir. Bunların arasında, çok sevdiği golf kulübünden bir türlü kopamayan, aşırı şişman patron Louise Clementi ve mültecileri ülkeye sokan "Kara Haç" örgütü sayılabilir.
İlk dönem maceraları AD Yayıncılık tarafından Türkçe olarak basılmış, fakat seri kısa sürmüştür.
Daha sonra Rodeo Strip dergisinin 7. sayısında kendisi, 8. sayısında ise arkadaşı Teğmen Art, kısa maceralarla yer almıştır.
Mister No
Mister No, Sergio Bonelli ve Galliano Ferri ikilisinin yarattığı çizgi roman ve baş karakter. İtalya'da 1975 Haziran ayında ilk serüveni yayımlanmıştır.
İtalyan çizgi romanında bir dönüm noktasıdır. Ona bu sıfatı kazandıran en önemli özelliği, western olmayan ilk Bonelli karakteri olmasıdır. Dürüst, samimi, alkol ve güzel kadın düşkünü, tembelliği seven bir kişiliğe sahiptir.
II. Dünya Savaşı'na Amerikan hava kuvvetlerinde savaş pilotu olarak katılan Mister No (asıl adıyla Jerry Drake) savaş sonrası prototip bir hippi olarak, Brezilya'nın Manaus kentine yerleşmiş ve bir Pırpır satın alıp turist rehberliği yapmaya başlamıştır. Küçük uçağıyla Amazon Nehri üzerinde turist gezdirerek hayatını kazanmaktadır. SS takma adlı (asıl adı Otto Kruger) turist rehberliği yapan Alman bir arkadaşı vardır.
Olaylar Amazon nehri boyunca Brezilya, Kolombiya, Guyana gibi ülkelerde geçer. Kahramanımızın Karayip Denizi'nde dolanıp Haiti'ye uzanmışlığı da vardır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1948-1950 yılları arası konu edilse de araba modelleri, kostümler, diyaloglarda geçen bazı kelimeler gibi detaylar, Vietnam Savaşı sonrasından izler taşımaktadır.
Bir hekâyede, bir başka çizgi karakter olan Zagor ile Amazon ormanlarında buluşmuşmardır.
İspanya, Fransa, Portekiz, Brezilya, Türkiye, Yunanistan,Yugoslavya gibi pek çok ülkede yayımlanmıştır.
Jerry'nin sıkı dostları arasında, barmen Paulo Adolfo , tamirci Augustino, şarkıcı Dana Winter sayılabilir. New York'taki dostları ise çenesi düşük barmen Harvey Fenner, kulüp sahibi Max Culver, arkeolog Patricia Rowland ve özel dedektif Phil Mulligan'dır.
Diğer kahramanlar ise şöyledir: Esse-Esse, Sergente Oliveira, Alan Chambers, Steve Mallory, Clara, Isabela, João, Celestino, Luna, Mama Rosa, Curtis Gray, Olinto Righetti, Miranda Cordeiro, Debora, Delia, Madalena, Irene, Maria, Barrett Whitaker.
Yaratıcı: Guido Nolitta:" Sergio Bonelli", 1975
Çizerler:
Editör:
Michele Masiero
Kapaklar:
Yalçın Didman
Yalçın Didman, 1970'lerde Gırgır dergisinde ve Günaydın gazetesinde çalışmış çizgi roman yazarı ve çizeri.
1947 yılında Adapazarı’nda doğdu. 1972 yılında profesyonel olarak çizmeye başladı. İlk çizgi romanı Cehennem Kızı Perun’dur.
Bu çalışmayı, Fatoş isimli günlük bant izledi. Fatoş’un yayını art arda iki büyük gazetede 80’li yıllara kadar sürdü.
Günlük esprilerin özgün bir tatta görselleştiği Fatoş sürerken bağımsız olarak hazırladığı diğer çalışma (Aynalı Teke, 1986) konusunu Didman’ın o yıllarda sıkça tekrarladığı Doğu Karadeniz yayla gezilerinden alıyordu. Küresel ısınmanın ardından yeryüzünün buzul çağına girdiği hayali bir geleceği anlatan Ayılı Adam 1992’de yaratıldı ve Joker’de yayınlanmaya başladı. Ancak maceranın yarısında dergi sona erince, bu eser uzun yıllar boyunca beklemek durumunda kaldı. Antik Kommagene krallığının gizli mezarlarıyla dolu mistik bir atmosferde geçen Nemrut Güneşi adlı bilim-kurgu ise, 1995 yılında çeşitli yayın gruplarınca yayınlandı.
2005 yılında Rodeo Strip dergisinde yazıp çizmeye başlayan Didman, Moğol Ulak adlı otantik bir bilim-kurgunun ardından, antik bir dişi savaşçı olan Ulçe’yi yarattı. Rodeo Strip’teki performansının yarısı Ulçe maceralarına akarken, yine aynı dergi için mizah, korku ve gerilim temalı kısa çizgi romanlar |
da gerçekleştirdi.
Eserleri çeşitli festival ve organizasyonlar vasıtasıyla uluslararası platforma da taşınmış olan Didman, tam bir doğa tutkunu. Vaktini şehrin gürültüsünden uzakta, köy evinde geçirmekten keyif alan sanatçının Atlar konulu bir suluboya resimler serisi de var.
Yalçın Didman'ın başyapıtı niteliğinde olan Eksi Seksen, 2008'in Haziran ayında, Rodeo'nun RAD (Rodeo Albümler Dizisi) adlı serisinin ilk albümü olarak yayınlandı. Didman, aynı dizi kapsamında yeni maceraları da çıkmak üzere Ayılı Adam konseptine devam edeceğini açıklamış durumda.
Brendon D'Arkness
Dylan Dog yazarlarından Claudio Chiaverotti'nin 1998'de yarattığı, post-apokaliptik dönemde yaşayan çizgi roman kahramanı.
Serinin kahramanı, dünyanın bir meteor yüzünden karanlık bir çağa gömülmesinden uzun yıllar sonra, günümüz İngiltere'si üzerindeki uygarlık kırıntısında yaşamaktadır. Annesi, dünyanın başına gelenlerden de sorumlu tutulan Kara Ay'ın Tırpanı isimli tarikat tarafından kurban edilmiştir.
Para karşılığı bir tür güvenlik hizmeti sunan bir süvaridir Brendon. Yirmibirinci yüzyılın "geçmiş"e dönüştüğü bir tür "yeni orta çağ"ın gizemleriyle yüzleşir.
Brendon D'Arkness'ın ilk iki macerası olan Doğum Günü 31 Şubat ve Karanlığın Gözyaşı, Rodeo Strip dergisinin 2,3, 5 ve 6. sayılarında yayınlanmıştır.
Rodeo Yayıncılık
Brendon
Vakur Barut
Suat Gönülay 'ın yazıp çizdiği, bıçkın bir İstanbul delikanlısının maceralarını konu alan çizgi roman. Vakur, hırsızlık gibi adi suçlarla geçinen, saç stili ve giyimi ile keskin bir tarz yakalamış bir karakterdir.
Maceraları bir dönem haftalık mizah dergisi Penguen'de bölümler halinde çıkmıştır.
Rodeo Strip dergisinin 9. sayısında, aynı zamanda kapakta da yer alarak, Marilyn Monroe ile fantazilerle dolu bir rüya-macerası basılmıştır. Aynı yayının 10. sayısında ismi Wakur Barut olarak değişirken, İstanbul'la ilişkisine dair anekdotları ilüstrasyonlar eşliğinde sunulmuştur.
Brayton çevrimi
Brayton çevrimi, genel olarak gaz türbinlerinde kullanılan, periyodik bir prosesdir. Günümüzde geçerli olan gaz akışkanlı güç çevrimleri içinde önemli bir yer tutar. Diğer içten yanmalı güç çevrimleri gibi açık bir sistem olmasına rağmen; termodinamik analiz için egzoz gazlarının ikinci bir ısı değiştirgecinden geçtikten sonra içeri alınıp tekrar kullanıldığı farzedilir ve kapalı bir sistem gibi analize uygun hale gelir. İsmini, mucidi olan George Brayton’dan almıştır. Aynı zamanda Joule çevrimi olarak da bilinir.
Brayton çevrimi ilk olarak, Amerikalı makine mühendisi George Brayton'un 1872 yılında patentini aldığı iki zamanlı kerosen yakan pistonlu motorunda kullanılmak üzere ortaya çıktı.
Bir Brayton tip makine şu üç elemanı içerir:
19. yüzyıldaki orijinal Brayton makinesinde çevre havası, kompresör pistonuna girer, burada basınçlandırılır. (Teorik olarak izentropik bir işlemdir.) Sıkıştırılmış hava daha sonra karışım odacığı boyunca ilerler, yakıt ilave olur. (Bu da sabit basıçta olan bir prosesdir.) Isıtılmış, basınçlandırılmış hava ve yakıt karışımı daha sonra genişleme silindiri içinde alev alır ve enerjisini verir, piston/silindir boyunca genişler. (Teorik olarak yine izentropik bir prosestir.) Piston/silindir ile elde edilen işin bir bölümü kompresöre güç sağlamak için bir mil düzeneği aracılığı ile kullanılır.
Brayton çevrimi günümüzde en çok gaz türbinli makinelerde kullanılır. Burada da yine üç eleman vardır:
Burada da çevre havası kompresöre girer ve basınçlandırılır. (Teorik olarak izentropik prosestir.) Basıçlı hava yanma odasına girer, yakıtın yanması ile hava ısıtılır. (Sabit basınçta gerçekleşen proses). Hava açık olan yanma odası boyunca akış yapar (Girer ve çıkar). Basınçlı ve ısıtılmış hava, enerji vererek, türbin veya türbinler boyunca genişler ve iş elde edilir.(İzentropik proses) Türbinden elde edilen işin bir kısmı ile kompresöre güç verilir.
Ne sıkıştırma, ne de genişleme gerçekte izentropik olamaz. Kompresör ve genleştirici boyunca kayıplar, verim kaybını kaçınılmaz kılar. Genelde, sıkıştırma oranındaki artış, bir Brayton sisteminin tüm çıkış gücünü arttırmak için en çok kullanılan yoldur.
Kaptan Venüs (çizgi roman)
Kaptan Venüs, Ali Recan tarafından 1978 yılında (o dönemin sosyo-kültürel özelliklerini taşıyarak) yaratılmıştır.
Uzay çağında geçen macera, korku ve bilimkurgu yayınıydı. Kaptan Venüs sarışın son derece seksi bir kadındı. Tüm hikâyelerinde de vucuduna yapışık kırmızı bir elbise giyer, bazen de yarıçıplak olurdu.
Kaptan Venüs'te erotizme gerektiği kadar, üstelik çoğu kez seviyeli bir şekilde yer verilmiştir. Örneğin ilk macera olan Uzayda Kaybolan Kadının girişindeki bölüm ya da yine aynı sayının 13. sayfasındaki kareler oldukça estetik bir anlayışla tasarlanmıştır.
Ergün Gündüz
Ergün Gündüz, 1960 Kayseri doğumlu çizgi romancı, grafik sanatçısı ve dergici.
Akademide öğrenciyken Gırgır'da başladığı kariyerine, yönetiminde bizzat yer aldığı Rr, Joker, Akrebin Gölgesi ve son olarak da Resimli roman dergilerinde devam etti.
Gırgır dergisi için çok sayıda karikatür ve kapak yapmış da olsa, çizgi romancı kimliğini ön plana çıkartan bir sanatçıdır. Fransa'nın Ameins kentinde sergilenmekte olan ilüstrasyon çalışmaları mevcut. Sprite gazoz kutuları ve Petrol Ofisi'nin POMAN'i gibi, çeşitli reklam kampanyalarında görev almıştır.
Resimli Roman'ın 3. sayıda kapanmasının ardından, Rodeo Strip'te iki çizgi romanı ve retrospektif özelliği taşıyan uzun bir röportajı yayınlanmıştır.
Halihazırda daha çok reklam dünyası için çalışmalar yapmakta olan Ergün Gündüz, çizgi roman çalışmalarını Studio Rodeo bünyesinde vermektedir. Bu kapsamda resimlediği Organik Kadın gibi bazı çizgi öyküleri FHM dergisinin Türkiye edisyonunda yer alırken, Murat Mıhçıoğlu'nun ABD yayınına yönelik olarak yazdığı Bir Zombi Bunu Yapabilir Mi? isimli öykü de Gündüz'ün çizgileriyle Zombie Bomb isimli çizgi roman antolojisine girmiştir. Aynı çalışma, Studio Rodeo'nun 2011 tarihli çizgi roman yıllığı olan Totem'de Türkçe olarak yer almıştır.
Ergün Gündüz, görsel sanatlar dünyasındaki çalışmalarının paralelinde, Bilgi Üniversitesi'nde görsel iletişim dersleri vermektedir.
Termodinamik çevrimler
Termodinamik çevrimler, bir veya daha çok hal değişimi () gerçekleştiren, iş veya enerji üreterek veya enerjiyi transfer ederek ilk haline dönen bir çalışma akışkanı içeren çevrimlerdir. Tabloda termodinamik çevrimlerin listesi verilmiştir.
Kapalı bir çevrim esnasında, sistem başlangıçtaki termodinamik sıcaklık ve basınç durumuna döner. Termodinamik sistemlerde Isı ve iş gibi tüm çevrim basamakları birbirlerinden bağımsızdır. Başlangıç durumuna dönen sistemlerde termodinamiğin birinci kanununun uygulanışı şöyledir:
Yukarıda çevrim sonunda sistemin enerjisinde bir değişimi olmadığı ifade edilmiştir. E (E), sistemdeki ısı ve iş girişini, E (E), sistemdeki ısı ve iş çıkışını ifade etmektedir. Termodinamiğin birinci kanunu aynı zamanda, bir çevrimdeki net ısı girişinin, net iş çıkışına eşit olduğunu söyler. (Isı için Q pozitif, Q ise negatif kabul edilir.)
Başlıca termodinamik çevrimler, güç çevrimleri ve ısı pompası çevrimleridir. Güç çevrimlerinde ısı girişi ve mekanik iş çıkışı vardır. Isı pompası çevrimlerinde ise mekanik iş girişi ile düşük sıcaklıktan yüksek sıcaklığa ısı transferi yapılır.
Basınç-Hacim (PV) () ve Sıcaklık-Entropi diyagramlarında saat yönündeki çevrim güç çevrimine, saat yönünün tersine olan çevrim ise ısı pompası çevrimine işaret eder.
Otto Çevrimi:
1→2: İzantropik Genişleme: Sabit entropi (s), basınç (P) düşüşü, hacim (v) artışı, sıcaklık (T) artışı
2→3: İzokorik Soğuma: Sabit Hacim(v), basınç (P) düşüşü, entropi düşüşü(S), Sıcaklık (T) düşüşü
3→4: İzantropik Sıkıştırma: Sabit entropi(s), basınç (P) düşüşü, hacim (v) düşüşü, sıcaklık (T) artışı
4→1: İzokorik Isınma: Sabit hacim (v), basınç (P) artışı, entropi (S) artışı, sıcaklık (T) artışı
Termodinamk süreçler (prosesler) listesi;
Adyabatik: çalışma akışkanında ısı ve kütle kaybının veya kazancının olmadığı haldeki süreçtir. Toplam iç enerji değişimi sıfırdır.
İzotermal: Sıcaklık değişiminin sıfır olduğu haldeki süreçtir. (T=sabit, δT=0)
İzobarik: Basınç değişiminin sıfır olduğu haldeki süreçtir. (P=sabit, δP=0)
İzokorik: Hacim değişiminin sıfır olduğu haldeki süreçtir. (V=sabit, δV=0)
İzantropik: Entropi değişiminin sıfır olduğu haldeki süreçtir. (S=sabit, δS=0)
Termodinamik güç çevrimleri ısı motoru operasyonlarının temelidir. Isı motorları dünyadaki elektrik gücünün önemli bir kısmını sağlarken, motorlu taşıtların çok büyük çoğunluğu da ısı motorlarıyla çalışır. Güç çevrimler iki kategoride incelenebilir: gerçek çevrimler ve ideal çevrimler. Güç çevrimleri kullandıkları ısı motoru tiplerine göre birbirlerinden ayrılırlar. İçten yanmalı motorlarda en sık rastlanan çevrimler: otto çevrimi; benzinli motor’da kullanır, Dizel çevrimi; dizel motor’da kullanılır. Dıştan yanmalı motorlarda ise Brayton çevrimi; türbin motoru kullanır, Rankine çevrimi; buhar türbini kullanır, Stirling çevrimi ve Ericsson çevrimleri; sıcak hava motoru kullanırlar.
Örnek, 4 termodinamik süreç (proses) içeren ısı motoru çevriminden (net iş çıkışı) basınç-hacim mekanik iş çıkışı
Süreç (proses) 4-1 ve 2-3 arasında hacim değişikliği meydana gelmez ise, denklem (3) şu şekilde basitleştirilebilir:
Günlük kullanılan ısı pompaları ve buzdolaplarında termodinamik ısı pompası çevrimleri kullanılır.
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) 6200 Sayılı Kanun’la 18 Aralık 1953 tarihinde kurulmuş ve 1954 yılında teşkilatlanmıştır.Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı'na bağlıdır. T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı 04/07/2011 tarih ve 27984 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 645 sayılı KHK ile faaliyetlerini T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak yürütmektedir. Ülkedeki bütün su kaynaklarının planlanması, yönetimi, geliştirilmesi ve işletilmesinden sorumlu, Merkezi Yönetim Bütçesine tabii özel bütçeli yatırımcı bir kuruluştur.
Bir kamu kuruluşu olarak kendine verilen; taşkı |
n koruma, sulu ziraatı yaygınlaştırma, hidroelektrik enerji üretme ve büyük şehirlere içme suyu temini yanı sıra Belediye Teşkilatı Olan Yerleşim Yerlerine de İçmesuyu temini gayelerini etkin bir şekilde yerine getirebilmesi bakımından, söz konusu dört maksadın ortak noktası olan baraj çalışmaları konusunda öncelikli faaliyetlerini sürdürmektedir. Ayrıca 18/04/2007 tarih ve 5625 sayılı Kanun ile 1053 sayılı kanunun 10. maddesinin değişmesi neticesinde nüfus kriteri kaldırılarak Belediye teşkilatı olan tüm yerleşim yerlerinin içme kullanma ve endüstri suyu ve gerekmesi halinde atık su tesislerinin yapımında DSİ yetkili kılınmıştır.
Kalina çevrimi
Kalina çevrimi, ısı enerjisini mekanik güce çevirmek için en az iki farklı komponentden oluşmuş çalışma akışkanından faydalanan bir termodinamik çevrimdir. Bu komponentlerin arasındaki oran termodinamik geri dönüşümü ve termodinamik verimi arttırmak için sistemin farklı bölümlerinde değişiklik gösterebilir. Kalina çevrim sistemleri ısı kaynağının tipine göre çok çeşitli şekillerde özel olarak uygulanabilir.
"Örnek olarak;" Kalina çevriminin güç istasyonları ve enerji dönüşümü için yapılan uygulamasında; % 70 amonyak ve % 30 sudan oluşan bir çalışma akışkanı kullanılması ile geleneksel Rankine çevriminin üzerinde verim artışı sağlanabilmiştir.
Yıldız tipi motor
Yıldız tipi motor, (radyal motor) silindirleri bir daire merkezine karşı sıralanmış motorlara denir. Bu motor türünde tüm piston kolları tek biyel muylusuna bağlı olarak çalışırlar. Yıldız tip motorlarda ateşleme aralığının düzgün olabilmesi için; 4 zamanlıları tek sayıda, 2 zamanlıları çift sayıda silindirli olarak yapılır. Bu tertip şeklinde beygir gücü başına düşen motor ağırlığı 2 kg civarındadır. Bu nedenle uçaklarda ve bazı deniz taşıtlarında rahatlıkla kullanılır.
Avcılık
Avcılık, başlangıçta insanların karınlarını doyurmasına yönelik olan bir faaliyet. İlk insanlar ovalarda dolaşırken toplayabildikleri bitkiler ve kovalayıp yakalayabildikleri küçük hayvanlarla beslenmişlerdir.
Taş Devri insanları, binlerce yıl boyunca avcılıkla yaşamlarını sürdürdüler. Mağaralarda barındılar, keskin ve sert taşlardan silahlar yaptılar. Ok, mızrak ve topuzla mamut, rengeyiği ve ayı gibi büyük hayvanları avladılar. İnsanlar hayvanlar kadar güçlü ve çevik değildi, ama zekâları, silah yapma yetenekleri avcılıkta başarılı olmalarını sağladı. Ayrıca bu ilk insanlar, kendilerine avcılıkta yardımcı olması için köpek gibi bazı hayvanları da eğittiler. Çoğu zaman bir geyik ya da yabani at sürüsünü bir uçuruma doğru sürüp avladıklarında, bütün topluluğa yetecek kadar yiyecek elde etmiş oluyorlardı.
İnsanlar karınlarını doyurmak için ekip biçmeyi ve hayvan yetiştirmeyi öğrendikten sonra da avcılığı sürdürmüşlerdir.
Tuzak kurma da avcılık yöntemlerinden biridir. İnsanlar tuzakla vahşi hayvanları etleri ve kürkleri için, bazen de zarar vermelerini önlemek ya da bilimsel araştırmalar yapmak için yakalarlar.
Pek çok çeşit tuzak vardır. Kürklü hayvanları, kürklerine zarar vermeden yakalamak için çelik tuzak kullanılır. Hayvanı hemen öldürmeyen ve avcı tarafından öldürülünceye kadar ava acı çektiren bu tür tuzaklar dünyanın birçok ülkesinde yasaklanmıştır. Bildiğimiz fare kapanı da, çelik bir yayla güçlendirilmiş bu tür bir tuzaktır.
Başka bir tuzak çeşidi, bir yay ile ilmekten oluşur. Esnek bir dal yay görevi görebilir. İlmek telden yapılır ve dal tetik görevini görecek bir iple aşağıya çekilerek bağlanır. Av tuzla kaplanan ipi kemirdiği zaman ipin kopmasıyla yay fırlar. Avı saran ilmek sıkışarak hayvanı havaya kaldırır.
Kuşları yakalamada giderek daralan ağdan tüneller de kullanılır. Kuşlar ağın geniş ağzına sürülür ya da yemle çekilir ve dar ağzında yakalanır.
İlkel insanların büyük hayvanları avlamak için başvurdukları bir yöntem de tuzak çukurlarıydı. Avın izlerinin sıkça görüldüğü bir yere çukur kazılarak üstü dallarla ve yapraklarla örtülürdü. Çukurun dibine çakılan ucu sivri kazıklar hayvanı düşer düşmez öldürürdü.
Eski zamanlarda üst üste yerleştirilen iki kütükle de avlanılırdı. Av yeme dokunduğunda üstteki kütük düşerdi ve av iki kütük arasına sıkışırdı. Bu tuzaklarda kütük yerine, bir kutu kullanıldığında hayvan canlı yakalanır. Kutunun içine koyulan kapana av basınca kapak kapanır. Bu tür tuzaklar hayvanları bilimsel araştırmalar ya da hayvanat bahçeleri için yakalarken kullanılır.
Canlı yakalama ve avı etiketleme yöntemiyle hayvanlara ilişkin çok değerli bilgiler edinilmektedir. Hayvan etiketlendikten sonra salınır; yeniden yakalandığı zaman, nereden nereye göç ettiği anlaşılır.
Kartal ile avcılık, küçük iken yakalanan ve av için eğitilen alıcı kuşlar ile yapılan avcılığı ifade eder. Günümüzde azalamasına rağmen Orta Asya'da Kırgız ve Kazak halklarının devam ettirmektedir. Selçuklu ve Osmanlıların da uyguladığı yöntem Türkiye'de unutulmuştur. Yalnızca Karadeniz Bölgesi'nde Atmaca ile avlanma sürdürülmektedir.
Kürkleri için hayvanları avlamak, en gözde avcılıktan biridir. Kürk ticaretiyle ilgilenen avcılar tuzaklar kurarak kunduz, mink, misk sıçanı, tilki, porsuk, kakım, vaşak, susamuru, rakun ve kurt gibi kürklü hayvanları avlarlar. Kanada'da kürk hayvanı avı hâlâ önemli bir sanayi dalıdır. Bu tür avcılık bazı hayvan türlerinin soyunun azalmasına yol açtığı için 20. yüzyılda kişi ve kuruluşların eleştirilerini gündeme getirmiştir. Bugün satılan kürklerin çoğu özel çiftliklerde yetiştirilen hayvanlardan elde edilmektedir.
Yiyecek sağlamak amacıyla yalnızca ok ve mızraklarla hayvan öldüren avcılar herhangi bir hayvan türünün yok olmasına neden olmazlar. Oysa ticaret ve kâr amacıyla tüfeklerle avlanan avcılar bu tehlikeyi doğurabilir. Örneğin, 19. yüzyılda avcılar et ticareti için Kuzey Amerika'daki bizonları hemen hemen yok ettiler.
Afrika'ya safari denen av partilerinde büyük hayvanlar hem spor yapmak, hem de kâr amacıyla vuruldu. 20. yüzyıla gelindiğinde insanlar, avcılık denetlenmezse avlanacak hayvan kalmayacağını anlamaya başladılar.
Bugün birçok bölgede büyük hayvanlarının avı sıkı denetim altına alınmıştır. Örneğin, ancak yaşadıkları denetimli bölgede sayıları çok artarsa fillerin avlanmasına izin verilmektedir. Gene de kaçak avlanma hâlâ önemli bir sorundur.
Av hayvanı, spor amacıyla avlanan hayvanlar, kuşlar ve balıklardır. Günümüzde neredeyse bütün av hayvanlarının avlanması izne bağlanmıştır. Buna karşın para kazanmak için kaçak ya da izinsiz avlanma yapılır. Örneğin, sombalığı ve alabalık çoğu zaman izinsiz avlanmaktadır. Değerli balık soylarını korumak amacıyla, dünyanın birçok ülkesinde izinsiz avlanmaya ağır cezalar koyulmuştur.
Afrika'daki av hayvanlarının korunma altına alındığı bölgelerde ya da av hayvanı bakımından zengin olan ülkelerde yetkililer değerli hayvanları postu ya da dişleri için öldürmeye gelen izinsiz avcılara karşı önlemler almışlardır.
Bugün Türkiye’de avcılık belgesi(on sekiz yaşını doldurmuş, silah taşıma ehliyetine sahip, 4915 sayılı kanuna göre avcılık belgesi almaya engel hali bulunmayan, avcılık ve av yaban hayatı ile ilgili eğitim almış ve sınavda başarılı olmuş kişilere başvuruları halinde verilen belgeyi) ve avlanma pulunu almış olanlar avlanma sezonunda avlaklarda avlanma hakkına sahip olabilirler.Tüfekle avcılık yapmak isteyenler yivsiz tüfek ruhsatı almak zorundadır. Türkiye'de av silahlarının yapımı, alım satımı ve bulundurulması da bir yasayla düzenlenmiştir.
İyi avcı avını ustalıkla izler ve sezdirmeden ona yaklaşır. Keskin nişancılığıyla avını hiç acı çektirmeden öldürebilir. Ülkenin bu konudaki yasalarına uyarak yalnızca izin çıktığında avlanır. Buna rağmen, avcılık hayvanlara acı ve eziyet çektirdiğinden, birçok çevre korumacı avcılığı acımasız bir spor saymaktadır. Öte yandan, çevrebilim incelemeleri de doğanın dengesinin sürdürülebilmesi için, yabani hayvanların sayılarının belli bir düzeyin altına düşmemesi gerektiğini göstermiştir.
Shar-Pei
Shar-Pei ya da şar pey, (Çince: 沙皮), Çin kökenli köpek ırkı. Ataları tam olarak bilinmemektedir. Chow chow'dan türetilmiş olabilir. Ancak bu iki cins arasındaki yegane benzerlik mor dilleridir.
Sağlam, çevik, güçlü bir köpektir. Teni yumuşak ve sarkıktır. Yükseklikleri; erkeklerde 46 – 51 cm, dişilerde 41 – 61 cm. Ağırlıkları; erkeklerde 20 – 25 kg, dişilerde 16 – 20 kg. Başının iki yanına düşük küçük kulakları vardır. Kıvrık kuyruğu dik durur. Tüyleri yumuşaktır. Açık kahverengi, krem, kızıl ya da siyah renklerde olabilirler. Yüzlerinde üzüntülü bir ifade vardır. Ev içinde mutludurlar. Sakin, iyi huylu ve sadıktırlar. Özellikle çocuklarla araları iyidir. Shar Pei, geçmişte yırtıcı bir savaş köpeği idi. Çin'de yapılan köpek dövüşlerinde çok popülerdi. Yıllarca bu dövüşlerde bir öncü olarak alkışlandı. Daha sonra Amerika Birleşik Devletleri'ne getirildi ve burada insana arkadaşlık eden bir köpek haline geldi.
Aktif sadakat
Aktif sadakat, belli bir zaman aralığında müşterinin satın alma, temasta bulunma ve işlem yapma aktivitelerini tekrarlamasıdır. Müşterinin en son ne zaman temasta bulunduğu ve temasta bulunma sıklığı gibi ölçüler analize baz teşkil eder.
Reiki
Reiki , 20.yüzyılın başında Japonya'da ortaya çıkan, enerji aktarımı ile ruhsal şifa vermeye dayalı olduğuna inanılan bir tekniktir. Rei "her yerde varolan", ki "ruhsal yaşam enerjisi" anlamına gelmektedir. Batıya "Evrensel Yaşam Enerjisi" olarak tercüme edilmiştir. Ancak ezoterik olarak "yüce kaynağın bilincini taşıyan, ruhsal amaçla çalışan yaşam gücü enerjisi" açıklaması daha kapsamlı bir tariftir. "Reiki" bir frekans ve ""Ruhsal Şifa Tekniği""dir.
Reikinin herhangi bir din ya da inanç şekline bağlı olmayan, kolaylıkla uygulanabilen, zararsız bir yöntem olduğu ifade edilmektedir. Ancak Reikinin çift kör çalışmalarda herhangi bir hastalığın tedavisinde etkili olduğu kanıtlanabilen bir yöntem olmadığı, hasta üzerindeki etkisinin de sadece plasebo etkisi olduğu değişik bilim merkezlerince kabul edilmektedir.
Kaynağının Tibet olduğu sanılan Reiki, 19. yüzyılda bir Japon Budisti olan Dr. Mikao Usui tarafından ortaya çıkarılmış |
ve bir şifa tekniği halinde sunulmuştur.
Usui'nin ölümünden sonra dikilen anıtta yazılanlara göre, Reiki'nin temelini oluşturduğu ileri sürülen enerji, Mikao Usui'ye Kurama Dağı'nda 21 günlüğüne inzivaya çekildiğinde gelmiştir. Usui, 1922'de bu enerjiyle işleyen şifa tekniklerini uygulamak üzere Tokyo'da bir klinik açmıştır. Usui bu şifa yöntemlerini uygulamakla kalmamış, birçok kişiye de öğretmiştir. Usui, 1923'te Tokyo'da meydana gelen Kanto depremi sırasında yardım çalışmaları yanında yeni klinikler kurmuş, ülkesinin diğer bölgelerine giderek Reiki sistemini tanıtmış ve uygulamıştır. Usui, bu seyahatlerinden birinde 62 yaşında yaşama veda etmiştir.
Usui, Reiki şifa yöntemlerini uygulamak üzere kurduğu organizasyona "Usui Reiki Ryoho Gakkai" adını vermiş ve günümüzde halen çalışan bir organizasyon kurmuştur. Bununla birlikte çağdaş araştırmacılar, Japon kültürünün kapalı gelenekleri nedeniyle, bu topluluğun günümüzdeki öğretileri ve uygulamaları hakkında bilgi edinmekte büyük güçlük çekmektedirler.
Yakın zamana kadar Mikao Usui ve bu sistemin ortaya çıkmasıyla ilgili çok az şey biliniyordu. Son birkaç yıldır Japonya'da yapılan araştırmalar sonucunda Usui'nin orijinal Reiki uygulamaları hakkında daha kesin bilgiler elde edilmiş ve böylece batıda öğretilen sistemi daha geniş bir perspektiften görme olanağı doğmuştur.
Usui'nin öğrencilerinden biri, Fizik Profesörü Chujiro Hayashi, 1938 yılında bu sistemi Hawaii'ye götürerek buradaki öğrencisi Hawayo Takata'yı öğretmenliğe inisiye etmiştir. Takata, Reiki'nin batıda yayılmasına neden olan kişidir. 1970'li yıllardan itibaren yirmi iki kişiyi öğretmen olarak yetiştirdikten sonra, 1980'de ölmüştür. Batıdaki Reiki pratisyenlerinin büyük çoğunluğu bu yirmi iki kişinin öğrencileridir ve hepsi Takata'ya, Hayashi'ye ve Usui'ye bağlanırlar.
Reiki Master'ları, yıllar içinde kendi sezgilerini ve algılarını kullanarak; şifa bulmak isteyenlerin ve ruhsal gelişimlerini sürdürürken Reiki ile çalışanların gereksinimlerine cevap veren yeni teknikler geliştirmişlerdir.
Reiki fiziksel, zihinsel veya duygusal sorunların tümünde kullanılır. İnanca göre bedende meydana gelen enerji dengesizliklerini ve negatif enerji blokajlarını çözebilmek için yetersiz veya eksik kalan kendi enerji bedenini dengeleyip, tamamlayarak ve bilinç değişikliği yoluyla ruhsal - fiziksel iyileşme sürecini başlatma yolunu açmaktadır.
Burada bahsedilen 'enerji beden', 'ruh', 'enerji dengesizlikleri' ve 'negatif enerji blokajları'nın bilimsel birer açıklamaları bulunmamaktadır. Laboratuvar ortamında yapılan deneylerde, reiki verilen hastaların daha çabuk iyileştikleri gözlemlenmiştir.
Birçok hastalıkta tıbbi tedaviyi tamamlar, zihinsel ve bedensel gerginliklerden kurtulmayı sağlar. Sağlık ve kişisel gelişim alanında pozitif etkiler yaptığı, bu tekniği uygulayan ve uygulatanlar tarafından iddia edilmektedir.
Reiki bugün dünyada yaklaşık iki milyon kişi tarafından uygulanmaktadır. Dünyada birçok hastane reiki uygulamayı bütünleyici tedavi olarak kabul etmektedir. Reiki'nin evrensel bir enerji olduğu, hiçbir kişinin tekelinde olmadığı, Reiki ile herkesin kendisinin şifacısı olabileceği Reiki uygulayıcıları tarafından ifade edilir.
Reiki, bir Reiki Master'ının öğrencisine Reiki'yi kullanma yeteneğini transfer etmesiyle (el vermesiyle) olur. Seminere katılan kişi enerjiyi, enerjinin çalışma sistemini ve Reiki ile ilgili teorik bilgiyi öğrenir "elverme" inisiyasyon (uyumlanma) seansı sonrasında Reiki enerjisine kanal olup Reiki'yi kullanmaya başlar. Eğitim semineri kısa sürelidir (1 veya 2 gün).
Reiki kuramına göre Reiki, kanal olunduktan sonra enerjinin ellerden geçerek aktarılması ile kullanılır. Reiki'ye uyumlanmış kişi bu enerji akışını ellerin ısınması, soğuması, karıncalanması gibi etkilerle kendisi hissedebilir. Reikinin kendi bilinci vardır ve siz ne için reiki verirseniz o en çok enerjiye ihtiyaç duyan alana yönelir. Reiki hata yapmaz, uygularken konsantrasyon gerekmez. Reiki için "inanmak" şart değildir. Bunu, siz ne kadar okyanusa girdiğinizde ıslanmayacağınıza inansanız da gene de ıslanacak olmanız olayına benzetebiliriz. Siz inanmasanız bile o çalışır ve şifa verir. Reiki bir kez elde edilip ömür boyunca kullanılır. Kullanmadığında da yetenek kaybolmaz. Reiki'yi öğrenmenin ve kullanmanın, kişinin eğitim, bireysel zeka ve ruhsal tekamül düzeyi ile ya da inancıyla ilgisi yoktur.
Reiki ile çalışma üç aşamada öğrenilir ve bunlar hem bağımsız hem de birbirlerini tamamlayıcı düzeylerdir. Hep birlikte tam bir şifa ve ruhsal gelişim sistemi oluştururlar. Herkes her düzeyin eğitimine açıktır ve herkes kendine uygun gördüğü düzeyde öğrenimi bırakabilir ya da öğretmen olabilir. Dereceler insanların birbirine üstünlük sağlaması için değildir. Dereceler sadece reiki gücünü arttırır.
Reiki'nin Kundalini, Violet Flame, İmera gibi kendi içinde ayrılan şifa sistemleri vardır. Altın üçgen, takyon gibi sistem olamayan ancak farklı frekanslarda ve farklı amaçlarla kullanılabilen, reikinin gücünü yükselten araçları da vardır.
Günümüzde birçok bilim adamı ve sağlık çalışanı Reiki uygulamalarının etkinliğini tartışmalı bulmakta ve plasebo etkisinden beklenenin otesinde bir iyileştirme sağlamadığını iddia etmektedir. Buna karşın Japonya, Amerika ve Avrupa'nın bazı bölgelerinde Reiki klinikleri bulunmaktadır.
Buna ek olarak, günümüzde adının içinde "Reiki" sözcüğünü kullanan ve aracı olma yoluyla alınan ve deneyimlenen başka enerjilerle birlikte çalışan diğer sistemlerin de bulunduğunu belirtmek gerekir. Mikao Usui tarafından geliştirilen Reiki'ye dayanan sistemler, isimlerinde "Usui Reiki" veya "Geleneksel Japon Reiki" deyimlerini kullanırlar.
Öğrenilen ilişki
Öğrenilen ilişki, ilk kez bir ürünü satın alan bir müşteri için satın aldığı ürün, aynı zamanda o marka ve/veya şirket için bir sınav niteliği de taşır. Müşteri bu sınavı kendince değerlendirip, bir sonraki alış verişinde yine aynı markayı veya bir başka markayı tercih eder. Eğer ilk satın aldığı ürün ve fiyat kendisi için tatmin edici nitelik taşıyorsa çoğu zaman müşteri yeni bir ürünü tanımak riskini tercih etmez. Müşteri, firmadan yapmış olduğu her bir “başarılı” alışverişte, o firma ve markaya daha fazla güven duyar.
Bu süreçte firmanın yapabileceği en doğru hamle, müşterinin bağlılığını artırabilmek amacıyla, yeni fırsatlar ve farklılıklar yaratmaktır. Bu ilişki uzun vadede Artı – Artı ilişkisine dönüşecektir. Hem müşteri sürekli alışveriş yapmış olmanın avantajıyla daha ucuza daha iyi hizmet alacak, hem de firma kendine sadık bir müşteri edinecek ve bu müşteri üzerinden uzun vadede daha fazla kar edecektir. Müşteri daha sık alışveriş yapmaya başladıkça zaten alış veriş potansiyelini üst seviyelere çıkaracak ve belki başka ürünler için de yine güvendiği firmayı tercih edecektir.
En Değerli Müşteri Grubu
En Değerli Müşteri Grubu (Most Valuable Customers - MVC), bir firma için gerçek değeri en yüksek, en kârlı, en bağlı ve firma ile en fazla iş birliği yapan ya da yapmak isteyen müşteri tipidir.
En Çok Büyüyebilir Müşteri Grubu
En Çok Büyüyebilir Müşteri Grubu (Most Growable Customers - MGC), bir firma için stratejik değeri gerçek değerini geçen müşteri tipidir. Bu tür müşteriler çapraz satış ve etkin maliyet yönetimi ile firma için en kârlı müşteri haline dönüştürülebilir.
Şirket için gelecek planları arasında en önemli yeri en çok büyüyebilir müşteri grubu alır. Bu gruptaki müşteriler uzun ve orta vadede firma için en değerli müşteri grubunda yer alabilirler. Hali hazırda pek de yüksek kâr getirmeyen bu müşterileri olabildiği kadar sadık ve kârlı müşteriler haline getirmenin en önemli adımı öncelikle onları diğer müşterilerden ayırabilmek yani fark etmektir.
Nuh Suresi
Nuh suresi, Kur'an'da Mekke döneminde indirildiğine inanılan 28 ayetten ibaret 71. suresidir.
Sure adını Nuh’un peygamber seçilişi ve mücadelelerinin anlatıldığı Nuh efsanesinden almaktadır; Buna göre Âdem’den sonra 10 nesil geçmiştir, bu arada çoğalan ve sapıtan insanlar putlara tapmaya başlamışlar, tanrı da onlara sadece kendisine tapınılması konusunda uyarıcı olarak Nuh'u göndermiştir. İnsanlar ise Nuh'u dinlemeyerek onunla dalga geçmişlerdir. Nuh bu durumda çaresiz kaldığı için bütün inançsızların yok edilmesi için tanrıya yalvarmış, O da Nuh'a bir gemi yapmasını emretmiştir.(Hud suresi) Sonuçta inananlar ve her bir hayvan cinsinden birer çift gemiye alınarak kurtulmuş, inançsızlar ise boğulmuşlardır.
Nuh tufanının bütün dünyayı kaplayan bir afet olduğu geleneksel görüştür. Ancak bilimsel verilerin böyle bir afetin yaşandığı hususunu desteklemediğinin görülmesi üzerine son zamanlarda afetin bölgesel (Mezopotamya) olduğu, gemiye alınan hayvanların da Nuh'un kendi evcil hayvanları olduğu şeklinde hikâyeyi aklileştiren yaklaşımlar sergilenmiştir.
Ancak bu durumda inananlarıyla beraber hayvanlarını sürüp yüksek bölgelere göç eden bir peygamber yerine gereksiz bir gemi yapımıyla peygamberini zora sokarak abesle iştigal eden bir bir tanrı figürü ortaya konulmaktadır.
Hızlı Gazeteci
Hızlı Gazeteci, Necdet Şen tarafından yaratılan açık sözlü ve muhalif çizgi roman karakteri.
İlk olarak 1980'de "Hey" dergisinin mizah eki "Curcuna"da gününü kurtarmaya çabalayan "saf" bir kahraman olarak ortaya çıktı. Zamanla kimlik değiştirdi ve kurulu düzenle çatışmadan duramayan, memnuniyetsiz, sivri dilli bir adama dönüştü.
1981'de Hızlı Gazeteci'nin iki kısa öyküsü "Görev Her Şeyden Kutsaldır" ve "Güzellik Yarışması" Çizgili Yayınlar tarafından albüm olarak basıldı.
1984-1992 arası Cumhuriyet gazetesinde, 1995-1996 yıllarında da Hürriyet gazetesinde günlük çizgi bant olarak yayımlanan Hızlı Gazeteci öyküleri daha sonra çeşitli albümlerde toplandı.
Gazetede yayımlandığı süre zarfında çok tartışma yaratan siyasi hikâyesi "Bacı" 1989'da Cep Yayınlarından, "Keloğlan" ve "Déja Vu" hikâyesi de 1991 yılında Remzi Kitabevi'nden albüm formatında yayımlandı. Paris'te geçen "Déja Vu"de bir dil kursuna devam etmek için o kentte bulunan Hızlı Gazeteci, sokaklarda portre çizen Umut ad |
ında genç bir kız ve onun siyasi mülteci olarak yaşayan, mutsuz, çöküntü içindeki babası Mete üzerinden 12 Mart ve 12 Eylül baskı rejimleri hicvedilir.
2002-2004 yılları arası Parantez yayınları Hızlı Gazeteci'nin hemen hemen tüm çalışmalarını kapsayan 32 kitaplık bir Hızlı Gazeteci serisi yayımladı.
Gazetelerde tefrika edildiği süreç içinde, zaman zaman sert tartışmaların başlatıcısı ve hedefi oldu. Hakkında çok sayıda yorum yazıldı. İri yarı cüssesi, kaba yüz hatları, somurtuk suratıyla tezat oluşturan duyarlığı ve bıktıran ayrıntıcılığı, Hızlı Gazeteci'yi çizgi roman okurlarının alıştığı "yakışıklı ve racon kesen" kahraman modelinden ayırır. Hızlı Gazeteci'nin ezber bozan bir duruşu ve hayata bakış tarzı vardır.
Cep Kitapları
Remzi Kitabevi
Parantez Yayınevi
Süper Ciltler:
Jimani Nehri
Dominik Cumhuriyeti'nin güney batısındaki bir nehirdir. 24 Mayıs 2004 tarihinde taşması, 76 kişinin ölümüne, yüzlerce insanın yaralanmasına ve evsiz kalmasına neden olmuştur.
Anabasis
Anabasis veya Onbinlerin Dönüşü Hellen tarihçi Ksenophon’un ünlü düzyazı yapıtı.
Ksenofon tarafından MÖ 400 yıllarında kaleme alınmış olan kitapta anlatılanlar üzerine çok sayıda kitap yazılmıştır.
Anabasis, Yunanca "yukarıya doğru yükselme", "tırmanma" veya "çıkış" gibi değişik anlamlara gelmektedir. Olasılıkla kitabın adı, Lidya'nın (İzmir ve çevresi) başkenti Sardeis şehrinden başlayıp Mezopotamya'ya doğru coğrafyanın yükselip dağlık alanlardan geçmesi veya ordunun sürekli tırmanması ile ilişkili olmalıdır.
Üslup olarak Seydi Ali Reisin Mir'at-ül Memalik'ini çağrıştırır.
Anabasis, olayların anlatıldığı dönem açısından Anadolu'nun tarihi coğrafyası, gelenekleri, yerel halkları ve bunların yaşam koşulları hakkında önemli bilgiler vermektedir.
Kardeşi II. Artakserkses’i devirerek Pers tahtını ele geçirmeye çalışan Kyros (Genç) için savaşan Hellen paralı askerlerin öyküsünü anlatır.
Ksenofon
Ksenofon (d. MÖ yaklaşık 430 ö. MÖ yaklaşık 355 Yunanca: Ξενοφῶν), Sokrates'in öğrencisi Yunan filozof, yazar, tarihçi ve asker.
Ksenofon, uzun yıllar Anadolu'yu işgal eden Pers ordularında bulunmuş çoğunlukla İranlıların askeri eğitim ve öğretim düzenleriyle ilgili görüşlerini yazmıştır. Bunlarla birlikte Pers ordularının tüm sefer kayıtlarını tutmuştur. Onun Tarih yazımında hemşehrisi Thukydides'ten etkilendiği söylenebilir.
Anabasis adlı eseri ilk aşamalarda alan rehberi olarak Büyük İskender tarafından İran seferlerinde en önemli kaynak olarak kullanılmıştır.
Testament
Testament, 1983 yılında kurulan Berkeley, Kaliforniyalı bir thrash metal grubudur. Gruptan, 1980'lerin en popüler thrash metal gruplarından biri olarak bahsedilmektedir.
Son albümleri "The Formation of Damnation", Almanya'da en iyi 20 şarkı listesine 15.sıradan girmiştir. 1999'da çıkan albümleri "The Gathering" aynı zamanda Almanya'da en iyi 50 şarkı listesinde yer almıştır. ABD'deki en iyi 100 albüm sıralamasında da başarı elde etmişlerdir.
Testament, 1983 yılında San Francisco Körfez Bölgesi'nde gitarist Eric Peterson ve kuzeni Derrick Ramirez -aynı zamanda gitarist- tarafından kuruldu. Grup ilk olarak The Legacy ismini kullandı. Kısa zaman sonra kadroya basçı Greg Christian ve baterist Mike Ronchette dahil oldu. Ramirez daha sonra gitarist yerini Joe Satriani'nin öğrencisi olan Alex Skolnick'e bıraktı. Ramirez gruptan ayrıldı ve grubun kendi adını taşıyan ve resmi olmayan 4 şarkılık demolarını yayınlamadan önce vokal olarak yerine Steve Souza geldi. Ronchette kısa zaman içinde gruptan ayrıldı ve yerine Louie Clemente geldi. Steve Souza daha sonra Exodus'a girmek için gruptan ayrıldı ve yerine Chuck Billy'nin gelmesini önerdi. Grup ilk albümlerini kaydederken, isimlerini Testament olarak değiştirdiler. Çünkü The Legacy ismi başka bir jazz grubu tarafından kullanılmaktaydı.
Testament'in ilk albümü "The Legacy", 1987'de Megaforce Records tarafından kaydedildi. Kısa zamanda üne kavuştular ve Körfez Bölgesi thrash metalinin öncülerinden Metallica'yla sık sık karşılaştırıldılar.
Death
Death, "türünün öncüsü" olarak kabul edilen Chuck Schuldiner tarafından kurulmuş bir death metal grubudur.Schuldiner'ın 2001'de beyin kanseri yüzünden ölmesi sonucunda grup dağılmış, ancak heavy metale olan etkisi bugüne kadar devam etmiştir.
Grup ilk olarak 1983 yılında Mantas adı ile kuruldu. İlk demoları olan "Death by Metal" 'i çıkardıktan kısa bir süre sonra Mantas dağıldı. Ama Chuck pes etmemişti, 1984 yılında yeni grup yaratma hazırlıklarında olan Chuck grubuna isim bulmuştu bile Death. Chuck gruba eleman bulamayınca eski Mantas üyeleri ile bir araya gelmek zorunda kalır. Birkaç demonun ardından eski üyeler Death grubundan kopar ve Chuck yanında Chris'i alarak grubu iki kişi yürütmeye karar verir. 1987 yılına gelindiğinde "Scream Bloody Gore" isimli ilk albümlerini çıkarırlar. Albüm içerdiği kanlı bıçaklı ve vahşet temalı sözleriyle dikkatleri üzerine toplar. Chuck kendine özgü bir brutal vokal stili yaratmıştır bu albümde, bu vokal türünü "Symbolic" albümüne kadar kullanacaktır. "Scream Bloody Gore" albümünü yayınladıktan sonra Chris gruptan ayrılmaya karar verir. Bunun üzerine Chuck gruba yeni elemanlar aramaya başlar ve gruba Rick Rozz, Bill Andrews'ı katar. Ayrıca bu albümde basları kendisi çalacak olan Chuck, Terry Butler tarafından yardım alır. Bunun üzerine Chuck credits bölümüne Terry'in ismini yazmaya karar verir.
1988 yılında "Leprosy" albümü en az "Scream Bloody Gore" kadar başarılı olur. Albümde brutal vokaller daha düzenli kullanılmıştır ve şarkı sözleri "Scream Bloody Gore" albümündeki kanlı bıçaklı halinden azıcık sıyrılmış ve daha ciddi olayları konu almıştır. "Leprosy" albümüyle Death iyice tanınan bir grup haline gelmiştir. 1989 yılında ise Chuck yeni albüm çalışmalarına başlar ve 1990 yılında "Spiritual Healing" albümünü çıkarır. Death grubu bu albümle artık kanlı bıçaklı söz yazmaya tamamen son vermiştir. Bu albüm Death'in progresif metal elementleri taşıyan ilk albümü olarak kabul edilir. 1991 yılında Chuck grubuna yeni elemanlar katarak albüm çalışmalarına başlar ve "Human" albümü piyasaya sürülür. Bu albüm Death'in en çok satan albümü olmuştur. "Spiritual Healing" albümü ile başlayan progresif elementler "Human" albümünde iyice belirgenleşmiştir ve Death artık teknik death metal yapma yolunda hızla ilerler. Büyük takdir alan "Human" albümü ile Death gene icra ettiğin müzik türünün zirvesine oturur.
2 yıl aradan sonra Death grubu stüdyoya girer ve "Individual Thought Patterns" albümünü çıkarır. Birçok Death hayranına göre en iyi albümdür. Death metal hayranlarına enstrüman ziyafeti yaşatan bu albüm metal camiası tarafından büyük bir beğeni toplar. Hatta death metalden hoşlanmayan insanlara bile kendini dinletebilen bir albümdür. Death artık müziğin sınırlarını bu albüm ile iyice zorlamıştır. Gene 2 yıl aradan sonra Death yeni albümünü çıkarır "Symbolic". Bu albümde artık brutal vokal etkisini iyice kaybetmeye başlamıştır. "Symbolic" albümü ile gene müziğin sınırlarını zorlayan grup artık progresif death metal icra etmeye başlar. Brutal vokal hayranları bu albüm yeterince brutal içermediği için büyük tepki toplar ama Chuck emin olduğu yolda hızla ilerlemektedir. 3 yıl sonra 1998 de "The Sound of Perseverance" albümü piyasaya sürülür. "Symbolic" albümünde etkisini kaybeden brutal vokal yerini artık scream vokale bırakmıştır. Death bu albüm ile müziğin sınırlarının olmadığını tüm metal müzik hayranlarına kanıtlamıştır. Her türlü enstrümanın mükemmel derecede kullandığı albüm çığır açar ve metal müzik dergileri tarafından tam puana layık görülür. Ne yazık ki bu albüm Death'in son albümü olacaktı. İyiden iyiye sağlığını kaybetmeye başlayan Chuck 2001 yılında beyin tümörü yüzünden hayatını kaybeder ve Death grubu bir daha bir araya gelmemek üzere dağılır.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İstanbul Üniversitesi'ne bağlı, 1979'da eğitim vermeye başlayan fakülte.
İstanbul Üniversitesi içinde siyaset bilimi, kamu yönetimi ve ilgili alanlarda araştırma yapılmasına olanak tanımayı ve bu alanlarda uzman yetiştirmeyi amaçlayan bir fakülte kurulması projesi, 1962 yılından itibaren Hukuk Fakültesi profesörü Tarık Zafer Tunaya tarafından geliştirildi. Üniversite Senatosu'nun 13 Ekim 1977 tarihli kararıyla Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinin Siyasal Bilimler Fakültesi kurması kararlaştırıldı. Hukuk Fakültesi’nden ayrılan yedi öğretim üyesi (Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Ümit Doğanay, Prof. Dr. Aydın Aybay, Doç. Dr. Murat Sarıca, Doç. Dr. A. Ülkü Azrak, Doç. Dr. İzzettin Doğan ve Doç. Dr. Ersan İlal) Siyasal Bilimler Fakültesi’nin kurucu öğretim üyeleri oldular.
Fakülte, 1979-1980 akademik yılında öğrenci alarak öğretime başladı. 1980 yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü içinde bulunan Bekirağa Bölüğü adıyla tanınan yapı içinde hizmet verdi. Mezunlarının kamu sınavlarına girebilmesi için 22/06/1986 tarih ve 3286 sayılı Kanunla fakültenin ismi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin adıyla uyumlu hale getirilerek “İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi” adını almıştır.
Fakülte, kuruluşunu takip eden süreç içinde Kamu Yönetimi, Uluslararası İlişkiler, İşletme, İktisat ve Maliye bölümleriyle eğitim verdi. 1993 yılında "İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi"'nin yayınına başlandı.
İktisat, Maliye ve İşletme bölümlerinin 1999 yılında rektörlük kararı ile kapatılmasıyla iki bölüm (Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler bölümleri) eğitime devam etti. 2006 yılında ise İşletme bölümü yeniden açıldı.
2006'dan beri süregelen zamanda fakültede Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ve İşletme olmak üzere üç akademik birim ile öğretim icra edilmektedir.
Bekirağa Bölüğü binasının restorasyona girdiği 2014 yılından itibaren fakülte geçici olarak İstanbul Üniversitesi'nin Gülhane kampüsünde hizmet vermektedir.
Söğütçük, Milas
Söğütçük, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalle |
dir.
Muğla iline 99 km, Milas ilçesine 33 km uzaklıktadır. Köy iki tepecik üzerinde kuruludur.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallede, ilköğretim okulu vardır. taşımalı eğitimden orta okul öğrencileri yaralanmaktadır.. Mahallenin kendine ait içme suyu şebekesi vardır; ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Mahallede sağlık evi vardır ve faaldir. Ayrıca köye 2 km uzaklıkta aile hekimi hizmet verilmektedir. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalttır. Mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Beyaz Tehlike
Beyaz Tehlike, Amerikalı bestseller yazarı Tom Clancy'nin 1989 basımı romanıdır
Tom Clancy çizgisine sadık kalarak gene politik/askeri gerilim unsurlarını çok iyi harmanlamıştır. Bu kitap genel olarak John Clark ve Ding Chavez'in üzerine yoğunlaşır, Jack Ryan ise romanın ufak sayılabilecek bir bölümünde yer alır. Genel olarak Kolombiya'daki uyuşturucu trafiği ve bunun ABD üzerindeki etkisi ve ABD hükümetinin buna tepkisi sonucu olan olaylar ele alınmaktadır. 1994 yılında filmi yapılmış, Ryan karakterini Harrison Ford, John Clark karakterini ise Willem Dafoe oynamıştır.
Robert Pattinson
Robert Douglas Thomas Pattinson (d. 13 Mayıs 1986, Londra), İngiliz oyuncu, yapımcı ve model. "Alacakaranlık" serisindeki Edward Cullen rolüyle tanınmış ve ünlenmiştir.
Pattinson Londra, İngiltere'de doğdu. Babası, Richard, Amerika'dan araç ithal ediyordu. Annesi, Clare ise bir modellik ajansında çalışmaktaydı. Ayrıca Pattinson'ın Lizzy Pattinson ve Victoria Pattinson adında iki ablası vardır. Londra'nın Barnes banliyösünde büyüdü. Ardından 12 yaşına kadar Tower House School'da okudu. Buradan ayrılınca eğitimine The Harrodian School'da devam etti. Barnes Theatre Company'de amatör tiyatroya dahil oldu. Buraya dahil olduktan sonra "Guys and Dolls" oyununda küçük bir rol aldı. Ardından "Anything Goes", "Our Town", "Macbeth" ve "Tess of the d'Urbervilles" oyunlarında da sahne almıştır.
Pattinson 12 yaşındayken modellik yapmaya başladı. Hackett'in 2007 sonbahar koleksiyonunda yer aldıktan sonra Aralık 2008'de modellik yapmaktan vazgeçti ve bu mesleği bıraktı. Gerekçe olarak ise “Artık fazla kaslı ve erkeksi olduğunu, eskisi gibi ilgi çekmediğini” belirtti.
2013 yılının haziran ayında Pattinson, Dior Homme'un yeni yüzü seçildi ve Romain Gavras tarafından yönetilen "1000 LIVES" başlıklı reklam kampanyası'nda yer aldı. Sonraları reklam kampanyasının fotoğrafçısı Nan Goldin tarafından, Robert'ın kampanya için çekildiği fotoğraflarının koleksiyonunu "Robert Pattinson: 1000 Lives" adlı bir kitapta topladı ve yayımladı.
Pattinson oyunculuk kariyerinin başlarında yardımcı karakterlerle izleyici karşısına çıktı. Rol aldığı ilk yapımlar "" adına Alman yapımı televizyon filmi ve Reese Witherspoon'un başrolünde yer aldığı "Vanity Fair" oldu. Ancak "Vanity Fair"de oynadığı sahneler sonradan çıkarıldı ve sadece filmin DVD'sinde yayınlandı.
Vedat Sakman
Vedat Sakman (1949, Konya), Türk şarkıcı ve besteci.
1949 yılında Konya'da doğan Sakman, profesyonel müzik yaşamına, müzisyen bir babanın oğlu olarak, İzmir'de lise çağlarında başladı. İlk çaldığı enstrüman davul oldu. Daha sonra gitarla tanıştı. 70'li yılların, bir grup oluşumu içinde şarkılar yapma ruhu, müzik yaşantısında önemli rol oynadı.
Grup Doğuş ile 12 yıllık bir beraberliği oldu. Bu dönemde aranjörlük ve armoni çalışmaları yaptı. Grup Doğuş'tan ayrıldıktan sonra reklâm ve film müziklerinin yanı sıra, pop müziği şarkıcılarına şarkılar verip, düzenlemeler yapmaya başladı.
İlk solo albümü olan “Müzisyen”i 1989 yılında yaptı. Aynı yıl Erovizyon'da Grup Pan'la birlikte “Bana Bana” adlı şarkıyı icra etti. 1989 Aralık'ında Zuhal Olcay'ın “Küçük Bir Öykü” albümünün prodüksiyonunu gerçekleştirdi. Albümdeki tüm besteler ve düzenlemeler kendisinin, sözler Mehmet Teoman'ın idi.
1991 yılında yine Zuhal Olcay'ın “İki Çift Laf” albümünün sekiz şarkısının sözlerini yazıp, müziğini ve düzenlemelerini yaptı. 1992’de tüm şarkı ve düzenlemeleri kendisine ait olan “Kapılar” adlı ikinci solo albümünü çıkardı. Aynı yıl “Kan Kardeşleri” (Blood Brothers) oyununun müzik direktörlüğünü yaptı. 1994 yılında üçüncü solo albümü “Sevgileri Unutmadık” yayınlandı. Bu albümdeki sekiz şarkının beste ve düzenlemeleri kendisine aitti. 1997 yılında Hümeyra'nın “Beyhude” isimli albümünün müzik direktörlüğü ve aranjörlüğünü yaptı. Hümeyra bu albümde Vedat Sakman'ın iki şarkısını seslendirdi. 1998 yılında Zuhal Olcay'ın “İhanet” ve Leman Sam'ın “İlla” adlı albümlerinin müzik direktörlüğünü ve aranjörlüğünü yaptı. Her iki sanatçının albümlerinde yer alan pek çok şarkının söz ve müziği de kendisine aitti.
2001 yılından itibaren kendi kurduğu Sakman Prodüksiyon şirketiyle birlikte müzik yapımcılığına başladı. 2002’de dördüncü solo albümü de kendi şirketinden “Usulca” ismiyle çıktı. 2003’de Selçuk Yöntem'le “Şiir Niye” albümü Sakman Prodüksiyon’dan çıktı. 2004 yılında Devlet tiyatrolarında gösterilen “Atları da Vururlar” müzikalinin şarkılarını besteledi ve müzik direktörlüğünü yaptı. 2006 yılında “Konser” Albümü çıktı. 2008’de Cezmi Ersöz'le “Kendini Saklama Çiçekleri” albümünü yaptı. 2011 yılında “Yaşamın Gözlerin Kadar Güzel Olsun” albümü çıktı. 2012 yılında Leman Sam'ın "Nereye kadar" albümünün beste, söz yazarlığı ve aranjörlüğünü yaptı. 2013 yılında “Odada İkimiz” albümü çıktı.
Halen Kalamış’ta “Mekan Sakman Kalamış” ve Beyoğlu’nda “Tango Jean” isimli yerlerde canlı müzik icralarına devam etmektedir.
Toxicity
Toxicity, System of a Down'ın ikinci stüdyo albümü.
Grup, bu albümde Onno Tunç'un kardeşi Arto Tunçboyacıyan ile birlikte çalışmış ve albümün son şarkısı Aerials'dan sonra gizli parça olarak "Arto" adlı müziği eklemiştir. Sonradan, Serj Tankian ile Arto Tunçboyacıyan SerArt adında bir albüm yayınlamıştır.
I "Aerials", "Arto" adında gizli bir parça içerir.
Halit Fahri Ozansoy
Halit Fahri Ozansoy (12 Temmuz 1891, İstanbul - 23 Şubat 1971, İstanbul), Türk şair, gazeteci, oyun yazarı, öğretmen
Hecenin Beş Şairinden biridir. 40 yıl edebiyat öğretmenliği yapan Ozansoy, başta şiir olmak üzere tiyatro ve roman türlerinde pek çok eser vermiş bir edebiyat ve kültür adamıdır.
1891 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Babası tıp, tarih, tiyatro ve şiir olarak basılı pek çok eseri bulunan Mehmed Fahri Paşa, annesi Zehra Hanım’dır. Ailesi ona "Mehmet Halit" ismini verdi. İkinci ismi olan Halit’in yanına babasının ikinci ismi Fahri’yi ekleyerek "Halit Fahri" adını kendisi oluşturmuştur. Yedi yaşında iken annesini veremden kaybetti. Şair Ziya Gökalp'in teyzesinin torunu ve Süleyman Nazif'in yeğeni olan Halit Fahri, şiir ve yazı yazma zevkini ailesinden aldı.
Zeyrek, Vefa semtlerindeki mahalle mekteplerinde ve Sultanahmet'teki Tefeyyüz Mektebi'ndeki ilk öğretimden sonra Bakırköy Rüşdiyesi'ni bitirdi (1904) ve Mekteb-i Sultanî'de yatılı okumaya başladı. Hastalık nedeniyle öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Filibe’deki amcasının yanına gidip 15 ay kaplıca tedavisi gördükten sonra tekrar okula döndü. Bu dönemde okul müdürlüğüne Tevfik Fikret gelmişti. Türkçe öğretmeni Ali Kami Bey ve okul müdürü Tevfik Fikret sayesinde edebiyata ilgisi gelişti. İlk yazısı ""Facia-i Beşerden Bir Levha"" başlığıyla Mart 1910 tarihli "Tiraje" dergisinde yayımlandı. 1911 yılında tasdikname alarak Mekteb-i Sultani’den ayrıldı ve İstanbul Darülfünu’nda Fransız Dili şubesinde devam etti; ancak bu okulu bitirmedi.
Halit Fahri, bu dönemde aruz ölçüsüyle ve Fecr-i Âti sanat topluluğunun etkisi ile şiir yazmaktaydı. İlk şiiri ""Mazideki Aşk İçin Sana"" 1912'de Rübab dergisinde yayımlandı. Aynı yıl ilk şiir kitabı "Rüya" yayımlandı. 22 sayfalık bu kitabı babasına ithaf etmiştir.
1914’te Darülbeday-i Osmaniye sınavını kazanarak tiyatro bölümüne kaydoldu; kısa bir öğrencilik döneminden sonra aynı okulda öğretmen yardımcılığına getirildi. Hem öğrencilik hem öğretmenlik yapamayacağını anlayınca öğrenciliği bıraktı. Oyunculuk merakı çevresinde onay görmediği için kısa bir süre sonra Darülbedayi’den tamamen ayrılan Halit Fahri, 1914’te Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne bağlı olarak kurulan Millî Türk Cemiyeti’nin kuruluşunda görev alarak cemiyetin yöneticileri arasında bulunmuştur.
İlk evliliğini 1915’da Neyyire Hanım’la yaptı. Ertesi yıl "Gavsi" adında bir erkek çocukları olan çift, birkaç yıl sonra ayrılmıştır.
Şair, 1915 yılında Talat Paşa’nın daveti ile Çanakkale Cephesini ziyaret eden şairler arasında yer aldı ve izlenimlerini "Cenk Duyguları" (1917) adıyla kitaplaştırdı.
1916’da "Baykuş" adlı manzum piyesi yazarak tanındı. Baykuş, Darülbedayi’nin sahnelediği ilk Türk tiyatro oyunu oldu. Halit Fahri, hayatı boyunca bu alanda sistemli bir düzen içinde eser vermeyi sürdürmüştür.
1916 yılında sınavla öğretmenlik hakkı aldı ve Muğla Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Bir yıl Muğla’da, bir yıl Konya'da çalıştıktan sonra İstanbul'a döndü. Kırk yıl süreyle İstanbul’un çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptı.
Öğretmenliğin yanında yayın hayatını da sürdüren Halit Fahri, ilk şiirinin yayımlandığı Rübab dergisinde bir süre düzenli olarak yazılar yayımlamayı sürdürmüş; daha sonra arkadaşları ile "Kehkeşan dergisi"ne ardından "Şehbal" dergisine geçmişti. Bu arada dönemin önde gelen edebiyat dergisiServet-i Fünun’da "Bağdad" adlı şiirini yayımlatmayı başardı. 1917’deZiya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi Türkçülerin etkisiyle hece vezninde şiirler yazdı. Hece vezninde şiirleri Yeni Mecmua, Talebe Defteri, Türk Kadını gibi dergilerde yayımlandı. İkinci şiir kitabı "Cenk Duyguları"nı (1917)yayımladıktan sonra tekrar aruza yönelen Halit Fahri, düzenli aralıklarla yedi şiir kitabı daha çıkarmış ve sonra şiir kitabı yayımlamaya uzun bir ara vermiştir.
1919’da dayısı Ahmet Kadri Bey’in gazetesi Alemdar’da çalışmaya başladı. Çok geçmeden Alemdar’dan ayrılıp kendi dergisi Şair Nedim’i çıkarmaya başladı. Haftalık bir dergi olan Şair Nedim, 18 sayı çıkabilmiştir. Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Selahattin Enis gibi şair ve yazarların ilk yazıları bu dergide yayımla |
ndı. Beklenilenin çok üstünde ilgi gören dergi, İzmir'in işgali üzerine kapandı.
Halit Fahri, dergisini kapatmak zorunda kalınca yazılarını "İfham", "Büyük Mecmua" ve Peyam-ı Sabah’ta yayımlamaya başladı. Diğer memurlar gibi öğretmenler de maaşlarını alamadığından çeşitli gazetelere yazdığı makalelerden aldığı para ile geçimini sağlamaya çalıştı. Servet-i Fünun, İnci, Ümit dergilerinde manzumeler yayımladı. 1920’de Yeni Mecmua’da "Aruza Veda" başlıklı şiirini yayımlayarak Beş Hececiler arasına katıldı.
1921’de Ali Zoti ailesinden Aliye Hanım’la ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten iki üvey kızı (Güzin ve Melahat) oldu.
1926 yılında Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü devraldı. "Fikir ve Sanat Aleminden Haberler" sütununda yazmayı 1943’e kadar sürdürdü. Derginin sahibi Ahmet İhsan Bey’in ölümünden sonra Servet-i Fünun’dan istifa etmiştir. 1937’de başladığı Son Posta gazetesindeki haftalık yazılarını ise 1951’e kadar sürdürdü.
1953 yılında devlet Fransızca dil imtihanını kazanıp Fransa ve İtalya’ya gitti.
1955 yılında Şehir Tiyatroları Dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlenen Ozansoy, 1956 yılında yaş haddi nedeniyle öğretmenlikten emekli oldu ve gazeteciliğe daha çok ağırlık verdi.
1962’de eşinin vefatı üzerine bunalıma girip hastalandı. İlk dokuz şiir kitabını ardı ardına yayımlamış, 1936’da yayımladığı "Sulara Dalan Gözler"’den sonra şiir kitaplarına 26 yıllık ara vermişti. Eşi için yazdığı şiirlerini topladığı "Hep Onun İçin" adlı şiir kitabını 1962’de çıkardı. 1964’te son şiir kitabın "Sonsuz Gecelerin Ötesinde"yi yayımladı.
Ömrünün son yıllarını Kızıltoprak’ta geçirdi. Ayrıca yirmi yol boyunca yazları Büyükada’daki yazlığında geçirmiştir.
Fransız Ankara büyükelçisi, Fransızca’dan yaptığı tercümeler ve Fransız kültürüne katkılarından ötürü kendisine 1969 yılı sonunda "Millî Liyakat Nişanı" ve "şövalye" payesi verdi.
Şair, 23 Şubat 1971’de İstanbul’da kalp krizinden hayatını kaybetti. Vasiyeti gereği Türkçe kitapları Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne, Fransızca kitapları Galatasaray Lisesi’ne verilmiştir. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedimiştir.
Balneoterapi
Balneoterapi, toprak, su ve iklim kaynaklı şifalı etkenlerin banyo, içme ve soluma şeklinde, seri halde uygulanmaları ile yapılan, ortam değişimi de sağlayarak, bu yörenin iklim ve biyolojik ortamının da etkisi altında ve kür tarzında gerçekleştirilen bir tedavi yöntemidir.
Nostaljik tramvay
Nostaljik tramvay, şehiriçi yolcu taşımacılığına hizmet etmenin yanında tarihi dokuyu da önplana çıkararak turistik amaçlı işletilen raylı sistemlerdir. Her zaman olmamakla birlikte genellikle kâr amacı gütmeyen bu raylı sistemlerin asıl amacı geçmişte ulaşımın nasıl olduğuna dair ipuçları vererek insanlara bir tarih bilinci aşılamak ve bunun yanında da gündelik hayatın monotonluğunu bir nebze olsun kırarak tramvaya binen insanları sadece şehrin içinde değil de aynı zamanda tarihte de bir yolculuğa çıkarmaktır.
Nostaljik Tramvay fikrinin ilk tohumları muhtemelen 1950 yılında Galler yöresinde tamamen gönüllüler tarafından kurtarılan ve işletilen Talyllyn Nostaljik Treni ile atıldı. Bir grup heveslisinin attığı bu ilk adımlar geçmişin korunması hareketinin başlangıcı kabul edilmekle birlikte günümüze yüzlerce Nostaljik Tren kazandırdı.
Tohumları İngiltere’de atılsa da Nostaljik Tramvay populeritesini gercek anlamda ABD'de kazanmıştır. pek çok şehrinde tarihi caddetramvayı olarak da tanımlayabileceğimiz bu Nostaljik Tarmvay hatları modern hafif raylı sistemlerinin yanında yerlerini almıştır. Tüm dünya da olduğu gibi Amerika'daki destekçilerinin amacı da bu çeşit basit ve guvenilir bir ulaşım formu kullanarak 50 belki de 100 yıllık bir tarihi 21. yüzyıl insanının huzuruna getirmekti. Bununla beraber, pek çok Nostaljik Tramvay hattının, daha yeni hatların maliyetinin çok küçük bir parçasıyla kurulumuyla, günümüzdeki taydaşlarından çok daha ekonomik olduğu ortaya çıktı. Fakat bir şeyi elde ederken bir şeyden de vazgeçilmek zorunda kalındı. Örnek olarak bu tip tramvaylar, çoğu daha sonraları modifiye edildiyse de, özürlü kullanımına uygun değildi.
Bu sistemler ABD'de yirmiden fazla şehirde başarıyla işliyorlar. Bunlara ek olarak plan ve yapım aşamasında olan kırk tane daha var. Şu anda işleyen Nostaljik Tramvay sistemeleri arasında Little Rock, Arkansas, Memphis, Tennessee, New Orleans, Louisiana, Philadelphia, PA ve Tampa, Florida en büyükleri arasındadır. Bir nostaljik hat da bugünlerde Charlotte, Kuzey Karolina'da tamamlandı ve şehrin yeni ulaşım sisteminin bir parçası olmak üzere.
Hong Kong’daki Hong Kong Tramvayları da Hong Kong kültür mirasının bir parçası olarak görülmektedir.
İngiltere’deki tarihi tramvay hatlarinin çok büyük bir kısmı Nostalji Hareketi başlamadan önce kaldırılmıştı. Raylar ve tramvaylar çoktan hurdaya çıkarılmıştı. Şimdi tramvaylar İngiltere şehirlerine geri dönüyor olmasına rağmen bunlar tarihi tramvaylar değil modern tramvaylardır.
Nostaljik Tramvay (Heritage Trolley ya da Vintage Trolley) terimi yaklaşık 1900-1950 yılları arasında tasarlanmış ve kullanılmış tramvayların günümüzdeki nostaljik kullanımını ifade eder. Bu tramvaylar 20. yüzyılın ilk yarısına ait eski tramvayların görünümünü ve teknik özelliklerini bozmadan günümüzde yapılan taklitleri olduğu gibi o günlerden kalan gercek tramvayların restore edilmiş biçimleri de olabilirler. Bazı alanlarda Nostaljik Tramvay (Vintage Trolley) günümüzde düzenli servis yapan orijinal vagon, Nostaljik Tramvay (Heritage Trolley) ise kopya ya da taklit tramvay olarak kullanılsa da coğu zaman aynı anlamı ifade ederler.
Bu tramvaylar küçük, tekli vagon tasarımı (vagon govdesine kendi etrafında dönmeyecek şekilde sabitlenmiş iki aks olarak) ve daha geniş çiftli vagon tasarımı (dört akslı, her iki vagonda da bir aks kendi etrafında dönecek bir aks da sabit olacak şekilde) olarak ikiye ayrılır. Tekli olanların uzunluğu genellikle 9 metreden azdır ve 25-30 koltuk kapasitelidir. Caddetramvayları 1890 yıllarındaki orijinal elektrifikasyon modellerinden, yaklaşık bir on yıl sonra çiftli modellerinin geliştirilmesine kadar tekli vagon olarak kullanılmıştır. 20. yüzyılın başlarında pek çoğu ya kaybolmuştur ya da önemini yitirmiştir. I. Dünya Savaşı sırasında Birney Safety Car sunumuyla birlikte daha modern, daha hafif ve tek kişinin kullanabileceği (önceleri makinist ve konduktor olmak üzere iki kişilik mürettebatı vardı) modelleriyle tekrar popüler oldular ve küçük kasabalarda yıllarca kullanılmaya devam ettiler. Çiftli modelleri ise genellikle 10- 15 metre uzunluğunda olup 45-70 koltuk kapasitelidir ve 20. yüzyıl boyunca kullanılan tramvayların atası olarak kabul edilirler.
Tramvaylar tepelerinden geçen tellerden aldıkları 600 voltluk elektrik ile calışırlar. Doğru akımlı bu elektriğin güç merkezine geri dönüşü raylar aracılığı ile olur.Bu tramvaylar eski modellerde akslara paralel ve yeni modellerde akslara dik olarak monte edilmiş iki ya da dört motora sahiptirler. Fren sistemeleri basınçlı havayla çalışır. Ffrenlemeyi sağlayacak basınçlı hava elektrikli kompresörlerle elde edilir. (Kaynak: http://www.heritagetrolley.org/defHeritage.htm)
Türkiye'de hizmet vermekte olan nostaljik tramvaylara örnek olarak 37 yıl aradan sonra tekrar hizmete giren Kadıköy-Moda Tramvayı’nı ve Beyoğlu'ndaki Tünel-Taksim Tramvayı'nı gösterebiliriz. Bu tramvaylara ait bazı bilgiler şöyledir:
1 Kasım 2003 tarihinde hizmete giren Kadıköy-Moda Tramvayı'nda 2.6 km'lik sistemde 10 istasyon yer almaktadır. 4 adet tramvay aracının çalıştığı Kadıköy-Moda tramvayı; Kadıköy meydanından hareket edip, otobüs özel yolu ve Bahariye Caddesi'ni takip ederek Moda Caddesi üzerinden tekrar Kadıköy Meydanı'na gelmektedir.
1990 yılının sonlarında Tünel-Taksim arasında tarihi tramvay tekrar işletmeye alınmış olup halen 3 motris (çekici), 2 vagon ile 1640 m'lik hat üzerinde turistik bir işlev görmesinin yanında yılda 14.600 sefer ve 23.944 km yaparak günlük ortalama 6,000 yolcu taşımaktadır.
MAT FKB
MAT FKB Eğitim Kurumları, içerisinde TMS Dershanesi, MAT FKB Dershanesi, MAT FKB İlköğretim dershanesi, Gelişim Okulları, İnci Anadolum Açıköğretim dershanesi, My English Dil dershanesi bulunan, Eskişehir ilinde yer alan eğitim kurumudur.
System of a Down (albüm)
System of a Down, System of a Down'un ilk stüdyo albümü.
Steal This Album!
Steal This Album!, System of a Down'ın üçüncü stüdyo albümü.
Albüm çıkmadan önce albümün parçaları çalınarak "Toxicity 2" adında bir albüm korsan yollarla piyasaya sürüldü. Bu nedenle albümün ismi "Bu Albümü Çal!" anlamına gelen "Steal This Album!" oldu.
"Toxicity" albümüne göre daha sert bir müziğe sahip olan albümün prodüktörlüğünü Rick Rubin yaptı.
Michael Gambon
Sir Michael John Gambon ("d. 19 Ekim 1940, Dublin"), İrlanda doğumlu sinema ve tiyatro oyuncusu.
Michael Gambon ilk önce bir mühendis olarak çalışmaya başladı. 21 yaşındayken kesinlikle bir aktör olmak istediğine karar verdi. Oyunculuk kariyerine 1963'te Dublin'deki Edwards/MacLiammoir Gate Tiyatrosu'nda başladı. Old Vic'teki Ulusal Tiyatro'nun ilk üyelerindendi. Lawrence Olivier'nin yönettiği bu tiyatroda pek çok oyunda rol aldıktan sonra, Othello'yu oynadığı Birmingham Rep'e geçti. O günden bu güne geçen 40 yıl içinde, Gambon, döneminin en iyi tiyatrocularından biri olarak ün yaptı. Aktör, Alan Ayckbourn'un yönettiği "A Chorus of Disapproval"daki rolüyle Olivier Ödülü, "The Life of Galileo" ve "Volpone"la da En iyi Erkek Oyuncu dalında 1995 Evening Standard Ödülü kazandı.
Sinemaseverler onu Peter Greenaway'in yönettiği "The Cook, the Thief, His Wife and Her Lover"daki başrolüyle olduğu kadar, daha yakın dönem çalışmalarından Matthew Vaughn'ın yönetimindeki "Layer Cake", "Being Julia", Wes Anderson'ın yönettiği "The Life Aquatic", "The Gambler", "Dancing at Lughnasa", "The Last September", Tim Burton'ın yönettiği "Sleepy Hollow", "The Insider", "High Heels and Low Lifes", "Charlotte Gray", Robert Altman'ın yönettiği "Gosford Park", John Frankenheimer'ın yönettiği "Path to War", Conor McPherso |
n'ın yönettiği "The Actors", Mike Nichols'ın yönettiği "Angels in America" ve Kevin Costner'ın yönettiği "Open Range"le de tanıyorlar.
Gambon'ın belki de en unutulmaz rolü Dennis Potter televizyon dizisi "The Singing Detective"dekiydi. Bu rol ona BAFTA, Yayın Basın Locası ve Kraliyet Televizyon Derneği'nin En iyi Erkek Oyuncu ödüllerini kazandırdı. Aktör, ayrıca, BBC yapımı "Wives and Daughters", Charles Sturridge'in başarılı yapımı "Longitude" ve Stephen Poliakoff'un yönettiği "A Family Tree"de rol aldı.
Gambon, son olarak, Matthew Warchus'ın yönettiği "End Game"de Lee Evans'la birlikte rol aldı. Aktörün rol aldığı tiyatro oyuncları şöyle özetlenebilir: Başrollerini üstlendiği "Macbeth", "Coriolanus" ve "Othello"; Simon Gray'in yönettiği "Otherwise Engaged"; Alan Ayckbourn imzalı "The Norman Conquests"; "Just Between Ourselves" ve "Man of the Moment"; Ralph Richardson'la birlikte oynadığı "Alice's Boys"; Harold Pinter oyunu "Old Times"; başrolünü üstlendiği "Uncle Vanya" ve Jack Lemmon'la başrollerini paylaştığı "Veteran's Day".
Gambon, Kraliyet Shakespeare Tiyatrosu'ndayken Harold Pinter imzalı "Betrayal" ve "Mountain Language"da, Simon Gray imzalı "Close of Play", Christopher Hampton imzalı "Tales from Hollywood", Ayckbourn imzalı "Sisterly Feelings" ve "A Small Family Business" ile David Hare imzalı "Skylight"ta (hem West End'de, hem de Broadway'de) başrol oynadı. Aktör, ayrıca, "III. Richard", "Othello", "Tons of Money", "A View from the Bridge" ve Yasmina Reza'nın yönettiği (Barbican'dan West End'e transfer olan) "Unexpected Man"de rol aldı. Aktör, son olarak, Nicholas Hytner'ın Almeida'da sahnelediği "Cressida" uyarlamasında, Patrick Marber'ın West End'de sahnelediği "Caretaker"da ve Stephen Daldry'nin Royal Court'ta sahnelediği s "A Number" da başrol oynadı.
Gambon, Hogwarts Okulu'nun bilge ve saygın müdürü Albus Dumbledore rolüyle Harry Potter ve Azkaban Tutsağı (2004), Harry Potter ve Ateş Kadehi (2005), Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı (2007) ile Harry Potter ve Melez Prens (2009), Harry Potter ve Ölüm Yadigarları (2010-2011) filmlerinde bir kez daha karşımıza çıktı.
Mezmerize
Mezmerize, System of a Down'ın dördüncü stüdyo albümü.
Mezmerize/Hypnotize ikili albüm projesinin ilk albümüdür. İki albüm tarz olarak neredeyse aynıdır. Grup üyeleri tarafından tek albüm olarak düşünülmüş daha sonra 6 ay arayla piyasaya sürülmesi kararlaştırılmıştır.
Hypnotize
Hypnotize, System of a Down'ın beşinci stüdyo albümü.
Mezmerize/Hypnotize ikili albüm projesinin ikinci albümüdür. İki albüm tarz olarak neredeyse aynıdır. Grup üyeleri tarafından tek albüm olarak düşünülmüş daha sonra 6 ay arayla piyasaya sürülmesi kararlaştırılmıştır.
Katie Leung
Katie Leung (d. 8 Ağustos 1987, Motherwell), Çin asıllı İskoç oyuncu. J.K Rowling'ın Harry Potter serisi ile tanınmıştır. Filmde Harry Potter'ın ergenlik dönemi aşkı olan Cho Chang'ı canlandırmıştır. Katie Leung 1988 yılında, daha sonra boşanacak olan Peter ve Kar Wai Li'nin 3. çocukları olarak dünyaya geldi. Şu anda babası, ağabeyleri ve kızkardeşiyle birlikte evinde yaşamaktadır. İskoçya'nın en prestijli özel okullarından biri olan Hamilton Yüksekokulu'na devam etmektedir. Harry Potter ve Ateş Kadehi Katie'nin ilk filmidir. Katie 2004 Şubat'ında gerçekleştirilen halka açık seçmelere katıldı ve 3.000 genç kızı geride bıraktı. Katie daha önce hiçbir oyunculuk deneyimine sahip değildi ve hiç ders de almamıştı, babasının bir Çin televizyon kanalında seçmelerin ilanını görmesi tamamen bir tesadüftü. Katie seçmelere katılıp, şansını denemenin oldukça "eğlenceli" olabileceğini düşünse de, o gün aklı daha çok alışverişe gitmekteydi.
Seçmelerin günü geldiğinde, Katie, Cho Chang olma umudu taşıyan binlerce kızdan oluşan kuyruğa katıldı. İlk elemeleri geçtiğini duyduğunda müthiş şaşırdı. Casting yönetmeni onu ikinci seçmelere çağırmıştı, ama Katie, hiç oyunculuk deneyimi olmadığı için rolü alamayacağına emindi. Başka seçmeler ve kameralı denemelerden sonra, annesi aranarak, Katie'nin "Harry Potter ve Ateş Kadehi"nde Cho Chang'i oynayacağı bildirildi.
Katie büyük bir müzik meraklısı ve R & B, Pop, Rock, Hip Hop başta olmak üzere her türlü müziği seviyor. Genç kız, ayrıca, piyano da çalıyor.
İskoçya'nın en prestijli özel okullarından birine devam etmektedir. Yıllık £5,000 ödemektedir. Babasının Glasgow şehrinde başarılı giden bir restorantı ve bir Çin toptancılık şirketi vardır.
Glasgow yakınlarında Motherwell'e £400,000 kirası olan bir evde yaşamaktadırlar.
Cho Chang rolü için başvuran 3,000 kızı geride bırakmıştır.
Ispartalı Seyyid Ali Paşa
Seyyit Ali Paşa (d. 1756, Uluborlu, Isparta - ö. 1826, Maltepe, İstanbul) II. Mahmud saltanatında 15 Ocak 1820 - 26 Mart 1821 tarihleri arasında bir yıl iki ay yirmi dört gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
1756 yılında Uluborlu'da doğdu. Yeğenağalar sülalesindendir.
Öğrenimini Uluborlu'da yaptıktan sonra İstanbul'a giderek memuriyette basamak basamak ilerledi. Kapıcıbaşı gõrevindeyken 1815'de Mora valisi ve 1819'da Hüdavendigar valisi görevlerine atandı.
15 Ocak 1820'de Burdurlu Derviş Mehmed Paşa'nın sadrazamlıktan azledilmesi ile sadrazamlık görevine getirildi. Tepedelenli Ali Paşa isyanı ve Filiki Eterya isyanı olduğu sırada bir sene sadrazamlık yaptı. Ehliyet ve iktidarının yetersiz bulunması nedeniyle 26 Mart 1821'de sadrazamlıktan azledildip yerine Benderli Ali Paşa getirildi.
Sadrazamlıktan azlinden sonra sırasıyla Karadeniz seraskerliği, Karaburun muhafızlığı ve Mora sancağına atandı. Haziran 1822 yılında Ankara ve Çankırı sancakları idaresi verildi. Haziran 1824'de azledilip vezirliği kaldırılarak Filibe'ye sürgüne gönderildi. Daha sonra Karaman Konya valisi olarak da görev verilmekle beraber İstanbul Maltepe'de zorunlu olarak ikamete tabi tutuldu. 1826 yılında Maltepe'de öldü.
Koca Mustafa Reşid Paşa'nın dayısı.
Benderli Ali Paşa
Benderli Ali Paşa, (? - ö. 30 Nisan 1821), II. Mahmud saltanatında 26 Mart 1821 - 30 Nisan 1821 tarihleri arasında bir ay üç gün Sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Yunan Ayaklanması'nı gizlice desteklediği gerekçesi ile 22 Nisan 1821'de Fener Patriği Grigoryos'un asılmasına ferman buyurmuştur. Ancak bu irade sonrasında 30 Nisan'da Kıbrıs'a sürülmüş ve idam edilmiştir. Tarihte padişah emri ile idam olunan 44. ve son Sadrazamdır.
Bender şehrinde doğmuştur. Benderli Ağa Baba adlı zatın oğludur . Gençliğinde kölelerinden birini tokatlayarak ölümüne sebep olmuş ve diyetini ödemesine rağmen vicdan azabı ile şehir değiştirip Hotin'e gidip eşraftan Ali Ağa'ya bağlanmıştı. Sonra Laz Aziz Ahmet Paşa'ya İbrail'de iken silahdar oldu ve birlikte Erzurum'a gidip kapıcıbaşı oldu. Onun vefatında İstanbul'a dönerek rikab-i humayuna mulazim oldu. Bir müddet sonra Gümülcine kazası mübayaacısı ve sonra mirimiran olup Ahiska muhafızı ardından vezir olarak Çıldır valisi oldu. Mart 1821'de Çirmen mutasarrıfı ve ordu çarhacısı olma tayini çıktı.
Sadrazam Ispartalı Seyyid Ali Paşa, Yunan isyanı çıkınca azledildi (28 Mart 1821). Yerine Mart 1821'de Benderli Ali Paşa getirildi. Benderli Ali Paşa atandığı sırada Çirmen'de göreve gitmekteydi. Bazı kaynaklara göre 4 Nisan'da İstanbul'a gelmiş ve idareyi ele almıştır. Tarih-i Cevdet'e göre ise Receb'in onbeşinde Maltepe'ye geldiğini saraya bildirmiştir. Diğer kaynaklara göre Receb'in onsekizinci günü Benderli Ali Paşa, Silahdar Ağa vasıtasıyla rikab-ı hümayuna davet ve şeyhülislam Abdulvahap Efendi ile birlikte gelenek olan sadaret hil'atini giydikten sonra Bab-ı Ali'ye gelmiştir.
Sadrazam olduktan birkaç gün önce padişah sarayının suyunu zehirlemek, Demirkapı'da suyolcuların oturdukları kale burcuna mazgallar açmak gibi suçlarla itham edilerek hapsedilen üç Rum suyolcuyu idam ile işe başlamıştır.
Üçüncü defa İstanbul Rum patriği olan Grigoryos'un Moralılar ile haberleştiği ortaya çıktığından, yine Receb'in on dokuzuncu günü ki, Rumların paskalyası idi, azil ve katlinin lüzumundan bahisle yerine on ikilerden birinin seçilmesi hakkında çıkan ferman, divan-ı hümayun tercümanı İstavraki Bey'e verilince idam sözünü işittiği gibi şayet cemaat korkarsa başka patrik seçimi zor olur diye hatırlatınca idam sözü tashih edildi. İstavraki Bey patrikhaneye giderek metropolitleri toplayarak fermanı okuyup, Pisidye metropoliti Oyenos'u patrikliğe seçtirmiştir.
İşte bu seçim sırasında sadrazam Grigoryos'u Bab-ı Ali'ye getirterek ""Senin bu fesaddan önceden haberin yok mu idi ki, saklayıp söylemedin"" diye sorduğunda inkar etti. Sadrazam tekrar sorguya başlayarak: ""Ya! Bir fahişe avratın yaptığı zinaya kadar haberiniz olduğu hâlde, böyle milletçe büyük bir fitne fesaddan cahilce haberim yoktu demekle inandırabilir misiniz?"" diye ısrarla suçlayınca, Grigoryos: ""Devletli efendim! Bendeniz doksan yaşını geçmiş şuursuz bir ihtiyarım. Eğer bilirse on ikiler bilir"" diye cevap vermiş ise de, bayağı bir papaz ve Kocabaşı güruhunun uzun zamandan beri haberdar olduğu milliyet işinden patriğin haberinin olmaması akıl dışı bir olaydı. Bundan dolayı Sadrazam ""Bunu şimdilik Kadıköyü'ne götürünüz"" diyerek kovduğu sırada, yeni patriğin seçildiği haberi gelince Grigoryos hemen Fener'e gönderilerek yaftası göğsüne takıldı, patrikhanenin orta kapısında idam edildi (22 Nisan 1821). Patrik'in asıldığı günden sonra, idama götürülürken dışarı çıkartıldığı odanın kapısı kilitlenmiştir. Bugün kilisenin inisiyatifine bağlı olarak kapı hâlâ kapalı tutulmaktadır. Bu kapı Petro Kapısı ya da Orta Kapı olarak da bilinir.
Peşinden Kayseri, Edremit ve Tarabya metropolitleri dahi Balık pazarında ve Kaşıkçılar hanı önünde ve Parmakkapı'da idam edildiler.
Benderli gelip sadarete oturunca, kötülüklerin (her hâlde başta Yunan gailesi) kökeninde Mehmet Sait Halet Efendi'nin bulunduğu kanısına ulaştı ve Sultan Mahmut'a onun idamını önerdi Sultan Mahmut "düşünelim" dediyse de o akşam Halet Efendi kendisiyle görüştüğü için, ertesi gün Halet yerine Benderli'nin azil, sürgün ve sonra da idamı için irade çıktı (30 Nisan 1821). Fiili sadareti böylece 9 gün sürmü |
ş oldu.
Tarih-i Cevdet'e göre ise Sadrazamlığının onuncu ve Receb'in yirmiyedinci günü sabahleyin silahşör takımı ile dört nefer bostancı Çuhadarı gelerek kendisini saraya davet ettikleri zaman, garip bir davet şekli olduğundan biraz tereddüt ettikten sonra kalkıp saraya gidince bostancıbaşı karşılayarak kalfa yerine çevirdi. Derhâl dârüssaade ağası gelerek padişah mührünü alıp, kendisini Balıkhane'ye gönderdi ve Sadrazamlık eski kaymakam Hacı Salih Paşa'ya verildi. Vak'a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi tarihinde Çıldır valisi Benderli Ali Paşa sadarete gelene kadar yerine vekaleten bakan Hacı Salih Paşa'nın, 30 Nisan 1821 günü Benderli Ali Paşa'nın üzerine sadrazam olduğu belirtilmektedir.
Daha sonra Benderli Ali Paşa Kıbrıs'a sürüldü Diğer kaynaklara göre sürgün yeri Rodos adasıydı. Sürgünde bir ay kaldıktan sonra padişah emri ile idamı için özel mübaşir gönderilip idam edildi. Kesik başı İstanbul'a getirilerek teşhir edildi. Vefatında yaşı 50'yi aşkındı. Sonradan cesedi İstanbul'a getirilerek Üsküdar'da Karacaahmet Mezarlığı'nda gömülmüştür.
Sicill-i Osmani onu "işgüzar ve cesurdu" olarak değerlendirmektedir.
Patrik Grigoryos, Benderli'nin sadareti sırasında asılmıştır ve bu olayı takiben, Halet Efendi ile Benderli arasında olan çekişmenin yanı sıra, Avrupa kamuoyunun Osmanlı aleyhtarlığı, yabancı ülke elçilerinin Patriğin idamı üzerine Padişaha yaptıkları baskı neticesi, II. Mahmut üzerindeki politik gerilimi azaltmak amacı ile Benderli Ali Paşa'yı idam kararından sorumlu göstererek azletmiş olabilir. Bu dönemde İstanbul'da görevli elçiler arasında Avusturya-Macaristan elçisi Kont Lützow, Prusya elçisi von Miltitz ve İsveç elçisi von Palin'i sayabiliriz. Rus elçisi Strogonov nota vermiş, ancak Bab-ı Ali tarafından çok ciddiye alınmamış bir tavırla cevaplanmıştır ). Sarayın batılı tepkilerden korunmak için sadrazam Benderli Ali Paşa'yı feda etmiş olma olasılığı vardır.
Çetin Altan'ın kaleminden Benderli'nin idam öyküsü ise şöyledir
İdam edilmiş 44'üncü ve sonuncu Sadrazam Benderli Ali Paşa dönemine şöyle bir göz atalım...
Yıl 1821. II. Mahmut 36 yaşında ve padişahlığının 13'üncü yılında. Fransız İhtilali'nin esintisiyle, Yunanlar Mora'da başkaldırmışlar Osmanlı'ya... Benderli Ali Paşa, 9 günlük bir vezir-i azam; Mora başkaldırısını kaba kuvvetle bastırma yerine, bazı özerklikler tanıyarak da yatıştırmanın mümkün olacağı kanısında...
Benderli'yi içten içe kıskanan, II. Mahmut'un akıl hocası Halet Efendi, Padişahın kulağına, Benderli Ali Paşa'nın alttan alta Yunan asilerle ilişki kurmuş bir Yunan casusu olduğunu fısıldıyor.
Fatih Mehmet'in emriyle ilk idam edilen Sadrazam Çandarlı Kara Halil Paşa'nın, Bizans casusluğuyla suçlanması gibi; son idam edilmiş Sadrazam Benderli Ali Paşa da, Yunan casusluğuyla suçlanıyor."
Çetin Altan, Benderli ve politikası ile ilgili naklettiği diğer bilgiler (, Milliyet):
1821 Mora başkaldırısı sürecinde, bir haftalık sadrazam Benderli Ali Paşa; Padişah II. Mahmut'a, Osmanlı egemenliğindeki Yunanistan'a bir çeşit otonomi tanınmasını önermiş ve idam edilen son sadrazam olmuştu.
Vak'a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi tarihinde 1829 yılı olayları anlatılırken "Benderli Ali Paşa silahdarı Tırhala mutasarrıfı Mahmud Paşa"dan bahsedilmekle bu zâtın Benderli'nin silahdarı olduğu anlaşılmaktadır.
Benderli Ali Paşa'nın kardeşi Kapıcıbaşı Halil Bey'dir; Halil Bey'in oğlu Mehmet Nazif Tosun Bey'dir; oğlu Ahmed İhya Tosun Bey'dir; oğlu Dr. Mustafa Tosun'dur; çocukları Prof.Dr. Öztekin Tosun, Dürrüşahvar (Dinçer) ve Dt. Tolon Tosun'dur.
Hacı Salih Paşa
Hacı Salih Paşa veya "İzmirli Hacı Salih Paşa" (d. ?, İzmir - 1823, Gelibolu) II. Mahmud saltanatında, Benderli Ali Paşa'nın azlinden sonra, 30 Nisan 1821 - 10 Nisan 1822 tarihleri arasında bir yıl altı ay on gün sadrazamlik yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hacı Salih Paşa İzmir'lidir. İstanbul'a gelip 1813'de kapıcıbaşılık rütbesi ile göreve başladı. Ardından arpa emini ve sonra da Baruthane nazırı oldu. 1820'de ortaya çıkan Rum isyanlarını incelemesi ile görevlendirildi.Benderli Ali Paşa'ya 26 Mart 1821'de sadarazamlık görevi verildiği zaman Çıldır'da bulunmaktaydı. Onun İstanbul'a erişip mühür-ü humayunu almasına kadar Hacı Salih Paşa'ya vezir unvanı da verilerek Çirmen sancağıyla, sedaret kaymakamlığına getirildi. Benderli Ali Paşa İstanbul'a erişip mühür-ü humayunu teslim aldıktan dokuz gün sonra azledildi. 30 Nişan 1821'de Hacı Salih Paşa sadrazamlığa getirildi.
Hacı Salih Paşa'nın sadareti sırasında şu önemli dış olaylar meydan gelmiştir:
Sadrazamlığı sırasında Halet Efendi ile çetin çatışmaya girişti. 22 Ekim 1822'de Halet Efendi'nin kışkırttığı yeniçerilerini isteği üzerine sadrazamlıktan azledildi.
Azlinden sonra Gelibolu'ya sürgüne gönderildi. Çok geçmeden afedilip 17 Şubat 1823'de Anadolu Valisi görevine getirilid. Bundan sonra Nisan 1823'de Şam valisi oldu. Ardından hac emini olarak Hicaz'a gitti. Hicaz dönüşü Ocak 1824'de Kars ve Beyazid sancak beyleri; 1825'de Kayseri ve Bozok sancak beyleir ve 1828'de ikinci kez Şam valiliği görevlerine getirildi. Oradan 1823'de Van valığı görevine tayin edildi. Fakat Adana'ya vardığında kendine erişen bir haberle bu karardan vazgeçildiği ve sürgünle Gelibolu'da mecburi ikamete etmesi gerektiği kendine bildirildi. Gelibolu'ya geldikten sonara çok zaman geçmeden orada vefat etti. Yazıcıoğlu Mehmet Efendi'nin kabri civarında Namazgah denilen mevkide defnedildi.
Safranbolu'da Hacı Salih Paşa tarafından yaptırıp, restore edildikten sonra günümüze kadar gelen, "Hacı Salih Paşa Konağı" vardır. Hacı Salih Paşa'nın İstanbul Sarıyer'de yaptırmış olduğu "Hacı Salih Paşa Çeşmesi"; 1818'de Safranboluda yaptırmış olduğu bildirilen "Salih Paşa Çeşmesi" ve İzmir'de Kemeraltı'da Alı Paşa Meydanı'nda 1828'de yaptırttığı bilinen "Hacı Salih Paşa Şadırvanı" bulunmaktadır.
Deli Abdullah Paşa
Bostancıbaşı Deli Abdullah Paşa, II. Mahmud saltanatında 10 Kasım 1822 - 30 Mart 1823 tarihleri arasında dört ay sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hamdullah Paşa olarak da bilinir. Çengelköyü iskelesi kayıkçılarından Safranbolulu Yalnızkürek Ali Ağa'nın oğlu olarak dünyaya gelmiş, babasının yanında kayıkçılık etmiş, yıllarca denize kürek sallamıştır.
Yirmibeş yaşlarında iken sarayı humayum hamlacılar ocağına girmiş evvela saltanat kayığında, sonra tebdil kayığında kürek etmiş, bu ocakta kademe kademe yükselerek II. Mahmut’un cülusu ile 1809 yılında Bostancıbaşı olmuştur. Bostancıbaşılıkta da 1815'e kadar hizmet etmiştir.
Fakat meşekkat ve mihnetle geçen yıllar vücudunu yıprattığı için arzu ettiği gibi hizmet edemiyeceğini görünce azlini rica etmiş. Şubat 1815'te maişetine yetecek bir arpalık ile Çengelköyü'ndeki evine çekilmiştir. Ancak birkaç gün sonra Başbaki kulluğu mensubuna tayin edildi. 1816'da sipahiler ağası ve 1819'da büyük imrahor olmuştur.
1819 Ramazanında Vezirlik Rütbesi ile kaptan-ı derya tayin edilmiştir. Bu görevde iken o zamanlar kabadayılıkları ve türlü rezaletleri, edepsizlikleri ile meşhur kalyoncu neferlerini zapturapt altına almış, karışıklık çıkartanları sindirmiş ve disiplin sağlamayı başarmıştır. Fakat deniz işlerinden anlamadıği için 1821'de yine azledilmiştir.
Bundan sonra İstanbul'da ikamet etme şartıyla Kütahya ve Karhisar-i Sahip (Afyonkarahisar) sancakları kendisine verilmiş ve İstanbul boğazı sahil muhafızlığına memur edilmiştir.
1822'de Hacı Salih Paşa'nın azledilmesinden sonra kendisine sadrazamlık görevi verilmek için saraya davet edilmiştir. Abdullah Paşa devlet işlerine müdahalesiyle sadrazamları eğlenceye alan nişancı Halet Efendi'nin katli için ferman almadıkça mührü hümayunu kabul edemiyeceğini arz etmiş, şartında ısrar etmesi üzerine II. Mahmud, Halet Efendiyi fedaya mecbur kalmış, Abdullah Paşa Padişahtan Halet Efendi'nin Konya'ya sürgün fermanını aldıktan sonra 10 Kasım 1822 tarihinde Hacı Salih Paşa'nın yerine sadrazam tayinini kabul etmiştir. Arkasında da Konya Valisi Galip Paşa'ya, ihtirasatıyla devlet bünyesinde derin yaralar açmış olan Halet Efendi'nin idam fermanını göndermiştir.
Sadareti zamanında, Tophane'de çıkan yangında gösterdiği gayret üzerine Padişahın takdirini kazanmış, ancak bu yangına gönderilen yeniçerilerin disiplinsiz çapulcu tutumlarını kontrolda gevşek davranması sebebiyle dört aylık bir sadrazamlık görevinden sonra 10 Mart 1823'de azledilmiştir.
Azlinden sonra İzmit sancak beyliğine gönderilmiştir. Burada iken hastalığı daha fazlalaşmış ve 15 Aralık 1823 tarihinde vefat etmiştir.
Çengelköy'de bir camii yaptırmıştır.
Bostancıbaşı Abdullah Paşa dürüst, çalışkan ve hayırsever bir kimse idi. Vakanüvislerin o devri tasvir eden diliyle Abdullah Paşa erazil ve hayta güruhunun anladığı dili pek iyi bildiğinden gürleyen sesi hiddet, şiddet ve heybetiyle şehir eşkiyasını penç-i kahrında titretmiş ve halk arasında büyük bir şöhret kazanmıştır. Asileri ve kötü insanları aman vermeden tepelediği için “Deli” lakabı ile de meşhur olmuştur.
Silahdar Ali Paşa
Turnacızade Silahdar Ali Paşa (d. ?, İstanbul - o. 1829, Çanakkale) II. Mahmud saltanatında 30 Mart 1823 - 13 Aralık 1823 tarihleri arasında dokuz ay dört gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Eski vezirlerden olan ve yeniçerilikten yetişmiş olan Rusçuklu veya Hezgard'li İzzet Ahmet Paşa'nın oğludur.Enderun'da eğitimini yapmıştır. Çıkımda tülbent ağalığı görevi verilmiştir. 1814'de silahdar olarak göreve getirilmiş ve bu görevde yedi yıl kalmıştır. 1818'de bu görevden azledilmiş ve babasından kalan 3000 akçe gelir ve verilen 100 bin kuruş arpalık geliri ile bir müddet açıkta Ortaköy sahilhanesinde oturmuştur.
9 Mart 1811'de vezirlik şerefi de verilerek sadrazamlık görevi verilmiştir. Uzun süren silahdarlık görevi dolayısıyla Sultan II. Mahmmut'un mizaç ve tutumlarını iyi bilmekte ve sadrazam olarak onun rızasını devamlı gözetmekte idi. Ama bu arada rikab-ı hümayun kethüdalığına getirilen Halet Efendi'nin II. Mahmut üzerindeki etkisi artmış ve bütün devlet kararlarında Halet Efendi sultanı yönlendirmeye başlamıştır. Haziran ortasında yağan şiddetli yağmurlar dol |
ayısıyla Üsküdar'da seller ortaya çıkmış ve bu sellerin zarar verdiği Balaban İskelesi ve Debbaghane'de bekar odaları olduğu için bu zararlar buralarda yaşamaya çalışan kaçak ve serserileri idam edilip elimine edilmesi için bir fırsat olarak kullanılmıştır. Buna rağmen Silahdar Ali Paşa sadrazamlık görevinde iken ehliyetsiz ve yetersiz iktidarlı olarak görülmüş ve dört buçuk aya yakın görevde kaldıktan sonra 13 Aralık 1823'de azledilmiştir. Azlinde gösterilen bir gerekçe de İstanbul'un muhafazası işlerini Yeniçeri Ağası Ağa Hüseyin Paşa'ya bırakması ve yeni çıkan Mora isyanı karşısında gevşek davranmasıdır. Yerine Mehmed Said Galip Paşa sadrazamlığa getirilmiştir.
Azlinden sonra Tekfurdağı (günümüzde Tekirdağ) kentine sürgüne gönderilmiştir. Fakat bir müddet sonra affedilmiş ve Konya eyalet valisi görevi verilmiştir. 1828'de bu görevden azledilip İstanbul'a dönmüş ve Maltepe'de çiftliğinde oturmuştur. Serasker Koca Hüsrev Mehmet Paşa'nın aracılığı ile padişahın huzuruna çıkıp onun iltifatlarını almıştır. Sonra Aralık 1828'de Çanakkale Boğazı muhafızlığı görevine atanmıştır. Bu görevde iken Çanakkale'de 1829'da aniden vefat etmiştir. Öldüğünde yaşı 60'a yakındı.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Yumuşak, iyi huylu, asil, akıllı, cömert, zekiydi.
Mehmed Said Galip Paşa
Mehmet Sait Galip Paşa (d. 1763 İstanbul - ö. 1829 Balıkesir) Osmanlı diplomatı, yerel idarecisi ve II. Mahmud saltanatında 13 Aralık 1823 - 14 Eylül 1824 tarihleri arasında dokuz ay iki gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Sedaret Mektubi Kalemi serhalifesi Seyyid Ahmed Efendi'nin oglu olarak 1763'de Istanbul'da dogmustur. Babasını 10 yaşlarındayken kaybetmiştir. Reis-ül Küttab Abdullah Berri Efendi himayesi ile Sedaret Mektubi Kalemi'nde devlet görevine başladı.
1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında 1791'de yapılan mütareke müzakereleri sırasında toplantı katipliği yaptı. Sedaret Mektubi Kalemi'nde 1795'de serhalife ve 1798'de amadi oldu.
Fransa'nın Mısır Seferi 1798 yılında başlamış; 1801'de Fransa'nın yenik düşerek birliklerini geri çekmesiyle sonuçlanmıştı. 27 Haziran 1801 tarihinde Fransa birliklerinin Mısır'dan geri çekilmesini düzenleyen El-Ariş Sözleşmesi imzalanmasından sonra, Osmanlı Devleti ve Fransa arasında nihai bir barış antlaşması imzalanması için görüşmelere başlanmış ve 9 Ekim 1801'de imzalanan Paris Barış Senedi ile bu barış şartları belirlenmişti. Nihai antlaşma için Paris'de Osmanlı devlerini temsil etmek için murahhas elçi olarak Mehmet Said Galip Efendi atandı. 1 Nisan'da Istanbul'dan ayrılan Mehmet Said Galip Efendi nehir yoluyla Budapeşte, Viyana ve sonra karayolu ile Strasburg tarafından 3 Haziran 1802'de Paris'e ulaşıp yeni başlayan müzakerelere katıldı. Osmanlı İmparatorluğu ve Fransa arasındaki nihai barış antlaşması niteliğindeki Paris Antlaşması 25 Haziran 1802'de imzalandı. Mehmet Said Galip Paşa sonradan bu diplomatik görevini ile ilgili hatıralarını anlatan "Fransa Seferanamesi" adli bir eser hazırlamıştır.
1803 başlarında İstanbul'a dönünce önce "tezkere-i evvel" ve Ekim 1806'da [[Ahmet Vasif Efendi] yerine reisülküttap olarak tayin edildi.
[[Kabakçı Mustafa İsyanı]] ile III. Selim'in tahttan indirilmesi ve yenilikçilerin katledilmesi hareketleri sırasında sedaret kethudası [[Refik Efendi]] ile birlikte [[Rusçuk]]'da [[Alemdar Mustafa Paşa]] yanına sığındı ve isyancı mürteciler tarafından öldürülmekten kurtuldu. Sedaret Mektupçusu Tahsin Efendi, Başmuhasebeci Ramiz Efendi, Tuna Yalısı Mübayaacısı Behiç Efendi, ve Sadaret Kethudası Refik Efendi ile birlikte [[Rusçuk Yaranı]] olarak anılan bir gizli cemiyet kurarak Alemdar Mustafa Paşa'yı İstanbul'a gitmesi için teşvik edenler arasında bulundu.
[[1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı]] devam etmekteydi. Osmanli ve Rus temsilcileri toplanıp bir mütareke görüşmelerine başladılar. Mehmed Said Galip Efendi Osmanli devletini temsil edip 25 Ağustos 1807'de [[Yergöğü]] ateşkes mütarekesini Osmanlı devleti adına imzaladı. Bu sırada [[Silistre']]de ordugahta bulunan yeniçeriler karışıklık çıkardılar. Disiplini olan bir ordu niteliği kalmamış olan Osmanlı birlikleri kış için başlarında Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem [[Çelebi Mustafa Paşa]] olmak üzere Edirne'ye döndüler. "Rusçuk Yaranı" başlarından olan eski sadrazam kethüdası Refik Efendi İstanbul'a geldi. IV. Mustafa'ya yakın çevrelerle görüşüpsonra şahsen IV. Mustafa'nın huzuruna çıkıp Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a gelip padişaha bağlığını sunmak için izin istediğini ona bildirdi. Ama padişah bu izini vermedi. Refik Efendi'yi, Mehmed Said Galip Efendi yerine reisülküttaplığa tayin edip Edirne'de bulunan Sadrazam [[Çelebi Mustafa Paşa]] yanına gönderdi. Alemdar Mustafa Paşa 1808'de "Rusçuk Yaranı"'nın çabalarıyle Rusçuk milis ordusuyla ortalığı fazla karıştırmadan Edirne'ye geldi.
Alemdar Mustafa Paşa Rusçuk'tan gelmekte iken Nisan 1808'de Mehmed Said Galip Efendi ikinci defa reisülküttap olarak atandı. Kabakça Mustafa ve hempasının elimine edilip; III. Selim'in öldürülüp IV. Mustafa'nin tahttan indirilip yerine II. Mahmud'un tahta geçmesi; Alemdar Mustafa Paşa'nın sedaret dönemi ve [[Alemdar vakası]]] ile öldürülüşü olayları sıralarında bu görevde bulundu.
1811'de Rusya ile yeni bir mütareke antlaşması müzakerelerine Osmanlı delegesi olarak katıldı. Bu mütareke antlaşması imzalandıktan sonra İstanbul'da döndü; [[Laz Aziz Ahmed Paşa]] sadrazamlık döneminde sedaret kethüdası görevine geçti. Laz Aziz Ahmet Paşa serdar-i ekrem olarak Tuna cephesindeyken onun yanında bulunmaktaydı. 2 Ekim 1811'de [[Tuna Muharebesi]]'nde Rus komutanı Markov Osmanlı ordusunu ağır bir yenilgiye ugratıp 14 Ekim tarihinde nehri geçip Yergöğü Osmanlı büyük karargâhını eline geçirdiğinde sedaret kethudası Mehmed Said Galip Efendi diğer bazı paşalarla Rusçuk'a kaçmak zorunda kalmıştı. 1811'de yapılan ateşkes müzakerelerine Osmanlı delegesi oldu. 1812'de Ruslarla barış antlașması için Osmanlı delegesi olarak müzkereleri yürüttü. Müzakerelerden sonra 28 Mayıs 1812'de [[Bükreş Antlaşması]] imzalanıp [[1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı]] sona erdirilmiş oldu.
Ocak 1814'de üçüncü kez reisülküttap görevine getirildi. Fakat II. Mahmut'un baş danışmanı ve padişaha çok etkili olan [[Mehmed Said Halet Efendi]] ile geçinemeyip ihtilafa düştü. Halet Efendi'nin sultan etkisi ile Mustafa Said Galip Efendi Anadolu eyaleti [[Kütahya]] sancakbeyi olarak İstanbul'dan uzaklaştırıldı. 1814'de vezirlik rütbesi (ve paşa unvanı) kazandı. Aynı yıl ortalarında Anadolu eyaleti [[Bolu]] sancakbeyi olarak atandı. Sonra sırasıyla 1815 başlarında [[Sivas]], 1817'de [[Niğde]]; sonra [[Ankara]], [[Çankırı]], ikinci defa Bolu ve [[Kastamonu]] sancakbeyi oldu. Haziran 1821'de vezirliği kaldırıldı ve [[Konya]]'ya sürgüne gönderildi. Halet Efendi'nin 1823'de idamından sonra Aralık 1823'de vezirliği geri verildi. Sırayla [[Bozok]], [[Kayseri]], [[İzmit]] ve [[Bursa]] sancaklarına beylik yaptı ve İzmit ve Bursa'da gorev yapmakta iken ek olarak İstanbul Boğazı Rumeli sahilleri muhafızlığı görevi de verildi.
1825'de sadrazam olan [[Turnacızade Silahdar Ali Paşa]] [[Yunan İsyanı|Mora meselesi]]'nde gevşek davrandığı görüldüğü için azledildi. Yerine 13 Aralık 1823'de Mehmed Said Galip Paşa sadrazam oldu. Mora meselesini Osmanlı güçleri ile çözemiyeceğini anlayarak [[Mısır]] valisi olan [[Kavalalı Mehmed Ali Paşa]]'dan askerî yardım istedi ve bu desteği sağlamak için Mehmed Ali Paşa'nın istediği [[Mora]] ve [[Girit]] valiliklerini ona vermek üzere söz verildi. Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı'nin artık yararlı olacağından umidini kesmişti ve bu ocağı kaldırmak ile ilgili düşüncelerini gerçekleştirmeyi başaracak güçlü bir sadrazam istemekteydi ve sadrazam Galip Paşa'ya düşüncelerini açmıştı. Paşa, kendisinin bu işte başarılı olamayacağını, cesur, gözü pek bir sadrazamın gerektiğini Sultana bildirmişti. Örnek olarak [[Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa|Benderli Selim Pașa]]'nın başarılı olabileceğini söylemişti. 14 Eylül 1824'de Mehmed Said Galip Pasa sadrazamlıktan azledildi ve Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa yeni sadrazam oldu.
Mehmed Said Galip Paşa'nın vezirliği alındı ve [[Gelibolu]]'ya sürgüne gõõnderilmesi kararı çıktı. Fakat Gelibolu'ya gitmekte iken yolda bu karar geri alındı. Vezirliği geri verildi ve [[Erzurum Eyaleti]] valiliği ve Şark serdarlığına tayin edildi.
1828'de bu eyalet valisi iken [[1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı]] hakkında görüşlerini bir tezkere halinde merkezi hükümete gönderdi. Bu görüşler İstanbul'da gayet fena karşılandı. Mehmed Said Galip Paşa'nın vezirliği geri alındı ve eyalet valiğinden azledildi.
[[Balıkesir]]'e sürgüne gönderildi. 1829'da Balıkesir'de sürgünde iken vefat etti. Mezarı Balıkesir'de [[Zağnos Paşa Camii]] mezarlığındadır.
[[Kategori:1829 yılında ölenler]]
[[Kategori:Osmanlı sadrazamları]]
[[Kategori:Yunan Bağımsızlık Savaşı'nda Osmanlılar]]
[[Kategori:Reis-ül Küttablar]]
[[Kategori:Osmanlı Erzurum valileri]]
[[Kategori:Balıkesir'de ölenler]]
[[Kategori:Kütahya tarihi]]
Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa
Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa (1771-1829) II. Mahmud saltanatında 14 Eylül 1824 - 24 Ekim 1828 tarihleri arasında dört yıl bir ay on gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
1771 yılında Bender’de doğmuştur. Hotin'li Kapıcıbaşı Mustafa Ağa'nın oğlu olduğundan Hotinli diye de bilinir. Mehmet Selim Sırrı Paşa devlet kapısında kapıcıbaşılık, bostancıbaşılık gibi çeşitli görevlerde bulundu.
1819’da vezirlik rütbesiyle Silistre Beylerbeyliğine atandı. Eylül 1824’de Mehmed Said Galip Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirildi. II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı'nda bir şekilde kendine yakın adamlan başa getirerek güç kazandıktan sonra yeniçerilerle ilgili düşüncelerini gerçekleştirmeyi başaracak güçlü bir sadrazam gerekiyordu. Padişah, o sıradaki sadrazam Galip Paşa'ya düşüncelerini açtığında, Paşa, kendisinin bu işte başarılı olamayacağını, cesur, gözü pek bir sadrazamın örneğin Benderli Selim Paşa'nın başarılı olabileceğini söylemiştir. Böylece Selim Paşa 1824 Eylül'ünde(1240 Muharremi) sadrazam olmuştur. |
Selim Paşa, yeniçeri ortalarından muallem "(eğitim eri)" yazılması ve bunların batı yöntemleriyle eğitilip Eşkinci "(sefere katılan yeniçeri)" yetiştirilmesini benimsetmiştir. Avrupa tarzında üniforma giydirilen yeni ordu, 11 Haziran 1826'da eğitime başladı. Bundan 3 gün sonra yeniçeriler bu uygulamaya karşı çıkarak ayaklandılar ve kazanlarını Etmeydanı'na çıkararak gösterilere başladılar (14 Haziran 1826). Ulemayı yanına alan II. Mahmud, Sancak-ı Şerif'i çıkararak halkı yeniçerilere karşı savaşmaya çağırdı. Yeniçeri Ocağı dışındaki bütün ocaklar, padişaha sadakatlerini bildirdiler. Aksaray'daki Etmeydanı'nda bulunan yeniçeri kışlaları top ateşine tutuldu. 6.000'den fazla yeniçeri öldürüldü. 20.000 civarında isyancı da tutuklandı. Osmanlı tarihinde Vaka-i Hayriye olarak bilinen bu olaylar sırasında ayaklanan yeniçerileri sert biçimde bastıran Sadrazam Mehmed Selim Sırrı Paşa büyük bir rol almıştır. 18 Haziran 1826’da bir fermanla Yeniçeri ocağı kaldırılarak, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin kurulacağı duyuruldu.
Mehmed Selim Sırrı Paşa, bu yeni orduyu örgütleme çalışmalarını başlattıysa da 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nda başarısızlığa uğraması ve Varna’nın Ruslar’ın eline geçmesi üzerine 26 Ekim 1828 günü sadrazamlık görevinden görevinden azledilmiştir.
Azline müteakip, önce Gelibolu sürgüne gönderildi . Sonra da ardından Sofya’ya sürüldü. 1830’da bağışlanarak Halep Beylerbeyliğine atandı. 1831 yılında Şam Beylerbeyliği görevine getirildi ve bu görevi sırasında, Aralık 1831 tarihinde Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 'nın tertibi ile ayaklanan ahali, Mehmed Selim Sırrı Paşa'nın konağına hücum ederek yakmış ve bu yangın sırasında Selim Paşa da yanarak şehid olmuştu.
Ailesinin, Üsküdar'da Büyük Selim Paşa Caddesi ile Gündoğumu Caddesi'nin birleştiği yerde ve yüksek bir set üzerinde bulunan mezarlığına Selim Paşa adına kalın, silindir şeklinde mermer bir hatıra taşı dikilmiştir.
Cumhuriyet döneminde İstanbul'da bulunan Bigados kasabasına onun adından esinlenerek Selim Paşa ismi verilmiştir.
Mehmed Selim Sırrı Paşa, Silistre Beylerbeyliği görevi sonunda İstanbul'a dönerken Bigados'a uğramış, çok beğendiği bu belde ile daha sonra sadrazamlığı döneminde de ilgilenerek bir takım imar faaliyetlerinde bulunmuştur. O dönemden kalan bir çeşmenin kitabesinde 1828 yılında Selim Sırrı Paşa tarafından yaptırıldığı belirtilmektedir.
Topal İzzet Mehmed Paşa
Darendeli Topal İzzet Mehmet Paşa (1792, Darende - 7 Mart 1855, İstanbul), II. Mahmud saltanatında 24 Ekim 1828 - 28 Ocak 1829 ve Abdülmecid saltanatında 14 Aralık 1841 - 30 Ağustos 1842 tarihleri arasında toplam bir yıl iki gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
1792'de Darende'de doğdu. Babası Darende eşrafından İbrahim Bey'di. Amcası Darendeli Ali Paşa 1809'da Konya valisi olarak görevlendirilince onun mühürdarı oldu. Kısa zamanda kapıcıbaşı ve imrahor payeleri elde ederek ve çeşitli yerlerde mütesellim ve voyvoda oldu. Bir müddet Ispartalı İbrahim Paşa için kethüdalık görevi de yaptı.
1821'de mirimahlik şeref unvanı verilerek Bursa mutasarrifi ve Boğaz muhafızı yapıldı. 1822'de Afyonkarahisar mutasarrifi; 1823'de Menteşe mutasarrifi görevleri de ek olarak verildi. Kasım 1824'de vezirlik rütbesi verilerek Anadolu valisi tayin edildi. Haziran 1825'de
Boğaziçi Muhafızı yapıldı. 15-16 Haziran 1825'de Vaka-i Hayriye adı verilen Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması olaylarında büyük yararlılıklar gösterdi. 9 Şubat 1827'de kaptan-ı derya oldu.
Rusya Yunanistan bağımsızlığını sağmak bahanessiyle açtığı 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nın Nisan 1828'de başlaması üzerine Rumeli'ye Edirne ve Şumnu ordusuna serdar olarak gönderildi. 28 Haziran'da Varna'ya hücum eden Rus ordusunu bozguna uğratıp geri püskürtüp Rusların bu kaleyi kuşatmalarını önledi. Fakat Temmuz sonunda Rus donanması denizden ablukaya alıp büyük güçleri karaya çıkarttı ve Rus kara ordusunun Çarlık Muhafız Ordusu da Temmuz'da karadan gelip 170 top ve 23.000 kişilik bir Rus gücü ile Varna'yı kuşattılar. Bu kalenin komutanı olan ve 20.000 kişilik gücü bulunan Mehmet İzzet Paşa bu kuşatmaya direndi. Ama dışarıdan destek için gelmesi beklenen Ömer Paşa ve 20.000 Osmanlı gücü bu hedefe varamadı ve Varna kalesi 29 Eylül 1828'de teslim oldu. Rus orduları Şumnu kalesini alamamışlardı. Aynı zamanda Osmanlı orduları Rusların iaşe, teçhizat ve yeni asker temin etmek için tedarik hatlarını kesmeyi başarmışlardı. Ek olarak Ruslar büyük zayiat vermişlerdi. Bu sebeplerle 1828 kışında Rus orduları Varna kalesini ve kazandıkları arazileri terk edip Tuna kıyısına ve Beserabya'ya çekildiler. Mehmet İzzet Paşa Ekim'de dört ay savunduğu Varna kalesinden çıkarak sadrazam ve ordunun bulunduğu Aydos'a geldi.
Varna'nın düşmesinden, bu kaleye yardım göndermekte geciken ve yeterli yardım göndermeyen, Sadrazam Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa sorumlu tutuldu. Bundan dolayı 24 Ekim 1828'de azledildi. İzzet Mehmed Paşa sadrazamlığa getirildi ve serdar-ı ekremlik de verildi. İzzet Mehmed Paşa o kış orduyu Şumnu'ya nakletti ve ertesi yılki harekat için iaşe tedarik ve yeni asker toplamaya başladı. Fakat o kış kötü hava ve şiddetli yağmurlar olması nedeniyle Osmanlı ordusunun harekatına büyük ölçüde engel oldu. Sadrazam Rus ordusunun gücünü de göz önüne alarak Rusya ile barış için nabız yoklamaya başladı. Bundan hoşlanmayan İstanbul'da oturan ileri gelenler padişahı etkileyerek onun Ocak 1829'da sadrazamlıktan azledilmesine sebep oldular.
Sadrazamlıktan azledilmesi birlikten İzzet Mehmet Paşa'nın vezirlik rütbesi de geri alındı ve Tekirdağ'na sürgüne gönderildi. Fakat 1829 yılında Rus orduları beklenenden çok daha başarılı oldu. Mareşal Diebitch komutasında 60.000 kişilik Rus gücü Tuna'yı geçip Silistre'yi kuşattı. Rusların üzerine Varna'ya gönderilen Reşit Mehmet Paşa komutasından Osmanlı ordusu 30 Mayıs'da Kulevica Muharebesinde Rus Meraslı Diebitch ordusuna mağlup oldu. 19 Haziran'da Silistre Ruslar eline düştü. Mareşal Diebitsch bu sefer 30.000 kişilik bir ordu ile kuşatma altında bulunan Sumnu'ya girmeden Balkan dağlarından Edirne'ye doğru yürüdü. Burgaz düştü; bu orduyu önlemek için gönderilen Osmanlı ordusu 31 Temmuz'da İslimye'de mağlup oldu; Edirne Rus işgal altına girdi; 28 Ağustos'da Rus ordusu İstanbul'un 68 km yakınına geldi. Doğuda ise Rus orduları Erzurum'a kadar ilerledi.
Tekirdağ'ında sürgünde olan İzzet Mehmet Paşa orada halkı Ruslara karşı teşkilatlandırıp savunma tertibatı aldırdı. Bu nedenle İzzet Mehmet Paşa affedildi. 14 Temmuz 1829'da Osmanlı devleti ile Rusya arasında Edirne Antlaşması imzalandı.
Af olunan İzzet Mehemd Paşa Nisan 1831'de vezirliği verilerek Vidin taraflarına gönderildi, Ocak 1832'de ise Vıdın ve Niğbolu valiliğine getirildi. Fakat Temmuz 1832'de bu görevden azledildi ve Edirne'ye sürgüne gönderildi.
14 Ocak 1834'de affedildi. Haziran 1834'de Afyonkarahisar valisi tayin edildi. Ankara, Çankırı ve Kastamonu sancakları da ek olarak ona verildi. Eylül 1836'de Afyonkarahisar Kütahya'ya bağlandı; Çorum ve Viranşehir bu bölgeye eklendi ve kurulan yeni bölgeye "Ankara Müşiri" unvanı ile İzzet Mehmet Paşa getirildi. Ağustos 1839'da bu görevden ayrıldı. Yeni bir görev verilmediği için İstanbul'a giderek konağında yaşadı.
Temmuz 1840'da yeniden devlet görevi verildi ve Akdeniz (Çanakkale) Boğazı muhafızı olarak tayin edildi.
Bu sırada Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya karşı büyük Avrupa devletleri ile birlikte yapılacak Lübnan ve Filistin'deki harekat için serdarlığa getirildi. Ağustos 1840'da Akka eyaletine Sayda, Beyrut ve Trablusgarp sancaklarınin birleştirilmesi ile oluşturulan eyalet valisi tayin edildi. Aynı zamanda Berriye-tulsam seraskerliği de verildi. Bu bölgede Mısır güçlerine karşı bazı başarılar kazandı. Fakat bu komutanlığı sırasında atının eğerine bağlı olan silahının kaza ile patlamasından dolayı bacağından yaralandı. Sakat olduğu için askerlikten ve Lübnan-Filistin bölgesindeki askerlik ve mülki görevlerden azledildi.
Ayağından yaralı olarak sakatlandığı için bundan sonra lakap olarak "Topal" olarak anılmaya başlandı. İstanbul'a gelmesi için kendine Edirne valiliği verilmişti. Fakat Haziran 1841'de bu görevine gitmek için Gelibolu'ya geldiğinde ayağındaki yaranın daha tam iyileşmediği anlaşıldı. Edirne valiliği görevinden affını rica etti. Bu kabul edilip İstanbul'a gelmesine izin verildi.
14 Aralık 1841'de ise sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa'nın ihtiyarlığı bahane edilerek bu görevden azledilmesi ardından 2. kez sadrazamlığa getirildi. İzzet Mehmet Paşa önce bazı mülki ve mali sorunları çözmekle uğraştı ve bunları halletmeyi başardı. Ama İzzet Mehmet Paşa aleyhtarları onun hakkında dedikodular çıkartmakla meşguldüler. Bu dedikodular Padişaha yetişince, sık sık sadrazam değiştirmeyi itiyat edinmeye başlayan Abdülmecid, bu dedikoduların sadrazamın başarısızlığını nişane olduğunu iddia ederek İzzet Mehmet Paşa'yı 30 Ağustos 1842'de sadrazamlıktan azletti.
Bu azilden bir hafta sonra İzzet Mehmet Paşa 2. kez Edirne valiliğine atandı. Ama sekiz ay sonra Mayıs 1843'de bu valilikten azledildi ve Tekirdağ'da ikamet etmeye mecbur edildi.
Bir aralıktan sonra Eylül 1849'da Hudâvendigâr (Bursa) valisi olması tayini çıktı. Ama İzzet Mehmet Paşa rahatsızlığını ileri sürerek bu görev gitmedi ve azledilip emekliye ayrıldı.
İstanbul'da konağına çekildi. 7 Mart 1855'de orada vefat etti. Cenazesi Eyüp'da Mihrişah Valide Sultan Mektebi bahçesinde gömülmüştür.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirmektedir:
Sabırlı, doğru, vakur, işbilir, cesur, sert ve katıydı... 1825'ede İstanbul'da ve 1830) Tekirdağ'da büyük hizmeti görüldü.
Reşid Mehmed Paşa
Reşid Mehmed Paşa (d. 1780 - ö. 1836, Diyarbakır) II. Mahmud saltanatında 28 Ocak 1829 - 18 Şubat 1833 tarihleri arasında dört yıl yirmi bir gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Reşid Mehmed Paşa Gürcüdür. Sadrazam Koca Hüsrev Mehmed Paşa'nin yetiştirdiği kölelerden olup onun konağında eğitim görmüştür. Koca Hüsrev Mehmet Paşa'nın Teke-İli'nde isyan eden Tekeli İbrahim Bey üzerine donanma ile gidip isyanı |
bastırmasında Hüsrev Paşa'nın maiyetinde bulunmuş ve yararlıklar göstermiştir. 1808'de mirimiran rütbesi verildikten sonra Menteşe mutassarrıfı ve ardından Tulca muhafızı, Anadolu vali vekili yapıldı. 1821'de Tepedelenli Ali Paşa ve oğlu Mehmed Paşa üzerine Yanya'ya gönderildi. Sonra da Mora ayaklanmasını bastırmaya memur edildi. Buralarda kazandığı başarılardan dolayı vezirlik verilerek Ağustos 1821'de Konya valisi yapıldı. Ardından sıra ile Mart 1823'de Tırhala valisi; Ekim 1823'de Vidin valisi oldu. Kasım 1824'de Rumeli Beylerbeyi görevine getirilerek Rumeli seraskerliği de verilerek Mora isyanını bastırmak üzere yardım olarak gelen Mısır güçleri ile Mora'ya gelen Kavalalı İbrahim Paşa'yla iş birliği yaptı. Ocak-Şubat 1828'da İnebahtı ve Karlıili muhafızlığı verildi.
Rusya'nin Yunanistan bağımsızlığını sağlamak bahanesiyle açtığı 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı Nisan 1828'de başladi. 24 Nisan 1829'de sadrazam ve serdâr-ı ekrem oldu.
Sulhtan sonra Arnavutluk ıslahına memur edildi.
1832 ortalarında Mısır üzerine serdâr-ı ekrem; Mısır valisi tayin edilip Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanının bastırılmasıyla görevlendirildi. Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa ile Aralık 1832'de yaptığı Konya Muharebesi'nde yaralandı; Mısır kuvvetlerine esir düştü ve komutası altındaki Osmanlı ordusu yenik düştü. Bu savaş sonrasında 18 Şubat 1833'te sadrazamlık görevinden alındı.
Mart 1833'de Konya'dan döndü. Ekim 1833'de Sivas valiliğine gönderildi. Ardından Maden valiliği ve ilaveten Ekim 1834'de ise Diyarbakır valiliği görevi verildi ve valiliği 2 yıl 8 ay sürdü.
Bu görevde iken Ekim 1836'de vefat etti. Mezarı Diyarbakır İçkale Camiindeki mezarlıktadır.
Emin Paşa ve İbrahim Bey adında iki oğlu vardı.
Cesur, gayretli, sâdık, tedbirliydi
Silahşör, cesur, gözünü budaktan sakınmayan bir özelliği sahip idi. Yiğit, çalışkan, devlete bağlı ve sadık bir kişi olarak bilinir.
Yhprum Kanunu
Yhprum kanunu (İngilizce "Yhprum's Law"), Murphy Kanunları'nın tersidir (Yhprum = Murphy kelimenin tersi).
Yhprum kanunun basit bir özeti, "Çalışabilen her şey, çalışır." olarak da gösterilebilir.
Ancak Harvard Üniversitesi Siyasi Ekonomi dalın eğitim üyesi Richard Zeckhauser'e göre, "Çalışamayan yapılar (sistemler), yine de bazen çalışıyorlar" bu da "Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir." felsefesinin türevi kabul edilebilir.
Resnick et al. (2004) , bu kanunu kulanarak, eBay'deki sıralama (ranking) sistemine katılımın ne kadar özverili ve düzgün bir şekilde işlediğini açıklayabildi.
Koca Hüsrev Mehmed Paşa
Koca Hüsrev Mehmed Paşa (1769 – 3 Mart 1855), Abdülmecid saltanatında 2 Temmuz 1839-29 Mayıs 1840 tarihleri arasında on bir ay yedi gün sadrazamlik yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Koca Hüsrev Mehmed Paşa 1811-1818 arasında ve 1823-1827 dönemlerinde kaptan-ı derya olarak iki dönem görev yapmıştır. Yeni kurulan Asakiri Mansuriye'nin kurucu seraskerliğini yapmıştır. Ayrıca (başta çok olaylı geçen Mısır valiliği gibi) birçok eyalet valığinde de bulunmuştur.
Abaza asıllı olduğu bildirilmektedir. Yaklaşık 1769'da doğmuştur. Küçük yaşda köle olarakİstanbul'a getirildi ve Çavuşbaşı Said Efendi'nin köleleri arasına alındı. Sonra Enderun'a kabul edildi ve orada eğitim gördü.
1789'da III. Selim'in tahta geçişinden sonra Enderun'dan çıkış yaparak başçuhadarlığa kadar yükseldi. Osmanlı donanmasında III. Selim döneminde yapılan reformları gerçekleştiren 1792-1803 arasında kaptan-ı derya olan Küçük Hüseyin Paşa'nın yanına girdi. Bir müddet sonra onun mühürdari ve kethudaşı oldu.Küçük Hüseyin Paşa gibi donanma ve orduda reformlar yapılaması tarftarı oldu ve Nizam-ı Cedid ordusu kurulmasında emeği geçti. Mart 1801'de Küçük Hüseyin Paşa Osmanlı donanması ile İngiliz donanması ile birlikte Mısır'ı Fransız işgalinden kurtarmak için koordineli harekata geçti. Haziran 1801'de yapılan bir anlaşmaya göre Fransızların işgal etmiş oldukları Mısır'dan çekilmelerinden sonra Mısır'ı tekrar Osmanlı idaresi altına almak üzere gönderilmesi için Osmanlı donanması komutanı olarak Küçük Hüseyin Paşa görevlendirildi. Osmanlı donanması 6.000 kişilik bir orduyu karaya çıkardı. Bu ordunun efektif komutanlığını Hüsrev Paşa yüklendi. Bir İngiliz deniz piyade birliği ile birlikte bu Osmanlı gücü Reşit'e gitti. Bu mevkii korumakla görevli olan Fransız Generral Beliiard ve komutasındaki Fransız birlikleri teslim oldular.
Hüsrev Paşa bu başarısından dolayı vezirlik rütbesi ile şereflendirildi ve kendine İzmit sancak beyliği verildi.
Bundan hemen sonra Hüsrev Paşa'ya Mısır Eyalet valiliği görevi verildi. Mısır'a gelen İngiliz donanmasında kölemen asıllı Muhammad Bey al-Alfi (1751–1807) bulunmakta ve Mısır'da bir kölemen idaresi kurmaya çabalamakta idi.
Mayıs 1803'te İngilizler İskenderiye'den ayrılınca Mısır'da ortaya bir iktidar çatışması çıktı. Osmanlı devleti idaresini kurmak için Mısır Valisi olan Hüsrev Paşa ve Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa ile birlikte Mısır'da kendilerini imtiyazlı olarak gören kölemenleri ortadan kaldırmaya uğraştılar. Birçok Kölemen lideri öldürüldü, birçoğu kaçtı ve çoğu da İngiliz donananmasına sığındı. Fakat Muhammad Bey al-Alfi altında bulunan bir grup Kölemen, Aşağı Mısır ile Yukarı Mısır arasında bulunan El Minye'de yuvalandılar.
Mısır valisi olan Hüsrev Paşa vergi toplanması aksadığı için mali problemlerle karşılaştı. İngilizler'le birlikte Fransızlar'a karşı savaşırken Avrupa aşkerî teşkilâti ve harp usulleri hakkında bilgi edinme fırsatı bulmuştu ve bunları uygulamak için yeni olarak Nizâm-i Çedîd askeri birliği kurmaya büyük masraflar yapmıştı. Mali problemler çıkıp kesintiler yapması gerekince bir çare olarak Hüsrev Paşa Mısır'a getirilen Osmanlı askerleri arasında bulunan başıbozuk Arnavut asıllı birliklerini tazminat ve ulufe ödemeden terhis etmeye karar verdi. Mısır'ı ulufe ödeyebileceği Osmanlı kapıkulu askeri ve yeni Nizam-ı Cedid askeri ile idare etmeye karar vermek oldu. Fakat Arnavut asıllı başıbozuk birlikler bunu kabul etmediler ve Kahire'deki "defterdar" konağına hücum ettiler. Bunun üzerine Vali Hüsrev Paşa bu Arnavut birliklerine karşı, topçular dahil, yeni kurulmuş Nizam-ı Cedid birliğini gönderip onları isyancı olarak tenkil etmeye çalıştı. Fakat Arnavutlar üzerine gönderilen Nizam-ı Cedid askeri birliği başarısız kaldı. Başıbazuk Arnavut birliklerinin komutanı olan Tahir Paşa birliklerini surlardaki gediklerden geçirerek Kahire kalesine girdi. Bu kaledeki bataryalardan Vali Hüsrev Paşa'nın ikametini topa tutmaya başladı. Bunun üzerine Hüsrev Paşa eli altında bulunan kapıkulu birlikleri, maiyeti ve haremi ile birlikte Kahire'den kaçıp Dimyat'a kaçtı ve burada bulunan Dimyat kalesini savunma için hazırlamaya başladı. Kahire'de bulunan, çoğu Arnavut başıbozuk askerden birliklerin komutanı olan Tahir Paşa Vali kaymakamlığı görevine geçti ve Hüsrev Paşa'nın 1 yıl 3 ay süren valilği efektif olarak son buldu. Bu valilik görevinde başarısızlığını dış gözlemciler ve hatta kendi maiyet adamları, onu fena, kan dokuçu ve tedbirsiz idareci olmakla ve çok idaresizlik göstermekle ve halka karşı sert davranmakla tenkit ederler.
Tahir Paşa Kahire'de idareyi ele almakla beraber 20-25 gün içinde, vergi hasılatının gelmemesi üzerine o da eli altında bulunan birliklere maaş ödeyemez duruma geçti. Bu sefer Tahir Paşa'nın emri altında olan Türk askerler isyana geçtiler ve Mısır vali konağını yakıp yıkıp talan ettiler ve Tahir Paşa'yı öldürdüler.
Mısır'daki ordu ikiye bölünmüş iken bu sefer üçe bölündü. Hüsrev Paşa emri altındaki birlikler Dimyat kalesinde savunmaya çekilmişlerdi. Kahire etrafında bulunan ve Dimyat'a gitmemiş olan Türk asıllı birlikler İskenderiye sancak beyi olan Ahmet Hurşid Paşa'yı Mısır valisi olarak kabul ettiler. Hemen hepsi Arnavut asıllı olan başıbozuk birlikleri aralarında seçimle komutaya, bu birlikler içinde subaylık yapmış olan, Kavalalı Mehmet Ali'ye getirdiler ve ona bağlandılar. Bunun yanında geride kalan Kölemenler de ayrı bir grup oluşturup Gize'de yerleşmişlerdi.
Önce Kavalalı Mehmet Ali'nin Arnavut birlikleri ile Kölemenlerden İbrahim Bey ve Osman Bey al-Bardisi anlaştılar. Kavalalı Mehmet Ali, Ahmet Hurşit Paşa'yı Mısır valisi olarak kabul etmiyeceğini bildirdi ve Kahire kalesini merkez olarak aldı. Ahmet Hurşit Paşa Kahire civarına gelip Fransızların kaleye çevirdikleri el-Zelhir Camii'ne üslendi. Fakat Kavalalı Mehmet Ali Kahire kalesinden çıkarak bu müstahkem mevkiiyi kuşattı; eline geçirdi. Ahmet Hurşit Paşa ve emrindeki Türk asıllı birliklerini esir aldı. Bunlardan Tahir Paşa'nın ölümüne neden olanlar idam edildi. Bir kısım Türk asıllılar Hüsrev Paşa'nın savunma kalesi Dimyat'a kaçabildiler. Burada da Koca Hüsrev Paşa mali zorluklarla karşılaştı ama halktan 90.000 riyal vergi topladı ve durumunu sağlamlaştırmaya çalıştı.
Kavalalı Mehmet Ali Kahire kalesini müttefiki Kölemenlere teslim etti. Hüsrev Paşa'nın savunma mevkii seçtiği Dimyat kalesi üzerine yürüdü. Kavalalı Mehmet Ali ve Arnavut birlikler Dimyat'ı ellerine geçirdiler ve talan ettiler. Hüsrev Paşa Abaza kalesine kaçmak zorunda kaldı. 1803'te bu kale de Kölemen beylerinden Bardisi Bey komutasında Kölemen birlikleri tarafından kuşatıldı. Fakat kurtulma imkansız olduğu için Hüsrev Paşa ve emri altında olan birlikler teslim oldular. Hüsrev Paşa Kahire'ye getirdiler. Bir aralık Özbekiye'ye kaçmayı başardı. Fakat Arnavutlar tarafından yakalanarak tekrar Kölemenler'e teslim edildi.
Kavalalı Mehmet Ali 8 ay sonra kölemenler aleyhine döndü. Hüsrev Paşa'yı esaretten kurtardı; Özbekiye vali konağında ağırlandı ve serbest bıraktı. Osmanlı devleti İskenderiye Muhafızı Hursid Paşa'yı Mısır valisi olarak tayin etmiştir. Hüsrev Paşa böylece İstanbul'a dönebildi.
Hüsrev Paşa daha Mısır'dan ayrılmadan Diyarbakır valiliğine tayin edilmişti. Bir yıl sonra Selanik Valiliği'ne tayini çıktı. Sonra birkaç yıl Rumeli'de, 1806'da Bosna valisi; 1808'de ikinci defa Selanik valisi olaraki eyalet valiliklerinde bulundu. 1806'da başlayan 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında sınırda Silistre valisi idi. Bu harbe Varna valiliği ve Varna seras |
kerleği verilerek sefere gitmekle görevlendirildi. Hazıran 1810'da 6.000 kişilik talimli muntazam orduşu ile Dâvudpaşa sahrasına çıktı ve derhal Varna'ya sınıra gitti.
Bu orduyu takviye için Avrupa usulerine göre yetiştirilmiş istikham mühendislerini de İstanbul'dan istedi. Avrupa savaş usullerine uygun talimli
ordusu ile etmeye çalışarak İstanbul'dan mühendisler istedi. Bu görevde iken Ruslara karşı savaşta gösterdiği başarılar dolayısıyla takdir edildi. Bu nedenle 1811'de kaptan-ı derya görevine getirildi. Bu savaşın 28 Mart 1812'de Bükreş Antlaşması ile sona ermesine kadar Karadeniz'de Osmanlı donanmasına komutanlık yaptı. Rusya savaşı sona erdikten sonra donanma ile Teke-ili bölgesinde çıkan bir isyanı kısa sürede bastırdı.
Bu dönemde hamisi durumda olan sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa 6 Ocak 1818'de görevinden azledildi ve Sultan II. Mahmut'un baş danışmanı olan Halet Efendi etkisi ile Kocxa Hüsrev Paşa da kaptan-ı deryalık görevinden azledildi. Şubat 1808'de Trabzon valiliğine gönderildi. Bunun ardından Anadolu'da bir sıra değişik eyalet valilikleri yaptı.
1820'de Erzurum valisi iken Osmanlı-İran sınırında aşiretlerin faaliyetleri dolayısıyla İranl'la çıkabilecek bir savaşa karşı hazır olmak için Şark seraskerliği görevi verildi. Koca Hüsrev Paşa'ya takviye olarak Sivas ve Gümüşhane'den yardımcı askeri güçler gönderildi. Bu güçlerle sınır aşiretlerine karşı harekâta geçti. Ama Bayezid sancağı mutasarrifini azlederek buraya kendi adamlarından birini tayin etmesi yüzünden Bayazid mutasarrifinin silâhla isyan etmesine neden oldu. Olaya aşiretlerin de katılması ile ortalık daha da karıştı. Bu karışıklıktan istifade eden İran güçleri Osmanlılardan direniş görmeden Beyazid, Bitlis ve Erciş'i ellerine geçirdiler. Bunun sorumluluğu Babıali tarafından Hüsrev Paşa'nın yetersiz ordu komutanlığında bulundu ve Erzurum valiliği ve Şark seraskerliğinden azledildi. Kasım 1821'de ikinci kez Trabzon valisi yapıldı.
Bu sırada Mora'da Yunan İsyanı çıkmıştı ve Ege Denizi'nde bütün adalara yayılma tehdidi ortaya çıkmıştı. Hüzrev Paşa'nın denizcilik tecrübesi ve cesur komutanlık becerisi dolayızıyla 1823'te ikinci kez kaptan-ı derya görevine getirildi ve bu görevde 1827'ye kadar bulundu. Mora isyancılarının Ege adaları ile bağlantılarının kesilmesini başarıyla gerçekleştirdi. Fakat Mora isyanını bastırmak için Mısır'dan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım istemişti. Mısır kendi donanmasını Mora'ya gönderdiği gibi Mora'da serdar olan Resid Paşa emrine 12.000 seçkin Avrupa esaslarına göre talimli 12.000 kişilik bir kara ordusu göndermeye karar verdi. Bu Mısır kara güçlerini Mora'ya getrimek görevi Osmanlı donanması ve kaptan-ı derya Hüsrev Paşa'ya verildi. İskenderiye donanma ile giden Koca Hüsrev Paşa'yı eski rakibi Kavalalı Mehmet Ali Paşa görünüşte gayet iyi karşialdı. Osmanlı donanmsia iskenderiye'den Mısır askeri ve onların silah ve mühimmatı yükleyerk bunları Mora'ya getirdi. Mora isyanına karşı Osmanlı ve Mısır güçleri üstün duruma geldiler ve isyancı Yunanları 1825-1826 Missolonghi'de kıstırıp bu kaleyi kuşatmaya aldılar. Fakat bu kuşatma sırasında Koca Hüsrev Paşa ile Kavalalı İbrahim Paşa'nın arası açıldı. Sonunda 10 Nisan 1826'da bu kale de düştü ve Yunan isyanı tepelenmiş, bastırılmış bir görüntüsü verdi. Fakat Kavalalı İbrahim Paşa ile Hüsrev Paşa ihtilafı Mısır'a ersimişti Mısır Valisi olan Kavalalı Mehmet Paşa padişah II. Mahmud'a doğrudan doğruya Hüsrev Paşa'nın azledilmesi için isteği geldi. Önce II. Mahmut buna yanaşmadı ise de Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ısrar ve tehditleri altında Şubat 1827'de Hüsrev Paşa'yı Kaptan-ı Deryalık görevinden azletmek zorunda kaldı. Hüsrev Paşa Anadolu valiliğine tayin edildi ve şahsen padişah hattıyla Çanakkale Boğazı'nın kendisine Anadolu yakasını koruma görevi verildi.
II. Mahmut Yeniçeri Ocağı'nı Vaka-i Hayriye adı verilen olaylarla 1826'da kaldırmıştı. Hüsrev Paşa yıllardır askeri reform taraftar olarak bilinmekteydi. Kaptan-ı deryalığı sırada da donanmada bir Fransız öğretmenin idaresinde Batı usullerine göre bir nizamiye taburu yetiştirmisti. Bu nedenle Yeniçeriler yerine yeniden kurulan düzenli ordu olan Asakir-i Mansure-i Muhammediye'ye geçiş sürecinde kilit rol oynamak üzere Hüsrev Paşa Nisan 1827'de Asakir-i Mansure-i Muhammediye seraskerliğine tayin edildi. Sultan II. Mahmut bu ordunun kurulması ve eğitimi ile çok yakından ilgilendi. Hüsrev Paşa donanmada yetiştirdiği nizamiye taburunu serasker kapısına nakledip burada diğer askerlerl birlikte yeni usul tâlim uygulamaya başladı. Bu tâlimler Sultan II. Mahmut önünde de uygulandı ve Padişah tarafından gayet beğenilerek bütün orduya uygulanmsi emri çıkartıldı. Hüsrev Paşa'nın donanma nızamiye taburunun üniformasının bir kısmı olarak askere başlık olarak kırmızı fes giydirmişti. Bu uygulama yeni ordunun tümü için kabul edildi ve yeni ordunun serpuşu kırmızı fes oldu. Sonradan kırmızı fes siviller arasında da yayıldı; II. Mahmud'un kıyafet reformu ile devlet memurlarına da teşmil edildi.
Bu sırada tepelenmiş olan Yunan isyancıların koruyucu rolünü üzerine alan İngiltere, Fransa ve Rusya Yunanların bağımsızlığını istediler. İngiliz, Fransız ve Rusya gemilerinden kurulu bir filo 20 Ekim 1827'de Navarin Deniz Savaşı'nda Osmanlı ve Mısır donanma güçlerini mağlup edip imha ettiler.
Bu görevde Hüsrev Paşa kariyerinin doruğuna erişmişti. Nüfuzundan ve siyasi gücünden faydalanarak merkezi devlet idaresi olan Babıali'yi sadece kendi adamlarıyla, özelikle kendi yetiştirdiği eski köleleri ile doldurmaya ve orada hoşuna gitmeyenleri teker teker görevlerinden uzaklaştırmaya başladı.
Hüsrev Paşa kurulmakta olan yeni ordunun Rus ordusuna karşı gücünün yetmeyeceğini bilmekte idi. Bu h=nedenle Hüsrev Paşa Rusya ile savaşa girilmesi aleyhtarı idi ve Rus saldırış gelinceye kadar bbir barış siyaseti uygulamayı hükümete inandırmıştı. Fakat diğer taraftan şahsi gücüne karış olan hereksi siyaset alanından bertaraf etmeyi tercih etmekte idi. Bu nedenle Rusya sınırına orduya komutan serdar olaarak Ağa Hüseyin Paşa ile Halil Paşa yanında sadrazam Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa'nın de ikinci ordunun komutanı ve serdar-ı ekrem olarak gönderilmesini sağlsdi. İstanbul'da tek nüfuzlu devlet yöneticıssı olarak kaldı.
Fakat Osmanlı devleti Rusya filosunun Navarın Muharebesi'ne katılmasını protesto etmek için Rusya'yla yapılmış olan Akkerman Antlaşması'nı iptal etti ve Çanakkale Boğazı'nı Rus gemilerine kapattı. Bunu harbe bahane sayan Rusya, Çar I. Nikolay'ın konutası altında Haziran 1828'de orduları ile Tuna Nehrini geçip Dobruca üzerine yürümeye başladı ve böylece 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ortaya çıktı. Rusya ordusu sonra Şumnu, Varna ve Silistre kalelerini kuşattı. Rus donanmasının Karadeniz filosu desteğiyle 29 Eylül'de Varna Rus ordusuna teslim oldu. Bu kaleyi savunamada Osmanlı ordusunun başarısızlığı Varna cephesi serdar-ı ekremi olan sadarazam Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa'ya atfolundu. 24 Ekim 1828'de Serasker Koca Hüsrev Paşa'nın tavsiyesi ile Sadrazam serdar-ı ekremlikten azledildi ve İstanbul'a döndü. Halbuki sadrazam Hüsrev Paşa'nın Nisan 1827'de serasker olarak tayin edilmesinde önemli rol oynamıştı. Bundan üç ay kadar sonra 24 Ekim 1828'de ise Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa sdarazamlıktan azlettirdi ve yerine Darendeli Topal İzzet Mehmed Paşa'nın sadrazam olmasını sağladı. 28 Ocak 1829'de üç ay beş gün sonra onu da azlettirip kendi yetiştirme eski kölelerinden olan Reşid Mehmed Paşa'yı sadrazam yaptırdı. Sonra Koca Hüsrev Paşa, Rus cephesi seraskeri olan Ağa Hüseyin Paşa'nın azledilmesine önayak oldu.
Koca Hüsrev Paşa İstanbul'da azil ve tayinlerle kendi iktidar gücünü pekiştirmekle uğraşırken, nüvesi olan Asakir-i Mansuriye ordusu olan; daha yeni kurulmakta iken başta Şumnu savunması gibi bazı başarılar gösteren Osmanlı ordusu 1829'da Ruslara karşı büyük yenilgilere uğradı. Rus orduları Balkanlarda Silistre'den başlayarak bütün önemli savunma mevkileri eline geçirmeye başladı. 25.000 kişilik bir Rus ordusu tüm Balkanları geçerek Burgaz ve Sliven'i ele geçirip Ağustos 1829'da Edirne'ye kadar geldi. Doğu'da Ruslar Ahıska, Ardahan, Posof, Erivan, Kars ve Erzurum'u ele geçirdiler.
Koca Hüsrev Paşa, II.Mahmut'a hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi dolayısıyla şahsi tavsiyesi olarak barış yapamaktan başka çare kalmadığını bildirdi. İstanbul'da devletin ilerigelenelerini katıldığı bir meşveret meclisi yapıldı. Avrupa Büyük Güçler devletlerini talep etmelerine uygun olarak Yunanistan'a bağımsızlık vererek ve Rusya'ya yüksek harp tazminatı ödeyerek bu savaşın sona erdirilmesine karar verildi.
Bu sırada Edirne'ye kadar bir Rus ordusunun gelmesi İstanbul ahalisini korkutmuştu. Koca Hüsrev Paşa İstanbul halkını silahandırıp karşı koyma planları hazırıldı ve savaş tutumna karşı yüksek itirazlarda bulunanları "bozguncu" olarak nitelendirip idam ettirip şehirde paniği böylece önlemeye karar verdi. Bu son tedbir İstanbul'da Asakir-i Mansure'ye be Batı adetlerinin Osmanlı ülkesinde yayılmasının baş nedeni olan ve savaşın devam ettirilmesi ile konulan acil vergi olan "İhtisab Rüsmu"'nun konulup tahsil edilmesinin koruyucusu olduğu kabul edilen Koca Hüsrev Paşa'ya karşı ortaya çıkan cereyanların da önlenmesine karşı bir tedbir olduğu kabul edilmekteydi. Bu nedenle halkı silahlandırma tedbirinden vazgeçti. Bu tehlikeli durumda gayet sakin ama enerjetik davranan Koca Hüsrev Paşa her gün İstanbul'da kol gezmekte ve halkın herhangi bir protestosunu önlemek için halka gözdağı vermekte idi.
Avrupa "Büyük Güçler" İstanbul elçilerine barsı yapmak için selahiyet verilmişti. Bu şartları tespit etmek için müzakereler Fransa, İngiltere, Rusya elçileri ile Reisülkitap'ın Boğaz'da yalısında yapılmakta idi ve padişahın sadrazam kaymnakamına gönderdiği bir hattı ile Koca Hüsrev Paşa bu müzakerelere katılan Osmanlı heyetinde bulunmakta idi. Reis'ül Kitap ve Koca Hüsrev Paşa'nın Ruslara verlmesi kabul edilen yüksek harp tazminatının daha düşük tutulması için gayret gösterdiler; ama bunlar sonuçsuz kaldı. Sonunda 14 Eylül 1829'da Osmanlı Devleti ile |
Rusya İmparatorluğu arasında Edirne Antlaşması imzalandı ve bu Osmanlı Devleti tarafından Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan sonra imzalanmış şartları en ağır antlaşma oldu.
Bu yetişmezmiş gibi Osmanlı - Mısır ilişkileri de ters gitmeye başladı. "Mısır Sorunu" adı verilen sorunlar ortaya çıktı. 1822'de Girit'deki Yunan isyanın bastırmak için destek sağlayan Mısır donanması ile bu isyanın bastırılması ndan sonra Kavalalı Mehmet Ali Paşa kendisine vadedilen zaten Suriye valiliğinin verilmeşmesinden dolayı Babıali'deki Osmanlı hükümetine kırgın idi. Osmanlı hükümeti 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı için Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan Mısır ordusundan takviyeler göndermesi isteyince Kavalalı Mehmet Ali aşırı şartlar ve isteklerde bulunarak bu takviyeyi sağlamaktan çekinmişti. 1827'de Mora isyanını bastırmak için Kavalalı Mehmet Ali Paşa kendisine Mora valiliği verilmesi vaadini alamıştı. 1828'de Mora'nın bağımsız Yunanistan'a verilmesi üzerine bu valiliğe karşıt bir diğer Osmanlı eyaleti olan Suriye valiliği istemekten geri kalmadı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın genişleme siyasetinden çekinen Osmanlı Hükümeti bu isteği reddetti. Kavalalı Suriye'yi eline geçirmek bir amaç oldu ve bu bölgeyeyi ele geçirmek için bahaneler aramaya koyuldu.
İstanbul'da Koca Hüsrev Paşa tavsiyesi ile sadrazam Topal İzzet Mehmed Paşa azledildi ve 28 Ocak 1829'da Reşid Mehmed Paşa sadrazam yapıldı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı ve "Mısır Sorunu"'na çözüm bulmakla görevlendirilmişti. 1831'de Osmanlı Devleti Akka valisi olan Abdullah Paşa bu şehirde bulunan 6.000 fellahin askerlik etmemek nedeni ile Mısır'a kaçtığını ileri sürerek huküne halla Osmanlı Devleti'nin Mısır Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan bunların geri gönderilmesini istedi. Bu anlaşmazlığı çözmek için ve Suriye'yi eline geçirmek için bir bahane sayan Kavalalı Mehmet Ali Paşa Akka'ya asker gönderdi ve Mısır ordusu kaleyi 3 Kasım 1831'de kuşatmaya aldı.
1831'de Kavalalı Mehmet Paşa oğlu Kavalalı İbrahim Paşa komutası altında Mısır ordusunu Suriye'ye hücuma yolladı. Mısır donanması da İbrahim Yakan Paşa komutasında Yafa'ya çıkartma yaptı ve Kudüs'e yürüyüp bu şehri işgal etti. Mısır ordusu çok geecmeden Filistin ve Lübnan'ın Akdeniz kıyılarını, Akka hariç, fethettiler. Osmanlı valisi Abdullah Paşa komutasında bulunan Akka Mısır güçlerinin kuşatmasına direnmeye başladı. Nisan 1832'de Hüsrev Paşa Ağa Hüseyin Paşa'yı Anadolu serdâr-i ekremliğine tayin ettirdi ve emrine 45.000 kişilik bir ordu verildi. Bundan sonra Mısır ordusuna karşı yapılan her mücadelenin genel hatları İstanbul'da Serasker olan Koca Hüsrev Paşa tarafından planlanıp uygulanamaya koyulmaya başlandı.
Altı ay süren bir kuşatmadan sonra 27 Mayıs 1832'de Akka kalesi Mısır güçleri ellerine gcti. İbrahim Paşa ordusu sonra Şam'ı aldı. 8 Haziran'da Humus'ta bir Osmanlı ordusu ile muharebede galip geldi. 17 Temmuz'da Halep'i ellerine geçirdi. 29 Temmuz 1832'de bir serdar-ı ekrem Ağa Hüseyin Paşa'nın Osmanlı ordusuna karşı Belen Geçidi'nde yapılan muharebede galibiyet elde etti ve 30 Nisan günü Belen Geçidi Mısır ordusu eline geçti. Mısır güçleri Çukurova'ya girdiler; 31 Temmuz'da Tarsus ve Adana' düştü. Burada Mısır ordusu Suriye'yi tümüyle eline geçirdiği için hedefine erişmişti ve İbrahim Paşa Kahire'de olan babası Kavalalı Mehmet Ali Paşa gelecek emirleri beklemek için ordusunun harekatını durdurdu.
Fakat Hüsrev Paşa yeni bir Osmanlı ordusuna serdar-ı ekrem olarak Sadrazam Resid Mehmet Paşa komutasında Anadolu'ya gönderdi. Çukurova'da bulunan İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusunda bu haber alınınca Mısır ordusu Torosları geçerek Anadolu'ya geçti. İki ordu 21 Aralık 1832'de Konya ovasında Konya Muharebesi'ne giriştiler. Bu muharebe ortasında Osmanlı güçleri serdar-ı ekremi sadrazam Reşid Mehmed Paşa yaralandı. Bu yüzden Mısır kuvvetlerine esir düştü ve komutası altındaki Osmanlı ordusu yenik düştü. Osmanlı ordusundan kalanlar Kütahya'ya çekildiler.
Mısır ordusuna sanki İstanbul yolu açıktı ama ordunun tedarik yolları gittikçe uzamişti. Osmanlı Devcleti ise Mısır ordusunun tedarik yapınca İstanbul'a ilerlenmesinde korkmakta idi. Buna karşı bir tedbir olarak Büyük Britanya ve Fransa'dan yardım istendi. Ama Fransa Mehmet Ali Paşa'yı desteklemekteydi ve İngiltere Osmanlı'nın içişlerine karışmak istemediğini belirtip beklenen yardım alınamadı. Mart 1833'te Ruslar'dan yardım istendi. 8 Temmuz 1833'da Ruslarla karşılıklı yardımlaşma ve saldırmazlık antlaşması mahiyetindeki Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı. Rus donanması İstanbul'a gelip Büyükdere'de demir attı. Sultan II. Mahmud Büyükdere'de demir atan Rus donanmasını gezmeye gittiği zaman geceyi Koca Hüsrev Paşa'nın Emirgân'daki yalısında geçirerek kendisine büyük iltifatta bulundu. Rusya'nın bu antlaşmayla kazandığı haklar ve bu antlaşmanın gizli maddeleri Büyük Britanya ve Fransa hükümetlerini çok kuşkulandırdı. "Büyük Güçler" devletleri olarak doğrudan doğruya Osmanlı Devleti ile ona hala hukuken tabi olan Mısır valisi arasında "dürüst arabulucu" rolü oynamaya başladılar. Kütahya'da yapılan müzakerelerden sonra 14 Mayıs 1833de Kütahya Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma her iki tarafı da memnun etmemişti.
Mısır ordusu karşısında kendisinin kurup ve hazırladığı Osmanlı ordusunu bozguna uğradığını gören Serasker Koca Hüsrev Paşa bu eksikliği ortadan kaldırmak için çareyi Avrupa'dan askerî öğretmenler ve müşavirler getirmekte buldu. Prusya ordusundan İstanbul'a gelen müşavirler arasında o zaman genç bir subay olan, (sonra Prusya (Alman) ordusunda Mareşal rütbesine erişecek ve 31 yıl Prusya ve Alman genel kurmay başkanı olacak) Helmuth Karl Bernhard von Moltke de bulunuyordu. Moltke 1835-1839 arasında Osmanlı ordusunda öğretmenlik ve müşavirlik yaptı. Bu müşavirlik dönemindeki hatıralarını Moltke "Briefe aus der Türkei (Türkiye'den Mektuplar)" adı ile yazıp bastırmıştır. Bu kitapta Koca Hüsrev Paşa ile ilgili geniş bilgiler verilmektedir.
Koca Hüsrev Paşa'nın nüfuzu dolayısıyla Osmanlı Devleti protokolünde 1835'ten sonra seraskerlik şeyhülislâmlıkla aynı mertebede olduğu kabul edildi.
Fakat Haziran 1837'de hiç beklenmedik bir sırada Padişah II. Mahmut nüfuzunu gayet büyük ve parlak olan Koca Hüsrev Paşa'yı seraskerlik görevinden azletti. Bunun Koca Hüsrev Paşa'nın kendisinin yanında küçükten yetiştirdiği ve onun vasıtasıyla Sultan II. Mahmud'un damatları olan Damat Gürcü Halil Rifat Paşa ile Damad Mehmed Said Paşa tarafından hazırlanan entrikalarla planlanıp uygulandığı kabul edilmektedir. Bunlar sonradan Damat Gürcü Halil Rifat Paşa'nın Serasker olması ve Damad Mehmed Said Paşa'nın Hassa ve Mansure Müşirliklerinin birleştirilmesi ile ortaya çıkarılan Anadolu Seraskerliğine getirilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu beklenmedik azil herkesi çok şaşırttı.
Koca Hüsrev Paşa'ya Mansure'den 60.000 kuruş emeklilik maaşı bağlandı. Koca Hüsrev Paşa Emirgan'da bulunan sahil yalisında kendini inzivaya çekti.
Fakat Koca Hüsrev Paşa çok geçmeden tekrar devlet idaresine girdi. Kendine şeyh-ül vüzera unvanı verildi. 1838'de Meclis'i Vala-i Ahkam-ı Adliye reisliğine tayin edildi.
İkinci Osmanlı-Mısır Savaşı'nda 24 Haziran 1839'da Nizip Muharebesinde Osmanlı devletinin yenilme haberini ölüm yatağında alan II. Mahmud, 1 Temmuz 1839'da öldü. II. Mahmut'un cenaze töreni için Köprülü Kütüphanesi önünde beklemekte olan devlet ricali arasında Sadrazam Mehmet Emin Rauf Paşa ve Meclis'i Vala reisi olan Koca Hüsrev Paşa da bulunmaktaydı. Koca Hüsrev Paşa tam bu sırada sadrazama yeni padişahın kendini azlettiğini bildirdi ve mühür-ü humayunun yeni sadrazam olarak kendisine teslimini istedi. Böylece 2 Temmuz 1839'da Koca Hüsrev Mehmed Paşa sadrazam oldu. 2 Temmuz 1839 - 8 Haziran 1840 tarihleri arasında ön bir ay yedi gün sadrazamlik yapmıştır.
Hüsrev Paşa'nın sadrazam oluşu Osmanlı devletinin daha da kötüleştirdi:
Osmanlı Devleti hariciye nazırı Koca Mustafa Reşid Paşa idi. "Mısır Sorunu"'nun çözümü için Avrupa yardımını sağlamak "Büyük Güç" Avrupa devletleri ile görüşmeler yaptı. Bu yardımın sağlanması için Osmanlı devleti hizmetlerinin ıslah edilerek bir reform paketi uygulanması gerektiği ortaya çıktı. Tutucu olan sadrazam Koca Hüsrev Paşa reformlar aleyhinde idi. Mustafa Resid Paşa yeni tahta geçmiş olan genç padişah Abdülmecid'i yeni reformları uygulamaya inandırdı. 3 Kasım 1839'da Koca Mustafa Resid Paşa Gülhane Parkı'nda Tanzimat Fermanı' veya "Gülhane Hatt-ı Şerif-î"'ni okuyarak "Tanzimât-i Hayriye (Hayırlı Düzenlemeler)" diye anılmaya başlayan reform paketini açıkladı ve Tanzimat Dönemi'ni başlattı. Bu uygulamalar aleyhinde olan Koca Hüsrev Paşa 11 ay 7 gün süren sadrazamlıktan sonra 8 Haziran 1840'ta azledildi ve yerine üçüncü kez Mehmet Emin Rauf Paşa sadrazam oldu.
Koca Hüsrev Paşa sadrazamlıktan ayrıldıktan sonra Emirgan'da olan yalısında mecburi olarak ikamete mecbur edildi. Hakkında çeşitli konularda, genellikle rüşvet almak yüzünden, davalar açıldı. Bu davalarda bu çeşitli konularda suçlu bulundu. Ceza kararları bundan sonra devlet işlerinin kendine verilmemesi; vezirlik rütbesinin geri alınması ve iki yıl süre ile Tekirdağ'da iç sürgüne gönderilmesi idi.
Koca Hüsrev Paşa 1 yıl Tekirdağ'da iç sürgünde bulunduktan sonra 1841'de (yaklaşık 72 yaşında iken) yaşlılığı nedeni ile Sulatan Abdülmecid tarafından affedildi.
30 Aralık 1845'te Sultan Abdülmecid huzurunda yapılan yeni yıl merasime davet edildi. Yaşına hürmeten (yaklaşık 76 yaşında olan) Koca Hüsrev Paşa'ya sadrazamlara verilen bir nisan verildi. Devlet protokolünde sadrazam ve şeyhülislam sırasında durmasına izin verildi. Ocak 1846'da Meclis-i Aliye'ye alındı ve seraskerlik görevi ikinci defa kendine verildi verildi.
Koca Hüsrev Paşa serasker görevine getirlince ilk önce kendinin idare ettiği Sersakerlik te eşki serasker Rizâ Paşa yakın taraftarları olduğu bilinen ayıklayıp işten atmaya başladı. Üsküdar'a nakledimiş buluna Seraskerlik binasını tekrar eskiden kendinin çalıştığı Bayezid'deki eski saraya (günümüzdeki İstanbul Üniversitesi merkez binasına) naklettirdi. Seraskerliği yine Hassa müşirliğiyle birleşti |
rdi. Devlet memurluklarında önemli değişiklikler yapmaya koyuldu. Kendisinin ilk seraskerlikten azledildikten sonra kendisine rüşvet suçu yükleyenlerden intikam almak istemekteydi. Bu nedenle seraskerlikten ayrı kaldığı yıllara ait kamu hesapları çok ayrıntıları ile incelemeye koydurdu. Bu incelemelr sonucunda, özellikle eski rakiplerinin mesul oldukları askerî masraflar hespalrında epeyce yolsuzluk ortaya çıkarıldı. Bu yolsuzluklar dolayışyla eski rakiplerini ve tarftarlarını elimine etmekte iken; kendini tutan kişileri devlet içinde önemli mevkilere getirtti. İstanbul muhafızlığı o zamana kadar seraskerliğe bağlı idi. Bu kurum yerine. (gümümüzde emniyet genel müdülüğüne karşıt) zaptiye müşirliği kurumunu kurdurdu.
Temmuz 1846'da Osmanlı devletinin Mısır valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın İstanbul ziyareti sırasında Koca Hüsrev Paşa onunla çok samimi görüşme yaptı.
28 Eylül 1846'da sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa'nın azliyle Koca Mustafa Reşit Paşa sadrazamlığa getirildiği zaman seraskerlik görevleri alındı ve sadece Meclis-i Aliye üyeliği üzerinde kaldı. Fakat İstanbul ilerigelen tutucu çevreleri Hüsrev Paşa'nın yeniden şadârete getirileceği söylentileri ile çalkanmaya başladı Buna hem sadrazam hem de girişilen Tanzimat ıslahatını aksataçağı düşüncsesnicde olan "Büyük Güçler" Batılı devletleri elçileri tedirgin olmaktaydılar.
Son yıllarını Emirgan'daki sahil konağında geçirdi. 3 Mart 1855'da (yaklaşık 86 yaşında iken) orada hayat gözlerine yumdu. Eyüp ta Bostan İskelesi'de yaptırdığı külliyesinde bulunan türbesinde gömülmüştür.
Dikkate değer bir özelliği, aralarında sonradan sadrazam olacak İbrahim Ethem Paşa'nın da bulunduğu yüz kadar çocuğu küçük yaşta (kimi zaman köle pazarından) evlatlık alması; onları özel hoacalarla kendi evladı gibi yetiştirmesi ve sonra devlet memeuru olamalarını sağlamasıdır. Bu eski Türk, Memluklu ve Osmanlı "gulam sistemi"'nin son büyük uygulamsi olduğu kabul edileir. Çocukların çoğu ilerleyen yıllarda devlet içinde önemli mevkilere gelmişlerdir. Nitekim, 1827 yılında 27.000 asker sayısına ulaşan yeni Osmanlı ordusunun (kısaca Mansüre Ordusu denilir) subay kadrosu içinde Koca Mehmet Hüsrev Paşa'nın 70-80 kadar evlatlığı çekirdek bir grup oluşturmaktaydı. Himayesinde yetiştiriklerden Topal İzzet Paşa'nın Kaptan-ı Derya olmuştur.
Koca Hüsrev Paşa'nın seraskerlik döneminde (günümüzde Kara Harp Okulu'nun başlangıcı olan) "Mekteb-i Harbiye"'nin II. Mahmud'un fermanı ile 1834 yılında kurulmaya başlandı. Bu eğitim kurumu 1 Temmuz 1835'te Maçka'da padişahın da katıldığı bir törenle eğitim ve öğretime başladı.
Yine seraskerlik döneminde Silistre ve İstanbul'da iki süvari alayı oluşturdu ve bunların eğitimine büyük paralar ve dikkat sarfetti.
Koca Hüsrev Paşa aynı zamanda, bir Tunus-Cezayir yolculuğu esnasında ahalide gördüğü fes giyme adetini Osmanlı Devleti'ne tanıtan ve fesin kabulünü sağlayan kişidir.
Koca Hüsrev Paşa büyük servet sahibi olmuştu ve 1854'te tanzim edilen vakfiyesi göre bu servetinde 1 milyon kuruşluk bir fon ayırarak çeşitli vakıf ve hayır kurumlarına vermişti. Bu fonun faiz gelirinin yaptırdığı hayrat için bakım ve tamir masrafları ve bu hayratlarda görevlilerin maaşlarına harçedilmesi öngörülmüştü.
Bu vakıfların başında İstanbul Eyüp ilçesinin "Merkez Mahallesi" "Bostan Iskelesi Sokağı" ile "Boyacı sokağı" üzerinde bulunan şahsi türbesi, tekke , (1015 cilt Osmanlıca kitap ihtiva eden) "Hüsrev Paşa Kütüphanesi" ve bir çeşme'den oluşan "Hüsrev Paşa Külliyesi" gelmektedir. Külliyenin değişik kısımları değişik tarihlerde yapılmıştır. Hüsrev Paşa Kütüphanesi 1839 yılında tamamlanmış; şahsi türbe paşa hayatta iken yapılmış; tekke paşanın şahsi konağının tadilinden sonra ortaya konulmuş olup vakfiyesi 1857/58 tarihinde tescil edilmiş ve çeşme ise 1858/1859da eklenmiştir.
Çengelköy, Baklalı Köy, Has Köy ve Küçükçekmece'de dört çeşme yaptırmıştır.
Vakfiye faiz gelirinden muhtelif camilerdeki imam, müezzin ve vaizlere, Edirnekapı dışındaki Nakşıbendî tekkesi dervişlerine ve bazı kendi kapı halkına maaş bağlanmıştı.
Koca Hüsrev Paşa'nın gönderdiği bazı mektuplar özel sekreteri olan "Çobanzade Halil" tarafından toplanmış ve "Muntehabat-Müftide-i Müktatebe" adı ile yazma eser olarak yayınlanmıştır
Günümüzde gayet önemli biyografi eseri olen "Osmanlılar Ansiklopedisi" onu şöyle değerlendirmektedir:
Çok ince bir zekaya sahipti. Görenlerin hepsi onun son derece müstehzi ve nüktedan olduğunda söylemekte birleşir. Fakat işgüzar, tedbirli ve cömert vasıflarını da buna eklerlerdi. Yeni Osmanlı ordusununu o kurmuş ve çok değerli kumandanlar yetiştirmiştir.
Çapraz satış
Çapraz satış (İngilizce: "cross selling"), müşteriye genel satın alma eğilimini analiz ederek birbiriyle ilişkili ürün veya hizmetleri satma stratejisi. Çapraz satış uygulamalarında müşteri eğilimlerini tespit etmek amacıyla genel olarak veri madenciliği adı verilen istatistiksel teknikler kullanılır.
Daron Malakian
Daron Vartan Malakian, 18 Temmuz 1975 tarihinde Kaliforniya, ABD'de doğan gitarist ve vokalist. Scars on Broadway grubunun kurucusu, gitaristi ve vokali; System of a Down grubunun elektro gitaristi ve back vokali.
Babası Vartan Malakian bir ressam, dansçı ve koreograf , annesi Zepur Malakian ise bir heykeltıraştır.
2003 yılına kadar Ibanez sponsorluğunda özel tasarım olan "Ibanez Iceman Daron Malakian Model" (dmm1) ile sahne almıştır. Ardından Ibanez Gio serisini kullanmaya başlamıştır. Mezmerize albümünden itibaren ise Gibson SG kullanmaktadır.
Malakian, genç yaşta heavy metal müzik türü ile ilgilenmeye başladı. Van Halen, Iron Maiden, Judas Priest, Motörhead ve Ozzy Osbourne dinlemeye başladı.O her zaman davul çalmak istedi ancak ailesi, davulun sesinden ve boyutundan dolayı onu gitara yönlendirdi. Daha sonra The Beatles dinlemeye başlayan Malakian, John Lennon hayranıdır.
System Of A Down grubundaki arkadaşları Serj Tankian ve Shavo Odadjian ile aynı okulda eğitim görmüştür.Daron Malakian, 1993 yılında Serj Tankian bir araya geldi. Bu dönemde Tankian bir grupta klavye çalıyordu, Daron ise başka bir grup için gitar çalıyor ve şarkı söylüyordu. Bir araya gelmelerinden sonra basçı Dave Hakopyan ve davulcu Domingo Laraino ile Soil adlı bir grup kurdular. Daron Malakian, Soil grubunun dağılmasının ardından Serj Tankian, Shavo Odadjian ve Andy Khachaturian ile birlikte System Of A Down grubunu kurdu. Fakat 1997 yılında grupta bir değişiklik yaşandı. Grubun davulcusu Andy Khachaturian’ın ayrılması ile John Dolmayan gruba dahil oldu.
2006 yılında verdiği röportajlarda "Scars on Broadway" isimli solo albümü çalışmaları için System of a Down ile bir süreliğine yollarını ayırmıştır.Daron Malakian ve John Dolmayan'ın kurduğu Scars on Broadway'in aynı adı taşıyan ilk albümlerini 2008 yazında çıkarmıstır.6 ay Scars on Broadway turnesine devam eden Daron kişisel sebeplerden dolayı SOB un ABD turnesini iptal etmiştir.
Daron Malakian California Glendale'de oturmaktadır. Mum, Fas kilimleri,nargile, enstrüman ve kafatası koleksiyonu bulunmaktadır ve Los Angeles Angels bezbol takımı hayranıdır. 2009 halloween ında Shavo Odadjian'ın düzenlediği Shavoween Partisi'nde konsere çıkmıştır. 2011'de System Of A Down tekrar birleşmiştir ve Nürburgring, Almanya'da 5 Haziran 2011'de Rock Am Ring'de konser verilmiştir.
Daron Malakian alkol kullanmamaktadır. Bir röportajında bu konudaki görüşünü 'Yaşamım boyunca alkol yüzünden birçok pislik gördüm ve kötülükle karşılaştım. Eskiden kullanıyordum fakat 21 yaşımdan beri kullanmıyorum.' şeklinde dile getirmiştir. Malakian koyu bir Edmonton Oilers taraftarıdır. O kadar fanatiktir ki oturma odasında birçok oyuncunun imzalı forması, takımla ilgili figürler bulunmaktadır.
Malakian, System of a Down'ın 2005 yılında dağılmasından sonra 2003 yılında oluşmaya başlayan; grubun basçısı Shavo Odadjian ile birlikte Scars on Broadway adlı bir projesi olduğunu açıklamış, daha sonra Odadjian grupta yer almamış; baterist John Dolmayan gruba dahil olmuştur. Scars, 29 Temmuz 2008'de grubun adını taşıyan bir albüm yayınlamıştır. System of a Down'ın 2011'de tekrar birleşmesiyle grubun dağıldığı düşünülmekteydi, ancak Scars on Broadway, 24 Şubat 2012'de resmi sitesinden yayınladığı 'Guns Are Loaded' isimli demosuyla grubun halen aktif olduğunun ve çıkacak olan muhtemel yeni bir albümün sinyallerini verdi.
System of a Down'ın Mezmerize albümünde yer alan B.Y.O.B isimli parçanın giriş bölümünü, Scars on Broadway'in 2003 yılındaki deneme kayıtlarından oluşan Ghetto Blaster Rehearsals kayıtlarında duyabilmek mümkündür. O dönemde Scars on Broadway'in vokalistliğini üstlenen Casey Chaos, Mezmerize albümünde yer alan bu parçanın bestelenmesinde kendisinin de payı olduğunu iddia ederek Malakian'a dava açmış ve kazanmıştır. Fakat mahkeme 2010 yılında bu kararı iptal ederek Chaos'un parça üstündeki haklarını geri almıştır.
Malakian has also produced a number of albums.
Maden
Maden cevheri ya da kısaca maden, yer kabuğunda iç ve dış doğal etkenlerle oluşan, ekonomik yönden değer taşıyan minerallere verilen ad. Her mineral cevher değeri taşımaz. Bir mineralin cevher değeri taşıması için piyasa şartları gibi birtakım ekonomik etkenlerce belirlenen Tenör değerlerine sahip olması gerekir. Maden sözcüğü aynı zamanda "maden ocağı" anlamında da kullanılır.
Maden sözcüğü Arapça kökenlidir ve "toprağın içinde sarılı olmak" kökünden gelir. Cevher sözcüğü de yine Arapça kökenlidir ve "öz, kıymetli taş" anlamlarına gelir.
Madenlerin ekonomiye kazandırılması süreci, jeoloji mühendislerinden, maden mühendisleri ve metalurji ve malzeme mühendislerine kadar çeşitli mühendislik dallarında çalışan mühendisleri içine alan uzun bir süreçtir. Birçok maden çeşidi vardır. Bunlardan yüzeye yakın olanlar açık işletme, derindekiler ise kapalı işletme teşekkülleri ile çıkartılır. Elmas madeni bu gruba örnek olarak verilebilir.
Bozulmuş veya tahrip edilmiş maden alanlarının (ocaklarının) peyzaj mimarlığı mesleği faaliyet alanları içerisinde arazi biçimlendirme mühendisliği(Grading-engineering) ve bitk |
isel tasarımlar ile yeniden onarımı ile ülkeye kazandırılması görsel ve doğal kirliliğin azaltılması, vahşi yaşamın korunması ve rekreasyonel faaliyet alanları için daha sağlıklı mekanlar yaratılmasında önemli rol oynar.
Koca Mustafa Reşid Paşa
Koca Mustafa Reşid Paşa veya Mustafa Reşid Paşa, (d. 13 Mart 1800 - ö. 7 Ocak 1858), Osmanlı Sadrazamı, devlet adamı ve diplomat.
Osmanlı Devleti'nde Tanzimat'ın mimarı ve devrin en önemli devlet adamlarından biridir. Sultan Abdülmecit döneminde 6 kez olmak üzere toplam 7 yıl 1 ay Sadrazamlık yapmıştır. Ayrıca 4 kez Hariciye Nazırlığı, Edirne Valiliği, birden fazla kez ise Paris ve Londra Elçiliği görevinde bulunmuştur.
İngiliz yanlısı bir politikası olan Mustafa Reşid Paşa, Hariciye Nazırlığı döneminde 1838'de Baltalimanı Antlaşması ile İngilizlere ticari imtiyazlar bağışlayarak gittikçe ağırlaşan Mısır meselesinde İngilizlerin desteğini sağlamaya çalışmış ancak bu anlaşmanın, Osmanlı iktisadi hayatına zarar verdiğini düşünen kişiler tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Özgürlükleri, insan haklarını, modern eğitimi, teknolojik yenilikleri ülkesine taşımak ve Avrupa devletleri katında saygınlık kazanmasını sağlayarak bu devletlerle siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmalar gerçekleştirmek amacıyla hazırladığı Tanzimat Fermanı'nı 3 Kasım 1839 Gülhane Parkı'nda okuyarak ilân etmiş ve 19. yüzyıl boyunca hukuk, eğitim, askeri ve sosyal alanlarda gerçekleşecek reformlar dönemini açmıştır. 1840'ta imzalanan Londra Antlaşması ile Mısır sorununun bir çözüme kavuşturulmasında büyük rol oynadı.
Sultan Abdülmecid, onca güvendiği ve Tanzimat'ın mimarı sayılan Mustafa Reşid Paşayı ancak 1846 yılında sadarete getirebildi. Mustafa Reşid Paşa yapılan reformların garantisini eğitim olarak görmekte idi. Bunun için 1846 yılında Meclis-i Maarif-i Umumiye'yi kurdu. 1851’de Mustafa Reşid Paşa’nın girişimi ile Avrupa bilim akademileri örnek alınarak Encümen-i Daniş adında bir bilim ve kültür kurulu oluşturuldu.
1853'te Kırım Savaşı patlak verdiği sırada Hariciye Nazırlığı görevindeydi ve Rusya'ya karşı İngiltere ve Fransa'yı Osmanlı Devleti'nin yanına çekmeyi başardı. 1856'da kendisinin yetiştirdiği yeni Sadrazam Âli Paşa'nın hazırladığı Islahat Fermanı'nı Devletin çıkarlarına aykırı bulduğunu belirterek şiddetle tenkit etti. Son sadrazamlık dönemi esnasında 7 Ocak 1858 tarihinde 57 yaşındayken İstanbul'da öldü.
Mustafa Reşid Paşa 13 Mart 1800 yılında İstanbul'da doğdu. Babası II. Beyazid Külliyesi Vakıfları ruznameçecisi Mustafa Efendi'dir. Okuma yazmayı babasından öğrendikten sonra, eğitimine kısa bir süre medresede devam etti ama icazet alamadı. Babasının ölümünden sonra Osmanlı Devleti'nin önemli Devlet Ricalinden olan dayısı Ispartalı Seyyid Ali Paşa'nın yanında girip özel eğitimle yetişti. Beylerbeylik, Sadrazamlık, Seraskerlik gibi önemli görevlere getirilmiş olan Seyyid Ali Paşa, Mora'daki Rum ayaklanmasını bastırmak görevi ile Mora Seraskerliğine atanınca onun mühürdarlığıni yaptı. Mora'da Osmanli Ordusu'nun perişan durumunu yakından gördü. Fakat 1821'de Seyyid Ali Paşa görevinden alındı ve üç yıl İstanbul'da ikamete zorlanarak görevsiz ve işsiz kaldı. Bu dönemde yeğeni olan Mustafa Reşid'in eğitimini arttırmakla uğraştı.
1824'te Sadaret Mektub-i kalemine girdi. 1828 Osmanlı-Rus Savaşı başlayınca ordu katibi olarak sefere katıldı. Ordugahtan Saray gönderilen rapor özetleri (telhisler) yazmakla görevlendirildi. Bu telhisler Sultan II. Mahmud'un dikkatini çekti. İstanbul'a dönünce Amedi Odası halifeliğine atandı. 1829'da Rusya ile yapılan Edirne Antlaşması için, Rus delegeleri ile birlikte müzakerelere katip olarak katıldı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa temsilcileri 1827'deki Navarin Olayı sonunda bazı kabul edilemeyen taleplerde bulunmuş ve uzlaşmaz tavırlar almışlardı. Bu konuda Kavalalı ile şahsen konuşmalarda bulunmak için Mısır'a Pertev Efendi gönderildi ve Mustafa Reşid de onun ikinci katibi olarak Kahire'ye gitti. Yapılan müzakereler sırasında katip Mustafa Reşid, Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın dikkatini çekti ve ona Kahire'de iş teklif edildi; fakat Mustafa Reşid bunu kabul etmedi ve 1831'de İstanbul'a döndü.
21 Aralık 1832'de Osmanlı ordusu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır Ordusuna Konya Muharebesi'nde mağlup olup bozguna uğradı. Bunun üzerine merkezi Osmanlı Devleti Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya; Mısır, Girit, Cidde, Kudüs ve Nablus Sancaklarının yönetimini vermeyi kabul etti. Bunu bildiren padişah fermanını, Tophane Müşiri Halil Rıfat Paşa ile birlikte Mustafa Reşid Mısır'a götürdü. Mustafa Reşid, İstanbul'a geri döndüğünde İbrahim Paşa'nın Mısır Ordusu Kütahya'ya kadar ilerlemişti.
29 Mart 1833'te Mısır Ordusu Komutanı İbrahim Paşa'ya gönderilen Osmanlı merkez müzakere heyetinin katibi Mustafa Reşid idi. Bu konuşmalar sonunda Kütahya Antlaşması imzalandı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya daha önce verilen Sancaklar yanında Şam ve Halep eyalet valilikleri ve oğlu olan İbrahim Paşa'ya da Adana Muhassallığı verildi. Sultan II. Mahmud, özellikle İbrahim Paşa'ya Adana Muhassıllığı'nın bırakılmasına çok kızdı. Müzakerelerde Osmanlı baş delege görevini yapan Mustafa Reşid, Padişahın gazabını üzerine çekti ve bazı dostlarının araya girmesi ile ölüm tehlikesinden zor kurtarıldı.
Osmanlı devleti, Batı Avrupa ülkelerine devamlı elçi gönderme kararı aldı. Temmuz 1834'te genç yaşta olan Mustafa Reşid, Amedilik görevi üzerinde kalmak üzere "fevkalade orta elçi" olarak, Sultan II. Mahmut tarafından Paris'e atandı. Bu görevde iken 1830'da Cezayir'i işgal etmiş olan Fransa'nın bu arazileri tekrar Osmanlı Devleti yönetimine vermesini sağlaması beklenmekteydi ama Mustafa Reşid diplomasi ile bunu başaramadı. Fransa devleti uzun bir zamandır Mısır'da Kavalalı Mehmet Paşa'ya ve idaresine iç ve dışta destek sağlamaktaydı. Mustafa Reşid Fransa yöneticilerini ve kamuoyunu, Osmanlı Devleti lehine çevirmede daha başarılı oldu. Paris'te iken Mustafa Reşid, Sultan II. Mahmud'un tavsiyelerine uyarak gayet iyi Fransızca da öğrendi. 1835'te İstanbul'a geri çağrıldı. Ama İstanbul'a gelişinden üç ay sonra, bu sefer Büyük Elçi unvanı ile, Fransa'ya Paris'e gönderildi. Burada yine Cezayir ve Mısır problemleri ile uğraşmaya başladı.
13 Eylül 1836'da Osmanlı Devleti Londra Büyükelçisi Mehmed Nuri Efendi Paris Büyükelçiliğine getirildi. Onun yerine aynı zamanda Osmanlı Devleti Londra Büyükelçiliğine Mustafa Reşid getirildi. Buna başlıca neden, Paris Büyükelçisi iken Mustafa Reşid'in, Sultan II. Mahmud'a gönderdiği yazılarda; "Fransa'nın uluslararası alanda Mısır sorununa Osmanlı Devleti'ne destek olamayacağını, İngiltere'nin uluslararası alanda daha fazla ağırlık kazandığını ve Mısır sorununun İngiltere aracılığı ile Osmanlı Devleti lehinde daha uygun bir sonuç sağlayabileceğini" vurgulaması idi. Mustafa Reşid Londra'da Elçilik görevi yapmakta iken Osmanlı Devleti Hariciye Müsteşarlığı görevine getirildi. Haziran 1837'de ise o zaman İstanbul'da Hariciye Nazırı olan Ahmed Hulusi Paşa görevi yapmakta iken beklenmedik bir zamanda öldü. Londra'da bulunan Mustafa Reşid Bey'e, "paşa" unvanını kullanmamak şartı ile, "müşir" rütbesi verildi ve Osmanlı Devleti Hariciye Nazırı görevine atandı. Mustaafa Reşid, Osmanlı Devleti Hariciye Nazırı sıfatıyla İrlanda'ya bir geziye çıktı ve Londra'ya dönmekte iken de İngiltere'nin sanayi bölgeleri olan Kuzey-Batı İngiltere ve Midlands bölgelerine gezi yaptı. Sonra İstanbul'a geri döndü.
İstanbul'da 1837-1838 döneminde ilk defa Hariciye Nazırlığı görevini ifa etmeye başladı. 25 Ocak 1838'de "paşa" unvanı verildi. Fakat kendini İstanbul'an uzaklaştırmak isteyen bir klik onun 1838'de Hariciye Nazırlığı üstünde kalmak şartıyla Fransa'ya Paris Büyükelçisi olarak görevlendirilmesini sağladılar. Fakat bu tayin kararnamesi daha yola çıkmadan önce iptal edildi ve Mustafa Resid Paşa İstanbul'da asıl görevine devam etti.
Önemli bir icraati İngiltere ticaret çevrelerinin istediği şekilde gemiler ve limanlarda sağlık durumunu sağlayıp kontrol etmek için önemli Osmanlı limanlarında karantina merkezleri kuruldu ve bunların yönetimi "Meclis-i Umur-u Sıhhiye" adli bir yönetim birimi oluşturuldu.
16 Ağustos 1833'te ise yine İngiltere tüccarlarının isteklerine uygun olmak üzere, İngiltere ile bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu ticaret anlaşması ile Osmanlı iç ticaretinde ve Osmanlı limanlarında uygulanan imtiyazlar; gümrük vergileri ve mal kontrolleri sadece yabancı İngiliz tüccarlar lehine değiştirilmekte idi ve İngiltere tüccarlarına Osmanlı ülkelerinde geniş ticaret hakları tanınmakta idi. Böylece İngilizlere tanınan imtiyazlarla özellikle Mısır meselesinde, İngiliz devletinin yardım ve desteğini sağlandığı umulmakta idi.
Bu görevde II. Mahmud'la daha yakın ilişki kurdu. Padişaha sunduğu raporlarla ülkede köklü reformlar yapılması gereğini belirtti. 1838'de gittikçe ağırlaşan Mısır sorununda destek sağlaması amacıyla Londra Büyükelçiliğine atandı.
1 Temmuz 1839'da tahta yeni çıkan Sultan Abdülmecid'i kapsamlı bir reform programının gereğine inandırmayı başardı. Bunun ilk adımı ve hukuki temeli olarak da, 3 Kasım 1839'da Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Humayunu) ilan edildi. Gülhane Hatt-ı Şerif-î'ni 3 Kasım 1839 tarihinde okuyan kişi oldu. İkinci kez Hariciye Nazırı olan Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat Fermanı'nın öngördüğü yeniliklerin uygulanması için çaba harcamaktaydı. Aynı zamanda, 1840'ta imzalanan Londra Antlaşması ile Mısır sorununu da bir çözüme kavuşturdu. Ama İstanbul'da onun ve Tazminat Fermanı'nın aleyhinde bulunanlar önem kazanmaya başladılar. Diğer taraftan Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile ona arka veren Fransa, Londra Antlaşması'na karşı direnmekteydiler. Sultan Abdülmecid ortalığı yatıştırmak amacıyla 1841'de Mustafa Resid Paşa'yı Hariciye Nazırlığından almak zorunda kaldı.
Ama hemen 1841 yılında tekrar Paris'e Büyükelçi olarak gönderildi. Mısır'ın Londra Antlaşması'nı kabulünde ve Kırım sorunlarına çözüm geliştirilmesinde rol oynadı.
1843 yılında Edirne Valiliğine getirildi. Ama aynı yıl içinde yeniden Paris, Fransa'ya Büyükelçi olarak gönderildi.
Koca Mustafa Reşid Pa |
şa, Abdülmecit saltanatında 6 kez sadrazamlik yapmıştır. Sadrazamlığa ilk defa 28 Eylül 1846'da getirildi. 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı'nın getirdiği yenilikler konusunda fazla bir şey yapılmadığını gördü. Bu değişiklikleri bir an evvel uygulamak hızla icraat yapmaya koyuldu. Özellikle devlet yönetimi, eğitim ve hukuk alanında yapılmaya başlayan değişimler devlet ricalinin tutucu kesiminin tepkisiyle karşılaştı. Bunun için Mustafa Reşid Paşa, 1846-52 döneminde üç defa istifa etmek zorunda kaldı. Ama her seferinde kısa bir aralıktan sonra yeniden Sadrazam olup değişiklik yapma icraatında devam etti.
5 Ağustos 1852'de Sadrazamlıktan ayrıldıktan sonra 1853'te dördüncü kez Hariciye Nazırlığına getirildi. Bu sırada Rusya kendini Ortodoks Hristiyanlarının hamisi ve Kudüs'te kutsal yerleri koruması istekleri ile Osmanlı Devleti'ne baskı yapmaya başladı. Çar I. Nikola, Finlandiya Genel Valisi olan Prens Aleksandr Menşikov'u özel elçi olarak bu baskıyı bir antlaşmaya döndürmek için İstanbul'a göndermişti. Mustafa Reşid Paşa Hariciye Nazırı olarak buna karşı koydu. İngiltere ve Fransa'yı Osmanlı Devleti'nin yanına çekmeyi başardı. 1853-1856 Osmanlı-Rus Savaşı veya Kırım Savaşı Rusların Eflak ve Buğdan'ı işgal etmesi ve Dobruca'yı alması ile başladı. Serdar-ı Ekrem Ömer Lütfi Paşa komutasındaki Osmanlı Orduları ve tarafsızlık iddia eden ama büyük bir kuvvet ile Tuna Nehri kuzeyinde bulunan Avusturya politik gücü dolayısıyla Ruslar Eflak-Buğdan'ı terk ettiler ve tarafsız Avusturya güçleri bu arazileri girip Osmanlı-Rus ordularını karşı karşıya gelmekten men ettiler. 30 Kasım 1853'da Rus donanması Sinop Baskını yaptı ve baskının hemen ardından İngiliz ve Fransız Donanmaları Karadeniz'e girdiler. İngiliz, Fransız, Sardunya ve Osmanlı Orduları koordinasyon yapıp Eylül 1854'de bu Ordular Kırım'a çıkıp Rusların Karadeniz Donanma Üssü olan Sivastopol kuşatmasına başladılar.
Savaş bütün hızıyla sürerken Koca Mustafa Reşid Paşa, 24 Kasım 1854'te dördüncü kez Sadrazam oldu. Bu seferki sadrazamlığı bir sene sürdü ve 2 Mayıs 1855'te bu görevden ayrıldı. Kırım'da kuşatma devam etmekteydi ve Sivastopol ancak bir yıl kuşatmadan sonra 9 Eylül 1855'te düştü.
Barış müzakereleri 25 Şubat 1856'da Paris Konferansı adı ile başladı ve 30 Mart 1856'da Paris Antlaşması imzalandı. Ama Osmanlı Devletini o zaman Sadrazam olan Mehmed Emin Âli Paşa temsil etti ve antlaşmayı Osmanlı temsilcisi olarak o imzaladı. Bu antlaşmanın şartlarına bağlı olan bazı maddelere önem veren Islahat Fermanı da Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa tarafından büyük Avrupa devletlerinin arzuları doğrultusunda hazırlanarak, 18 Şubat 1856'da yürürlüğe konuldu. Mustafa Reşid Paşa, kendi yetiştirdiği yeni sadrazamın hazırladığı Islahat Fermanı'nı, Devletin çıkarlarına aykırı bulduğunu belirten bir raporu Abdülmecid'e sundu.
Bundan sonra Mustafa Reşid Paşa 1 Kasım 1856 - 6 Ağustos 1857 döneminde ve 22 Ekim 1857 - 7 Ocak 1858 döneminde iki defa daha Sadrazamlık yaptı.
7 Ocak 1858 tarihinde 57 yaşındayken İstanbul'da öldü.
İbrahim Sarim Paşa
İbrahim Sarim Paşa (1801 İstanbul- 1854, İstanbul), Osmanlı devlet adamı ve diplomattır. Abdülmecid saltanatında 29 Nisan 1848-12 Ağustos 1848 tarihleri arasında üç ay on üç gün sadrazamlık yapmıştır. Ayrica Hariciye Nazırlığı, Maliye Nazırlığı ve Ticaret Nazırlığı görevleri yapmıştır.
İbrahim Sarim Paşa 1801 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Büyük Ayasofya türbedarı Hafız Musa Efendi idi. Divan-î Hümayun kaleminde yetişmiştir. Güzel yazısı ve üstün gayreti ile dikkati çekti. Reis-ül küttab Süleyman Necib Efendi'nin kızı ile evlilik yaptı. 1822'de "hacelik" rütbesine yükseltildi. Sonra Amedi halifeliğine getirildi. 1832'de Mısır'a gönderilen Amedi Mustafa Reşid Efendi yerine vekil olarak Amedi görevi yaptı. 1833'de bu vekalet gorevini elinde tutarak baş mukataacılığa atandı ve bazı vezirlerin kapı kethudalığını yapti. 1937'de Divan-î Hümayun beylikçisi oldu.
1838'de büyükelçilik ve hariciye müsteşarlığı unvanları verilerek İngiltere'ye gönderildi ve Kraliçe Viktoriya için yapılan taç giyme töreninde Osmanlı Devleti'ni temsil etti. Ağustos 1838'de İstanbul'a döndü. Dar-î Şurayı Babıali'ye atandı. Sonra Dahiliye Nazırlığı müsteşarı oldu. Takiben Meclis-i Umur-u Nafia reisliğine atandı.
1839 yılında Osmanlı Devleti'nin Tahran fevkalade murahhas büyükelçisi oldu. 1871'e Sayda Eyaleti deftardarı olarak atandı ama sağlık nedeni ile istifa edip bu göreve gitmedi. Aynı yıl "Meclis-i Valay-ı Ahkam-ı Adliye ((Yargıtay))" üyesi yapıldı. Haziran 1841-Aralık 1841 tarihleri arasında Ticaret Nazırlığı yapıldı. Sonra Ocak 1842-Mayıs 1843 tarihleri arasında da Hariciye Nazırlığı yaptı. Bu görevini Kasım 1844-Kasım 1845 tarihleri arasında yaptığı Londra büyükelçiliği takıp etti. Aralık 1845-Temmuz 1846 tarihleri arasında ise Ticaret Nazırı olarak atandı. Şubat 1847-Şubat 1848 tarihleri arasında Maliye Nazırlığında bulundu. Şubat-Nisan 1848 tarihleri arasında "
Meclis-i Ahkam-ı Adliye (Yargıtay)" reisliği yaptı.
Sonra 1848 yılının Nisan ayında Sadrazam oldu ve bu görevde 3 ay kaldı. Sadrazam Koca Mustafa Reşid Paşa'nin kızı Ayşe Hatunla evlendi.
Sonra Eylül 1849-Ekim 1851 tarihleri arasında Hüdavendigar (Bursa) Valiliği ve Şubat-Eylül 1853 tarihleri arasında da Trabzon valiliği yapmıştır. 1854 yılında vefat etti.
Oğlu Maliye Nazırı Mustafa Hilmi Paşa'dır. Torunları İstanbul'da "Meniz" soyadıyla yaşamaktadır.
Mehmed Emin Âli Paşa
Mehmed Emin Âli Paşa (d. 5 Mart 1815 - ö. 7 Eylül 1871), Osmanlı Devleti’nde Tanzimat döneminin Mustafa Reşid Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa ile birlikte en önemli üç devlet adamından biridir. Abdülmecid ve Abdülaziz saltanatlarında beş defa olmak üzere toplam sekiz yıl üç ay sadrazamlık yapmıştır. Ayrıca Londra Büyükelçiliği, İzmir ve Bursa valiliği, Meclis-i Vala reisliği, Meclis-i Tanzimat reisliği ile birlikte toplam sekiz kez hariciye nazırlığı görevinde bulunmuştur. Âli Paşa, Tanzimat devrinde 1871’e kadar çeşitli mevkilerde Osmanlı idaresini ve dış siyasetini elinde tuttu. Bazen hariciye nazırı, bazen de sadrazam olarak devlet idaresinin en üst düzeyinde bulundu. Devlet idaresini senelerce elinde tutan Âli Paşa, her zaman için sultanın keyfî idaresine karşı koymaya çalıştı ve onun mutlak salahiyetini kısıtlamak amacını güttü.
İmparatorluk bünyesinde bulunan gayrimüslim halka eşit vatandaşlık hakkı ve birçok imtiyaz tanıyan Islâhat Fermâni’nı hazırlayaran Âli Paşa, Kırım Harbi’nin ardından 30 Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’na fevkalâde temsilci sıfatıyla katıldı. Etkin bir diplomat olarak Avrupalıların dikkatini çekti. Konferansta Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletler topluluğuna, o zamanın tabirine göre Avrupa Birliği’ne katılmasını sağladı. Islâhat Fermânı ve Paris Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü sağlayabileceğine, Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine gayrimüslim halkın koruyucusu bahanesiyle müdahalesini önleyebileceğini düşünüyordu. Paris Barış Konferansı ve anlaşmaya bağlayıcı bir hüküm olarak giren Islâhat Fermânı’ndan dolayı Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa’nın ağır eleştirilerine maruz kaldı. 1867’de Girit İsyanı sırasında adaya giderek titiz bir diplomasi ve Müslüman-Hristiyan dengesi uzlaşması fikrine dayanan bir reform programını Girit’te uygulamaya koydu. Giritli Hıristiyanlara verdiği haklar ve Osmanlı askerinin Türk bayrağı kalelerde kalmak şartıyla Belgrat başta olmak üzere Sırbistan’daki kalelerden çekilmesi kararına imza attığı için basından da çok şiddetli tepki gören Âlî Paşa, Tanzîmâtçılar arasında yol ayırımına sebep oldu. Yeni Osmanlılar adı ile teşkîlâtlanan grup, Âlî Paşa’ya ve hükûmete cephe aldı.
Âli Paşa, Paris Konferansı sırasında devletin gelişmesinin önünde büyük bir engel oluşturan kapitülasyonların kaldırılması için girişimlerde bulunmuşsa da bu konuda başarı sağlayamamıştır. Girit Olayları’nın çözümünde imparatorluk tebaası arasındaki din farklılığının hayata yansımaması için Fransız medenî kanununun alınmasını önermiştir. Âli Paşa, gayrimüslimlerin memuriyetlere kabulünü daha da kolaylaştırdığı gibi kabinede de gayrimüslim nâzırların bulunmasına karar verdi. Âli Paşa’nın döneminde başta Hariciye Nezareti olmak üzere devletin birçok biriminde gayrimüslim memurların sayısı büyük bir hızla arttı. Bu yüzden Âli Paşa birçok kesimin eleştirilerine maruz kaldı. Son sadrazamlık döneminin en önemli icraatlarından biri de klâsik Osmanlı medrese eğitiminden vazgeçilerek hazırlanan 1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi’dir. Osmanlıcılık projesinin geçerli olabilmesi için müslim-gayrimüslim karma eğitimin en azından ortaokul düzeyinde gerçekleşmesi gereğini düşünüyordu. 1871 yılında öldüğünde naaşı Süleymaniye Camii haziresine defnedildi. Ölümünden sonra yazı takımlarını Prens Bismarck’ın satın aldırdığı bilinmektedir.
Asıl adı "Mehmed Emin" olan Âli Paşa, 5 Mart 1815’de İstanbul’un Mercanağa semtinde fakir bir ailenin oğlu olarak mütevazî bir evde doğdu. Babası İstanbul Mısır Çarşısı aktarlarından ve çarşının kapıcıbaşısı Ali Rıza Efendi idi. İlkokul öğrenimine mahalle mektebinde başladı. Kuran-ı Kerimi ezberleyip hatmettikten sonra Bayezid Camii’nde Arapça sarf-nahiv dersleri aldı. Babasının ölmesi ve ailesinin fakir olması yüzünden bir ara öğrenimine ara vermek zorunda kaldı.
Devlet görevine 1830’da 15 yaşındayken Dîvân-ı Humâyûn kâtibi olarak başladı. Burada geleneksel olarak kâtiplere şahsi mahlas verilmekte idi ve kendine "Âli" mahlası verildi. Devlet görevlerinde ve siyasi hayatında hep bu mahlası kullandı. 1832’de mühimme kalemine kâtip olarak geçti. Kâtiplik görevinde iken boş zamanlarında kendi gayreti ile Fransızca öğrenmeye başladı. 1833’de dışişlerine kamu görevlisi yetiştirmek amacıyla kurulmuş olan Tercüme Odası’a girdi. 1836/37’de tercüme kalemine kâtip oldu.
1835’de Avusturya İmparatoru I. Ferdinand’ın tahta çıkışı için yapılan törenlere gönderilen Osmanlı Devleti heyetine ikinci başkâtip olarak katılıp Viyana’ya gitti. Sonra Osmanlı elçiliğinde ikinci başkâtip olarak birbuçuk yıl Viyana’da kaldı ve diplomasinin ince |
liklerini öğrenmeye başlayıp Fransızcasını geliştirdi. 1837’de yine aynı rütbe ile St. Petersburg’a gönderildi. Kasım 1837’de İstanbul’a dönünce Dîvân-ı Humâyûn tercümanlığına tayin edildi. 1838’de Londra elçisi tayin edilen Mustafa Reşid Paşa ile birlikte elçilik müsteşar vekili ve sonra müsteşarı olarak Londra’da çalıştı. Mustafa Reşid Paşa Paris’e elçi olunca Londra elçiliğinde maslahatgüzarlık yaptı.
Temmuz 1839’da Sultan Abdülmecid’in tahta çıkması ile İstanbul’a döndü. Dîvân-ı Humâyûn tercümanlık görevine devam etti. 1840’da Sadık Rifat Paşa yerine önce vekaleten ve sonra Ağustos 1840’da asıl olarak hariciye nezaratı müsteşarlığı yaptı. Aralık 1841- Kasım 1844 döneminde Londra büyükelçisi olarak görevlendirildi. Sonra İstanbul’a döndü. 1845 sonlarında Meclis’i Vala üyesi tayin edildi. Bu sırada Paris elçiliğinden dönmekte olan Mustafa Reşid Paşa yerine Ekim 1845’de vekaleten Hariciye nazırlığı görevi yaptı. Sonra 15 Aralık 1845’de itibaren hariciye nazırlığı müsteşarı tayin edildi. Mustafa Reşid Paşa sadrazamlığa getirilince 28 Eylül 1846’da birinci kez Hariciye Nazırı oldu. Bu görevde iken Aralık 1847’de vezirlik rütbesi ve paşa unvanı verildi. Mustafa Reşid Paşa sadrazamlıktan azledilince 22 Nisan 1848’de hariciye nazırı görevine son verildi ve 28 Haziran’da Meclis-i Vala Reisi olarak tayini çıktı. Mustafa Reşid Paşa aynı yıl tekrar sadrazam olunca Ali Paşa da 15 Temmuz’da ikinci defa hariciye nâzırı oldu.
6 Ağustos 1852’de Mustafa Reşit Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesi üzerine Âli Paşa birinci kez sadrazam oldu. Bu dönemde Mustafa Reşit Paşa ile arası açılmaya başladı. Fakat bu ilk sadrazamlık görevi uzun sürmedi. 3 Ekim 1852’de sadrazamlıktan azledildi. Yeni sadrazam olan Damat Mehmed Ali Paşa’nın teklifi ile 18 Ocak 1853’de İzmir valisi tayin edildi. Haziran 1853’de bu valilikten istifa etti. 19 Nisan 1854’de Bursa valisi oldu. 28 Eylül 1854’de Bursa valiliği ile birlikte yeni açılan Meclis-i Tanzimat reisi tayin edildi.
Âli Paşa , Kırım Savaşı başlaması ile Bursa valiliği ve Meclis’i Tanzimat reisliği görevleri kendine kalmakla birlikte, 24 Kasım 1854’de üçüncü kez hariciye nazırlığına getirildi. 2 Mayıs 1855’de Sadrazam Mustafa Reşid Paşa sadrazamlıktan azledildi ve Âli Paşa ikinci kez sadrazamlık görevine getirildi. Savaşın sonunda yapılan barışın protokolunu tayin etmek için Nisan 1855’de toplanan Viyana Konferansı’na Osmanlı Devleti temsilcisi olarak katıldı. Bu esnada Kırım’da Sivastopol kuşatması devam etmekteydi ve Sivastopol ancak bir yıl kuşatmadan sonra 9 Eylül 1855’de müttefiklerin eline geçti.
Rusya, Kırım Savaşı’nden yenik ayrılmış, Osmanlı Devleti’ni parçalama fikrini gerçekleştirememiştir. İngiltere ve Fransa gibi iki güçlü devletin Osmanlı Devleti’nin yanında yer almasının bir karşılığı olacaktır. O da Viyana Protokolü’nün 4. maddesinde yer alan ve Paris Anlaşması’ndan altı hafta önce ilân edilen Islâhat Fermânı olmuştur. Paris Anlaşması öncesinde, Osmanlı İmparatorluğunu Rusya’nın müdahalelerine karşı korumanın bedeli ve Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Devletleri ailesine katılmasının şartı olarak İngiltere ve Fransa birtakım şartlar ileri sürdüler. Bu şartlar Islâhat Fermânı esasları olarak Âli Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri arasında kararlaştırıldı. Fermanın ilan edilmesi halinde İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğunun iç işlerine karışmayacağını taahhüt ediyordu. Islâhat Fermânı da Tanzimat Fermanı gibi Sultan Abdülmecid tarafından ısdar edilmiştir. Kırım Savaşı’nın ateşkesinden 18 gün sonra, 18 Şubat 1856’da Islâhat Fermânı ilân edilmiştir. Islâhat Fermânı, Tanzimatın devamı olarak nitelendirilebilecek bir değişim olarak da kabul edilmekle beraber fermânın amacı, millet sistemini kaldırarak bütün din topluluklarının eşit vatandaşlık hakları sağlayarak müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebâası arasında tam bir eşitlik sağlamaktır. Bir Osmanlı toplumu oluşturmayı amaçlayan Âli Paşa, ırk, dil, din vb. ayrımı yapmaksızın bir Osmanlı milleti oluşturma gayesini gütmekte idi. 19. yüzyılda devletin kötü gidişâtını durdurmak amacıyla ortaya çıkan fikir akımlarından Osmanlıcılık fikri Islâhat Fermânı ile doruk noktasına çıkmıştı. Âli Paşa bu şekilde azınlık isyanlarının önüne geçilebileceği, azınlıkları bahane ederek Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasına karşı gelerek imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunacağını düşünüyordu. Islâhat Fermânı ile gayrimüslimlere de devlet kademelerine memur olma yolu açılmıştır. Din değiştirme hakkı kabul edilmiş, İslâm’dan çıkmanın ölüm cezasıyla cezalandırılması usulüne son verilmiştir. Gayrimüslimlere askeri okullara gitme hakkı tanınmıştır. Ayrıca gayri Müslümlerden alınan cizye vergisi kaldırılarak uygulanan vergilerde de bir eşitlik sağlanmış, mahkemelerde şahitlikleri kabul edilmeye başlanmıştır. Bu anlamda eşit haklar beraberinde eşit yükümlülükler getirir düşüncesi ile gayrimüslimlerin de askerlik yapma yükümlülüğü doğmuş, askerlik yapmak istemeyenlere de askerlik vergisi olan bedel-i askerî olanağı sunulmuştur. Bu yeni uygulama sayesinde müslüman tebâa da para karşılığında bedel-i nakdî / askerlik görevinden muaf olma şansını yakalamıştır. Gayrimüslimlerin yaşadığı yerlerde ihtiyaç duydukları okul ve kiliseleri ve benzeri işlev gören kurumları kurmaları, bunları serbestçe onarabilmeleri, kiliselerde çan çalmanın serbest hale gelmesi gibi klasik dönemdeki sınırlamaların kalkması gibi hukuki değişiklikler Islâhat Fermânı ile gelen büyük dönüşümlerdi. Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğunda Islâhat Fermânı ile tebaaya o dönem Avrupa ülkelerinde tanınan temel hak ve özgürlüklerinin önemli bir kısmı tanınmıştır.
Üç yıl kadar süren Kırım Savaşı’ndan sonra barış müzakereleri 1 Şubat 1856 başında Paris Kongresi adı verilen ve "Viyana Kongreler sistemi"’nin bir devamı olan kongre şeklinde başladı. Bu kongreye Büyük güç (Düvel-i Muazzama) olarak Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri olan Büyük Britanya, Fransa, Sardinya, Avusturya, Prusya ile Rusya temsilcileri katıldı. Paris Kongresi’nda Osmanlı Devleti’ni temsil eden Âli Paşa idi. O zamana kadar Viyana Kongreler sistemine uyan kongrelerde müzakereler değişik komitelerde yapılmakta iken, Paris Kongresi’nde tek bir müzakere ortamı bulunmakta idi. Bu müzakereler 25 Şubat-30 Mart arasında yapıldı. Âli Paşa, konferans sırasında devletin gelişmesinin önünde büyük bir engel oluşturan kapitülasyonların kaldırılması için girişimlerde bulunmuşsa da bu konuda başarı sağlayamamıştır. Âli Paşa , 30 Mart 1856’da Kırım Savaşı’nı sona erdiren Paris Antlaşması’nı imzalandı. Anlaşmanın en önemli maddesine göre Osmanlı Devleti Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olacak, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupa devletlerinin ortak garantisi altına konacaktır. Bununla beraber 28 Şubat 1856′da ilan edilen “Islâhat Fermânı” devletlere tebliğ edilecek ve devletler de bunu kabul edeceklerdir. Bu ferman, ilgili devletlere, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma hakkı vermeyecekti. Ancak anlaşmanın 9. maddesi gereğince devletin idaresi altındaki bütün halkın hayat şartlarının iyileştirileceğine dair bir kayıt vardı. Bu madde daha sonra Hatt-ı Hümayun’un icrasında Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine karışmasına bir bahane olarak kullanılacaktı.
Gerek Islâhat Fermânı içeriği hakkında, gerek konferansda Osmanlı Devleti’nin menfaatlerini yeteri derecede savunmadığı iddiasıyla Sadrazam Âli Paşa büyük tenkitlere hedef oldu. Özellikle Mustafa Reşid Paşa kendi yetiştirdiği Âli Paşa’nın hazırladığı Islâhat Fermânı’nı devletin çıkarlarına aykırı bulduğunu belirten bir raporu Sultan Abdülmecid’e sundu. Islâhat Fermânının tamamen dış baskı sonucu çıkarılan, devletin haysiyetini kıran bir belge olduğunu söylenmekte idi. Bu tenkitlerin de etkisi ile Eflak-Boğdan meselesindeki tutumu nedeni ile İngiliz sefirinin de tepkisini çeken Âli Paşa’yı Sultan Abdülmecid 1 Kasım 1856’da sadrazamlıktan azletti. Sadrazam olarak tekrar göreve getirilen Mustafa Reşid Paşa’nın altında 6 Kasım’dan itibaren hariciye nazırlığı görevini dördüncü kez yüklendiyse de 12 Kasım’da bu görevden istifa etti. Meclis-i Ali’ye üyelik görevine memur edildi. 3 Ağustos 1857’de Mustafa Reşid Paşa sadrazamlıktan azledilince yeni sadrazam olan Giritli Mustafa Naili Paşa sadrazamlığı altında beşinci kez hariciye nazırı görevine geçti. Ekim 1857’de Mustafa Reşid Paşa tekrar sadrazam yapılınca bu görevden ayrılmadı.
Mustafa Reşid Paşa’nın 7 Ocak 1858 ölümünden sonra üçüncü kez sadarazamlığa getirildi. Bu sırada Osmanlı Devleti Kırım Harbi’nin neden olduğu büyük mali sıkıntılar geçirmekte idi. Ali Paşa yapılması gereken devlet harcamaları kesintileri için sarayın aşırı israfını indirmekten başka çare göremedi. Bunun yanı sıra inşaatlar zamanla sadrazamların başını yiyecek derecede önem kazanmışlardı. Dolmabahçe Sarayı’nın tamamlanmasından sonra Çırağan Sarayı’nın yıkılıp kagir olarak yeniden yaptırılması planlanıyordu. İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratfort de Redeliffe Canning, Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkıp Çırağan’ın yerine kâgir bir saray yaptırmanın güzelliklerinden bahsediyordu. Sultan Abdülmecid’in Çırağan’da yeni bir saray yaptırma isteği karşısında Sadrazam Âli Paşa, “İnşallah hazine-i hassa yoluna girince daha iyisini yaparız şimdi sıkıntısı vardır” demesi üzerine ertesi gün 18 Ekim 1859’da azledildi. 1859 yılında halen yapım aşamasında olan Çırağan Sarayı ve bazı kasırların inşaatında çalışan işçiler, ücretlerinin ödenmemesinden dolayı Dolmabahçe Sarayı’nı çevirerek alacaklarını istediler. Bu olay karşısında çok üzülen Sultan Abdülmecid bütün saray ve kasır inşatlarını durdurup, kendisine ait dört bin kese altını çalışanlara dağıtmıştır.
26 Aralık 1859’da yine Meclis-i Tanzimat reisi olarak tayin edildi. Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa Rumeli seyahatine çıktığında 4 Haziran 1860-12 Ekim 1860 döneminde sedaret kaymakamlığı görevi verildi. 14 Ekim’de hariciye nazırı Keçecizade Fuat Paşa Şam’a fevkalade yetkiyle gitmesi sırasında vekaleten geçici olarak hariciye nazırlığ |
ı yaptı. 14 Temmuz 1864’de ise sadrazam Keçecizade Mehmed Emin Fuad Paşa tarafından asıl olarak altıncı kez hariciye nazırı görevi verildi.
Sultan Abdülaziz’in tahta çıkmasından hemen sonra Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa ’nın sadrazamlıktan azledilmesi üzerine 16 Ağustos 1861’de dördüncü kez sadrazam yapıldı. Fakat dört ay sadrazamlıktan sonra 22 Kasım’da azledildi. Yeni sadrazam olan Keçecizade Fuat Paşa bu görevi üzerine almasına bir şart olarak Mehmet Emin Ali Paşa’ya hariciye nazırlığı verilmesini koşmuştu. Böylece yedinci kez hariciye nazırı görevini üzerine aldı. Bu görevde altı yıl kaldı.
11 Şubat 1867’de sadrazam Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa azledilnce Mehmed Emin Âli Paşa beşinci kez sadrazamlığa geçirildi. Bu sadrazamlık görevi 1871’de ölümüne kadar yüklendi. Bu sadrazamlığı diğer sadrazamlık dönemlerinde daha çok olaylı ve sorunlu geçti. Sultan II. Mahmud devrinde 1830 yılında padişahın yayınladığı hatt-ı şerif ile Sırbistan’ın yönetimi resmen Sırp Başknezi Miloš Obrenović ’in soyundan gelenlere bırakılmıştı. Ancak Osmanlı ordusu birlikleri Belgrat ve diğer bazı kaleler de bulunmaktaydılar ve Osmanlı İmparatorluğu bu kalelere egemendi.
1860 yılında Mihail Obrenoviç’in ikinci kez Sırp Başknezi olmasıyla Sırbistan’da Müslüman-Hristiyan gerginliği artmış ve 1862’de Belgrad Olayları patlak vermişti. Belgrad paşası Aşir Paşa’nın 17 Haziran 1862’de şehri topa tutması üzerine aynı gün Belgrad’taki konsoloslar olayı protesto ettiler. Fransa’nın teklifi ile sorunu çözmek için Kanlıca’da uluslararası bir konferans toplandı ve 12 maddelik Kanlıca Protokolü imzalandı. Fransa, Belgrat kalesi başta olmak üzere Türk askerlerinin Sırbistan’daki kalelerde bulunması Sırplar için devamlı bir korku ve tehdit kaynağı olacağı gerekçesi ile kalelerin Sırplara terk edilmesi tezini savunmaktaydı. Ancak Bâb-ı Âlî, imparatorluk topraklarının emniyeti için Belgrat’ı terk etmeyeceği konusunda ısrarcı davranarak Belgrat kalesini muhafaza etmeyi başarmıştı. Protokol maddelerince Sırbistan’daki Müslümanların Sırbistan’ı terk etmeleri ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sırbistan’daki Sokol ve Uziçe kalelerini yıkması kararlaştırıldı. Ancak Sırplar Belgrat’ın Osmanlı İmparatorluğu elinde kalmasından hiç memnun değillerdi. Sırbistan’daki şehirli Müslüman nüfus göç etmiş ve yalnızca kalelerde Türk askeri kalmış olsa da, Sırplar kalan bu orduya bile katlanamamışlardır. Barışın Sırplar tarafından değil Türk garnizonlarının kalede bulunmalarından dolayı tehlikede olduğunu vurgulayan Sırplar, Türk askerlerinin de kaleleri terk etmesi konusunda Bâb-ı Âlî’ye baskıda bulunmayı sürdürdüler. 1866 Girit İsyanı dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin Yunanistan’la savaşın eşiğine gelmesi Sırp Knezi Mihail’i harekete geçirdi. Mihail, 17 Ekim 1866’da Osmanlı İmparatorluğundan Sırbistan’daki kalelerin Sırplara terk edilmesi veya yıkılmasını istedi. Aynı zamanda hızla silahlanmaya başlayan ve diğer Balkan milletleriyle de ittifaklar kuran Mihail, Osmanlı Devleti’ne karşı bir cephe oluşturmuştu.Bu durum 1867’de yine büyük bir sorun haline geldi. Belgrat, Fethülislam, Böğürdelen ve Semendire kaleleri içinde askeri önemi olan yalnız Belgrad kalesi idi. Diğerlerinin en zayıf bir düşmana bile 5 gün dayanamayacağına inanılıyordu. Kaleler den askerin çekilmesi maddi bakımdan değil ancak manevi bakımdan büyük kayıp teşkil etmekte idi. Fransa bölgede huzurun sağlanması için Türk askerinin kalelerden çekilmesi gerektiği konusunda ısrarcı tutumuna devam etmekteydi.
Âli Paşa, 3 Mart 1867’de Sırbistan’daki kaleler hakkında uzlaşmacı bir tutum içinde karar aldı ve ihtilafı çözmek için üç teklif ileri sürdü. Birincisi; içlerinde Türk askeri kalmak şartı ile kalelerin komutanlığının Sırp beylerine verilmesi. İkincisi; Eşit sayıda Türk ve Sırp askeri bulundurmak suretiyle kalelerin Sırp beyinin idaresine bırakılması. Üçüncüsü ise Kalelerden Türk askerinin tamamen çekilerek yerine Sırp askerinin getirilmesi suretiyle ve kalelerin burçlarında Sırp bayrağının yanı sıra Türk bayrağı bulunmak şartı ile Sırp beyine verilmesi. Sırp beyi Mihal 8 Mart 1867 tarihli ve Sadrazam Ali Paşa’ya hitaplı mektubunda üçüncü öneriyi kabul ettiğini bildirdi. Mihal bunun ardından İstanbul’a gelerek Osmanlı hükûmetine saygılarını ve şükranını sundu. Sultan Abdülaziz’in 20 Mart 1867 tarihli fermanı ile Sırbistan’daki Osmanlı kaleleri Sırp prensine havale edildi. Belgrat’ta kale meydanında Türk kuvvetlerinin de iştirak ettiği bir törenden sonra Belgrat kalesi Sırplara terk edildi ve Türk bayrağı yanına Sırp bayrağı da çekildi. Yüzyıllarca darülcihad vazifesi görmüş bu Osmanlı kaleleri resmen olmasa da fiilen kaybedilmiş oldu. Gazilerin sayısız kahramanlık örnekleri yaratmış oldukları bu yerlerde Sırbistan 1876’da Osmanlı İmparatorluğuna karşı bağımsızlığını ilan edip savaş açana dek Türk bayrağı dalgalanmaya devam etti ancak kalelerden askerin çekilmesi Türk basını ve halkında derin bir acı bıraktı.
Ziya Paşa,
mısralarıyla eleştiride bulunurken Ayaşlı Hayri Efendi de şu tarihi düşürdü:
Islâhat Fermânı hükümleri bütün Osmanlı ülkesi genelinde uygulamaya konulduğu gibi, Girit adasında da uygulandı. Fermanın
gayr-ı müslim vatandaşlara sağladığı haklara rağmen, Girit RumIarının bundan pek memnun kalmadıkları görüldü. Girit bunalımını devamlı körükleyen ve bir yerde Megali İdea fikri doğrultusunda topraklarını genişletmeyi düşünen Yunanistan, Islâhat Fermânının ilanından sonra da ilgisini yoğun olarak Girit adasına yöneltti. Girit asileri, İsfakıya sancağına bağlı Apokoron kazasında 1866 yılı Haziran ayında ısyan ettiler. Apokoron kalesi bilahare asilerin merkezi oldu. Yunanistan’dan gelen 60 kadar çete reisi Apokoron’daki asilerin başına geçti. Türklerin köyleri yakılıp yağmalandı. Girit RumIarının isyan gerekçelerine bakıldığında şunlar yer alıyordu: Rumca eğitim veren okulların açılması, yeni limanların yapılması, ziraat bankası kurulması, vergilerin indirilmesi vb. Bu istekler, Yunanistan’a arka çıkan bazı Avrupa devletleri tarafından da destekleniyordu. Osmanlı hükûmeti tarafından isteklerinin yapılmadığını gören RumIar, kendi kendilerine bir hükûmet kurduklarını ve Yunanistan’a bağlandıklarını ilan ettiler.
Yunanistan ve dolaylı olarak bazı Avrupa devleti Girit’te Rum çetelerinin kurulmasını ve devlet aleyhinde faaliyetler göstermelerini desteklemekteydiler. Âli Paşa, 26 Aralık 1866 tarihinde büyük devletlere müracaat ederek, Yunanistan’ı desteklemeyeceklerine dair açıklamada bulunmalarını istedi. Halbuki ayni tarihlerde Yunan hükûmeti de karşı atağa geçerek Girit’in kendi sınırlarına ilhak edilmesi için çabalıyordu. Yunanistan’ı bu dönemde desteklemeye gayret gösteren Rus Hariciye Nazırı Prens Gorchakof ise, 1867 yılı Ocak ayında verdiği beyanlarla, Osmanlı Devleti’nin Girit Adası’nı kaybettiğini açıklıyor; Rumlara ise son derece ihtiyatlı davranmalannı tavsiye ediyordu. Avrupa kamuoyunda Türklere karşı olumsuz tepkilere rağmen bu sırada gerek sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa Paşa, gerek hariciye nazın Keçecizilde Fuat Paşa gibi önde gelen bir kısım devlet ricali, Girit’teki ıslahat işlerini Osmanlı Devleti’nin kendi başına yapabileceğine inanıyordu. Bu maksatla Ali Paşa, meseleyi çözümlernek üzere Girit adasına gitmeye karar verdi. Aslında Âli Paşa, Girit adasına yeni bir idare tarzı götürüyor ve bununla hem asileri kazanmayı, hem de büyük devletlerin muhtemel müdahalelerini önlerneyi ümit ediyordu. Paşa, Osmanlı Devletinde olduğu gibi, Avrupa diplomatları arasında da büyük bir otorite sahibi idi. Âli Paşa, Girit’e hareketinden önce Ömer Lütfi Paşa’ya askerî harekâtı durdurmasını, 45 günlük bir mütareke ilan etmesini, bu süre zarfında silahlarını bırakan asfler için af ilan etmesini emretti. Bu genel aftan Girit asılerine yardım için gelenler de yararlanabilecekti. Ali Paşa, 2 Ekim 1867 tarihinde Sultaniye vapuru ile İstanbul’ dan Girit’e hareket etti.
Âli Paşa, 3 Ekim 1867’de Girit adasına ulaştı ve Kandiya limanında törenle karşılandı. Aynı gün ada halkına Girit ıslahatı konusunda
padişahın fermanını yayımladı. Âli Paşa Sultan Abdülaziz’e gönderdiği Islahat layihasında, Rusya’nın devamlı olarak gayrimüslim halkı ve Yunanistan’ı kışkırtarak Osmanlı’nın gayrimüslim ahaliye eziyet ettiği propagandası yaptığını belirtiyordu. Ali Paşa sonrasında ise sözlerine şöyle devam ediyor:
Bu nedenlerden dolayı Hıristiyanların da memuriyetlere kabul edilmeleri gerektiğini savunan Âli Paşa, layihasına şöyle devam ediyor:
Ali Paşa, yine aynı layihasında, memuriyetlere kabul edilecek gayrimüslimlerde liyakatın ilk planda tutulması ve tüm memurlarda Türkçe bilme şartı getirilmesi gerektiğinden bahsediyordu. Dönemin padişahı Sultan Abdülaziz, Âli Paşa’nın Girit Olayları hakkında göndermiş olduğu layihayı müteakip,30
Eylül 1867 tarihli fermana bağlı bir de nizamname yayımladı. Ali Paşa, ilk önce bahse konu fermanın ada halkına sağladığı hakları açıkladı, daha sonra da nizamnamede belirtilen maddeleri uygulamaya koydu. 1 Ekim 1867 tarihli fermana bağlı nizamnameye göre; göre, Girit adasının mülki idaresi padişah tarafından atanacak bir valiye, kalelerin muhafazası da bir komutana verilecekti. Valilerin yanında, biri Müslüman, diğeri Hristiyan olmak üzere padişah tarafından tayin edilmiş iki müşavir bulunacaktı. Bu arada Girit adası gereği kadar sancaklara ayrılacak ve bu sancaklara padişah tarafından atanacak olan mutasarrıfların yarısı Müslüman, yarısı Hristiyan olacaktı. Müslüman mutasarrıflara Hristiyan, Hristiyan mutasarrıflara Müslüman muavin verilecekti. Sancaklar da kazalara ayrılacak, her kazaya bir kaymakam ile, aynı dinden olmayan bir muavin atanacaktı. Mülki idarecilerin nezdinde birer idare meclisi olacaktı. Vilayet idare meclisine vali başkanlık edecekti. Bu meclis; iki müşavir, adliye müfettişi, metropolit, defterdar, mektupçular ve halk tarafından seçilen üçü Müslüman, üçü Hristiyan üyelerden teşekkül edecekti. Halkı karma olan sancakların idare meclisleri de karışık olacaktı. Öte yandan vilayet merkezinde, sancak ve kazalarda davaların görülmesi için birer deavi meclisi kurulacak ve meclislerin üyeleri de |
yarı yarıya her iki toplumdan seçilecekti. Ancak ahalisi sırf Hristiyan olan yerlerde üyelerin tamamı Hristiyan olacaktı. Yazı işleri iki dilde Türkçe ve Rumca olarak yürütülecekti. Girit vilayetinde bunların dışında bir de umumi meclis bulunacaktı. Bu meclise her kazadan, halkın seçeceği iki üye iştirak edecekti. Ahalisi yalnız İslam veya Hristiyan olan kazaların üyeleri Müslüman veya Hristiyan olacağı gibi, karışık olan kazalarda eşit üye seçilecekti.
Girit adasında bu hükümler dairesinde verilmek istenen nizam, 1856 Islâhat Fermânının şekline ve ruhuna uygun idi. Âsîler lehinde yabancı müdahaleye de artık yer bırakmamakta idi. Buna rağmen, asilerin teşkil ettikleri geçici hükûmet, bu programı reddetti. Bunun üzerine İstanbul’daki hükûmet erkânı büyük devletlere bu konuda verilecek cevabı hazırlamakla uğraştı ve bir süre sonra bunu Âli Paşa’ya bildirdi. Buna göre âsîlerin teklifi ya reddedilecek, ya da büyük devletlerle görüşülerek bir uyuşma sağlanacaktı. Hatta hükûmet üyeleri, devletin mali sıkıntı içerisinde bulunduğunu ileri sürerek büyük devletlerin Girit adasında teftiş isteklerine olumlu bakılması yönünde görüş bildirince Âli Paşa bunu reddetti. Ali Paşa bundan başka, büyük devletlerin adada yapmak istedikleri referandum teklifini de kabul etmedi. Nitekim, Sultan Abdülaziz de Ali Paşa ile ayni görüşü paylaştığını Fransız elçisi Mösyö Bourree’ye bildirmişti.
Olayların bu derece kritik bir merhalede olduğunu anlayan Osmanlı idarecileri ve padişahı yeni bir takım düzenlemeler yapmak için harekete geçti. Girit adasının huzura kavuşmasını arzu eden Sultan Abdülaziz, tarafından gönderilmiş olan ve biraz evvel bahsedilen birinci fermanda, Mart 1284/1868 senesinden itibaren adanın iki senelik aşar vergisinin tamamının affedildiği; müteakip iki seneye ait verginin de yarısının alınmayacağı, diğer yarısının da adadaki imar ve ıslahat işleriyle ilgili yapılan harcamalara ayrılacağı belirtilmekte idi. Bundan başka Girit’teki Müslüman halkın askerlikten muaf tutulduğu müddetçe, Hristiyanların da askerlik bedeli vergisinden muaf oldukları, diğer birtakım hususlarda da iyileştirmeler yapılacağı açıklanmakta idi.
Sadrazam Âli Paşa, 4 Ekim 1867 tarihinden 28 Şubat 1868 tarihine kadar Girit Adasında kalarak adada huzurun tesisine çalıştı. Mehmet Emin Âli Paşa, 28 Şubat 1868 yılında Girit adasını Hüseyin Avni Paşaya bırakarak İstanbul’a döndü. Mehmet Salahi Bey gibi, dönemin bazı devlet ricalinden Ali Paşa tarafından Girit adasında uygulamaya konulan ıslahat kararları tenkit edilmişti. Ali Paşa’yı dönemin şairi Namık Kemal ve Ziya Paşalar tenkit etmişlerdir. Ziya Paşa yazdığı bir şiirinde de Âli Paşa’yı Girit meselesinden dolayı acizlikle suçlarken şunları yazıyordu:
Aslında Âli Paşa’nın bu icraatına bakıldığında, Girit’e uluslararası bir heyet gönderip referandum yaptırmak isteyen Avrupa devletlerinin müdahalesi önlenmiş; Girit Rumlarının büyük bir kısmı tatmin edildiğinden isyan mevzü kalmış; yeni idare esasları Avrupa kamuoyunu da büyük ölçüde memnun etmiş; Yunan propagandası tavsatılmış ve en önemlisi isyanın başarıya ulaşma şansı ortadan kalkmıştı. 1868 Girit nizamnamesi adanın Türk idaresinden çıkışı tarihi olan 1912 yılına kadar çeşitli tadillerle de olsa uygulamada kalmıştır.
Âli Paşa’nın tavizkar dış politikası Ziya Paşa, Ali Suavi gibi muhalifleri tarafından ağır şekilde tenkit edilmiştir. . 1867 Mart’ında Sadrazam Âli Paşa’nın yayımlaması nedeniyle “Âli Kararnâme” olarak bilinen kararname, devlete, ülke çıkarlarının gerektirdiği durumlarda, yürürlükteki basın yasasından bağımsız olarak, kovuşturma hakkı tanıdı. Bu kararnamenin ardından Paris’e kaçmak zorunda kalan Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa, Avrupa’nın değişik kentlerinde yayımladıkları gazetelerle, ilk sürgün Türkçe basınını oluşturdular. Bu dönem boyunca Yeni Osmanlılar tarafından çıkarılan gazeteler, gayrimüslimlerin, Tanzimat ve Islahat fermanlarından sonra Müslümanlarla eşit değil, onlardan üstün bir konuma geldiği düşüncesiyle, Osmanlı ülkesindeki Müslüman-Türk unsurun haklarını savunup, Avrupa devletlerinin politikalarını ve Osmanlı Devleti’nin yönetilmesindeki aksaklıkları eleştirerek, yeni fikirler doğrultusunda yeni bir zihniyet oluşturmayı, kendilerine görev addettiler. Avrupa’da geçen üç seneyi aşkın bir faaliyet süreci sonucunda dağılan cemiyetin üyeleri 1871’de Sadrazam Ali Paşa’nın ölmesi üzerine İstanbul’a dönmeye başladı. İlk dönenlerden biri de cemiyetin kurucularından Vatan Şairi ya da Hürriyet Şairi olarak anılan Namık Kemal idi. Anayasal ve meşruti bir idare taraftarı olan Yeni Osmanlılar ve özellikle Namık Kemal vatan kavramı ile yeni bir ateş tutuşturmuşlardı.
Buna karşıt olarak Mehmed Emin Ali Paşa 1869’da Mısır Valisi Hidiv İsmail Paşa’nın İstanbul’a gelip hak ve yetkilerini çok genişletici imtiyazlar istemesi ve bu amacına varmak için ta saraya kadar gayet bol ve eli açık rüşvetten uzak olmayan hediyeler dağıtmasına rağmen sadrazam bu yeni haklar ve yetkiler verilmesine karşı çıkmıştır. Bulgarların İstanbul Ortodoks Patrikhanesi’nden ayrılıp kendilerine özel bir patrikhane (eksarhlik) kurmalarını uzun müddet engellemiştir. 12 Mart 1871’de beksahlik kabulü benimsenmesine rağmen bunun gerçekleşmesi için gerekli berat verilmesini sürüncemede bırakıp bu kararı baltalamıştır ve işin sürüncemede kalmasına neden olmuştur. Katolik Ermenilerin Roma’da papalığa bağlanma girişimlerini de sonuçsuz bırakmıştır. Öte yandan Abdülaziz’in donanma reformu politikasına ve özellikle Avrupa yakasında demiryolları yapılması politikasını ısrarla korumuştur.
Diğer taraftan iç politikada Tanzimat ve ıslahata açık politikalar uygulamak istemekteydi. Fakat Sultan Abdülaziz bunun aleyhindeydi ve etrafındaki tutucular gittikçe güçlenmekteydi. Ayrıca Âli Paşa etrafında sağlam bir kadro kuramamıştı ve işler birkaç kişinin (örneğin hariciye nazırı olan Keçecizade Fuad Paşa) üzerine kalmıştı. Nitekim 1871’de ölmünden sonra gayet tutucu Mahmut Nedim Paşa sadrazam olmuştur.
Mehmed Emin Âli Paşa 1871 başlarında hastalanıp yatağa düşdü. Hastalığı yatakta 2-3 ay sürdü. 7 Eylül 1871’de vefat etti. Mezarı Süleymaniye mezarlığındadır.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
Siyasî işleri iyi bilir, yumuşak huylu, afif ve doğal idi.
Osmanlılar Ansiklopedisi değerlendirmesi ise şöyledir:
Memleket dahilde usul, resmiyet ve teşrifata riayetkar, Bâb-ı Âlî’nin şeref ve haysiyetinin korunmasına önem veren, engin tecrübesiyle devletin ileride karşılaşacağı felaketleri önceden sezip tedbirler alan dünyaca tanınmış bir devlet adamıydı.
Ancak muhalifleri ... hiçbir istiarede bulunmadan ..verdiği kararlar(la)... Islâhat Fermânı, ecnebilere emlak tasarrufu müsaadesi, müslim ve gayrimüslim vatandaşların ayrı mahkemelerde yargılanmısı gibi yabancılar tarafından hazırlanmış projeleri hemen kabul etmekle ve müstakil bir siyaset takip etmemekle itham etmişlerdir.
Uzun süre Avrupa ile diplomatik ilişkiler içerisinde bulunması nedeniyle, siyasi nota yazmaktaki kabiliyeti son derece iyiydi, Viyana ve Paris kongrelerindeki siyaseti sebebiyle diplomasi aleminde şöhret ve hürmet kazanmıştır. Onun siyasi kudretini batının en büyük diplomatları bile tasdik etmişlerdir. Fransa İmparatoru III. Napolyon’a Âli Paşa gibi bir hariciye nazırı bulabilsem dedirtecek derecede takdirine mazhar olmuştur. İtalya diplomatlarından en meşhurlarından Kont Kavurun, Paris kongresinde Âli Paşa ayarında başka bir diplomat yoktu demiştir. Paris kongresinde Avusturya delegesi olan Baron Hobner de hatıratında Âli Paşa’yı bu yönü ile övmüştür. Vefatında yazı takımını müzeye koydurmak üzere Prens Bismark 300 altına aldırmıştır.
Vefatından sonra Latürki gazetesinde şöyle değerlendirilmiştir;
Paris Kongresnde gösterdiği dirayet ve zekası ile Meternih ve Taleryan gibi diplomatlar arasına girmiş Girit ihtilalini aldığı tedbirlerle bastırmaya muvaffak olmuştur.
Müverrih Sinyobos, Âli Paşa’nın vefatı Türkiye için felaket olmuştur derken Sultan Abdülaziz zamanında mabeyn kitabetinde bulunan Hurşid Paşazade Süleyman Bey, "zât-ı şâhâne Âli Paşa öldü de şimdi padişah olduğumu anlamaya başladım, diyormuş, halbuki haberi yok, asıl şimdi çukurun başına gelmiştir" demiştir.
Damad Mehmed Ali Paşa
Damad Mehmed Ali Paşa (1813-1868) Abdülmecid saltanatında 3 Ekim 1852 - 14 Mayıs 1853 tarihleri arasında yedi ay on iki gün sadrazam olmuş; 6 kez kaptan-ı derya görevi ve diğer yüksek devlet görevleri yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
1813 yılında Rize'nin Çayeli ilçesi Hemşin (Kaptanpaşa) köyünde doğdu. Babası Hacialıoğulların'dan Hacı Ömer Ağa idi ve İstanbulda Galata başağası idi. Çocuk yaşında babası ile birlikte İstanbul'a gelerek ve kaptan-ı derya Pabuççu Ahmet Paşa hizmetine girdi. Onun ölümü üzerine Enderun'a girdi.
Kısa bir zamanda Devlet kademelerinde ikinci mabeyinciliğe kadar yükseldi. Mirliva rütbesi verilince Enderun'dan ayrıldı. Sonra ferik rütbesi verilerek "Dar-ı Suray-ı Askeri" üyeliğine seçildi.
1845 yılında II. Mahmud'un kızı ve Sultan Abdülmecid'in kız kardeşi olan Adile Sultan'la evlenerek Osmanlı hanedanına damat oldu. 1845-1847 döneminde 1. kez olarak Kaptan-ı Deryalık görevine getirildi. Sonra 1847'de "Meclis-i Aliye" üyesi; 2. kez 1848-1849 kaptan-ı derya ve 1848-1851'de serasker ve 1851'de 3.kez kaptan-ı derya oldu. .
4 Ekim 1852'de Mehmed Emin Âli Paşa yerine sadrazamlık görevi verildi. Mehmet Ali Paşa'nın sadrazam olduğu dönemde Fransa’da imparatorluğunu ilan eden ve uluslararası ilişkilerdeki konumunu güçlendirmek isteyen III. Napoleon Osmanlı Devleti’nde yaşayan Katoliklerin himayelerini Fransa’ya veren 1740 tarihli antlaşmanın yeniden yürürlüğe girmesini istedi. Bunun üzerine Rusya da Osmanlı Ortodoksları için aynı hakları istedi ve katı bir asker ve koyu bir Ortodoks olan Prens Menşikov'u İstanbul’a olağanüstü yetkilerle elçi olarak yolladı. Bu sorunu kendi çıkarları için tehlike olarak gören İngiltere, Fransa ve Avusturya Osmanlı Devleti'ne giderek artan destek verdiği Kırım Savaşı'na gidecek süreç başladı. Prens Menşikov'un taleplerinin kabul edilmemesi halinde İstanbul’d |
an ayrılacağı ültimatomunu vermesi ile, muhtemel taktik mülahazalarıyla, Prens'e sürekli direnen Sadrazam Damat Mehmet Ali Paşa ve Hariciye Nazırı Sadık Rıfat Paşa görevlerinden alındılar. Böylece 14 Mayıs 1853'te altı aylık sadrazamlıktan sonra bu görevden ayrıldı. Sadrazamlığa Giritli Mustafa Naili Paşa, Hariciye Nazırlığına da Koca Mustafa Reşit Paşa atandı. Ancak bu isim değişikliklerine rağmen Prens Menşikov yine de 27 Mayıs 1853’te İstanbul’dan elleri boş olarak ayrılmış ve Kırım Savaşı başlamıştır.
Bundan sonra hemen seraskerliğe getirildi, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa döneminde bir komplo tertiplemeye teşvik suçu dolayışyla Kastamonu'ya sürgüne gönderildi. Fakat eşi Adile Sultan'ın devreye girmesi ile sürgünde 2-3 hafta kaldıktan sonra İstanbul'a döndü. 1855'te döneminde 4. kez kaptan-ı deryalık görevine getirildi ve 1858'da azledildi. Ama 1859'da yeniden 5. kez kaptan-ı derya görevi verildi. Bu görevde iken ek olarak mabeyn müşirliği; "hassa ve mühimmat-ı harbiye" nazırlıkları görevleri verildi. 1863'te bu görevlerin hepsinden azledildi. 1866'da Meclis-i Vala üyeliği ve aynı zamanda 6. kez kaptan-ı deryalık verildi. 1867'de kaptan-ı deryalığın Bahriye nazırlığına dönüştürülmesi ile son Osmanlı kaptan-ı deryası olarak tarihe geçti. Bu tarihte tekrar Meclis-i Aliye'ye atandı.
1868'de İstanbul'da vefat etti. Cenazesi eşi Adile Sultan'ın Bostan İskelesi'nde bulunan türbesine gömüldü. Mehmet Ali Paşa'nın Adile Sultan'dan olan 3 çocukları peşpeşe öldü.
Beykoz, Bozcaada, Gemlik, Terkos ve Dursunköy'de camiler ve Beşiktaş ve Hasköy'de çeşmeler yaptırmıştır.
Serj Tankian
Serj Tankian (Ermenice: Սերժ Թանգյան), 21 Ağustos 1967 tarihinde Lübnan'da doğan vokalist. 2006 yılında Hypnotize albümünün yayınlanmasından sonra dağılan ve 2010 yılında tekrar bir araya gelen System of a Down grubunun solisti. Bazı şarkılarda klavye/gitar çalmakta ve şarkı sözü yazarlığı da yapmaktadır. Babası Khatchadour Tankian’dır.
Serj Tankian sekiz yaşındayken ailesiyle Los Angeles, Kaliforniya'ya göç etmiştir. Ermeni asıllı Amerikalıların okuduğu Rose & Alex Pilibos Ermeni Okulunda System of a Down grubundaki arkadaşları Daron Malakian ve Shavo Odadjian ile birlikte eğitim almıştır. Tankian, daha sonra California State Üniversitesine gitmiştir.
Serj Tankian, ileride System Of A Down grubunu kuracağı arkadaşları Daron Malakian ve Shavo Odadjian ile tanışmadan önce bir grupta klavye çalıyordu. Daron Malakian, Dave Hakopyan ve Domingo Loranio ile tanıştıktan sonra Soil adlı grubu kurdular (bu grup Chicago merkezli Soil değildir). Ardından gruba Shavo Odadjian da katıldı fakat grup bir süre sonra dağıldı.
Serj Tankian, Ermeni asıllı Türk sanatçı Arto Tunçboyacıyan ile birlikte SerArt adlı bir çalışma yaptı. İki müzisyen 2000 yılında Armenian Music Avard’da tanıştı. System Of A Down'ın Toxicity albümünde birlikte çalıştılar. Serj Tankian’ın kurduğu Serjical Strike Records ile aynı isimi taşıyan ortak bir albümleri vardır. Afrika ritimleri ve Orta Doğu melodileri ile dolu olan albümün ayrıca 12 dakikalık bir DVD hediyesi vardır.
Kendisi şu anda solo kariyerine devam etmektedir. Kendi müzik şirketi Serjtical Strike'dan çıkarmış olduğu Elect the Dead albümünü şu anda yaşadığı Yeni Zelanda'daki ev stüdyosunda kaydetmiştir. "Cool Gardens" isimli bir de şiir kitabı mevcuttur. Serj Tankian, 16 Mart 2008 tarihinde Auckland'da "Elect the Dead" senfoni konserini vermiştir. 2010 Eylül ayında 2. Solo albümü olan Imperfect Harmonies'i çıkarmıştır. İlk teklisi Left Of Center ile dünyanın gidişatını eleştirmiştir. Fakat albüm Elect the Dead gibi başarı sağlayamamıştır. Imperfect Harmonies'te orkestra ve caz tarzına daha yakın bi tarzı benimseyen Tankian, ikinci solo albümünün rock soundunda olmayacağını söylemişti. Albüm Elect the Dead'e göre biraz daha durgun şarkıların olmasına rağmen Tankian'ın sesiyle yine ayrı bir hava katmıştır ve orkestra albüm bölümünde de yine çok başarılı bir çalışma yapmıştır. Bununla beraber Tankian boş durmayıp kendi Facebook sayfasında gelecek yıl adlı videoda yeni şarkısından bi kısmı dinlettirmektedir.
Serj Tankian 2001 Nisan ayında Serjical Strike Records'u kurmuştur. Birçok başarılı gruba albüm çıkarmaktadır. Bunlarda bazıları:
Fair To Midland, Death by Stereo, Bad Acid Trip, Buckethead, The F.C.C, Axis of Justice, Kittens for Christian, Viza, Slow Motion Reign.
Serj Tankian'ın Rage Against the Machine grubunun eski üyelerinden, Tom Morello ile Axis Of Justice adlı bir çalışması vardır. Burada da yine sömürgecilik, açlık, savaş gibi konular üzerinde durulmuştur.
Mustafa Naili Paşa
Giritli Mustafa Naili Paşa (d. 1798 - ö. 1871) 1832 ile 1851 yılları arasında Girit valiliği ve Abdülmecid saltanatında 14 Mayıs 1853 - 29 Mayıs 1854 ve 6 Ağustos 1857 - 22 Ekim 1857 tarihleri arasında iki defa sadrazamlik yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın himayesinde Mısır'da yetişmiş olup, Arnavut asıllıdır. Muhtemelen Rumeli Vilayetine bağlı Görice / Korçë'nin Polyan / Polonë kasabasında 1798 yılında doğmuştur. Kesriye / Kastoria ilinde Behliste / Bilişht hânedânından İsmâil Bey'in oğludur. Amcası Hasan Paşa'nın vefâti üzerine onun yerine 1237'de (1821 / 1822) Girit Muhafızı; 1254'de (1838) Cebel-i Lübnan ıslahatına memur olmuştur.
Yunanistan'ın bağımsızlığı kazandığı 1820'lı yıllarda Sisam, Sakız ve Girit gibi Ege Adaları'nda da Rumların bağlantılı olarak ayaklanmalarına hazırlıksız yakalanan Sultan II. Mahmud'un fiilen bağımsız Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım istediği dönemde Girit ayaklanmasını bastırmış ve 1832'de Mısır idaresine sokulan Girit'e vali tayin edilmiştir. Valiliği 20 yıla yakın bir süre sürdüğü için "Giritli" lâkabıyla anılır.
Ayşe Kulin'in kaleme aldığı Adı Aylin adlı romanda ise paşanın bir diğer lakabı ""Deli""dir. Yani paşa tam adıyla "Giritli Deli Mustafa Naili Paşa"dır. Bu lâkabin ise asabı, birdenbire öfkelenen bir karaktere sahip olmasından dolayı verildiği romanda geçer.
Girit'i idaresi esnasında temkinli ve İngilizlere yakın bir politika izlemiştir. Bir açıdan adanın Müslüman toprak sahipleri ile yükselen Rum tacir sınıfı arasında sentez kurmaya çalıştığı yorumu getirilebilirse de, Rumlara karşı bazı politikaları ada Müslümanlarının tepkileri ile de karşılaşmıştır.
1840'da Britanya Başbakanı Lord Palmerston'un Girit'in Osmanlı idaresine geri dönmesi yönünde yaptığı baskı esnasında, bir süre için, yarı-bağımsız bir Girit'in prensi olma denemesinde bulunmuştur. Ancak belirsiz siyasi ortamı fırsat bilen Rumlar ayaklanmışlar ve bu küçük çaplı isyan Britanya-Osmanlı donanmalarının müdahalesi ile sona erdirilmiştir. Girit böylece 1840'da Osmanlı Devleti bünyesine geri dönmüş, Giritli Mustafa Naili Paşa da vali olarak muhafaza edilmiştir. Valiliği İstanbul'a çağrıldığı 1851 yılına kadar sürmüştür. İstanbul'da da, ilerlemiş yaşına rağmen, kariyerini sürdürmüş ve sadrazamlığa kadar yükselmiştir.
Sadrazamlık dönemleri Kırım Savaşı'nın hemen öncesine ve ikinci dönemi de bir süre sonrasına denk gelmiş, gündemini Rusya ile ilişkiler meşgul etmiştir. Fransa’da imparatorluğunu ilan eden ve uluslararası ilişkilerdeki konumunu güçlendirmek isteyen III. Napoleon'un Osmanlı Devleti’nde yaşayan Katoliklerin himayelerini Fransa’ya veren 1740 tarihli antlaşmanın yeniden yürürlüğe girmesini istemesi üzerine, Rusya'nın da Osmanlı Ortodoksları için aynı hakları istediği ve katı bir asker ve köyü bir Ortodoks olan Prens Mensikov'u İstanbul’a olağanüstü yetkilerle elçi olarak yolladığı, bu sorunu kendi çıkarları için tehlike olarak gören İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın Osmanlı Devleti'ne giderek artan destek verdiği Kırım Savaşı'na gidecek süreç esnasında ilk sadrazamlığına getirilmiş ve savaşın ilk döneminde bu görevi sürdürmüştür. Atanmasının nedeni Prens Mensikov'un taleplerinin kabul edilmemesi halinde İstanbul’dan ayrılacağı ültimatomunu vermesi ile, prense sürekli direnen Sadrazam Damat Mehmet Ali Paşa ve Hariciye Nazırı Sadık Rifat Paşa'nın görevlerinden alınmalarıdır. Böylece Sadrazamlığa Giritli Mustafa Naili Paşa, Hariciye Nazırlığına da Koca Mustafa Reşid Paşa atanmıştır. Ancak bu isim değişikliklerine rağmen Prens Menşikov yine de 27 Mayıs 1853’te İstanbul’dan elleri boş olarak ayrılmış ve Kırım Savaşı başlamıştır.
Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa
Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa (1813 - 1871), Abdülmecid saltanatında 29 Mayıs 1854 - 23 Kasım 1854, 18 Kasım 1859 - 24 Aralık 1859 ve 28 Mayıs 1860 - 6 Ağustos 1861 tarihleri arasında 3 dönemde toplam bir yıl on ay on bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa 1813'te Baf Kıbrıs'da doğmuştur. Babasının adı Hüseyin Efendi idi. Babası II. Mahmud'un hazine kethüdası Mehmed Emin Ağa'nın kardeşi idi. Amcasının yardımı ile Endurun'a girerek orada yetişti.
Saray hizmetinden 1828/29'da "yüzbaşı" rütbesi ile Hassa Alayı 2. Taburu'na tayin edilmesi ile ayrıldı. 1833-1834'te Hassa Alayı'nda subaylık yaptı. Sonra devlet bursu ile 1828/29'da, önce Londra, İngiltere'ye ve sonra Paris, Fransa'ya gönderilip orada eğitimini tamamladı. 1834/35'te Avrupa'daki eğitiminden dönerek "kolağası" rütbesi ve sonra da "binbaşı" rütbesi ile Hassa 5. Alayı'nda görev yaptı. Sultan Abdülmecid tahta geçmesi ile 1839'da "miralay" rütbesi ile Tophane'ye memur oldu. 1839/40'ta "mirliva" rütbesi ile "Tophane Meclisi" üyeliğine tayin edildi. 1840'ta "Dar-ı Şurayı Askeriye" üyeliğine atandı. Bir aralık redif askeri toplamak için Sinop ve Kastamonu'da görevlendirildi. 1843'te Osmanlı ordusunda yapılan bir tensikatta askeri görevden ayrılmak ve bir müddet evinde kalmak zorunda kaldı.
Fakat çok geçmeden askeriye kadrosundan mülkiye idare kadrosuna "miriumera" unvanı ile nakledildi. Aralık 1844'te Akka muhafızı ve sonra Kasım 1845'te Kudüs mutasarrıfı olarak tayin edildi. Bu dönemlerde Filistin'de ortaya çıkan ciddi bir Bedevi isyanını bastırdı. Mayıs 1846'da sivil "mirimiran" unvanı verildi. Temmuz 1846'da Tırnova kaymakamı tayin edildi. 1847'de istifa etti. Ağustos 1848'de ise tekrar devlet görevine başlatılıp Belgrad val |
iliğine tayini çıktı; ama bir ay sonra görevden alındı ve hemen Tirhala mutasarrifi olarak tayini çıktı. Ocak 1847-Eylül 1848 tarihleri arasında Tirhala mutasarrifliği yaptı.
1848 yılının Eylül ayında vezirlik rütbesi verilerek Londra Büyükelçiliği'ne atandı ve Ekim 1850'ye kadar bu görevi yaptı. Fakat bu sırada kuzey Suriye'de Halep'de bir isyan çıktı ve bu isyanın ancak Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa gibi tecrübeli biri tarafından bastırılabileceği mülahazasi ile Ekim 1850'de Halep valisi yapıldı. Orada iken bu isyanı bastırmada başarılı oldu ve asayişi sağladı. Fakat Eylül 1851'de Girit valisi atanması gerekçesi ile Halep Valığı görevinden alınıp İstanbul'a geri çağrıldı. Buna itiraz edip görevden istifa etti. Ekim 1851'de sivil "müşir" unvanı verilerek "Arabistan Müşiri" olarak görevlendirildi. Şubat 1853'te bu görevden azledildi. Haziran 1853'te Edirne Valisi olarak atandı.
Bu sırada Rusya Çarı Nikolay kendisini Ortodoks'ların hamisi ve koruyucusu olarak görerek Prens Aleksandr Menşikov'u İstanbul’a olağanüstü yetkilerle elçi olarak yollamıştı. Sadrazam Giritli Mustafa Naili Paşa da daha önce azledilen Damat Mehmet Ali Paşa gibi Prens Menşikov'un isteklerine ve ültimatomlarına karşı koyduğu için, Prens Menşikov İstanbul'dan eliboş ayrılmıştı. Ekim 1853'te Kırım Savaşı başladı. 30 Kasım 1853'te Sinop Baskını ile Rus Karadeniz donanmasının Sinop'ta Patrona Osman Paşa komutasında bulunan Osmanlı donanmasının büyük bir filosuna baskın yapıp ağır bir darbe indirmesinin hemen ardından 30 Ocak 1854'te Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa Rıza Paşa yerine Kaptan-ı Derya yapıldı. Bu görevde fazla kalmadı.
Devam etmekte olan Kırım Savaşı'nin başlamasından itibaren İngiltere ve Fransa'ya Osmanlı Devleti'ne destek vermekteydiler ve 27 Şubat 1854'te Rusya'nın İngiltere ve Fransa tarafından verilen ültimatomu redetmesi nedeni ile İngiltere ve Fransa Rusya'ya harp ilan ettiler. 1854 ilkbaharında Rusya orduları Tuna Nehri'ni geçerek Dobruca'ya girdiler ve 14 Nisan 1854'te 41 gün süren Silistre Kuşatması'nı başlattılar. Şumnu'da karagahı ve ana gücü bulunan Osmanlı Başkomutanı Serdar-ı Ekrem Ömer Lütfi Paşa İngiliz ve Fransız Başkomutanlarını ile toplanıp bir değerlendirme yaparak, Çanakkale Boğazı'na girerek Gelibolu'ya yerleşmiş olan İngiliz ve Fransız destek güçlerinin Mayıs sonunda Varna limanına çıkmalarına karar verildi. Tam bu sırada İngiltere ve Fransa'ya yakınlığı nedeni Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, Giritli Mustafa Naili Paşa yerine 29 Mayıs 1854'te birinci defa olarak Sadrazam yapıldı. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa bu görevde 5 ay kaldı. Bu sırada İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini Hariciye Nazırı olan Koca Mustafa Reşid Paşa yürütmekte idi. Mütercim Rüştü Paşa ise sadrazam olan Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa ile yapılması gerekenler hakkında devamlı anlaşmazlık içinde bulunmakta idi. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa 23 Kasım 1854'da sadrazamlıktan azledildi ve yerine Mütercim Rüştü Paşa sadrazam oldu .
Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa önce 27 Temmuz 1885'te "Meclis-i Tanzimat" başkanlığına atan dı. Daha sonra da 27 Temmuz 1855'te Sedaret Kaymakamı oldu ve bu görevden tabii olarak 29 Haziran 1856'da azledildi.
Eylül 1856'da Sankt-Peterburg'a Rusya Çarlığı'na Osmanlı Devleti'nin olağanüstü elçisi olarak tayin edildi. Bu göreveden Ocak 1957'de İstanbul'a geri döndü. 14 Ağustos 19=8547'de Meclis'i Tanzimat başkanlığından ayrılıdı. "Mecalis-ı Aliye"'ye üye olarak tayin edildi. 11 Ocak 1858'de ise tekrar "Meclis-i Tanzimat" başkanlığına ikinci kez olarak getirildi.
18 Ağustos 1858'de ikinci kez Kaptan-ı Derya olarak atandı. Bu görevde ancak bir yıl kaldı.
18 Ekim 1859'da ikinci kez sadrazam oldu. Fakat padişah olan I. Abdülmecid ile devletin mali durumu ve alınan dış borçlar dolayısıyla anlaşmazlığa düştü. Kırım Savaşı döneminde savaş harcamalarını karşılamak nedeni ile Osmanli Devleti İngiltere ve Fransa'dan büyük dış borçlar almıştı. Bu dış borçlar Osmanli devleti hazinesine büyük külfet yüklemekte idi. Buna rağmen Sultan ve saray sorumsuz şekilde harcamalar yapmaya devam etmekte idiler. Özellikle yaptırılan yeni Dolmabahçe Sarayı, padişahın adını taşıyan kışlalar ve okulların yapımı, ordunun gereksinimleri için İngiltere ve Fransa'dan dış borçlar alınmaya devam edilmişti. Kırım Savaşı için 24 Ağustos 1854'te alınan birinci dış borçlanmayı; ikinci kez 1855'te; üçüncü kez 1858'de dördüncü kez 1860'ta dış borçlanmalar izlemişti. Devletin Galata sarraflarından yüksek faizlerle aldığı iç borçlar nedeni ile Galata bankerlerine olan borçlanma miktarı 80 milyon altın lirayı aşmıştı. Bu iç borçlanma için rehin olarak verilen mücevherler ve borç senetleri de yabancı bankerler ve yabancı tüccarlar eline geçmiş ve efektif olarak dış borçlanma olmuşlardı. Sadrazam olarak Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa bu yüksek dış borçlanmayı gayet sert olarak tenkit etmeye başladı. Bu eleştiriler Sultan I. Abdülmecid tarafından gayet kötü karşılandı ve Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa 23 Aralık 1859'da azledildi.
Sultan I. Abdülmecid daha genç olmakla beraber saltanatının son yıllarını gayet zor durumlarda geçirdi. Alkolik içki müptelası olmuştu ve veremden müztarıptı. 1861'ın ilkbaharında padisahın sağlığı büsbütün bozuldu. Osmanlı devletinin Rumeli'ndeki Balkanların batı bölgelerinde davamlı hoşnutsuzluk bulunduğu açıkça ortada idi. Develtin bu kötü durumuna el atabilecek tecrübeli bir sadrazam istenmekteydi. Bu nedenle 27 Mayıs 1860'ta Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa üçüncü defa sadrazamliğa getirildi. Sadrazam oluşunun ikinci haftası içinde Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa kendine Rumeli müfettişi unvanını da vererek Rumeli ve doğu Balkanlarda hoşnutsuzluğu kendi gözüyle görüp incelemeye koyuldu. Bu Rumeli inceleme gezisinden Eylül 1860'ta geri döndü. Bu sedareti döneminde Sultan I. Abdülmecid 25 Haziran 1861'de 38 yaşında iken vefat etti. Bir önceki gün Sultan mükellef bir ziyafete katilmıştı ve bu ziyafet sonunda rahatsızlanmış ve Ihlamur Köşkü'ne getirlmiş idi. Ölüm yatağında iken Sultan'in odasında doktorlar, sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa, Serasker Rıza Paşa, Kaptan-ı Derya Damad Mehmed Ali Paşa bulunmaktydi. I. Abdülmecid'in cenazesi öldüğü gün kılınan cenaze namazından sonra hemen kaldırıldı ve Yavuzselim Camii avlusundaki türbeye gömüldü. Yine o gün Topkapı Sarayı Babülsaade önünde yapılan geleneksel cülus töreni yapılarak yerine yine II. Mahmud'un oğlu olan kardeşi Sultan Abdülaziz Osmanlı tahtına çıktı. Sultan Abdülaziz tahta çıkmasından hemen sonra 6 Ağustos 1861'de Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'yı sadrazamlıktan azletti.
Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa bundan sonra Eylül 1861'de Edirne Valiliğine atandı. Bu görevinde Nisan 1864'te azledilinceye kadar kaldı. Bundan sonra 1865'te Mecalis-i Aliye'de üyelik yaptı. 1866'de bu görevden azledilerek yeni kurulan "Meclis-i Ali-i Hazine""nin (sonra daki ismi ile "Meclis-i Vala-yı Akhkam-ı Adliye"'nin) başkanlığına atandı.
Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa İstanbul'da Kandilli, Üsküdar'da bulunan Kıbrıslı Yalısı'nda Eylül 1871'de vefat etti ve Sultan Mahmud Türbesi bahçesine defnedildi.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirme yapılmaktadır:
Bilgili, dil bilir, sâdık, iffetli, doğru ve sert tabiatlıydı.
Vefatında yalısından başka bir şeyi kalmayıp doktor ve cenaze masrafı Sultan tarafından ihsan olunmuştu. Konağını borçluları hayatında iken haciz ettirmişlerdi.
Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa
Mehmed Rüşdi (1811, Ayancık - 1882, Manisa), Osmanlı sadrazamı. Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa olarak da bilinir.
Şubat 1811'de Sinop'a bağlı Ayancık kazasında doğdu. Kayıkçı Hasan Ağa'nın oğludur. Üç yaşlarında iken ailesi İstanbul'a gelip yerleşti. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra Tophâne’de açılan Asâkir-i Muntazama Yedinci Tertip Taburu'na girdi. Özel hocalardan Araa'pça ve Farsçnın yanı sıra Fransızca öğrendi. Fransızca öğrenmesi memuriyet kademelerinde hızla yükselmesine zemin hazırladı. Hüsrev Paşa'nın aracılığı ile bazı askerî nizamnâmelerin Türkçeye tercümesi işiyle meşgul olmak üzere serasker tercümanlığına getirildi. Bundan dolayı "Mütercim" lakabıyla şöhret buldu. Kolağası rütbesiyle Rumeli, Anadolu ve Suriye'de dokuz yıl hizmet gördükten sonra 1839 yılında miralay, 1843 yılında Rumeli ordusunda mirliva oldu; ardından Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî'ye üye yapıldı. 1845 yılında ferik rütbesine terfi ettirildi ve redif kuvvetlerinin kuruluşuyla görevlendirildi. 1847 yılında Hassa Ordusu müşirliğine, ardından Haziran 1848 tarihinde Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî reisliğine, Mayıs 1851 tarihinde seraskerliğe ve 23 Mayıs 1853 tarihinde yeniden Hassa Ordusu müşirliğine getirildi. Bu görevinde altı ay kadar çalıştıktan sonra istifa etti. Ekim 1854 tarihinde Meclis-i Tanzîmat üyesi ve arkasından Haziran 1855 tarihinde ikinci defa serasker oldu. Kasım 1856 tarihinde azledildikten sonra kısa sürelerle yeniden seraskerlik, Tophâne müşirliği, Meclis-i Âlî üyeliği ve reisliği görevlerinde bulundu.
Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın azliyle 24 Aralık 1859 tarihinde sadrazamlığa getirildi. Ancak İngiltere Kraliçesi Victoria'nın padişaha yazdığı bir mektupta Mehmed Emin Paşa'nın azlinden üzüntü duyduğunu belirtmesi ve bu arada saray erkânının kendisi aleyhinde bulunması yüzünden 27 Mayıs 1860 tarihinde azledildi. 1860 yılı ortalarında Meclis-i Hazâin reisi ve Eylül 1861'de dördüncü defa serasker tayin edildi. 2 Ocak 1863 tarihinde Seraskerlik görevinden ayrılınca bir süre mâzul kaldı. Temmuz 1865 tarihinde Meclis-i Âlî üyeliğine, ardından 30 Nisan 1866 tarihinde Meclis-i Vâlâ reisliğine ve kısa bir süre sonra da 5 Haziran 1866 tarihinde ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Girit isyanının şiddetlendiği bu sırada bir Yunan savaşının patlak vermesinden ve Rusya'nın işe karışacağından endişelenerek 11 Şubat 1867 tarihinde görevinden istifa etti ve beşinci defa seraskerliğe getirildi. bu görevi bir yıl sürdü. 11 Kasım 1870 tarihinde Meclis-i Âlî üyesi ve 25 Eylül 1871 tarihinde Adliye nâzırı oldu. Ancak Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın önceki Adliye Nâzırı Şirvanizade Mehmed Rüşdi Paşa ile Zabtiye Müşiri Hüsnü Paşa, Mâbeyin Başkâtibi Emin Bey, Divitçi İsmâil Paşa ve Serasker Hü |
seyin Avni Paşa'yı yargılamadan sürgünle cezalandırmak istemesine Tanzimat prensiplerine aykırı olduğu gerekçesiyle itiraz ettiğinden bir ay sonra azledildi. 19 Ekim 1872 tarihinde üçüncü defa getirildiği sadâretten 15 Şubat 1873 tarihinde istifa etti. İstifasının sebebi, Hariciye Nâzırı Mısırlı Halil Şerif Paşa'yı Mısır hidivinin ısrarına ve rüşvet teklifine rağmen azletmek istememesidir. Fakat istifası kabul edilmeyerek azledildi. Medrese öğrencilerinin gösterileri yüzünden görevinden uzaklaştırılan Mahmud Nedim Paşa'nın yerine 12 Mayıs 1876 tarihinde dördüncü defa sadrazamlığa getirildi. Sultan Abdülaziz'in, "Sizi halk istediği için görevlendirdim" demesi kendisinin padişah tarafından bu makama isteksizce getirildiği şeklinde yorumlandı. Onun sadrazamlığı ile birlikte Osmanlı Devleti'nde yeniden İngiltere yanlısı bir politika hâkim oldu.
Durumun sakinleşmesiyle padişahın Mahmud Nedim Paşa'yı tekrar sadârete getirmek istemesi saltanat değişikliğine gidilmesi fikrine kuvvet verdi. Böylece onun sadrazamlığı döneminde önemli makamlara gelen Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Bununla beraber konuşmalarında bu olayı benimsemediğini, hatta padişahı uyarmaya teşebbüs ettiğini, fakat sonuçta arkadaşlarıyla birlikte hareket etmek mecburiyetinde kaldığını söylemekteydi. V. Murad'ın cülûsu ve Sultan Abdülaziz'in ölümü sırasındaki karışıklıkları önlemeye çalıştı. Sultan Murad'ın saltanatı süresince onun hastalığı dolayısıyla ülkeyi adeta padişahsız idare etti. Birlikte davranmalarına rağmen devletin yapısında meydana getirilecek değişiklikler konusunda Midhat Paşa ile aynı düşüncede değildi. Ahmed Cevdet Paşa ile beraber, akıllı bir padişahın olması halinde Kānûn-ı Esâsî'ye gerek olmadığı, Tanzimat ilkelerinin yeterli sayıldığı görüşünü savunmaktaydı. Bu sırada yapılan Kānûn-ı Esâsî tartışmalarında en sert muhalefeti gösterdi. Bu yüzden yeni padişahın cülûsunu ilân eden hatt-ı hümâyunda meşrutiyet vaadinin yer almasını engelledi. Ona göre halk seçim sistemine dayanan bir rejim için henüz yeterli olgunlukta değildi. Kānûn-ı Esâsî'de padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına karşı çıktı ve Kānûn-ı Esâsî'ye dış baskılar yüzünden muvafakat ettiğini belirtti.
II. Abdülhamid'in saltanatının ilk anlarında makamını koruduysa da padişahın devlet işleriyle yakından ilgilenmesinden rahatsız oldu. Öte yandan padişah da onu yeterli görmemekte, ayrıca Sultan Abdülaziz'in ölümü dolayısıyla kendisine güven duymamaktaydı. 19 Aralık 1876 tarihinde Rusya ile savaş ortamına girildiği, Kānûn-ı Esâsî hazırlıkları ve Tersane Konferansı ile ilgili çalışmaların yoğunlaştığı bir sırada ihtiyarlığını ve rahatsızlığını ileri sürerek istifa etti. İki padişahın tahtan indirilip ve iki padişahın tahta çıktığı dördüncü sadâreti yedi ay sekiz gün sürdü. Mart 1878 tarihinde Meclis-i Âlî üyeliğine getirildi. 28 Mayıs 1878 tarihinde Çırağan Baskını üzerine azledilen Mehmed Sadık Paşa'nın yerine beşinci defa sadârete getirildi. Kıbrıs'ın elden çıkmasına muhalif olduğu halde adanın İngilizlere devriyle ilgili son formaliteler onun sadrazamlığına rastladı. Padişahın güvenini kaybeden Sadık Paşa'yı Dahiliye Nâzırı yapmak istemesi ve Ali Suavi'nin adamlarını affettirme çabası içine girmesi II. Abdülhamid'in hakkındaki endişelerini arttırdığından yedi gün sonra azledildi. Şubat 1879 tarihinde Manisa'daki çiftliğinde oturmasına izin verildi. Sultan Abdülaziz’in ölümüyle ilgili olarak kurulan Yıldız Mahkemesi'nde yargılanmak üzere tutuklanmasına karar verildi. Ancak o sırada ağır hasta olduğundan İstanbul'a sevki sakıncalı görülerek İzmir'e götürülüp orada üç gün süreyle sorgulandı ve ardından Manisa'ya getirildi. Mahkeme neticesinde herhangi bir ceza almadı. Nisan 1882'de Manisa’da vefat etti ve Hatuniye Camii bahçesine defnedildi.
Keçecizade Fuat Paşa
Keçecizade Mehmet Fuat Paşa (1814, İstanbul - 1868, Nice, Fransa), Osmanlı devlet adamı. Tanzimat döneminin önde gelen üç siyasi liderinden biridir. Abdülaziz saltanatında 22 Kasım 1861 - 6 Ocak 1863 ve 3 Haziran 1863 - 5 Haziran 1866 dönemlerinde iki kez sadrazam ve toplam on yıla yakın Hariciye Nazırlığı (dışişleri bakanlığı) yapmıştır. Siyasi başarılarının yanı sıra keskin zekâsı ve nükteleriyle ün kazanmıştır.
Tanınmış şair ve alim Keçecizade İzzet Molla'nın (1785 İstanbul-1829 Sivas) oğlu, Rumeli Kazaskeri Mehmed Salih Efendi'nin torunudur. Annesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın torunlarındandır.
Baba ve atalarını izleyerek ilmiye mesleğine girdi; müderris (medrese hocası) diploması aldı. Bunun yanı sıra yeni kurulan ve Fransızca eğitim verilen Tıbbiye Mektebi'nde okudu.
Zekâsını takdir eden Koca Mustafa Reşid Paşa'nın teşvikiyle siyasi kariyere başladı. Babıali Tercüme Kalemi'ne girdi. 1843 yılında Portekiz, daha sonra Bükreş'de Romanya ve Petersburg Rusya elçiliklerinde bulundu. 1852 yılında Mısır idaresinin reformuyla ilgili müzakereler için Kahire'ye gönderildi. Kırım Savaşı'nın en kritik dönemlerinde Hariciye Nazırlığı yaptı. Paris Antlaşması müzakerelerinde bulundu.
1854 yılından itibaren Tanzimat reformlarını planlamakla görevlendirilen Meclis-i Âlî-i Tanzimat üyeliğinde ve birkaç kez başkanlığında bulundu. Fransa'ya yakın politikasından dolayı İngiltere'nin baskısıyla 1856 yılında hariciye nazırlığından uzaklaştırıldıysa da 1858 yılında yeniden bu göreve geldi.
1860 yılında çıkan Suriye ve Lübnan isyanını bastırmakla görevlendirilerek Şam valiliğine atandı. Bu görevinde eski Şam valisi ve Arabistan Ordusu müşiri Ahmed Paşa ile Şam eşrafından birçok kişiyi idam ettirdi. Bu olaydan sonra "Ben ömrümde bir tavuk kesmemiş ve bir kuş vurmamış iken cenabı hak bakınız nelere alet etti" diyerek üzüntüsünü belirttiği rivayet edilir.
Abdülaziz'in tahta geçişini izleyen sekiz yılda Sadrazamlık ve hariciye nazırlığı, iki yakın müttefik ve dost olan Âli Paşa ile Fuat Paşa arasında birkaç kez el değiştirdi. 22 Kasım 1861 - 5 Ocak 1863 ve 1 Haziran 1863 - 4 Haziran 1866 tarihleri arasında 2 dönemde toplam 4 yıl sadrazamlık yaptı. Bunun yanı sıra seraskerlik görevinde bulundu.
1866 yılında Padişah'ın Mısır Hıdivi Tevfik Paşa'nın kızıyla evlenmesine itiraz ettiği için sadrazamlıktan azledildi. Bir süre açıkta kaldıktan sonra 1867 yılında yeniden hariciye nazırlığına atandı. Kışı geçirmek için gittiği Fransa'nın Nice kentinde vefat etti.
Fuat Paşa, yolculuğundan sağ dönemeyeceğini hissediyordu. Nitekim gidişinden önce dostu Abdurrahman Sami Paşa'ya rica edip kitâbesini hazırlatmıştı. Bu mersiye şöyledir:
Fuat Paşa zayıf ve çok uzun boylu idi. İbnülemin'e göre
"Kaddü kametde [boy pos] olduğu gibi talakatı lisaniyede, zerafetde, şetaretde, nükteperdazlıkda, hazır cevablıkda, pervasızlıkda da babasının tam varisi idi… Hazır cevablığı, cür'et ve cerbezesi, her şeyde sürat ve serbestiyi iltizam etmesi, aleyhinde söylenen sözlere kulak vermiyerek yalnız varacağı noktayı nasbı nazar eylemesi, muvaffakiyetini teshil etdi [kolaylaştırdı]."
Başka bir yazara göre "tamamiyle Avrupa tabı ve meşrebine mâlik, gayet latifegû [esprili], Parislilere taş çıkarırcasına zarif bir zat" idi. Yaşamının son döneminde "baston ve çaket gibi Avrupa âdat ve usuline ziyade taklid buyurması" eleştirildi.
Üçüncü Napolyon, Fuat Paşa hakkında şöyle der
"Hiçbir mevzu yoktur ki, onu Fuat Paşa kadar zarif ve veciz anlatabilen bir diplomat dünyanın başka bir yerinde bulunsun."
Fuat Paşa Mevlevî tarikatine mensuptu. Eşinin ailesinin Antakyalı ve Nusayrî olduğunu Ahmet Cevdet Paşa "Maruzat"'ında belirtir.
Fuat Paşa'nın Şehzade Camii karşısında muhteşem bir konağı vardı. Bu yapı 11 Aralık 1864 gecesi yanmış ve paşa, Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa'nın Sirkeci Demirkapı'daki konağına taşınmıştı. Bir süre sonra bu konak da yandı. Bu felaket üzerine Padişah Abdülaziz, Beyazıt'ta bugün İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi olarak kullanılan kâgir binayı yaptırarak paşanın kullanımına tahsis etti. Ancak bu konak 1867'de maliye tarafından müsadere edildi.
İbnülemin, yangın ve müsadere olaylarından bahsederken Fuat Paşa için "dünyada ellibeş sene temekkün ettiyse de mekân sahibi olamadı" demektedir.
Başka bir kaynağa göre ise paşanın Küçük Çamlıca'da yazlık bir köşkü olduğu, 1852 tarihinde oğlunun ölümü dolayısıyla buradan ayrılıp Bebek'teki Hekimbaşı Yalısı'na taşınması üzerine bunun boş kaldığını bildirmektedir. Paşanın ölümünden sonra varislerine intikal eden köşk, bugün mevcut değildir.
İstanbul Sarıyer'deki Fuat Paşa Yalısı'nın kendisiyle bir alakasının olup olmadığı bilinmemektedir.
Yusuf Kâmil Paşa
Yusuf Kâmil Paşa (Osmanlıca:يوسف كامل پاشا) (d. 1808, Arapkir- ö. 1876, İstanbul) Osmanlı devlet adamı.
Abdülaziz saltanatında 5 Ocak 1863 - 1 Haziran 1863 tarihleri arasında dört ay yirmi yedi gün sadrazamlık yapmıştır.
Türk edebiyatının ilk çeviri romanı olarak bilinen Fenelon'un "Telemaque" adlı eserini çevirmesi nedeniyle Türk edebiyat tarihinde kendisinden söz edilenler arasında yer alır.
Gençliğinde Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın emrinde çalışmış; paşanın kızlarından Zeynep Hanım ile evlenmiştir. Eşi ile birlikte yaptırdıkları hayır eserleri ile anılır. Bugün Zeynep Kamil Hastanesi adıyla İstanbul'da hizmet vermeye devam eden hastane, vakfettikleri eserler arasında en bilinenidir.
1808 yılında Arapkir’de dünyaya geldi. Akkoyunlu hanedanının Gökbeyi sülalesine mensuptur. Küçük yaşta babasını kaybettiği için amcası Vezir Gümrükçü Osman Paşa himayesinde yetiştirildi. Amcası ile birlikte İstanbul’a gelip, bu şehirde eğitim gördü. 1829’da tahsilini tamamladıktan sonra Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde dört yıl çalıştı.
1833’te Mısır’a gitti. Bir rivayete göre Mısır’a gidiş nedeni, gördüğü bir rüyadan sonra talihinin kendisini orada karşılayacağına inanmasıdır. Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın hizmetinde bulundu ve kızı Zeynep Sultanla evlendi. Bu evlilik, Mısır sarayının tepkisini çekti.
1845’te Mehmet Ali Paşa onu bir görevle İstanbul’a gönderdi. II. Mahmut’un kızı, Adile Sultan ile Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa’nın düğününde Mısır valisinin tebriklerini ve hediyelerin |
i Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecit’e sundu. Padişah, Yusuf Kamil Bey’e mîr-i mîrânlık unvanı verdi.
1849’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın vefatı üzerine yerine geçen Abbas Halim Paşa tarafından Sudan’da bir göreve tayin edildi. Bu görevi kabul etmeyince Asvan’a sürgün edildi. Hapsedilerek Zeynep Hanım’dan boşanmaya ve Mısır’daki mallarından vazgeçmeye zorlandı.. Sürgündeki üçüncü ayın sonunda sadrazam Mustafa Reşit Paşa'ya bir dilekçe göndererek durumunu aktardı. Padişah Abdülmecit’in fermanıyla hapisten çıkıp İstanbul’a gidebildi. Eşi Zeynep Hanım ile Reşit Paşa ve sultan Abdülaziz’in girişimleri sonucu İstanbul’da buluşabildi.
Adliye işlerini yürütmek için kurulan Meclis-i Vâlâ’ya üye tayin edildi ve ardından bu görevine ilave olarak eğitim işleri ile ilgilenen Meclis-i Maarif-i Umumiye üyeliğine getirildi. Bu arada Encümen-i Daniş’in dahili üyeleri arasında girdi. 1853’te kısa bir süre Ticâret Nâzırlığında bulundu. 1854’te ikinci defâ Ticâret Nâzırlığına getirilen Kâmil Paşa, aynı yıl Meclis-i Âlî-i Tanzimat başkanı oldu. Bir ay sonra Meclis-i Vâlâ-yı Âhkâm-ı Adliyye başkanlığına getirildi.
Süveyş Kanalı imtiyazının Fransızlara verilmesinin Mısır’a yabancı müdahalesini arttıracağı düşüncesindeki Paşa, konağında yapılan bir Meclis-i Vükela toplantısında alınan kararla, imtiyazın iptali için kayınbiraderi olan Mısır valisi Said Paşa’ya bir mektup yazdı. Mektup Fransız elçisinin eline geçince Reşit Paşa sadrazamlıktan, Yusuf Kamil Paşa Meclis-i Vâlâ-yı Âhkâm-ı Adliyye başkanlığından istifa etmek zorunda kaldı.
1857’de tekrar Meclis-i Vâlâ başkanlığına getirildi. İki yıl bu vazifeyi yürüten Kâmil Paşa, istifa edip Mısır’a gitti. Abdülaziz padişah olduktan sonra yeniden İstanbul’a geldi.
Suriye’de bulunan Keçecizade Fuad Paşa sadrazamlığa getirilince sadrazam kaymakam oldu ve bu dönemde ortaya çıkan mali krizi, kendi hazinesinden bir miktar altını piyasaya sürerek önledi. Fuat Paşa’nın 1863’teki istifasından sonra padişah Sultan Abdülaziz’den devlet işlerine fazla müdahale etmemesi konusunda güvence alan Yusuf Kâmil Bey sadrazamlığa getirildi. Âli Paşa’nın Hariciye Nazırlığı’nda kalmasını sağladı, Ali Fuat Paşa’yı kendisinden boşalan Meclis-i Vâlâ başkanlığına getirdi.
Sadrazamlığı döneminde padişahın Mısır seyahatine çıkmasını sağlaması devrinin önemli olaylarındandır. Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığını arttırmaya amaçlayan bu seyahate Fuat Paşa ile birlikte çıkan Abdülaziz, dönüşünde onu sadrazamlığa getirmiş, Yusuf Kamil Paşa ise tekrar Meclis-i Ahkâm-ı Adliye başkanlığına getirilmiştir.
1869’da Mithat Paşa’nın yerine Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi. 27 Şubat 1869-21 Ekim 1871, 4 Ağustos 1872-21 Ağustos 1875 ve 31 Mart 1876-5 Haziran 1876 tarihlerinde 3 kez Şura-yı Devlet başkanlığı yaptı. Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye Nâzırlığı vazifesini de üstlendi. Hastalığı sebebiyle 1875’te bu vazifeden ayrıldı.
Sultan Abdülaziz'in 30 Mayıs 1876 Darbesi ile tahttan indirilerek ölmesine çok üzülen Kâmil Paşa, aynı sene İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da yaptırdığı hastanenin bahçesindeki türbesine defnedildi.
İstanbul’da birçok hayır ve hasenâtı vardır. Bunların başında, hanımı ile birlikte yaptırdıkları, Üsküdar'daki Zeynep Kâmil Hastanesi(1862) ve Zeynep Kamil İlk Öğretim Okulu(1878) gelmektedir. Kendi özel mülklerinde hastalara ücretsiz hizmet vermek üzere yaptırdıkları hastanenin bulunduğu semte de Kamil Paşa ve eşinin adından dolayı Zeynep Kamil adı verilmiştir. Ayrıca Elâzığ’da kütüphaneli bir medrese yaptırmışlar, İstanbul’da Bebek'ten Zinicirlikuyu'ya kadar şose bir yol yaptırmışlar, Gülhane’deki yıkılan Beşirağa Camii’ni imar etmişler Yakacık memba suyunu Kartal'a getirmişler, birçok çeşme ve tarihi yapıyı restore ettirmişlerdir. Vezneciler'de uzun zaman İstanbul Üniversitesi’nin Fen ve Edebiyat Fakültesi olarak kullanıldıktan sonra yanan meşhur konak da Yusuf Kâmil Paşa ile Zeynep Hanım'ın ülkeye bağışı idi (Günümüzde yerinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bulunur).
Kadıköy Moda'daki Barış Manço'nun evinin bulunduğu sokağa ismi verilmiştir.
Arapça, Farsça, Fransızca bilen Yusuf Kamil Paşa, François de la Monthe Fénelon’un Les Adventures de Telemaque adlı Fransızca eserini Arapça tercümesinden Türkçe’ye çevirerek 1862’de Tercüme-i Telemak adıyla yayımlamıştır.
Kâmil Paşanın şiirleri ve münşeâtı (nesir-mektuplar) da mevcuttur.
Mahmud Nedim Paşa
Mahmud Nedim Paşa (d. 1818- ö. 14 Mayıs 1883) Abdülaziz saltanatında 2 değişik dönemde toplam bir yıl yedi ay on bir gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
1818 yılında doğan Mahmud Nedim Paşa Şam ve Bağdat valilikleri yapmış olan vezir rütbeli Gürcü Mehmet Necip Paşa'nın küçük oğluydu.
Eğitimini bitirince devlet memuriyetine girdi. Mektub-i Sedaret ve amedi kalemlerine girdi ve Bursalı Said Paşa'ya divan katibi oldu. Sonra mektub-i sedaret yardımcısı oldu. Sonra sırasıyla Şubat 1847'de mektub-i sedaret muavini; (Şubat 1847'de) sedaret mektupçusu; Mayıs 1849'da Divan-ı Humayun amedi yardımcısı, Aralık 1849'da amedi ve 1853'te beylikçi yapıldı. Temmuz 1854'ten itibaren sedaret müsteşarlığına ve Temmuz 1854'ten itibaren de Hariciye Nazırlığı müsteşarlığına getirildi.
Şubat 1825'te vezir şeref unvanı verilerek Sayda valisi tayin edildi ve sırasıyla Kasım 1855'te Şam valisi ve Şubat 1858'de İzmir valisi tayin edildi. Sonra İstanbul'a geçti. Şubat 1858;'de Meclis'i Tanzimat üyesi ve Nisan 1858'de Hariciye Nazırı Keçecizade Fuat Paşa Paris'e gittiğinde vekaletle Hariciye Nazırı olarak çalıştı. Ağustos 1858'de Ticaret Nazırı olarak tayin edilip Aralık 1859'da azledilince kadar görev yaptı. Temmuz 1860'da kendi isteği ile Trablusgarp valisi yapıldı ve burada 7 yıl valilik yaptı. 1876'de İstanbul'a döndü ve Haziran 1867'de Meclis'i Vala üyeliğine tayin edildi. Ağustos 1867'de Devai Nazırı ve Mart 1868'de ikinci kez sedaret müsteşarı oldu.
Hakkı Paşa öldükten sonra doğrudan doğruya saray tarafındın Bahriye Nazırı yapıldı.
Sultan Abdülaziz'le yakın ilişkiler kurmuştu. Padişah'ın hiç denetimsiz monarşik idare hakkı olduğu telkini yapmaktaydı. Bu nedenle Abdülaziz'in gözüne girmişti. Sadrazam Âli Paşa 7 Eylül 1871'de öldüğünde Abdülaziz'in şahsi tercihi ile birinci kez sadrazamlığa getirildi. İlk icraatı daha önce Osmanlı devletinin batı Avrupa devletlerine dayanan politikasını tayin eden Âli Paşa'nın siyasetlerini değiştirmeye çalışmak oldu. Ama önceki işi Âli Paşa'nın ailesini, dostlarını ve devlet içinde birlikte çalıştığı iş arkadaşlarını görevlerinden ayırmak oldu. Dış siyasetinde o zamanki Rusya büyükelçisi Nikolay Pavloviç İgnatyev'e yakın bağlılık gösterip Osmanlı Devleti dış siyasetini Rusya dış siyasetini takip eder bir devlet şekline soktu. Bu Rusya sevgisi yüzünden İstanbul siyasi çevrelerinde lakabı "Nedimof"a çıktı. Bu da Osmanlı devletinin batı Avrupa devletleri yanında itibarının kırılmasına ve devletin yalnız kalmasına sebep oldu. İçişlerinde takip ettiği hiç sorumsuz merkeziyetçi yanlış siyaset Abdülaziz'in halkın sevgisini kaybetmesine ve özellikle Balkanlarda milliyetçiliğinin önem kazanmasına neden oldu. Bu kötü gidişat Mithat Paşa tarafından Abdülaziz'e bildirilip sultan uyarıldı. Bunun üzerine 31 Temmuz 1872'de Abdülaziz, Mahmud Nedim Paşa'yı sadrazamlıktan azletti.
Temmuz 1872'de Kona Kastamonu valiliği verildi ve böylece İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Fakat yeni sadrazam olan Mithat Paşa onun sadrazamlığı sıralarda yaptığı yolsuzlukların ve Hazine-i Maliye'yi soktuğu zararların hesabının sorulmasında ısrar ettiği için İstanbul'a geri çağrıldı. Fakat yapılan araştırmalar sonunda bir sonuç alınamadı ve Mahmud Nedim Paşa Trabzon'a zorunlu sürgüne gönderildi. Ekim 1873'te Adana valiliğine tayin edildi. Tam bu sırada Hersek isyanı çıktı ve ülke büyük bir siyasi kriz içine girdi. Sultan Abdulaziz, Mahmud Nedim Paşa'nın Rusya yakınlığını bildiği için ve bu yakınlık dolayısıyla bu isyana Rusya'nın karışmasını önleyeceğini sandığı için Mahmud Nedim Paşa'yı 21 Ağustos 1875'te İstanbul'a çağırttı. Ona Şura-yı Devlet üyeliği görevi verildi.
Mahmud Nedim Paşa eğer kendisine iktidar verilirse Hersek isyanı meselesini 15-20 günde çözebileceğini Abdülaziz'e bildirince, Sultan'ın isteğiyle 26 Ağustos 1875'te ikinci kez sadrazamlığa getirildi. Fakat sadrazam olduğunda Hersek isyanını bastıramadı. Bu yetmezmiş gibi ayaklanmalar Sırbistan, Bulgaristan ve diğer bölgelere de yayılmaya başladı. Mahmut Nedim Paşa'nın bunlara karşı aldığı tedbirler hep boşa gitti. Ayaklanmalar dolayısıyla gereken yüksek askeri harcamalar devlet maliyesini sarstı. Yeni vergiler koymak imkanı yoktu ve o zamana kadar devlet maliyesi yüksek faizlerle dış borç almaya dayanmakta idi. Mahmud Nedim Paşa dış borç alınmasında Osmanlı devleti tahvilleri için gayet yüksek faiz ödemekten kaçınmak için devlet dış tahvillerinin faizini (dış piyasalarda geçen) ama eskisinden %50 daha düşük olan faizlere indirdi. Bu Avrupa'da Osmanlı tahvilleri satın alan ve gayet yüksek faiz gelirinden istifade eden Batı Avrupa bankaları ve maliyecilerinin ve ülke içinde ellerinde fonları olup bunları yüksek faizli Osmanlı devleti tahvilleri ile nemalandıran küçük bir iç rantiyer-maliyeci tabakasının büyük tepkilerine neden oldu. Bu arada medrese öğrencileri de derslerine girmeyip Fatih ve Beyazıt meydanlarında gösteriler yaptılar. Bu başarısızlıklar nedeniyle 12 Mayıs 1876'da sadrazamlıktan azledildi.
Önce Çeşme'ye sürgüne gönderildi. Oradan da sürgün yeri Sakız Adası'na çevrildi. 31 Ağustos 1876'da II. Abdülhamit padişah olduktan sonra affedildi. Birinci meşrutiyet kurulması, "Doksan-Üç-Osmanlı-Rus Savaşı"'nin kaybı ve 11 Şubat 1878'den itibaren II. Abdülhamit idaresinin başlamasından sonra 1879 başlarında Mahmud Nedim Paşa Musul valisi olarak tayin edildi. Ama hemen ardından İstanbul'a dönmesi emri gönderildi. Sadrazam olan Ahmed Arifi Paşa'nın muhalefetine rağmen 1879 sonlarında Mahmud Nedim Paşa Dahiliye Nazırı olarak göreve getirildi. Bu görevde iken 1882 sonlarında hastalandı ve hastalığı uzun sürdüğü için görevinden alındı.
14 Mayıs 1883'te vefat etti. Mahmudiye Caddesi (? |
) üzerinde bulunan türbesine gömüldü.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilir:
Orta derecede bir şair ve yazar olduğu belirtilmektedir. Bir divanı bulunmaktadır. "Hikaye-i Melik-i Muzaffer" ve "Ayine ve Hasbıhal" adlı popüler okuyucuya hitap eden basılmış eserleri bulunur. Kendisine yöneltilen suçlamaları inceleyip redden "Reddiye" adlı bir polemik kitabı basılmıştır.
Ahmed Esad Paşa
Sakızlı Ahmed Esad Paşa (1828, Sakız - 1875, İzmir), Osmanlı devlet adamı. Abdülaziz'in saltanatında iki dönem sadrazamlık yapmıştır. Darüşşafaka'nın kurucularındandır. Sanat tarihçi Celal Esad Arseven'in babasıdır.
Sakız Müftüsü Süleyman Bey'in oğlu olup, Müşir Kâzım Paşa'nın ağabeyidir. Birçok devlet görevinde bulundu. Paris sefaretinde çalıştı. Paris dönüşünde Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiye'ye (şimdiki adıyla Darüşşafaka Cemiyeti) katıldı. Cemiyet kurucuların büyük bir okul kurma düşüncelerine katılarak, bu okulun Paris civarında görüp incelediği kız ve erkek yetimlerine özgü yatılı bir okul olan Pritanée Militaire de la Flèche benzeri bir okul olmasını önerdi. Yanında okulun planını, öğrencilerin kılık kıyafetiyle ilgili çizimleri ve öğretim programını da getirmişti. Önerisi kurucularca kabul gördü ve Darüşşafaka kuruldu.
Ahmed Esad Paşa 1868 yılının Aralık ayında İşkodra valiliğine atandı. Bu görevi 1870 yılının Ağustos ayına kadar sürdürdükten sonra Hassa ordusu komutanı oldu. 1871 yılında Serasker oldu. Bu görevi 1872 yılında Sivas valiliği, Bahriye Nazırlığı ve ikinci bir defa seraskerlik izledi. 1873 yılının Şubat ayında Tophane müşiri oldu.
1873'te Konya valiliği görevini sürdürürken, 1290 kıtlığı olarak bilinen büyük kuraklık döneminde, Konya Mevlevi Dergâhı Postnişini Mahmut Sadrettin Çelebi ile birlikte aç ve çaresiz kalan halka yardım amaçlı çabalarıyla Sultan Abdülaziz'in dikkatini çekti.
Bu çalışmalarının sonucu olarak Abdülaziz'in saltanat döneminde 15 Şubat 1873 - 15 Nisan 1873 ve 26 Nisan 1875 - 26 Ağustos 1875 tarihleri arasında iki dönem -toplam beş ay yirmisekiz gün- sadrazamlık yaptı. Bu iki sadrazamlık görevi arasında Tophane müşirliği, Konya ve Suriye valilikleri ve ikinci bir defa Bahriye Nazırlığı görevlerini yürüttü.
Sadrazamlık da yaptığı 1875 yılı içerisinde yine kısa bir süre için önce Nafia Nazırlığı'na sonra da İzmir (Aydın) Valiliğine tayin edildi. Resmi bir ziyarete gittiği Denizli'de yorgunluk kahvesi içtikten sonra, kahveye konan zehirden hastalanarak vefat etti. Suçlu olarak kahveyi pişiren zenci köle hemen asıldı.
Şirvanizade Mehmed Rüşdi Paşa
Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa, Abdülaziz saltanatında 15 Nisan 1873 - 15 Şubat 1874 tarihleri arasında on ay sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Babası Halidi tarikatının büyüklerinden ve ulemadan İsmail Siracuddin'dir. Babası Şirvan asıllıdır ve bu nedenle Şirvanizade lakabıyla anılır. Ailesi Rusların Şirvan'ı istila etmesi üzerine Anadolu'ya Amasya'ya göçmüştür. Eğitimine Amasya'da başlamıştır. 1850'de İstanbul'a geçerek bu şehirde Beyazıt Camii medresesinde eğitimine devam etmiş ve Vidinli Mustafa Efendi'nin derslerini takip ederek icazet almıştır.
1853'de Amasya Evkaf müdürü olarak tayin edildi; ama ertesi yıl bu görevden istafa ederek İstanbul' geri döndü. Şeyhülislam olan Arif Efendi'nin oğluna ders vermekte iken, zeka ve yetenekleri ile bu kişinin dikkatini çekti ve ruus alıp müderrisliğe başladı. Ayrıca Evkaf Teftiş Mahkemesi kassamlığı görevine getirildi. Bir müddet Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığı altında kurulan arazi komisyonuna üyelik yaptı. Meşrepzade Mehmet Arif Efendi dairesine intisabla devlet ilerigelenleri, özellikle Keçecizade Fuat Paşa'ya yakınlık peyda eyledi. Keçecizade Fuad Paşa Suriye'ye Şam valisi olarak görevle gittiğinde maiyetinde bir ilmiyye sınıfı görevliyi bulundurmak istemişti ve bu görevle Keçecizade Fuad Paşa yanında Suriye'ye gitti. Keçecizade Fuad Paşa onun gayretli ve yetenekli çalışmalarından çok memnun kaldığı için onu mahreç kadılıklarından birine tayin ettirmek için tavsiye etti. Fakat bu tavsiye yeni şeyhülislam olan Sadettin Efendi'nin itirazı ile karşılaştı ve bu göreve getirilmedi. Bu sefer yine Keçecizade Fuad Paşa'nın tavsiyesi ile 1851'de "Meclis'i Vala" üyeliğine tayin edildi. 1863'de ise vezir rütbesi verilerek Şam vilayeti valiliğine getirildi. 1864'de Şam, ve Sayda vilayetleri ile Kudüs sancağı birleştirilerek yeni Suriye vilayeti kuruldu ve bu yeni vilayet valiliğine Şirvanlızade Mehmet Rüşdi Paşa getirildi.
1865'de İstanbul'a döndü ve Evkaf Nazırı olarak görevlendirildi. Aynı yıl Maliye Nazırı yapıldı ve 1868'de bu görevine Hazine-i Hassa Nazırlığı eklendi. 1869'da Hazine-i Hassa Nazırlığı kendinde kalmak üzere yeni kurulan Dahiliye Nazareti Nazırı görevi verildi. Fakat Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa'nın doğrudan doğruya sarayla temasa geçmesi, bazı konularada sadrazama danışmadan hareket etmesi ve hatta sadrazma muhalif kalması nedenleri ile sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa ile arası açıldı. Bunun üzerine 1871'de Dahiliye Nazırlığı görevinden alınarak ikinci defa Maliye Nazırı görevine getirildi. Burada yaptığı bazı icraat Padişah Sultan Abdülaziz tarafından beğenilmeyip azledilip sürgüne gönderilmesi istendi. Fakat sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa sarayın hükümet işlerine karışmasını hoş görmeyip padişahın bu isteğini kabul etmedi. Fakat Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa'yı Maliye Nazırlığı'ndan alarak ona Nafia Nazırı olarak görev verdi. 12 gün sonra da "Divan-ı Ahkam-ı Adliye Nazırı" olan Edhem Paşa ile yer değiştirdi.
Fakat bu yeni görevine başladıktan birkaç ay sonra 7 Eylül 1871'de kendini koruyan sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa öldü ve yerine sadrazamlığa Mahmud Nedim Paşa getirildi. Mahmud Nedim Paşa kendine aleyhtar olarak gördüğü Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa'yı nazırlıktan azletti ve Amasya'ya sürgüne gönderdi. 31 Temmuz 1872'de ise Mahmud Nedim Paşa sadrazamlıktan azledip Mithat Paşa sadrazamlığa getirildi. Mithat Paşa onu sürgünden affetti ve İstanbul'a dönünce de "Orman ve Maaden Nezaratı"'ne nazır olarak görevlendirdi. 1873'de Evkaf Nazırlığı görevi verildi. Fakat bu görevde çok kalmayıp aynı yıl üçüncü defa Maliye Nazırı olarak göreve getirildi.
Sadrazam olan Sakızlı Ahmed Esad Paşa 15 Nisan 1873 azledilince Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa sadrazam olarak sedarete getirildi. Sadrazamlığı döneminde ele aldığı en önemli sorun Mısır'ın idaresi ile ilgilidir. Mısır 1841'den itibaren çeşitli fermanlarla Kavalalı Mehmet Ali Paşa ailesinden olan "Hidiv" adı verilen özel imtiyazlı valiler tarafından, Osmanlı devleti tarafından verilen iki rk fermana da dayanarak, bir muhtar hükümet olarak idare edilmekte idi. 1873'de Mısır Hidivi olan İsmail Paşa yeniden daha fazla muhtariyet almak için İstanbul'a geldi. Mısır'ı idare etmek için tam muhtariyet elde etmesini sağlayacak bir ferman istemekteydi. İnalılır bir biyografi ansiklopedisi durumu şöyle belirtmektedir:
Bu fermanı alabilmek için devlet ricaline önemli miktarlarda rüşvet ve hediyeler dağıttığı, Hüseyin Avni Paşa, Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa ve diğer zevatın aldıkları bahşişler karşılığında hidivin istediğinden fazlasını verdikleri kaydedilir.
Verilen 1873 fermanı ile Mısır'a o zamana kadar ayrı ayrı fermanlarla verilen muhtariyet tek bir belgeye dayandırılmakta ve Mısır Osmanlı devletinden tamamiyle muhtar bir idare kazanmakta idi.
Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa'nın İran'la yapılan bir anlaşma taslağının bazı maddelerinin İran lehine şahsen değiştirmesi de benzer nedenle olduğu iddia edilmektedir.
Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa'nın sadrazamlığa gelmeden önce Mithat Paşa, Mehmet Sadık Paşa ve Hüseyin Avni Paşa gibi ileri gelen devlet adamları ile konuştuğu ve Abdülaziz'i tahttan indirmek için anlaşıldığı bildirilmektedir. Fakat sadarete geçince Şirvanizade bu anlaşmayı uygulamadan vazgeçmişti. Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa'nın saraya sadrazama karşı bir sıra ihbarda bulunduğu ve bu nedenle Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa'nın azledildiği de iddia edilmektedir. Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa 15 Şubat 1874'de azledilmiş ve yerine sadrazam olarak Hüseyin Avni Paşa getirilmiştir.
27 Mayıs 1874'de Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa Halep valisi olarak tayin edilmiştir. Fakat Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa buradan hoşlanmayarak diğer bir vilayete vali olarak tayinini istemiştir. 25 Temmuz 1874'de o günkü Hicaz valisi ile yer değiştirip Hicaz Valisi olması kabul edilmiştir. Şirvanizade Mehmet Rüşdi Paşa bu görev için Hicaz'da Taif'e ulaştığı zaman bir süredir müztarıp olduğu karahummadan vefat etmiştir. Orada gömülüdür.
Bazı tarihçiler onun hediye ve rüşvet aldığını bildirirler. Buna karşılık Sicill-i Osmani de şöyle değerlendirir:
Orta boylu, tıknazca, güleryüzlü bir zat idi. ... Âlim, fâzil, munsî, zeki, cömert, uyumlu ve ılımlıydı.
Hüseyin Avni Paşa
Hüseyin Avni (Osmanlıca:حسين عونى پاشا) (d. 1819 - ö. 15 Haziran 1876) Abdülaziz saltanatında 15 Şubat 1874 - 26 Nisan 1875 tarihleri arasında bir yıl iki ay dokuz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Bir hükümet toplantısına yapılan silahlı saldırıda ölmüştür.
Hüseyin Avni, 1819 yılında Isparta'nın Gelendost İlçesinde doğdu. Babasının adı Eşekçi Ahmed idi. Öğrenimi için, babası tarafından İstanbul'a yollandı. Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nde müderris olan dayısının yanına sığındı. Medresede Kur'an ve Arapça okudu. 1837 Temmuzunda nefer(er) olarak Harbiye'nin hazırlık sınıfına alındı. 8 ay sonra imtihanla onbaşı, 1839 Temmuzunda çavuş, sonra başçavuş oldu. 1842'de Mekteb-i Fünun-i Harbiyye-i Şahane'yi bitirerek 21 yaşında mülazım (teğmen) rütbesini aldı. 1849'da erkan-ı harb kolağası (kurmay kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle 28 yaşında Harb Akademisi'nden çıktı.
Hüseyin Avni, 1852 Haziranında binbaşı rütbesi ve "bey" unvanı alarak Harbiye'ye taktik öğretmeni tayin edildi. 12 Haziran 1853'te yarbay rütbesiyle Şumnu'ya, sonra Sofya 'ya gönderildi. Daha sonra Vidin'deki tümenin kurmay başkanlığına getirildi. Çatana zaferi üzerine Padişah Sultan Abdülmecid, Hüseyin Avni Bey'e altın kabzalı kılıç, albay rütbesi verdi. Sonra mirliva (general) olarak Kars'a, oradan Şumnu'ya |
gönderildi. 1858'de Mekteb-i Harbiye kumandanı, sonra mekatib-i askeriyye (askeri okullar) kumandanı oldu. Ocak 1868'te askeri şura reisi, Temmuz 1863'te müşir (mareşal) rütbesiyle Birinci Ordu Kumandanı oldu. Rumlar ayaklanınca, 7 Mart 1867'de Girit'e yollandı. 29 Kasım 1867'de Girit Eyalet Valisi oldu. 9 Şubat 1869'da Serasker olarak ilk defa imparatorluk hükümetine girdi.
15 Şubat 1874 - 26 Nisan 1875 tarihleri arasında sadrazam oldu.
30 Mayıs 1876 tarihinde yapılan ve Midhat Paşa'yla birlikte padişah Abdülaziz'in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan hükümet darbesinin liderlerinden biriydi. Ancak 15 Haziran 1876 gecesi Mithat Paşa'nın Beyazıt'taki evinde bir hükümet toplantısına katılırken devrik padişah Abdülaziz'in kayınbiraderi Çerkes Hasan'ın konağa yaptığı baskın sırasında Hariciye Nazırı Mehmed Raşid Paşa ile beraber Çerkes Hasan tarafından öldürüldü.
İbrahim Edhem Paşa
İbrahim Edhem Paşa (d. 1818 - ö. 1893) 19. yüzyılda yaşamış Osmanlı Devleti'ne 5 Şubat 1877 - 11 Ocak 1878 arasında sadrazamlık, hükümet nazırlığı, Şura-yı Devlet reisliği ve büyükelçilik gibi birçok yüksek kademe görevlerde hizmet vermiş bir devlet adamıydı.
1818 yılında Rum kökenli bir ailede doğduğuna inanılan İbrahim Edhem Paşa çocukluğunda, 1822'de Sakız Adasında patlak veren isyanlar ve çatışmalar esnasında, kimi kaynaklara göre köle olarak satılmak, kimi kaynaklara göre ise İzmir'e kaçtıktan sonra evlatlık olarak verilmek suretiyle sonradan sadrazam olan Koca Mehmet Hüsrev Paşa'nın velayetine geçmiştir.
Koca Mehmet Hüsrev Paşa çocuklara olan sevgisi ile tanınmakla, 10 kadar kimsesiz çocuğu bu şekilde himayesine almış ve hepsini okutmuştur. Bu çocukların çoğu sonradan önemli mevkilere gelmişlerdir. Zekasıyla kısa sürede dikkat çeken İbrahim Edhem Bey, Hüsrev Paşa'nın ve bizzat padişah II. Mahmut'un gözetiminde Paris'e eğitim için gönderildi. Önce İnstitution Barbet'e kaydoldu. Buradaki en yakın sınıf arkadaşlarından biri de ünlü Fransız kimyacısı ve bilim adamı Louis Pasteur'dü. École nationale supérieure des mines de Paris'den sınıfının en başarılı öğrencilerinden biri olarak mezun oldu ve Türkiye'nin çağdaş anlamdaki ilk maden mühendisi olma ayrıcalığını kazandı.
İbrahim Edhem Paşa'nın Osmanlı Devleti hizmetindeki ilk yüksek kademeli görevi Kasım 1856-Nisan 1857 tarihleri arasında yaptığı Hariciye Nazırlığıdır. Bu görevden sonra sırasıyla Ticaret Nazırlığı (Aralık 1859-Temmuz 1861), Ticaret ve Nafıa Nazırlığı (Şubat-Mayıs 1863), Maarif Nazırlığı (Mart-Mayıs 1863) ve tekrar Ticaret Nazırlığı (Mart 1865-Haziran 1866) görevlerini yüklenmiştir. Bundan sonra 1866 yılınının Eylül ayında Tırhala Valisi, 1867 yılının Haziran ayında da Yanya Valisi olmuş, bu görevde 1868 yılının Mart ayına kadar kalmıştır.
Bu iki valilik görevini tekrar bir dizi hükümet nazırlıkları izlemiştir. Sırasıyla Divan-ı Ahkam ve Adliye Nazırı (Ağustos 1870-Haziran 1871), Nafıa Nazırı (Haziran 1871-Ocak 1873), Ticaret Nazırı (Eylül 1871-Ağustos 1872) ve tekrar Nafıa Nazırı (Şubat 1874-Haziran 1875) olarak görev yapmıştır. Bu görevi Nisan-Aralık 1876 tarihleri arasında yaptığı Berlin büyükelçiliği ve 26 Aralık 1876-5 Şubat 1877 tarihleri arasında yaptığı Şura-yı Devlet reisliği izlemiştir.
5 Şubat 1877 tarihinde padişah II. Abdülhamit o sırada sadrazamlık görevini yapmakta olan Midhat Paşa'yı görevden alarak yerine o sırada Şura-yı Devlet reisi olan İbrahim Edhem Paşa'yı getirdi. Bu tarih 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde toplanan Tersane Konferansı'nın başarısızlıkla sonuçlanarak 20 Ocak 1877 tarihinde dağıldığı ve savaşın kaçınılmaz duruma geldiği günlere rastlar. Padişah bu başarısızlıktan Midhat Paşa'yı sorumlu tutmuş, onu sadece sadrazamlıktan indirmekle yetinmemiş, yurtdışına sürgüne göndermiştir. İbrahim Edhem Paşa sadrazam olduktan 2-3 ay gibi kısa bir süre sonra Ruslar hem batıdan, hem de doğudan Osmanlı Devleti'ne saldırarak savaşı başlattılar. İbrahim Edhem Paşa bu savaşın büyük bir bölümünde sadrazamlık görevinde kaldı. Ancak savaşın gidişi sırasında verilen önemli kararlar sadece İbrahim Edhem Paşa değil, onun başkanlık ettiği bir savaş kurulu tarafından verilmiştir. Nihayet 10 Aralık 1877 tarihinde Plevne Savunması'nın başarısızlıkla sonuçlanması ve savaşın kaybedildiğinin kesinleşmesi üzerine padişah 11 Ocak 1878 tarihinde İbrahim Edhem Paşa'yı görevden alarak yerine Ahmed Hamdi Paşa'yı getirdi.
İbrahim Edhem Paşa'nın sadrazamlık dönemi görevi on bir ay dört gün süreyle sürdürmüştür. Bu görevden sonra Mart 1879 -Mart 1882 tarihleri arasında Viyana büyükelçisi ve Mart 1883-Ekim 1885 tarihleri arasında Dahiliye Nazırı olarak görev yapmış, 1893 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
İbrahim Edhem Paşa'nın 2 kız ve 4 erkek olmak üzere 6 çocuğu vardı. Çocuklarından Osman Hamdi Bey Türk müzeciliğinin babası olarak bilinmektedir. Diğer oğlu İsmail Galip Bey ise Türk nümizmatik'inin kurucusu olarak bilinir. Diğer bir oğlu olan Halil Ethem Eldem ise jeoloji ilmine büyük katkılarda bulunmuştur. Ayrıca 1990 yılında bir suikast sonucu öldürülen MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas'ın büyük dedesidir.
Ahmed Hamdi Paşa
Ahmet Hamdi Paşa (d. 1826- ö. 1885) Osmanlı Devletinin son yıllarında II. Abdülhamid saltanatında hükümette nazırlık, valilik ve 11 Ocak 1878 - 4 Şubat 1878 tarihleri arasında yirmi dört gün sadrazamlık görevlerinde bulunmuş bir devlet adamıdır.
Ekim 1868-Nisan 1869 tarihleri arasında Evkaf Nazırlığı, Haziran-Ağustos 1871 ve Nisan 1873-Mart 1874 tarihleri arasında Maliye Nazırlığı, Nisan 1873-Mart 1874 tarihleri arasında Maliye nazırlığı, Kasım 1877-Ocak 1878 tarihleri arasında da Dahiliye Nazırlığı yapmıştır. Ayrıca Eylül 1871-Haziran 1872 tarihleri arasında Aydın valisi, Haziran 1872-Nisan 1873 tarihleri arasında Tuna valisi, Mart 1874-Ocak 1875 ve Şubat 1878-Ağustos 1880 tarihleri arasında Aydın valisi, Ocak 1875-Nisan 1876 ve Ağustos 1880-Eylül 1885 tarihleri arasında Şam valisi Ağustos 1876-Kasım 1877 tarihleri arasında da Hazine-i hassa nazırı olarak hizmet vermiştir.
En son olarak da II. Abdülhamid saltanatında 11 Ocak 1878 - 4 Şubat 1878 tarihleri arasında yirmi dört gün sadrazamlık yapmıştır.
Mehmed Sadık Paşa
Mehmet Sadık Paşa (Karavezir) (1825-1901), Osmanlı Devletinin son yıllarında hükümette nazırlık, valilik ve sadrazamlık görevlerinde bulunmuş bir devlet adamıdır.
18 Şubat 1869 1869-8 Ağustos 1870 tarihleri arasında Maliye nazırlığı görevinde bulundu. 28 Nisan 1869' de vezirlik rütbesi aldı. Ağustos-Ekim 1870 tarihleri arasında Evkaf nazırı görevine getirilen Mehmet Sadık Paşa 24 Ekim 1970' de Aydın valiliğine gönderildi. 22 Eylül 1871’de ikinci defa Maliye nazırı oldu. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa' yla anlaşmazlığa düşmesi üzerine 13 Kasım 1871' de görevinden alındı. 30 Haziran 1872' de ikinci defa Aydın valiliğine getirildi. Midhat Paşa’nın sadrazamlığında 13 Ağustos 1872' de üçüncü defa Maliye nâzırı oldu ve 16 Şubat 1873 yılına kadar bu görevde bulundu. 7 Mayıs 1873 yılında "Sultan Abdülaziz" tarafından Rüsumat nezaretine tayin edildi. 1874 yılı Temmuz ayı başlarında bu görevinden ayrıldı. 25 Ekim 1875 yılında Paris elçiliğine getirildikten sonra 5 Şubat 1877'de Tuna valiliğine gönderildi. Üç ay sonra valilikten alındı. Meclis-i Askeriyye’ye dahil edildi. Ardından Muhacirîn Komisyonu başkanlığına getirildi. Kasım 1877' de İstanbul mebusu olarak yeni açılan meclise girdi.
11 Ocak 1878 yılında ikinci defa rüsumat nâzırı oldu. 18 Nisan 1878’de Nâfia Nezâreti uhdesinde kalmak şartıyla Meclis-i Vükela reisliğinde başvekil oldu. Ali Suavi liderliğindeki Çırağan Baskını sonrasında 28 Mayıs 1878 yılında görevinden alındı. 12 Haziran 1878' de üç sene görevde bulunacağı Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayeti valiliğine (Rodos ve Sakız adası valiliği) getirildi. 4 Haziran 1881 yılında görevinden alınan Mehmet Sadık Paşa Limni’de oturmaya mecbur edildi.
Nisan-Temmuz 1901 yılında Limni’de vefat eden "Mehmet Sadık Paşa" buradaki Niyâzî-i Mısrî Türbesi civarına defnedildi.
Mehmed Esad Safvet Paşa
Mehmed Esat Safvet Paşa (d. 1814 - ö. 1883), Osmanlı hükümetinde çeşitli nazırlıklarda ve II. Abdülhamit döneminde 4 Haziran 1878 - 4 Aralık 1878 arasinda altı ay sadrazamlık görevinde bulunmuş bir Osmanlı devlet adamıdır. Tanzimat döneminin en mühim simalarındandır. Hürriyet gazetesinin kurucusu Sedat Simavi'nin dedesidir.
Babası kaza Voyvodalığında bulunmuş Sürmene eşrafından Mehmet Hulusi Ağa olan Mehmed Esad Safvet Paşa 1814 yılında İstanbul'da doğdu. Öğrenimine mahalle okullarında başlamış, Bayezid Medresesi'nde devam etmiştir. Devlet memurluğuna 1831 yılında 17 yaşındayken Divan-ı Humayun kalemine girerek başladı. Burada asıl adına geleneklere uygun olarak Safvet mahlası verildi.
Dürüst ve değerli bir devlet adamı olarak tarihe geçmiştir. Nüktedan esprili bir kişiliğe sahiptir. Eğitime çok önem verdiği bilinmektedir, torunlarının eğitime gitmek istememesi üzerine "Bu gençlere ne oluyor biz çocukken Haydar (semt)inden kar demez kış demez yürüyerek Beyazit Camisi'ne medrese eğitimine giderdik." demiştir. Sürmene gazetesinin kurucusu Resul Hamza Emin'in araştırmasına göre Safvet Paşa'nın kızı Aliye hanım Samsun Mutassarrıfı Mustafa Bey'le evlenmiştir. Bu evlilikten karikatürist ve Hürriyet gazetesinin kurucusu Sedat Simavi doğmuştur. Sedat Simavi anne tarafından Safvet Paşa'nın torunudur yani anne tarafından Sürmenelidir.
Altı defa Hariciye Nazırlığı, üç defa da Maarif Nazırlığı yapmıştır. 1868 yılında Maarif Nazırı iken Şimdiki Galatasaray Sultanisini kurmuştur, Galatasaray Lisesi o dönemde 7 dilde eğitim veren ve Dünyada bir benzeri olmayan bir okuldu. 1869 yılına kadar parça parça olan Osmanlı Maarif Teşkilatı ilk defa onun zamanında bir kül halinde "Maarif-i Umumiye Nizamnamesi" ile toparlanmış ve yeniden tanzim edildiğinden bu devreye tanzimat adı verilmiştir. İlk defa bu devrede eğitim hizmeti halk işi olmaktan çıkıp devlet hizmeti olarak algılanmaya başlanmıştır.
Toplam 14 defa çeşitli nazırlık görevlerinde bulunmuştur. 4 Haziran 1878-4 Aralık 1878 tarihleri arasında da 6 ay süreyle sadrazamlık görevini yerine |
getirmiştir.
1869 Maarif-i Umûmiye Nizamnâmesi Fransız milli eğitim sisteminden ilham alınarak hazırlanmıştır. Ülke gerçekleri ve uygulama yeteneği göz önünde tutulmadan hazırlanmıştır. Bu Nizamname ile devletin eğitim sistemi yeniden yapılandırılarak yeni bir düzene tabi tutulmuştur. Yapılan yeni düzen değişikliğine göre :
Aynı Nizamnameye göre okul teşkilatı da şöyle oluyor;
Tunuslu Hayreddin Paşa
Tunuslu Hayrettin Paşa (Osmanlıca: ) (d. 1823 Kafkasya; ö. 1 Ocak 1890, İstanbul) II. Abdülhamit saltanatında 4 Aralık 1878 - 29 Temmuz 1879 dōneminde sadrazamlık yapmış Çerkes kökenli bir Osmanlı devlet adamıdır.
Çerkes kökenli Hayreddin Paşa Kafkasya'da doğmuştur.Tunus'ta bahriye müdürü olarak görev yaptıktan sonra 1 Ekim 1878 tarihinde İstanbul'a tayin edilerek Islahat-ı Maliye komisyonu başkanı olmuştur. Tunuslu Hayreddin Paşa'nın oğlu Mehmed Salih Bey'de, 29 Temmuz 1907 yılında ile Şehzade Ahmed Kemaleddin Efendi'nin Tek Kızı Münire Sultan ile evlendi.
2 ay sonra 4 Aralık 1878 tarihinde sadrazam olmuş, 7 ay 26 gün hizmet verdikten sonra 29 Temmuz 1879 tarihinde istifa ederek sadrazamlıktan ayrılmıştır.
Yaşamının geri kalan kısmını İstanbul'un Kuruçeşme semtinde geçirmiştir.
1 Ocak 1890 tarihinde vefat etmiştir. Mezarı Eyüp semtinde bulunan Bostan İskelesi mevkindedir.
Türbesi ise ancak 2012 yılında uzun süren araştırmalar sonucunda bulunabilmiştir..
Sicil-i Osmani'de şöyle değerlendirilir:
Zengin, sözünde durur, cesur ve gayretliydi.
Ahmed Arifi Paşa
Ahmed Arifi Paşa (d. 1819 - ö. 1895/96) II. Abdülhamid saltanatında 29 Temmuz 1879 - 18 Ekim 1879 tarihleri arasında iki ay yirmi gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
1819'da İstanbul'da doğmuştur. Osmanlı Devleti diplomatı ve Hariciye nazırlarından olan Mehmed Şekib Paşa'nın oğludur. Memurluğa Babıâlı Tercüme Odası'nda başladı. Sonra sırası ile şu memuriyetlerde bulundu: Viyana Sefareti başkâtipliği, Amedî Divanı Humayun odası memurluğu, Viyana konferansı kâtipliği ve 1855'de Paris konferansında kâtiplik yaptı.
1872'de ilk defa olarak Viyana'ya büyükelçi göreviyle gönderildi. Birinci defa 1874, ikinci defa 1877 ve üçüncü defa (1882-1884) de olarak üç defa Hariciye Nazırlığı yaptı. 1875'de Maarif Nazırı oldu. 1875'te ise Adliye Nazırlığı görevinde bulundu. Kasım 1875 - Mayıs 1876'da ikinci defa Viyana'ya büyükelçi olarak gönderildi. Sonra da 1877'de Paris'te Fransa'ya büyükelçi olarak atandı.
1879'da "Başvekâlet" adıyla yeniden kurulan sadrazamlık makamına getirildi ve iki ay 24 gün kadar başvekillikte kaldı.
Azledildikten sonra 19 Ekim 1879-12 Eylül 1880, 30 Kasım 1882-2 Aralık 1882 ve 25 Eylül 1885-4 Eylül 1891 tarihleri arasında 3 kez Şura-yı Devlet başkanlığı görevini ifa etti. Bundan sonra ise 1882'de üçüncü defa Viyana'ya büyükelçi olarak gitti.
Ayan Meclisi'in ilk teşkilinde ayanlığa seçilmiş ve daha sonra Ayan Meclisi Reis vekilliği’ne getirilmiştir.
Ârifî Paşa, Arapça, Farsça, Fransızca dillerini iyi bilmekteydi. Hukuk ve tarih üzerine çalışmıştı. Diplomatik terimlerin Türkçeleştirilmesinde büyük hizmeti olmuştur. Michaud'nun "Histoire des Croisades (Haçlılar Tarihi)" isimli tarih eserini Âli Paşazade Ali Fuad Bey ve Ethem Pertev Paşa ile birlikte Türkçeye çevirmeye başladılar. Bu eserin bir kısmının çevirisini "Emr -ül-Acıb fi Tarih-i Ehl-i Salıb (Haçlılar Tarihinin Garip Emirleri)" adı ile yayınlamışlardır.
Cenanizade Mehmed Kadri Paşa
Cenanizade Mehmed Kadri Paşa (d. 1832- ö. 11 Şubat 1884), II. Abdülhamid saltanatında 9 Haziran 1880 - 12 Eylül 1880 tarihleri arasında üç ay üç gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Ayrıca 6 Ağustos 1874 - 7 Eylül 1874 ve 11 Şubat 1876 - 4 Şubat 1877 tarihleri arasında İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) olmuştur.
Kıbrıs Mutasarrıfı İshak Paşa’nın oğludur. 1832 yılında Antep'te dünyaya gelmiştir. Temel eğitiminden sonra, İslami ilimleri, edebiyatı, Arapça ve Farsça’yı memleketinde öğrenmiş, İstanbul’a geldikten sonra Fransızca ve İngilizce ve çağdaş bilimleri tahsil etmiştir. Memuriyete Antep kazası nüfus mukayyıtlığı ile başlamış, burada nüfus nazırlığına geldikten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Bir süre Tercüme Odası’nda çalışan Kadri Bey, 1864’te Mahkeme-i Ticaret-i Bahriye Reisliği’ne gelmiş, Meclis-i Ali-i Hazain Başkatipliği, Meclis-i İdare-i Bahriye Reisliği gibi görevlerden sonra Altıncı Belediye Dairesi reisliğine tayin edilmiştir.
Bir ara Nafia Nezaretinde müsteşarlık yapan ve sonradan tekrar Altıncı Belediye Dairesi’ne atanan Kadri Paşa, buradan Şehremaneti’ne (Belediye) tayin olunmuş, kısa bir süre Nafıa Nezareti’nde ve Bahriye Müsteşarlığı’nda bulunduktan sonra tekrar Şehremaneti görevine tekrar tayin edilmiştir. 1 sene kadar bu görevde kalan Kadri Paşa daha sonra 5 Şubat 1877-4 Şubat 1878 tarihlerinde Şura-yı Devlet Reisliği, Sivas ve Bağdat Valiliği yapmıştır. İstanbul’a Dahiliye Nazırı olarak dönen ve buradan Ticaret Nezareti’ne atanan Kadri Paşa daha sonra kısa bir süre için sadrazamlık yapmış, hemen ardından ise Edirne Valiliği’ne atanmış ve 11 Şubat 1884’te burada vefat etmiştir. Mezarı Sezai Dergahı civarındadır.
Kadri Paşa'ya kayınbabası İzmir valisi Hekim İsmail Paşa'dan intikal eden Boğaziçi Kanlıca'daki 19. yüzyıl ortalarından kalma yalısı bugün Paşa'nın ismiyle, Kadri Paşa Yalısı olarak anılmaktadır ve torunlarının mülkiyetindedir.
Kadri Paşa, Hekim İsmail Paşa'nın kızı Adviye ile evlenir. Bu evlilikten Seniye, Afife, Makbule, Mediha, Sevket, İsmail isimli çocukları dünyaya gelir. Kanlıca da bulunan yalıda yaşayan aile, uzunluğu 110 metreyi bulan yalının gemi kazaları sonucu yıkılıp parçalanmasıyla, dağılır. Yıkılan bölümler 3. şahıslara satılır. Ana binadan kalan şimdi Kadri Paşa yalısının sahipleri Seniye ile evlenen doktor Nazif Beyin 3 çocuğundan biri olan kızı Günseli Görgün ve eski İstanbul Belediye Başkanı "Prof. Kamuran Görgün'ün oğlu Adlan Görgün" ile evliliğinden olan çocuklarıdır (Taçlan-Mutlan). Bu yalı, İstanbul Boğazında hala ilk sahipleri tarafından yaşatılmaya çalışılan çok az eserden biridir.
Abdurrahman Nureddin Paşa
Abdurrahman Nûreddin Paşa (Osmanlıca: عبدالرحمن نور الدين پاشا; (d. 28 Mart 1836, Kütahya - ö. 7 Ağustos 1912, İstanbul), II. Abdülhamit saltanatında 2 Mayıs 1882 - 12 Temmuz 1882 tarihleri arasında iki ay on bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Sadrazamlıktan sonra dokuz yıl boyunca yaptığı Kastamonu valiliği sırasında bu şehirde önemli eserler bırakmış; 1895’ten sonra 12 yıl Adliye Nazırı olarak görev yapmış ve dürüstlüğü ile tanınımış bir kişidir.
Tanınmış Türk müzikoloğu Hüseyin Sadeddin Arel’in kayınpederi; Türk Sanat Müziği üstadı Münir Nurettin Selçuk'un dayısıdır .
28 Mart 1836'da dünyaya geldi. Ailesi, köken olarak Germiyanoğulları Beyliği'ni kuran Germiyanoğulları ailesine mensuptu. Babası Vezir Hacı Ali Paşa idi. Hacı Ali Paşa, oğlunun iyi bir eğitim almasını sağlamış; daha sonra da idari işlerin inceliklerini öğretmiş, Kastamonu’ya vali olarak atanmış ve orada hayatını kaybetmiştir.
Abdurrahman Nureddin Paşa, bazı küçük memurluklardan sonra Şumnu, Varna ve Niş (altı seneden fazla) mutasarrıflıkları yaptı. Vezirlik rütbesiyle Prizren valiliğine tayin edildi (Ağustos 1872). Tuna (Nisan 1873), Ankara, Bağdat (1875), Diyarbakır (1877) tekrar Bağdat (iki sene) Valiliklerinde bulundu.
Abdurrahman Nûreddin Paşa 2 Mayıs 1882'de Sadrazam Küçük Mehmet Sait Paşa'nın yerine kısa bir süre Başvekil oldu. Mısır Meselesi'ne ilişkin görüşleri II. Abdülhamit tarafından paylaşılmadığı için sadaretten azledildi.
1882-1891 yılları arasında dokuz yıl boyunca Kastamonu valiliği yaptı; görev süresi boyunca günümüze kadar gelen eserler bıraktı. Bunlar arasında bir liman şehri ve ticaret merkezi olarak İnebolu ve Kastamonu Lisesi başta gelir.
Daha sonra İstanbul'a gelen Abdurrahman Paşa önce Aydın (Kasım 1891-Mayıs 1893) ve daha sonra Edirne valiliklerine tayin edildi. II. Abdülhamid, Abdurrahman Paşa'nın saffet, iffet ve iyi ahlâkından iyice emin olduktan sonra onu 1895'den II. Meşrutiyet'in ilanına kadar 12 yıl Adliye Nazırlığı'ndan ayırmadı. Adliye Nazırlığı'ndaki selefi Hasan Rıza Paşa idi. Hatta Sadrazam Halil Rıfat Paşa'nın hastalığı zamanında sadaret kaymakamı olan Abdurrahman Paşa'ya, Halil Rıfat Paşa'nın vefatı üzerine sadâret teklif edilmiş ve bu husus için iki defa Başkâtip Tahsin Paşa Kuruçeşme'deki yalısına gönderilmişti (1901). Birinci teklifi reddeden Abdurrahman Paşa, ikinci defaki sadaret teklifinde ısrar edilmesi üzerine Bâb-ı Âli'nin işlemlerine sarayın müdahale etmemesini cesaretle şart koyarak bu suretle sadâreti kabul edeceğini arz etmiş ise de bu sırada Sultan II. Abdülhamid güvenilir adamlarından İsmet Bey'i meşhur şapur Sait Paşa'ya göndererek bir teklifte sadâreti kabul ettirmiş olduğundan Abdurrahman Paşa büyük bir yük altına girmekten kurtulmuştur. Abdurrahman Nûreddin Paşa, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra emekli oldu. 7 Ağustos 1912 yılında hayatını kaybeden Abdurrahman Paşa, Fatih Sultan Mehmet türbesi avlusu içinde bir mezara defnedilmiştir.
Abdurrahman Nûreddin Paşa'nın oğlu Arif Hikmet Paşa, çeşitli bakanlıklarda bulunmuştu. Diğer oğulları Feyzi Dâim ve Asım Beyler'dir.
Kariyeri boyunca dürüstlüğüyle tanındı. Baş vekil iken yediği darbeden tecrübe eden paşa, adliye nazırlığı süresince sarayı şüpheye düşürmeyerek uzun müddet adliyede kalmıştır. Afif, nezih ve hayırsever idi. Zamanı gelince sözünü sakınmazdı. Kendisine Halil Rıfat Paşa'nın vefatı üzerine sadâret teklifinde bulunmak için yalısına giden Tahsin ve Ragıp Paşalar'ın; padişahın kendisine itimadının tam olduğunu söylemeleri üzerine: ""Siz ki zati şahânenin en yakininde bulunuyorsunuz. Siz kendi hakkınızda emniyet olduğunu zan eder misiniz? Zati Şahâne kimseden emin değildir, bunu eyi bilin"" demiştir.
Panama Kanalı
Panama Kanalı, Orta Amerika'nın en güney ülkesi Panama topraklarında yer alır ve Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus'u birbirine bağlayan su yoludur.
İnşaat ABD tarafından tamamlanmış ve Kanal 15 Ağustos 1914'te hizmete açılmıştır. 77 kilometre uzunluğundaki Kanalın yapımı s |
ırasında, sıtma ve sarı humma gibi hastalıklardan büyük toprak kaymalarına kadar her türlü güçlükle karşılaşılmış ve yaklaşık 27.500 Kanal çalışanı bu süreçte can vermiştir.Bu Kanal Güney Amerika ve Kuzey Amerika'yı birbirinden ayırır.
Bugün New York'tan San Francisco'ya giden bir geminin, Panama Kanalını kullanarak 9.500 km yol yapması, Horn Burnu'nun dolaşılmasını zorunlu kılan eski günlerdeki 22.500 km yola oranla büyük bir kolaylıktır.
Açılışından 2002 yılına dek, yaklaşık 800.000 geminin geçtiği tahmin edilen Panama Kanalı'ndan her yıl 14.000'den fazla gemi geçmekte olup taşınan yük miktarı 203 milyon tonu bulmaktadır.
Kanal boyunca yolculuk yaklaşık 9 saat sürmektedir. Ayrıca kanalda bulunan indirgeçli kaldırgaç sayesinde aşılması zor olan noktalarda gemiler ilerleyebilmekte ve hareketlenme kazanabilmektedir.
Panama Kanalı dünyanın mühendislik harikasıdır ve en pahalı Kanaldır. Kanal, bölgenin sosyoekonomik koşullarını geliştirmiştir. Panama Kanalı ile Panama halkının refah seviyesi yükselmiştir. Kanal ülkenin gelişimine önemli katkılar sağlamıştır.
Panama Kanalı deniz seviyesinden 28 metre yukarıdadır. Sıvıların dengesi kanunundan faydalanılarak gemiler Kanal içinde yavaş yavaş yükseltilir ve aynı metotla diğer tarafa doğru indirilir.
Panama Kanalı için ilk girişim 1 Ocak 1881'de yapıldı. Proje, Süveyş Kanalı'nın inşasını gerçekleştiren Ferdinand de Lesseps'in önderliğinde deniz seviyesi kanalı olarak tasarlandı.
Kanal yapımının ilk yıllarında organizasyon eksiklikleri ve kazım sonucunda ortaya çıkan atıkları nakledecek araç bulunmaması sonucu ilk ciddi sorunlar oluşmaya başlamıştır. Bütün bunların yanında ortaya çıkan toprak kaymaları ile büyük zorluklarla karşılaşılmıştır. Toprak kaymalarının engellenmesi için Kanalın belli bölgelerinde kazı derinliği azaltılmak zorunda kalınmıştır.
26 Haziran 2016 tarihinde genişletilmiş bir Panama Kanalı tekrar faliyete girmiştir.
Çevre şartları, projenin zorluğu, maliyet vs. nedeniyle $287,000,000 para ve tahminen 22,000 insan (kaza ve hastalık sebebiyle) kaybedildi. İklim koşulları ve nem nedeniyle çoğu araç zarar görmüş ve paslanmıştı. Sivrisinekler aracılığıyla bulaşan sıtma ve sarı humma hastalıkları işçiler arasında yayılmaya başladı. Teknik, sağlık ve finansal sorunlar nedeniyle Fransızların bu girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. 1889 yılında şirket battı ve 15 Mayıs'ta çalışmalar yasaklandı. Panama skandalı olarak bilinen bu olay sonucunda Charles De Lesseps (Ferdinand de Lesseps'in oğlu) suçlu bulundu ve beş yıl hapse mahkûm edildi, fakat karar daha sonra iptal edildi.
Fransızların "başarısız" girişiminden sonra ABD yönetimi 4 Mayıs 1904'de resmi olarak inşayı üstlendi.
WikiLeaks internet sitesinde yayınlanan ve Amerika Birleşik Devletleri diplomatik belge sızıntısı olarak bilinen belgelere göre ABD, Panama Kanalı'nın genişletilmesi ihalesinin, ihaleyi kazanan İspanyol Sacyr Vallehermoso firmasından alınarak ABD'li Bechtel firmasına verilmesi için Panama hükümetine baskı yapmış.
Kâmil Paşa
Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa (1833, Lefkoşa - 14 Kasım 1913, Lefkoşa), Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde 4 kez sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. II. Abdülhamid saltanatında 25 Eylül 1885 - 4 Eylül 1891, 2 Ekim 1895 - 7 Kasım 1895 ve 5 Ağustos 1908 - 14 Şubat 1909 tarihleri arasında ve V. Mehmed saltanatında 29 Ekim 1912 - 23 Ocak 1913 tarihleri arasında toplam altı yıl dokuz ay yirmi gün sadrazamlık yapmış ve üst düzey bürokrasinin çeşitli kademelerinde görevlerde bulunmuştur. Ünlü tiyatro ve sinema sanatçısı Zeki Alasya'nın annesi Seniha Alasya onun yeğenidir.
1833 yılında, bazı kaynaklara göre de 1832 yılında, Lefkoşa'da doğmuştur. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Gaziler köyünden topçu yüzbaşı Salih Ağa'nın oğludur.
Kariyerine Osmanlı Devleti'ne nominal bir bağımlılığı olan ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan Hıdivlerin yönetimindeki Mısır'da başlamıştır. 1851 Londra Dünya Fuarı esnasında Hidiv'in oğullarından birine refakat ederek İngiltere'yi ziyaret etmiş, çok iyi derecede İngilizce öğrenmiş, ve ömür boyu sürecek bir İngiliz hayranlığına kapılmıştır. Osmanlı Devleti bünyesindeki kariyeri boyunca da İngiltere'ye yakın olarak bilinmiştir.
Mısır'da on yıl kaldıktan sonra, 1860 yılında Osmanlı Devleti hizmetine geçmiştir. Doğu Rumeli, Hersek, Kosova, İzmir (ismen Aydın) ve memleketi Kıbrıs gibi pek çok vilayette valilik görevleri yapmış, 1879 ve 1882 yıllarında iki kez Evkaf Nazırlığı, 1880-1881 yılları arasında Maarif Nazırlığı yaptıktan sonra 1885 yılında ilk kez sadrazamlığa atanmıştır.
1885 ile 1913 arasında dört kez sadrazamlık yapmıştır. Son sadrazamlığı Bâb-ı Âli Baskını ile son bulmuş, istifasını Sadrazamlık makamına gelen Enver Paşa'nın kendisini tabanca ile tehdit etmesi sonucu vermiştir. İstifasından sonra yakın dostu Lord Herbert Kitchener tarafından davet edildiği Kahire'de üç ay kaldıktan sonra, (1878'de İngiliz yönetimine giren memleketi Kıbrıs'ta yerleşmiş, Osmanlı siyasetinde rüzgarların değişmesini beklemiştir. Ancak kendisinden sonra sadrazam olan Mahmud Şevket Paşa'nın suikaste kurban gitmesi ve İttihatçıların muhalif siyasetçileri sürgüne yollamaya başlamaları ile ümitleri son bulmuştur. Sürgün edilenler arasında bulunan ailesi de Kıbrıs'a yanına gelmiştir. Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa bu esnada, İngiltere'ye gitmeye hazırlanırken, 14 Kasım 1913 günü kalp krizi veya senkoptan ölmüş, Lefkoşa Arap Ahmed Paşa Camii'ne gömülmüştür.
İngiltere'nin 1930'lardaki Ankara büyükelçisi Sir Percy Loraine'e göre Kamil Paşa, Kıbrıs asıllı bir musevidir. Rodos'a sürülmüş İngiliz Konsolosluğu'na sığınmıştır. Kendisi aynı zamanda Kıbrıslı tiyatro sanatçısı Zeki Alasya'nın da büyük dayısı, eski korgeneral ve milletvekili Naci Eldeniz'in kayınpederi, eski senato başkanı Tekin Arıburun'un büyük kayınpederi, eski milletvekili Perihan Arıburun'un ve 1933-1934 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı görevi yapan Ord.Prof.Dr. Yusuf Hikmet Bayur'un ve Albay Dr. Ali Şener 'in esi Vahide Mine Şener'in buyuk dedesidir.
Mehmed Said Paşa
Mehmed Said Paşa (1838, Erzurum - 1 Mart 1914, İstanbul), Osmanlı devlet ve siyaset adamı. II. Abdülhamid saltanatında yedi kez ve İkinci Meşrutiyet döneminde iki kez olmak üzere, toplam dokuz dönemde dokuz yıla yakın sadrazamlık yapmıştır.
Kendi dönemindeki diğer Said paşalara nispetle Küçük Said Paşa veya Şapur Çelebi olarak anılır. Gençlik yıllarında Mabeyn Başkatibi Said Bey lakabıyla ün yapmıştır.
Sürekli rakibi Kâmil Paşa ile birlikte II. Abdülhamid döneminin iki simge isminden biri iken, Meşrutiyet'ten sonra yine Kâmil Paşa ile birlikte, iki rakip siyasi zümreden birinin liderliğini üstlenmiştir. Son iki sadrazamlığında Sait Paşa'yı Meclis-i Mebusan'daki İttihat ve Terakki grubu desteklemiş, ve son sadrazamlığı 1912'de İttihat ve Terakki'ye karşı verilen bir askeri muhtıra ile sona ermiştir.
Üstün siyasi zekâsı, entrikacılığı, kuşkuculuğu ün kazanmıştır.
III. Osman saltanatında 1755'te sadrazamlık yapmış Yirmisekizzade Mehmet Sait Paşa ile karıştırılmamalıdır.
Babası hariciye memurlarından Ali Namık Efendi idi. Ailesi aslen Ankaralı olduğu halde memuriyet nedeniyle bulundukları Erzurum'da doğdu. Erzurum'da başladığı medrese eğitimine İstanbul'da devam etti. Bu sırada Fransızca öğrendi. Bir süre sonra kalemiye sınıfına geçerek küçük memuriyetlere girdi. İlk memuriyeti 1853'de Erzurum eyalet tahrirat kalemindeydi ve sonra 1857'de Anadolu ordusu tahrirat kalemine girmiştir. Sonra İstanbul'a gelip sırayla Meclis-i Vala'da halife katip, Adalar Bölgesi Belediye Dairesi reisi, Rumeli Teftiş Heyeti başkatibi, Matbaa-i Amire başkatibi, Divan-ı Ahkam-ı Adliye muhakemat başkatibi, Ticaret Nezareti mektupçusu, Maarif Nezareti mektupçusu vb görevlerde bulunmuştur.
Şura-yı Devlet'te memur iken 1869'da İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesini [İller Genel Yönetimi Yönetmeliği] yazarak Âli Paşa'nın takdirini kazandı. Maarif Nezareti Mektupçuluğunda bulundu.
II. Abdülhamid'in cülusunda 1 Eylül 1876 tarihinde Mabeyn Başkâtipliği'ne atanması kariyerinin dönüm noktası oldu. Daha önce önemli bir görevde bulunmadığı halde, yeni padişahın tahta geçtiği gün bugünkü Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'ne eş olan bu makama getirilmesi çeşitli yorumlara yol açtı. Said Bey'in, V. Murad'ın tahttan indirilmesi ve Abdülhamid'in saltanatı ile sonuçlanan olaylarda, tam niteliği bilinmeyen bir rol oynadığı rivayet edildi.
Abdülhamid tahta geçer geçmez, Tanzimat'tan beri Babıali'de odaklanan siyasi iktidarın dizginlerini Yıldız'daki sarayına çekmeye başladı. Bu süreçte sık sık eleştirildi. Saraya geçmeden önce Kanun-i Esası çalışmalarında Abdülhamid'e danışmanlık yaptı. 1877'de paşa unvanı ile vezir rütbesi verildi. Heyet-i Ayan üyesi yapıldı. Aynı yıl Hazine-i Hassa Nazır-ı yapıldı. 1878'de Dahiliye Nazırı oldu. Fakat 4 Şubat 1878'de sadrazam Ahmet Vefik Paşa'nın ısrarıyla Dahiliye Nazırlığı görevinden alındı ve Hazine-i Hassa nazırlığına döndü. Çok geçmeden bu görev de azledip Heyet-i Ayan başkanlığına atandı. Ali Suavi vakası'ndan sonra etrafındaki herkesten kuşkulanan Abdülhamid'in emriyle Ankara valiliğine gönderildi ama arzusu üzerine bu tayin Hüdevendigar Bursa valiliğine değiştirildi. Bursa'da 6 ay kaldı ve İstanbul'a gelmesi izini verildi. İstanbul'da yeniden hazine-i hassa nazırı ve Tunuslu Hayreddin Paşa hükümetinde Adliye Nazırı oldu. Bu görevde iken mahkemelerde savcılık kurumunun oluşturulması,için kanun, ceza hukuku kanunu ve ticaret usulü kanun çıkarılması gibi büyük adalet usul reformları yaptı.
18 Ekim 1879'da "başvekil" unvanıyla birinci kez sadrazamlığa atandı. Bu tarih, Abdülhamid'in ilk dönemindeki siyasi belirsizliklerin sona erdiği ve iktidarın mutlak olarak saraya geçtiği tarih olarak kabul edilebilir. Bu ilk sadrazamlık döneminde daha çok mali ve iktisadi tedbirlerle uğraşmış ve devlet harcamalarının kısılmasını sağlamaya çalışmıştır. Haziran 1880'de sadrazamlıktan azledilmiştir.
Sadrazamlığa 2. kez gelişi 12 Eylül 1880'de olmuştur. Bu sadaretinin en önemli olaylar |
ı, 27 Haziran 1881'de Yıldız Mahkemesi'nde Mithat Paşa'nın yargılanarak idama mahkûm edilmesi; 20 Aralık 1881'de, Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi ve Düyun-u Umumiye İdaresi'nin kurulması; 1881'de Fransa'nın Tunus'a asker gönderip Tunus Beyi ile 12 Mayıs 1881 "Kasr-as-Said Antlaşması" imzalayıp Tunus'u Fransız sömürgesi ilan etmesi; Mısır'da Hidiv Tevfik Paşa aleyhine 1879'da başlayan Arabi Paşa olayları sonucunda Mısır'ın Hidiv'in kontrolünden çıkmasıdır. Bu olaylar nedeni ile Mehmed Said Paşa devlet borçlarını azaltan ve istikrar sağlanması tedbirlerinde başarı sağlamadı. Mısır meselesinde Britanya'nın doğrudan doğruya müdahalesi nedeniyle 2 Mayıs 1882'de sadrazamlık görevinden azledilmiştir.
Fakat iki ay geçmeden yeni sadrazam Abdurrahman Nureddin Paşa Temmuz'da İskenderiye'yi bombalamaları ile başlayan Mısır'ı işgal etme girişimleri ile ilişkin görüşleri II. Abdülhamid tarafından paylaşılmadığı için sadaretten azledildi. Yeniden 3. kez 12 Temmuz 1882'da Mehmed Said Paşa sadrazamlığa getirildi. Bu dönem Mısır'ın İngiliz denetimine girmesi ile başladı. Fakat Padişah'ın aleyhine cereyan eden faaliyetler karşı aldığı tedbirlerin yeterli olmadığı gerekçesi ile 30 Kasım 1882'de sadrazamlıktan azledildi.
Azlinden sonra Yıldız Sarayı'nda 3 gün tutuklandı. 3 Aralık 1882'de 4. kez sadrazamlığa geri getirildi. Bu seferki sadareti 2 yıl 2 ay sürdü. Bu dönemde önce devlet memurlarının istihdam statüsü üzerine eğildi. Memurların işe alınımı. tayinleri, terfileri ve emeklilikleri ıslah edilerek yeniden düzenlendi. Bunun yanında eğitim yenilikleri getirdi. Öncelikle ülkeye yaygın olarak çok sayıda yeni okul açılamasına önem verildi. Yeni olarak Ticaret Mektebi ve Hendese'i Mülkiye Mektebi öğretime girdi. Beyazıt Kütüphanesi halka açıldı. Fakat Doğu Rumeli'de Bulgarlar Bulgaristan'ın kışkırtması ile ayaklandılar. Doğu Rumeli'ye Bulgarlara karşı asker sevk etmek istedi. Fakat II. Abdülhamid bu birliklerin kendisi aleyhinde kullanabileceği düşünerek bu asker sevkini durdurdu. 18 Eylül 1885'de Doğu Rumeli Bulgaristan tarafından ilhak edildi. Bu son olaylardan ötürü 24 Eylül 1885'de sadaretten azledildi
Bu sefer 10 yıl kadar uzun süre görevden uzaklaştırıldı ve yeni görev verilmedi. Ama Ermeni meselesinin çıktığında Batılı devletleri reformlar talep ettiler. Bu reformları uygulaması için 8 Haziran 1895'de tekrar 5. kez sadrazamlığa getirildi. Bu sefer İstanbul'da gösteri yapan Ermenilerin yüzünden Sultan'a arası açıldı. Ermeniler Babıali'ye yaptıkları bir yürüyüşü Zaptiye Nazırı olan Nazım Paşa durduramamış ve kanlı olaylar ortaya çıkmıştı. Mehmed Said Paşa bunda Nazım Paşa'nın ihmali olduğunu iddia ederek onun Zaptiye Nazırlığından alınmasını talep etti. Fakat Sultan Abdülhamit buna yanaşmadı ve sadrazamlıkta 3 ay bile kalmamış olan Mehmed Sait Paşa'yı 30 Eylül 1895 tarihinde azletti.
Azlinden iki ay sonra kendisine Yıldız Sarayı'nda yüksek bir görev verilmek için padişah tarafından saraya çağrıldı. Abdülhamid taraftarları, bu görev teklifinin bunu kabul ederse Mehmed Said Paşa'nın bir nevi gözetim alında tutulacağı dolayısıyla verildiğini iddia ederler. Fakat Mehmed Said Paşa şahsen öldürüleceğinden korkmuştu ve oğlu ile birlikte Britanya Elçiliğine sığındı. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa padişah adına yazılı güvence verilmesi üzerine elçilikten çıktı. Konağına çekilerek 6 yıl kadar polis gözetimi altında zor bir hayat yaşadı.
Kasım 1901'de kendinde sadakatle hizmet edeceğine dair bir yazılı bir sadakat belgesi alındıktan sonra tekrar 6. kez sadrazam atandı. Kendi ifadesine göre "bu defa sadaret vazifesini, icra memurluğundan ibaret gördü." Sadrazamlığın "bostan korkuluğu derekesine" düşürülmesinden şikayet etti. Fakat iki yıl bu görevde kaldıktan sonra Rumeli ordusunda çıkan sorunlar konusunda Serasker Mehmed Rıza Paşa ile anlaşmazlığa düştü. Padişah kendi tutuğunu kabul etmezse istifa edeceğini bildirdi. Bu istifa tehdidinden 1 ay sonra 14 Ocak 1903'de görevden azledildi.
II. Abdülhamid'in idaresine karşı meşrutiyet baskılar arttığı ve Rumeli'nde çıkan olayların şiddetlenmesi üzerine 22 Temmuz 1908 tarihinde 7. kez sadarete atandı. Bundan iki gün sonra Abdülhamid'in isteği doğrultusunda İkinci Meşrutiyet'in yeniden ilanına aracılık etti. Ancak ilk iki haftada hükümet heyeti içinde kimin harbiye nazırı ve kimin bahriye nazırı olacağı için anlaşmazlık çıktı. Küçük Said Paşa padişahın bu hükümet kurulmasına da müdahale etmesinde tedirgin oldu. Bu nedenle 6 Ağustos 1908'da iki haftalık sadaretten sonra padişahın kabine listesine karışmasını gerekçe göstererek istifa etti.
Meşrutiyet'in ilanından sonra Kucuk Said Pasa tekrar kurulan Ayan Meclisi Başkanı görevini üstlendi. 31 Mart (1909) olayından sonra, otuz yıldan beri karmaşık bir sadakat ve nefret ilişkisiyle bağlı olduğu II. Abdülhamid'in halline karar veren "Milli Meclis" adi ile birleşik Meclis'i Mebusan ve Ayan Meclis toplantısında celse başkanlığı yaptı.
Sonra onun Selanik'e sürülmesinde baş rolü oynadı. Ezeli rakibi Kâmil Paşa'nın güç kazanmasını önlemek için İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne yakınlaştı.
Bir ara hastalanması dolayısıyla tedavi için Avrupa'ya gitti.
1911'de İtalyanların Trablusgarp'ı istilası üzerine çıkan kabine krizinde, Meclisteki İttihat ve Terakki grubunun desteğiyle bir defa daha 8. kez sadrazamlık makamına geldi. Meclis'i Mebusan'in feshi hakkında kabine içinde çıkan anlaşmazlık üzerine 31 Aralık 1911'de sadrazamlıktan istifa etti. Fakat aynı gün 31 Aralık 1911 yeniden sadrazam olarak atandı. Meşrutiyetin ilanı dolayısıyla oluşan umutların dağıldığı bir dönemde, İttihat ve Terakki'nin fiili egemenliği altında dokuz buçuk ay imparatorluğu yönetti. Şubat 1912'de yapılan "sopalı seçim"de İttihat ve Terakki'nin zorbalık ve hile ile Meclis-i Mebusan'ı ele geçirmesine göz yumdu. Fakat Mahmut Şevket Paşa'nın ayrılmasından sonra Harbiye nazırının kim olacağı hakkında çıkan karışıklıktan sonra ve Halâskâr Zâbitân adlı bir tutucu bir askeri bir askeri grubun İttihat ve Terakki baskısına karşı verdiği bir muhtıra üzerine sadrazamlıktan son kez istifa etti.
Bundan sonar önce Sura-yı Devlet reisliğine ve sonra da Ayan Meclisi reisliğine tayin edildi. Son kez sadrazamlıktan istifasından bir buçuk yıl sonra, I. Dünya Savaşı başlamasından hemen önce bronşit oldu ve 1 Mart 1914,'de İstanbul'da vefat etti. Eyüp Camii girişine defnedildi.
Sait Paşa'nın özel sekreteri olan 'ın 270 sayfalık tercüme-i hali, Türk tarih yazınındaki en başarılı siyasi biyografilerden biridir.
Hüseyin Hilmi Paşa
Hüseyin Hilmi Paşa (d. Eylül 1855, Midilli; ö. Nisan 1922, Viyana), II. Abdülhamid saltanatında, 31 Mart Ayaklanması döneminde 14 Şubat 1909 - 13 Nisan 1909 tarihleri arasında ve V. Mehmed saltanatında 5 Mayıs 1909 - 28 Aralık 1909 tarihleri arasında iki kez toplam on ay altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Hüseyin Hilmi Paşa, Kütahyalızâde Tüccar Mustafa Efendi'nin oğlu olup Eylül 1855'te Midilli'de doğdu. Büyük babası ticaret için Midilli'de ikamet ettiği için babası da orada kaldı. İlk, orta ve medrese eğitimin Midilli'de aldı ve çok iyi Fransızca öğrendi. Genç yaşında, başlangıçta sürgün olarak Midilli'de bulunan Namık Kemal ile tanışmış ve onun hayatı boyunca olanakları dahilinde koruması ve desteğini almıştır. 1875'te Midilli emlak kayıt işlerinde çalıştı daha sonra yazı işleri müdürü olup Aydın ve Suriye mektupçuluklarında bulundu.
Osmanlı idaresinde devlet görevine sekreter olarak başladı ve yavaş yavaş yükseldi. Mersin, Kerâk, Nablus ve tekrar Kerâk mutasarrıflarında hizmet ettikten sonra Mart 1897'de Adana'ya, Nisan 1898'de Yemen'e vali oldu. Kasım 1902'de Balkanlarda Osmanlı Devleti adına gözlemlerde bulunmak üzere Selanik, Kosova ve Manastır vilayetleri Müfettiş-i Umumiliği görevine atandı. Selanik, Manastır ve Kosova vilayetlerinin oluşturduğu Vilâyet-î Selâse'ye umum müfettişi olarak atandı. Bu görevde kendisinden beklenen bölgede yapılması öngörülen ıslahatları gerçekleştirmekti. Hilmi Paşa'nın devlete en büyük hizmeti bu zamanda oldu. Bu üç vilayete tayin ettirdiği ehliyetli memurlar sayesinde Makedonya İhtilali'nin önü alınmış ve kendisi de iyi bir idare makinesi kurmuştur. II. Meşrutiyet'in ilanı Hilmi Paşa'nın müfettişi umumiliği zamanında tesadüf etmiştir. İttihat ve Terakki'nin Makedonya'daki faaliyetlerine göz yumduğu için meşrutiyetten sonra ittihatçılar kendisine itimat göstermişlerdir. Hüseyin Hilmi Paşa bu sayede Kâmil Paşa kabinesine Dahiliye Nazırı olarak getirildi (27 Kasım 1908).
Kâmil Paşa'nın istifasından dolayı Şubat 1909'da sadrazam oldu. Sadaretinde, müfettişi umumilikte gösterdiği metaneti gösteremedi. İttihat ve Terakki'ye muhalefet edenlerin hükûmete olan baskılarını bertaraf edemeyerek gevşeklik gösterdi ve bunun neticesi olarak 31 Mart Vakası'nın ortaya çıkması üzerine çekilmeye mecbur oldu (Nisan 1909). 31 Mart Vakası'nın bastırılması üzerine ikinci defa Tevfik Paşa'nın yerine sadarete getirildi (Mayıs 1909). Paşa bu kez de iş göremeyerek gevşek davrandı ve sekiz ay sadaretten sonra istifaya mecbur olup sadarette iken tayin edildiği ayan azalığına geçti. II. Abdülhamit saltanatında, 31 Mart Ayaklanması döneminde 14 Şubat 1909 - 13 Nisan 1909 tarihleri arasında ve V. Mehmet Reşat saltanatında 5 Mayıs 1909 - 28 Aralık 1909 tarihleri arasında toplam on ay altı gün sadrazamlık yapmıştır.
Temmuz 1912'de tekrar adliye nazırlığı ile Ahmed Muhtar Paşa kabinesine girip birlikte Meclis-i Mebusan'ı dağıttılar. Hilmi Paşa bir müddet sonra istifa ile Viyana sefiri oldu. Son görevi, 1912'de atandığı Viyana Büyükelçiliği olmuştur. Osmanlı Devleti'nin son Viyana Büyükelçisi olarak yedi yıl görev yaptıktan sonra sağlık sorunları nedeniyle görevi bırakan Hilmi Paşa, Viyana'da yaşamayı sürdürmüş ve aynı kentte Nisan 1922'de hayatını kaybetmiştir. Cenazesi İstanbul'a getirilmiş ve Beşiktaş'taki Yahya Efendi Dergâhı'nda toprağa verilmiştir.
Bestekâr Nazife Güran'ın dedesidir.
Sadaretine kadar memuriyet hayatı muvaffakiyetle geçen Hüseyin Hilmi Paşa iki sadaretinde de muvaffak olamamış ancak orta |
derecede bir sadrazam olarak kalmıştır. Kendisi iyi ahlaklı, güler yüzlü ve ağırbaşlı idi. Sultan Mehmed Reşad sadrazamları içinde en ziyade Hüseyin Hilmi Paşa'yı sevmiş, II. Abdülhamid de kendisine güvenmiştir.
Ahmet Tevfik Okday
Ahmet Tevfik Paşa (soyadı kanunundan sonra Ahmet Tevfik Okday) (11 Şubat 1845, İstanbul - 8 Ekim 1936, İstanbul), Osmanlı devlet adamı ve son Osmanlı sadrazamı.
II. Abdülhamid döneminin Hariciye Nazırı olarak 14 yıl görev yaptıktan sonra II. Abdülhamid ve devamla V. Mehmed saltanatında, 13 Nisan 1909 - 5 Mayıs 1909 tarihleri arasında, VI. Mehmed saltanatında ve İstanbul'un işgal altında bulunduğu dönemde 11 Kasım 1918 - 3 Mart 1919 ve 21 Ekim 1920 - 4 Kasım 1922 tarihleri arasında, üç dönemde (esasen beş dönem) toplam iki yıl dört ay yirmi dokuz gün sadrazamlık yaptı.
Soyu Giray Hanedanı'na dayanan Kırım Tatarı Ferik İsmail Hakkı Paşa'nın oğludur. Subayken askerden ayrılarak Babıali Tercüme Odası'na girdi. 1872'den sonra çeşitli dış görevlerde bulundu, Roma, Viyana, Petersburg, Atina'daki görevlerinden sonra 1885 yılından itibaren on yıl süreyle Berlin'de maslahatgüzar ve büyükelçilik yaptı. 1879 yılında Atina'da Maslahatgüzar olarak görev yaparken bir diplomat ailesinin çocuklarına mürebbiyelik yapan İsviçreli bir köy polisinin kızı Elisabeth Tschumi ile evlendi. Bu evlilikten beş çocuğu oldu.
1895 yılında Berlin Sefiri olarak görev yaparken II. Abdülhamid tarafından İstanbul'a çağrılarak Hariciye Nazırlığı görevine atandı. Bu görevini aralıksız olarak 1909 yılına kadar sürdürdü. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Ayan Meclisi üyeliğine atandı.
31 Mart İsyanı sırasında istifa eden Hüseyin Hilmi Paşa'nın yerine 13 Nisan'ı 14 Nisan'a bağlayan gece sadrazamlığa getirildi. Hüseyin Hilmi Paşa'nın sadaretten çekilmesini ayaklanmacılar talep etmişti. Yerine gelmesini istedikleri kişi Tevfik Paşa değildi ancak bu değişiklik ile en azından Hilmi Paşa'nın azledilmesi talebi yerine getirilmiş oluyordu. Padişahın ısrarı ile görevi kabul etti. Ilımlı ve tarafsız kişilerden oluşan bir hükümet kurdu. İstanbul ve Adana'da başlayan şiddet olaylarının büyümesini engelleyecek tedbirler aldı. Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girerek denetimi ele geçirmesi ve II. Abdülhamid'i tahttan indirmesi üzerine 5 Mayıs 1909 tarihinde istifa ederek yerini tekrar Hüseyin Hilmi Paşa'ya bıraktı.
İstifasından sonra Londra Sefirliğine atandı. Bu görevini 1911-1914 yılları arasında sürdürdü. Osmanlı İmparatorluğu'nun Birleşik Krallık'a savaş ilan etmesi üzerine geri çağrıldı. 1914-1918 yılları arasında Meclis-i Ayan Reisi olarak görev yaptı.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Mondros Mütarekesi'ni imzalayan Ahmed İzzet Paşa'nın istifası üzerine 11 Kasım 1918 tarihinde ikinci kez sadrazamlığa getirildi. Sadrazam oluşunun ikinci günü İtilaf devletleri donanması İstanbul'a girerek şehri işgal etti. Padişah Vahdettin, müttefiklerin baskısı ile 21 Aralık 1918 tarihinde meclisi feshetti ve ardından kısa bir süre için Tevfik Paşa hükümeti dağıldı. Tevfik Paşa, 12 Ocak 1919 tarihinde yeniden hükümet kurdu ancak işgalcilerin zorlamasıyla 3 Mart 1919 tarihinde istifa etti.
Osmanlı Devleti'nin 22 Nisan 1920 tarihinde I. Dünya Savaşı sonrası barış görüşmelerinin yapıldığı Paris Barış Konferansı'na davet edilmesi üzerine, konferansa gönderilen Osmanlı heyetine başkanlık yaptı. Başkanlığındaki heyet, bildirilen şartları çok ağır bulup hafifletilmesini istedi. Bunun kabul edilmemesi üzerine 11 Temmuz 1920 tarihinde bildirilen şartları reddederek İstanbul'a geri döndü.. Daha sonra Paris'e Damat Ferit Paşa başkanlığında gönderilen bir başka heyet, şartları kabul edip Sevr Antlaşması'nı imzaladı.
21 Ekim 1920 tarihinde Damat Ferit Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirildi, yaklaşık iki yıl bu makamda kaldı. Görevi sırasında TBMM Hükümeti'ne, Londra Konferansı'na birlikte katılmayı önerdi, ama Mustafa Kemal Paşa'nın bunu reddetmesi üzerine konferansta Ankara Hükümeti'ni Bekir Sami Bey, İstanbul Hükümeti'ni ise Tevfik Paşa temsil etti. Konferans sırasında Türkiye'nin tek temsilcisinin Ankara Hükümeti olduğunu belirterek sözü Bekir Sami Bey'e bıraktı.
Saltanatın kaldırılmasından sonra 4 Kasım 1922 tarihinde istifa etti. Saltanatın kaldırılması nedeniyle sadaret mührünü iade edemedi. Bu mühür ailesi tarafından saklanmaktadır.
1934 yılında ""Okday"" soyadını aldı. 8 Ekim 1936 tarihinde vefat etti. Beşiktaş'taki Yahya Efendi Tekkesi'ne defnedilen naaşı, daha sonra Oğlu Ali Nuri Okday tarafından Edirnekapı Şehitliği'ndeki aile mezarlığına nakledildi.
Hatıratı, torunu Şefik Okday tarafından, ""Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa"" (1986) adıyla yayınlandı.
İbrahim Hakkı Paşa
İbrahim Hakkı Paşa (d. 1863, İstanbul - ö. 29 Temmuz 1918, Berlin) V. Mehmed saltanatında 12 Ocak 1910 - 30 Eylül 1911 tarihleri arasında bir yıl sekiz ay on dokuz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Meşrutiyet yıllarında Maarif ve Dahiliye Nazırlıkları yapan İbrahim Hakkı Paşa, 1910 yılında sadrazamlığın yanı sıra Hariciye ve Nafia Nezaretlerini de yönetmiş; Trablusgarp Savaşı sırasında istifa etmiştir. Devlet adamlığını sürdürürken çeşitli konularda ders kitapları da kaleme almıştır.
1863 yılında İstanbul'da doğdu. Babası İstanbul Şehremaneti Meclis Reisi (Belediye Meclisi Başkanı) Sakızlı Mehmed Remzi Efendi'ydi.
1882'de Mülkiye Mektebi'ni bitirdi. 1884'de Mâbeyn-i Hümâyun tercümanı oldu. II. Abdülhamid'e polisiye romanlar çevirdi. Bir yandan da Hukuk ve Ticaret Mekteplerinde dersler verdi. 1894’de Babıâli Hukuk Müşavirliğine getirildi. 30 kadar diplomatik komisyonda başkan ve üye olarak bulundu. İkinci Meşrutiyet'in ilânından önce Girit ve Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderildi.
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından bir gün önce kurulan 7. Sait Paşa kabinesinde Maarif Nazırı, iki gün sonra kurulan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa kabinesinde Maarif ve Dahiliye Nazırlıklarını üstlendi. Bu görevde kalmak istemediğinden Aralık 1908’te bakanlıktan ayrıldı. Osmanlı Devleti'nin Roma büyükelçiliği görevini üstlendi. 1909 sonuna kadar bu görevi sürdürdü.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadrazamlıktan istifası üzerine 1910 yılında da sadrazam oldu. Aynı zamanda Hariciye ve Nafia Nazırlığını da birlikte yürüttü. 1911’de İtalyanların Trablusgarp’a saldırması üzerine bakanlıktan istifa etti.
1913 yılında İngiltere’ye giden İbrahim Hakkı Paşa, pek çok görüşme yapıp anlaşmalar imzaladı. I. Dünya Savaşı başlayınca İstanbul’a döndü.
1915'de Berlin Büyükelçiliği'ne atandı. Ek olarak 1917’de Meclis-i Ayan üyeliğine atandı. Brest Litovsk Barış Antlaşması'nın görüşmeleri sırasında Osmanlı heyetinde görev yaptı. Berlin'e döndükten kısa bir süre sonra 29 Temmuz 1918 günü yaşamını yitirdi. Cenazesi İstanbul'a getirilerek Yahya Efendi Tekkesi'ne defnedildi.
Devlet adamlığının yanı sıra bilim alanında çalışmaları da olan İbrahim Hakkı Paşa, ders kitabı tarzında eserler yazmıştır.
Mahmud Şevket Paşa
Mahmud Şevket Paşa (1856, Bağdat - 11 Haziran 1913, İstanbul) Osmanlı asker ve devlet adamı. 31 Mart İsyanı olarak bilinen ayaklanmanın bastırılmasında ve II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinde rol oynamış, V. Mehmed saltanatında 23 Ocak 1913 - 11 Haziran 1913 tarihleri arasında dört ay on dokuz gün sadrazamlık yapmıştır.
1856 tarihinde Bağdat’ta doğdu. Tiflisli Hacı Talip Ağa’nın torunu, Basra mutasarrıfı Kethüdazade Süleyman Faik Bey’in oğludur. Baba tarafından soyu Irak’a yerleşmiş Gürcü
Bir süre Baron von der Goltz'un maiyetinde çalıştı, silah satın alma komisyonu üyesi olarak Almanya'ya gitti. 1884'te kolağası, 1886'da binbaşı, 1889'da kaymakam oldu. 1891'de miralaylığa yükseldi. Aynı yıl yeniden Almanya'ya gitti ve uzun süre orada kaldı. Dönüşünde (1899) mirlivalığa (tuğgeneral)yükseltildi ve Tophane-i Amire Muayene Komisyonu başkanı vekilliğine atandı. 1901'de ferik oldu. 1905'te birinci ferik rütbesiyle Kosova valiliğine atandı. Bu görevi sırasında Makedonya sorununun çözümü için harcadığı etkin çabalar nedeniyle ordu içinde ve halk arasında saygınlık kazandı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Selanik'te bulunan 3. Ordu komutanlığına atandı. Bu görevdeyken 31 Mart Olayı'nın çıkması üzerine, daha sonra Hareket Ordusu olarak anılacak olan birlikleri İstanbul'a gönderdi. Kendisi de 22 Nisan 1909'da İstanbul'a giderek komutayı ele aldı ve sıkıyönetim ilan etti.
II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra kurulan İbrahim Hakkı Paşa kabinesinde harbiye nazırı oldu ve güçlü bir konuma yükseldi. Ama İttihat ve Terakki'nin baskısı sonunda görevinden istifa etmek zorunda kaldı. İttihat ve Terakki'nin gerçekleştirdiği hükümet darbesinden sonra (Bâb-ı Âli Baskını) sonra sadrazamlığa getirildi ve Müşir rütbesine terfi ettirildi. Bu dönemde Balkan Savaşı yenilgisinin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldı. Osmanlı Devleti'nin ıslahat konusunda İngiltere, sınır anlaşmazlıkları konusunda da İran ile arasında doğan sınır sorunlarını çözmeye çalıştı. Bir yandan da hem İttihat ve Terakki'ye karşı gelişen muhalefetle, hem de İttihat ve Terakki içindeki çekişmelerle uğraştı. Gerek bu iç ve dış sorunlar, gerekse asıl iktidarın İttihat ve Terakki'nin elinde olması, yapmak istediği reformları gerçekleştirmesini engelledi.
11 Haziran 1913 günü Beyazıt Meydanı'nda makam otomobilinin içindeyken uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü ve İstanbul'un Şişli semtinde 31 Mart şehitlerinin anısına dikilmiş Abide-i Hürriyet'in bulunduğu Hürriyet-i Ebediye Tepesine gömüldü. Suikast sırasında içinde bulunduğu otomobil, üniforması, öldürülen yaverlerinin kıyafetleri ve silahlar İstanbul Harbiye'deki Askeri Müze'de sergilenmektedir. Öldürülmesinden bir süre sonra Trilye'nin adı onun anısına Mahmut Şevket Paşa olarak değiştirildi.
Ahmet İzzet Furgaç
Ahmed İzzed Paşa ya da Cumhuriyet dönemindeki adıyla Ahmet İzzet Furgaç (Nasliç, Manastır Vilayeti, 1864 – İstanbul, 31 Mart 1937), I. Dünya Savaşı'nın son günlerinde sadrazamlık yapmış, Arnavut asıllı Osmanlı asker ve devlet adamıdır.
Ahmed İzzed Paşa Arnavutluk'un en köklü ayan ailelerinin birinden gelir. 1884'te Harbiye Mektebi'ni, ertesi |
yıl Erkân-ı Harb okulunu bitirdi. 1891-1894 yıllarında Almanya'ya gönderilerek Alman ordusunda kurmay eğitimi aldı. Makedonya, Suriye ve Hicaz'da görevlendirildi. 1903-1906'da mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle Yemen'deki Osmanlı ordusunun kurmay başkanlığını yaptı.
1908 Devrimi'nden hemen sonra erkân-ı harbiye-umumiye riyasetine (genelkurmay başkanlığına) atandı. 1914'e dek bu görevde kaldı. Osmanlı ordusunun Alman askeri danışmanları nezaretinde modernize edilmesinde baş rolü oynadı.
1911-1912'de Yemen'de İmam Yahya ayaklanmasını bastırmakla görevlendirildi. Bu görevi sırasında kurmay başkanı olan binbaşı İsmet (İnönü)'ye, yaşamı boyunca sürecek olan klasik batı müziği sevgisini aşıladığı, İnönü'nün hatıratında anlatılır.
Balkan Savaşı'nın son günlerinde Yemen'den dönerek birinci ferik rütbesiyle başkumandan vekili olarak atandı. Haziran 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi üzerine Harbiye Nezareti de kendisine verildi. Ancak orduda İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin talep ettiği esaslı kadro değişikliğini yerine getirmekten kaçındığı için Ocak 1914'te görevlerinden istifa etmek zorunda kaldı.
1913'ün ilk aylarında Ahmet İzzet Paşa'nın yeni kurulan Arnavut devletinin prensliğine atanması gündeme geldi. ("Arnavudluk prensliğine tayini ... Hükümeti Osmaniye ile Dersaadet'deki Arnavud ekâbiri tarafından teklif ve İsmail Kemal Bey ile şarta talikan Tiranlı Esad Paşa [Toptani] tarafından dahi kabul ve hatta Drac'da ahali tarafından ihtilafat ile ilan olundu.") Ancak Avrupa devletlerinin müdahalesiyle İsveç'li Wilhelm von Wied Arnavutluk Prensi oldu.
I. Dünya Savaşı'na girilmesine şiddetle karşı olduğu için savaşta bir süre görev almadı. 1916'da Doğu Anadolu cephesinde bulunan 2. Ordu komutanlığına atandı. İlerleyen Rus ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğradı.
7 Ekim 1918'de Talat Paşa önderliğindeki İttihat ve Terakki hükümetinin istifası üzerine sadrazamlığa atandı ve Müşirliğe terfi ettirildi. Bu olaydan birkaç gün önce Osmanlı Ordusu Filistin-Suriye cephesinde hezimete uğramış, Şam kaybedilmiş ve Bulgaristan İtilaf Devletleri'ne teslim olmuştu. Savaşın kısa bir süre içinde yenilgi ile sonuçlanacağı anlaşılmıştı. Savaşın sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidardan çekilerek parti olarak kendini tasfiye etti. Güvenilir bir asker olan İzzet Paşa önderliğinde kurulan yeni hükümette İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden oldukları halde, savaş sorumluluğuna katılmayan ve savaş yıllarındaki yolsuzluk ve cinayetlere bulaşmamış olan Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve Cavit Bey gibi kişiler yer aldılar.
İzzet Paşa sadrazamlığın yanı sıra Harbiye Nezareti'ni de üstüne aldı. Ancak bu göreve, cepheden döner dönmez Mustafa Kemal Paşa'nın atanacağına gerek dönemin basınında gerek sonradan yazılan anılarda kesin gözüyle bakılmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa da cepheden padişaha yazdığı mektuplarda, İzzet Paşa başkanlığında kendisi, Rauf, Fethi, Vasıf ve Cavit Beyleri içeren bir kabine önerdi.
İzzet Paşa kabinesinin en önemli icraatı 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi ile savaşa son vermek oldu. Mütarekeyi hükümet adına Bahriye Nazırı Rauf Bey imzaladı.
2/3 Kasım gecesi Talat, Enver ve Cemal Paşa'ların gizlice yurt dışına kaçması iç siyasette büyük bir galeyana neden oldu. İttihatçı şeflerin kaçışına göz yummakla suçlanan İzzet Paşa kabinesi, 25 gün süren iktidardan sonra 8 Kasım 1918'de istifa etti. 25 günlük sürenin büyük bir kısmını İzzet Paşa, o günlerde salgın halinde olan İspanyol Gribi'nden hasta olarak yatakta geçirdi.
Ahmet İzzet Paşa 19 Mayıs 1919'da padişah Vahidettin'in özel emri ile Harbiye Nazırı olarak Damat Ferit Paşa kabinesine katıldı. Bu görevdeyken, kendi ifadesine göre, mütarekeden beri atıl halde olan Osmanlı ordularının yeniden düzenlenerek direnişe hazırlanması için bazı önemli adımlar attı. Damat Ferit'in istifasından sonra kurulan Ali Rıza Paşa kabinesi döneminde (Eylül 1919 - Şubat 1920) Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliyesi ile ilişkileri yürüttü.
5 Aralık 1920'de eski sadrazam Salih Paşa ile birlikte, Mustafa Kemal'le görüşmek üzere Bilecik'e geldi. Görüşmenin amacı, Ankara'daki yeni hükümetle İngiltere arasında diplomatik bir temasla Yunan işgaline son vermek ve Sevr Antlaşması'nın tadilini sağlamaktı. Ancak Mustafa Kemal Bilecik görüşmesinden sonra iki paşanın İstanbul'a dönmesine izin vermeyerek onları üç ay süreyle Ankara'da alıkoydu.
İzzet Paşa Mart 1921'de İstanbul'a döndükten sonra Tevfik Paşa kabinesinde Hariciye Nazırı oldu. 4 Kasım 1922'de Osmanlı devlet teşkilatının lağvına kadar bu görevde kaldı. Ankara'da iken İstanbul Hükümetlerinde görev almayacağına dair söz vermesine rağmen bu görevi kabul etmesi, Atatürk tarafından Nutuk'ta ağır kelimelerle eleştirilir ve İzzet Paşa "halife taraftarlığını hayatının sonuna kadar korumakla" itham edilir.
Cumhuriyetten sonra emekli maaşıyla geçindi. 1934'te İstanbul Elektrik Şirketi yönetim kurulu üyeliğine atanarak "bir mikdar hakkı huzur alması" sağlandı. 1937'de Moda'daki evinde vefat etti. Karacaahmet Mezarlığına gömüldü.
Ali Fuat Cebesoy'a göre, "İzzet Paşa, askeri, felsefi, edebi yüksek kültür sahibi idi. Arnavutça, Almanca, Fransızca, Arapça ve Farsça bilirdi. Türkçesi de çok güzeldi. Tevazu içinde derin bir gururu vardı. Askerlik fenninde mahirdi. Bilhassa sevkülceyşçi (stratejist) idi."
İbnülemin'e göre "İsmet Paşa kendisini pek takdir ederdi. Hatta "ziyaretine gidilip de bir şey konuşulmasa da onun alnını temaşa etmek bile zevktir" demişti."
Damad Ferid Paşa
Damad Mehmed Ferid Paşa (1853 - 6 Ekim 1923), Osmanlı diplomatı ve devlet adamı. VI. Mehmed saltanatında 4 Mart 1919 - 30 Eylül 1919 ve 5 Nisan 1920 - 17 Ekim 1920 tarihleri arasında toplam bir yıl bir ay on beş gün sadrazamlık yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki ulusal kurtuluş hareketine muhalefetinden ötürü savaştan sonra Yüzellilikler listesine alınmış ve vatan haini ilan edilmiştir. 1922 yılında yurt dışına kaçmıştır.
Şûrâ-yı Devlet üyelerinden "Gülistan" mütercimi Hasan İzzet Efendi'nin oğludur. İstanbul’da 1853 yılında doğdu. Tahsilini tamamladıktan sonra Hariciye teşkilatında görev aldı. Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçilikleri kâtipliklerinde bulundu. 1885'te Sultan Abdülmecid’in kızı ve Vahdettin'in ana bir kız kardeşi Mediha Sultan'la evlendirildi. Üç yıl sonra vezir rütbesine yükseltilerek "paşa" unvanını aldı. Londra Büyükelçiliği’ne atanma isteği II. Abdülhamid tarafından reddedilince kamu görevlerinden uzaklaşıp eşinin Baltalimanı'ndaki konağında özel yaşamına çekildi.
Meşrutiyet'in ilanından sonra Ayan Meclisi'ne atandı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne karşı muhalefetin yükseldiği 1911-12 döneminde Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın kurucuları arasında bulundu. Fırka, içte liberalizm fikrini ve Osmanlı toplumunu oluşturan unsurlar arasında uyum ve beraberliği, dışta ise İngiltere yanlısı bir politikayı savunuyordu. 21 Kasım 1911 günü kurulan Fırka'nın ilk Başkanlık görevini 24 Kasım 1911'den, Haziran 1912'ye kadar Ferit Paşa üstlendi.
1912'de Balkan Savaşı'nı sona erdirmek üzere Londra'da toplanan barış konferansına Damat Ferit Paşa'nın gönderilmesi önerildi ise de sadrazam Kâmil Paşa, "bu adam delidir" diyerek karşı çıktı.
Ferit Paşa'nın siyâsî kariyeri, kayınbiraderi olan VI. Mehmet Vahideddin'in saltanatında parladı.
İttihat ve Terakkî iktidarının devrilmesinden sonra Vahdeddin, 24 Ekim 1918'de Mondros'ta yapılacak mütareke görüşmelerine Ferit Paşa'nın murahhas olarak gönderilmesini önerdi. Ancak bu öneri İzzet Paşa kabinesince reddedildi. Rauf Orbay'a göre padişahın bu teklifinin nedeni, mütareke anlaşmasının Bulgaristan, Avusturya ve Almanya'da olduğu gibi bir saltanat değişikliğiyle sonuçlanmasından çekinmesi ve Ferit Paşa'nın kendisine sadık olacağına inanmasıydı.
Ferit Paşa, Tevfik Paşa kabinesinin 3 Mart 1919’da istifası üzerine ilk defa sadarete getirildi. İhtiyar Tevfik Paşa'nın savaş sonrasında kurulan kabinesi galip devletlerin çeşitli baskıları karşısında etkisiz kalmış ve yalpalamıştı. Kabine değişimine yol açan kriz, savaş suçluları ve "tehcir ve katliam" sorumlularının yargılanması için kurulacak olan Âliye Divan-ı Harb-i Örfî'nin İtilaf Devletleri'nin ısrarına rağmen kurulamayışı idi. Fransız Generali Franchet d'Esperey'in yaşlı sadrazama yönelik sert çıkışı, hükûmet değişikliğinin dolaysız nedeni oldu.
Ferit Paşa hükûmeti, İzmir'in Yunanlarca işgali üzerine 15 Mayıs'ta istifa etti. Ancak aynı gün Ferit Paşa tekrar kabineyi kurmakla görevlendirildi. Paris Barış Konferansı'nda Türk delegasyonunun uğradığı şiddetli muamele üzerine 20 Temmuz'da tekrar istifa eden paşa, ertesi gün üçüncü kez başbakanlığa getirildi. Nihayet Sivas Kongresi'nde Müdafaa-yı Hukuk hareketinin Anadolu'da yönetimi ele geçirmesi üzerine 30 Eylül'de Ferit Paşa kabinesi üçüncü kez istifa etti. Ertesi gün işbaşına gelen Ali Rıza Paşa hükûmeti, Sivas Kongresi'nin isteği doğrultusunda genel seçimlerin yapılmasına karar verdi.
Ferit Paşa, yaklaşık yedi ay süren ilk üç hükûmeti döneminde bir yandan İstanbul'u işgal altında tutan İtilaf Devletleri'ni memnun edip yatıştırmaya, diğer yandan içte İttihat ve Terakkî rejiminin kalıntılarını temizlemeye yönelik bir politika izledi. İktidara gelir gelmez eski İttihat ve Terakkî liderlerinin birçoğu tutuklandı. Hemen ardından savaş suçları mahkemesi kurularak Ermeni tehcirindeki görevinden ötürü yargılanan Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey'in idamına karar verdi. İzmir'in işgaline karşı oluşan geniş ulusal tepki karşısında hükûmet mesafeli durmayı tercih etti. Sivas Kongresi'nde başlayan ulusal isyana karşı Ahmet Anzavur adlı bir Çerkez çetecisinin yönetiminde Kuvâ-yi İnzibâtiye adıyla derme çatma bir zabıta gücü oluşturulması, özellikle sırf İngiltere'ye yaranmak için tastamam 90.000 sandık cephaneyi denize döktürmesi toplumun hemen her kesimince tepki gördü.
16 Mart 1920'de Meclis-i Mebusan'ın işgal kuvvetlerince basılması ve iki gün sonra tatil edilmesiyle başlayan krizde Damat Ferit Paşa bir kez daha sadrazamlığa getirildi. 5 Nisan 1920’de kurulan ve 17 Ekim 1920’de sona eren bu son hükûmet |
döneminde Ferit Paşa, fiilen tükenmiş bir yönetime başkanlık etti. Osmanlı hükûmetinin bu dönemde gücü, sadece İtilaf Devletleri işgalinde bulunan İstanbul ve çevresiyle sınırlıydı. Mart ayında yapılan San Remo Konferansı'ndan sonra Paris'teki barış görüşmelerinde de Osmanlı delegasyonunun söz hakkı kalmamıştı. 11 Nisan 1920'de Mustafa Kemal ve arkadaşları aleyhine çıkarılan idam fetvası ve 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nın imzalanması, Damat Ferit Paşa'nın altı buçuk ay süren son sadrazamlık döneminin belli başlı olaylarıdır.
İngilizlerin baskısı ile Şeyhülislam'dan Kuvâ-yi Milliye hareketine katılanların eşkıya olduğu ve öldürülmelerinin meşru ve farz olduğuna dair fetva çıkarmasını sağladı. Dışişleri bakanı olduğu dönemde İngiliz baskısı altında bu talebi kabul ve taahhüt ettiğini açıklamış ve sadrazam olunca da taahhütünü yerine getirmişti. Fetva Dürrizade Abdullah Beyefendi tarafından 11 Nisan 1920 tarihinde yayınlandı.
Millî Mücadele liderleriyle anlaşmaktan başka çare kalmadığını düşünen İtilaf Devletleri temsilcilerinin saraya giderek Ferit Paşa'nın çekilmesini istemeleri üzerine Ferit Paşa kabinesi 17 Ekim 1920'de istifa etti.
Ferit Paşa, Millî Mücadele'nin zafere ulaşması üzerine,ç 21 Eylül 1922'de Avrupa’ya kaçtı. 6 Ekim 1923’te Fransa’nın Nice şehrinde öldü.
Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın anılarına göre:
"Çok azametli ve haris bir zat olan Ferid Paşa Baltalimanı'ndaki yalıyı bir saray teşrifatına sokmuş, suareler, yemekler, sefirli toplantılar tertiplemiş ve yemeklere bile kendisi smokin, halam Mediha Sultan açık dekolte tuvaletle inmeye başlamışlardır. Hiç unutmam. bir gün halamı ziyarete gittiğimde salona aldıkları zaman halam bir koltukta oturuyor ve Ferid Paşa da ona org-piyanoda Haydn çalıyordu. Bunun bir gösteriş, tesir yapmak için bir mizansen olduğundan eminim."
Son sadrazam Tevfik Paşa'ya göre Ferit Paşa "alafrangalıkta Frenkleri bile geçmiş idi." Vefatında "Tevhid-i Efkâr" gazetesinde çıkan bir yazıya göre:
"Londra'dan avdetinde alafrangalaşmış ve nihayet adeta Müslümanlığa düşman kesilmişti. Evindeki erkek ve kadın hizmetçileri kâmilen Rum idi. Sözlerinde, nutuklarında, yazılarında hep Yunan ve Latin darbımesellerinden, hurafatından ve rivayetlerinden (mitolojisinden) bahsederdi. (...) Hulasa tamamen garpleşmiş, fakat milliyet hislerinden tamamen mahrum kozmopolit ruhlu bir adam idi."
Sultan Vahidettin'in kızkardeşi ile evli olan Ferit Paşa hakkında "Dünyada üç mel'un vardır. Bunlar bir sacayağıdır. Biri bizim hemşire, biri zevci olan Ferid, biri de oğlu Sami" dediğini, saray başkâtibi olan Ali Fuat Bey anlatır.
Ali Rıza Paşa (sadrazam)
Ali Rıza Paşa ya da Düztaban Ali Rıza Paşa (d. 1860 - ö. 31 Ekim 1932), Osmanlı Devleti'nin son yıllarında Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazırı, Ayan Meclisi üyesi ve 4 Ekim 1919 - 2 Mart 1920 tarihlerinde VI. Mehmed saltanatında ve İstanbul'un işgal altında bulunduğu dönemde Sadrazamlık görevlerinde bulunmuş bir devlet adamı, Osmanlı müşiri..
1860 yılında İstanbul'da doğdu. Jandarma Binbaşısı Tahir Efendi'nin oğludur. 1886 yılında Mekteb-i Harbiye'den mezun oldu. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Askeri Harekât Dairesi Müdürlüğü görevini yaptı. 1903 yılında Manastır Valiliği görevini yaparken Manastır'daki Rus Konsolosunun öldürülmesi konusunda sorumlu olduğu gerekçesiyle Rusya'nın ısrarı üzerine Trablusgarp'a sürüldü.
14 Ağustos 1908'de Harbiye Nazırı oldu ama İttihat ve Terakki Partisi'nin itirazı üzerine 41 gün sonra görevden alındı. 1909 ve 1918 yıllarında iki kez Bahriye Nazırı oldu. 1912-1913 yılları arasında Balkan Savaşı'nda Garp Ordusu Başkomutanlığı yaptı. Daha sonra İstanbul'un işgal altında bulunduğu yıllarda 2 Ekim 1919 - 8 Mart 1920 tarihleri arasında beş ay yedi gün sadrazamlık yaptı. Anadolu'da gelişen Kuva-yi Milliye'cilerle anlaşmanın kaçınılmaz olduğunu görerek, Heyeti Temsiliye ile ilişki kurdu ve Salih Paşa'yı, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek için, Amasya'ya göndererek anlaşma yollarını aradı. Kuracağı kabinede Heyeti Temsiliye'nin isteklerini dikkate alacağına söz verdi. Fakat Kuva-yi Milliye'nin yönetim gücünü eline geçirmeye ve Heyeti Temsiliye'yi kaldırma çabalarına girişti. 1920 yılında Müttefik Devletlerin baskısı karşısında istifa etmek zorunda kaldı. 1922 yılındaki Son Osmanlı kabinesinde Nafıa ve Dahiliye Nazırıydı.
31 Ekim 1932 tarihinde İstanbul Erenköy'de vefat etti ve İçerenköy Mezarlığı’na defnedildi.
Salih Hulusi Kezrak
Salih Hulusi (Paşa) Kezrak (1864 - 1939), VI. Mehmed saltanatında ve İstanbul'un işgal altında bulunduğu dönemde 2 Mart 1920 - 5 Nisan 1920 tarihleri arasında yirmi sekiz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
1864 yılında İstanbul’da doğdu. Bugünkü Harp Akademisi’ni bitirerek kurmay yüzbaşı oldu. 1919 yılında Damat Ferid Paşa ve Ali Rıza Paşa Hükümetlerinde Bahriye Nazırlığı yaptı. 8 Mart 1920 tarihinde hükümeti kurmakla görevlendirildi ve Müşir rütbesine terfi ettirildi. İstanbul'un işgal edilmesinin ardından 2 Nisan 1920 tarihinde istifa etti. Tevfik Paşa'nın kurduğu hükümette bahriye nazırlığı yaptı. Bu görevi sırasında 5 Aralık 1920 tarihinde Ankara Hükümeti ile Bilecik Görüşmesi'ne katıldı. Diğer İstanbul Hükümeti temsilcileri ile birlikte Bilecik'ten Ankara'ya götürüldü. İstanbul Hükümeti'nde resmi bir görev almayacağını yazılı olarak taahhüt etmesiyle 7 Mart 1921 tarihinde salıverildi. Buna rağmen İstanbul Hükümeti’nde görev aldı.
Fenerbahçe Spor Kulübü'ne 1914-1915 yılları arasında başkanlık yaptı. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın kaldırılmasından sonra siyasetten çekildi, 1939 yılında İstanbul'da vefat etti.
Şahin gagalı kaplumbağa
Şahin gagalı kaplumbağa (Eretmochelys imbricata), Chelonioidea (deniz kaplumbağaları) üst familyasının en çok sayıda türünü barındıran Cheloniidae familyasındaki Eretmochelys cinsini tek başına oluşturan bir kaplumbağa türüdür. bu kaplumbağanın iki alt türü bulunur:
Şahin gagalı kaplumbağayı şu genel fiziksel özellikleri ile ayırmak mümkündür:
Deri sırtlı deniz kaplumbağası
Deri sırtlı deniz kaplumbağası ("Dermochelys coriacea"), 2 metreye ulaşabilen boyu ve 600 kilograma varabilen ağırlığıyla, yaşayan en büyük kaplumbağadır. Tüm tropikal ve tropik altı okyanuslarda bulunan deri sırtlı deniz kaplumbağası, Dermochelys cinsi ve Dermochelyidae familyası içinde varlığını sürdüren tek türdür.
Deri sırtlılar, yalnızca büyüklükleriyle değil, kabuklarının temelde bağ dokudan oluşması ve kendi boyutlarındaki bir sürüngenden beklenebilecek olanın üç katı kadar metabolizma hızına sahip olmaları gibi eşsiz özellikleriyle de diğer deniz kaplumbağalarından ayrılırlar.
DSDK, varlığını sürdüren tüm kaplumbağa türleri içinde en büyük olanıdır:
Dünyanın en büyüğü olarak kaydedilen DSDK, Galler'in Gwynedd bölgesindeki Harlech kasabası kumsalına Eylül 1988'de vurmuş, balık ağlarına takılarak boğulmuştur. 2,74 metre boyu ve 914 kilogram ağırlığı olan bu deri sırtlının, kaydedilmiş en yaşlı kaplumbağalardan biri olduğu düşünülmektedir. O günlerde hayvanın 100 yaşında olduğundan sözedilse de, deri sırtlılar için henüz kesin yaş belirleme teknikleri geliştirilmemiştir. Erken dönemdeki büyüme hızları da yüksek olduğu için, erişkin bireyler bile diğer kaplumbağa türleri kadar yaşlı olmayabilir.
DSDK'nın kabuğunda, diğer kaplumbağaların kabuğunda bulunan kemiksi levhalara (skutum; Lat., "scutum") rastlanmaz; bu türün kabuğu, temel olarak, bağ dokudan oluşur.
Hayvanın düz yüzeyli, siyahımsı ve açık renk beneklerle bezeli sırt kabuğunda, baştan kuyruğa doğru uzanan kabarık çizgiler bulunur. Sırt kabuğunun karın kabuğuna ulaşması da diğer kaplumbağalardaki gibi sert bir açıyla olmaz: iki kabuk yumuşak bir şekilde yuvarlanarak birleşir ve hayvana yarı silindir biçimli bir görünüm kazandırır.
DSDK'nın, ısırmasına yardımcı olacak şekilde, özellikle kıvrık bir gagası vardır. Boğazında bulunan arkaya dönük ve kancamsı çıkıntılar da avını yutmasını kolaylaştırır. Ancak bu kancalar, deniz kirliliği ile birlikte artan naylon torba ve benzeri nesnelerin takılmasıyla, ölüme varan sıkıntılara da neden olmaktadır:
DSDK'nın metabolizma hızı, kendi boyutlarındaki bir sürüngenden beklenenin yaklaşık üç katıdır.
Yüksek metabolizma hızı, derisindeki ters akımlı ısı değiştirici damar sistemi, yağlı gövdesinin sağladığı yalıtım ve büyük kütlesinin de yardımıyla, DSDK beden ısısını çevresindeki sudan 18 °C'ye varan farklarla daha yüksek tutabilmektedir. Bazı bilimciler, DSDK'nın bir memeli gibi kendi beden ısısını üretebilme kapasitesine sahip olduğunu öne sürerler. Ama genel olarak sürüngenler soğuk kanlı canlılar olarak tanımlanırlar ve DSDK'nın da farklı olmadığı düşünülür.
Deri sırtlıları Atlas, Büyük Okyanus ve Hint Okyanusları'nda; kuzeyde Labrador, Alaska ve Norveç'ten, güneyde Şili, Arjantin, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Yeni Zelanda'nın güney uçlarına kadar geniş bir alanda görmek olasıdır. Yaz aylarında:
Genelde derin suları tercih etseler de çoğunlukla karadan görülebilirler. Yaz aylarında, en çok, deniz taşıtlarının pervaneleri ile yaralandıkları Long Island Boğazı'nda olmak üzere, yüzeye yakın güneşlendiklerine rastlanır.
Deri sırtlıların temel gıdaları denizanalarıdır, ama başka deniz bitki ve hayvanlarını da yerler.
Büyük deri sırtlılar her yıl Körfez Akıntısı'nı izleyerek Karayipler'den Birleşik Krallık'a, oradan da Avrupa'ya kadar uzun bir yolu, denizanası ile beslenebilmek için katederler.
Üreme olgunluğuna on yaşından sonra ulaşan deri sırtlılar, -yumurtadan çıktıktan sonra denize ulaşan erkek bireyler bir daha hiç çıkmadıkları için-, her zaman denizde çiftleşirler. Her 3-4 yılda bir çiftleşen dişi bireyler ise yumurtalarını bırakabilmek için, kendilerinin de yumurtadan çıktıkları kumsallara giderler. Bir dişi, üreme mevsiminde yaklaşık dokuzar gün arayla toplam 10 kereye kadar kuluçkaya yatabilir.
Üremeye elverişli olduğunu belirtebilmek için muhtemelen feromon salgılayan dişi DSDK ile karşılaşan erkek, dişinin kendisini kabul edip etmediğini anlamak için baş hareketleri, burun sürtme, ısırma, yüzgeç hareketleri gibi davranışlar |
la dişiye yaklaşır. Dişi erkeği kabul ederse, diğer deniz kaplumbağalarında olduğu gibi erkek arkadan dişinin üzerine çıkar ve iki bireyin cinsel uzuvları kenetlenir; döllenme, dişinin içinde gerçekleşir.
Genellikle, bir dişi birden fazla erkek ile çiftleşir. Dişinin çok eşli çiftleşmeye yönelik evrimi;
gibi nedenlerle gelişmiş olabilir. Ancak çalışmalar, çok eşliliğin deniz kaplumbağalarında başarılı döllenmeyi azalttığını göstermiştir.
Bahsedilen çiftleşme şekli çeşitli güçlükler ve tehlike içerir:
Zigotun bölünmesi, döllenmeden sonraki birkaç saat içinde başlar ama Gastrula evresine ulaşıldığında, dişinin yumurtaları bıraktığı süre boyunca harekete karşı çok duyarlı olan embriyonun gelişimi durur. Yumurtaların bırakılmasından kısa süre sonra embriyonun gelişimi kaldığı yerden devam eder ama kuluçka döneminin, embriyo zarlarının geliştiği ilk 20-25 günü boyunca, yuvadaki embriyoların harekete aşırı duyarlılığı ve buna bağlı yüksek ölüm olasılıkları devam eder. Bu dönemi, organlarda ve bedende yapısal farklılaşma (organogenez) dönemi izler. Diğer bazı sürüngenlerde olduğu gibi, deri sırtlılarda da gelişmekte olan yavruların cinsiyetini yuvanın ortam sıcaklığı belirler.
Deri sırtlıların yumuşak kabukları kayalık zeminde zarar görmeye açık olduğu için, yuvalandıkları kumsallardaki kum yumuşak olmalıdır. Ayrıca, kumsalın denize olan eğimi de dar açılı olmalıdır, aksi halde, kumlar erozyona uğrayarak denize akar ve kaplumbağalar da bundan zarar görebilir. Dişiler, gelgit hattının üst sınırından daha yukarıda, yüzgeçleriyle bir yuva kazıp, içine yaklaşık 110 tane yumurta bırakırlar. Yumurtaların yaklaşık 70 tanesi büyük ve doğurgan, geri kalanı ise küçük ve kısırdır. Yuvayı yeniden dikkatle kapatan dişi, üzerindeki kumları da gelişigüzel dağıtarak, yumurtaları saldırganlardan saklamaya çalışır.
Yaklaşık 60 günlük sürenin sonunda, kumun altındaki yumurtalar çatlamaya başlar. Gecenin gelmesiyle birlikte, yumurtadan çıkmış olan yavrular üzerlerindeki kumu kazarak yüzeye çıkıp denize yönelirler. Denize ulaşan yavrular, genellikle erişkinliğe ulaşana dek bir daha görülmezler ve hakkında çok az şey bilinen bu süreci de çok azı tamamlayabilir:
Deri sırtlıların, bulundukları okyanuslara göre yuvalandıkları yerler şöyledir:
Erişkin deri sırtlılar büyük hayvanlar oldukları için, doğal düşmanları pek yoktur. Daha çok yumurtalar ve yumurtadan yeni çıkmış yavrular saldırıya açık olurlar:
İnsanların kumsallardaki varlıkları deri sırtlıları çeşitli şekillerde tehlikeye atar:
Denizdeki erişkinlere karşı tehditlerin de tamamı insanlara bağlıdır:
DSDK'nın üyesi olduğu Dermochelyidae familyasına ait, soyu tükenmiş türleri de içeren ayrıntılı sınıflandırma aşağıda sunulmuştur:
Sorumluluk
Sorumluluk, kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur.
Sorumluluk, karakterin en önemli öğelerinden biridir. Sorumlu olan kişi kendi üzerine düşen görevleri ve işlevleri zamanında ve istenilen şekilde istenilen biçimde yerine getirmek zorundadır. Sorumluluk duygusu ya küçük yaşta doğal olarak varolan çevre dolayısıyla insanın içinde yereder veya daha sonra dışarıdan verilen eğitimle yaratılır. Sorumsuz insan sürekli başkaları tarafından güdülen insandır.Sorumlu insan ise, yapılması gereken bir işi zamanında yapabilmek için inisiyatifi ele alıp kendiliğinden harekete geçebilen insandır. Sorumluluk, varoluşçu felsefe anlayışının en önemli öğesi halindedir.
Belirlenimsiz Turing makinesi
Belirlenimsiz Turing makinesi, bulunduğu durumdan sonraki durum için birden fazla seçenek Turing makinasıdır. Makina aşağıdaki bileşenlerden oluşur:
Belirlenimli Turing makinasından farklı olarak, belirlenimsiz Turing makinesi aynı durum için birkaç adım arasından seçim yapabilir. Başka bir deyişle, geçiş tablosunda aşağıdaki gibi girdiler olabilir:
Bu durumda, ilgili Turing makinesi d0 durumundayken ve 1 sembolünü görürken ister sağa ister sola gidebilir. İki çeşit belirlenimsizlik vardır:
Belirlenimsiz Turing makinesi, melekimsi bir belirlenimsizlik kullanır ve dolayısıyla her zaman kendini sonuca yaklaştıran seçimi yapacaktır. Melekimsi belirlenimsiz bir Turing makinasıyla polinomsal zamanda çözülebilen problemler NP kümesini oluşturur. Belirlenimsiz makina, belirlenimli bir Turing makinası ile simüle edilebileceği için belirlenimsiz makinanın çözebildiği problemler kümesi, belirlenimli makinanın çözebildiği problemler kümesine eşittir.
Melek-vari belirlenimsizlik
Jaakko Hintikka tarafından 1972 yılında "Language games and information" ("Dil oyunları ve bilgi") isimli kitapta yayınlanan bir fikir olan melek-vari belirlenimsizlik, birkaç seçeneği olunca her zaman kendisini sonuca doğru götürecek olan seçimi yapan bir belirlenimsizlik çeşididir. Buna bazı çevrelerce "şanslı seçim" de denir.
Şeytani belirlenimsizlik
Jaakko Hintikka tarafından 1972 yılında "Language games and information" ("Dil oyunları ve bilgi") isimli kitapta yayınlanan bir fikir olan şeytani belirlenimsizlik, birkaç seçeneği olunca her zaman kendisini sonuçsuzluğa doğru götürecek olan seçimi yapan bir belirlenimsizlik çeşididir. Buna bazı çevrelerce "şanssız seçim" de denir.
Ayrıca bakınız: Melek-vari belirlenimsizlik
Belirlenimsizlik
Belirlenimsizlik, herhangi bir kurala göre değil de rastgele veya özgür olarak ilerleme durumudur. Belirlenimsiz bir sistemde bir sonraki durumun ne olacağı önceden tam olarak kestirilemez. Öte yandan, hangi durumlardan birinin olacağı bilinebilir.
Hangıl
Hangıl ya da Hangul, Kore alfabesi.
Hangıl, Korece'de "h-a-n-g-ı-l" [한글] harflerine tekabül eden Kore harfleriyle yazılır. 1443 yılında Çosôn Hanedanlığından() kral Sejong tarafından yaptırılmıştır.
Koreliler, 15. yüzyıla kadar Çin yazı sistemini kullanıyorlardı; fakat bu sistemin öğrenilmesi zor olduğundan insanların okuyup yazamamasından dolayı Sejong bilim adamlarından yeni bir alfabe yapmalarını istemiş, bu yolla bilimin daha hızlı ilerlemesini ve halkının sosyalleşip çağdaşlaşmasını hedeflemiştir. 1444 yılında tamamlanan alfabe, "Hunmin Côngım" (훈민정음; halka doğruları öğreten ses) adlı eserle halka tanıtılıyor. Hangıl'la yazılan ilk eser budur.
Kore alfabesi temelde 14 ünsüz, 10 ünlüden oluşur. Ayrıca 11 tane yarı ünlü (diphtong) harf bulunur. 5 tane de çift ünsüz bulunur, ama bunlar alfabede yer almaz. Hangıl'ın ilham kaynağı üç temel noktadır. Birincisi insanı temsil eden dikey çizgiler "ㅣ", ikincisi dünyayı temsil eden yatay çizgiler "ㅡ", üçüncüsü ise cenneti temsil eden yuvarlak çizgiler, noktalardır "ㅇ". Ayrıca Hangıl, diğer Moğol, 'Phags Pa ve Çin yazı sistemlerinden faydalanılarak yaratılmıştır.
Kore alfabesi, diğer yazı sistemlerinden oldukça farklı olarak yan yana dizilen harflerden meydana gelmez. Daha önce Çin yazı sisteminin kullanılması, Hangıl'ı tasarlayan bilim insanlarını etki altında bırakmıştır. Bu doğrultuda her hece Çin karakterinde olduğu gibi bir kare şeklini oluşturacak şekilde oluşmuştur. Yan yana bitişen harfler yerine ikili, üçlü hatta dörtlü değişimler kullanarak heceler oluşturulmuştur.
Francis Drake
Francis Drake (1540 - 27 Ocak 1596), Elizabeth devrinde yaşamış olan, önemli bir İngiliz korsan, denizci, kâşif, köle taciri, mühendis ve politikacıdır. Dünyanın çevresini dolaşan ilk İngiliz kaptandır. (Macellan yolculuğunu bitiremeden ölmüş, yerine Juan Sebastian Elcano geçmişti.) Dünyayı dolaştıktan sonra, 1581'de I. Elizabeth tarafından şövalye unvanıyla ödüllendirildi.
Drake ayrıca İngiliz Donanması'nın, 1588'de İspanyol Armada ile yaptığı savaşta ikinci başkomutanıdır.
İngiltere'de aynı zamanda politikacı olarak da tanınan Drake, Pasifik Okyanusu'nda 27 Ocak 1596'da dizanteri nedeniyle hayatını kaybetti.
Onu ünlü yapan kahramanlıkları efsaneviydi. Kral II. Philip, ona ödül olarak 20.000 düka altını teklif etti.
Francis Drake Tavistock, Devon'da dünyaya geldi. Doğumu resmi olarak kaydedilmemesine rağmen, 8. Henry'nin altı makalelerinin yürürlükte olduğu bir dönemde dünyaya geldiği bilinmektedir.
Francis Drake, 1569'da Mary Newman ile evlendi. Mary Newman, 12 yıl sonra, 1581'de öldü. Ardından Francis Drake, 1562 yılında Somerset Yüksek Şerifi olan George Sydenham'ın tek çocuğu, Elizabeth Sydenham ile evlendi. Drake öldükten sonra Elizabeth Sydenham, William Courtena ile evlendi. Drake'in hiç çocuğu olmadı ve o öldükten sonra mirası yeğenine kaldı.
Deniz kaplumbağası
Deniz kaplumbağası, denizlerde yaşar. Sırt tarafı kırmızımsı kahverengi alt tarafı ise beyazımsı açık sarı renklidir. Bacakları yüzmeye yarayacak şekilde kürek biçimi almıştır dış kenarlarında en fazla 2 tırnak bulunur. Yumurtalarını gece kumsallarda açtıkları çukurlara gömerler. Bir defasında 100 yumurta bırakabilir. Yavrular 2 aylık kuluçka döneminden sonra gece vakti yumurtadan çıkarak denize giderler. Nesli tükenme tehlikesi altında olduğu için koruma altındadır. Akdeniz sahillerine yayılmıştır. En önemli yumurtlama bölgelerinden biri Köyceğiz Dalyan sahilidir.
Bu arada kaplumbağaların soyunun tükenmesi yumurtlama kumsallarının işgali, avlanma ve ışık kirliliğinden kaynaklanır. Yavruları ışığı takip ederek karaya gelir. Yapay ışık kaynakları erginlerin yumurtlamasına engel teşkil ederken yavrular içinde yanlış yönelim etkenidir. Yanlış yönelim sonucu denize ulaşamayan yavruların kuruyarak ya da avcılarına yakalanarak ölme riski artar. Avlanmak da sayılarını azaltır.Türleri tehlikededir ve nesilleri tükenmektedir. Aynı zamanda yumurtadan geceleyin çıkmalarının nedeni gündüz güneşin ışığıyla yön değiştirmeleridir.
Deniz kaplumbağaları birçok deniz canlısına yataklık ve barınma sağlayan deniz çayırlarının büyümeleri için gerekli olan belirli aralıklarla kesim işlemini gerçekleştirirler. Sahillere bıraktıkları yumurta kalıntıları sahil ekosisteminin ve birçok canlının beslenmesi için önemli olduğu gibi kumulların erozyonla kaybını da önler. Kaplumbağaların işgalci ve zehirli denizanalarının hızla çoğalmalarını engellemede de önemli oldukları bilinmektedir.
Deniz kaplumbağas |
ıgiller
Cheloniidae, Testudines (kaplumbağalar) takımına dahil üst familyalardan biri olan Chelonioidea (deniz kaplumbağaları) içinde yer alan bir familyadır ve varlığını sürdüren toplam altı deniz kaplumbağası cinsinin "Dermochelys" hariç beşini, bu altı cinse dağılmış toplam yedi deniz kaplumbağası türünün de "Dermochelys coriacea" hariç altısını içerir.
"Dermochelys coriacea", "Dermochelys" cinsinin tek türüdür. "Dermochelys" ise, Chelonioidea (deniz kaplumbağaları) üst familyasının diğer bir familyası olan Dermochelyidae içinde varlığını sürdüren yegane cinstir.
Cheloniidae familyasının alt türlere kadar olan ayrıntılı sınıflandırılması aşağıda sunulmuştur:
Seyyar satıcı problemi
Seyyar satıcı problemi yöneylem araştırması ve teorik bilgisayar bilimi alanlarında incelenen bir "kombinatorik optimizasyon" problemidir.
Seyyar satıcı problemi şu şekilde tanımlanabilir:
Problemin amacı, satıcıya bu en kısa yolu sunabilmektir.
Bu problem, bir matematiksel problem olarak 1930'lu yıllarda formüle edilmiştir. Optimizasyon konusunda en derin inceleme konularından biridir. "Hesaplamanın karmaşıklığı" teorisine göre çözümü NP-Tam olan en önemli algoritma problemlerinden biridir. Bundan dolayı seyyar satıcı problemlerini etkin olarak çözebilecek bir algoritma olmadığı kabul edilmektedir. Diğer bir deyimle en kötü durumda algoritma kullanılırken yapılan hesapların sayısının (yanı bilgisayar kullanma zamanının) şehir sayıları arttıkça üssel olarak artması çok olasıdır. Bazı durumlarda sadece yüz şehirlik liste olmasına rağmen çözüm yapılırken çözümün yıllar alabileceği iddia edilmektedir.
Diğer optimizasyon problemlerine bir nirengi noktası ve bir mihenk taşı gibi yol gösterici ve değerleyici problem olarak kullanılmaktadır. Problem sonucunu hesaplamak, çok zor olmakla beraber hem tam sonuç verebilecek ve hem de "sezgisel (heuristic)" sonuçlar verebilecek birçok çözüm yöntemi bilinmektedir ve pratikte bazen onbinlerce şehri ihtiva eden listelerden oluşan problemlerin çözülebileceği bilinmektedir.
Basit bir şekilde:
Dolayısıyla, sonuç olarak satıcının formula_5 değişik tur arasından seçim hakkı olacaktır. Bu, 100 şehirlik bir tur için bile formula_6 değişik tur etmektedir!
Su an itibarıyla bulunabilmiş en güçlü kesin çözüm sunan algoritma (Dinamik Programlama) ile formula_7 zamanda çözülebilmektedir. Örneğin, 100 şehirlik bir tur için bu formula_8 adım etmektedir.
Bugüne kadar çözülen en büyük seyyar satıcı problemi 33.810 noktalı bir problemdir ve bir mikroçipin model tasarımı için çözülmüştür ). Bundan önceki en büyük seyyar satıcı problemi ise 24.978 noktalıdır ve İsveç'te yerleşimi olan her nokta için çözülmüştür. Bu çözüm, Intel Xeon 2,8 Ghz bir işlemcinin 92 yılına denk bir sürede yapılmıştır (öte yandan, 96 bilgisayarlı bir ağ üzerinde çözüldüğünden çözülmesi 3 yıl sürmüştür). Şu anda çözülmeye çalışılan en büyük problem dünya üzerinde kayıtlı yerleşim olan her nokta için en kısa yolun ne olduğudur. Bu problem 1.904.711 şehir içermektedir .
Bu problem, seyyar satıcılardan öte internet üzerinde paketlerin yönlendirilmesi gibi konuların çözümünde de faydalı olacağından önemli bir problemdir.
Intel Xeon
Xeon, Intel'in sunucular için piyasaya sürdüğü 32 bit ve 64 bit işlemci ailesidir. Pentium Pro'nun yerine geçmiştir. Masaüstü platformlarından farklı mimariler kullanılarak üretiliyor. Günümüzde yüksek çekirdek sayıları ve saat hızları sayesinde neredeyse tüm sunucu sistemlerinde yer almakta.
Seyyar satıcı
Seyyar satıcı; herhangi bir malı veya hizmeti sokakta gezerek ve genellikle bağırarak satan kimse. Mallarını sabit bir noktada bekleyerek satanlara genellikle sokak satıcısı denir. Seyyar satıcılar malın cinsine, kütlesine ve gün içerisindeki satış hacmine bağlı olarak; traktör, at arabası, el arabası gibi çeşitli araçlardan yararlanabilirler. Dünyanın birçok ülkelerinde, özellikle Doğu, Asya, Kuzey Amerika ülkelerinde yaygındır. Seyyar satıcıların sattıkları en popüler nesnelere örnek olarak kızartılmış muz, kestane, pamuk şeker, yer fıstığı, ayçekirdeği, farklı kurabiyeler, patlamış mısır, kızarmış erişte, kabarcık çay, limonata gibi içecekler ve dondurma, ayrıca takı, kıyafet, kitap ve resim gibi yenilebilir olmayan eşyalar gösterilebilir.
Gündelik kullanımda seyyar satıcılar ve sokak satıcıları genellikle sattıkları malın adı ile anılırlar: simitçi, karpuzcu, çakmakçı, mısırcı gibi. Yiyecek-içecek satan satıcılar; pişirmeye, ısıtmaya veya soğutmaya yarayan teçhizatlar taşıyabilirler.
Seyyar satıcılık bazı bölgelerde kanunen yasaktır. Bazı bölgelerde ise belediyelerin yazılı iznine bağlıdır. Pek çok ülkede seyyar satıcıların megafon vb ses yükseltici cihazlar kullanması, gürültü kirliliğini önlemek amacıyla yasaklanmıştır. Bununla birlikte seyyar satıcılar bazen, geldiklerini tüketiciye duyuran ve fazla rahatsızlık vermeyen zil vb. cihazlar kullanırlar. Örneğin özellikle Batıda dondurmacıların bu meslekle özdeşleşmiş bir melodiyi çalmaları serbest bırakılmıştır.
Edmund Hillary
Edmund Percival Hillary (d. 20 Temmuz 1919 - ö. 11 Ocak 2008), Yeni Zelandalı dağcı ve kâşif. Everest'in zirvesine çıkan ilk insan. 8.850 metre rakımlı zirveye, 29 Mayıs 1953'te, yerel saatle 11:30'da ulaşmıştır. Zirveye Hillary ile birlikte Tenzing Norgay da ulaşmıştır.
Daha sonra Himalayalar'daki 10 zirveye daha tırmanmıştır. 1958'de Güney Kutup Noktası'na ulaşan ekipte yer almıştır.
Eşini ve kızını Nepal'de bir uçak kazasında kaybetmiştir. Oğlu Peter, Everest'te iki kere zirve yapmıştır.
Hayattayken, paralara resmi basılan ilk Yeni Zelandalıdır. 11 Ocak 2008'de 88 yaşında ölmüştür.
Tepreş
Tepreş, Kırım Tatarlarının Hıdrellez sonrası kutladıkları bir bahar bayramıdır. Çeşitli etkinliklerin yapılabildiği bir meydan etrafında piknik biçiminde kutlanır.
Türkiye'de tepreş, çevresinde Tatarların yoğun olarak yaşadığı kentlerde (ör. Ankara, İstanbul, Eskişehir, Polatlı) her yıl yapılır. Eskişehir'de her yıl geleneksel bir şekilde Karakaya Köyü'nde kutlanmakta ve Tepreş'de yaklaşık yirmi bin kişi toplanmaktadır. Bu sayı her geçen yıl katlanarak artmaktadır.
Tepreş, yüzyıllar boyunca devam etmekte olan halk kültürünün bir parçasıdır. Onda Kırım Türkünün ruhunun inceliği, halk kültürünün zenginlği saklıdır. Bu vesileyle düzenlenen gün, aynı zamanda birlikte olmanın verdiği lezzete ayrı bir tat, ayrı bir ahenk katar.
Her yıl haziranın 2. pazarında Eskişehir Kaymaz kazasının Karakaya köyünde yapılırdı. Fakat son yıllarda Karakaya'daki çalışmalardan dolayı Şehr-i Derya parkında yapılır. Eskişehir ve yakın illlerden katılım fazlıdır.
Açık havada bir gün geçirmenin yanı sıra Tepreş alanında etkinlik meydanında halk oyunları oynanır ve konuşmalar yapılır. Diğer bir etkinlik olan kalakay tıgırtma, bir kalakayın yuvarlanıp düştüğü yöne göre yılın nasıl geçeceği tahmin edilmesidir.
Baş etkinlik, Tatar kuşak güreşleridir. Geleneksel olarak sadece birinciye ödül olarak koç verilir.
Günümüzde, tepreş alanı çevresinde gıda satışı ve ticari amaçlı çeşitli sergiler de yapılmaktadır. Bir sonraki tepreşin finansmanı ve organizasyonu için bir "Tepreş ağası" seçilmesi de rastlanabilen bir etkinkliktir.
Herodot
Herodot (Halikarnassoslu Herodotus; Yunanca: Ηροδοτος Herodotos; MÖ 484, Halikarnas - MÖ 425), Antik Yunan tarihçi ve yazar.
Gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlattığı, Herodot Tarihi olarak bilinen eseriyle tanınır. Eserinin esas konusu, Pers İmparatorluğu ile Antik Yunan kent devletleri arasında MÖ 499 ile MÖ 449 yılları arasında yapılan Pers savaşları'dır.
""Tarihin babası"" olarak anılan Heredot'un bu lakabı, Romalı hatip Cicero'nun De Legibus adlı eserinde onu ""tarih yazarlarının babası"" (Latince "pater historiae") olarak nitelemesinden gelir.
Herodot Halikarnassos'da Batı Anadolu'daki bugünkü Bodrum yakınlarında Türkiye'de dünyaya geldi. Tiran Lygdamis tarafından sürülmesi üzerine, gençliği o zaman bilinen dünyanın birçok yerine yaptığı gezilerle geçmiştir. Uzun süre Atina'da yaşayan Herodot'un Mısır'a gidip Assuan'a kadar indiği, Mezopotamya'yı, Filistin'i, Güney Rusya'yı gördüğü, Afrika'nın kuzey kıyılarında bulunduğu sanılmaktadır. Yaşlılığında İtalya'daki Thurii adlı Yunan kolonisine çekilmiş, kendisine "Tarihin Babası" olma ününü kazandıran eserini yazmıştır.
Birincisi yazarın doğumundan önce, ikincisi de çocukluğunda geçen Pers-Yunan Savaşları "Herodot Tarihi"nin asıl konusu olmakla birlikte, bu eser yalnızca bir tarih kitabı değildir. Eski Yunan'ın bu ilk nesir sanat eseri, aynı zamanda çeşitli ulus ve ülkeler üstüne, efsaneyle karışık coğrafi ve sosyolojik bilgiler de veren bir hazinedir. Herodot, "Tarih"'inde bize kendisinin Yunan ve Atina değerlerine bağlılığını sezdirmekle birlikte, olağanüstü bir hoşgörü ve tarafsızlık duygusuna sahip olduğunu da gösterir.
Herodot Tarihi yazılışından yüzyıllar sonra, Hellenistik dönemde bir İskenderiyeli yayıncı tarafından büyük ustalıkla dokuz kitaba bölünmüştür. Bu dokuz kitap üçer üçer Pers-Yunan ilişkileri açısından anlamlı bölümler meydan getirmektedir. İlk üç kitap Asya'da, İkinci üç kitap Avrupa, üçüncü üç kitap da Yunanistan'da geçen olayları hikâye etmekte; ilk üç kitapta Farslar ağır basmakta, son üç kitapta Yunanların Thermopylae yenilgisinden sonra, Salamis, Platea Muharebesi ve Mycale zaferleri anlatılmaktadır. Perslerin İskitye ve İyonya yenilgileri, Yunanların Marathon yenilgisi. Pers hükümdarları bakımından; ilk üç kitapta Kyros ve Kambyses ile I. Darius'un başa geçişi, ikinci üç kitapta I. Darius, üçüncü üç kitapta da Kserksess istilası hakkında bilgi toplayıp, ilkin bu kitapların son üçünü yazdığı, baştaki altı kitabı ise daha sonra hazırladığı anlaşılmıştır.
Herodot, belirtildiği gibi, antik Romalı siyaset adamı ve tarihçi Cicero'dan itibaren "Tarihin Babası" olmakla tanınmakla beraber, antik çağlardan itibaren de eseri ve işlediği konulara tutumu üzerinde büyük tenkitlere uğramıştır ve Herodot'a bir diğer lakap olarak "Yalanların Babası" adı da verilmiştir. Herodot, antik çağlar yazarlarından beri, yanlığı, yaptığı ha |
talar ve intihalciliği dolayısıyla kritik edilmiştir. Örneğin, Roma İmparatoru Septimius Severus döneminde çok ün kazanan ve imparator Elagabalus dönemi sonuna kadar yaşamış olan ünlü Roma yazar ve retorik (belagat) hocası Claudius Aelianus (d. yak. 175 - ö. yak. 235) zamanımıza gelebilen "Varia Historiae (Çeşitli öyküler)" adlı eserinde Herodot'u "yalancı" olmakla nitelemiş ve kavramsal olarak oluşturduğu "takdis edilimişler adası"nda Herodot'un yeri olmadığını açıkça belirtmiştir. Birçok modern tarihçiler ve filozoflar, özellikle tarihin objektif olmasını kabul edenler tarafından bu tenkitler kabul edilmemekle beraber, bu kritik fikirler modern düşünürler arasında hala da tutulmaktadır. Bunlardan bazıları Herodot'u kaynaklarını icat etmekle, yaptığı gezileri abartmakla ve bu abartmalar ve icatların gerçek olmadığını bile bile onlara eserinde gerçekliklerine inanırmış gibi önemli yer vermekle itham etmektedirler. Gerçekten eserinde görülen kendine ün kazandıran birçok hallerde Herodot belli bir olay veya süreç hakkında gerçeği bilmiyorsa veya kendine bildirilen "sıkıcı gerçekler" kendi fikir ve inançlarına uymuyorsa, o olay veya süreç hakkında birkaç değişik alternatif vermekte ve bunlardan hangisinin kendi fikrine göre daha olası olduğunu bildirmektedir.
Publius Vergilius Maro
Publius Vergilius Maro (15 Ekim MÖ 70 - 21 Eylül MÖ 19)
yüzyılda yaşamış ünlü bir Romalı şairdir. Roma İmparatorluğu'nun destanı olarak kabul edilen Aeneis'in de yazarıdır.
Dante'nin İlahi Komedya'sındaki ana karakterlerden biridir. Vergilius bu eserde cehennemde Dante'yi gezdirmeye yardımcı olmuştur.
Kuzey İtalya'nın Mantua yöresinin Andes bucağında 15 Ekim MÖ 70'te gündelikçi işçi, çiftlik yanaşması, tuğla ustası, çömlekçi gibi türlü işlerde çalıştığı sanılan bir baba ile Cremona'nın Magius soyundan Magia Polla isimli bir anneden dünyaya gelmiştir. Aynı anne ve babadan Silon ve Flaccus adında iki de kardeşi olmuş, biri çocuk yaşta diğeri genç yaşta ölmüştür. Babasının ölümü üzerine annesi Magia Polla bir kez daha evlenip sonraları Vergilius'unda mirasının bir kısmını bırakacağı Valerius Proculus isimli bir erkek çocuğu daha dünyaya getirmiştir.
Oldukça canlı bir doğada çocukluğunu babasının çiftliğinde geçiren Vergilius, ilk öğretimini Cremona'da tamamlayıp, on beş yaşlarında Milano'ya geçer. Sonra da Roma'ya gidecektir.
Hellenistiğin; Epicurusçuluk, Orpheusçuluk, Stoacılık gibi türlü akımlarını, başta Cato, Lucretius, Varrius, Varro olmak üzere Roma ozanlarını tanır. Augustus'un yardımıyla Sibylla kitapları'nı okumuş olabilir(?). Homeros'u ve Apollonius Rhodius'u oldukça iyi öğrenir. Öğrenimini tamamladığında sıkılgan mizacı yüzünden hukukta ve devlet işlerinde kendini gösterememiştir. Tek bir davaya bakıp kaybedince oldukça çabuk vazgeçer.
MÖ 41'de Antonius ve Octavianus'un Philippi iç savaşında (MÖ 42) savaşan emekli savaşçılara dağıtmayı kararlaştırdıları Mantua ve Cremona topraklarının yetmemesi üzerine Cremona'ya oldukça yakın bir köy olan Andes de dağıtılmıştır. Ozanın toprakları da dağıtılmak istenip Octavianus ile yakınlığı dolayısı ile topraklarını kurtarmış olabilir(?).
MÖ 19'da Aeneis destanının geçtiği İlion şehrini görmek üzere çıktığı yoldan, Hastalanması nedeni ile geri dönerken, Brundisium'da ölür.
Zeami
Zeami (Japonca: 世阿弥 ya da Kanze Motokiyo 観世元清, d. 1363 – ö. 1443), Japon aktör ve oyun yazarıdır.
Başyapıtı olan "Fūshi kaden" dışında, aktörler için pratik ders kitapları yazmış ve Noh tiyatrosunu ciddi bir sanat dalı olarak kabul ettirmiştir. Kitaplarında, mistik Japon felsefesi yer bulmuştur.
Oturan Boğa
Oturan Boğa (Yerli dilinde: Tȟatȟáŋka Íyotake, İngilizce: Sitting Bull) (1831 – 15 Aralık 1890), ABD ordularına karşı savaşan son Kızılderili kabile şefi. Siyuların Lakota grubundan Hunkpapa kolunun reisi ve 25 Haziran 1876 tarihinde 7. Amerikan Süvari Birliği'ni yenen 3.500 savaşçının lideri.
Soykırım korkusuyla kabilesini Kanada'ya göç ettirdi ve 1881'e kadar orada yaşadı. Montana'daki bir ABD birliğine saldırınca yakalandı, ancak Amerikan hükümetince bağışlandı.
Yaşamının geri kalan bölümünü, Vahşi Batı Sirki ile dolaşarak geçirdi. Büyük ilgi odağı olan Oturan Boğa, izleyicilere kendi dilinde söverken, halk kendisine gülmüştür.
Aslında ilgisi olmamasına karşın Hayalet Dansı hareketinin önderliği ile suçlandı ve kendisini tutuklamaya gelen polislerle çatışırken hayatını kaybetti. İronik bir şekilde, tutuklamaya gelen polisler, zamanında Oturan Boğa'yla birlikte beyazlara karşı savaşan, ancak sonradan beyazların yönetimine girerek "yerli polisi" olan kızılderililerdir.
Oturan Boğa'nın beyazlar üzerine yaptığı bir konuşmadan kesit:
Pîrî Mehmed Paşa
Pîrî Mehmed Paşa (ö. 1533, Silivri), I. Selim saltanatının son yıllarında ve I. Süleyman saltanatının ilk yıllarında 25 Ocak 1518-27 Haziran 1523 tarihleri arasında beş yıl beş ay iki gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Aksaray'da Zinciriye Medresesi müderrislerinden Cemaleddin Aksarayî torunlarından olup, babası ulemadan Mehmed Çelâleddin b. Ahmed Çelebi'dir. Ana tarafından soyu Larende (Karaman)'de medfun Mevlâna Hamazatüddin'dir. Eğitimini ve medrese tahsilini Amasya'da görmüştür. Sonra mahkeme-i şeriyeye katip oldu ve üstün yetenekleri dolayısıyla başkatipliğe yükseldi. II. Beyazıt tahta çıkması ile İstanbul'a gelmiştir. Devlet hizmetine girip sırasıyla Sofya, Silivri, Serez (1499) ve Galata kadılık görevlerinde bulundu. Sonra İstanbul Fatih Sultan Mehmed Imareti mutevellisi oldu. 1508'de II. Beyazıt zamanında Anadolu defterdarı olmuştur.
Pîrî Mehmed Çelebi, başdefterdarlıkla Çaldıran seferine iştirak etti. İaşe ve menzil işlerini yerine getirmede yararlılık gösterip isim yapti. Bir harp meclisinde beklenmeden hemen hücuma geçilmesi hususundaki söylemiş olduğu sözler ile Sultan Selim'in takdirini kazandı. Şah İsmail'e karşı zafer sonrasında ikinci vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa ile birlikte Tebriz'in zapt edip muhafazasıyla görevlendirildi. Bu seferden dönüşünde Nahçıvan'a gelindiği zaman ekim 1514'te azlolunan Mustafa Paşa'nın yerine üçüncü vezir yapıldı. Amasya'da Mart 1515 yeniçeri isyanı sonunda vezaretten alındıysa da üç gün sonra tekrar vezarete iade edildi.
Hersekli Ahmed Paşa'nın son defa vezir-i âzamlıktan azlinden sonra, Mısır seferine karşı geldiği için, Pîrî Mehmed Paşa da azil ve emekli edildi.
Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı ordusu ile 1516 (hicri 922'de) Mısır seferine hareketi üzerine İstanbul muhafızı ve sedaret kaymakamı tayin olundu.
Mısır'ın fethedilmesinden sonra Mısır'da bulunan Osmanlı ordusuna İstanbul'dan iaşe, tedarik ve mühimmat getirmesi ve Mısır'dan geri dönüşte elde edilen ganimetin İstanbul'a taşınması için Yavuz Sultan Selim İstanbul'dan bir donanma filosu istemişti. İstanbul muhafızı olan Pîrî Mehmed Paşa İskenderiye'ye sevk edilecek donanmayı büyük bir titizlikle donattı. Galata ve Gelibolu'da hazırlanan altı yüz parçadan ziyade ve padişahın istediği sayıdan fazla olan bu donanmadaki gemiler altısı top ve beşini de at gemisi olarak tanzim edilmişti. Ama 1517 başındaki çok şiddetli kış dolayısıyla bu donanma ancak 26 Mart 1517'de İstanbul'dan ayrıldı. İskenderiye'ye gelen gemilere hazineler ve ganimet yüklendi ve bu filo 15 Temmuz 1517'de İstanbul'a geldi. Pîrî Mehmed Paşa'nın bütün bu çalışma ve gayretleri, Yavuz Sultan Selim gözünde, onu veziriazamlığa hazırlamaktaydı.
Mısır Seferi dönüşünde ani bir kararla Yavuz Sultan Selim sadrazam olan Yunus Paşa'yı 13 Eylül 1517'da idam ettirdi. Yerine hemen sadrazam tayin edilmedi ve İstanbul'da bulunan Pîrî Mehmed Paşa acele Suriye'ye çağrıldı. Pîrî Mehmed Paşa 24 Ocak 1518'de Şam'daki ordugâha ulaşıp bir gün sonra da vezir-i azam görevine getirildi.
Mısır'dan dönüşte sadrazam Yunus Paşa'nın idamı üzerine İstanbul'dan getirtilerek Şam'da padişahla buluşup vezir-i âzam tayin edildi (1518 Ocak) ve Yavuz Sultan Selim'in vefatına kadar mevkiini muhafaza ettiği gibi oğlu Kanuni Sultan Süleyman'a da üç sene vezir-i âzamlık yaptıktan sonra 1523'te vezaret haslarıyla emekli edildi.
Dönemindeki önemli olaylar:
1521-Belgrad'ın fethi
1522-Rodos'un fethi
Kişiliği ve cesaretiyle Yavuz Sultan Selim'in gözüne girmiştir. Hatta Belgrad'ın fethi için Kanunî Sultan Süleyman'ı ikna etmiş ve Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren denizciliği ve donanmayı geliştirmeye çabalamıştır.
İkinci Vezir Ahmet Paşa sadrazam olabilmek için Pîrî Mehmed Paşa'nın yaşlılığını bahane edip I. Süleyman'a onu görevden almaya ikna etmeye çalışmış ve sonuçta başarılı olmuştur. Ancak II. Vezirin yerine sadrazamlığa Hasodabaşı İbrahim Ağa'yı getirtmiştir ve Pîrî Mehmed Paşa'ya maaş bağlayarak onu emekli etmiştir.
Padişah Kanuni Sultan Süleyman geleneğe göre ikinci vezir olan Hain Ahmed Paşayı sadrazamlığa getirmesi gerekirken, Mısır valiliğine atadı ve sadrazamlığa Pargalı İbrahim Paşa'yı getirdi. Beylerbeyi olarak Mısır'a vardıktan sonra Ahmet Paşa Memlüklü devlet adamlarını çevresinde toplayarak isyan etti. Bağımsızlığını ilan ederek ve yeni bir devlet kurmak için para bastırarak hutbe okuttu. Sadrazam İbrahim Paşa isyanı bastırmak ile görevlendirilip Mısır'a gitmişse de, Hain Ahmed Paşa sarayında kendi adamları tarafından öldürüldu. Pargalı İbrahim Paşa Mısır eyaletinin idarî ve malî kurumları ile işlerini büyük bir reforma tabi tuttuktan sonra İstanbul'a döndü.
Sadrazamlıktan emekli edildikten sonra Silivri'deki çiftliğine çekilen Pîrî Mehmed Paşa'nın saraya pek sık gidip geldiği, hatta Kanunî Sultan Süleyman ile arasının oldukça iyi olduğu rivayet edilir. Buradan hareketle, Pargalı Damat İbrahim Paşa'nın sadrazamlığının geri alınacağından korktuğu ve 1532'de Mehmed Paşa'nın oğlu Mehmed Efendi ile anlaşarak babasını zehirlettiği rivayet edilir. Silivri'de yaptırmış olduğu cami yanında bulunan türbeye gömülmüştür.
Pîrî Mehmed Paşa birçok hayır eseri yaptırmıştır. İstanbul'da Haliç'de Halıcıoğlu ile Hasköy arasında kendi adını taşıyan bir semt bulunmaktadır. Bu semtte yaptırdığı mescit ve hamamı bulunur. Yine İstanbul'da Zeyrek semtinde Halvetî Tekkesi, Soğükkuyu Camii ve Me |
dresesi, Mercan’da Terlikçiler Mescidi, Molla Gürânî Camii civarında Körüklü Tekkesi olarak anılan Halvetî Zaviyesi ve Camcı Ali semtinde bir sibyân mektebi vardır. Emekli olup vefat ettiği Silivri'de cami, imaret, mektep ve medreseden oluşan bir külliyesi vardır, türbesi de buradadır. Osmanlı ülkesinin birçok yerinde de hayır eserleri bulunur. Bunlar arasında Belgrad'da bir imaret, Konya'da bir mescit, imaret ve tekke, Aksaray'da bir mektep, Gülek Kalesi yakınlarındaki zaviye ve ribât sayılabilir. Bu kadar çok dağınık hayır eserlerinin günlük finansmanı için, Anadolu ve Rumeli'de bircok arazı ve emlak vakıfları bulunmaktadır.
2003 yapımı Hürrem Sultan dizisinde Ayberk Atilla, 2011 yapımı Muhteşem Yüzyıl dizisinde ise Arif Erkin Güzelbeyoğlu tarafından canlandırılmıştır.
Recep Paşa
Recep Paşa (1842 - 14 Ağustos 1908), Türk asker ve devlet adamı. Kosova, Bağdat, Trablusgarp Valiliği ve Harbiye Nazırlığı yaptı.
İlk eğitimini tamamladıktan sonra Harp Okulu'na girdi. 1864 yılında subay, 1865 yılında da kurmay subay oldu. İlk görevine Kurmay Yüzbaşı olarak merkezi Bağdat'ta bulunan 6. Ordu'da başladı. 93 Harbi'ne katıldı. Bu savaştan sonra Yanya ve Bolayır'da Tümen Komutanlığı yaptı.
Kısa bir süre 6. Ordu Meclis Başkanlığı yaptıktan sonra tekrar 3. Ordu'ya atanarak Serfice'de Fırka Komutanlığı yaptı. Daha sonra Müşir rütbesine terfi etti ve Selanik-Kosova ve Havalisi Umum Komutanlığı'na atandı. Bu görevinde komitacılarla mücadele etmiş, özellikle Kosova Vilayeti'nde asayiş ve güvenliğin sağlanmasında başarılı olmuştur. 1889 yılında merkezi Şam'da bulunan 5. Ordu Komutanlığı'na atandı. Bu görevini yaklaşık 2 yıl sürdürdü. 1890 yılında Bağdat ve çevresinde meydana gelen yeni gelişme ve karışıklıklar üzerine, bölgede asayişi sağlamak üzere Bağdat Valiliği'ne atandı. Asayiş sorununu çözdü ve halkın güvenini kazandı.
1898 yılında Trablusgarp'taki tümen komutanlığına atandı. 1898-1904 yılları arası Trablusgarp Tümen Komutanlığı, 1904-1908 yılları arası da Trablusgarp Valiliği ve Tümen Komutanlığı görevini birlikte yürüttü. Bu görevi sırasında iyi bir idare sergileyerek asayişi sağladı. Bölgeyi başta İtalya olmak üzere İngiltere ve Fransa'nın yayılmacı politikalarına karşı başarıyla korudu.
İtalyanların bölgedeki ekonomik ve siyasi yayılmacılığına karşı mücadele etti. Banco di Roma'nın zararlı faaliyetlerini engellemeye çalıştı. Trablusgarp'taki görevi sırasında, sürgün gelenlere iyi davrandı. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İttihat ve Terakki'nin isteği üzerine 7 Ağustos 1908 tarihinde Harbiye Nazırlığı'na atandı. Ancak, bu göreve başladıktan kısa bir süre sonra 14 Ağustos 1908 tarihinde aniden vefat etti.
Köprülüzade Numan Paşa
Köprülüzade Numan Paşa veya Köprülüzade Damat Numan Paşa (d. 1670 İstanbul - ö. 1719, Kandiye) III. Ahmed saltanatında, 16 Haziran 1710 - 18 Ağustos 1710 tarihleri arasında iki ay sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Köprülüzade Numan Paşa 1670'de İstanbul'da Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'nın büyük oğlu olarak doğmuştur. Çağının prestijli medreselerinden ve en önde giden bilim adamlarından çok iyi bir medress eğitimi aldı. Babasının 1691'de vefatından somra Köprülü vakıflarının mütevelli idareceisi oldu. 1696'da Avusturya seferine katıldı. 1697'de altıncı vezirlik verilip kubbe veziri oldu.
Sırayla 1700'de Erzurum valisi, 1703'de Anadolu Beylerbeyi, Aralık 1703'de Eğriboz muhafızlığı, Şubat 1705'de Kandiye valisi, 1706'de Boğaz Muhafızı, 1707'de tekrar Kandiye valisi ve Temmuz 1709'da Belgrad valisi oldu. 1710'da Sultan II. Mustafa'nın kızı Ayşe Sultan'la nikahlanıp saraya damat oldu.
Sultan III. Ahmed Rusya ile yapılacak anlaşmada başarı sağlıyacağını düşünerek onu Çorlulu Damat Ali Paşa yerine 16 Haziran 1710'da sadrazam yaptı. Fakat Rusya ile yapılan anlaşma Sultan'ın beklediğinin hilafına olmuştu. Muhalifleri de devlet ricali içinde yıpratıcı bir kampanya gütmekteydiler. Bunun üzerine üç ay sedarette kaldıktan sonra 18 Ağustos 1710'da azledildi.
Önce tekrar Eğriboz muhafızlığı görevi verildi. Aynı yıl Hanya valisi yapıldı. 1711'de ikinci kez Kandiye muhafızlığı görevine getirildi. 1713'de Yanya valiliği kendisine arpalık olarak verildi. 1714 'de Bosna Valisi iken Karadağ isyanını gayet şiddetle bastırdı. Bunun olası bir Osmanlı-Venedik savaşını önlediği kabul edilmektedir.
1716'da Kıbrıs valiğine tayini çıktı. Fakat 1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın 1616 evresinde Osmanlı ordusu Avusturyalılara karşı yenilmiş ve Avusturyalılar Bosna'ya göz dikmiş olarak ilerlemeye başlamıştı. Kıbrıs Valiliği hala kendi uhdesinde olarak Bosna'ya cepheye gönderildi. Avusturya ordularının diğer cephelerde başarılarına karşıt olarak onların Bosna içlerine girme hedeflerine erişmelerini başarılı direnişlerle (örneğin Ekim 1717'de Îzvornik kalesi savunması) imkansız kıldı. Bu savaşının bitişini sağlayan Pasarofça Antlaşması'nın imzalanmasına kadar Bosna'da kaldı.
Paşarofça Anlaşması'nin imzalanmasından sonra kendi isteğiyle Ağustos 1718'de dördüncü defa Kandiye valisi tayin edildi. Kısa bir müdddet sonra burada 28 Ocak 1719 hummadan daha 49 yaşında iken vefat etti. Cenazesi İstanbul'a getirilip Köprülü türbesine gömüldü.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
Alim, akıllı, tedbirli, iş idaresini bilir ve devletin ruknu idi.
Osmanlılar Ansiklopedisi'nin değerlendirmesi ise şöyledir:
Dürüst, riya bilmez, vakur ve doğruluktan ayrılmaz birisi (idi). Çağdaşları onun vezirlikten çok şeyhulislamlığa yakıştığını söylemektedirler.
Hacı Halil Paşa (anlam ayrımı)
Stirling motoru
Stirling motoru, "sıcak hava motoru" olarak da bilinir. Dıştan yanmalı motorlu bir ısı makinesi tipidir. Isı değişimi prosesi, ısının mekanik harekete dönüşümünün ideal verime yakın olmasına izin verir. (Carnot çevriminin pratik olarak uygulanması ile)
1816 yılında İskoç rahip Reverent Robert Stirling tarafından icat edilmiştir. Motoru geliştirme işini daha sonra mühendis olan kardeşi James Stirling devam ettirmiştir.
Mucitler, zamanın buhar makinelerine güvenilir bir alternatif oluşturmayı öngörmüştür. Buhar makinelerinin kazanları sık sık yetersiz malzeme kullanımı ve buharın yüksek basıncı nedeniyle patlıyordu. Stirling motorları sıcaklık farkını doğrudan harekete dönüştürecekti.
Stirling motoru, yalıtılmış olarak bir miktar çalışma gazının (genellikle hava veya helyum, hidrojen gibi gazlar) ısıtılma ve soğutulma işleminin tekrar edilmesi ile çalışır.
Gaz, gaz kanunları (basınç, sıcaklık ve hacimle ilgili olarak) ile tanımlanmış davranışları gösterir. Gaz ısıtıldığında, yalıtılmış bir alan içinde olduğundan, basıncı yükselir ve güç pistonunu etkileyerek güç stroku üretir. Gaz soğutulduğunda basınç düşer ve bunun sonucunda piston dönüş strokunda gazı tekrar sıkıştırmak için oluşan işin bir kısmını kullanır. Ortaya çıkan net iş mil üzerinde güç oluşturur. Çalışma gazı sıcak ve soğuk ısı eşanjörleri arasında periyodik olarak akar. Çalışma gazı piston silindirleri içinde yalıtılmıştır. O yüzden burada egzoz gazı yoktur. Diğer tip pistonlu motorlardan farklı olarak valflere ihtiyaç yoktur.
Bazı Stirling motorları soğuk ve sıcak depolar arasında geri ve ileri çalışma gazı hareketi için bir ayırıcı piston kullanır. Çoklu silindirlerin güç pistonlarının birbirine bağlı olması sayesinde silindirlerin farklı sıcaklıklarda tutulması ile çalışma gazı hareket eder.
Gerçek Stirling motorlarında bir rejeneratör, depolar arasına yerleştirilmiştir. Sıcak ve soğuk taraf arasında gaz çevrimi olurken, rejeneratörden bu ısı transfer edilir. Bazı tasarımlarda, ayırıcı piston rejeneratörün kendisidir. Bu rejenaratör Stirling çevriminin verimine katkı sağlar. Burada rejeneratör olarak belirtilen yapı aslında içerisinden bir miktar hava geçmesine engel olmayacak bir katı yapıdır. Sözgelimi çelik bilyeler bu iş için kullanılabilir. Hava bir soğuk oda ile sıcak oda arasında hareket ederken bu rejeneratör içerisinden geçer. Sıcak hava soğuk bölüme ulaşmadan önce bir kısım ısı enerjisini bu bilyeler üzerinde bırakır. Soğuk hava da sıcak tarafa geçerken daha önce bırakılan ısı enerjisiyle bir miktar ısınır. Yani hava sıcak kısma girmeden önce ön-ısıtma, soğuk kısma girmeden önce de ön-soğutma işleminden geçerek motorun verimini artırır.
İdeal Stirling motor çevrimi aynı giriş ve çıkış sıcaklıkları için Carnot ısı makinesi olarak aynı teorik verime sahiptir. Termodinamik verimi buhar makinelerinden yüksektir. (veya basit haldeki bazı içten yanmalı ve dizel motorlardan)
Herhangi bir sıcaklık kaynağı Stirling motoruna güç sağlayabilir. Dıştan yanmalı motor, ifadesindeki yanma çoğu zaman yanlış anlaşılır. Isı kaynağı, yanma sonucu oluşabilir fakat, güneş enerjisi, jeotermal enerji veya nükleer enerji de olabilir. Aynı şekilde sıcaklık farkı yaratmak için kullanılan soğuk kaynak, çevre sıcaklığının altındaki değişik maddeler olabilir. Soğuk su veya soğutucu bir akışkan kullanımı ile soğutma sağlanabilir. Fakat soğuk kaynaktan elde edilecek sıcaklık farkının düşük olması daha büyük kütleler ile çalışılmasını gerektireceğinden, pompalamada oluşacak güç kaybı çevrimin verimini düşürecektir.Yanma ürünleri motorun iç parçaları ile temas etmez. Stirling motorunda yağlama yağı ömrü içten yanmalı motorlara göre daha uzundur.
Stirling motorunun uygulamada bazı avantaj ve dezavantajları vardır.
Viyana Kuşatması (kitap)
Viyana Kuşatması, "(İngilizce: The Siege of Vienna)" İngiliz tarihçi yazar John Stoye'nin Osmanlıların Viyana Kuşatması'nı anlatan tarih kitabı. Kitap; İngilizce olarak 1964 yılında Collins tarafından Londra'da, 1965 yılında Holt, Rinehart & Winston tarafından New York'ta, 2003 yılında Doğan Kitap tarafından İstanbul'da basılmıştır. Kitabın Türkçe çevirisi Derin Türkömer tarafından yapılmıştır.
Viyana'nın 1683 yılında Osmanlılar tarafından kuşatılması (Bakınız:II. Viyana Kuşatması) Avrupa tarihinin dönüm noktalarından biridir. Bu olay Kızıl Ordu'nun 1945'teki işgaline kadar Batı Hristiyan alemine son ciddi tehdittir. Öyle ki Avrupa ülkeleri, aralarındaki kıskançlık ve düşmanlıkları bir tarafa bıraktıl |
ar, Osmanlı ordularını ve Orta Avrupa'yı yakıp yıkan, yağmalayan müttefikleri Tatarları püskürtmek için el ele verdiler. Türklerin Viyana surlarını aşmak üzereyken yenilgiye uğraması, o dönem ve sonrası için önemli sonuçlar doğurdu. Osmanlı İmparatorluğu etkisinden kurtulamayacağı bir darbe yedi. Öte yandan o güne kadar gücünü korumaya ve etki alanlarını genişletmeye çalışan Habsburglar gözlerini Tuna'nın güneyindeki ve doğusundaki hedeflere çevirdiler.
Hilal ve Haç arasındaki son büyük çekişmeye tanık olan o sıcak eylül günü, Avrupa tarihinde 1914 felaketine kadar sürecek yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu kuşatmanın heyecan dolu öyküsünün olağanüstü kişileri: oynadığı büyük kumarda zaferin kıyısından dönen Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kenti kurtarmak için büyük çaba gösteren Viyana garnizonunun komutanı Kont Starhemberg, kararsızlığı yüzünden Viyana'yı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan İmparator I. Leopold ve ordusuyla zafere koşan Lehistan Kralı III. Jan Sobieski.
Hyundai modelleri listesi
Hyundai Motor Company firmasının geliştirdiği veya üretimini yaptığı otomobil modelleri:
Yunan alfabesi
Yunan alfabesi tarihî dönemden çağdaş döneme kadar çeşitli değişikliklerle aslen Yunancanın yazımında kullanılan alfabedir. Aslen Fenike alfabesinden türetilmiş ve İlk olarak MÖ 9. yüzyıl sonlarında ya da 8. yüzyıl başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Latin ve Kiril alfabelerinin atasıdır. Günümüzde Yunanca yazmak dışında matematikte, temel ve mühendislik bilimlerinde bilimsel gösterimler olarak kullanılır. Alfabe, yedisi ünlü, on beşi ünsüz, ikisi ise birleşik yirmi dört harften oluşur:
MÖ 16. ve MÖ 12. yüzyılları arasında Miken Uygarlığı'nda, Linear B yazı sistemi, Yunan dilinin en erken dili, Miken Yunancasını yazmak için kullanılmıştır. Yunan alfabesiyle ilgisiz olan bu yazı sistemi MÖ 13. yüzyılda terkedilmiştir ve MÖ 9. yüzyılın sonlarında veya MÖ 8. yüzyılın başında Yunan alfabesi ortaya çıkmıştır. İki yazı sisteminin zamanları arasındaki dönem, Yunan Karanlık Çağı olarak anılır. Karanlık çağın bitiminde Fenike alfabesi, beş sesli harf eklenerek kullanılmaya başlanmıştır. Yunan Alfabesi, Antik Yunan'dan günümüze Yunanistan'da kullanılmaktadır. Bunun yanında Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı Karamanlı Türkler tarafından 18.-20. yüzyıllarda Karaman sahası Türk ağzının yazımında da kullanılmıştır.
Yunancada kullanılan birçok sesin kendine özel harfi yoktur. Mevcut harflerin bir araya gelmesi ile harf bileşikleri oluşur. Yunancada bu yöntemle elde edilen 7 harf bileşiği bulunur. Sözcüğün içinde bulunduğu yere göre harfler kendi seslerini de temsil ediyor olabilir. Fakat genel olarak:
/b/ olarak:
/m/-/b/ olarak:
/d/ olarak:
/n/-/d/ olarak
/g/ olarak:
/n/-/g/ olarak:
/n/-/g/ olarak:
/n/-/g/-/h/ olarak:
Peltek /ç/ olarak:
Peltek /c/ olarak:
ΓΙ bileşiği y olarak okunur.
ΑΙ - αι birleşmesi, /e/ olarak okunur. Ancak "ι" harfinde umlaut (iki nokta) olursa (ΑΪ - αϊ) /ay/ sesi verir.
Av ya da Af olarak okunur. Sözcük içindeki yerine göre sesletim değişir. İkiliden sonra ünlü harfler ve β,ρ,γ,λ,ν,δ,μ,ζ harfleri gelirse ikili /av/ diye okunur. Bu harfler akılda tutmak için "vergilendirmez" kelimesi akılda tutulabilir. Diğer harfler gelirse ikili /af/ diye okunur.
Birleşim, /i/ sesini verir.
Bu birleşim, /ev/ ya da /ef/ olarak okunur. Sözcük içindeki yerine göre sesletim değişir. İkiliden sonra ünlü harfler ve β,ρ,γ,λ,ν,δ,μ,ζ harfleri gelirse ikili /ev/ diye okunur. Diğer harfler gelirse ikili /ef/ diye okunur.
ΟΙ - οι birleşimi, /i/ sesini verir. ΟΪ - οϊ /oy/ sesini verir. Eğer "ι" harfi üzerindeki iki nokta olmasaydı, diftong "i" olur
Birleşim, /u/ sesi verir.
Karma çevrimli motor
Benzinli motorda (yani Otto çevriminde), yanma sabit hacimde gerçekleşir, dizel motorda (yani dizel çevriminde) ise yanma sabit basınçta gerçekleşir. Karma çevrimde ise günümüz modern dizel motorlarında olduğu gibi, yanmanın ilk aşaması sabit hacime yakın, son aşaması ise sabit basınca yakın gerçekleşmektedir. Bu yüzden ısının bir miktarının sabit hacimde, geri kalan kısmının da sabit basınçta sisteme verildiği bu çevrime karma çevrim denir.
Aşağıda gösterilen P-v diyagramında sözü edilen aşamalara gösterilmiştir.
Bu safhada, piston alt ölü noktadan üst ölü noktaya doğru hareket eder. Bu sırada emme ve egzoz valfleri kapalıdır, dolayısıyla içerdeki hava sıkışır ve basıncı grafikte görüldüğü gibi artar.
Piston üst ölü noktaya ulaştığı sırada silindire enjektör tarafından yakıt püskürtülmeye başlar. Sıkışarak ısınmış havayla karşılaşan yakıt yanmaya başlar, bunun sonucunda basınç P2'den P3 değerine sıçrama yapar. Sisteme ısı girişinin olduğu ilk safha bu safhadır.
Bu safhada piston aşağı doğru hareketine başlar fakat yanma devam ettiğinden basınç düşmez. Bu durum 4 nolu noktaya kadar böyle devam eder. Böylece bu safhada da sisteme ısı girişi devam etmiş olur.
Artık silindire yakıt püskürtülmemektedir ve yanma durmuştur. Piston aşağı doğru hareketine devam ettiğinden silindirdeki basınç da düşmeye başlar.
Sistem 5 nolu noktaya (AÖN) geldiğinde egzoz valfi açılır. Silindir egzoz sistemi ile dışarıya açıldığından silindirdeki basınç atmosferik basınca düşer. Sistemden ısının atılması bu safhada gösterilmiştir. Gerçekte, dışarıya ısının atılması pistonun egzoz stroğunu yapmasıyla olur (grafikte yatay çizgiyle gösterilen strok), ancak ideal bir çevrimde egzoz stroğunda negatif veya pozitif bir iş yapılmadığından çevrimde incelenmez, ısının atılması da egzoz valfi açıldığında bir anda olmuş gibi gösterilir.
formula_1
formula_2
formula_10
Çevrimin işi ( W [kJ] )
a. Sıkıştırma işi
formula_11
k : adyabatik üs ( ayrıntılı bilgi için bkn. özgül ısı )
b. Genleşme işi
formula_12
formula_13
formula_14
c. Net iş
formula_15
formula_16
formula_17
formula_18
formula_19
formula_20
formula_26
formula_27
formula_28
η = amacımız olan enerji / kullanılan enerji
formula_29
formula_30
formula_31
formula_32
Kâhinli Turing makinesi
Kâhinli Turing makinesi, klasik Turing makinesi ile aynı temelleri kullanarak çalışır:
Öte yandan, kâhinli Turing makinesi özel bir duruma sahiptir: kâhine soru durumu. Başka bir deyişle, geçiş tablosunda şu şekilde bir giriş bulunur:
Bu durumda, dk durumunda s sembolü okunursa kâhine gidilecektir. Kâhin, makineyi sorunun cevabı evet ise dk1, hayır ise dk2 durumuna geçirecektir. Kâhinin Turing makinesinin tüm şeritlerini okuma ve değiştirme hakkı vardır.
Kâhinli Turing makinesi, NP-complete problem indirgemesi yapılırken kullanılır, zira bir problemin (yani kâhinin) başka bir problemin çözümünde nasıl kullanılabileceğini göstermektedir.
Kerem Gönlüm
Kerem Gönlüm, (d. 22 Kasım 1977, Eskişehir), Sakarya Büyükşehir Belediyespor'nda forma giyen basketbolcudur. Uzun forvet ve pivot pozisyonlarında görev alabilmektedir. Şut yeteneği orta düzeyde olmasına rağmen, savunmada mücadeleci yapısı, ribaund sezgisi ve yeteneği ile Türk basketbolunun önemli uzun oyuncularından biridir. Basketbola geç bir yaşta başlamasına rağmen disiplini ve iş ahlakı ile örnek bir sporcudur. Ayrıca merhum saz sanatçısı Özay Gönlüm'ün öz yeğenidir. Evlidir.
Basketbola geç sayılabilecek bir yaşta 19 yaşında Şekerspor'da başladı. Ancak disiplinli çalışması ile kısa sürede üst seviyelerde kendine yer bulmayı başardı. 1998-99 döneminde Mydonese Kolejliler'de forma giydi ve TBL'de ilk sezonunda normal sezonda 7.72 sayı, 5.88 ribaund, 0,68 asist ortalamalarıyla oynadı. Ayrıca ilk sezonunda Mydonose Kolejliler ile play-off oynama başarısı gösterdi.
1999-00 sezounda Ülkerspor'a transfer oldu. Bu sezonda yarı final oynadı. 2000-01 sezonunda ilk şampiyonluğunu kazandı. 2001-02, 2002-03 ve 2003-04 sezonlarında takımıyla final oynadı ve bu sezonlarda şampiyonluğu Efes Pilsen elde etti. Ayrıca 2004'te San Antonio Spurs'un transfer teklifini kulübü reddedince Türkiye'de kaldı.
2005-2014 arasını Efes Pilsen'de geçiren Gönlüm, takımıyla 2008-09 sezonunda şampiyonluk kazanmıştır. Ayrıca 2005-06, 2006-07 ve 2008-09 sezonlarında Türkiye Kupası şampiyonluğu, 2006 ve 2009 yıllarında da Cumhurbaşkanlığı Kupası sevinci yaşamıştır. 2009 TBL Final serisinde doping kullandığı tespit edilmiştir. Doping testinde Dünya Anti-Doping Ajansı (WADA)'nın yasak listesinde yer alan cathine maddesine rastlanan Kerem Gönlüm'ün B numunesi de pozitif çıkmıştır. Ardından 1 yıl ceza almıştır. Ancak bu konu tartışmalıdır.
Efes'te oynadığı sezonlarda pota altı rotasyonundaki tek değişmeyen oyuncu olarak dikkat çekmiş ve Efes'te 12 numaralı forma onunla özdeşleşmiştir.
Haziran 2014'te Galatasaray ile 1+1 yıllık sözleşme yapmıştır. 2014-2015 sezonu içinde rotasyon sıkıntısı çeken Galatasaray'ın, ilerleyen yaşına rağmen, hem Avrupa'da hem de Türkiye'de en önemli oyuncularından biri olmuştur.
2014-2015 sezonunun bitmesiyle, 2015-2016 sezonunda tarihinde ilk kez Euroleague'de mücadele edecek olan Pınar Karşıyaka ile anlaşmıştır.
Sakarya Büyükşehir Basketbol Kulübü, 9 Temmuz 2016 tarihinde sosyal medya hesabından Pınar Karşıyaka'dan Kerem Gönlüm ile anlaştığını duyurdu.İmza töreni 12 Temmuz 2016 Salı günü yapıldı.
Kerem Gönlüm, TBL ve Euroleague tarihinin önemli oyuncularından biridir. Gönlüm, 1998'den beri oynadığı TBL'de 500'ün üzerinde maça çıkmış ve 4000 sayı, 3000 ribaund barajını aşmıştır. Avrupa'da ise 99-2001 arası FİBA organizasyonu olan Avrupa Ligi ve SuproLeague'de oynamıştır. Daha sonra ULEB EuroLeague'in kurulması ile 2001-2002 sezonundan beri de bu kupada Ülker, Efes Pilsen ve Galatasaray formaları ile oynamıştır. Euroleague'de toplamda 1500 sayı 1000 ribaund barajını geçmiştir. 2014-15 sezonu sonu itibarıyla Euroleague'de tüm zamanlar sıralamasında aldığı 1161 ribaund ile 5. ve oynadığı 232 maç ile de bu kategoride 6. sıradadır. Yine index rating sıralamasında da tüm zamanlarda toplamda 2019 rating ile 21. sıradadır. Attığı toplam 1467 sayı ile de tüm zamanlarda ilk 50'dedir.
2003-2010 arası millî takımın katıldığı tüm turnuvalarda forma giyen Gönlüm, Dünya Basketbol Şampiyonası'nda 2006'da 6. olan ve |
2010'da gümüş madalya kazanan millî takımın önemli bir parçası olmuştur. Ayrıca EuroBasket 2013 elemelerinde forma giyerek, Türkiye'nin EuroBasket 2013'e katılmasına katkı yapmıştır. Toplamda 128 kez millî takım formasını giymiştir.
Kerem 30 Ağustos 2014 tarihinde İspanya'da başlayan 2014 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası kadrosunda Türkiye millî basketbol takımı forması giymiştir.
Mustafa Abi
Mustafa Abi (d. 2 Ocak 1979, Afyon), Oyun kurucu ve Şutör gard pozisyonlarında oynayan Türk eski profesyonel basketbolcu.
Basketbola 12 yaşında Afyon Çimentospor'da başladı. 1994 yılında Fenerbahçe'ye transfer oldu. 7 yıl Fenerbahçe'de oynadı. Ardından 2002 yılında Ülkerspor'a transfer olarak 2 sezon oynadı. 2003/2004 sezonda Beşiktaş'ta forma giydikten sonra Efes Pilsen'e transfer oldu. Efes Pilsen den sonra da Besiktaş Cola Turka'ya transfer oldu. Ağustos 2011'de Olin Edirne takımı ile 1 yıllık anlaşmaya vardı.
Squier
V.C. Squier Company. Fender gitar üreticisinin uzakdoğuda üretimini yaptığı bir gitar markasıdır. İlk 1965 yılında tel üretimiyle başlayıp, fakat daha sonra pazarda hakimiyet sağlamak açısından 1982 yılında da gitar üretimine geçen, ağacı ve kalitesi Fender gitarlarına nazaran bir alt seviyede bulunmasına rağmen Fender işciliği açıkça fark edilir. Aynı fiyat kalitesindeki diğer gitarlara göre üstün bir performans gösterir. Ekonomik problemler içerisinde bulunan Fender tutkunu gitaristlerin genelde ilk tanıştığı markadır. Genelde jazz ve blues tarzı müziklere yatkınlığı vardır. Gitara yeni başlayanlar ve düşük bütçeliler için alınabilecek en iyi gitardır.
Karakteri itibarıyla tamamen Fender çizgilerini taşır. Aslında en önemli farkı ağacının, Fender gitarlarına göre bir alt kalitede olması (bu yüzden Fender'lere göre daha ağırdır) ve Amerikan işciliğinden mahrum kalarak Uzak Doğu'da (Çin, Kore ve Endonezya) üretilmesidir.
Squier markası; elektro gitar, akustik gitar, basgitar ve enstrüman amfileri ve de aksesuarları ile geniş yelpazede ürünler çıkartmaktadır.
Ender Arslan
Ender Arslan (d. 13 Ocak 1983, İstanbul), Türk millî takımı ve Darüşşafaka Doğuş'ta oyun kurucu pozisyonunda oynayan ve millî takımın kaptanı olan basketbolcudur.
Pas yeteneği ve hızıyla öne çıkmaktadır. Bir oyun kurucuda olması gereken en önemli özelliklerden biri olan "çabukluk" konusunda Ender, Türk guardlar arasında en iyiler arasındadır ve A millî takımın değişmezlerindendir.
Arslan; Basketbol hayatına ilkokul yıllarında çok enerjik olduğu için ailesinin yönlendirmesiyle o zamanki adıyla Efes Pilsen'de başlamıştır. Zamanla yeteneği sayesinde Efes'te kademe kademe ilerleyip A Takım seviyesine kadar yükselmiş ve Türkiye adına vazgeçilmez oyunculardan biri olmuştur.
Basketbola 9 yaşında Efes Pilsen yaz okulunda başladı. 17 yaşında A takıma yükseldi. 5 yıl Efes Pilsen'de oynadıktan sonra, 2007 yılının Ocak ayında İspanyol Tau Ceramica kulübü ile 2 aylık sözleşme imzaladı. Mart ayında Tau'dan ayrılan basketbolcu Yunan Panionius takımı ile anlaştı. 2007'de Efes'e geri döndü. Genç yaşına rağmen gerek Türkiye Basketbol Ligi'nde, gerekse EuroLeague'de pek çok başarı kazandı. 2009-2010 sezonunda Efes Pilsen'in kaptanlığını yaptı. Efes Pilsen ile 2002, 2003, 2004, 2005, 2009 yıllarında 5 şampiyonluk yaşadı.
2011-12 sezonu öncesi Galatasaray'a transfer olan Arslan, 10 Haziran 2013 günü Banvit'le oynanan maçın son saniyelerinde attığı üç sayılık basketle takımının seride 3-0 öne geçerek şampiyonluğa yaklaşmasını sağlamıştır. 2013 yılında Galatasaray ile de Türkiye'de 6. şampiyonluğunu yaşamıştır.
2015-2016 sezonu için Darüşşafaka Doğuş ile anlaşmıştır.
Ayrıca TBL'de 2005, 2006, 2008 ve 2009 all-star maçlarında oynamıştır.
Ender Arslan, 2000-2001 sezonundan beri (2006-2007 sezonu hariç) TBL'de oynamaktadır ve toplamda 450 maç, 3000 sayı, 1200 asist ve 500 ribaund barajını geçmiştir. Galatasaray ile 1 sezonluk Eurocup macerası (2012-2013) hariç 2001'den beri Euroleague'de oynamaktadır. 2014-2015 sezonu itibarıyla, EuroLeague'de toplamda 218 maça çıkmıştır ve 1262 sayı, 422 asist, 240 ribaund, 149 top çalma üretmiştir. Tüm zamanlarda oynadığı 218 maç ile bu kategoride 16. ve yaptığı 422 asist ile de bu alanda 23. sırada yer almaktadır. Eurolaegue'de kariyer rekoru, 2004'teki Valencia - Efes maçında yaptığı 25 sayı, 11 asistlik (31 rating) performanstır.
A millî takım öncesi u-16, u-18 ve u-20 takımlarında oynamıştır (1999-2002 arası).
Türkiye'de düzenlenen 2010 FIBA Dünya Şampiyonası'nda Türkiye millî basketbol takımıyla dünya ikinciliği yaşamış ve gümüş madalya kazanmıştır. Ayrıca 2003, 2005, 2007, 2009, 2011 ve 2013 Eurobasket'lerde ve 2006 Dünya Şampiyonasında da millî takım forması giymiştir.
Ender 30 Ağustos-14 Eylül 2014 tarihlerinde İspanya'da düzenlenen 2014 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası kadrosunda Türkiye millî basketbol takımı forması giymiştir. Ender Arslan,Türkiye millî takımı ile çeyrek finale kadar çıkmış;Türkiye,çeyrek finalde Litvanya'ya 73-61'lik skorla yenilerek elenmiştir.
Barış Ermiş
Barış Ermiş, (d. 3 Ocak 1985, İstanbul) Türkiye Basketbol 1. Ligi takımlarından Tofaş forması giyen Türk profesyonel basketbolcudur. 1.94 metre boyundaki Barış, oyun kurucu pozisyonunda görev almaktadır.
Oyun kurucu olarak basketbola 1991 yılında Yeşilyurt Kulübü'nde başladı. Daha sonra Efes Pilsen'e transfer oldu. Beş yıl Efes Pilsen altyapısında oynadıktan sonra iki sene Pertevniyal ve bir sene de Beşiktaş'ta forma giydi. Daha sonra Efes Pilsen, Türk Telekom, Pınar Karşıyaka, Türk Telekom ve Banvit forması giyen oyun kurucu, 2012 yılında Fenerbahçe Ülker takımına transfer olan oyuncu, 2014 yılında Royal Halı Gaziantep takımına kiralandı.
Fenerbahçe 01 Temmuz 2014 tarihinde resmi internet sitesinden yaptığı açıklamada Barış Ermiş ile yollarını ayırdığı açıklamıştır.
2 Temmuz 2015 tarihinde Türkiye Basketbol 1. Ligi takımlarından Tofaş ile anlaşmaya vardı.
2010 Dünya Basketbol Şampiyonasında Türkiye millî basketbol takımı forması giyen Barış 30 Ağustos 2014 tarihinde İspanya'da başlayacak olan 2014 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası kadrosunda da yer alacaktır.
Necdet Ergün
Necdet Ergün (d. 5 Mayıs 1954, Sivas), Türk eski millî futbolcu, futbol antrenörü. Trabzonspor ve Beşiktaş futbol takımın unutulmaz sağ açıklarındandır. 80'li yılların ilk yarısında unutulmaz maçlar çıkarmıştır. Bu maçlardan birinde topu elle düzelterek rakip ceza alanına girmesi sonucunda Gırgır dergisinin o haftaki sayısında Necdet beye el kramponu tasarımlı bir karikatüre konu olmuştur.
Futbola Anadolu Üsküdar takımda başladı. Boluspor'da profesyonel oldu ve oynadığı futbolla dikkatleri çekti. Trabzonspor'a transfer olarak bu takımın efsane kadrosu içinde yer aldı. 1979 yılında Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş'ta da 1981/1982 ve 1985/1986 sezonlarında şampiyon kadro içinde yer aldı. 1986 yılındaki şampiyonluk sonrası futbolu bıraktı.
14 kez millî formayı giydi.
NATO ordularının subay rütbe dereceleri ve işaretleri
NATO ordularının subay rütbe dereceleri ve işaretleri, NATO üyesi ülkelerin kara kuvvetlerinde görev yapan subayların rütbe ve işaretleridir.
Paleoantropoloji
Paleoantropoloji, fiziksel ya da biyolojik paleontoloji olarak da tanımlanan bilim dalıdır.
Paleoantropoloji insan ve bağlantılı türlerin zaman içerisindeki değişimini fosil kayıtlarına dayanarak açıklar. Burada türler arası ilişki genetik ya da anatomik yapıya bakılarak açıklanır.
Paleoantropologlar, çalışmalarında kemik kalıntıları, ayak izleri ve fosillerden yaralanırlar.
Uluslararası Fonetik Alfabe
Uluslararası Fonetik Alfabe (sesçil alfabe, sesçil abece, İngilizce: "International Phonetic Alphabet", IPA) seslerin kâğıt üzerinde gösterilebilmesi için oluşturulmuş standart alfabedir. Tüm dillerdeki konuşma seslerini bir örnek biçimde kodlayabilmek için oluşturulmuş işaretler ve simgeler sistemidir. Bu sistemden en çok dilbilimde ve sözlüklerin hazırlanmasında yararlanılır.
Dillerin doğru telaffuz edilmesini sağlamak, tutarsız ve keyfi yazımlarla çok sayıda transkripsiyon (yazı çevirimi) sisteminin doğurduğu karışıklıkları önlemek amacıyla geliştirilmiş alfabedir. "Uluslararası Sesbilgisi Alfabesi" olarak da bilinir. IPA'nın bir amacı da bir sözcüğü diğerlerinden ayırmaya yarayan her ses için ayrı bir sembol geliştirmektir.
IPA'da temel olarak Latin harfleri kullanılır. Bunun dışında başka alfabelerden harf alınmış (örneğin Yunan Alfabesi), bunlar Latin harflerine uyacak biçimde değiştirilmiştir. İnce ses ayırımları ve genizsilleşen ünlülerle sesin uzunluk, vurgu ve titreşimi, harflerin üstüne veya altına konan çeşitli işaretlerle belirtilir.
IPA dar ve geniş yazı çevrimlerinde kullanılabilir. Mesela anadili İngilizce olanlar tek bir /t/ sesi ayırt ederler. Bu sebeple geniş yazı çevriminde bu sese karşılık tek bir sembol yeterlidir. Ama /t/'nin “tap”, “pat” ve “stem” gibi sözcüklerdeki söylenişlerinin birbirinden biraz farklı olduğunu belirtmek için dar yazıçevrimi yani /t/'nin altına veya üstüne belli işaretler koymak gerekir.
Uluslararası Sesbilgisi Alfabesi umulduğu kadar başarılı olamamıştır. ABD'de Avrupa'ya nazaran daha az kullanılmıştır. Latin alfabesinin yanı sıra çok sayıda özel işarete yer verdiği için basım ve daktilo etme güçlüğü vardır. Daktilo güçlüğünü engellemek için X-SAMPA geliştirilmiştir. Yer kazanmak ve kolaylık sağlamak gayesiyle IPA işaretleri ekseriyetle değiştirilerek veya birbirlerinin yerine kullanılır.
----
Lahey
Lahey (Hollandaca: Den Haag veya s-Gravenhage), Hollanda'da Güney Hollanda eyaletinde Hollanda Krallığı devletinin efektif başkenti ve içinde bulunduğu eyaletin merkezi olan şehirdir.
Lahey Hollanda Krallığı hükümetinin, bakanlıklarının, parlamentosunun, Hollanda Yüksek Mahkemesi'nin ve Hollanda Devlet Konseyi'nin bulunduğu şehirdir. Hollanda Kralı Willem-Alexander'ın oturduğu saray "Huis ten Bosch" ve çalışma yeri "Noordeinde Sarayı" Lahey'de bulunmaktadır. Hollanda'ya yabancı ülkelerin gönderdikleri diplomatik misyonlar ve elçilikler Lahey'dedir. Fakat Hollanda Krallığı anayasasına gö |
re başkent Lahey değildir, Amsterdam'dır.
Şehrin belediye sınırları içindeki nüfusu (1 Eylül 2011 tahmini itibarıyla) yaklaşık 500.000 kişidir. Fakat Lahey'in içinde bulunduğu Hollanda'da Ranstad Holland adı verilen şehirleşmiş metropoliten alan Amsterdam, Haarlem, Leyde, Rotterdam ve Utrecht şehirlerini de kapsayarak nüfusu yaklaşık 7.1 milyon kişidir.
Lahey'de 150 adet uluslararası kurum bulunmaktadır. Bunların başında Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi bulunmaktadır. Böylece Lahey şehri Birleşmiş Milletler kurumunun ek ofislerinin bulunduğu New York, Viyana, Cenevre ve Nairobi ile önemli bir uluslararası merkezdir.
Lahey şehrinin şu yabancı şehirlerle kardeş şehir bağlantıları bulunur:
QIP
QIP (Quiet Internet Pager), Windows işletim sisteminde çalışmak üzere programlanmış, sunduğu özelliklerle diğer klonlardan ayrılan, oldukça kullanışlı bir ICQ klonudur. İlham Zulkarnaev isimli bir Rus tarafından programlanmıştır.
Master of Puppets
Master of Puppets, ABD'li thrash metal topluluğu Metallica'nın üçüncü albümü. 3 Mart 1986'da Elektra Records etiketiyle yayınlanmıştır. Grubun aynı yıl ölen basisti Cliff Burton'un çaldığı son Metallica albümüdür. Toplam sekiz parça içermektedir.
Metallica bu albümle metal dünyasında en çok tanınan gruplar arasında yerini aldı. Hiçbir şarkıya klip çekilmemesine rağmen Amerika listelerinde 6. sıraya kadar yükselen Master Of Puppets albümünde özellikle bass gitarist Cliff Burton'un yazdığı bir bass gitar riffi üzerine kurulan Orion şarkısı onun ölümünden sonra adeta kendisi ile bütünleştirildi ve müzikal dehası otoriteler tarafından tartışmasız kabul gördü. Albüm Rolling Stone dergisinin en iyi 500 albüm sıralamasında 167. sırada yer alır.
Cliff Burton
Clifford Lee Burton (10 Şubat 1962 – 27 Eylül 1986), thrash/heavy metal grubu Metallica'nın ikinci basgitaristidir. Gruba 1982 yılında Ron McGovney'in yerine katılmıştır. Heavy metal müziğin en iyi basçılarından biri olarak görülür.
İsveç'te gerçekleşen bir konserden dönerken yolun buzlanması nedeniyle kayan tur otobüsünden dışarı fırlayarak hayatını kaybetmiştir. Hayatı ve ölümü birkaç şarkıya konu olmuş ve Billy Sheehan, Les Claypool, John Myung gibi müzisyenlerin tarzlarını etkilemiştir. Metallica bu basçısına "...And Justice for All" albümünden 9:49'luk bir bölüm ayırmış ve "To Live is To Die" şarkısını ona ithaf etmiştir. Bu şarkıda doğumdan ölüme kadar hayatı sadece melodiyle ve sonlara doğru bir kez söylenmiş bir dörtlükle "metalci ağıtı" şeklinde anlatılmıştır.
Clifford Lee Burton, 10 Şubat 1962'de San Francisco, Kaliforniya'da doğdu. Anne ve babası (Jan ve Ray) iki San Francisco hippisiydi. Cliff de imajını anne ve babasından almıştır. Kendine ait bir stili vardı. 1972 model bir VW station vagon kullanıyordu, kemer takıyordu, H. P. Lovecraft okuyordu, piyano dersleri almıştı ve hatta yüksek okula gitmişti. Cliff, "Faith No More" gitaristi Jim Martin ile San Francisco'nun yakınlarında büyümüştü. O Clint Eastwood ve E. F. Hutton arasında bir kişilikti.
Motörhead'den Lemmy Kilmister, Rush'tan Geddy Lee, Geezer Butler (Black Sabbath) ve caz basgitaristi Stanley Clark etkilendiği gitaristler; Bach, Pink Floyd, The Misfits, Samhain, ZZ Top, Thin Lizzy, R.E.M., Aerosmith, Black Sabbath, Velvet Underground ve Judas Priest etkilendiği besteciler ve gruplar olmuştur.
Metallica'dan önce çaldığı gruplar, Easy Street, Agents of Misfortune ve Trauma 'dır.
1982'nin sonlarına doğru Metallica'nın ilk basçısı olan Ron McGovney'in görevinde yeterince iyi olamadığına karar verildi. O sıralar Metallica düşüşe geçmişti. Solist James Hetfield artık şarkı söylemek istemiyordu, çünkü bu işi iyi yapamadığını düşünüyordu. Bu yüzden sadece ritim gitar çalmak istiyordu.
Cliff 1982 yılının Ağustos ayında keşfedildi. Lars ve James, Cliff'i San Fransisco'da bulunan Whiskey A Go Go adlı barda çalarken fark ettiler. Lars ve James, Cliff'in basgitar çalışından gerçekten de etkilenmişlerdi.
Bundan sonra, Metallica Cliff'i gruba kazandırmak için tam anlamıyla büyük bir kovalamaca başlattılar. Burton grup için şehir değiştiremeyeceğini söyledi. Bunun üzerine grup San Fransisco'ya taşınma kararı aldı.
Metallica bütün problemleri ile San Francisco'ya taşındı. Metallica'nın Cliff ile ilk çalışması ses düzenleyicisi Mark Witaker'in evindeydi. O sırada James ve Lars o evde kalıyorlardı. 5 Mart 1983'te 4 şarkılık bir demo kaydettiler. Cliff, Metallica ile ilk kez The Stone'da (San Francisco) çaldı. Böylece "3 iyi Metallica yılı" başlamış oldu.
O zamanlar 1986 Metallica'nın yılı olacak gibi görünüyordu. Metallica'nın 3. albümü "Master of Puppets" gerçekten de müzik dünyasında bir fırtına gibi esti ve Metallica'yı metal müzik dinleyenler çevresinde bir bakıma sanal yıldızlar durumuna getirdi. Sonunda Metallica başarmıştı ve kimse onların yükselişini durduramaz gibi görünüyordu; ancak Cliff'in ani ölümüyle herkes şok yaşadı.
Cliff, San Francisco'da ailesi ile yaşadı ve Metallica'yı zirveye taşımak için 3,5 yıl boyunca çok çalıştı. 1982'de Ron McGovney'in yerine geçen Cliff sahnedeki performansıyla, dört bir yana savrulan saçlarıyla ve demode giysileri ve imajı ile kendi markasını yaratmış oldu. Daima kot ceket ve kot pantolon giyerdi. Eğer hava soğuksa bir gömlek giyerdi.
Sahne dışında, sahnedeki agresif ve vahşi görünümünün tam tersine sakin bir California'lıydı. Şaka yeteneği, bas soloları ve sahnedeki sunumu gibi çok iyiydi. O,grubun sahnedeki görselliğiydi ve sahnedeyken adeta vahşiye dönüyordu. Cliff ayrıca Metallica'nın şarkı sözü yazılımında da büyük rol oynadı. Kirk gibi o da H. P. Lovecraft hayranıydı.
Cliff'in ne kadar sinirlerine hakim ve harika bir insan olduğunu gösteren bir olay 1985'de Castle Donnington Festival'i (17 Ağustos 1985) sırasında yaşandı. Seyircilerden biri sahneye bir armut attı ve bu armut Cliff'in basgitarına çarptı. Cliff gitarına çarpan armutu aldı ve iki ısırık aldıktan sonra seyircilere geri fırlattı.
Cliff ayrıca oldukça iyi ve kabiliyetli bir soloist idi. "Anesthesia"'daki distortion ve wah-wah pedalını kullanması grubun canlı performanslarındaki en önemli olaylardan biriydi. Daha önemlisi Cliff iyi bir insandı ve herkes tarafından sevilen biriydi. Cliff ne kadar yorgun olsa da gider grup hayranlarıyla konuşurdu. O kesinlikle grup elemanlarından olduğu kadar hayranları tarafından en fazla övgü toplayan kişiydi.
Cliff, İsveç'te bir konserden dönerken yolun buzlanması nedeniyle kayan tur otobüsünden dışarı fırlayarak 27 Eylül 1986'da, 24 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Ölüm anı şüphelidir, çünkü camdan fırladığında yaralanmamış, otobüsün ona çarpmasıyla ciddi yara almış, bununla birlikte otobüsü kaldıran vinç de onun ikinci defa yaralanmasına neden olmuştur. Vokalist James Hetfield, otobüs şoförünün alkollü olduğunu ve dikkatsizlik yüzünden kazanın meydana geldiğini söylemiştir.
Bir rivayete göre "Cliff, ölümü ile ilgili otobüs kazası akşamında Kirk Hammett ile üst ranzada yatmak için kart çekişirler; Cliff'in maça ası seçmesi, üst ranzada yatmasını sağlar. Farklı bir seçim olsaydı şu anda Cliff yerine Kirk ölmüş olabilirdi."
Ayrıca ölümünden sonra kendisine ait olan "Kurukafa yüzüğü"nü James Hetfield devralmıştır.
Cliff Burton'u anma töreni 7 Ekim 1986'da yapıldı. Ailesi ve arkadaşları onu, "Johann Sebastian Bach, Meksika yemeği ve evini seven" biri olarak andı. Ailesi onu, onun hakkında "değer bilir ve anlayışlı bir oğul. Çünkü performansından dolayı tüm gün uyuyup, tüm gece ayakta olurdu ve asla bizi uyandırmazdı." dedi. Ablası Connie şöyle anlatıyor: "Bir keresinde ufak bir çocuk sabah erken vakitte kapıya gelmişti ve tişörtünü Cliff'e imzalatmak istiyordu. Cliff de kapıya gelip 'Tabii ki imzalarım.' dedi.". Ablası Connie yine şöyle anlatıyor: "Bir keresinde onu çağırdım ve 'Rock yıldızı olmak nasıl bir şey?' diye sordum. Çok kızmıştı. Ve onu bir daha bu şekilde nitelendirmemi istememişti.". Cliff'i anma töreninde "Master of Puppets" albümünden "Orion" şarkısı çalındı. "Orion", Cliff'i anmak için mükemmel bir şarkıydı. James Hetfield, Cliff'in gruptaki en eğitimli müzisyen olduğunu ve "Orion" şarkısının çoğunun ona ait olduğunu söylemişti. Cliff'in külleri Bay Area'da değişik yerlere savruldu. Bu yerler arasında Maxwell Ranch House bölgesi de vardı.
Cliff'in ardında bıraktığı boşluk tüm müzik basını tarafından yazılıyordu. Örneğin trajediden bir hafta sonra Kerrang! dergisinde reklam yerleri hayranları ve arkadaşları tarafından doldurulmuştu; Mesajlar şöyleydi: Zazulas ("En büyük müzisyen, En büyük head-banger!, En büyük kayıp, Sonsuza kadar arkadaş"); Anthrax (İspanyol paçası harika!!, Gülün, Seni özleyeceğiz). Bunun yanında Music For Nations tek sayfasını Cliff'e ayırdı. Sayfada şu yazıyordu: "Cliff Burton 1962 - 1986". Acı çok derindi.
Gen Howards'ın hatırladıkları: "Puppets turnesi bittiği zaman, grup Avrupa turnesine gidinceye kadar bekledim ve sonra Cornualles'e tatile gittim. Hepimiz olanlardan mutluyduk, özellikle Metallica'nın giderek daha da popüler olmasından dolayı. Hepimiz bunun gerçekleşmesi için çok çalıştık. Sonra bir Çarşamba sabahı elime "Sound" dergisini aldığımda tam anlamıyla şok oldum. Bu gerçekten bir yıkımdı.. İnanılmaz acı doluydu..."
Cliff'e duyulan saygıyı göstermek için "$19.98 Home Vid -- Cliff 'Em All!" isimli video piyasaya sürüldü. Bu video Cliff'in bulunduğu birçok bootleg, TV çekimini, bas sololarını içermektedir. Diğer grup üyelerinin Cliff'e duydukları saygıyı gösterdikleri diğer olay ise "...And Justice For All" albümündeki "To Live Is To Die" şarkısıdır. Şarkı Cliff tarafından yazılmış birkaç riff üzerine yazılmıştır. James ve Lars Cliff'in rifflerine birkaç riff daha ekleyerek bir enstrümantal şarkı yaptılar. James şarkının ortasında bir zamanlar Cliff'in yazdığı ""When a man lies he murders some part of the world. These are the pale deaths which men miscall their lives. All this I cannot bear to witness any longer, Cannot bring the kingdom of salvation; take me home?"" sözlerini okumaktadır.
Kiev Ulusal İnşaat ve Mim |
arlık Teknik Üniversitesi
Kiev Ulusal İnşaat ve Mimarlık Teknik Üniversitesi, 1930'da Ukrayna'nın Kiev şehrinde kurulmuş olan üniversitedir.
DBT
DBT, bir karma aşının kısaltmasıdır:
Hasan Nazım Balaban
Hasan Nazım Balaban (d. 1955), Türk ressamdır.
Ünlü ressam İbrahim Balaban’ın oğludur.
1955 yılında Bursa-Seçköy, Osmangazi’de dünyaya geldi.
İlkokula Seçköy, Osmangazi’de başladıkdan sonra, Bursa Setbaşı ilkokulu'nda tamamladı, İpekçilik'deki Çelebi Mehmet Ortaokulu'nu Bursa’da bitirdi.
Lise ve üniversite eğitimini İstanbul’da tamamladı, elektronik mühendisliği eğitimi aldı. Çeşitli özel şirketlerde çalıştıktan sonra,iki arkadaşıyla birlikte makine ve otomasyon üzerine çalışan bir şirket kurdu ve 6 yıl bu işi yürüttü. Resme daha fazla zaman ayırabilmek için 1997 yılında ortaklıktan ayrıldı; o günden bu yana tamamen resimle uğraşmaktadır
İlk olarak1984 yılında şair Hasan Hüseyin Korkmazgil anısına İstanbul’da düzenlenen karma sergiye iki tablo ile katıldı.Bu güne kadar 80 den fazla tablo ve 100’ün üzerinde desen üretti, bu eserlerin 70 den fazlası özel ve tüzel koleksiyonlara girmiştir.
Babası İbrahim Balaban'la ortak ve kişisel olmak üzere toplam 17 adet sergi açtı; birçok karma sergiye katıldı. Eserleri İstanbul ve Ankara'da sanat fuarlarında sergilendi.
Kendine özgü, değişik bir anlatım biçimi seçen Hasan Nâzım Balaban, somut içeriğe bağlı kalarak ürettiği resimlerinde, babasının çağdaş toplumsal çizgisini sürdürür.
Zafer E. Bilgin'le beraber Balaban-Bir Resam Yunus Emre (İbrahim Balaban için başvuru-kaynak) kitabını derledi ve yayına hazırladı.
Gül Gölge Saygı
Gül Gölge Saygı (d. Gül Gölge; 28 Eylül 1981, İzmir), Türk TV sunucusu, manken ve oyuncu.
Orta öğrenimini İzmir Özel Türk Koleji'nde tamamladıktan sonra İstanbul'a gitmiş, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesinde Film ve Televizyon Programcılığı eğitimi almıştır. 1997'de Türkiye Güzellik Yarışması finalistleri arasında yer almıştır.
"Çiçek Taksi", "Yapayalnız", "Köpek" ve daha başka filmlerde rol almıştır. 2005-2009 yılları arasında Kanal D'de "Canlı Canlı" programının sunuculuğunu yapmıştır. Ayrıca 2004 yılında bir filmde oynamıştır. 2016 itibarıyla "Gardrop Savaşları" adlı moda yarışmasında jüri göreviyle, yayın hayatına devam etmektedir.
Doğan Yayın Holding eski Başkan Yardımcısı Murat Saygı ile evlidir. Bu evlilikten Ali ve Emir isminde iki erkek çocuğu bulunmaktadır.
Aşı (botanik)
Aşılama, bitkilerde uygulanan tohumsuz bir üretme şeklidir. Çoğaltılması istenilen çeşitten, bir gözün veya "aşı kalemi" adı verilen bir dal parçasının "anaç" adı verilen diğer bir bitki üzerine yerleştirilip tutturulmasıdır.
Meyve çeşitleri, genel olarak, tohumla üretildiklerinde çeşit karakterini kaybederek, yabanileşmeye doğru yönelmektedirler. Onun için, aşı usulü ile üretmek mecburiyetinde kalınmaktadır. Üretilmesi istenilen, kaliteli, bol verimli ve hastalıklara dayanıklı meyve çeşitlerini, aşılamak yoluyla çoğaltmak imkânı sağlanmaktadır.
Bağ-bahçe ziraatinde kullanılan birçok aşı şekilleri vardır. Bunlardan en çok kullanılanları, göz ve kalem aşılarıdır.
Bitki aşılarının tarihi oldukça eskilere dayanır. MÖ 1000'li yılların Çin kaynaklarında ağaç aşılamanın bilindiğine ve sanatsal amaçlar için kullanıldığına dair bilgiler var. Aristo'un yazılarında Antik Yunanistan'da aşılama konusunda önemli bir bilgi birikimi olduğundan bahsediliyor.
Meyve ağaçlarının çoğaltılmasında, kalem aşılarına nisbetle daha çok uygulanmaktadır. Göz aşıları, küçük fidanlarda kullanılmaktadır. Yapıldıkları zamana göre biri sürgün (yaprak aşısı), diğeri de durgun aşı olmak üzere ikiye ayrılır:
Sürgün göz aşısında, göz anaca takıldığı yıl uyanır ve aynı yıl sürgün verir. Aşıya, yerine göre, Mayıs sonu veya Haziranın ilk haftalarında başlanır ve Temmuza kadar devam edilir. Aşı sürgünlerinin, kışın şiddetli soğuklardan zarar görmeleri tehlikesi vardır. Onun için, sürgün göz aşısı, kışları ılık geçen yerlerde yapılır.
Durgun göz aşılarında; anaç üzerine takılan göz, aynı yıl tutar, fakat kışa girildiğinden uyanmayıp, ertesi ilkbaharda sürer. Daha çok, kışları soğuk geçen yerlerde uygulanır. Durgun göz aşısı, yaz sonlarında (Ağustos-Eylül) yapılır.
Göz aşısının yapılışı: Toprak seviyesinden 15 santim yükseklikten itibaren, aşı çakısının ucu ile anacın kabuğu (T) şeklinde kesilir. Kesik kısmın iki kenarındaki kabuk, aşı çakısının tırnağı ile yerinden kaldırılır. Bundan sonra üzerinde aşı gözlerinin bulunduğu kalem ele alınır. Bir gözün üst ve altında bir parmak kadar bir kısım bırakıldıktan sonra, gözün altı hafif odunlu olarak kesilir. Anacın tepesinin daha yüksek tarafında iki anacın kesilen kısmına yukarıdan aşağıya doğru sürülerek yerleştirilip, rafya ile sarılır. Göz aşılarının tutup tutmadıkları, aşıdan 15-20 gün sonra belli olur.
Göz aşısı yapılamayacak kadar kartlaşmış olan meyve ağaçlarına kalem aşıları yapılır. Kalem aşılarında, üzerinde 2-3-4 göz bulunan bir dal parçası (kalem) kullanılır. Kalem aşılarının yapılış şekillerine göre çok çeşitleri vardır. Pratikte en çok kullanılanları; kakma aşı, çoban aşısı, yarma aşı ve İngiliz aşısıdır.
Aşıda açık uç ve yaralanma bölgelerinin kapatılmasında esnek strech film uygulaması pratik ve etkili bir yöntem olarak kullanılabilir.
Ringu (film)
Ringu, Japon edebiyatının ünlü yazarlarından biri olan Kôji Suzuki'nin aynı isimli kitabından uyarlanmış, Uzak Doğu korku sinemasının önde gelen isimlerinden biri olan Hideo Nakata tarafından yönetilmiş, 1998 yapımı filmdir. "Halka" adında bir de Hollywood uyarlaması bulunmaktadır.
Ivo Andrić
Ivo Andrić (d. 9 Ekim 1892 - ö. 13 Mart 1975), Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Sırp-Hırvat kökenli Yugoslav yazar.
1892'de Travnik yakınlarında Dolac'ta doğdu. Zagreb, Viyana ve Krakow'da sürdürdüğü eğitimini Graz Üniversitesi'nde verdiği "Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek'te Kültür Yaşamı" konulu doktora tezi ile tamamladı. I. Dünya Savaşı sırasında milliyetçi etkinliklerinden ötürü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yetkilileri tarafından bir süre gözaltında tutuldu. Savaşı izleyen yıllarda Yugoslavya Dışişleri Bakanlığı'nda çalıştı. Budapeşte, Madrid, Cenevre ve Berlin'de dış görevlerde bulundu.
Yazarın en büyük özelliği kitaplarindaki olayları tarafsızlıkla anlatmasıdır. En acımasız hatta insanlık dışı sayılabilecek eylemlerde dahi yazar yalnızca olayı, o sırada insanların ne düşündüklerini ve hareketlerinin sebeplerini anlatmakta; fakat herhangi bir görüş belirtmemektedir. Hümanist olan Ivo Andrić eserinde çeşitli dinlerin ve soyların kaynaştığı bu bölgede en küçük bir din ve ırk ayrımı yapmadan, anlattığı olaylarda yer alan bütün kişilere eşit bir sevgi ve ilgi göstermiştir.
Özgür Çevik
Özgür Çevik (d. 27 Mayıs 1981, Ankara), Türk oyuncu ve şarkıcı.
Beş yaşına kadar İstanbul'da büyüyen Çevik; ilkokulu Amasya, ortaokulu Lüleburgaz, liseyi ise Bingöl ve İzmit'te Kocaeli Anadolu Lisesi'nde okudu.
1999 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü kazanarak tekrar döndüğü İstanbul'da, eğitimle birlikte müzik çalışmalarına da devam etti. 2007'de mezun oldu.
Çevik 2004 yılında Akademi Türkiye yarışması ile tanındı. 2004-2007 yayın döneminde ekrana gelen Yabancı Damat dizisinde Niko karakterini canlandırdı. Avrupa Yakası'nda ise 150. bölüm'de konuk oyuncu olarak katıldı. Manav Özgür karakterini canlandırdı. Kavak Yelleri dizisinde konuk oyuncu olarak kendi ismi ile oynadı. Show TV'de "Gece Sesleri" adlı dizide başrol canlandırdı ve ardından "Balkan Düğünü"nde oynadı.Oyuncu şimdilerde ise Atv'de yayınlanan 'Kırgın Çiçekler' adlı dizide 'Toprak' rolünde başrol oyuncusudur.
Aziza Mustafa Zadeh
Azize Mustafazade (, 19 Aralık 1969, Bakü), Azerbaycanlı piyanist, besteci ve şarkıcı.
Aziza Mustafa Zadeh olarak tanınan müzisyen, eserlerini çoğunlukla fusion ve caz türlerinde yaratmıştır, bazı eserlerinde muğam ve avant-garde esintileri de göze çarpar. Azerbaycan müziğini ilk kez cazla bir araya getiren Vakıf Mustafazade'nin kızıdır. Müzik eleştirmenlerine göre müzikal tarzı çok etkilendiğini söylediği Keith Jarrett'ı andırmaktadır. Her fırsatta Zeki Müren ve Aşık Veysel'e olan hayranlığını da belirtmekle birlikte bir albümünde Aşık Veysel'in "Uzun İnce Bir Yoldayım" adlı türküsünü yorumlamıştır. Şu anda annesi (aynı zamanda menajeri) Eliza Mustafa Zadeh ile birlikte Mainz, Almanya'da yaşamaktadır. Boş vakitlerinde en çok uyumayı ve resim yapmayı sevdiğini söylemiştir. Ayrıca bir vejetaryendir.
Kızamıkçık
Kızamıkçık, özel bir virüs olan "Rubella" ile meydana gelen, bulaşıcı bir hastalık, "German measles" olarak da bilinir. Hastalığı ilk olarak Nagner, 1829'da kızamık ve kızıldan ayırmıştır. 1938'de Hiro ve Tasaka, hastalığı deney yolu ile sağlamlara bulaştırmayı başarmışlar ve sebebinin bir virüs olduğunu bulmuşlardır.
Hastalık, en çok kış ve ilkbahar aylarında artar, geniş salgınlar yapmaz. Temasla bulaşır. Daha çok 2-10 yaş arasındaki çocuklarda görülür. Büyükler arasında nadirdir. Kuluçka dönemi: 15-25 gün arasında değişir. Rubella enfeksiyonlarının yaklaşık yarısı asemptomatiktir. Hastalığın ilk bulgusu, yüzden beden ve uzuvlara yayılan ve iki günün içinde kuruyan pembe lekelerin görünüşüdür.
Hafif nezle ve ateşle başlar. Yüksek ateş 3-4 günde normale iner, hastada biraz halsizlik, hafif baş ağrısı, nezle ve konjonktivit (göz iltihabı) vardır. Üçüncü günü baş ve yüzden başlayan döküntüler boyun ve gövdeye yayılır. Döküntüler, pembe renkte, yuvarlak ve deriden hafif kabarıktır. Kızamık döküntülerinden daha seyrektir. 2-3 gün içinde solarlar. Kızamıkçık hafif geçer. Boyundaki lenf bezleri grup halinde büyür. Kızamıkçık hastalarının %20'sinin yumuşak damağında forchheimer lekeleri denilen küçük kırmızı lekeler oluşur. Teşhis koyarken, kızamıkçığı diğer döküntülü hastalıklarla karıştırmamak gerekir.
Bu hastalık, çoğunlukla hafif ve çabuk çoğunlukla, fark edilmeden geçer. Hastalık, 1-5 gün devam edebilir. 2-3 hafta süren kuluçka dönemi vardır. Çocuklar, erişkinlerden daha çabukça iyileşirler. Yaşlı kişilerde bulgular daha ağı |
rdır.
Kızamıkçık, tedavi gerektirmeyecek kadar hafif seyirli ve iyi gidişlidir. Hastalara yatak istirahati tavsiye edilir. Ateş düşünceye kadar hafif bir diyet (perhiz) verilir. Gerekirse aspirin ve vitamin de verilebilir. Hastaların bir hafta tecridi, bulaşmanın önlenmesi bakımından yeterlidir.
Kızamıkçıktan hamilelerin korunması önemlidir. Hamile bir kadının, çocukluğunda kızamıkçık geçirmemişse, kızamıkçıklı çocuklarla teması kesin olarak önlenmelidir. Enfeksiyon tehlikesi bulunan kadınlara, gammaglobulin uygulanmalıdır.
Kızamıkçık, özellikle gebeliğin ilk üç ayında hastalığa yakalanan annelerin çocukları için tehlikelidir. Çocuğa geçen kızamıkçık virüsü, çocuğun normal gelişimini bozmakta ve çocuğun bir takım anormalliklerle doğmasına yol açmaktadır (kalp anormallikleri, göz anormallikleri, sağırlık vs.).
Zayıf da olsa bir bağışıklık sağlayan kızamıkçık aşısı kızamıkçık geçirmemiş olan hamile kadınlara da yapılabilir (ölü aşı). Gebelere canlı aşı uygulanmaz. aşı olduktan sonra 4 güne kadar vücudun (aşı olunan yer)suyla teması kesilmelidir.
Kızamıkçık, tekrarlayan bir enfeksiyon hastalığıdır. Aşılanmada en iyi metod, kız çocuklarının canlı aşı ile aşılanmaları ve olgunlaşma yaşına gelenlerin incelenerek, sadece bağışıklığı kalmamış olanların yeniden aşılanmalarıdır.
Kol
Kol, çeşitli hareketlerin ve işlerin yapılmasında kullanılan uzuv. Anatomide omuz mafsalından, dirsek mafsalına kadar olan "kısma kol", dirsek mafsalından el bileği mafsalına kadar olan kısma da "ön kol" denmektedir. Fakat genel kullanımda kol denilince her ikisi birden anlaşılmaktadır.
Kol bölgesinde "humerus" isminde tek bir kemik bulunmaktadır. Ön kol bölgesinde ise "radius" ve "ulna" isminde bir çift kemik bulunmaktadır. Kolun ve önkolun hareketlerini sağlayan kaslar, bu kemiklere yapışmıştır.
Kol, çeşitli yönlere olan hareketlerini (aşağı yukarı, öne, arkaya, içe dönüş, dışa dönüş) omuz mafsalı ve bu bölgedeki kaslar vâsıtasıyla yapmaktadır.
Kol üzerinde dört ayrı kas yer almıştır. Bunlar içinde en mühimi iki başlı pazu kasıdır, ön kolun bükülmesini sağlar.
Önkol ise extansiyon (düşleşme), fleksiyon (bükülme), içe dönüş ve dışa dönüş hareketlerini dirsek mafsalı vasıtasıyla ve koldan başlayıp, önkol kemikleri üzerinde sonlanan kaslar vasıtasıyla yapmaktadır. Önkol üzerinde 18 adet kas yer almaktadır, bunlar el ve parmakların hareketlerini sağlar.
Kızamık
Kızamık veya Rubeola, özel bir virüsle ("morbilli") meydana gelen, bulaşıcı bir çocukluk hastalığı. Kızamığı ilk olarak 860 senesinde Farslı hekim Razi bildirmiştir. Sydenham ise 17. asrın ikinci yarısında hastalığı tarif etmiş ve 18. yüzyıldan itibaren de kızamık salgınları tanınmaya başlamıştır. 1911'de Anderson ve Goldbergen, kızamığı insanlardan maymunlara nakletmişler ve sebebinin bir virüs olduğunu bildirmişlerdir.
Kızamık, çocuk hastalıkları arasındadır. Yetişkinlerde görülmemesi, bunların, çocuklukta kızamık geçirmiş olmalarına ve kalıcı bir bağışıklık kazanmalarına bağlıdır. Eğer çocukluğunda geçirmemişse, yaşlılığında bile geçirebilir. Sonbaharda hastalık artar. Kış aylarında, bilhassa Martta ve soğuk geçen Nisan aylarında en üst seviyeye çıkar. Salgınlar yapar. Yaz aylarında pek görülmez.
Hastalık, sağlıklı bir insana hasta bir insandan genellikle hastanın tükürük damlacıkları, öksürmesi ve konuşmasıyla bulaşır. Ayrıca iyi havalandırılan ve güneş alan bir odada kızamığın bulaşma ihtimali azalır. Ve ayrıca hastanın kullanmış olduğu çamaşır, oyuncak ve yemek kaplarının hastalığın bulaşmasında rolü yoktur. Fakat, kaşık, çatal temizlenmeden ve kısa bir zaman içinde duyarlı bir kişi tarafından kullanılırsa hastalığın bulaşmasında rol oynayabilir. Hastalığın mikrobu, hastaların öksürük ve aksırıkları ile atılan tükrük taneleri üzerinde birkaç saat havada serbest kalır. Teneffüs yoluyla alınarak vücuda yerleşir. Hastalığın kuluçka süresi 9-10 gün kadardır.
Hastalık, hafif titreme ve ateş yükselmesi ile başlar. Nezle hali vardır. Çocuğun gözleri kızarmıştır ve ışığa bakamaz. Bademcikler şişmiştir. Öksürük de vardır. Kızamığın en kat'i belirtisi olarak ağız içinde yanak mukozasında gri-beyaz renkte, iğne başı büyüklüğünde çevresi koyu kırmızı lekeler olan "koplik lekeleri" görülür.
Nezle, öksürük ve konjoktivit (göz iltihabı) ile geçen 3 veya 4 günden sonra 39-40 °C devam eden ateş düşmeye başlar ve bunu takiben kulak ardından, alından ve saçlı deriden başlayan ufak pembe-kırmızı döküntüler ortaya çıkar. Öksürüğün görünmesinden sonra ateş tekrar yükselir, nezle ve konjonktivit daha da artar. Döküntüler, bütün vücuda yayılır, 5-7 gün içinde kaybolur. Kızamık, belli belirsiz seyredebildiği gibi, ölüme kadar götürebilecek derecede ağır da seyredebilir. Vücudun direncini kıran bir hastalıktır. Dolayısıyla seyri esnasında vücutta bulunan birçok fırsatçı mikroorganizma çeşitli iltihabi hadiselere yol açabilir: Orta kulak iltihabı, ağız iltihabı, gastroenterit, zatürre larenjit, bronşit, menenjit, beyin iltihabı gibi.
Kızamık, üç yaşın altında, yaşlılarda ve hamilelerde tehlikelidir. Beslenmesi bozuk, küçük çocuklarda, zatürre ile birlikte ölüme bile yol açabilir.
Hasta sık sık havalandırılan, güneş gören bir odaya yatırılır. Odanın ısısı 18-22 °C arasında olmalıdır. Ateşli dönemde süt, sütlü yiyecekler, meyve suları, et suyu verilir. Hasta isterse, haşlama veya ızgara etler, yumurta, taze meyve ve sebze yedirilmesinde mahzur yoktur. C ve A vitamini faydalıdır. Ve ayrıca kızamığın tedavi için özel bir ilacı bulunmamaktadır. Hasta, nezle ve döküntü bitinceye kadar ayrı bir odada yatırılır. Ağız temizliğine dikkat edilir. Gerekirse, ağrı kesici, ateş düşürücü ilaçlar verilir. Ortaya çıkan başka hastalıklar da varsa tedavi edilir. Kızamığın ihbarı (haber verilmesi) mecburidir. Hastanın en az 9 gün tecridi gerekir. Salgınlarda, nezleli çocukları okula göndermemelidir. Kızamığın tedavi için özel bir ilacı yoktur ama canlı kızamık aşısı vardır (Kızamık aşısı). Bu aşı, kızamıktan korunmada çok faydalıdır. Bu aşı 12 - 15 aylık çocuklara yapılmalıdır. Kızamık, daimi bir bağışıklık bıraktığından, bir defa geçiren bir daha geçirmez. Salgınlarda kızamıktan korunmak için, yerine göre hassas çocuklara kızamık serumları da uygulanabilir. Kızamık aşısı ile çocuk çok hafif bir kızamık geçirmekte ve bir daha kızamık olmamaktadır.
Bülent Esel
Bülent Aziz Esel ya da Aziz Bülent Esel (23 Temmuz 1927, İstanbul - 17 Ağustos 2004, İzmir), Türk futbolcu, teknik direktör. Beşiktaş'ın ve Türk futbolunun en başarılı forvetlerinden biridir.
1951-1954 yılları arasında İtalya'nın en üst kademe Ligi olan Serie A'da SPAL takımında oynamıştır ve bu dönem içerisinde oldukça başarılı olmuştur. Daha sonra Türkiye'ye geri dönüp Beşiktaş, Vefa ve Altınordu ekiplerinde oynamıştır. Güçlü fiziği ve uzaktan attığı şutlar yüzünden Kasatura Bülent lakabını almıştır.
Futbolculuk kariyerinden sonra teknik direktör olarak görev almıştır. Emeklilik hayatını sürdürdüğü İzmir'de "İzmir Bozkaya SSK Hastahanesi"'nde bir süre tedavi gördükten sonra 17 Ağustos 2004 tarihinde, 78 yaşında vefat etmiştir. Cenazesinde Tabutuna Beşiktaş ve Altınordu bayrakları konulmuştur ve kabri Limontepe'deki mezarlığa defnedilmiştir.
23 Nisan 1927'de İstanbul'da dünyaya gelen Bülent Aziz Esel, futbola Kırıkkalespor'da başladı. 1943 yılında itibaren 5 sezon boyunca MKE Ankaragücü'nde forvet pozisyonunda oynadı. 1948 yılında Beşiktaş'a transfer olarak, aynı yıl kazanılan İstanbul şampiyonluğunda 20 gol atarak büyük pay sahibi oldu. 1950/1951 sezonunda Adalet'te forma giydi. 1954 yılında İtalya'dan tekrar Beşiktaş'a döndü. 1957'ye kadar 3 sezon boyunca Beşiktaş'ta oynadıktan sonra Altınordu'ya transfer oldu ve bu takımda futbolu bıraktı.
1948'de ilk kez Beşiktaş'a transfer oldu. Beşiktaş ile ilk kupasını bir sonraki sezon İstanbul şampiyonu olarak yaşadı. 13 Kasım 1949'da Galatasaray'yı 1-0 yendikleri derbide, ilk derbi golünü atmıştı. O sezon 14 maçta 19 gol atarak organizasyonun en golcü ismiydi. O sezon son kez oynanan Millî Küme'de ise attığı 13 golle, Lefter Küçükandonyadis'in ardından en golcü ikinci isimdi.
1950'de Beşiktaş'tan ayrılan futbolcu, 1954 yılında Beşiktaş'a geri döndü ve üç sezon daha Beşiktaş forması giydi. Burada tek şampiyonluğunu 1956-57 sezonunda Federasyon Kupası'nı kazanarak yaşadı. Ancak fazla forma şansı bulamayan futbolcu,sadece 2 maç oynadı ve 2 gol kaydetti.
1951 yılında Palermo'nun o sene Serie A'ya yükselmiş olan SPAL takımına transfer oldu. Aynı sezon, Beşiktaş'tan eski takım arkadaşı Şükrü Gülesin de SS Lazio forması giymekteydi. 30 Eylül 1951'de ligin dördüncü hafta maçında Como Calcio ile oynanan maçta ilk kez SPAL forması giydi. 21 Ekim 1951'de Sampdoria'yı deplasmanda 1-0 yenerlerken, 81. dakikada galibiyet golünü kaydetti ve bu gol Esel'in İtalya'daki ilk golü oldu. Sezonu 13 golle tamamlarken, takımın en golcü futbolcusu oldu. Aynı başarıyı 9 golle, 1953-54 sezonunda da gösterdi.
Toplamda 3 sezon boyunca İtalya'da forma giydi ve güçlü fiziği ile oldukça başarılı oldu. 1951-1954 yılları arasında SPAL takımında 77 maç oynadı ve 27 gol attı. İkinci sezonunda gördüğü sekizincilik en büyük başarısı oldu. Son sezonunda küme düşmekten play-out'ta başarılı olarak kurtuldular.
Temmuz 1959'da, Türkiye tarihinin ikinci profesyonel sezonu olan 1959-60 Millî Lig'e yükselen Altınordu'ya transfer oldu. İlk profesyonel maçına 32 yaşında, 30 Ağustos 1959'da oynanan Göztepe maçıyla çıktı. 3 Ekim 1959'da Adalet Spor Kulübü'nü 6-0 yendikleri maçta hat-trick yaparak, ilk lig gollerini attı. Altınordu lig sonuncusu olup, "terfi tenzil" maçlarına kaldı ve başarılı olarak ligde kaldı. Sonraki sezonunun ilk hafta maçında PTT'yi 2-1 yenerlerken iki golü de attı ancak bunun dışında sezonda golle tanışamadı. Altınordu, yine baraj maçları ile ligde kaldı. 34 yaşındaki futbolcu, 1961-62 sezonunda bütün maçlarda oynayıp, 11 gol ile sezonun en golcü isimlerinden oldu. 1963-64 sezonu, profesyonel futbol yaşantısının son sezonu oldu. 23 Mayıs 1964'te Beyoğluspor ile oynanan ve 0-0 biten lig maçında son kez Altınordu for |
ması giyip, 37 yaşında futbol hayatını sonlandırdı.
8 kez millî takımlara çağrılan Bülent Aziz Esel, 3 kez Türkiye U-21, 1 kez Türkiye B ve 4 kez de Türkiye A Millî forması olmak üzere toplam 8 kez millî formayı giymiştir ve müsabakalarda 3 gol kaydetmiştir.
Türkiye A millî takımına ilk kez 1949 yılında Yunanistan'da düzenlenen 1949 Akdeniz Kupası kadrosuna dahil edilerek çağrıldı. 13 Mayıs 1949'da Mısır ile oynanan maçta ilk kez millî formayı giydi. 3-2 kazanılan maçta, ilk millî golünü de attı. Turnuvanın üç maçında da bir gol attı ve millî takımla ikincilik elde etti. 1950-1953 Akdeniz Kupası'na katılan Türkiye 21 yaş altı millî futbol takımının ilk üç maçında da forma giyip, 2 gol kaydetti.
Futbolu bıraktıktan sonra uzun süre teknik direktörlük yaptı. İlk deneyimini futbolculuğa devam ederken, Altınordu'de başladı. 19 maç boyunca sadece 4 galibiyet alıp, düşme potasına giren takımın yönetimini Refik Vardaroğlu'na bırakarak futbolculuğa devam etti. Futbolu bıraktıktan sonra antrenörlük kursuna giden futbolcu, 1964-65 sezonu ortalarında tekrar Altınordu FK'nın başına geçti. Takımı Türkiye Kupası'nde üçüncü tura çıkarsa da, takım ligin 13 maçında sadece 2 galibiyet ve 7 beraberlik alınca takımdan ayrıldı. Son beş hafta takımı çalıştıran Coşkun Özarı da başarı getiremeyince, Altınordu takımı sezon sonunda küme düştü. 1967-68 sezonunda ise küme düşmeme mücadelesi veren takımın başına son kez getirildi. 22. hafta aldığı takım ile 11 maçta 5 galibiyet alarak takımı ligde tuttu.
1968-69 sezonu öncesi Türkiye 3. Ligi'nde mücadele eden Uşakspor'un başına getirildi. İlk sezon takım 2. Lig'e çıkmasa da Esel ile yollarına devam eden takım, Beyaz grup birincisi olarak Hatayspor ile birlikte 2. Lig'e çıkan iki takımdan biri oldu. 1973-74 sezonuna da Uşakspor'la başlasa da sezon içinde aynı gruptaki Aydınspor'a transfer oldu. Bir sezon sonra tekrar Uşakspor'a transfer oldu. O sezon iki puanı silinen Uşakspor, küme düştü ve Esel, sezon sonunda görevinden ayrıldı.
NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır."
Vedii Tosuncuk
Vedii Tosuncuk (1921, İstanbul - 10 Mayıs 2011, İstanbul), başarıları ile Beşiktaş tarihine geçmiş sol kanat defans oyuncusudur. Beşiktaş tarihinin Hüsnü Savman'dan sonraki en büyük sol bek oyuncusudur. 10 Mayıs 2011'de vefat etmiştir.
Futbola oldukça geç sayılacak bir yaşta, yani 22'sinde İzmir’de başlamıştır. Kısa zamanda Karşıyaka SK takımına girmiştir. Tıp eğitimi için İstanbul’a gelmek zorunda kaldığında, çocukluğundan beri tuttuğu Beşiktaş’a transfer olmuştur. Beşiktaş'ın sol kanadında uzun yıllar başarılı maçlar çıkarmıştır. Fiziki üstünlüğüne eklediği mükemmel tekniği ile, Beşiktaş'ın yaşadığı şampiyonluklarında önemli roller oynamıştır. Ayrıca Beşiktaş’ta kaptanlık mertebesine ulaşmış yıldızlarındandır. Uzun, sert vuruşları sayesinde maçın kaderini değiştiren oyuncular arasında yer almıştır.
Vedii Tosuncuk, Türkiye millî futbol takımının formasını 10 kez giymiştir. Bu maçlardan bir tanesine de kaptan olarak çıkmıştır.
Kendisinden üç yaş küçük olan çok sevdiği kardeşi Ali Haydar Tosuncuk da kendisi gibi eski Karşıyakalı bir futbolcudur. En küçük kardeşleri Nezihi Tosuncuk, 1978-79 sezonunda kiralık olarak Beşiktaş forması giymiş ancak Sakaryaspor ve Fenerbahçe'de oynamıştır. Vedii Tosuncuk, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olmuş, KBB uzmanı bir doktordu.
Bulaşıcı hastalık
Enfeksiyon ya da infeksiyon; enfeksiyöz hastalık, "intaniye", "bulaşım" olarak da bilinir. Hastalık yapıcı herhangi bir yolla insana geçme özelliğindeki mikropların veya parazitlerin vücuda girmesiyle ortaya çıkan hastalık tablosudur. Bu hastalıklar, bir bireyden diğerine veya bir türden diğerine geçebilmelerinden dolayı, genellikle bulaşıcı hastalık olarak tanımlanırlar ve tıbbın enfeksiyon hastalıkları dalında incelenirler.
Hastalığı yapan organizmalar, virüsler, bakteriler, riketsialar, mantarlar olabilir. Bütün bulaşıcı hastalıklar bir veya birkaç yolla insana geçebilme özelliğindedir. İnsandan insana, hayvandan insana olduğu gibi, topraktan insana da bulaşma husule gelebilir. Bulaşma şekillerinden başlıcaları şunlardır:
Suni olarak meydana getirilen bağışıklıkta, kişiye zayıflatılmış, ölü mikroplar veya mikrop maddeleri verilir. Bunlara karşı hastalık belirtileri hasıl olmaksızın antikor teşekkül eder. Böylece kişinin hastalığa karşı korunması sağlanır. Birçok hastalığa karşı kullanılan aşılar böyledir. Aşılar her bulaşıcı hastalıkta tesirli olmayıp, ancak belli sayıda hastalıkta tesirlidir.
Hastalığa yakalanma açısından daha şanssız olanlar (daha çok yakalananlar) şunlardır:
Bulaşıcı hastalıklarda bazı belirtiler vardır ki, hemen hemen bütün hastalarda bulunur. Bunlar; ateş, halsizlik, iştahsızlık, baş ağrısı, genel vücut ağrıları olarak sayılabilir. Bazı hastalıklarda döküntüler olabilir (kızıl, kızamık, çiçekte olduğu gibi). Hazım sistemini tutan hastalıklarda ise genellikle ishal vardır.
Her doğan çocuğa, zamanı geldiğinde aşı yaptırmalıdır. Vücudu devamlı kuvvetli tutmalı, yeme-içmeye çok dikkat etmelidir. Düzenli bir hayat sürmeli. Bulaşıcı hastalık salgını olan yerlere mecburen gitmek gerekiyorsa, alınacak tedbirler ve yapılacak aşılar konusunda bir hekime danışmalıdır. Temizlenmemiş kirli yiyecekler yememeli, vücut temizliğine gereken dikkati göstermelidir.
Bulaşıcı hastalıkların tedavisi çok çeşitli olup, hastalık yapıcı mikrobun cinsine göre değişir. Penisilin ve benzeri antibiyotikler bakterilere karşı tesirlidir. Sıtma gibi protozoon (tek hücreli canlı) cinsi mikroplarla meydana gelen hastalıklar da, çeşitli kimyevi maddelerden müteşekkil ilaçlarla iyileştirilir (meselâ kinin bileşiklerinin sıtmaya karşı tesiri böyledir). Virüs hastalıkları ise antibiyotiklerden etkilenmezler.
Belli başlı bulaşıcı hastalıklar: Belsoğukluğu, Bruselloz, Çiçek hastalığı, Difteri, Dizanteri (amipli veya basilli), Grip, Hepatit, Kızamık, Kolera, Menenjit, Psittakoz, Sıtma, Suçiçeği, Tetanos, Tularemi, Tüberküloz, Uyku hastalığı, Zatürre, Tifo, Tifüs.
Güven Önüt
Güven Önüt (10 Şubat 1940, Aydın - 24 Şubat 2003, İstanbul), Beşiktaş'ta gol krallığı da yaşamış Türk eski millî futbolcu, teknik direktör. 1963-64 Türkiye 1. Futbol Ligi sezonunda 18 gol atarak Süper Lig Gol Kralı olmuştur. 24 Şubat 2003 de geçirdiği kalp krizinden dolayı vefat etti. Cenazesi 25 Şubat 2003'te Güngören, Merter'deki Veysel Karani Camii’nde kılınan ikindi namazından sonra Kazlıçeşme Mezarlığında toprağa verildi.
Aydın'da doğan ve 16 yaşında Aydınspor ile başladığı futbola, İzmirspor formasıyla devam etti. Bu takımda oynadığı dönemde 1958-60 yılları arasında İzmirspor oldukça başarılı bir dönem yaşadı ve Güven Önüt ünlendi.
1960 Temmuz ayında yılında Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş Güven Önüt'ü transfer etmek için kıyasıya rekabete girdi. Ancak Güven, arkadaşı Kaya Köstepen'in de isteği ile Beşiktaş'a transfer oldu. Kendisine has çalımlarıyla rakiplerini geçişi, şık kafa golleri, isabetli pasları ve sert şutlarıyla etkili oldu.
Yugoslav Teknik Direktör Ljubisa Spajiç ile 1966 ve 1967 yıllarında 2 Türkiye Ligi şampiyonluğu yaşadı. 1960 - 1969 yılları arasında 225 maçta oynayıp, 94 gol attı. 1963 yılında 19 golle “Gol Kralı” olarak, Beşiktaş tarihindeki ilk gol kralı olma unvanını yakaladı.
1969-70 sezonunun yaz transferin sonra Trabzonspor ve Orduspor'da forma giydi ve beş sezon daha futbol oynadıktan oynadıktan sonra 1974 yılının yazında futbola veda etti.
Kentkart
Kentkart; yurtiçinde, Antakya,Antalya, Alanya, Adana, Bandırma, Burdur, Çanakkale, İnegöl, Edirne, Isparta, Kocaeli, Manisa, Mersin, Muğla, Sivas ve Yozgat; yurtdışında Sırbistan Belgrad, Katar Doha, Polonya Tczew, Ürdün Amman, Suriye Halep, Makedonya Üsküp, Macaristan Miskolc, Pakistan Lahor kentlerinde toplu taşımada kullanılmakta olan otomatik ücret toplama sistemidir.
Kentkart sisteminde kullanılan temassız kartlar "kentkart" bayilerinden satın alınır. Bu bayiler kartlara kredi de yükler. Kartı bir defa satın aldığınızda sürekli kullanabilirsiniz. Geçerlilik süresi, son kullanma tarihi yoktur.
Kartınızı otobüs, vapur, fuar girişi vs yerlerde ücret ödemek için, "validatör" adı verilen cihaza yaklaştırarak kullanırsınız. Validatör cihazı yolcu tipine göre bir veya birkaç "bip" sesi ile kartınızdan kredi düştüğünü anlatırken ayrıca ekranda düşülen kredi miktarını ve kartınızda kalan miktarı gösterir.
Kartınızın arkasında bulunan seri numarasını (alias no) bir yere not etmelisiniz. Bu numara ile bazı şehirlerde kentkartınıza internet üzerinden yükleme yapabilirsiniz. Ayrıca kartınız kaybolur ya da çalınırsa, yeni satın alacağınız karta, eski kartınızdaki kredinin yüklenmesini talep edebilirsiniz.
Bazı kentlerde sınırlı kullanımlı Kentkart'lar da bulunmaktadır. İzmir'de de daha önceden kullanılan kentkart 1 Haziran 2015 tarihinden itibaren kullanımdan kaldırılmıştır.
Kızılmaske
Kızılmaske, İngilizce 'The Phantom', 17 Şubat 1936'da gazete stripi olarak Lee Falk tarafından yaratılmıştı. Çizgi roman dünyasının 'ilk özel kostümlü' kahramanıdır.
Lee Falk 28 Nisan 1911'de St. Louis-Missouri, ABD'de doğmuş ve 13 Mart 1999'da New York'ta ölmüştür. Falk aynı zamanda Mandrake'nin de yaratıcısıdır.
Phantom ilk olarak siyah-beyaz olarak basılmıştır. Ama bazı ülkelerde baskı renklendirilmiştir. Daha sonra orijinal baskıda kostümü mor olarak renklendirilse de, daha önce kırmızı renk kostümü tercih etmiş yayıncılar maceraları bu renkle yayınlamaya devam ettiler.
400 yıl önce gemisi korsanların saldırısına uğrayan genç bir adam, Bengali sahillerinin ıssız bir köşesinde karaya çıktı. Onu pigmeler bulur ve iyileştirir. Genç adam, babasının katilinin kafatası üstüne yemin eder: "Bütün hayatımı korsanlık, haksızlık ve zalimlikle savaşmaya adıyorum. Oğullarım da benim yolumdan gidecek..."
Tüm denizciler ve yerliler Kızılmaske'yi ölümsüz sanmakta ve hatta ondan 'Ölümsüz Ruh' diye bahsetmektedirler. Adı ormanda bir efsanedir ve bu efsaneyle ilgili olarak
"Sadece ormanda Fantom diye seslenin. O sizi bulur!"
"Fantom on kaplan gücündedir..."
"Fan |
tom herkesle anladığı dilden konuşur..." rivayetleri vardır.
Bengali Ormanı'nın derinliklerinde yaşamaktadır. Asıl adı Kit Walker'dır. Kimselerin yerini bilip bulamadığı Kafatası Mağarası'nda yaşayan Fantom, rüzgâr gibi koşan atı Kahraman ve sadık kurdu Şeytan ile kimsenin karşı koymaya cesaret edemediği yenilmez bir üçlü oluşturmuştur. Çok hızlı hareket etme, bir anda ortaya çıkıp bir anda ortadan kaybolabilme, kim olduğunun bilinememesi gibi özelliklere sahiptir.
İki adet yüzüğü vardır, iki elinin orta parmaklarına takmıştır onları. Birisine yumruk attığı zaman, bu yüzükler kötü adamın çenesinde asla çıkmayan kurukafa işaretleri bırakır. Kızılmaske bir bölgeye bu kurukafa işaretini bırakmışsa, o bölge Kızılmaske'nin koruması altında demektir.
Mowitan Bengali ülkesinin başkentidir. Kızılmaske'nin dinlenmek için gittiği yer ise Eden Adası'dır. Bu ada bütün hayvanların barış ve huzur içinde yaşamakta olduğu bir adadır.
Kızılmaske Diana Palmer ile evlidir ve ikiz çocukları vardır.
Kızılmaske Türk okuruyla 1939 yılında tanıştı. Çocuk Sesi ve Afacan dergilerinin birleşmesinden oluşan yeni dergide yayımlanmaya başlanan Kızılmaske'ye verilmiş olan ad Dev Adamdı. 1940'ların başlarından itibaren 1001 Roman Dergisi'nde de yayımlandı; bu maceraların dördü (ABD'deki orijinal yayın tarihleri: 1938-1940'lar) daha sonra 1965'te, Bilge Şakraks'ın çıkarttığı Red Kit dergisinde dolgu malzemesi olarak kullanıldı. Ayrıca eski 1001 Roman'ın yayıncısı olan Tahsin Demiray'ın 1952-53 yılları arasında yayımladığı (her dört sayfasından ikisi renkli olarak basılan) Haftalık Albümlerde Maskeli Süvari ve Mandrake'nin yanı sıra zaman zaman Kızılmaske'nin de maceraları yer aldı.
Kızılmaske'nin bağımsız bir dergi olarak okuyucuya sunulduğu ilk tarih 1968'dir.
Tay Yayınları'nın 13 Ağustos 1973'te yayınlamaya başladığı seri, Türk çizgi roman okuruna Kızılmaske'yi yaygın olarak tanıtıp sevdirecek seri oldu. Bu seri, 1970'ler ve 1980'ler boyunca devam etti.
Mathieu Kassovitz
Mathieu Kassovitz (d. 3 Ağustos 1967, Paris), Fransız oyuncu, yönetmen ve senaryo yazarı.
Senaryosunun yazımını ve yönetmenliğini üstlendiği La Haine (1995) ile Cannes Film Festivalinde en iyi yönetmen seçilen Kassovitz'in çektiği filmler arasında Gothika (2003) da bulunuyor.
Kassovitz, Jean-Pierre Jeunet'in Amelie isimli filminde Nino Quincampoix'i canlandırmıştı.
Esfender Korkmaz
Esfender Korkmaz, (d. 15 Mayıs 1940 Çıldır, Ardahan Türkiye), Türk akademisyen, ekonomist, gazeteci ve siyasetçi.
1959 yılında Kars Lisesi fen bölümünde mezun oldu ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. Öğrenciliği sırasında Iktisat Fakültesi Talebe Derneği Başkanlığı, İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü Başkanlığı ve Millî Türk Talebe Birliği Istanbul Yürütme Kurulu Başkanlığı yaptı.
Askerliğini 1965-1967 yılları arasında yedek subay öğretmen olarak Ankara, Şereflikoçhisar'da yaptı. 1965-1970 yılları arasında “Iktisadi Denge” dergisini çıkardı.
Doktorasını İktisat Fakültesi’nde verdi. Fransa'da, UNESCO nezdinde eğitim ekonomisi konusunda araştırmalarda bulundu. Maliye Enstitüsü’nde uzmanlık yaptı. Maliye ve Maliye Teorisi Kürsüsünde Dr. Asistanlık yaptı. 1980 yılında “Vergi Yapısı ve Gelişimi” adlı Doçentlik tezini vererek, aynı kürsüde Doçent oldu. 1988 Yılında “Gelişmekte olan ülkelerde dış borç sorunu” isimli profesörlük takdim tezi ile profesör oldu. iktisat Fakültesi'nde Maliye dersleri verdi.
Aynı zamanda 1988 yılına kadar Günaydın Grubunda danışmanlık yaptı. Günaydın (gazete), Gölge Adam, Ekonomik Bülten, Bugün (gazete), Meydan (gazete),Gözcü, Tercüman (gazete) Gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Halen Yeniçağ Gazetesi'nde köşe yazmaktadır.
1991-1997 yılları arasında Iktisat Fakültesi Dekanlığı yaptı. Aynı Fakültede Maliye Bölümü Başkanlığı yaptı.
Kars-Ardahan ve Iğdır Kalkınma Vakfı (KAI Vakfı) Kurucu Başkanlığı, SİSAV ve Istanbul Üniversitesi Mezun ve Mensupları Vakfı Başkanlığı yaptı.
2005 - 2010 yılları arasında CHP Parti Meclisi üyeliği yaptı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde CHP'den İstanbul Milletvekili seçildi. TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu üyeliği yaptı.
Hikmet Şahin
Hikmet Şahin (1950 İnegöl - 11 Kasım 2009, Bursa) İş adamı, Siyasetçi, spor yöneticisi. Bursa İnegöl Belediyesi eski Başkanı, Bursa Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı, Bursa Spor Kulübü'nün 21. başkanı ve İnegöl Spor Kulübü'un 15. başkanıdır.
1976 yılında başladığı öğretmenlik mesleğini 1986 yılında bırakarak mobilya ve orman ürünleri ticaretine başlamıştır. 1994-2004 yılları iki dönem İnegöl Belediye Başkanlığı ve aynı yıllarda İnegöl Organize Sanayi Bölge Başkanlığı, İnegölspor Başkanlığı görevlerini üstlenmiştir. 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde %54'lük oy ile Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na seçilmiştir.Bir takım sebeplerden dolayı Eski Partisi (Adalet ve Kalkınma Partisi) ile uzlaşamamış ve 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Demokrat Parti'nin Bursa Büyükşehir Belediye başkan adayı olmuş, fakat seçimi kazanamamıştır.
4 Kasım 2009 tarihinde uğradığı silahlı saldırı sonucu ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştır. 11 Kasım 2009 tarihinde kaldığı yoğun bakımda hayatını kaybetmiştir. Ayrıca, Türkiye'de silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden ilk Büyükşehir Belediye Başkanı'dır.
Miller çevrimi
Miller çevrimi, 4 zamanlı içten yanmalı motorlarda kullanılan bir yanma prosesidir. Miller çevriminin patenti 1940’lı yıllarda Amerikalı mühendis Ralph Miller tarafından alınmıştır.
Bu motor tipi ilk kez gemilerde ve güç üretim istasyonlarında kullanılmış fakat daha sonra Mazda firması tarafından otomotive adapte edilmiş, Subaru tarafından hibrid modellerde kullanılmıştır.
Geleneksel 4 zamanlı Otto çevriminde, sıkıştırma (kompresyon) ve güç (yanma) stroklarında, yüksek güç ihtiyacı vardır. Motordaki güç kaybının çoğu, kompresyon stroku esnasındaki sıkıştırma görevi için ihtiyaç duyulan enerji nedeniyle olur. O yüzden sistem verimliliğini arttırabilmek için bu ihtiyacı indirgemek gerekir.
Miller çevriminde, giriş valfi, normalden daha uzun açık kalır. Piston normalde kompresyon strokunda yukarı doğru hareket eder, bu işlem ile sıkıştırma başlar normalde valf kapanır. Tipik olarak bu işlem için güç kaybı olacaktır, fakat Miller çevriminde piston kompresörden (supercharger veya blower olarak da bilinir) hava ile beslenmiş olarak sıkıştırma yapar. Giriş valfi daha uzun süre açık kaldığından, sıkıştırma strokunun bir kısmında, sıkıştırma işi silindir duvarlarının basıncından çok kompresör basıncına karşı yapılır. Bu etki verimi % 15 civarı arttırır.
Genel olarak Miller çevrimi, düşük kompresyon oranı ile kompresyon strokunu kısaltır, kompresör ile sıkıştırılımış ve arasoğutucu (intercooler) ile soğutulumuş hava sayesinde yanmayı iyileştirir.Bu yöntem, bazı modern Atkinson çevrimli motorlarda da kullanılır, fakat kompresör yoktur. Bu motorlar genelde hibrid motorlardır, verimi arttırmak için güç kaybını karşılama işi bir elektrik motoru ile yapılır.
Arnavutlar
Arnavutlar (Arnavutça: "Shqiptarët") veya Arnavudlar bugün Adriyatik kıyısı ile Balkanlar’ın diğer bölgelerinde yaşayan halk.
Arnavutlar Avrupa’nın en eski otokton halkı olan antik İlliryalıların ve Pelasgların torunlarıdır. Avrupa’da binlerce yıldır var oldukları Arnavutların dedeleri olan İlliryalılar denizci bir milletti ve kendilerine özgü yaptıkları, seri gemilerle Akdeniz ve Karadeniz’de denizaşırı ticari faaliyetler yaptıkları ve günümüzde genetik olarak Arnavutlara en yakın ırk İtalyanlar'ın olduğu düşünülür . İtalya'nın güneyinde, özellikle Kalabriya ve Sicilya'da her ailede Arnavutlarla akrabalık mevcuttur. 8. yüzyıldan sonra Yugoslavlar ile de karışım yaşamışlardır. Atina kenti de esasen Arnavutların yaşadığı bir şehirdi ancak 1. Dünya Savaşından sonra Rumlar çoğunluğu sağladılar.
Doğu ve batı dillerinde de Arnavut kelimesi genellikle “Alban” ve bunun türevleri şeklinde geçer. Arnavutluk Cumhuriyeti’ndeki Arnavutlar “Arnavut” kelimesini bilmezler, kendilerine “Shqiptar”(Şçiptar okunur) derler. Arnavut kelimesinin Arnavutların yoğun yaşadığı ülkelerin dillerine göre kullanımı şöyledir: Arnavutluk: Shqiptar; Kosova: Shqiptar; Makedonya: Albanac/Şiptar/Shqiptar; Sırbistan: Albanac/Şiptar; Bosna-Hersek: Albanac/Şiptar; Karadağ: Albanac/Şiptar/Shqiptar; Hırvatistan: Albanac/Şiptar; Yunanistan: Arvanit/Arvanides; Türkiye: Ernovut, Arnavut; İtalya: Arberesh. "Shqiptar" kelimesi kartalın oğlu anlamına gelir ve arnavutlar yaşadıkları bölgeye "shqiperia" yani kartal yuvası derler.
Arnavut dili Arnavutçadır ve Hint-Avrupa dil ailesinden Avrupa koluna mensuptur. Arnavutça'nın köken olarak antik Pelasg dilinden geldiği, Antik (Eski) Yunanca'nın günümüz Rumcasına değil Arnavutça'ya daha yakın olduğu, Latincenin Arnavutça'dan türediği, Etrüskçe'nin Arnavutça'nın Toska aksanı ile ilgili olduğu yönündeki hipotez, teori ve görüşler dilbilimciler arasında yaygındır.
Arnavutça Toska şivesi ve Gega şivesi olmak üzere iki büyük şiveye ayrılır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Osmanlı Türkçesi kanalıyla Türkçe, Arapça, Farsça pek çok kelime Arnavutçaya yerleşmiştir. Ancak Arnavutluk’ta Enver Hoca döneminde öz Arnavutça politikası doğrultusunda söz konusu yabancı kelimelerin bir bölümü Arnavutçadan çıkarılmıştır.
Arnavutlar (Orta Çağ'daki isimleriyle Arbërór'lar) Roma İmparatorluğu'nun 4.yüzyılda hıristiyanlaşması ile birlikte Hıristiyanlığı kabul ettiler. İlirya ve Epiros bölgeleri en eski ahalisi olan Arnavutlar'ın toprakları, 5. yüzyıdaki kavimler göçleri nedeniyle Roma'nın yıkılması ve Doğu-Batı Roma olarak bölünüşü sonucunda Güney Slavları (Yugoslavlar)'ın eline geçti. 1054 yılında Doğu ve Batı Kiliseleri (Ortodoks ve Katolik) bölünüşünden sonra Doğu Roma'ya (Bizans'a) bağlı olan Arbanonlar/Arvanitler çoğunlukla Ortodoks (Tosk-Güney Arnavutluk-Epir), azınlıkla Katolik (Gega- Kuzey Arnavutluk) idiler 6. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar Kosova ve Karadağ'da Sırplarla yan yana yaşamaktan Slavlaşma ve Ortodokslaşma ileri düzeydeydi Ancak Arnavutlar Sırp hegemonyasına karşı ve İtalya ile olan bağları ve yakınlıkları sebebiyle Arn |
avutluk Katolik Kilisesi'ne bağlılığı tercih ediyorlardı.
15. yüzyıldaki Osmanlı fetihleri sonucu binlerce Arnavut İtalya'ya kaçmak zorunda kaldı, geri kalanlar başlangıçta görüntü olarak da olsa 500 yıllık Osmanlı hâkimiyeti neticesinde müslümanlaşıp Doğu hâkimiyetine girdiler.
Sosyalist Enver Hoca yönetiminden önce hemen hemen çoğunluğu Müslüman olan Arnavutluk'ta rejimden sonra Hristiyanlığa geçişler olmuştur. Arnavutluk'ta 1912'de kuruluşundan itibaren dinî tasnif yapılmamaktadır.
Kosova, Makedonya ve Türkiye'deki Arnavutların tamamına yakını Müslümandır. Hristiyanlar azınlıktadır. Arnavutluk'ta kendini bir dine ait görmeyen veya birden fazla dine ait hissedenler nüfusun çoğunluğunu oluşturur.
14. ve 15. yüzyıllarda coğrafi yakınlıkları sebebiyle İtalya'daki rönesansa çok yaklaşan Arnavutlar, mukavemet göstermelerine rağmen 16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girdiler ve Doğu tarzı ataerkil ve tutucu bir yaşama geçmek zorunda kaldılar. Arnavut kültüründe kıdem ve saygı esastır. Bu nedenle yaşlılara büyük bir saygı vardır. Sülaledeki ya da ailedeki en yaşlı insan reis olarak kabul edilir ve sözlerinden dışarı çıkılmaz. Doğum, evlenme gibi önemli günlerde yapılan törenlerde sıkı bir disiplin ve seremoni dikkat çeker.
Avrupa’da 8 milyondan fazla Arnavut bulunmaktadır. Arnavutların Avrupa’da bulunduğu ülkeler Arnavutluk, Kosova, Karadağ, Makedonya, Yunanistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Sırbistan, Slovenya, Romanya, Birleşik Krallık, Almanya, İsviçre, İsveç, Avusturya ve Fransa'dır.
Türkiye'de kaç Arnavut olduğu konusunda kesin bilgi yoktur, nüfus müdürlüklerinde etnik kimlik kaydı yapılmadığından dolayı, gayri resmi olarak bu sayının 3.200.000 - 4.300.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ancak, bu göreceli rakam içinde kimliğini koruyanların sayısı düşüktür ve bu nüfusun ne kadarının Arnavut kimliğini benimsediği belirsizdir. Ethnologue web sitesi, 1965 sayımına göre Türkiye'deki Arnavutların sayısını 1.965.000 olarak belirtmektedir. Arnavutların çeşitli tarihlerde Türkiye’ye büyük göçleri olmuştur. Bunlar genelde Balkanlar’daki karışıklıklar zamanında olmuştur. 1877-78 yılında meydana gelen Osmanlı-Rus Savaşı’nda ya da daha önceden göçler olduğu bildirilmekteyse de buna dair herhangi bir tarihî kaynak bulunmamaktadır. Bilinen en büyük göçün 1912 yılı dolaylarında Balkan Savaşları’ndan sonra olduğu tarihî kaynaklarda belirtilmektedir..Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta yenilmesinden sonra Sırpların kontrolüne geçen Kosova’dan büyük bir göç yaşanmıştır. Ancak, bu göç içinde Arnavut nüfusun yanında, Kosovalı Türk nüfus da büyük bir oran tutmaktadır. Daha sonraki ikinci büyük göç 1924 yılında Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi kapsamında Türkiye'ye Güney Epir'den ve Ege Makedonyası'ndan gönderilen Arnavutlardan oluşmaktadır, Balkanlar’daki karışıklıklar ve Yugoslavya’nın özellikle Müslüman topluluklara uyguladığı baskılar devam ettiği için II. Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya'dan (bugünkü Kosova ve Kuzey Batı Makedonya) göçler devam etmiştir. 1945'ten günümüze kadar hâlâ artan ve azalan oranlarda göçler yaşanmaktadır.
Türkiye'deki Arnavutların çok büyük bir kısmı Sünni mezhebindendir, çok az bir kısmı da Bektaşi inancına sahiptir.
Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşanın iktidarı döneminden kalma Arnavutlar da vardır.
İlk büyük göç Osmanlı'nın Balkanlar’a hâkim olmasıyla Hristiyan Arnavutların İtalya'daki adıyla Arbereşlerin İtalya'ya ve Ukrayna'ya yapılan göçleridir. Bu göçlerin sebebi Müslüman bir devletin hâkimiyeti altında yaşamak istememelerinden kaynaklanmaktadır .
Daha sonraki göçlerin esas sebebi Balkan Savaşları’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan çekilmesi ve Müslüman toplulukların savunmasız kalmasıyla Sırpların, Bulgarların, Yunanların daha fazla toprak kazanmak için Arnavutların tarihî sınırları içinde kabul ettikleri yoğun yaşadıkları yerler olan Kosova, Makedonya, Karadağ ve Çamlık (Yanya merkezli Çamerya) bölgelerini ele geçirmeleri ve buralarda yaşayan halkın zor kullanarak şiddet, zulümle ve baskıyla yerlerinden zorla göç ettirilmeleri sonucunda olmuştur. Özellikle Balkan Harbi’nden sonra Arnavutların yoğun yaşadığı yer olan Toplica şehrinde Sırplar tarafından büyük bir katliam yapılarak tamamı Arnavut olan bir şehir etnik temizlik yapılarak bugün bir tek Arnavut yaşamamaktadır. Daha sonraki ikinci büyük soykırım 1945'te Yunanlar tarafından Çamlık (Çamerya)'da uygulanmıştır.
Tarihin yakın dönemlerinde de Bosna-Hersek ve Kosova'da tekrar bu soykırım hareketlerinin gerek Arnavutlara gerekse diğer Müslüman topluluklara uygulanmıştır. Ayrıca son olarak 1945 yılında Yugoslavya devletinin Makedonya'da Arnavutların nüfusunun Makedonlardan fazla olmasının engellemek için bilinçli bir göç politikası oluşturmuştur.
Ericsson çevrimi
Ericsson çevrimi, ismini John Ericsson’dan almış termodinamik bir çevrimdir. Gerçekte 2 çevrim bulmuş ve ısı makineleri üzerinde uygulamalarını göstermiştir.
İlk çevrim Brayton çevrimi olarak bildiğimiz çevrimle hemen hemen aynıdır. İkinci çevrim Carnot çevrimine eşit verim ortaya koyar. Her ikisi de sık sık dıştan yanma kabiliyetleri açısından Stirling motoru ile karşılaştırılır ve ikinci çevrim aynı verimliliktedir.
İlk çevrimine 1833 yılında patent almıştır. Bu Joule’den 18 yıl, Brayton’dan 43 yıl öncedir. Joule, bu çevrime fazla bir katkıda bulunmamış, asıl katkı Brayton tarafından yapılmıştır. Brayton, ilk Ericsson çevriminin açık formuna içten yanma eklemiş ve kesin bir gelişme kaydetmiştir. Brayton piston ve silindirler ile gelişmeyi tamamlamıştır. Kompresör ve genişletici türbin kullanılan Brayton çevrimi şu anda gaz türbinleri için ideal çevrim olarak bilinir. Gaz türbin çevrimi, gaz türbinleri ve turbojet motorlarında kullanılır.
Ericsson’un ikinci çevrimi 1853’te bulunmuş ve 2000 ton’luk bir gemide kullanılmıştır. İkinci çevrim Brayton’dan iki üstünlüğe sahiptir. İzotermal sıkıştırma ve genişleme, adyabatikden daha fazla net iş üretir ve ısının geri kazanım ile ısı girdisini azaltmıştır.
Çevrim prosesleri arasındaki karşılaştırma şu şekildedir.
Ses depolama ortamları
Ses Depolama Ortamları
Analog Depolama Ortamları:
Dijital Depolama Ortamları:
Adyabatik
Adyabatik, termodinamikte çalışma akışkanında ısı ve kütle kaybının veya kazancının olmadığı haldeki süreçtir. Adyabatik, bir ortam oluşturabilmek için sınırlanmış alanın ısı ve kütle geçişine karşı tamamen yalıtılmış olması gereklidir.
Adyabatik bir süreçte ısı ve kütle değişimi olmadığı için q=0 kabul edilir. Başka bir deyişle ∆U = W olur. Örneğin; bir pistonun bir gazı sıkıştırması esnasında, silindirin duvarlarının tamamen yalıtılmış olması durumunda sıkıştırma işleminin adyabatik olduğu söylenebilir. Ama gerçekte tamamen adyabatik bir sistem oluşturmak mümkün değildir. Termodinamikte teorik olarak bu yönde kabuller yapılarak çalışılır.
İzotermik proses
İzotermal proses, sıcaklık değişiminin sıfır olduğu yani sıcaklığın sabit kaldığı sistemlerdeki termodinamik prosestir.
Örneğin; izotermal bir sıkıştırma prosesinde akışkanın sıcaklığı sabit tutularak sıkıştırma işlemi gerçekleştirilir.
ro(q)=ro(w) şeklinde gösterilir.
İzobarik
İzobarik proses, basıncın sabit kaldığı, yani basınç değişiminin sıfır olduğu, termodinamik bir prosestir. Örneğin; termodinamikte izobarik bir proseste sisteme ısı ilavesi veya çıkarılması işlemi yapılmışsa, bu işlem sırasında sistemin basıncı değişmemiş demektir.
DualDisc
DualDisc çift taraflı bir disktir. EMI Music, Universal Music Group, Sony/BMG Music Entertainment, Warner Music Group ve 5.1 Entertainment Group tarafından geliştirilmiştir.
Bir yüzü CDDA gibidir fakat "CD Audio Standard" ını (Red Book) desteklemez. Diğer yüzü ise standart DVD dir.
Mart 2004 te Amerika'da Piyasaya Sürülmüştür.
İzentropik
Termodinamikte, izentropik proses, çalışma akışkanının entropisinin sabit kaldığı durumlarda gerçekleşen prosestir.
Termodinamiğin ikinci yasası uyarınca şu denklem yazılabilir.
Denklemde eşitlik olduğu durumlarda, proses tersinirdir. Tersinir olduğunda entropi değişimi sıfır olduğundan dolayı ısı değişimide sıfır olacak ve işlem adyabatik proses olarak da adlandırılabilecektir.
DVD-A
DVD-Audio formatı, DVD üzerinde yüksek kalitede (High-Fidelity) ses depolanmasını sağlar. 2000 yılında piyasaya çıkmıştır. Şu anda SACD (Super Audio CD) ile rekabet içindedir.
Üç müzik şirketi "Universal Music", "EMI" ve "Warner Bros. Records" DVD-Audio'yu tek başına, CD/DVD paketleri halinde veya DualDisc (bir yüzü CDDA, bir yüzü DVD-A) olarak piyasaya sürmektedirler.
DVD-Audio da 1 (mono), 2 (stereo), 4 (quad) ve 5.1 (surrond) kanal konfigürasyonları mevcuttur. 5.1 kanal kaydedilmiş bir DVD-A downmix ile 2 kanal olarak da dinlenebilir.
Ses, diske kayıpsız olarak kabul edilen PCM (Pulse Code Modulation) formatında depolanır. Ayrıca DVD-A 24-bit/192 kHz örnekleme yapabilmektedir.
Teknik olarak, 24-bit/48 kHz ile örneklenerek kayıt edilmiş bir DVD-Audio'nun sesi, 16-bit/44.1 kHz ile örneklenmiş bir CD'den daha kaliteli olacaktır. Fakat bu tartışılan bir mevzudur çünkü insanın duyabildiği frekans aralığı 20–20000 Hz dir ve iki formatın da örneklemesi bu sınırın üzerindedir. Bu frekans aralığının üzerindeki ve altındaki seslerin de algılama üzerinde büyük etkisi olduğu söylenmektedir.
DVD-Video'nun CSS (content-scrambling system) koruması çabuk kırıldığı için DVD-Audio da CPPM (Content Protection for Prerecorded Media) denilen özel bir koruma sistemi kullanılmıştır. Bu sistem; IBM, Intel, Matsushita ve Toshiba nın dijital yayın haklarını korumak amacıyla kurduğu 4C Enity (the four company entity) tarafından geliştirilmiştir.
Her DVD çaların kendine özgü bir anahtarı vardır. CPPM, bu anahtarla cihazı doğrular ve korumayı kaldırır. Böylece DVD-Audio'nun DVD çalar dışında bir cihazla kullanılması engellenmiş olur.
Entropi
Entropi, fizikte bir sistemin "mekanik işe" çevrilemeyecek termal enerjisini temsil eden termodinamik terimidir. Çoğunlukla bir sistemdeki rastgelelik ve düzensizlik olarak tanımlanır ve istatistikten teolojiye |
birçok alanda yararlanılır. Sembolü S'dir. Termodinamiğin 2. yasasıdır.
Fen bilimlerinin en önemli yasası her şeyin yıprandığını söyleyen yasadır. Canlılar yaşlanır ve ölür, otomobiller paslanır ve evrendeki düzensizlik artar. Bilim adamları düzensizliği Entropi adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarını azaltır. Faydasız enerjiyi (entropi) arttırır.
Eğer bir sistem tamamı ile düzenli ise entropisi sıfır olabilir. Entropi, enerji gibi korunan bir özellik değildir. Bütün enerji değişimlerinde çevre ile sistemin entropi değişimlerinin toplamı daima pozitiftir. Bu da evrendeki toplam entropinin sürekli artmasına sebep olur. Mesela Dünya'daki yaşam Güneş'ten gelen Entropiyle beslenir. Bitkiler büyümeleri için gerekli enerjiyi güneş ışığından aldıkları zaman evrene bir miktar düzen katılır ve bu nedenle entropi azalır. Fakat Dünya'daki bu entropi(belirsizlik) azalması, bütün bir evrendeki entropi artışı yanında küçücük kalır. Güneş'in yıpranma oranı, dünyamıza kattığı düzene göre çok büyüktür. Bir diğer örnek olarak yapboz verilebilir. Yapbozdaki resim, bilgiler birer birer yerine konulup entropi azaltılarak tekrar bir araya getirilebilir ancak resimde yeniden sağlanan düzen, yapbozu yapan kişiyi hayatta tutmak için evrenin başka bir yerinde ortaya çıkan düzensizlikten her zaman daha azdır. Kendimizi düşünürsek, yaşamak için gerekli enerjiyi gıdalardan alırız, bu enerjinin kaynağı ise Güneş'teki yıpranma sonucu çıkan güneş ışığıdır. Bir sistemin -273.15 Centigrad derecede (0 Kelvin) entropisi sıfır olarak kabul edilir. Bu nokta referans noktası olarak alınır ve entropinin sıfır olduğu bu noktaya mutlak entropi denir ve termodinamiğin üçüncü yasası olarak ifade edilir. Evrenin sıcaklığı Big Bang'den günümüze dogru geldikce -273.15 Centigrad dereceye yaklaşma eğilimindedir. Big Bang den günümüze doğru oluşan bu değişimi, şu örnek çok iyi açıklar. Bir kadeh masadan düşüp kırıldığında, kadeh ve içindeki sıvının başlangıçtaki düzenliliği(simetrisi) bozulur. Yere düşüp parçalanan kadehin(asimetrik durum) zamanda, masanın üstüne tekrar zıplayamaz, yani daha fazla düzensizlik daima sonraki zamandadır.
Termodinamiğin ikinci yasasına göre entropi ile ilgili olarak şu bağıntı verilmiştir.
Bundan başka S<0 olma durumu imkansızdır.
Termodinamiğin ikinci yasasının değişik (ama eşdeğer) ifadelerinden birinde, izole bir sistemin entropisinin hiçbir zaman azalamayacağı belirtilir. "İzole" deyimi dışarıyla madde veya enerji alışverişinde bulunmayan sistem anlamına gelmektedir.
Klasik termodinamikte hacim, basınç, sıcaklık, enerji, ve entropi gibi kavramlar temel alınır. Diğer yandan termodinamik aynı zamanda istatistiksel kavramlar kullanılarak da ifade edilebilir. Mekanik (klasik veya kuantum) yasalarının istatistikle birleştirilerek kullanılması sayesinde geliştirilen "istatistiksel mekanik" veya "istatistiksel termodinamik", klasik termodinamiğin tarif ettiği ancak açıklayamadığı bazı olgulara derin açıklamalar getirmiştir. Bunlardan biri de entropi yasasıdır.
Bilgi kuramında entropi bir iletinin bilgi içeriğini ölçer. Bu bağlamda entropi ilk defa 1948'de Claude E. Shannon tarafından tanımlanmıştır. Ayrık bir rassal değişken'in entropisi
denklemiyle verilir. Shannon buradaki "H" ismini Ludwig Boltzmann'in termodinamikteki "H"-teoremine atfen seçmiştir.
Entropinin istatistik biliminde de ayrı bir tanımı vardır. Örneğin Ludwig Boltzmann'ın ünlü denkleminde
entropi, S, bir sistemin girebileceği mikroskopik durumların sayısı, W, yoluyla tanımlanır. Burada k Boltzmann sabitidir. Sözü edilen mikroskopik durumların tanımı ve sayılması ise, sistemi oluşturan atomları tarif eden temel mekanik yasalar kullanılarak yapılır.
Entropi yasasının zaman açısından tek taraflı niteliği ve gelecek ve geçmiş arasında ayrım yapması, onu fizikte bilinen tüm diğer yasalardan farklı kılar. (Yüksek enerji fiziğindeki muhtemel bir istisna dışında.) Doğal fiziksel olayların, insanların ve diğer canlıların kurdukları düzenlilikleri artırmak değil azaltmak eğiliminde olması (örneğin depremde binaların yıkılması) ve benzeri bir takım olgular, entropi yasasına onun bilimsel tanımını aşan anlamlar yüklenmesine önayak olmuştur. Dawkins, özellikle "The Blind Watchmaker" (Kör Saatçi ) adlı kitabında, bu eğilimin genelleştirilmiş bir biçimi ile biyolojik evrim arasındaki bağlantılardan sözeder. Reichenbach, Bohm, Feynman, Popper ve Grünbaum gibi bazı düşünürler entropi yasası ve zaman kavramı arasındaki ilişkiyi değişik yollardan açıklamaya çalıştılar.
Entropi kanunu belki de insanların yer yüzünde keşfettikleri en büyük kanunlardan biridir. Bu kanunun en güzel tariflerinden bir tanesi de "Evrende her şey, kendini minimum enerji ve maksimum düzensizliğe çekmek ister." şeklindedir. Aslına bakarsanız tanımdaki "maksimum düzensizlik" kavramı da bir "düşük enerji" eğilimini ifade eder, ancak kanunun biraz daha anlaşılabilir olması için güzel bir ilavedir. Yani aslında gerçek tanım şudur: "Evrende her şey kendini minimum enerjiye çekmek ister." Bu kanun evrenin her yanında o kadar çok gözümüz önündedir ki örnekleri saymakla bitmez. Birkaç örnek verelim.
Ör 1 : Yukarıdan bırakılan bir taş, aşağı düşmek ister. Çünkü aşağı dediğimiz nokta, yukarı dediğimiz noktadan daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir.
Ör 2 : Demir bir kaba sıkıştırılan bir gaz kendini dışarı atmak ister. Çünkü dış ortamdaki gazlar daha düzensizdir.
Ör 3 : Baskı ile kontrol altına alınan toplumlar o baskıyı kırmak isterler. Çünkü baskı onları bir düzene sokmak ister ancak toplum daha düzensiz olmak ister.
Ancak baskı kavramının da bir düzeni ifade ettiğini söylemek tartışmalı olduğu için bu entropiye uygun bir örnek olmaktan uzaktır. Düzen kavramı tam anlamıyla entropinin aksini ifade etmelidir.
Bu kanun aracılığı ile evreni bir yaratıcının yönettiği ve idare ettiğinin ispat edilmiş olduğunu savunan görüşler mevcuttur: Madem evrende her şey kendini minimum enerjiye çekmek istiyor, öyleyse evreni dağılmaktan ve düzensizliğe gitmekten alıkoyan bir enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerji evrenin her yerinde, mikro alemden, makro aleme kadar hükümlerini icra edebilmelidir; evrenin düzenini ve enerji seviyesini devam ettirebilmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Öte yandan, hücre seviyesinde entropiye karşı mücadele etmekte nasıl adenozin trifosfat adlı bir nükleotidin işlevleri kilit rol oynuyorsa, evrensel ölçekte de entropiye karşı denge teşkil eden fiziksel süreçlerin varlığından söz edilebilir. O halde metafizik bir üst otoritenin var olmasının şart olmadığını düşünen görüşler de mevcuttur.
Budha düşüncesinde de bir entropi yaklaşımı vardır. Budha, "Bileşik olan her şeyin eninde sonunda çözüleceğini, dağılacağını" söyler. Budha'ya göre bu, evrensel bir yasadır ve istisnası yoktur. Entropi yasasındaki evrensel ""düzensizliğe gidiş"" olgusu, Budha düşüncesinde de yer almaktadır. Ayrıca Budha düşüncesince, bu düzensizliğin ardından yeniden düzenlilik geleceği öngörülmemiştir. Bu alan Batı düşüncesinde Kaos kuramları, Doğu düşüncesinde ise Tao açılımlarında ele alınır.
Enformasyon kuramına bağlı entropi: Tasarım kriterlerinin kodlanması ve sayısal estetik ölçüm değerli bulunabilen, bina cephe analizlerinde kent siluetlerinde uygulama alanı bulunan bir yöntemdir. Değişim değerlendirmesi bu yaklaşımla yapılabilir. Enformasyon kuramına bağlı entropi kavramı, mimari ve kentsel tasarımın da içinde bulunduğu çok çeşitli disiplinler tarafından ele alınmış ve bu zaman, zaman ciddi eleştirilerle karşılanmıştır. Bunun yanında bağlamından ve temel amacından koparılmadığı sürece disiplinler arası çalışmaların bilimsel kazanımları yadsınamaz.
Karanlık Su
Karanlık Su, "Ringu" filminin yazarı Kôji Suzuki tarafından yazılmış ve yine Ringu filminin yönetmeni Hideo Nakata tarafından yönetilmiş 2002 yapımı filmdir. Film, dünya genelinde "Dark Water" adıyla gösterilmiştir; ayrıca filmin bu isimle çekilmiş 2005 yapımı bir Hollywood uyarlaması da bulunmaktadır.
Hideo Nakata
Hideo Nakata (Japonca: 中田 秀夫; d. 19 Temmuz 1961), Japon korku filmleri yönetmeni.
19 Temmuz 1961 tarihinde, Japonya'nın Okayama şehrinde doğdu. Tokyo Üniversitesi'nde fizik ve gazetecilik eğitimi alan Nakata, mezun olduktan sonra Nikkatsu Stüdyoları'nda, yönetmen Masaru Konuma'nın yanında yönetmen asistanı olarak çalışmaya başladı. 1993 yılında İngiltere'ye yerleşen Hideo Nakata, burada ilk filmi olan 'i çekti. Bir buçuk yıl sonra Japonya'ya dönen yönetmen, bilinen birçok doğaüstü ögeyi barındıran Joyu-rei adlı filmiyle ilgi odağı oldu. Ringu 2 adındaki filmi çektiği 1999 yılında korku türü dışında bir tür deneyerek Kaosu adlı filme imza atan Nakata, 2002 yılında Honogurai mizu no soka kara filmiyle korku türüne geri döndü. Yönetmen son olarak, kendi filmlerinden biri olan Ringu 2'nin Hollywood uyarlaması olan 2005 yapımı The Ring 2 adlı filmle adını duyurdu.
SACD
SACD (Super Audio Compact Disc), Sony ve Philips konsorsiyumu tarafından geliştirilmiş dijital ortam. Açılımı "Süper Ses Birleşik Diski" dir. Yüksek kalitede (High-Fidelity) ses depolama ortamıdır. Halk arasında Süper CD ya da Yüksek Yoğunluklu CD olarak da bilinir. CD'nin patent hakkını elinde tutan Sony/Philips'in CD patentinin tarihi bitmesi üzerine CD'ye alternatif olarak üretilmiştir. Dünyada üretilen her CD başına iki şirkete patent hakkı ödenmiştir. Müzik dinleyicilerinin artan isteklerine CD ile karşılık verilememesinin ardından ortaya çıkmıştır. 1999 yılında piyasaya sürülmüştür. Standart bir CD'den daha fazla kapasiteye sahiptir, 4.7 GB. DSD kayıt teknolojisi kullanılarak kaydedilmektedir. Ki bu kayıt teknolojisi de, gene aynı konsorsiyum tarafından geliştirilmiştir. CD'den kapasite farkının yanı sıra çok kanallı müzik kaydına izin vermesi en önemli farkıdır. Özel cihazlar tarafından okunabilmektedir.SACD, CDDA ve DVD-A'dan farklı olarak PCM (Pulse Code Modulation) yerine DSD (Direct Stream Digital) olarak da bilinen, DSM'yi (Delta-Sigma Modulation) kull |
anır. DSM'nin örnekleme frekansı 2.8224 mHz dir.
2-Kanal (stereo), 4-kanal (quad) ve 5.1-kanal (surround) ses içerir.
DVD-A, DualDisc ve SACD arasındaki rekabette, SACD biraz daha öne çıkmıştır. Bu formatlar arasında en çok SACD odyofiller tarafından ilgi görmüştür.
3 çeşittir;
"CD Audio Standard" ını (Red Book) destekleyen bir CDDA katmanı ve 4.7gb lık HD (High Definition) SACD katmanı içerir. Hem SACD hem de CD çalarlarda kullanılabilir.
Fiziksel olarak DVD ile aynıdır. Sadece HD katmanı, yani 4.7gb lık SACD katmanını içerir. Sadece SACD çalarlarda dinlenebilir. Genellikle Sony Music Entertainment. tarafından kullanılır.
Fiziksel Olarak DL/DVD (çift taraflı DVD) ile aynıdır. Her yüzde sadece 4.7gb lık SACD katmanı bulunur. Sadece SACD çalarlarda dinlenebilir.
DSD (Direct Stream Digital) ile 1-bit, 2.8224 mHz örnekleme yapılabilmektedir. Bu da, maksimum çıkış gücünü (dynamic range) 120 dB ve frekans aralığını 100 kHz e kadar çıkarmaktadır.
SACD birçok koruma yöntemi kullanmasına rağmen genellikle DTCP (Digital Transmission Content Protection) sistemini kullanır.
Sadece hybrid SACD lerin CDDA katmanı bilgisayarda CD-ROM veya DVD-ROM ile dinlenebilir. Yani MP3 veya kopyaladığınız CD, CD kalitesinin ötesine geçemeyecektir. Bir SACD çalardan line-out ile kopya almanız durumunda ise yine seste kayıp yaşanacaktır. Sonuçta SACD kopyası şu an için CD kalitesinden öteye geçememekte.
XRCD
XRCD (eXtended Resolution CD) JVC tarafından geliştirilmiştir. 1995 te piyasaya çıkmıştır.
"CD Audio Standard" ını (Red Book) destekleyen bir CDDA katmanında, yüksek kalitede (High-Fidelity) ses depolar. SACD ve DVD-A'dan farkı, yeni bir format geliştirmesi değil, mastering işlemindeki kaliteyi arttırmasıdır.
3 çeşittir;
XRCD ve XRCD2 20-bit, XRCD24 24-bit mastering işleminden geçer
Kayıt, mastering işlemine girmeden önce U-matic 1630 Master Tape halinde JVC'ye gönderilir. Burada analog ses sinyali JVC'nin 20 veya 24-bit K2 analog-dijital çeviricisi ile bir MO (Magneto-Optical) disk e kaydedilir ve dijital bir master tape oluşturulur.
Daha sonra 20 veya 24-bit ile örneklenmiş olan ses sinyali K2 Super Coding işlemi ile 16-bit e çevirilir ve EFM encoder ile jitter (analog-dijital çevirimi sırasında zamanlama hatasından dolayı oluşan bozulmalar) giderilir.
Son olarak K2 Laser Cutting ile XRCD Glass Master oluşturulur ve cd çoğaltılır.
DataPlay
DataPlay, DataPlay Inc. tarafından geliştirilen bir optik disk sistemidir. 2002 de piyasaya sürülmüştür.
Disk, 32mm çapında idi ve koruyucu bir katuşun içinde bulunuyordu. Çift taraflıydı, her yüzü 250mb kapasiteliydi. Sadece 1 kez kayıt yapılabiliyordu. Taşınabilir müzik için tasarlanmıştı.
Her ne kadar kullanıcı kaydına yönelik bir ürün olsa da, (kopya koruması yoktu) birkaç adet DataPlay albümü basılmıştır.
Kısa ömürlü bir ürün oldu. Yere düşütüğünde tekrar çalışmayacak kadar hassastı.
Ahmet Cömert Spor Salonu
Ahmet Cömert Spor Salonu, İstanbul Ataköy'de bulunan spor salonudur.
1999 yılında Olimpiyat tesisleri içinde kuruldu. İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'ne bağlı salon 2.200 seyici kapasiteli ve 150 araçlık otoparka sahiptir. Salonda birçok farklı spor müsabakasının yanı sıra Basketbol Süper Ligi maçlarını da yapmaktadır.
Ayrıca 2005 yılından beri Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı da maçlarına ev sahipliği yapmaktadır.
Metilentetrahidrofolat redüktaz
Metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR), sistein metabolizmasının bir yan ürünü olan homosistein yıkımında önemli rol oynayan bir enzimdir.
Yüksek homosistein seviyeleri, miyokardiyal enfarktüs riskinde yükselme ile ilişkilendirilir.
Nezihe Viranyalı
Nezihe Viranyalı (d. 1925, Vidin – ö. 22 Aralık 2004, İstanbul), ilk Türk kadın pilotlardan birisidir. Sabiha Gökçen tarafından yetiştirilen dört kadın pilotun (diğerleri Edibe Subaşı, Yıldız Uçman ve Sahavet Karapars) sonuncusudur.
1925’te Bulgaristan'ın Vidin şehrinde dünyaya geldi. İlk Türk kadın pilot Sabiha Gökçen’in uçakla Balkanlar’ı gezmesinden ve Sofya’da yaptığı gösterilerden çok etkilenerek Türkiye’ye geldi. Türkkuşu Eğitim Merkezi’ne kaydoldu. Sabiha Gökçen tarafından yetiştirildi. Önce paraşütçülük, daha sonra planör ve pilot brövesi aldı. Türkkuşu okullarında yüzlerce öğrenci yetiştirdi.
1955 yılında Hollanda ve Almanya'da yapılan uluslararası gösterilere paraşütçü olarak katıldı. Havacılık tarihinin efsanevi pilotu Jacqueline Cochran tarafından ABD'ye davet edilmesi üzerine Tenesse Üniversitesi'ne giderek özel bursla sivil havacılık okulunda eğitim gördü. 1956 yılında Bağdat'ta yapılan uçuş gösterilerine pilot olarak katıldı.
Nezihe Viranyalı, 100'den fazla paraşütle atlayış gerçekleştirdi. Türk Hava Kurumu’ndan emekli oldu. Planörle 100 saatten fazla, motorlu uçaklarla 2800 saatten fazla uçuş yaptı. Amerikalı yazar Stuart Kline "Türk Havacılık Kronolojisi" adlı kitabında yazı ve resimlerle Türkiye'nin ilk kadın pilotlarından Nezihe Viranyalı'ya yer vermiştir.
Hayatının son yıllarını İstanbul'da bir huzurevinde geçiren Viranyalı’nın, kaza sonucu kırılan ayağı ve omzu nedeniyle geçirdiği ameliyatlar sonrasında kangren olan bir bacağı kesildi. 2004 yılında Dünya Gazetesi tarafından kendisine Türk Kadın Onur Ödülü verildi. Bağırsak kanseri olan Viranyalı, 22 Aralık 2004 günü İstanbul’da hayatını kaybetti. Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Neziye Viranyalı, hayatı boyunca Atatürk’ün çizdiği çağdaş Türk kadını modeline uymak için çabaladı. 1940’lı yıllarda Ankara’da ilk özel otomobili olan kadınlardan birisiydi. Buz pateni yapar, akordeon çalardı. Almanca, İngilizce, Bulgarca, Rusça, biliyordu.
Arinna
Hititlerde bir kent.
Hitit güneş tanrıçasının en önemli kült merkezi Arinna kentiydi. Söz konusu güneş tanrıçasının adı tam olarak bilinmediği için, genellikle "Arinna'nın güneş tanrıçası" olarak anılırdı.
Arinna'nın tam olarak nerede olduğuna dair çeşitli varsayımlar vardır ancak Arinna'nın bugünkü Alacahöyük olduğu düşünülmektedir.
III. Hattusili, Urhi - Teşup'u tahttan indirip kendisini kral ilan ettikten sonra, eşi tavananna Puduhepa ile koruyucu tanrıçalarına şükranlarını ifade eden dualar yazdırmışlardır: "Ey, Arinna'nın Güneş Tanrıçası, Hanımım, bütün ülkelerin kraliçesi, Yer ve Gök Tanrıçası."
Hititlerin tanrılar aleminde; kadın elemanı simgeleyen tanrıçalarına özel bir yer verildiği, Arinna'nın Güneş Tanrıçasının ise devletin ve orduların koruyucusu olduğu, aynı zamanda Ana Tanrıça özelliğini de taşıdığı izlenmektedir.
Ayhan Şahenk Spor Salonu
Ayhan Şahenk Spor Salonu, İstanbul, Maslak'ta Darüşşafaka Lisesi yerleşkesi içinde yer alan spor salonu.
Türkiye Basketbol Ligi takımlarından Darüşşafaka'nın maçlarını yaptığı salonun seyirci kapasitesi 3500 kişidir. 350 araçlık otopark bulunmaktadır. 1995 yılında kullanıma açılan salon, uluslararası standartlarda sportif faaliyetlerin yanı sıra evrensel sanat ve kültür etkinliklerinin de gerçekleştirildiği çok amaçlı bir yapıya sahiptir.
Ayrıca Darüşşafaka Lisesi öğrencileri bu salonun tüm imkânlarından sınırsız ve ücretsiz olarak yararlanabilmektedirler.
Önceki sezonlarda Darüşşafaka'nın yanı sıra Efes Pilsen, Galatasaray gibi basketbol takımları da iç saha maçlarını bu salonda oynamıştır. Abdi İpekçi Arena'da 2009 Avrupa Yüzme Şampiyonası yapılacağı için Fenerbahçe EuroLeague maçlarını bu salonda oynamıştır.
2007-08 sezonundan 2010-2011 sezonuna kadar Galatasaray (basketbol takımı) ve Galatasaray (kadın basketbol takımı) maçlarını bu salonda oynamıştır.
Ayhan Şahenk
Ayhan Şahenk (11 Haziran 1929, Niğde - 1 Nisan 2001, İstanbul), Doğuş Holding'in kurucusu, Türk iş adamı.
11 Haziran 1929 yılında Niğde'de doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okurken, 1950'de daha sonra Doğuş Holding'in temeli olacak olan şirketini 9 bin lira sermaye ile kurdu. Şirketi TBMM'nin yol, asfalt ve kanalizasyon işleri ihalesini aldı. İrili ufaklı 16 baraj ve toplam 66 inşaat projesini gerçekleştirdi. Türkiye'nin baraj yapan ilk inşaat şirketi olan Doğuş İnşaat, grubun büyümesinin motoru oldu. Holding Şahenk’in önderliğinde inşaat, bankacılık, iletişim, turizm, gıda ve otomotiv alanlarında önemli yatırımlar yaptı. Şu anki Doğuş Holding'in yönetim kurulu başkanı olan Ferit Şahenk'in babasıdır.
1992 senesinde kendi adını taşıyan bir vakıf kurarak özellikle eğitim alanına yönelik hayır işlerini de kurumsallaştırdı. Vakıf Ayhan Şahenk Spor Salonu'nu yaparak Darüşşafaka'ya bağışladı. Kanal E isimli ekonomi kanalının 1999-2000 yılları arasındaki sahibi olan ve 2001 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul'da ölen Şahenk, Niğde'de toprağa verildi.
Leman Bozkurt Altınçekiç
Leman Bozkurt Altınçekiç (1932, Sarıkamış – 4 Mayıs 2001, İzmir), İlk Türk kadın jet pilotu. NATO kuvvetlerinin de ilk ve uzun zaman boyunca tek "kadın jet pilotu" oldu.
1932 yılında Sarıkamış'ta doğdu. Liseyi bitirdiği yıl Türkkuşu İnönü Tesisleri'nde planör eğitimi aldı. Hemen ardından Türkkuşu Motorlu Okulu'na öğretmen adayı olarak katıldı. 1954 yılında Silahlı Kuvvetler'e kadınların da alınmasıyla ilgili karar çıkınca İzmir Hava Harp Okulu'na başvurdu ve Ekim 1955'te burada eğitime başladı. Pervaneli uçaklarla eğitimini tamamlayarak 30 Ağustos 1957'de mezun oldu.
Daha hızlı ve daha yüksekten uçmak arzusuyla jet pilotu eğitimi almak istedi. Ağustos 1958'de Eskişehir'deki jet eğitim filosuna katıldı ve kısa sürede eğitimini başarıyla tamamladı.
Kasım 1958'de jet pilotu brövesini taktı. Dokuz yıl süreyle F-84 ve T-33 jet uçaklarında uçtu. Sonraki yıllarda Hava Kuvvetleri'nin karargâh hizmetlerinde çalıştı. Personel Plan Şube Müdürü ve Merkez Şube Müdürü olarak görev yaptı. Kıdemli Albay rütbesiyle Hava Kuvvetleri'nden emekli oldu.
4 Mayıs 2001 tarihinde İzmir'de hayatını kaybetti.
Leman-Altincekic.com
Cemal Kamacı Spor Kompleksi
Cemal Kamacı Spor Kompleksi, İstanbul'un Okmeydanı semtinde 15 Mayıs 1996 tarihinde kurulup 26 Temmuz 1996 tarihinde açıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Spor A.Ş. adlı şirket tarafından yapılan ve işletilen İstanbul Okmeydanı sem |
tinde bulunan çok amaçlı spor tesisidir.
3 Ağustos 1996 tarihinden itibaren işletmeye açılan spor kentinde, 11 ayrı daldaki spor imkânıyla günde ortalama 2200 kişiye hizmet verilmektedir.
Beyoğlu ve Şişli ilçelerinin yanı sıra, İstanbul'un birçok ilçe ve semtine spor imkânı sunan Okmeydanı Cemal Kamacı Spor Kompleksi; uluslararası spor ekipmanı ve donanımı ile Türkiye ve Avrupa'nın sayılı spor tesislerinden biridir.
Tesislerde 1500 seyirci kapasiteli olimpik yüzme havuzu, 1400 seyirci kapasiteli spor salonu, step-aerobik, kondisyon ve masa tenisi salonlarının yanı sıra; halı saha, sauna, idari birimler, kafeterya, 100 araçlık otopark ve yeşil alanlar bulunmaktadır.
Bedriye Tahir Gökmen
Bedriye Tahir Gökmen, ilk Türk kadın pilottur. Gökmen Bacı adıyla tanınır.
1932 yılında Vecihi Uçuş Okulu'nda havacılık eğitimine başladı. Bir yandan memurluk yaparken bir yandan uçuş eğitimlerini sürdürdü. 1933'te bröve aldı. Abdurrahman Türkkuşu ona Gökmen lakabını takmıştı. Gökmen Bacı olarak tanınan Bedriye Tahir, 1934’te Soyadı Kanunu çıkınca Gökmen soyadını aldı.
Bedriye Tahir, havacılık uğraşısı yüzünden çok tepki aldı, engellemelerle karşılaştı. Havacılık ile uğraştığı için aylığından ceza kesildi, sonunda işinden kovuldu.
1934 yılında Vecihi Okulu, brövelerin onaylanması için öğrencilerin Hava Kuvvetleri Müsteşarlığı tarafından sınavdan geçirilmesini istemişti. Ancak sınav heyeti geldiğinde okulun tek faal uçağı kırım geçirmiş olduğundan sınav yapılamadı, heyet yeniden gelmeyi kabul etmeyince okul kapandı ve Gökmen Bacı’nın pilotluğu onaylanmadı. O sırada işinden çıkarılan Bedriye Tahir Gökmen’in daha sonraki hayatı bilinmemektedir. Ancak ilk Türk kadın pilot olarak havacılık tarihinde yerini almıştır.
PJ Harvey
Polly Jean Harvey, yaygın adıyla PJ Harvey (d. 9 Ekim, 1969), İngiliz müzisyen, şarkı yazarı ve vokalisttir.
1991 yılında "Dress" isimli ilk single albümünü yayınladı. Kendine has tarzıyla, şarkı yazarlığı ve müzisyenliğiyle alternatif müzikte yerini aldı.
Albümleri
PJ Harvey'in gitar, bas ve davul üçlemesiyle çıkan "Dry" isimli ilk albümü büyük başarı kazandı. Albüm sadece Birleşik Krallık'ta değil, dünyada ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde de beğenildi. PJ Harvey aynı dönemde Rolling Stone dergisi tarafından en iyi şarkı yazarı ve en iyi yeni kadın vokalist seçildi. Albüm aynı zamanda Kurt Cobain'in en beğendiği 50 albümden biridir . Albüm rock müziğinin önemli köşe taşlarından oldu.
1993 yılında çıkan Rid of Me albümü PJ Harvey'ye ilk Mercury Ödülleri adaylığını getirdi. Bu albümle Pj Harvey dinleyici kitlesini artırdı ve dünya turnesine çıktı.
Rid of Me albümümünden sonra PJ Harvey, gitar, bas ve davul üçlüsünü bozarak farklı müzisyenlerle çalışacağını belirtti. 1995 yılında çıkan albüm orijinal yapısıyla dikkat çekti. Rolling Stones dergisi ve Q dergisi tarafından yılın sanatçısı seçilen PJ Harvey, Mercury ödüllerine yeniden aday oldu, aynı zamanda Grammy ödüllerinde iki dalda aday olan albüm 90'lı yılların en iyi albümlerinden biri olarak görülmektedir.
1998 yılında çıkan albüm Grammy ve Brit ödüllerine aday oldu. PJ Harvey albümde hemen hemen her şarkıda sesini farklı tonlarda kullandı. Albüm karanlık atmosferi ve içerdiği elektronik müzik ile PJ Harvey'in her albümde farklı şeyler deneme arzusunu gösteren bir albüm oldu. Bu albümü yazarken birçok kitaptan ve hikâyeden etkilenen PJ Harvey, bu albümü yaptığı en uç noktadaki albüm olduğunu belirtti.
Albüm 2001'de Mercury ödülünü aldı ve PJ Harvey bu ödülü kazanan ilk kadın müzisyen oldu. Albüm Rock müziğin hemen her dalında dolaşan ve genel teması aşk olan PJ Harvey'in diğer albümlerine göre daha anlaşılır ve geniş kitlelere ulaşabilecek bir yapıya sahipti. Albüm büyük başarı sağlayarak yılın en iyi albümlerinden biri olarak görüldü ve takdir topladı. PJ Harvey, bu albümle Grammy müzik ödüllerinde en iyi rock albümü ve en iyi rock müzik vokal performans dallarında aday gösterildi.
PJ Harvey'in albümü Uh Huh Her 2004 yılında çıktı. Albüm PJ Harvey'in en kendi başına kaldığı albüm oldu. Perküsyon ve davul dışında bütün enstrümanları kendisi çalan PJ Harvey bu albümle birçok festivale katıldı. Müzisyenin kariyeri boyunca yaptığı müziklerin tek potada toplanarak rafine edilip sunulduğu, az enstrüman ve güçlü ifade tercihinin tekrar ön plana çıktığı ve PJ Harvey'in sesini en doğal haliyle kullandığı bir albüm olarak müzisyenin kariyerinde sağlam bir yer edindi. En iyi alternatif müzik albümü dalında Grammy adaylığı kazandı. Ayrıca bu albümle Brit ödüllerine de aday olan PJ Harvey, Meteor İrlanda Müzik Ödüllerinde en iyi uluslararası kadın sanatçı ödülünü kazandı.
24 Eylül 2007'de çıkan PJ Harvey albümüdür. PJ Harvey bu albümde piyano eşliğinde ve naif bir vokal tarzıyla yazdığı besteleri seslendirmiştir. Albüm alternatif müzik türündedir ve eleştirmenler tarafından oldukça beğenilmiştir. PJ Harvey bu albüm ile Brit Müzik Ödüllerinde Best British Female Solo Artist dalında aday gösterilmiştir.
PJ Harvey'in Şubat 2011'de yayınlanan stüdyo albümüdür. Albümün konsepti geçmişten günümüze yaşanan ve halen devam etmekte olan savaş olgusunun insanlığa olan etkisidir. Albüm 2011 Mercury Müzik Ödülü'nü kazanmıştır. Böylece PJ Harvey Mercury müzik ödülünü 2 kez kazanan ilk İngiliz müzisyen olmuştur. Albüm aynı zamanda 2011 Uncut Müzik Ödülü'nü ve prestijli 2012 Ivor Novello Müzik Ödülü'nü kazanmıştır
PJ Harvey'in 15 Nisan 2016'da yayınlanacak yeni albümüdür.
Türkiye Devrimci Komünist Partisi
Türkiye Devrimci Komünist Partisi (kısaca TDKP), Türkiye'de faaliyet gösteren yasa dışı siyasi partidir. Parti 2 Şubat 1980'de İzmir'de toplanan I. (Kuruluş) Kongresi'yle Halkın Kurtuluşu hareketinin partileşmesi sonucu kurulmuştur.
Partileşme süreci 1975-1980 yılları arasındaki süreçde yaşadı. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, ekim 1978'de topladığı Konferansla Türkiye Devrimci Komünist Partisi-İnşa Örgütü (TDKP-İÖ) adını aldı. Bu inşa örgütünün amacı olarak da partinin kurulması belirlendi. 1975 sonrası THKO dönemi, partinin ideolojik siyasal inşa dönemi olurken, 1978-1980 TDKP-İÖ dönemi partinin örgütsel çizgisinin inşa dönemi olarak tanımlanabilir.
TDKP inşa örgütü döneminde ocak 1979'da "Ocak Deklerasyonu" olarak bilinen bir ajitasyon ve eylem platformu ortaya koydu. Platfom içinde yaşanılan dönemi bir geçiş dönemi olarak değerlendiriyordu. Platform faşist diktatörlük olarak gördüğü politik sistemi ekonomik, siyasal ve çok yönlü toplumsal bir bunalımda olduğunu ve bu bunalımı geliştirmenin partinin görevi olduğunu tespit ediyordu. Bu dönemde TDKP, genel grev ve direniş çağrısı yaptı. Bu dönemdeki mevcut grevleri destekledi.
TDKP partileşme süreci dahil olmak üzere, devrimcilerin birliği sorununu önemli bir sorun olarak ortaya koymuştur. 12 Eylül darbesi öncesi özellikle Devrimci Yol ile birlikte eylemler örgütlemiştir.
1987 yılında daha sonra Ekim grubunun oluşumuna öncülük edecek çevre TDKP'den ayrıldı.
Şubat 1990'de 1. Genel Konferans'ını düzenleyerek bazı politik ve örgütsel kararlar almıştır.
TDKP 1996 yılında 2. Genel Konferansını gerçekleştirdiğini kamuoyuna duyurmuştur.
Parti yapısına rağmen 12 Eylül karşısında direnememiştir. 1981 Nisanında örgüt büyük darbe almıştır. Bu nedenle TDKP 1990'ların başına kadar yurt dışında varlık göstermiş, on yıl kadar sonra ise ülke içinde bahar eylemleri ile birlikte özellikle işçi hareketi içerisinde büyük etkinlik sağlamıştır.
Başlangıçta THKO'nun üyelik kıstasları yoktur ancak THKO Konferansında alınan kararla "partiye ancak program ve tüzüğünü kabul eden ve hayata geçiren, parti örgütlerinden birinde aktif olarak çalışan ve üyelik aidatını düzenli olarak ödeyenler üye olarak kabul edilmelidir." kararı alınmış ve partinin yukarıdan aşağıya örgütlenmesi fikri ortaya konmuştur. TDKP, üretim ve bölge esasına göre örgütlenmeyi ve hücrelerin örgütsel temel birim olduğunu savunmakta ve uygulamaktadır.
TDKP, azınlığın çoğunluğa, alt organların üst organlara, tüm örgüt ve üyelerin merkez komiteye ve kongreye tabi olduğu, üyelerin kararların alınması ve uygulanmasına aktif olarak katıldığı, yönetici organları denetleyebildiği demokratik merkeziyetçiliği örgütsel ilke olarak öngörmekte, örgüt içi demokrasinin gizlilik koşulları dikkate alınarak uygulanmasını doğru bulmaktadır.
Türkiye'deki yönetimi faşist diktatörlük olarak tanımlayan TDKP bu nedenle partinin yasa dışı temele sahip yasal bir örgüt olarak inşa edemeyeceğini düşünür. Parti örgütünün tamamen yasa dışı olması ve yasa dışı örgütlerin organik bir toplamı olmasını temel alınmıştır.
TDKP, tüzüğünde "komünizm okulu" olarak tanımlanan, gençlik içinde TDKP çizgisi doğrultusunda faaliyet yürüten Türkiye Genç Komünistler Birliği (TGKB) adlı bir komsomol örgütlenmesine sahiptir. TGKB örgütsel olarak bağımsız hareket eden, ancak siyasal ve ideolojik olarak TDKP'ye bağlı bir gençlik örgütlenmesidir. TGKB süreç içerisinde feshedilmiştir.
TDKP daha çok dar kadroları tutarak, geniş bir kitlesini yasal örgütlenmeye yönlendirmiştir. EMEP kadrolarının çoğu eski TDKP taraftarlarından oluşmaktadır.
TDKP yöneltilen eleştiriler karşısında Josef Stalin'i savunmakta, Nikita Kruşçev, Leonid Brejnev, Josip Broz Tito, Mihail Gorbaçov gibi isimleri revizyonist olarak tanımlamaktadır. THKO'dan TDKP'ye geçiş sürecinde teorik olarak Marksizm-Leninizm'e sadık kalmış, örgütlenmesini ve kadro politikasını bu şekilde oluşturmuştur. Bir dönem Mao Zedung düşüncelerinin etkisinde kalmış, Çin-Arnavutluk ayrılaşmasında Arnavutluk Emek Partisi'nin başını çektiği blokla birlikte hareket etmiştir. TDKP, Marksizm temel ilkelerini savunduğunu iddia ederek "çoğulcu", "demokratik", "insancıl" sosyalizm gibi adlarla ortaya çıkan marksizmi revize etmeye yönelik tüm akımları revizyonist olarak nitelemiş, modern revizyonizme karşı mücadele etmiştir. TDKP görüşlerini, eskiden broşür gibi süresiz yayınların yanı sıra periyodik çıkan Merkez Yayın Organı "Devrimin Sesi" ve "Yoldaş" gibi yayınlarla yansıtmıştır.
Patagonya
Patagonya, Şili ve Arjantin'in güneyindeki bölgedir. Ar |
jantin'deki Rio Colorado ile Şili'deki Bio Bio nehirlerinin güneyi ile Magellan Boğazının kuzeyi arasında kalır. Magellan Boğazının güneyindeki Ateş Toprakları da Patagonya'ya dahil edilebilir.
Rivayete göre Ferdinand Magellan, ismini verdiği Magellan Boğazından geçerken bu topraklarda gördüğü guanako postlarına bürünmüş ve yüzleri boyalı yerlileri bir İspanyol öyküsündeki Patagon adlı bir canavara benzeterek bölgeye bu adı vermiştir.
Patagonya çok az yerleşim olan bir bölgedir. Yerleşim ortama 2 kişi/km² dir. Bu sayı hatta Arjantin'in Santa Cruz eyaletinde 1 kişinin altına düşer.
Düz alanlarında, Pampas denilen bu yöreye özgü otluk steplerin hakimiyeti vardır. Arjantin tarafı And Dağları'nın engel teşkil etmesinden dolayı Şili tarafından daha kurak bir iklime sahiptir . Şili kesimi ise Valdivia Yağmur Ormanlarının etkisiyle oldukça yağmur çeker. Genel karakter olarak çok güçlü rüzgarlar eser. Kutuplardan sonraki yeryüzünün en büyük buzul alanları Şili kısmındadır.
Güneyinde yarı Antarktika ikliminin hüküm sürdüğü Ateş Toprakları ("Tierra del Fuego") bulunur. Bölgenin karakteristik hayvanları guanako, bir tür deve kuşu olan nandu ve kondor sayılabilir. Ayrıca çok sayıda deniz kuşuna ve flamingoya ev sahipliği yapar.
Özellikle görülmeye değer yerleri Şili tarafındaki Torres del Paine milli parkı ile Arjantin tarafındaki Perito Moreno Buzulu'dur.
Turizm, özellikle Şili için son yıllarda ana gelir kaynağı olmuştur. 2003 yılında 80.000 turistten fazlasını tek başına Torres del Paine Milli Park'ı çekmiştir. Patagonya yoğunlukla Kasım-Şubat ayları olan yaz aylarında turist çeker.
Diğer bir ekonomik kaynaksa Arjantin tarafındaki koyun yetiştirmedir. Özellikle 1930 ile 1970 yılları arasında, yün üretimde patlama olmuş akabinde fiyatların düşmesiyle birçok köylü, çiftliklerini elden çıkarmak zorunda kalmışlardır. Zamanla birçok uluslararası moda şirketi bu çiftlikleri ele geçirererek, yenilemişlerdir. Fiyatlar o günkü 0.75 e/kg seviyesindeyken bugün yine 5.75 e/kg'a yükselmiştir.
Hayriye Ünal
Hayriye Ünal 1973’te, Afyon’da doğdu; aslen Fethiye’li. İlk, orta ve liseyi Ankara`da okudu. ODTÜ Matematik Bölümü (1997) bitirdi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsünde yüksek lisans yaptı (2005). Matematik öğretmeni, radyo programcısı, redaktör olarak çalıştı. 1980 Eylül’ünden beri, Ankara’da yaşıyor.
Edebiyat hayatına, 1997’de Hece dergisinde yayımlanan çeviri yazılarla başladı. Şiir, yazı çevirileri Dergâh, Atlılar, Hece, İpek Dili, Kaşgar, Kökler, Edebiyat ve Eleştiri, Son Duvar, Kırklar, Yasakmeyve’de yer aldı. Yazı çalışmalarını, özellikle Modern Türk Şiiri üzerine yoğunlaştırdı. Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Cahit Zarifoğlu gibi modern Türk şiirinin önemli temsilcileri ile ilgili incelemeler yaptı. Bunun yanı sıra, hem roman ve hikâye türüne dair hem de yeni hikâyeciler üzerine incelemeler yazdı. Şiirlerini, Saçları Vardır Aşkın (2000), Âdemin Kızlarından Biri (2003), Sert Geçecek Bu Kış (2006) Gerekli Açıklama (2010) adlı kitaplarda topladı. Dergilerde yer almış yazılarından şiir niteliğinde olanlarını Eşikteki Özgürlük (2011) başlıklı kitapta topladı.
Kuşak güreşleri
Türk, Moğol ve Japon halklarının tarihin derinliklerinden gelen sporları. Bele bir kuşak sarılır ve sporcular birbirlerinin sadece kuşaklarından tutarak hasmının sırtını yere getirmesi amacına dayanır. Bu spor bugün hala Orta Asya'da, Türkiye'de (Tatarların tepreş şenliklerinde görülebilir) ve Japonlarda Sumo Güreşi olarak yaşatılmaktadır.Kırım lehçesinde "küreş " denilen bu güreşler ülkemizde hıdırellez,tepreş denilen eğlencelerde ve düğünlerde gelin geldikten sonra Kırım Türklerinin gelenekleri olarak yapılmaktadır. Davul zuma eşliğinde yapılan bu güreşleri bayanlar da seyredebilmektedirler(20).
Kuşak güreşinin kendisine has özellikleri ve uyulması gereken kaideleri vardır. Bunlar şöyledir: güreşilecek yer çim veya biraz yumuşak toprak olmalıdır. Güreşçiler yaş ve ağırlık göz önünde tutularak üç boya ayrılır. Pehlivanlar soyunmazlar; yalnız ceketlerini ve ayakkabılarını çıkarırlar. İki metre uzunluğunda yünden dokuma kuşak hazır bulundurulur. Güreşin usul ve kaidelerini bilen tecrübeli ve tanınmış pehlivanlardan bir başhakem ve iki yardımcı hakem seçilir. Güreşilecek meydana hakemlerden başka kimse giremez. Güreşe başlamadan önce. Başhakem güreşin usul ve kaidelerini güreşçilere hatırlatır. Önce üçüncü boydan genç güreşçiler güreşirler. Adlan söylenilerek çağrılan iki güreşçi meydana çıkarlar, birbirlerine yakın girerler ve elleşirler. Bel bağlaşırlar (birbirlerinin bellerini ellerindeki kuşaklarla iyice bağlarlar).
Güreşçiler birbirinin bellerindeki kuşaklardan(sağ el ile yan taraftan ve sol el ile biraz arkadan) tutarlar.Güreş başladıktan sonra, "koşbel almak" yani iki eli kavuşturarak rakibini sarmak ve sımsıkı tutmak yasaktır. Yine bu güreşte ayaktan tutmak da kafiyen yasaktır. Kurallara uymayan güreşçi hakem tarafından ihtar alır ve ikinci ihtarda güreşmek hakkını kaybeder. Güreşçinin "koyan koltuk" almaya, yani iki elini de rakibinin arkasına çıkarak ve kuşaktan tutarak güreşmeye hakkı vardır. Güreşçi içeriden "ırgak aldığı" (rakibinin bir ayağını iç taraftan ayağıyla iliştirdiği) vakit, bir eliyle rakibinin boynundan tutarak güreşebilir. Yıkılan güreşçinin "salka düşmesi" yani omuzunun da yere değmesi şarttır. Güreşçi rakibini sayı ile de yenebilir. Baş ve yardımcı hakemler dikkatle takip ederler ve güreşçilerden hangisinin daha hareketli daha iyi güreştiğini, hangisinin usul ve kaidelere ha çok riayet ettiğini gözde tutarak, ona göre sayı verirler. Üçüncü boy için güreşme müddeti on beş dakika,ikinci boy için yirmi, birinci boy için de yirmi beş dakikadır. Belirtilen süre içerisinde, "salka düşme " olmadığı veya sayı ile yeniş de olmadığı takdirde güreş 10 dakika uzatılır. Bu süre içerisinde daha aktif olan, güreşi galip bitirir.
Başpehlivanlık güreşi; Birinci boydan itibaren rakibini yenerek galip ilân edilen pehlivanlar, başpehlivanlık rçin güreşirler. Rakip veya rakiplerini yenerek, yenilmeyen güreşçi başpehlivan ilân edilir. Ayrıca, başpehlivanlık ilcin tahsis edilen ödül kendisine verilir.78 Bu ödül; koç, l koyun, kuzu, dana gibi hayvanlar olduğu gibi, ayrıca güreş alanının kenarına "cülde " denilen büyük bir sırık dikilir. Bunun üzerine galip gelen güreşçilere verilmek üzere mendil, peşkir, havlu, çevre, gömlek, tokuz gibi birçok hediyelik eşya bağlanır. Baş pehlivana "Tokuz", "Koç" gibi en büyük hediye verilir.
Kuşak güreşinde uygulanan bazı oyunların adları şunlardır:
· Pervane (Çabalakka almak)
· Yanbaş (Çanbaş)
· İç çelme (Çenge,içten ırgak)
· Dış çelme (Çenge,Dıştan ırgak)
· Tırpan (Ayağa kakma,Topşayak,Şaltayak)
· Ayı sarması (Ayı urgak)
· Tavşan koltuğu(Koyan koltuk)
· Dize alma (Tizge alma).
Bugün Türkmenistan'da kuşak güreşi millî spor olarak yapılmaktadır. Anadolu'ya kuşak güreşini getiren Kırım Türkleri, bu güreşi Türkmenistan taraflarından Kırım'a göç ederlerken getirmişler ve yaşatmışlardı.
M.Ö. 2500'lü yıllara ait Mezopotamya'da 10 cm büyüklüğünde, bir çift kuşak/kemer güreşçisi heykeli bulunmuştur. Bu heykelde, kuşak/kemer güreşçilerinin kafalarının üstündeki vazo şeklinin güreşle ilgisi yoktur. Belki de Sümerli kadınlar cilt bakımı için bir vazo kullanmış olabilirler. Bundan esinlenerek belki güreşçilerin müsabaka sonrası cilt bakımı yaptıkları düşünülebilir. Bu güreşte güreşçiler bellerinde birer kuşak/kemer takıp, bu kuşaklardan birbirlerini yenmek için mücadele etmektedirler. Aynı zamanda bu heykelde temsil edilenler normal bir güreşçi olmayıp, uluslararası kahraman olmalıdır. M.Ö. 2900 yıllarındaki Destan'da olduğu gibi. Bu güreş, Gılgamış ile Enkidu arasında geçmektedir. Yalnız bu güreşçilerin tutuşundan da anlaşıldığı gibi tecrübeli güreşçi olmalıdır.
Kuşak güreşi bugün Kore'de "Şirim" "Ssileum" "Ssirım" ismiyle yapılmaktadır. Kore'nin tarihinde üç krallıktan biri olan Kogurya Dönemi'nde (M.6.37-M.5.668) ülke büyümüş ve gelişmiştir. Savaşçı bir millet olan Koreliler, bu dönemde Mançur-ya'ya kadar ilerliyorlar ve Türk kavimleri ile temasta olabileceğini tarihçiler söylemektedirler. Kogurya Dönemi'nde ülkenin gelişmesi için beden eğitimi çalışmaları önemsenmiş ve beden eğitiminin temeli olarak da "Şirim" güreşi kabul edilerek sistem-leştirilmiştir. Ve "Şirim" oldukça gelişmiştir. Jilin Bölge-si'nde M.S. 197-226 yıllan arasında yaşamış bir kralın mezarında "Şirim'e" ait duvar resimleri bulunmuştur(20).
Millî adet ve ananelerimizin biri olan bu kuşak güreşi, günümüzde Eskişehir Kırım Folklor Derneği'nin çabalarıyla, son on üç yıldan beri düzenli olarak her yıl Haziran'ın ilk haftası "Tepreş'"de yapılmaktadır
Kaynak:
GÜVEN, Özbay, Türklerde Spor Kültürü, Geliştirilmiş İkinci Baskı, Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, Türk Kültüründen Görüntüler Dizisi: 44, Ankara, 1999, s. I... XVI+374. ISBN 975-16-1216-0 (Telif hakkı kanunlarına göre yazarından izin alınmalıdır).
Rabisu
Rabisu ("serseri, avare"), Akad mitolojisinde vampirimsi bir ruh veya cin. İnanışa göre Rabisu karanlık köşelerde veya evlerin girişinde saklanır, insanlara saldırmak için pusuda bekler. Saf deniz tuzunun onları uzak tutacağına inanılırdı. Cehennemde, Anguiş Çölü'nde yaşadıklarına, buraya yeni gelen ruhlara saldırdıkları düşünülürdü.
Tuğrul Akyüz
Esat Tuğrul Akyüz, (Doğumu 5 Mayıs 1969 - İstanbul) Vega grubunun gitaristidir. Grubun solisti Deniz Özbey ile evlidir. Asıl mesleği mühendisliktir. Klasik gitar ve klavye çalan Akyüz'ün elektronik müzik denemeleri de vardır.
Siris (tanrıça)
Siris, Mezopotamya mitolojisinde biradan sorumlu tanrıça. Genellikle bir cin veya ruh olarak tasavvur edilse ve algılansa da, aslında tam olarak şeytani veya kötü değildir. Ayrıca bir kuş tanrıça olarak da tasvir edilmiştir.
Gölge Fanzin
Gölge Fanzin, İstanbul’da fotokopi yoluyla çoğaltılan fanatik magazindir. Eylül 2003 tarihinden beri turuncu renkli, A5 (148.5x210mm) boyutunda, 20-189 sayfa olarak ortalama 3 ayda bir yayımlanmaktadır.
7. sayısından itibaren, mizanpajı değişmiş ve sana |
l ortamdan yayınlanmaya başlamıştır. Dolayısıyla bir E-dergiye dönüşmüştür.
Gölge Fanzin, içeriği tamamen fotoğrafa yönelik, dünyada ve Türkiye’deki ilk fanzin özelliğini taşımaktadır.
Bu içerik; Fotoğrafla ilgili deneme, röportaj, çeviri, sergi ve albüm eleştirisi, çeşitli alıntı ve karikatürlerden oluşmaktadır.
Ücretsizdir.
Gölge Fanzin, Türk Fotoğrafına ürettikleri fotoğrafik proje ve fikirlerle katkıda bulunmak isteyen herkese açık olan liberal esaslı bir E-dergidir.
Sloganı: ""Işığın Olduğu Her Yerde Gölge de Vardır.""
Dodge
Dodge, Amerika Birleşik Devletleri kökenli otomotiv markası. Horace Dodge ve John Dodge kardeşler tarafından kurulan firma ilk kurulduğunda Ford Model T için parça üretmiştir. Otomobil üretimine başladıktan sonra 1914'ten 1927'ye kadar "Dodge Brothers Motor Vehicle Company" ismini kullanmıştır. 1928'de Chrysler A.Ş. tarafından satın alınmıştır. Şirket 1970'li yıllarda aile otomobilleri, 1980'li yıllarda ise küçük hacimli ve önden çekişli otomobil üretimine başlamıştır. 1990'lı yıllarda ürün gamına pikap ve ligt-truck modellerini de katmıştır. Chrysler ile birlikte 2002`de DaimlerChrysler Otomotiv Grubu`na katılmıştır. Ancak 2007 yılında DaimlerChrysler Grubunun dağılması sonucu, bağlı bulunduğu ana firma Chrysler Grubunu Cerberus adlı yatırım firması tarafından satın alınmıştır.
Umut Gökçen
Umut Gökçen, Kurban adlı Türk müzik grubunun eski gitaristidir. Eğitim görmek üzere ABD'ye gitmesi ile yerine Özgür Kankaynar geçmiştir. Elektronik müzikle ilgilenmektedir.
Burn müzik yarışmasında birinci olarak finale yükselmiştir.
Infiniti
Infiniti, Nissan Motors`a bağlı ABD, Kanada, Orta Doğu, Güney Kore ve Tayvan pazarlarında satışa sunulan lüks otomobil markasıdır. Şirket yakın zaman içerisinde global bir marka olma yolunda ilerlemek amacıyla ürünlerini Avrupa'da da satışa sunmak için çalışmalar yapmaktadır.2010'dan beri bu marka Avustralya,Brezilya ve Singapur gibi ülkelere de açılmıştır.
Nissan Türkiye, bir dönem Infiniti markasının I30 ve QX4 modellerini Türkiye'ye resmi olarak ithal edip satışa sunmuştur.
Isuzu
Isuzu Motors Limited, Japon otomobil firması. Merkezi Tokyo'da bulunmaktadır. Dünyanın en büyük otomotiv firmalarından biridir.Öncesinde otomobil de üretmekteydi.1937'de kurulmuştur.
Modelleri
Lincoln (otomobil)
Lincoln ABD de Ford Motor Company tarafından lüks sınıftaki tüketici talebine yönelik üretilmekte olan bir markadır. Kısaca Lincoln - Mercury division adıyla birlikte anılır. Pazardaki en büyük rakibi ise GM'nin Cadillac markasıdır. Üretiminin %98'ini Kuzey Amerika'ya ve geri kalanını dünya'ya pazarlamaktadır.
Firma, ilkleri otomobillerinde kullanmasıyla öncüdür. Örnek; ilk standard çift hava yastığı - 1990 Lincoln Town Car. Hıza duyarlı direksiyon hidrolik kontrolü, AirRide hıza duyarlı yükseklik kontrollü sürüş - 1988 Lincoln Continental. HID ön farlar, 2006 Lincoln Navigator. SYNC - Microsoft destekli acil durum ve sürüş yardımlı, sesli komut sistemli araç müzik sistemi.
Hayatımı Yaşarken
Hayatımı Yaşarken, özgün ismiyle "Living My Life", Emma Goldman'ın kaleme aldığı otobiyografisidir. İki cilt halinde 1931 ile 1934'te yayımlanmıştır. (Türkçesi: iki cilt, Emine Özkaya-Beril Eyüboğlu, 1997, Metis-Kaos ortak yayını).
Goldman eseri sürgündeyken, 3 yılda yazmıştır. Eserde yazar kişisel ve politik yaşamını, kendi üslubu ve hayata dair düşünceleriyle harmanlayarak sunmaktadır. Özellikle dönemin anarşist grup ve düşünceleri ve yazarın hayatı ile kişiliği açısından önemli bir eser olarak tanındığı gibi, 1917 sonrası Bolşevik yönetimin işçi sınıfına karşı işlediği suçlara ilişkin önemli bir tanıklık ve Sovyetler Birliği'nin ilk devrimci eleştirisi olarak kabul edilir.
Dekonjestan
Dekonjestan, burun tıkanıklıklarını gidermek için kullanılan geniş bir ilaç sınıfıdır. Birçok farklı ilacı içeren bu sınıf ilaçlar genellikle, nazal yollardaki sümükdokulardaki (mukoza zar) şişlikleri azaltarak çalışırlar. Bu ajanlar genellikle burundan veya ağızdan (oral) verilerek kullanılırlar. Oral dekonjestanlara örnek olarak psilistin ve fenilefrin verilebilir.
Burun ve hava pasajlarında bulunan dokudaki kan damarlarının şişmesi ile burun, sinüs ve göğüste oluşan tıkanıklığa "konjesyon" denir. Buradaki dokularda çok geniş kan kapasitesine sahip olan damarlar vardır. Daha önce bahsedildiği gibi "histamin" buradaki damarları uyararak genişlemelerine sebep olur.
Dekonjestanlar ise kan damarlarının büzülmesine yol açarak hava pasajlarını yeniden açarlar.
Dekonjestan ilaçların yan etkisi, kişide "sinirlilik hâli" yaratmalarıdır. Uykuya dalmada zorluk yapabilirler, kan basıncı ile nabız sayısını yükseltebilirler. Yüksek tansiyonu, kalp ritim (nabız) bozukluğu ve kalp rahatsızlığı olan kişilerde dekonjestanlar kullanılmamalıdırlar. Göz tansiyonu olan kişilerde de kullanılmamalıdırlar. Dekonjestan alan bazı hastalarda idrar yapmada zorluk olabilir. Hatta, zayıflamak için kullanılan ilaçların içerisinde dekonjestan maddeler de bulunabilir. Etkileri üst üste eklenmesin diye diyet ilacı kullananlarda dekonjestanlar veya dekonjestan kullananlarda diyet ilaçları beraber kullanılmamalıdırlar.
Fundación Pies Descalzos
Fundación Pies Descalzos, Kolombiya'da faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütüdür.
İsminin Türkçe karşılığı ""çıplak ayaklar"" olan Pies Descalzos, 2001 yılında ünlü müzisyen Shakira (Shakira Mebarak Ripoll) tarafından kuruldu. Örgütün amacı, Kolombiya'daki iç çatışmalar sonucu sürgün yaşamış çocukların eğitim ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak ve hayat standartlarını yükseltmektir.
Pies Descalzos Shakira'nın, tüm dünyadan gönüllülerin ve uluslararası şirketlerin desteğiyle Kolombiyalı çocuklar için çeşitli yardım programları düzenledi ve ülke genelinde yardıma ihtiyaç duyulan bölgelerde şimdiye kadar beş okul açtı; altıncı okul için yürütülen kampanya halen devam etmektedir.
Abotsi
Abotsi (Gürcüce აბოცი "Abotsi" ya da აშოცი "Aşotsi"), Gürcistan’ın tarihteki coğrafik bölgelerden biridir. Aşağı Kartli'nin batı ucunda yer almıştır. Gürcü geleneksel tarihi Abotsi’yi eski çağlardan beri "Kartli Krallığı'nın" bir parçası sayar.
M.Ö. II. yüzyılda güçlenen Ermenistan Krallığı, Kartli Krallığının başka bölgeleriyle birlikte Abotsi’yi de ele geçirdi. IV. yüzyılda Kartli kralı Miriani'nin (მირიანი) oğlu Bakar (ბაქარ) Abotsi’yi Ermenilerden geri aldı. Ama Ermeniler kısa süre sonra bölgeyi yeniden ele geçirdiler. Abotsi, ancak VII. yüzyıldan sonra Gürcistan topraklarına katıldı. VIII. yüzyılın ortalarında bu bölge, Trialeti (თრიალეთი ) ve Taşiri (ტაშირი ) iliyle birlikte "Aşağı Kartli Pitiahşiliği"'ne ("pitiahşi":kralın yönetim işlerindeki yardımcısı) bağlıydı.
IX. yüzyılda Bagratlılar hanedanından Guaram Mampali, Abotsi’yi karısının kardeşi olan Ermeni Pakraduni Hanedanlığından I. Aşot'a bıraktı. Bu tarihten sonra Abotsi, Taşir-Dzorageti (Ermenice Տաշիր-Ձորագետի, Gürcüce ტაშირ-ძორაგეტი) Ermeni Krallığı sınırları içinde kaldı. XII. yüzyılda "Kurucu Davit", diğer bölgelerle birlikte Abotsi’yi Gürcistan sınırlarına kattı. Aşağı Kartli’nin diğer bölgeleri Kura Havzası’nda bulunmasına karşın, Abotsi Aras Havzası’nda yer alıyordu. Bu bölge dağlarla çevriliydi. Türkmen kabilelerinin güçlendiği dönemde Abotsi’nin adı Kaykul (ყაიყული ) olarak değişti. Kaykul’un doğu sınırında Taşiri ve Bambaki (ბამბაკი) vardı. Kuzeyinde ise Çıldır eyaleti yer alıyordu. Batısında ise Kars eyaleti bulunuyordu. Güneyde "Erivan Hanlığı" sınır oluşturuyordu.
1801’de "Kartli-Kaheti" 'de Rus yönetimin kurulmasından sonra "Kaykul", Gürcistan valiliğinin Lore (ლორე ) ilçesine bağlandı. 1849’da Erivan valiliği kurulunca, Kaykul’u bu valiliğin sınırlarına kattılar. Abotsi, bugün Ermenistan sınırları içinde yer almaktadır.
Lazika
Lazika ya da Egrissi (Lazca: Lazik'a, Gürcüce: Egrisi, Yunanca: Lazikē, Farsça: Lazistan, Latince: Lazika) Karadeniz’in güneydoğu kıyısında tarihsel bölge. Latince'de 'Lazika'; "Lazların ülkesi" anlamına gelmektedir. Aynı dönem devleti Perslerin resmi literatüründe ise "Lazistan" olarak yer almıştır. Bugün Türkiye ile Gürcistan sınırları içinde yer alır. Bu bölgeden “Lazika” adıyla ilk kez 7. yüzyılda yazarı bilinmeyen, Ermenice "Coğrafya” adlı kitapta bahsedilmiştir.
MS 1. yüzyıldan itibaren Kolhisliler yerine "Laz" veya "Megrel" olarak anılan Megrel - Lazlar, önce Polemon egemenliğine daha sonra da Roma İmparatorluğu'na karşı bağımsızlık savaşı başlatmışlardır. 69-79 yıllarında Laz bir amiral olan Anicetus, halkını Romalılara karşı ayaklandırmıştır. Stratejik bir bölge olan Lazika’yı bırakmak istemeyen Romalılar, Lazların özgürlük mücadelesi karşısında Lazika’yı terk etmek zorunda kaldılar. Lazika giderek güçlendi ve bugün Batı Gürcistan olarak bilinen bölgede hakim oldu.
Lazika’nın güçlenmesi, Laz akınlarının Çoruh’u aşarak Güneydoğu Karadeniz Bölgesi'ne de yönelmesi ve Lazların bu bölgeye kitlesel göçleri, Roma vasalı 2. Polemon'u tedirgin etti. Krallığını Lazlardan koruyabilmek amacıyla hükümetini Romalılara teslim etti. Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti hâline gelmiş, bu eyalete de "Pontus Polemonyakos" adı verilmiştir. Trabzon'un doğusundan Çoruh yatağına kadar olan bölge Lazların eskiden beri yoğun olarak yaşadığı bir bölge olmasına rağmen, Lazika Krallığı'nın yönetimi dışında kalmıştır.
2. yüzyıldan itibaren, Lazika Krallığı güçlenmiş, 4. yüzyılda yönetim alanını Trabzon’a kadar genişletemediyse de etki alanı içine almıştır. 395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması, Lazika Krallığı’nın güçlenip genişlemesine imkân sağlamış, bugün Batı Gürcistan olarak bilinen Phasis’i iktisâdî, siyâsî ve askerî açılardan birleştirmiştir. Lazika Krallığı, bir Bizans vasalı olmasına rağmen, kendisine bağlı vasalları da vardı.
Lazika’nın, Rioni havzasının güney kesimi 5. ve 6. yüzyıllarda Bizans-Pers savaşları nedeniyle Laz-Megrel nüfusunun tamamına yakınını yitirmiştir. Bu yüzden Arap istilalarından etkilenen Gürcüler Doğu Gürcistan’dan kitlesel olarak göç ederek süreç içinde bu bölgeye yerleşmişlerdir. Böylece günümüzde Müslüm |
anları Laz, Hıristiyanları Megrel olarak adlandırılan Laz-Megreller arasında, Gürcülerden oluşan ve Guria / Acara olarak bilinen tampon bölge oluşmuştur.
8. yüzyıla gelindiğinde, Lazika Krallığı yerini; nüfusunu Abhazlar, Svanlar, Megrel-Lazlar ve bölgeye Kartli'den göç eden Gürcülerin oluşturduğu Abhazya Krallığı'na bırakmıştır. 780'lerde Abhazya Krallığı'nın sınırları kuzeybatıda Nikopsia (Tuapse), güneyde ise Çoruh yatağına kadar uzanıyordu.
Bizanslı yazarlar Batı Gürcistan’a “Lazika Krallığı” diyorlardı. Bizanslı şair ve tarihçi Agathias (6. yüzyıl) Lazika’daki Telepis Kalesi'nden söz eder. Samtredia ilçesinde Tolebi köyündeki yıkıntıların bu kalenin kalıntıları olduğu sanılır. Kilden kap kacak ticareti yeri Kitropolia burada bulunuyormuş. 6. yüzyılın ikinci yarısında Lazika’da kale kenti ve piskoposluk merkezi Petra (Çürüksu "(Kobuleti)") ilçesindeki bugünkü Tsihisz'iri köyü) kurulmuştur.
Lazikanın bilinen hükümdarları:
Basiani
Basiani, Türkiye'nin doğu kesiminde, Aras Irmağı’nın kaynaklandığı yörede bölgeye verilen ad.
Basiani adının, eski Yunan tarihçi Ksenophon’un (MÖ 5-4. yüzyıl) yapıtında söz ettiği Kolha boylarından Pasianilerle ilişkili olduğunu sanılır. Ermeni krallığının kurulması ve sınırlarının genişlemesinin (MÖ 2. yüzyıl) ardından Baisani bu krallığın sınırları içinde kaldı. Daha sonraki tarihlerde Ararat krallığının eyaletlerindin biriydi.
387 yılında Roma ve Persler arasındaki siyasal mücadelenin ardından İran sınırları içinde yer aldı. 7-8. yüzyıllarda ise Arap halifeliğinin yönetimi altında bulundu. Arapların zayıflaması ve Kartveli krallıkları ile prensliklerinin güçlenmesin ardından, Bizans ile Kartveli (Gürcü)krallığı arasında el değiştirdi. Kısa süre sonra Basiani Kartveli krallığını denetimi altına girdi.
10. yüzyılın ilk yarısında Aras Irmağı Bizans ile Kartveli krallığı arasında sınır olunca, Basiani’nin kuzey kesimi Kartveli Bagratlıların yönetiminde kaldı. 1001 yılında Davit Kurapalati’nin haleflerinin Bizans’a karşı verdikleri mücadelenin ardından Tao’nun güney kesimi ve Basiani’nin tamamı Bizans’ın eline geçti. Kartveliler önce Bizans’tan, sonra Selçuklulardan geri almak için uzun süre mücadele ettiler.
Basiani 12. yüzyılda yeniden Gürcistan sınırlarına katıldı. Kartveli ordusu 1203 yılında Basiani savaşında Anadolu Selçuklularını yenilgiye uğrattı. Basiani, 1545 yılında Osmanlıların eline geçti ve Erzurum eyaletine bağlı bir sancak oldu.
Erzurum ilinin Pasinler ilçesinin adı bu addan gelmektedir.
Sığırcıkgiller
Sığırcık, sığırcıkgiller (Sturnidae) familyasını oluşturan kuş türlerine verilen ad.
Sığırcıklar doğal olarak sadece Eski Dünya'da bulunur, bazı türleri doğu Avustralya'ya götürülmüştür. Birkaç türü bu yerlere adapte olmuştur. Sürü halinde gezinirler. Açık alanları tercih ederler ve böcek ve tohum yerler. Bu kuşların tüyleri koyu ve parlak renklidir. En çok oyuklarda yuva yaparlar. Yumurtaları mavi veya beyazdır.
Unspoken (Pentagram albümü)
Unspoken, Pentagram'ın 2001 yılında yayımlanan stüdyo albümüdür.
Bu albüm Pentagram grubunun yurtdışında "Mezarkabul" ismini kullandığı tek albümdür. Bu albümden sonra yurtdışında yayımlanan albüm olmadığı için grubun "Mezarkabul" isminin geçtiği tek Pentagram albümü olmuştur.
Belirtilenler dışında tüm şarkılar Pentagram tarafından yazılıp bestelendi.
Pentagram:
Popçular Dışarı
Popçular Dışarı, Pentagram'ın 4. albümüdür. 1997 yılında İstanbul Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda verdikleri konserin kayıtlarıdır. Bu konser, ayrıca VHS formatında da piyasaya sürülmüştür.
Konserin hemen başında duyulan "Popçular dışarı" tezahüratı albüme adını vermiştir. Omen II filminin müziği ile açılan konser, Anatolia albümündeki "Behind the Veil" şarkısının introsu olarak düzenlenen "Before the Veil" ile devam etti. Bu şarkıyı ney sanatçısı İlhan Barutçu çaldı. Barutçu, sadece bu albümde yer alan 999 şarkısını da konserde çaldı.
Çoğunlukla Anatolia albümünden şarkıların yer aldığı bu albümde Pentagram ve Trail Blazer'dan da şarkılar yorumlandı. Ayrıca Slayer'ın Black Magic yorumu da bu albümde yer aldı. Black Magic ve Rotten Dogs şarkılarında vokalleri gitarist Hakan Utangaç üstlenmiştir.
Albüm kaset, CD ve VHS formatında piyasaya sürüldü. Ayrıca Türkiye'de ender rastlanan box-set'lerden biri bu albüm için tasarlandı. Bu box-sette bu formatlar dışında, t-shirt, çıkartma, kolye, backstage pass ve kartpostal gibi ürünler de yer aldı. Albüm 2008'de CD olarak tekrar basıldı.
Belirtilenler dışında tüm şarkılar Pentagram tarafından yazılıp bestelendi.
Lisa Simpson
Lisa Marie Simpson, Amerikan animasyon televizyon dizisi "Simpsonlar"da yer alan kurgusal bir karakterdir. Simpson ailesinin ortanca çocuğu ve en büyük kızıdır. Seslendirmesi Yeardley Smith tarafından yapılmaktadır ve ilk kez 19 Nisan 1987 tarihinde "The Tracey Ullman Show" kısası "Good Night"ta göründü. Lisa, James L. Brooks'un ofisinin lobisinde beklemekte olan karikatürist Matt Groening tarafından yaratıldı ve tasarlandı. Groening, kendi çalışması "Life in Hell"e dayanan kısa bir animasyon dizisinin sunumu için çağırılmıştı fakat bunun yerine bir dizi yeni karakter oluşturmaya karar verdi. Karaktere kız kardeşi Lisa Groening'in adını verdi. "The Tracey Ullman Show"da üç sezon yayınlandıktan sonra, Simpson ailesi 17 Aralık 1989 tarihinde Fox'ta yayınlanmaya başlanan kendi şovuna sahip oldu.
Sekiz yaşında olan Lisa, Simpson ailesinin orta çocuğu ve Homer ile Marge'ın en büyük kızı, Bart'ın kız kardeşi ve Maggie'nin ablasıdır. Lisa, oldukça zeki biridir ve saksafon çalmaktadır. Yedinci sezondan beri bir vejetaryan, on üçüncü sezondan beri bir budistdir ve bir dizi farklı şeyi desteklemektedir. "Simpsonlar"la ilgili video oyunlarında, ""nde, The Simpsons Ride'da, reklamlarda ve çizgi romanlarda yer aldı ve geniş bir ticarî alana ilham verdi.
Bart'a dublaj yapmakta olan Nancy Cartwright esasen Lisa için seçmelere katılırken, Lisa'ya dublaj yapmakta olan Yeardly Smith ise Bart için seçmelere katıldı. Cartwright, Lisa karakterini o an ilginç bulmadı dolayısı ile Bart rolü için yapılan seçmelere katıldı. Smith'in sesi ise bir erkek çocuğu için çok tiz bulundu ve Smith'e Lisa rolü verildi. Animatörlerin çoğu, nadir sivri uçlu saç tarzından dolayı Lisa'yı çizilmesi en zor karakter saymaktadır. "The Tracey Ullman Show" kısalarında, Lisa, daha çok "dişi Bart" idi ve yaramazlıkta onun gibiydi fakat dizinin gelişmesiyle, Lisa daha çok duygusal ve entelektüel biri haline geldi.
Lisa, uzun süredir dizilerde devam etmekte olan karakterlerden biridir. "TV Guide" Bart ile birlikte Lisa'yı "Tüm Zamanların En İyi 50 Karakteri" listesinde 11. sıraya koydu. Yeardley Smith, Lisa performansıyla 1992 yılında bir Primetime Emmy Ödülü kazandı. Lisa'nın çevreciliği, olumlu karşılandı; merkezinde olduğu birçok bölüm Genesis ve Environmental Media Ödülü yanı sıra 2001'de "Board of Directors Ongoing Commitment Ödülü" kazandı. PETA, karakteri "Tüm Zamanların En Hayvan Dostu TV Karakteri" listesine ekledi. 2000 yılında, Lisa, tüm Simpson ailesi ile birlikte Hollywood Bulvarı'nda bir yıldız ile ödüllendirildi.
"Simpsonlar", karakterlerinin bir yaşı olmadığı ve her daim şimdiki yılda olduğunu farz eden yerleşik bir zaman çizgisi kullanmaktadır. Birçok bölümde olaylar, ardışık bölümlerde çelişmesine rağmen spesifik zaman periyotlarına bağlanmaktadır. Lisa'nın doğum yılı, "Lisa's First Word" (dördüncü sezon, 1992) bölümünde Yaz Olimpiyatları sırasında yani 1984 olarak açıklandı. "That 90's Show" (19. sezon, 2008) bölümü, yayınlanmış geri öykülerin çoğu ile çelişmektedir; örneğin, bölümde Homer ile Marge, 1990'ların başında çocuksuz olarak gösterilmektedir. Lisa, sekiz yaşındadır.
Lisa, büyük bir müzik hayranıdır, bunun en iyi kanıtı, saksafon yeteneği ve bir arkadaş ile idol gözüyle baktığı müzisyen Bleeding Gums Murphy ile olan ilişkisidir. "Moaning Lisa" (birinci sezon, 1990) bölümünde Murphy, Lisa'yı depresyondan çıkarabilen tek kişiydi ve "Round Springfield" (altıncı sezon, 1995) bölümünde Murphy'nin ölümüyle Lisa derinden üzülür. Lisa'nın birçok erkek arkadaşı oldu; "I Love Lisa", (dördüncü sezon, 1993) bölümünde Ralph Wiggum, "Lisa's Date with Density" (sekizinci sezon, 1996) bölümünde Nelson Muntz ve ""nde (2007) Collin Lisa ile ilişkisi olan kişilerdir. Milhouse Van Houten da Lisa'ya fena halde tutuldu ve duyguları hakkında zaman zaman imada bulunur fakat Lisa ile ilişkisini geliştirmede başarısız olur.
Lisa, Simpson ailesinin en entelektüel üyesidir ve dizinin çoğu bölümü, onun çeşitli amaçlar uğruna savaşmasına odaklanmaktadır. Lisa genellikle "gerçek bir ahlâki ve felsefî nokta"ya değinen bölümlerde ana karakter olarak kullanılmaktadır ki bunun nedenini şovun eski yazarı David S. Cohen şöyle belirtmektedir: "Konuyu umursayarak ona [Lisa'ya] cidden inanıyorsunuz."
Lisa'nın ayırt edici özelliklerinden biri, saksafon çalmasıdır. "Lisa's Sax" (9. sezon, 1997) bölümünde, her gün bir saat pratik yaptığını söylemektedir. Ayrıca bölümde, bir müzik enstrümanının, yetenekli bir çocuğu teşvik etmede iyi bir yol olduğunu fark eden Homer'ın, saksafonu Lisa'ya daha küçükken verdiği gösterilir.
Matt Groening, Lisa ve tüm Simpson ailesini 1986 yılında yapımcı James L. Brooks'un ofisinin lobisindeyken tasarladı. Groening, "The Tracey Ullman Show" için kısalardan oluşan bir animasyon dizisini sunması için çağırılmıştı ve "Life in Hell" çizgi dergisinin bir uyarlamasını sunmayı planladı. "Life in Hell"'in canlandırılması çalışmasının yayın haklarından feragat etmesine neden olduğunu fark edince başka bir yöntemde karar kıldı ve kendi ailesindeki üyelerin adlarını verdiği karakterlere sahip disfonksiyonel bir aile taslağını aceleyle çizdi. Lisa'nın ismi, Groening'in kız kardeşinden gelmektedir.
Lisa, 19 Nisan 1987 tarihinde tüm Simpson ailesiyle birlikte ilk defa "The Tracey Ullman Show" kısası "Good Night" bölümünde göründü. 1989 yılında kısalar, Fox kanalında yayınlanacak yarım saatlik bir dizi olarak "Simpsonlar"'a uyarlandı. Lisa ve Simpson ailesi, bu yeni şovdaki ana karakterler oldu |
lar.
Tüm Simpson ailesi siluetlerinden tanınacak şekilde tasarlandı. Aile, kabaca çizildi çünkü Groening, eskizleri animatörlere gönderirken eskizlerin animatör tarafından düzenleneceğini sanıyordu fakat animatörler bunun yerine sadece çizimleri kopyaladılar. Lisa'nın fiziksel özelikleri genellikle diğer karakterlerde kullanılmadı; örneğin, sonraki sezonlarda Maggie dışında hiçbir karakter onunla aynı saç tarzına sahip olmadı. Lisa tasarlanırken, Groening "kızların saç tarzını hiç düşünmemişti". O an, Groening, karakteri esasen siyah ve beyaz olarak çiziyordu ve Lisa ile Maggie'yi tasarladığı zaman, "onlara sadece deniz yıldızı tarzı sivri uçlu saç tarzını verdi, onların er geç renklendirileceğini düşünmedi". Lisa'nın başını ve saçını çizmede, animatörlerin çoğu, "üç-üç-iki düzeni"ni kullandılar. Göz çizgisini işaret eden, ortasında (biri dikey, biri yatay) kesişen eğik çizgilerle bir yuvarlak çizdiler. Orta çizgiyi dikey olarak aldılar ve bir saç ucunu çizmek için çizgiyi yuvarlağın dışına ilerlettiler, ardından iki tane daha kafanın arkasına doğru götürüldü. Daha sonra, animatörler, üç tane daha ucu ön tarafa, ardından üç tanesini de başın arkasına eklediler. Pete Michels ve David Silverman gibi şovda çalışan çoğu animatör, Lisa'yı çizilmesi en zor karakter saymaktadırlar. Silverman bunun nedenini "[Lisa'nın] kafası, saç şekline göre çok soyut" diyerek belirtti.
"The Tracey Ullman Show"un bir parçası olmalarından dolayı Homer ile Marge rolleri Dan Castellaneta ile Julie Kavner'a verilirken, yapımcılar, Bart ile Lisa rolleri için seçmeler yapmaya karar verdiler. Nancy Cartwright esasen Lisa rolü için seçmelere katıldı. Seçmelere vardığında, karakteri basitçe "orta çocuk" olarak yorumladı ve karakterin pek kişiliği olmadığının farkına vardı. Cartwright, Lisa yerine ondan daha iyi olduğuna inandığı Bart rolü için seçmelere katıldı. Cartwright, o günleri şöyle anımsamaktadır: "Yeardley Smith, Lisa'yı parlak bir lider yaptı, şefkatin ve yeteneğin tümü, onun yıllarının ardında gizli. Lisa Simpson, sadece çocuğumuzun olacağını istediğimiz türden bir çocuk değil, ayrıca "tüm" çocukların olmasını istediğimiz türden bir çocuk. Fakat, o an, "The Tracey Ullman Show"da, Lisa sadece sekiz yaşında kişiliği olmayan bir animasyon çocuğuydu."
Yeardley Smith, ilk Bart rolü için seçmelere dahil olmak istedi fakat kast yönetmeni Bonita Pietila, Smith'in sesinin çok tiz olduğuna karar verdi. Smith sonradan bunu şöyle ifade etti: "Her zaman bir kız gibi çok fazla ses çıkarırdım. Bart olarak iki satır okudum ve 'Geldiğiniz için teşekkürler' dediler." Smith'e, rolü neredeyse geri çevirmiş olmasına rağmen Bart yerine Lisa rolü verildi. Ses performansı esnasında Smith, sesini biraz yükseltti. Maggie'nin gıcırtılarını ve zaman zaman konuşma parçalarını seslendirse de Lisa, Smith tarafından seslendirilen tek düzenli karakterdir. Smith, Lisa dışındaki karakterlere nadiren dublaj yaptı ve bu karakter genellikle Lisa'nın türevleriydiler, "Last Tap Dance in Springfield" (11. sezon, 2000) bölümünde Lisa Bella ve "Missionary: Impossible" (11. sezon, 2000) bölümünde Lisa, Jr. gibi.
Lisa Simpson'ın ününe rağmen, Smith kamuda nadiren tanınmaktadır fakat buna aldırmıyor ve bu durum için şöyle diyor: "Şov hakkındaki tüm bu yutturmacanın ortasında olmak harika, insanlar şovdan oldukça zevk alıyor ve tamamen duvardaki sinek olmak; insanlar, beni hiçbir zaman sesimden tanımıyorlar." Smith, 1992 yılında bir Primetime Emmy Ödülü kazandı fakat "onun gerçek bir Emmy olmadığını hisseden bir parçam var" diyerek ödülün bir değeri olmadığını düşündü. Çünkü "En İyi Seslendirme" dalındaki Emmy, Creative Arts'a aitti ve primetime telecastı boyunca dağıtılmamaktaydı, 2009'a kadar adaylık olmadan bir jüri ödülüydü. Smith, "kurguda bir karakter ile ilişkilendirilecek
olsaydım, bunun Lisa Simpson olacağından ötürü heyecanlanırdım." dedi. Matt Groening, Smith'i Lisa'ya çok benzediğini şöyle tarif etti: "Yeardley, karakteri gibi güçlü ahlâki görüşlere sahip. Lisa için yazılan ve Yeardley tarafından okunduktan sonra 'Hayır, Bunu söyleyemem.' dediği replikler vardır."
1998 yılına kadar Smith, bölüm başına 30.000 dolar aldı. 1998'deki ödeme tartışmasında Fox, şovun ana kast üyelerini, yerlerine yeni aktörler getireceğini belirterek tehdit etti hatta yeni kast üyelerinin hazırlanılmasına kadar gitti. Tartışma kısa sürede çözüldü ve seslendirme sanatçılarının bölüm başı 360.000 dolar talep edecekleri 2004 yılına kadar Smith, bölüm başına 125.000 dolar aldı. 2004 yılındaki sorun bir ay sonra çözüldü ve oyuncu, bölüm başına 250.000 dolar aldı. 2008 yılındaki maaş görüşmelerinden sonra dublaj ekibindekiler bölüm başına yaklaşık 400.000 dolar almaya başladı.
"The Tracey Ullman Show" kısalarında, Lisa, daha çok "dişi Bart" gibiydi ve yaramazlıkta onunla eşitti. Dizinin gelişmesiyle Lisa, gerçek zekasının tamamen gösterildiği ilk bölümlerden olan "Krusty Gets Busted" (birinci sezon, 1990) bölümü ile daha zeki ve daha duygusal bir karakter olarak geliştirildi. Lisa'ya odaklanan çoğu bölümün bir duygusal yapısı mevcuttur, bunlardan ilki "Moaning Lisa" [saksafon hocasının öldüğü bölüm] (birinci sezon, 1990) bölümüdür. Bölümün fikri, Lisa'nın mutsuz olduğu anlatılan duygusal bir bölümün olmasını isteyen James L. Brooks tarafından ortaya kondu.
"Lisa the Vegetarian" (yedinci sezon, 1995) bölümünde Lisa kalıcı olarak bir vejetaryen oldu, bu onu vejetaryen olan ilk primetime televizyon karakterlerden biri yaptı. Bölüm, bir gün öğle yemeğini yerken aklına gelen fikri not eden David S. Cohen (ilk solo bölüm yazımı) tarafından yazıldı. O dönemde yeni vejetaryen olan yönetici yapımcı David Mirkin, fikri hemen kabul etti. Bölümdeki Lisa'nın deneyimlerinin çoğu vejetaryen olduktan sonra Mirkin'in yaşadıklarına dayanmaktadır. Bölümün konuk oyuncusu bir vejetaryen ve hayvan hakları savunucusu olan müzisyen Paul McCartney oldu. McCartney'in şartı, Lisa'nın dizinin tümünde bir vejetaryen kalması ve sonraki hafta eski haline dönmemesi oldu. Lisa'daki bu özellik onda hep kaldı ve şovdaki birkaç kalıcı karakter değişikliklerinden biri oldu.
Lisa, oldukça zekidir ve zekası ile liberal inançlarından dolayı kendini Simpson ailesindeki uyumsuz kişi olarak görmektedir. Lisa'nın bilgisi, astronomiden tıbba kadar geniş bir alanı kapsamaktadır ve özellikle Springfield'deki yaşamından daha çok dünya sorunlarıyla ilgilenmektedir. Sosyal normlara karşı isyankârlığı genellikle yapıcı ve kahramanvari olarak betimlenmesine rağmen, Lisa kendini üstün görebilmektedir. "Lisa the Vegetarian" bölümünde, artan ahâkî doğruluğu Lisa'ya, sonradan pişmanlık duyacağı, Homer tarafından yapılan "et-temelli" barbeküyü karıştırmasına yol açtırmaktadır. "Bart Star" (dokuzuncu sezon, 1997) bölümünde, bir kız olarak futbol takımına katılmak istediğini muzaffer bir tavırla belirtir. Takımda zaten kızların olduğu ortaya çıkınca, domuz derisinden yapılan topları kullanan sporu beğenmediğini ifade eder. Fakat futbol toplarının sentetik olduğu ve topların gelirinin Uluslararası Af Örgütü'ne bağışlanacağını Lisa'ya bildirilir. Ne diyeceğini bilemediğinden, Lisa fark edilir bir şekilde üzülür.
Lisa çoğu zaman eksantrik ailesinden; babasının zayıf ebeveynliği ile şaklaban kişiliğinden; annesinin stereotip görüntüsü ile sosyal anormalliklerin farkında oluşundaki yetersizliğinden; ağabeyinin kabahatler işlemesi ve kültürsüz doğasından utanmakta ve bunları doğru bulmamaktadır. Lisa ayrıca Maggie'nin büyüdüğünde tüm aile gibi olacağından endişe duymaktadır, bu nedenle Maggie'ye kompleks fikirlerini öğretmektedir. Bunlara rağmen Lisa, ailesine oldukça sadıktır, bu, en açık şekilde "Lisa's Wedding" (altıncı sezon, 1995) bölümündeki flashforwardda görünmektedir. "Mother Simpson" (yedinci sezon, 1995) bölümünde, babaannesi Mona Simpson ile ilk defa karşılaşır. Mona da iyi okumuş ve düşüncelerini açık bir şekilde telaffuz eden biridir. Yazarlar, Lisa'nın zekasının nereden geldiği gibi şovun bazı parçalarını açıklamak için karakteri kullandılar.
"Homer's Enemy" (sekizinci sezon, 1997) bölümünde, Lisa'nın IQ'sunun 156 olduğu ve "They Saved Lisa's Brain" (onuncu sezon, 1999) bölümünde, Mensa Springfield'ın bir üyesi olduğu anlatılır. "The PTA Disbands", (altıncı sezon, 1995) bölümünde, öğretmenlerin grev yapmasıyla okulda ders göremeyen Lisa, annesinden kendisine bir not vermesini istemesine gidecek kadar "okuldan çekilme"nin bir çeşidini yaşar. Lisa zaman zaman ailesindeki sıkıcı huyların, kendisini yıpratacağını düşünmektedir ve "Lisa the Simpson" (dokuzuncu sezon, 1998) bölümünde, ailesindeki "Simpson geni"nin onu daha az zeki yapacağına inanmaktadır. Daha sonra genin Y kromozomu olduğunu ve sadece erkekleri etkilediğini öğrenir. Lisa ayrıca dürüst olmaya oldukça önem verir, "The Wind in the Willows" romanı hakkında yapılan bir testte kopya çekerek en yüksek not olan A+++ alır fakat daha sonra Müdür Skinner'a sahtekârlığını itiraf eder ve kendi testine not olarak F verir. Yüksek zekasına rağmen Lisa, tipik çocukça şeyler yapmakta, bazen yetişkin aracılığına ihtiyaç duymaktadır. Örneğin, "Lost Our Lisa" (dokuzuncu sezon, 1998) bölümünde, Homer'ı kandırarak otobüsü tek başına sürmede izin alır fakat otobüsü sürerken kaybolur.
Lisa, genellikle sosyal liberal politik görüşlere sahiptir. Bir vejetaryen, feminist, çevreci ve Özgür Tibet hareketinin bir destekleyicisidir. Hristiyan kilisesinin destekleyicisi iken "She of Little Faith" (13. sezon, 2001) bölümünde bir budist olur, Sekiz Aşamalı Asil Yol'u takip etmeye karar verir. Lisa, amacını aşacak şekilde aşırı tedbirler alır, örneğin Palyaço Krusty'nin kürk giymesinden ötürü ona boya fırlatır.
Lisa'nın çevreciliği iyi tepkiler aldı. 2001 yılında Lisa, Environmental Media Ödülleri'nde özel bir "Board of Directors Ongoing Commitment Ödülü" aldı. "Lisa the Vegetarian", "En İyi TV Bölümlük Komedi" dalında Environmental Media Ödülü ve "En İyi TV Komedi Dizisi" dalında bir Genesis Ödülü kazandı. Lisa'nın hayvan haklarından yana olduğu birçok bölüm Genesis Ödülü kazandı, örneğin "Whacking Day" |
bölümü 1994'te, "Bart Gets an Elephant" bölümü 1995'te, "Million Dollar Abie" bölümü 2007'de ve "Apocalypse Cow" bölümü 2009'da 2004 yılında, hayvan hakları savunucusu PETA, Lisa'yı "Tüm Zamanların En Hayvan Dostu TV Karakterleri" listesine ekledi.
Lisa ayrıca "TV Guide"ın "Tüm Zamanların En Mükemmel 50 Karakteri" listesinde Bart ile birlikte 11. sırada yer aldı. Yeardley Smith, "Lisa the Greek" ile 1992 yılında bir Primetime Emmy Ödülü kazandı. Lisa'nın merkezinde olduğu birçok bölüm örneğin "Homer vs. Lisa and the 8th Commandment" bölümü 1991'de, "Lisa's Wedding" bölümü 1995'te ve "HOMR" bölümü 2001'de, "En İyi Animasyon Programı" dalındağ Emmy kazandı. 2000 yılında, Lisa ile tüm Simpson ailesi, Hollywood Bulvarı'nda bir yıldız ile ödüllendirildi.
Japonya'da, dizinin yayıncıları diğer dizilerin aksine bu dizide izleyicilerin dikkatini, Lisa karakterini piyasaya sürerek çekebileceklerini keşfettiler. Lisa'nın iyi niyeti ama bir o kadar da kötü kaderiyle, mantığın sesi, ailesinde ve şehirde iyiliğin gücü olması Japonlarla güçlü bir bağ oluşturmasına sebep olmuştur. "Watching The Simpsons" kitabının yazarı Jonathan Gray, Lisa'nın kesinlikle en iddialı ve televizyonda yayını en uzun süren feminist karakter olduğunu düşünür. Aynı zamanda, onun şovun kalbi olduğunu ve sık sık cinsiyet politikalarıyla ilgili sorular sorduğunu söyler. Lisa ve tüm Simpson ailesinin deyimler üzerinde etkisi olmuştur. Lisa tarafından kullanılan "Meh" küçümse teriminin, şov ile popüler olduğununa inanılmaktadır, ve 2008'de Collins İngilizce Sözlüğü'ne eklendi.
Lisa, "Simpsonlar" yayımlarında, oyuncaklarında ve başka ürünlerde yer aldı. Lisa'nın kişiliği ve özellikleri hakkında olan "The Lisa Book" 2006 yılında yayımlandı. Posterler, tişörtler, baseball şapkaları, boxerlar, oyuncaklar, oyun hamurları gibi ticarî ürünlerde Lisa yer aldı. Lisa, Burger King, C.C. Lemon, Church's Chicken, Domino's Pizza, Kentucky Fried Chicken, Ramada Inn, Ritz Crackers, Subway ve Butterfinger reklamlarında yer aldı.
Lisa, 2007 yılındaki "The Simpsons Game" dahil olmak üzere tüm "Simpsonlar" video oyunlarında yer aldı. Televizyon dizisinin yanı sıra Lisa, ilk kez 29 Kasım 1993 tarihinde yayımlanan aylık dergi "Simpsons Comics" sayılarında da düzenli olarak yer aldı. Lisa ayrıca 2008'de Florida ile Hollywood Universal Studios'da kurulan The Simpsons Ride'da da rol aldı.
9 Nisan 2009 tarihinde, ABD Posta Servisi, Lisa ile diğer dört Simpson üyesinin yer aldığı 44 sentlik posta pulunu tanıttı. Simpsonlar, prodüksiyonda iken posta pulu üzerinde yer almayı başaran ilk TV dizisi karakteri oldular. Pullar, Matt Groening tarafından tasarlandı ve 7 Mayıs 2009 tarihinde satışa çıktı.
Buldozer
Bulldozer, toprak tesviyesinde kullanılan paletli bir iş makinası. Dozer olarak da bilinir. Ön tarafından düşey doğrultuda aşağı yukarı hareket edebilen güçlü bir uzun kepçe vardır. Buldozer bu kepçenin alt tarafındaki kesici bıçakla toprağı parçalar ve kazıyarak kaldırır. Kaldırılan toprağı kepçesi vasıtasıyla ileri doğru iterek sürükleyebilir. Kepçe hareket halinde yukarı konumda dururken toprak yüzeyini kazımak için bir miktar aşağıya indirilir. Kepçenin hareketi daha önceleri çelik kablolar vasıtasıyla sağlanırdı. Bugün ise yaygın olarak hidrolikle tahrik edilmektedir. Kepçenin, buldozerin hareket yönüne olan konumuna göre dik ve eğik tipleri vardır. Yan dozer denilen, eğik tipte, kepçeye sahip buldozerlerde kazıyıp sürüklenen toprak kepçenin eğik tarafından yana atılarak toprağın ön tarafta yığılması önlenir. Günümüzde kullanılan gelişmiş tiplerde bıçağın buldozerin hareket yönüne göre konumu istenildiği gibi değiştirilip ayarlanabilmektedir. Ağırlıkları 4-40 t arasında değişen buldozerler, güçlü bir (50-700 BG) dizel motorla donandığından yüksek bir itme ve çekme gücüne sahiptir. Yol yapımı veya tarla açma gibi çeşitli toprak tesviye işlemlerinde kullanılır. Silindir ve benzeri diğer iş makinalarının çekilmesi gayesiyle de kullanılabilir. Engebeli arazilerin düzeltilmesi için çok elverişlidir. Toprak üzerindeki engebeleri, kazıyıp kaldırılan toprağı sürükleyip yayarak ve çukur yerleri doldurarak toprak yüzünün kabaca düzeltilmesini sağlar. Buldozerlerle toprağın sürüklenerek taşınması ancak 20–30 m gibi yakın mesafelerde iktisadi olarak yapılabilir.
Ayrıca makinenin arkasına takılan riper ile ekskavatör kepçesinin kazamadığı zeminleri yararak yüklemeye uygun hale getirir. Riperin boyu kazılacak zeminin sertliğine ve kazının derinliğine göre ayarlanabilir.
D6, D7, D8, D9 gibi modelleri en sık kullanılan dozer türleridir.
Samtshe
Samtshe, Güney Gürcistan’da tarihsel bölge. Bugünkü Ahaltsihe, Aspindza, Adigeni ilçeleri ile bugün Türkiye sınırları içinde bulunan bu bölgeye bitişik toprakları kapsıyordu. Samtshe’nin tarihsel sınırlarını, batıda Arsiani Dağları, kuzeyde Persati (Ğado) Dağları, güneyde Eruşeti Dağları, Kasri Tepesi, Gumbati ve Van gölleri, doğuda Çobi Vadisi (Kura Irmağı’nın sağ kolu) çiziyordu. Odzrhe ve Atzkuri, Samtshe’nin en eski merkezleriydi. Samtshe preslerinden birinin, Samdzivari’nin ikametgâhı burada bulunuyordu. Samdzivari Andria Hıristiyanlığı ilk kabul eden kişi olmuş. Atzkuri Kilisesi için Meryemin ikonasını yaptırmış.
Samtshe, 1040-50’lerde büyük feodal Laparit Bağvaşi’ye, daha sonra ise krallığa bağlıydı. Bu dönemde feodal Sula Kalmaheli, merkezi yönetimin oluşmasına öncülük etti ve Cakel-Tsihiscvarel ailesi Samtshe preslerinin başı oldu. Moğollar tarafından Samtshe’nin istila edilmesinden sonra, 1266 yılında, prens Sargis Cakeli Moğolların doğrudan egemenliğini kabul etti. 12-14. yüzyıllarda Samtshe ekonomik ve kültürel açıdan önemli gelişme gösterdi. Burada Sapara, Zarzma, Bieti, Çule kiliseleri inşa edildi; kanun kitabı (Beka-Ağbuğa’nın Kanunnamesi) hazırlandı. 16. yüzyılın ilk yarısında Samtshe ve çevresindeki topraklarda güçlü feodal yönetim Samtshe-Saatabago ortaya çıktı.
16. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Osmanlılar Samtshe’yi aşama aşama ele geçirdiler. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Samtshe’nin bir bölümü yeniden Gürcistan’a katıldı.
Tayk (yerleşim bölgesi)
Tao Çoruh Nehri’nin orta havzasında, bugün Türkiye sınırları içinde bulunan Gürcü tarihsel bölgesidir. Tarihte ilk kez MÖ 1112’de, Asur kralı I. Tiglapileser’in yazıtında “Diaeni” adıyla söz edilmiştir. Urartu kaynaklarında Diaohi adıyla geçer. MÖ 401 yılında Yunan tarihçi Ksenefon, bu topraklarda yaşayan insanlardan “Taohiler” adıyla söz etmiştir. Ksenefon, batıdaki Kartveli boyları Halibler ve Skvitinlerden de söz etmiştir. MÖ 1. binyılın başlangıcında Tao, Kolheti Krallığı sınırları içinde yer alıyordu. Doğudaki Kartveli boylarının batıya göçünün ve kültürel etkisinin bu dönemde başladığı sanılır. Doğu Kartveli devleti olan Kartli Krallığı’nın ortaya çıktığı (MÖ 4.-3. yüzyıl) dönemde, Tao bu devletin bir parçasıydı. MÖ 2. yüzyılın başlangıcında Ermeni devletinin denetimine geçti. Sonraki yüzyıllarda Tao, Kartli ve Ermenistan arasında bir çekişme alanı oldu. MS 1-2. yüzyıllarda Tao yeniden Kartli sınırları içinde kaldı. Daha sonra Ermeniler yeniden ele geçirdi ve Tao, 4.-7. yüzyıllarda Mamikonyan ailesinin mülkü olarak kaldı.
Ermenistan devletinin ekseni içinde bulunması, Tao’nun Ermeni etkisi altında kalmasına yol açıyordu. Kartveli nüfusu, kendi etnik ve kültürel çehresini giderek kaybediyordu. Dinsel ayrışma sırasında, Ermeni Kilisesi monofizitliği seçereken Gürcü Kilisesi diofizitliği benimsedi. Tao, diofizitliğin güçlü merkezi haline geldi. 7. yüzyılda Kartveli nüfusu kendi etnik ve dinsel kültürüne dönmeye başladı. Tao, yönetsel açıdan Kartli Krallığı’nın bir parçası haline geldiği 8. yüzyılda bu süreç daha da pekişti. 8.-10. yüzyıllarda burada çok sayıda manastır inşa edildi. Bana, Hahuli, Oşki, Parhali, Dört Kilise bunların başında gelir. Tao, Kartveli devletinin ve kültürünün başta gelen merkezlerinden biri oldu. Bagrationi (Bagratlı) hanedanın krallığı burada başladı. I. Aşot Büyük Kuropalati, Tornike Eristavi gibi devlet adamları, İoane Mtatzmindeli, Ekvtime Mtatzmindeli gibi kültür adamları burada yetiştiler. Tao, 12-13. yüzyıllarda Gürcistan’ın sınır prensliklerinden biriydi. 13. yüzyılın ikinci yarısında Samtshe-Saatabago sınırları içinde yer aldı. 14. yüzyıldan itibaren birleşik Gürcistan’ın bir parçasıydı. Gürcistan’ın krallık ve prensliklere bölündüğü 15. yüzyılın ikinci yarısında Samtshe-Saatabago topraklarına katıldı. 1550'lerde, Samtshe-Saatabago’nun batı bölümünü, Mesheti, Şavşeti ve Tao’yu Osmanlılar ele geçirdiler.
Sığırkuyruğu
Sığırkuyruğu, sıraca otugiller (Scrophulariaceae) familyasından "Verbascum" cinsini oluşturan iki yıllık bitki türlerine verilen ad.
Haziran-Ağustos aylarında parlak sarı renkli çiçekler açan 20 ile 150 cm boylarında iki yıllık otsu bir bitkilerdir. Daha çok ekilmemiş yerlerde ve yol kenarlarında bulunurlar. Gövdeleri dik bazen dallanmış ve yünümsü tüylerle kaplıdır. Yaprakları gövdenin alt kısımlarında rozet halinde dizilmiş olup, yünümsü tüylüdür. Gövdedeki yapraklar ise sapsızdır. Çiçekler gövdenin ucunda sık veya seyrek, az veya çok uzun bir salkım durumda toplanmışlardır. Çiçeklerin çanak ve taç yaprakları beşer parçalıdır. Meyveler yuvarlakça olup, çok tohumludur.
Çiçekleri müsilaj, uçucu yağ ve glikozitler taşır. Balgam söktürücü ve göğüs yumuşatıcı olarak kullanılır. Bazı sığır kuyruğu türlerinin tohumları saponin taşıdıklarından dolayı balıklar için zehirli olup, balık avlamada kullanılır. Bitkinin yaprakları da terletici, balgam söktürücü, idrar arttırıcı ve kabız edici olarak kullanılır. Basur için de kullanılır.
İç Anadolu bölgesinde " Kurt Kulağı " ismide verilir. Bitki kuruduğunda odunsu bir yapı aldığı için. Kolay yanmasından dolayı " Çoban Çırası " da denmektedir.
Türkiye, sığırkuyruğu türleri bakımından çok zengin olup, takriben 200 kadar tür bulunmaktadır.
Kemal Eraslan
Kemal Eraslan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi emekli öğretim üyesi ve Türkoloji dünyasının tanınmış bilginlerindendir. Ahmed Yesevi'nin Divan-ı Hikmet adlı eserinden Türkiye Türkçesine |
aktarılan ilk örnekleri içeren ve Türk bilim dünyasına Ahmed Yesevi'yi ilk kez kapsamlı olarak tanıtan "Divan-ı Hikmet'ten Seçmeler" adlı çalışması T.C. Kültür Bakanlığı yayınları arasında yayınlanmıştır. Bu çalışmada Ahmed Yesevi'nin 70 adet hikmet adlı şiirinin orijinal metni ve Türkiye Türkçesi'ne aktarımları yer almaktadır.
Türk Yurtları (dergi)
Türk Yurtları; 1990-1993 yılları arasında Ankara'da yayımlanmış olan bilim, kültür ve siyaset dergisidir. Dergi üç ayda bir yayımlanmıştır.
Dergide Türk dünyasının siyasi-kültürel-ekonomik durumu ve sorunları tartışılmıştır. Derginin Türk milliyetçiliği ve Turancılık tarihindeki önemi, kültürel bir milliyetçilik ile tasavvufi bir İslami söylemi başarı ile uyumlulaştırmasından kaynaklanır.
Sultan Galiyev tezlerinin tasavvufi İslami felsefe zemininde geliştirilmesi çizgisinin öncüsü olmuştur. Bu çizgi genetik ırkçısı olmayan bir milliyetçilik; ateist olmayan bir toplumculuk ve tasavvufi köklerden beslenen bir İslamcılık olarak özetlenebilir.
Türk Yurtları'nın yayın çizgisindeki; Tanıl Bora, Kemal Can gibi araştırmacıların da dikkatini çeken bu özgünlük derginin yayın yöneticisi olan Dr. Hayati Bice'nin kaleme aldığı başyazılarla ortaya konmuştur.
1993 yılı sonunda yayınına ara veren Türk Yurtları'nda yayınlanan araştırma ve yayınlar "Dış Türkler"; "Turancılık" araştırmalarının referans kaynakları olarak literatüre girmiştir. Dergide yazan yazarlardan Doç. Dr. Ufuk Tavkul ise Kafkasya ve Karaçay Türkleri konusundaki araştırmaları ile tanınan bir Türkoloji uzmanıdır.
Igor Sikorsky Kiev Politeknik Enstitüsü
Kiev Ulusal Teknik Üniversitesi (KPI) (Ukrayna dili: "Національний технічний університет України "Київський політехнічний інститут"; İngilizce: "Kiev Polytechnic Institute (KPI)") birçok ülke öğrencilerinin ilgisini çeken üniversitedir. Kuruluş tarihi yanı 1898den bugüne kadar üniversitede 112 ülke vatandaşı olan 6000 yakın yabancı öğrenci tahsil görmüştür. Üniversite mezunları arasında bakan, diplomat, kozmonot, çeşitli ilim ve teknik sahalarda faaliyet gösteren ünlü bilgin ve alimler, işadamları olanlar da az değildir.
Seyfi Dursunoğlu
Seyfi Dursunoğlu (1 Ekim 1932, Trabzon), bilinen sahne adıyla Huysuz Virjin, Türk drag queen, şarkıcı ve sunucu. 1970'lerden 2000'lere kadar sürdürdüğü eğlence programları ile Türkiye'de televizyonların tanınan bir eğlence figürü hâline geldi.
1932 yılında Trabzon'da doğdu. Bir süre Yenicuma Mahallesinde yaşadı. Haydarpaşa Lisesi'ni bitirdikten sonra İngiliz Filolojisi bölümünde gördüğü eğitimi yarıda bırakarak Sosyal Sigortalar Kurumu'nda memur olarak çalışmaya başladı. 18 yıl SSK'da devlet memurluğu yaptıktan sonra işinden ayrıldı ve 1970'te Huysuz Virjin olarak sahneye çıkmaya başladı.
Önce küçük kulüplerde sahneye çıkmaya başladı ama ünü ağızdan ağza yayıldıkça daha büyük kulüplerden teklif almaya başladı. Her yıl İzmir Fuarı'nda sahneyi Türkiye'nin tanınmış solistleriyle paylaştı. İzmir Fuarı'na gelen binlerce insan sayesinde, televizyona çıkmadı ama tüm Türkiye'de kendinden bahsettirdi. Seyfi Dursunoğlu, "Huysuz Virjin" karakteriyle en büyük sıçramayı TRT'de Öztürk Serengil'in yarışma programına katılarak yaptı. Aynı programda, tek kanalın seyredildiği bu dönemde Huysuz Virjin'in Öztürk Serengil'e verdiği esprili cevapları gördükten sonra herkes ondan bahsetmeye başladı. Seyfi Dursunoğlu, Huysuz Virjin tiplemesiyle kimsenin söyleyemediklerini söyleyecek güce ulaştı. Gerçekleri esprili bir tarzda ifade etmesi ve sahne şovlarıyla ünü yayıldı.
1970'lerde "Huysuz Virjin 1." adında bir kanto plağı yaptı.
Pek çok ülkede sahne alan Dursunoğlu, Huysuz Show adlı programıyla kendini tüm Türkiye'ye tanıttı ve sevdirdi. Dursunoğlu, bir dönem "Popstar Türkiye" yarışmasının ikinci sezonunda, İbrahim Tatlıses, Garo Mafyan ve Deniz Seki gibi şarkıcı ve sanatçılarla birlikte jüri üyeliği de yaptı.
2007 yılında Radyo Televizyon Üst Kurumu (RTÜK) tarafından programının yayınlandığı televizyon kanallarına dolaylı olarak baskı yapıldığı ve sansür uygulandığını gerekçe göstererek Huysuz Virjin'i artık canlandırmayacağını açıkladı ancak 2012'de Show TV'de yayınlanan programını sundu. Aynı yıl Star TV'de yayınlanmaya başlayan, "Benzemez Kimse Sana" adlı yarışmada jüri üyeliği yapmıştır. Programın final bölümüne son kez Huysuz Virjin olarak çıkmıştır ve "Bu benim son kantom" diyerek yaşından dolayı bir daha kanto yapamayacağını dolaylı bir yönden anlatmıştır. Ayrıca 15 milyon TL tutarındaki mal varlığını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne bağışlayacağını açıklamıştır.
2013 yılında "Benzemez Kimse Sana" (Show TV) programında jüri üyesi olmuş ancak TMSF Show Tv'yi satışa çıkardığı için juri üyesi olduğu "Benzemez Kimse Sana" programı yayından kaldırılmıştır. Seyfi Dursunoğlu "Doritos Akademi" reklamlarında oynamıştır. Huysuz Virjin tiplemisiyle "Katina" isimli seslendirdiği şarkısı vardır.
2014 Aralık ayında Seyfi Dursunoğlu Star TV ile anlaşmış, ve yeni yılda yeniden ekranlarda olacağını açıklamıştır. 24 Ocak 2015 Cumartesi akşamı "Benzemez Kimse Sana" programının 3. sezonunda yeniden juri üyeliğini yapacaktır. "Benzemez Kimse Sana" programının üçüncü sezonunda Star Tv ekranlarında juri üyeliğini yapmaktadır. Fakat, Doğuş Yayın Grubu tarafından ilk 4 bölümdür, istenildiği reytingleri alamadığı gerekçesiyle 20 Şubat 2015 tarihinde beşinci bölümü ile program sona ermiştir.
T-10
T-10 en son Sovyet ağır sınıf tankıdır. 1943'te başlayan Sovyet ağır tank ekolünün en sonuncusudur. 1953'te üretimine başlanmıştır. Adının önceki ağır tankları gibi IS(Iosef Stalin) ile başlaması düşünülürken Stalin'in ölümü üzerine bundan vazgeçilmiş ve T-10 adını almıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD M103, Britanya ise Conquerer ağır savaş tanklarını üretmeye başlamıştı. Sovyet ordusu buna karşılık önceki IS serilerinden farklı olarak daha uzun gövdeye ve daha büyük bir tank üretmeye karar verdi. Tankın sürüş sistemleri 1940'lardan kalma teknolojiye sahipse de motoru yenilenmişti ve önceki ağır savaş tankları gibi yavaş değildi. Üzerindeki top iki adet mermi atabilmekteydi ancak bu topun dakikadaki atış oranı düşüktü.
Değişen savaş koşullarıyla ağır savaş tankları işlevsel olmaktan çıkmıştı, bunun için SSCB ana muharebe tankı üretmeye ağırlık verdi. Yavaş yavaş görevden alınan T-10'lar 1993 yılında tamamen tasviye edildiler. Büyük bir kısmı füze rampası olarak kullanılmaktadır.
Tuğba Özerk
Tuğba Özerk (d. 4 Haziran 1980), Türk pop şarkıcısı, söz yazarı ve yapımcısı.
4 Haziran 1980'de İzmir'de doğdu. Melih Özakat İlkokulu'na, Özel Çakabey Lisesi'nde ortaokula ve konservatuvarda liseye gitti. 7 yaşında okul hayatına başlamasıyla TRT ve İzmir Devlet Konservatuvarı'nın çocuk korolarında müzik eğitimine başlaması aynı zamana denk gelir. İlk geri vokal deneyimini 12 yaşında Sezen Aksu'yla beraber 1992 yılında gerçekleştirdi. Sezen Aksu'nun yanında solo ve vokal çalışmaları devam ederken okul hayatı İzmir'de devam etmekteydi.
İlk TV programına yine Sezen Aksu'yla 1992 yılında TRT’de çıktı. Geri vokal çalışmalarının yanı sıra bu programda solo bir şarkı da seslendirmesi kamuoyunda büyük ilgi gördü. Büyük yetenek olarak lanse edilen Tuğba Özerk'in sahne ve müzik hayatı tam anlamıyla böyle başladı denilebilir. Okul hayatı bittikten sonra İstanbul’a taşınan sanatçı aralarında Ege, Deniz Seki gibi isimler bulunan sanatçılara geri vokal yaptı. Daha sonra solo sahne çalışmalarına başlayan Özerk, 2002 yılının Aralık ayında "Dün Gibi" adlı ilk solo albümünü çıkardı. 'Aşk yarası' adlı şarkısıyla uzun süre radyolarda liste başlarında yer aldı. Albümle beraber oyunculuk yönünü gösterebilme fırsatı yakalayan sanatçı, atv'nin uzun süredir yayın yapmış olduğu dizisi "Böyle mi olacaktı"da bir sene kadar rol aldı. İlk albümünde bir tane bestesi olan Özerk üç senelik boşlukta birçok besteye de imza attı.6 Temmuz 2005 tarihinde 'Lo Lo Lo' adlı ikinci solo albümünü çıkardı.'Lo Lo Lo' adlı şarkısıyla uzun süre radyolarda liste başı oldu. İkinci albümünde bir tane bestesi olan iki senelik boşlukta birçok besteye de imza attı.
Doğuşkan
Bir sese ayırıcı özelliğini(adını) veren frekans, aslında, o sesin üstünde, onunla aynı anda tınlayan farklı seslere temel oluşturan en kalın sese aittir. Temel sesin üzerinde tınlayan bu seslere doğuşkanlar ya da armonikler denir. Temel ses kadar güçlü olmamaları nedeniyle, doğuşkanlar tek tek açık bir biçimde duyulmazlar. Ama sesin niteliğini belirledikleri için önemlidirler; ayrıca sese belli bir parlaklık katarlar. Sözgelimi, bir obua sesi ile bir klarnet sesini bir birinden ayırabilmemizi sağlayan, bu çalgıların çaldıkları sesin üzerinde oluşan doğuşkanların bir birinden farklı güçte duyulmalarıdır. Farklı çalgılara ya da farklı insan seslerine göre aynı tondaki sesin taşıdığı renk farklılığını tınısını bu doğuşkanlar belirler.
Balmumcu, Beşiktaş
Balmumcu, İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde bulunan bir mahalle, semt. Barbaros Bulvarı'nın doğusunda, Yıldız'la Zincirlikuyu kavşağı arasında yer alır. Konumu itibarıyla, ticari işletmelerin yoğun olduğu mahallenin özellikle 1990-1997 yılları arasında iş yerlerinin sayısının hızla artması nedeniyle, 7000 üzerindeki yerleşik nüfusu 3000'lere gerilemiştir.
Bugünkü Balmumcu Mahallesi'nin bulunduğu yerde II. Mahmut döneminde (hükümdarlığı 1808-1839) aynı adla anılan bir çiftlik bulunuyordu. Balmumcu Kasrı denilen köşk daha sonra Abdülaziz döneminde yapılmıştı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki (93 Harbi) yenilginin yarattığı göç dalgasının İstanbul'daki etkisinin bir sonucu olarak bir göçmen mahallesi olarak oluşmaya başlamıştır. Onu 20. yy başında Balmumcu Çiftliği'nin bir bölümünün iskanâ açılmasıyla oluşan Balmumcu Mahallesi izlemiştir.
Beşiktaş'ın mesirelerinden olan çiftlik, meyve bahçeleri ve çavuşüzümü bağlarıyla ünlüydü. Reşat Ekrem Koçu'ya göre, çiftliğe Balmumcu Çiftliği adı verilmesinin nedeni, II. Mahmut döneminde sokak ve bahçelerin mumlarla aydınlatılmaya başlanmasından sonra, burada mum imalatı yapılmasıdır. II. Mahmut'un çok sevdiği ve biraz ilerisindeki Zi |
ncirlikuyu Kasrı'na her geldiğinde uğramadan edemediği Balmumcu Çiftliği'nin, hanedan mülklerinden olduğu, İkinci Meşrutiyet'ten sonra Hazine-i Hassa malları Maliye Hazinesi'ne devredilirken de makama bağlı olarak bırakılan "Emlâk-i hakaniye" denilen mülkler grubunda bulunduğu bilinmektedir. II. Abdülhamid zamanında Çiftlik Veliaht Mehmed Reşad Efendi'ye tahsis edilmişti.
II. Meşrutiyet'te V. Mehmed (Reşad) tahta çıktıktan sonra Balmumcu Çiftliği'ni halka mesire olarak açtırdı. I. Dünya Savaşı'na kadar süren dönemde, Balmumcu Çiftliği mesiresine gelen halka çiftliğin meyvelerinden tabla tabla ikram edildiği anlatılır.
1918 yılında Sultan Reşad'ın ölümünden sonra Balmumcu Çiftliği ve Kasrı Seniye Sultan'a verilmiştir. 1923'te köşkte savaşta şehit düşenlerin çocukları için açılan Balmumcu Darüleytamı 1928'de lağvedilmiştir. Daha sonra çiftlik arazisi ve içindeki binalar askeriyeye verilmiş, Balmumcu köşkü 3. Jandarma Tugay Komutanlığı olmuş, köşkün müştemilatına da Jandarma Er Okulu yerleşmiştir. 27 Mayıs 1960'taki askeri harekâttan sonra Balmumcu Kışlası bir süre gözaltı ve tutukevi olarak kullanılmıştır. Seniye Sultan Kasrı ise 20 Nisan 1975'te yanmıştır.
Bölgenin çehresinin tümden değişmeye başlaması, Barbaros Bulvarı'nın açılmasından sonraya, 1960'lara rastlar. Bu yıllardan sonra bölgede yoğun yapılaşma başlamıştır. Levazım mahallesi 1990'ların başına kadar Balmumcu'ya bağlıydı.
Kendo
Kendo, kökeni Japonya olan bir Uzak Doğu kılıç kullanma sanatıdır. Kılıç anlamına gelen "ken" ile yol anlamına gelen "do" kelimelerinin birleşimden oluşmuştur.
Kendo zaman içinde kenjutsu tekniklerinin modernize edilip yumuşatılmasıyla günümüzde müsabık bir spor olarak yapılmaktadır..
Japonya Kendo Federasyonu'nun (AJKF) 1975 yılında yayınladığı bildiride belirttiği gibi, Kendo kavramı “geleneksel Japon kılıcı katanayı kullanma prensipleri dogrultusunda insan karakterini (tabiatını) kontrol altına alma“ prensibine dayanan bir spordur.
Bunun doğrultusunda yine AJKF'nin belirttiği gibi Kendo çalışmanın amacı;
Bu sayede kişi, ülkesini ve toplumunu sever, kültür gelişimine katkıda bulunur ve insanlar arasında barış ve refahın hüküm sürmesi sağlamak için çalışır.
Kendo çalışmaları [keiko-gi] ve [hakama] adı verilen geleneksel Japon kıyafetleriyle koruyucu zırh seti giyilerek yapılır. Katanayı temsilen shinai adı verilen ve bambudan imal edilen eğitim kılıcı kullanılır. Kata çalışmaları ise bokken denilen ağaçtan imal edilen kılıçla yapılır.
Koruyucu zırh seti bōgu başı, kolları ve vücudu korumak için kullanılır. Başı korumak için giyilen parçaya men, bilekleri ve elleri koruyan parçaya kote, göğsü koruyan parçaya dö, kasık ve bacağın üst kısmını koruyan parçaya ise tare adı verilir.
Kendo yapan kişilere kendōka veya kenshi ("kılıç kullanan kişi") adı verilir.
Dört milyonu Japonya'da ve bir milyonu Kore'de olmak üzere tüm dünyada 6 milyon kişi kendo yapmaktadır.
Türkiye'de de çeşitli kulüplerde kendo eğitimi verilmektedir ve 2006 yılından bu yana Türkiye Kendo Şampiyonası düzenlenmektedir.
Diğer modern Uzak Doğu sporlarında olduğu gibi Kendo'da da kişinin seviyesinin belirlenmesi bir derecelendirme sistemi kullanılır. Bunlar "kyū", "dan" ve "shogo" adı verilen üç sistemdir. "Kyū" alt kademede çalışanların seviye kategorisini temsil eder ve 1'den 6'ya kadar derecelendirilir. Dan ise üst seviyeleri gösterir ve 1'den 10'a kadar derecelendirilir. 1. kyū en yüksek kyū seviyesiyken 1. dan en düşük dan seviyesidir.
Shogo ise 6. dan'dan başlayarak kişinin eğitsel yeteneklerini, kişiliğini ve Kendo'ya katkısını onurlandırmak için kullanılan bir sistemdir. Düşükten yükseğe Renshi, Kyoshi ve Hanshi adında üç kategoriden oluşur.
AJKF, 9. dan ve 10. dan'ı ödüllendirmediği için Kendo'da ulaşılabilecek en yüksek seviye 8. dan'dır.
Bazı dövüş sporlarının aksine Kendo çalışanların kıyafetlerinde seviyelerine bağlı olarak hiçbir görsel farklılık bulunmamaktadır.
Kendo'da bir sonraki dan seviyesine geçebilmek belli zaman kısıtları vardır; bunlar sahip olunan dan seviyelerine göre belirlenir. Örneğin 3. dan sahibi 4. dan sınavına girebilmek için 3 yıl beklemelidir.
Dan seviyeleri Japonca adlarıyla birlikte aşağıda sıralanmıştır:
Emine Nazikeda
Emine Nazikeda Başkadınefendi (9 Ekim 1866; Tszabal, Abhazya - 4 Nisan 1941; Maadi, Kahire), Sultan Vahdettin'in eşi ve Baş Kadınefendi.
Osmanlı Devleti'ndeki son Baş Kadınefendi'dir. Padişah kızları Prenses Sabiha Sultan ve Prenses Fatma Ulviye Sultan'ın annesidir.
Abhazya nın Tzebelda kasabasında doğdu. Abhaz Prensi Hasan Bey Marşania ile Prenses Fatma Horecan Aredba'nın kızıdır. Ailesi Osmanlı Devleti'ne, 93 Harbi'nde Abhazya'dan göç ederek yerleşti. Marşania Abdülkadir Bey'in kızkardeşidir.
Ailesi tarafından 1876 yılında kız kardeşleri "Daryal" ve "Naciye" ile kuzenleri "Amine", "Rumeysa", "Pakize", "Fatma" ve "Kamile" Hanımlar ve sütnineleri ile birlikte küçük yaşta iken Cemile Sultan'nın nedimelerinden olan halaları Suzidil Hanım'ın yanına gönderildi. Sarayda Emine Nazikeda adını alan genç kız, Cemile Sultan'nın veremli kızı Fatma Hanım Sultan'nın yoldaşı oldu. Fatma Sultan 1890 yılında öldü.
Emine Nazikeda Hanım'ı görüp aşık olan Sultan Vahdettin onu kardeşi Cemile Sultan dan istedi. Cemile Sultan üzerine eş almamak üzere yemin ettirdikten sonra nikaha izin verdi. Vahdettin 24, Emine Nazikeda Hanım 19 yaşında iken 8 Haziran 1885'te Ortaköy Sarayı'nda evlendiler.
Üç yıl sonra 1888'de dünyaya gelen kızları "Fenire Sultan" birkaç hafta sonra öldü. 12 Eylül 1892'de Fatma Ulviye Sultan, 19 Nisan 1894'te ise üçüncü kızları Rukiye Sabiha Sultan doğdu. Bu doğumdan sonra doktorların başka çocuğu olamıyacağını söylemesi üzerine Vahdeddin oğlan çocuk sahibi olması için eşinden evlenme izni aldı. Vahdetin, analığı ve I. Abdülmecid'in eşi olan Şayeste Hanım'ın nedimesi 16 yaşındaki Seniye İnşirah ile 8 Temmuz 1905 tarihinde Çengelköy Sarayı'nda evlendi.
Eşinin 1918 yılında Padişah olması üzerine Osmanlı Devletinin son baş kadınefendisi oldu. Beş nedimesi vardı. Baş nedime dayısı Prens Halil Aredba'nın ortanca kızı Rumeysa Aredba (1875-1927), ikinci nedime ağabeyi Abdülkadir Bey'in kızı "Şahinde Hanım" (esas adı Kezban), üçüncü nedime "Bayla Hanım", dördüncü nedime "Şaheser Hanım", beşinci nedime ise Leyla Açba idi. Ablası "Prenses Asubican Hanım" (1891-1955) da saraydan ayrılana kadar Emine Nazikeda Kadın Efendinin nedimeliğini yaptı.
Vahdettin yurdu terk edince,eşleri ve haremindeki bütün kadınlar Ortaköy'deki Feriye Sarayı'na nakledilmişlerdi. Emine Nazikeda baş kadınefendi ise önce kızının yanına yerleşti; sonra Feriye Sarayı'na gidip oradaki kadınların durumu düzelene kadar onların şartlarının düzeltilmesini sağladı.
3 Mart 1924 senesinde 431 sayılı kanunla Osmanoğlu hanedan üyeleri yurt dışına sürgün edilince yanında Vahdeddin'in ikinci kadını Müveddet, baş nedimesi prenses Rumeysa Hanım, harem ağaları ve iki kamyon eşya ile Vahdeddin'in kaldığı San Remo'daki villaya yerleştiler.
Vahdettin'in ölümünden sonra Monte Carlo'da kızı Fatma Ulviye Sultan ile ev tuttu. 1929 yılında Fransa'nın Menton şehrinde bir müddet kaldı ve daha sonra Kahire'ye yerleşti. 4 Nisan 1941'de Kahire'de vefat etti ve bu şehirdeki Abbasiye mezarlığı'na gömüldü.
Çıldır Eyaleti
Çıldır Eyaleti veya Çıldır Beylerbeyliği, 16. yüzyılda Çıldır, Ardanuç, Şavşat, Oltu yöresiyle Gürcistan'ın Ahıska ve civarını içine alan Osmanlı Devleti eyaleti.
Türk ordusu, 1548-49 Osmanlı-İran Savaşı sırasında Samtshe-Cavaheti'nun batısını ele geçirmiş, 1578'de de bölgenin doğusunu Osmanlı topraklarına katmışlardır. 1579'da, Samtshe-Saatabago'nun değişik zamanlarda ele geçirilen yerleri birleştirilerek Çıldır Eyaleti kurulmuştur.
Çıldır eyaletinin kurulduğu bölgede "Atabeg" adı verilen Hristiyan Kıpçak Beyleri hüküm sürmekteydi. "Atabegler Yurdu" olarak da adlandırılan bölge 1540'da başlayan Osmanlı-Safevi mücadelesinde 1554'de Meskhia (Kür Boyları) Safevilerin, Tav-Eli (Çoruh Boyları) da Osmanlıların egemenliğinde kaldı. Atabeg IV. Kvarkvare (1574-81) ve kardeşi Manuçar, Osmanlı politikalarına karşı çıktılarsa da bir sonuç alamadılar. 1578’de Atabeg topraklarında yaşanan Osmanlı-Safevi savaşının, Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı güçlerinin zaferiyle sonuçlanmasıyla Manuçar (Menuçehr/Minûçihr) Osmanlılar'a itaatini bildirdi. Böylece yaklaşık 300 yıldır bölgede hüküm süren beylik son buldu. Tüm Atabegler Yurdu'nun ele geçirilmesiyle 1 Temmuz 1579' da "Çıldır Eyaleti" kuruldu. Eyaletin ilk beylerbeyi de Müslüman olarak "Mustafa" adına alan "Atabeg Manuçar" oldu. Çıldır Eyaleti beylerbeyleri çoğunlukla Müslüman olan Atabegler'den seçildi.
Çıldır Eyâleti ilk kurulduğunda Arpalı, İmirhev, Pertekrek, Ardanuç, Çeçerek, Aspinze ve Ude sancaklarından oluşurken, 1582’de de Livane Sancağı'da eyalete bağlandı. Sınır bölgesinde olmasından dolayı yapılan savaşlarla eyalet bazen büyüdüğü gibi bazen de küçüldüğünden sancak sayısı da değişmekteydi. Eyaletin merkezi de bazen Çıldır bazen de Ahıska olmuştur. 1592 yılı kayıtlarına göre Çıldır eyaleti; Ahıska, Altunkale, Osıkha, Çeçerek, Aspinze, Hırtıs, Ahılkelek ve Posthof (Posof) olmak üzere 8 sancağa sahipken, 1595'de Ahıska, Bedre, Osıkha, Hırtıs, Ahılkelek ve Posof sancaklarına sahipti.
1631-32 kayıtlarına göre eyalet; Ahıska, Acara, Acara-i Süflâ, Acara-i Ulyâ, Altunkale, Ardanuç, Asentuşah, Emirhoy, Beterek, Hacerek, Hartos, Livâne, Mahcil (Macahel), Penek ve Şavşat sancaklarından oluşmaktaydı.
Osmanlı-Safevi savaşı sırasında eyalete bağlı Ahıska 1635 yılında Safevilerin eline geçerken, sancakların çoğuda tahribata uğradı. 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Ahıska, yeniden Osmanlı topraklarına katıldı. 17. yüzyıl ortalarında eyalet; Ahıska, Ardahan-ı Büzürg, Oltu, Ardanuç, Penek, Hırtıs, Çeçerek, Posof, Macahel, Acara, Ahılkelek, Livâne, Şavşat ve Pertekrek sancaklarından oluşmaktaydı.
1717-1730 Osmanlı kayıtlarında eyalet Acara, Acara-i Süflâ, Acara-i Ulyâ, Altunkale, Ahılkelek, Ardahan-ı Büzürk, Ardanuç, Astere, Astaha, Çıldır, Emirhoy, Hacerek, Hartus, |
Keskim, Macahel, Nısf-ı Livane, Pertek, Pertekrek, Penek, Posthov ve Şavşat'tan oluşan 22 sancağı bulunmaktaydı.
1828–29 Osmanlı-Rus harbinde Ahıska ve Ahılkelek, Ruslar'ın eline geçmiş ve Edirne Antlaşması ile Ruslar'ın hakimiyeti tanınmıştır. Tanzimat Fermanı sonrasında yeniden idari düzenleme neticesinde 1867 tarihinde sancak haline getirilerek eyalet statüsü kaldırıldı. Merkezi Oltu kazası olan Çıldır sancağı da Erzurum Eyaleti'ne bağlandı.
Salname
Salname ( سالنامه :salname), Osmanlı Devleti'nde resmî ve özel kurumlar tarafından bir sene boyunca gerçekleşen olayları topluca göstermek üzere hazırlanan yapıtlardır.
Osmanlı dönemi tarihi ve edebiyatı üzerine araştırma yapmak isteyen araştırmacılar için önemli sosyal bilimler kaynaklarındandır. Batı dünyasında bu türün karşılığı yoktur ancak salnamelere paralel olarak almanaklar mevcuttur. Osmanlı devletinin son devlet salnamesi 1918 tarihini taşır. Salname geleneği, cumhuriyet döneminde 1925-1941 arasında önce ""Devlet Salnamesi"", daha sonra ""Devlet Yıllığı"" adı ile çıkarılan yayımlarla sürdürülmüştür.
"Devlet", "nezaret" ve "vilayet" salnameleri şeklinde üçe ayrılan resmî nitelikli salnamelerin dışında özel nitelikli salnameler yayımlanmıştır. Örneğin bir gazetenin veya derginin salnameleri o derginin veya gazetenin biraz genişçe bir fihristi niteliğinde olabiliyordu.
Osmanlı döneminde, Arapça, Türkçe-Boşnakça, Türkçe-Fransızca, Türkçe-Rumca, Rumca, Ermenice, Ermeni harfli Türkçe, Karamanlıca ve Arapça olarak yayınlanmıştır. Salnameler, imparatorluk topraklarında pek çok halkın yüzyıllarca birlikte yaşamaları, aynı kaderi paylaşmaları, Osmanlı yönetiminin başarı ve zaafları ile bunlardan ders çıkarılmasına yönelik özel ve önemli bilgiler içermektedir.
Salnameler 1846 - 1847 yılından 1879 - 1880 yılına kadar litografya (taş baskı) yöntemiyle basılmış, 1880 -1881 yılı salnamesinden itibaren tipografi (düz yazı) yöntemi uygulanmıştır.
Sâlname sözcüğü, Türkçeye Tanzimat'tan sonra girmiştir. Farsça "sene" anlamına gelen ""sâl"" ile yine Farsça "mektup, kitap" anlamına gelen ""nâme"" sözcüklerinin birleşmesiyle oluşur. Günümüzdeki Türkçe karşılığı ""yıllık""tır..
Batı dillerinde, sâlnâme ya da yıllık karşılığında "Annus, Annale, Almanach ve Year Book" sözcükleri kullanılır"."
Salname sözcüğü ""Almanak"" ve ""Takvim"" ile karıştırılmaktadır. Herhangi bir şeyin doğru yerini gösterme anlamı taşıyan takvim, günlerin, ayların, mevsimlerin, yılların ve bayramların cetvelidir. Almanak ise anlamca salnameye çok yakın olmakla beraber halka hitap etme zorunluluğu dolayısıyla ev yönetimi ve oyunları, sağlık öğütleri, fıkralar ve mizahi resimler gibi çok farklı konulara yer veren yıllıklardır.
İlk Osmanlı devlet salnamesi Sultan Abdülmecid döneminde Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'nın girişimiyle Ahmed Vefik Paşa tarafından hazırlanmış ve "Sâlnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye" adıyla 1847'de yayınlanmıştır.. Batı'da büyük ilgi uyandıran salname, Fransız şarkçısı Bianchi tarafından aynı yıl içerisinde Fransızcaya tercüme edilerek Fransız Şarkiyat Dergisi "Journal Asiatique"'te bölümler halinde yayımlanmıştır.
Bir başka kaynağa göre ilk salname, "19. yüzyıl ortalarında bir kayda göre Ahmet Vefik Paşa'nın,bir başka kayda göre Sadrazam Reşid Paşa'nın teşviki ile Abdülhak Molla tarafından" düzenlenmiştir.
1847 yılında yayınlanan bu ilk salnameden farklı olarak, 1848 ve 1849 yıllarına ait salnamelerde imparatorluğun bütün kazalarıyla gösterildiği eyaletlerin yönetsel bölüşümlerinin tabloları, gayr-ı müslimlerin her vilayet ve kazadaki dinsel temsilcilerini gösteren cetveller ve namaz zamanlarını gösteren takvimler eklenmiştir.
1847 yılında 175 sayfa olarak yayınlanan ilk devlet salnamesinden sonra düzenli olarak çıkarılan Devlet Salnameleri her yıl gelişmiş ve hacimce büyümüştür. Özellikle 1878'den sonra daha mükemmel hale gelmişler, konu ve içerik bakımından genişletilmişlerdir. Başlangıçta yüz küçük sayfa olarak hazırlanan salnamelerin sayfa sayıları gittikçe sekiz yüz dokuz yüz sayfayı bulmaya başlamıştır. Devlet Salnameleri, 1899'a kadar Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından çıkarılmış; Memurin-i Mülkiye heyetine bağlı ""Sicill-i Ahvâl-i Memûrîn"" dairesi tarafından düzenlenmiştir.
1847-1880 arasındaki 35 nüsha taş baskı, diğerleri matbaa harfleriyle basılmıştır. 1913-1916 yılları arasında salname hazırlanmamıştır. 1917-1918 yıllarını kapsayan Osmanlı Devletinin son salnamesi 1918'de yayınlanmıştır. Devlet Salnameleri Osmanlı döneminde 68, Cumhuriyet döneminde de 3 adet olmak üzere toplam 71 adettir. 1929 yılında bu yayınlar "Devlet Yıllığı" adıyla çıkarılmaya devam etmiştir.
Devlet salnamelerinin faydası görüldükten sonra, vilayet ve nezaret salnameleri çıkarılmaya başlanmıştır. İlk vilayet salnamesi 1866 yılında basılan "Bosna Vilayet Salnamesi," sonuncu ise 1922 yılında basılan "Bolu Livası Salnamesi"'dir"." 1866 - 1922 yılları arasında 527 Vilayet Salnamesi yayınlanmıştır. Bu salnamelerde vilayetin coğrafi konumu, ziraat, hayvancılık, üretim, nüfus, hizmet birimlerinin durumu, siyasal olaylar, okullar, hastaneler, camiler, tekkeler, hamamlar, yollar, ormanlar gibi birçok konu ile ilgili bilgiler bir araya getirilmiştir. Her yıllıkta vilayetin yönetimsel dağılımı, memurların listesi, ziraat ve sanayi ürünlerinin çeşitleri ve miktarları istatistiklerle gösterilmiş, eğitim kurumları ile öğrenci sayıları ayrıntılı biçimde toplumun hizmetine sunularak günümüze kadar değerli kaynaklar olarak kalmıştır.
Bazı vilayetler 1 salname çıkarırken, Halep 35, Hudavendigar 34, Suriye 32, Konya 30 ve Edirne 28 salname yayınlamıştır.
Resmî olarak bakanlıklar (nezaretler) tarafından çıkarılan ilk salname 1865 yılında "Salname-i Askeri" başlığını taşır; ordu teşkilatı, kadrolar, zabitlerin adları, nişanları gibi bilgiler içeren Salname-i Askeri 17 adettir. "Bahriye Salnamesi, Hariciye Salnamesi, İlmiye Salnamesi, Maarif Salnamesi" resmi kurum ve kuruluş salnamelerinin örneklerindendir. Son resmî salname 1929 yılında yayınlanan "Türkiye Salnamesi"'dir; bu tarihten sonra bu yayınlar "devlet yıllığı" adını almıştır. Resmî kurum ve kuruluşlara ait salnamelerin sayısı 77'dir.
Özel salnameler daha çok "almanak" özelliği gösterir. Genellikle bol resimli olup içindeki konular çok çeşitlidir.
İlk özel salname, Ali Suavi tarafından Paris'te çıkarılan ""Türkiye Fi Sene 1288" adlı salnamedir. İkincisi 1872, üçüncüsü 1873 tarihini taşır. Bu tarihten sonra çıkıp çıkmadığı bilinmez. Ali Suavi bunlarda Osmanlı Devleti'nin coğrafi durumu, nüfusu, zirai ve sınai üretimi, kara ve deniz yolları, ticaret gemileri ve limanları, para ve ölçü birimleri ve şirketler hakkında bilgi vermiştir.
Türkiye'de çıkarılan ilk özel salname ise "Salname-i Hadika" adıyla 1873 yılında Ebüzziya Tevfik Bey tarafından basılmıştır. Bu yayın çok başarılı olmuş ve halkın geniş ilgisini çekmiştir.
En son yayınlanan özel salname, 1928 tarihli "Mu'allim Almanağı"'dır. 1873 - 1928 yılları arasında 26 adet özel salname basılmıştır. Sedat Simavi'nin "Diken ve İnci Salnamesi", Ahmet İhsan Tokgöz'ün "Salname-i Servet-i Fünün", Zekeriya Sertel'in "Resimli Yıl" önemli özel salnamelerdendir.
Yeni yıl, yılbaşı karşılığında kullanılmış olan "nevsâl" sözcüğü de "sâlnâme" gibi Farsça'dır. Salnameler dışındaki yıllıklar içinde ayrı bir yeri olan nevsaller çok çeşitli konularda hazırlanmıştır. İlki 1880 tarihli "Rebi-i Ma'rifet", sonuncusu ise 1925 tarihli "Milli Nevsal" olmak üzere toplam 55 adet nevsal yayınlanmıştır.
Salnamelerden farklı olarak bir yılın aylarını, günlerini sayılarını gösteren cetvel ya da defter niteliğinde yayınlardır.
DAT
DAT (Digital Audio Tape) Sony ve Philips tarafından geliştirilen dijital manyetik ses depolama ortamıdır. 1987 de piyasaya çıkmıştır.
2 türü vardır. DAT ve R-DAT. DAT'a 2-kanal (stereo), R-DAT'a ise 4-kanal (quad) kayıt yapılabilmektedir.
DAT kasetinin boyutları, 73 x 54 x 10.5mm dir. İçinde 4mm eninde manyetik bant bulunur. Kayıt süresi, 15-180dk dır. 120dk lık bir kasetteki bantın uzunluğu yaklaşık 60mt dir. 60mt den uzun bantlar çoğu cihazda problem çıkardığı için 120dk dan yukarısı fazla kullanılmaz.
Dijital veri, banda sıkıştırılmadan kaydedilir. Bundan dolayı bir DAT kasetinin bütün kopyaları aynı kalitededir. DCC ve MD de olduğu gibi kopyalama sırasında kayıp yaşanmaz.
DAT'da 4 farklı örnekleme modu vardır.
Bunların dışında bazı kayıt cihazları, 24-bit/96 kHz örnekleme yapabilmektedir. "(R-DAT sadece 32kHz örnekleme yapabilir.)"
DAT, ses kaydı için geliştirilmiştir, fakat dijital veri depolama yapabildiği için aynı kaset daha sonra Tape Backup olarak kullanılmıştır. (1.3-72gb/60-180mt.)
Vakum pompası
Vakum pompası, vakumun arkasında bir kısmını bırakması amacıyla kapalı bir birimden gaz molekülleri kaldıran cihazlardır. İlk vakum pompası Otto von Guericke tarafından 1650 yılında icat edilmiştir.
DCC
DCC (Digital Compact Casette) Philips ve Matsushita tarafından geliştirilmiştir. 1992 yılında piyasaya çıkmıştır. Fazla tutulmamıştır ve 1996 yılında üretimine son verilmiştir.
DCC, PASC denilen ve MPEG-1 e benzeyen bir sıkıştırma yöntemi kullanırdı. Bu sistemin MD'de kullanılan ATRAC'dan daha iyi olduğu söylensede, sıkıştırma yapmayan PCM'yi kullanan DAT'dan daha düşük kalitedeydi. Bir DCC kasetinin max. süresi 90dk idi.
Erkek (anlam ayrımı)
Vecihi Timuroğlu
Sadık Vecihi Timuroğlu (29 Ekim 1927, Kangal, Sivas - 23 Ekim 2014, Kahramankazan, Ankara), Türk yazar, şair, araştırmacı. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesidir.
Sivas'ın Kangal ilçesinin Körpınar köyünde doğdu. Ailesi, Tunceli'nin Ovacık ilçesinden, Munzuroğulları aşiretindendir. Babası, 1922′de Tunceli'den ayrıldı. İlkokulu Diyarbakır'ın Çermik ilçesinde okudu. Ortaokula Ankara Gazi Lisesi'nde başladı ve liseyi Erzurum Lisesi'nde bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Edebiyat Bölümü'nü 1950'de bitirdi. Ankara'da lise öğretmenliği ve müdürlüğü yaptı.Malatya Özel Fırat Kolejinde okul müdürlüğü ve edebiyat öğretmenliği (1965 - 1971 ) yaptı. Ba |
kan Danışmanı oldu. Ankara Atatürk Lisesi müdürü görevindeyken emekliye ayrıldı.
İlk şiirini 1942'de Varlık dergisinde, ilk denemesini ise 1948'de Yücel dergisinde yayınlandı. 1973 yılında Evrim dergisini yayınladı. 1977'de Cemal Süreya, Ragıp Gelencik ve Ahmet Say ile aylık Türkiye Yazıları dergisini çıkarttı. Türkiye Yazıları, Adam Sanat, Dost, Sanat Rehberi, Türkçe, Yarın, Yeditepe, Yücel, Varlık, Damar gibi dergilerde şiir, deneme, inceleme, söyleşi gibi çeşitli türlerde yazılar yayımladı.
Şiir ve şiirin sorunları üzerine teorik çalışmalarından dolayı Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü sahibi olan Vecihi Timuroğlu, yazdığı "İnsan Hakları Sözlüğü" ile yabancı terimler için Türkçe karşılıklar üretmek, açıklamalar yapmak, ulusal kültürde özümlenmesini sağlamak ve böylece uluslararası insan hakları kültürünün içinde yer almayı öngörmeyi amaçlamıştır.
Tatyos Efendi
Tatyos Efendi (Ermenice: Թադէոս Էքսերճեան ya da Քեմանի Թադէոս) 1858 yılında İstanbul'da Ortaköy'de doğdu. Gerçek adı Tateos Eñserciyan (اكسرجيان)'dır.
Osmanlıca yazımda Türkçedeki artdamak n'si kef üzerine üç nokta ile yazılırdı, elyazısında bu noktalar konmazdı, bu yüzden kef ( ك ) harfi ince k, artdamak n'si ( ñ, ng) ve ince g için kullanılan ortak harf olduğundan, kimilerince yanlışlıkla Ekserciyan diye yanlış okunduğu olur. Eñser, bir tür çivinin adıdır. 16 Mart 1913 tarihinde hayatını kaybetti.
Babası Monakyan Ortaköy Ermeni kilisesi musikişinaslarındandır. Ortaköydeki Ermeni okulunu bitirdi. Zanaatkar olması için bir çilingire ve bir saatçiye çırak olarak verildi. Musikiye düşkünlügü sebebiyle dayısı Movses Papazyan'dan Kanun ders almaya başladı. Amatör topluluklarda bir süre kanun çalmasının ardından kanunu bıraktı. Kemanî Kör Şebüh'dan keman çalmasını öğrendi. Andon ve Civan kardeşlerden ve Hanende Asdik Ağa'dan ders aldı. Hanende Karakaş, Tanburî Ovakim Kanunî Şemsi gibi sanatkârlarla Galata'daki Pirinççi Gazinosu başta olmak üzere, uzun yıllar fasıllar yönetti. O zamanki gazino sözü günümüz gazinolarıyla karıştırılmamalıdır.
Ünlendikten sonra Ahmet Rasim Bey, Civan ve Andon kardeşler, Şevki Bey, Kemençeci Vasilaki, Tanburi Cemil Bey ile arkadaşlık yaptı ve beraber çaldı. Bu arkadaşlıkların olumlu etkisiyle saz eserlerinde de başarılı oldu.
Eserlerinin çoğu kayıt altına alınamadığı için nota bilmesine rağmen unutulmuştur. Tatyos Efendi birçok eserine de güfte yazmıştır. Çağının gerekleri ve sanat anlayışına göre güzel saz ve söz eserleri bestelemiş Klasik Türk müziği makamlarının geleneksel ifade özelliklerini başarı ile yansıtmıştır. Tatyos Efendi'nin, saz eseri olarak bestelediği karcığar, suzinak, rast peşrevleri; hüseyni, suzinak, rast saz semaileri ile birlikte bazı şarkıları meşhurdur.
Sağlığı bozulduktan sonra Tatyos Efendi, Ahmet Rasim gibi birkaç dostunun dışında yalnız kaldı. Ölüm kaydı kilise defterine Türk müziğinde önemli bir sanatçı olmasına rağmen "Çalgıcı" olarak kaydedilmiştir. Sanatçının cenazesi Ahmet Rasim Bey'le beraber on-on beş kişi tarafından kaldırılmış ve Kadıköy Uzunçayır Ermeni mezarlığına gömülmüştür.
Yakın dostu Ahmet Rasim Bey, sözlerini de kendisinin yazdığı uşak makamındaki:
"Gamzedeyim devâ bulmam"
"Garibim bir yuva kurmam"
"Kaderimdir hep çektiğim"
"İnlerim hiç rehâ bulmam"
güfteli eseri için "onun ömrünün hâsılasıdır" demiştir.
Tatyos Efendi'nin, çatık kaşlı, pos bıyıklı, kısa boylu, tıknaz yapılı, kalender yaradılışlı, hafif şehlâ gözlü bir kişi olduğu söylenir.
Türk Mûsikî repartuvarında, sekiz peşrev, altı saz semaisi, bir beste denemesi, muhtelif makam ve usûllerden bestelediği kırk yedi şarkısı bulunmaktadır.
Atatürk'ün sevdiği şarkılardan "Mani oluyor halimi takrire hicabım" şarkısı da Tatyos Efendi'nindir.
Tatyos Efendi'nin çok bilinen 'Gamzedeyim Deva Bulmam' şarkısını Barış Manço, Müzeyyen Senar, Cansu Koç, Kubat gibi sanatçılar seslendirmiştir.
Edebiyatçılar Derneği
Edebiyatçılar Derneği, düşünce ve yaratma özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması; yazarlığı, şairliği ve edebi ürün vermeyi meslek edinmiş kişileri bir araya getirmeyi, mesleki dayanışmanın sağlanmasını amaçlayan, edebiyatla uğraşanların edebiyat yaşamında etkin bir biçimde yer alabilmeleri için çalışmalar yapan, 2 Mart 1992 tarihinde kurulmuş, merkezi Ankara'da olan bir dernektir. 2006 yılı itibarıyla 50'yi aşkın ilde 800'ü aşan sayıda üyesi vardır.
Barbaros Bulvarı
Barbaros Bulvarı, (eskiden Yıldız Yokuşu veya Yıldız Yolu) İstanbul Beşiktaş'ta, Beşiktaş Meydanı'ndaki ,(Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın ölmeden evvel Beşiktaş'ta kendisi için Mimar Sinan'a yaptırdığı türbenin bulunduğu mıntıka.) anayol kavşağından başlayarak Yıldız'dan geçip Zincirlikuyu'ya kadar, oldukça dik bir meyille ve düz bir hat olarak çıkan geniş cadde.
Bugün İstanbul'un en önemli arterlerinden biri olan Barbaros Bulvarı'nın yapımına 1957 yılında, Adnan Menderes döneminde İstanbul imar faaliyetleri çerçevesinde başlanmıştır. 1956-1958 istimlâkleri sırasında Beşiktaş Meydanı ve çevresi oldukça büyük bir değişim göstererek sahilyolu genişletilmiş ve buna paralel olarak, meydandan Zincirlikuyu'ya doğru oldukça sert bir eğime sahip olan Barbaros Bulvarı açılmıştır. 1958'de açılan Barbaros Bulvarı'nın ilk zamanlarda halk arasında Yıldız Yolu olarak da biliniyordu. Kentin çeşitli yönlerden gelerek Beşiktaş'ta düğümlenen trafiğini Zincirlikuyu ve Büyükdere Caddesi'ne bağlayan yol, daha sonra Boğaziçi Köprüsü'ne de bağlanarak Avrupa-Anadolu ulaşımında da ana kavşaklardan biri olmuştur.
1960'lı yıllara kadar iki yanında pek az bina bulunan, yer yer dutlukların, çayırların, küçük bahçeler içinde seyrek ve mütevazı evlerin arasından geçen bulvarın iki yanı, 1960'lardan sonra çok hızlı bir yapılaşma sürecine girmiştir.
Barbaros Bulvarı'nın deniz seviyesinden yüksekliği başlangıcında 1,5 m iken Zincirlikuyu'da 135 m'ye ulaşır. Beşiktaş Meydanı'ndan Balmumcu'ya kadarki 1,5 km'lik bölümünün genişliği 50 m, eğimi % 8'dir, Balmumcu'dan Zincirlikuyu'ya kadar, yine gidiş ve geliş olarak ayrılan 30 m genişliğindeki bölümde eğim % 2-3'tür.
Camili, Borçka
Camili (Gürcüce ხერთვისი, Hertvisi), Artvin ilinin Borçka ilçesine bağlı eski bucağın ve bu bucağın merkezi olan köyün adıdır. UNESCO'nun Camili Biyosfer Rezervi'ne ev sahipliği yapmaktadır.
Borçka-Camili Karayolu'nda Düzenli Köyü'nden sonra bulunan Camili, Borçka'ya 50 km, Artvin'e ise 82 km uzaklıktadır. Köyün iklimi, Karadeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Köyde ilköğretim okulu vardır. Köyün içme suyu şebekesi yoktur ancak kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi yoktur. Sağlık ocağı vardır ancak ülke genelinde aile hekimliği sisteminine geçilmesinden sonra sağlık ocağında doktor bulunmamaktadır. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol stabilize olup köyde elektrik, sabit telefon ve İnternet vardır. Jandarma karakolu diğer köylere de hizmet veren tek kuruluştur. Yöre köylerinin yerel idare birliği Camili Köyler Birliğinin merkezi Camili Köyü'dür.
Eski Camili bucağının merkezi olan Camili köyünün eski adı "Hertvis"tir (Gürcüce: ხერთვისი / "Hertvisi"). Hertvis, Gürcüce'de Hevi (vadi veya dere) ile irtvis (karışma, birleşme) kelimelerinden oluşur. Hertvis, Osmanlı döneminde Macahel sancağının merkeziydi. Bu yerleşim merkezini adı, 1925'te Camili olarak değiiştirildi. Camili, daha sonra kurulan aynı adlı bucağın merkeziydi. Camili bucağı, merkez Camili köyü olmak üzere, Düzenli, Efeler, Kayalar, Maral ve Uğur köylerinden oluşuyordu. Bu nedenle Camili, günümüzde bu köyleri kapsayan yörenin adı olarak da kullanılır.
Mortal Kombat 3
Mortal Kombat 3, Mortal Kombat serilerinde Ultimate sürümü de olan dövüş oyunu. Konsollarda Play Station için çıkmıştır.
Sığırlar
Sığırlar (Bovinae), memeli hayvanların çift toynaklılar (Artiodactyla) takımının, boynuzlugiller (Bovidae) familyasına giren bir alt familya.
Boynuzlugiller
Boynuzlugiller (Bovidae), gevişgetiren bir çift toynaklı familyası.
Bu 140 türden oluşan büyük familya sığır, koyun, keçi, manda, bizon, antilop ve ceylan gibi insanların uzun zamandır av ve ev hayvanı olarak faydalandığı birçok türü içermektedir.
En büyükleri olan ve 1000 kg ağırlığa varan bizondan en ufakları olan ve 5 kg ağırlığa varan dikdike kadar familyanın tüm 140 türünün ortak özelliği boynuzlara sahip olmalarıdır: Dört boynuzlu antilobun haricinde tüm boynuzlugillerin 2 adet boynuzu vardır. Bazı türlerde boynuzların boyu 1,50 m'yi bulur. Çoğu türde yalnızca erkeklerin boynuzları olur, dişilerin yoktur. Bu boynuzlar doğrudan kafatasına bağlı kemiktendir ve etrafları boynuz dokusu ile kaplıdır. Boynuzlugillerin boynuzları asla geyikgillerde ya da çatal boynuzlu antilopta olduğu gibi çatallı olmaz.
Boynuzlugillerin büyük birçoğunluğu açık alanlarda yaşar ama ormanlarda veya dağlık alanlarda yaşayan türler de vardır.
Evrim açısından boynuzlugiller çok genç bir familyadır. Kesin olarak boynuzlugillere ait olduğu tespit edilebilmiş en eski kalıntılar, Miyosen çağında yaşamış olan "Eotragus" cinsinden kalmadır. Bu hayvanlar bugünkü Cephalophinae familyasına ait antiloplara benzemiş, çok küçük boynuzları olmuş ve asla bir ceylandan daha büyük olmamışlardır. Daha ancak Miyosen çağında şekillenmeye başlayan familyanın bugün tanıdığımız en mühim kolları Pliyosen çağında gelişmiştir. Miyosen çağında yalnızca Avrupa, Asya ve Afrika'da yayılım göstermiş olan boynuzlugiller familyası Pleistosen çağının buzul devrinde Kuzey Amerika'ya da dağılmıştır. Güney Amerika ve Avustralya'da da hiçbir zaman yabani boynuzlugiller yaşamamıştır. Günümüzde evcil boynuzlugiller dünyanın her ülkesinde bulunmaktadır.
Bu sınıflandırmada kullanılan kaynak: C. D. Simpson ("Artiodactyls", in Anderson und Jones: "Orders and families of recent mammals of the world", 1984).
Yukarıda kaynak olarak gösterilen kitabın basımı sırasında "Pseudoryx" ve "Pseudonovibos" cinsleri tanınmamaktaydı. Bu yüzden sonradan eklenmiştir. Ayrıca Sayga antilobu modern bilim dikkate alınarak keçi ve ceylanların arasına konulmuşdur.
Antiloplar bel |
li bir gruba dahil değildir. Boynuzlugiller familyası içerisinde birçok uzun boynuzlu, zarif yapılı, tropik türler, akrabalıkları dikkate alınmadan antilop olarak adlandırılır.
Wilson'un "Mammal Species of the World" (1993) başlıklı kitabında, Ceylan antilobu ilk kez keçicikler grubundan çıkarılıp Peleinae adlı ayrı bir alt familyaya konulmuştur. Bu tür Zoologların görüşüne göre boynuzlugillerin yaşayan en ilkel türüdür. Ayrıca bu kitapta Çiru ve Sayga keçimsilere değil ceylanımsılara ait olarak gösterilmiştir.
Diğer bir sınıflandırma deneyimi Gentry'nin "The subfamilies and tribes of the family Bovidae" (1992) başlıklı kitabında yapılmıştır. Gentry kladistik analizlerinden ve 112 türün iskelet özelliklerini araştırdıktan sonra Duiker ve sığırların farklılıklarına rağmen yakın akraba olduklarını ve birlikte Bovinae alt familyasına yerleştirilmeleri gerektiği sonucuna varmıştır. Ayrıca impala'yı sığır antilopları'na, ceylan antilobu ile saygayıda ceylanımsılara eklemişdir.
Boynuzlugillerin kladogramı şu şekilde yapılır:
Yukarıda da açıklandığı gibi birden fazla sınıflandırma yöntemi vardır. Bu kladogram da bu farklı görüşlerin arasından yalnızca birini göstermektedir.
Tabiin
Tâbiîn (Arapça: ; "tâbiûn / tâbi olanlar"), bir İslâm dinî terimi. Sahabeleri görmüş olan Müslümanlara verilen isim. İslâm dininde tabiin, sahabeleri gören kişilere verilen addır. Tabiinleri görmüş Müslümanlara Tebeut tabiin denir.
Tâbiînlerden ilk olarak Hicrî 30 yılında Zeyd bin Mamar bin Zeyd, en son da H.S. 180 yılında Halef bin Halife ölmüştür. Çoğu tabiin, Sahabe'den kalan İslâmî âdetleri sonraki Müslümanlara iletmeyi görev bilirlerdi.
Serdar Akar
Serdar Akar (d. 1964, Ankara); Türk sinema yönetmeni ve senaristi.
1987'de Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Bölümü'ne girdi ve 2000 yılında okulu bitirdi.
1989 yılında daha öğrenciyken Mahinur Ergun'un yönettiği Med-Cezir Manzaraları adlı filmle yönetmen yardımcısı olarak profesyonelliğe adım attı.
Kariyeri boyunca Orhan Oğuz, Tunca Yönder, Kadir Sözen, Mustafa Altıoklar ve Erden Kıral'a asistanlık yaptı.
1994 - 1997 yılları arasında pek çok TV dizisinin yönetmenliğini üstlenen ve ilk kısa filmi Tanabata Matsuri'yi de çeken Akar, 1998 yılında birbirine geçmiş çapraz senaryoya sahip iki film Gemide ve Laleli'de Bir Azize filmlerinin senaryosunu yazdı. Gemide'nin yönetmenliğini yaptı.
2000 yılında çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği kasabanın ve ailesinin hikâyesini anlattığı Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı filmi yazıp yönetti.
2001 yılında Maruf'u yaptı. Bu filmden sonra dedesinin sinemasına atfen isimlendirdiği ve kuruculuğunu yaptığı "Yeni Sinemacılar"ı bıraktı. Ardından dizi yönetmenliğine yoğunlaştı.
2005'te ilk kez bir başkasına ait uzun metraj bir senaryonun yönetmenliğini yaparak Kurtlar Vadisi Irak'ı çekti.
2006 kendi firmasını olan Filmakar'ı kurarak vizyona girdiği yıl çok tartışılan Barda filmini yaptı.
2007 yılında Tarkan Karlıdağ ile ortak kurduğu Adam Film ile Elveda Rumeli dizisine başladı. Ayrıca aynı yılın Kasım ayında Adam Film bünyesi altında Tiyatroadam kuruldu. "Albay Kuş" adlı oyun Akar'ın süpervizörlüğünde sahneye kondu.
2009 yılında Beren Saat ve Erkan Petekkaya'nın başrollerini paylaştığı Gecenin Kanatları isimli filmi vizyona girdi.
Ayrıca 2010-2011 yılları arasında Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi isimli dizinin yanı sıra, aynı dizinin Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm ve Behzat Ç. Ankara Yanıyor isimli filmlerini de yönetti.
Son yıllarda İnadına Yaşamak, Cinayet gibi dizilerde yönetmen koltuğunda yer alan Akar, 2013'te Kemal Uzun ile birlikte filminin başına geçti. 2017 yılında Payitaht Abdülhamid dizisine başlamıştır.
Serdar Akar, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak atölye dersi vermektedir.
Lefkoşa
Çuvaşlar
Çuvaşlar (Çăvaşsem), Orta İdil bölgesinde özerk Çuvaşistan Cumhuriyeti'nde yaşamakta olan, Çuvaşça konuşan yaklaşık 2 milyon nüfuslu bir Türk halkıdır. Ortodoks Hristiyan olan iki Türk halkından (diğeri Gagavuzlar) biridir.
"Çuvaş" etnoniminin kökeni ve anlamı üzerine kabul edilmiş evrensel bir karar yoktur.
Bir varsayıma göre "Çuvaş", "Suvar" sözcüğünün Şaz Türkçesinden Lir Türkçesine dönüşmüş şeklidir. Bir diğer teori ise Türk dillerinde ortak kullanımı olan ""yavaş"" sözcüğünden geldiği yönündedir. Gerard Clauson'a göre ise etnonim, bir dizi ses değişikliği ile Tabgaç sözcüğünden evrilmiş olabilir.
Çuvaşların milat yıllarında Orta Asya'dan Doğu Avrupa'ya göç eden Hunlar, Hazarlar, Peçenekler, Bulgarlar gibi Türk toplulukları arasında yer aldıkları bilinmektedir. Bugün Ön Bulgarlar'ın konuştuğu Ogur Türkçesi'ni (Batı Türkçesi ya da(Batı Hunca)) konuşan tek halk olan Çuvaşların kökeninin Ön Bulgarlar dağıldıktan sonra bugünkü İdil bölgesine yerleşen İdil Bulgarları'ndan geldiği düşünülmektedir. 2-4. yüzyıllardan başlayarak bölgeye yerleşen çok sayıda Türk topluluğu ile birlikte bazı yerli Fin-Ugor halklarının da Türkleşip Çuvaşların etnik kökeninde yer aldıkları düşünülüyor.
1237 yılında İdil Bulgar devleti Moğol-Türk ordusu tarafından yıkılmıştır. Daha sonra aynı bölgede kurulan Altın Ordu devletinin sınırları bugünkü Çuvaşistan topraklarını kaplıyordu. 14. yüzyılda Altın Ordu devleti parçalanmaya başlamış, 15. yüzyıl sıralarında ise Kazan Hanlığı bugünkü Çuvaşistan topraklarını içine alıyordu. Daha sonra Kazan Hanlığı Rus çarı Korkunç İvan tarafından 1552'de yıkılmıştır. Çuvaş adına da ilk defa 15. yüzyılın ilk çeyreğinde, Rus kaynaklarında rastlanmaktadır.
Bu tarihten sonra ellerindeki bütün topraklarını yitiren ve Ruslara haraç ödemek zorunda kalan yoksul Çuvaş köylüleri, daha önce uğraşmakta oldukları çiftçiliklerini bırakıp işçilik ve taşımacılık yapmaya başlamışlardır. İş arayan Çuvaşların bir bölümü de Türkiye'ye göç etmiştir. 1650 yılında Moskova ve Çuvaşistan birleşmiş, Çuvaşistan toprakları 17. yüzyılda Simbirsk ve Kazan eyaletleri arasında paylaşılmıştır.
9. yüzyılla birlikte ve daha sonra Altın Ordu devleti sıralarında çoğu müslüman olan Çuvaşlar, Rus egemenliği altına girdikten sonra hızla hristiyanlaşmışlardır. Tatarların tersine Çuvaşların çoğu vaftiz olmuştur. Ruslar bu bölgede misyonerlik amacı ile İncil'i Çuvaşça'ya çevirmeye çalışmış, misyonerlere Çuvaşça gramer eğitimi vermek amacıyla 1769'da ilk Çuvaşça gramer hazırlanmıştır. Kazan Üniversitesi "Doğu dilleri fakültesi" dil alanındaki çalışmalara öncülük yapmış, 1836'da V. P. Vishnevskiy'in gramer ve sözlüğü yayımlanmıştır.
20. yüzyılın başlarında bugünkü Çuvaşistan bölgesinde hükümet karşıtı gelişmelerin yaşanması ile birlikte 1917'nin Mart ayında Şupaşkar'da bir Sovyet gücü oluşturulup 1918 yılının Mayıs ayında bütün Çuvaşistana yayıldı. Karşıt görüşler sivil savaş boyunca bu bölgede sürekli çatışma halindeydi ve sonunda Bolşevikler kontrolü kazandı. Bunun sonucunda 24 Haziran 1920 yılında Sovyetler Birliği içerisinde Çuvaş Özerk Bölgesi oluşturuldu. 1925'te de adı "Çuvaş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti"'ne (Çuvaş ASSR) dönüştürüldü. 1990'dan sonra Sovyetler birliğinin dağılmasının ardına Rusya içerisinde "Çuvaş Cumhuriyeti" adını aldı.
Osmanlı sadrazamları listesi
üzere toplam 228 sadrazam görev aldı.
Osmanlı Devleti'nde sadrazamlık yapmış kişilerin isimleri Osmanlı tarihi dönemlerine göre şu listelerde bulunmaktadır:
Abhazlar
Abhazlar (Abhazca: Аҧсуа, "Apsva" veya "Apsua"; Abhazya’da yaşayan Güney Kafkas halkı. Gürcistan dışında en büyük Abhaz nüfusu Türkiye’dedir. Türkiye’deki Abhazların ataları 19. yüzyılda diğer Çerkes boylarıyla birlikte Ruslar tarafından sürgün edilmiştir. Ayrıca Rusya, Kazakistan ve Ukrayna’da da Abhaz nüfusu vardır. Kuzey Kafkasya’da yaşayan Abazalar ile Abhazların aynı kökenli olduğu kabul edilir.
Rusya ve Rusçadaki kullanımı birbirine yakın iki formda görülen ISO 639 kodu abk (Abhazca аҧсуа бызшǝа) ve abq (Abazaca абаза бызшва) olan ve ikisi birlikte Kuzeybatı Kafkas dilleri ailesinin Abhaz-Abaza dilleri grubunu oluşturan dilleri konuşan halklar için Türkiye'de ayırt etmeksizin yalnızca Abaza adı kullanılır. Yani Abhaz (Абхаз) ve Abazin (Абазин) Abazaların iki grubuna Rusçada verilen adlardır. Abhazya’daki Abazalar “Abhaz”, Rusya’ya bağlı Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti’nde yasayan Abazalar “Abazin” olarak adlandırılır. Rusça aracılığıyla geçtiği Batı dillerinde de genellikle böyle kullanılır. Türkçede ise yüzyıllardır var olan “Abaza” adı böyle bir ayrım içermez. O yüzden Abaza etnik kimliğinin alt kimlikleri olarak "Apsuva" (Rusların "Abhaz" dedikleri) ve "Asuva" (Rusların "Abazin" dedikleri) kullanımı da görülür. Rusçada "Abhaz" denen Abazalar (Apsuvalar) Türkiye'nin iç-batı bölgelerinde (İzmit, Adapazarı, Düzce, Bolu, Bursa-İnegöl, Kütahya, Bilecik ve Eskişehir) yoğunlaşmışken, Rusçada "Abazin" denen Abazalar (Asuvalar) ise iç-doğu bölgelerinde (Bilecik, Eskişehir, Samsun, Amasya, Tokat, Yozgat, Zonguldak, Bartın, Sivas, Kayseri, Adana) yerleşmişlerdir.
Abhazlar 780 li yıllardan sonra Abhaz Kralı yeğenini Gürcü Kralı oğlu ile evlendirmesinden sonra Abhaz ve Gürcü Krallıkları birleşmiş daha sonra Gürcü Krallığına dönüşmüştür.1570 yılında iç işlerinde serbest olmak kaydı ile Osmanlı Devletine bağlanmış daha sonra 1830 yıllarında Rus Çarı nın bölgeye ajanlar göndererek istila hazırlıkları başlatılan Abhazya da Halk Osmanlı ve Rus yanlısı olmak üzere ikiye bölünmüştür.1864 yılında Rus işgali ile özellikle bugünkü Soçi bölgesinde yaşayan Abhaz lar çok büyük kayıplar vermiş ve Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır.
Abhazya, 1917 Devrimi'nden sonra, kendisi de bir Gürcü olan Stalinin türlü zorbalıklarıyla Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti’ne dahil edildi. 1921’de Gürcistan’a Kızıl Ordu’nun girmesinin ardından Abhazya, Gürcistan SSC içinde ayrı bir Abhazya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti idi. Statüsü 1931 yılında Gürcistan SSC içinde özerk cumhuriyete indirildi. Sovyetler Birliği döneminde, tarım ve turizmin gelişmesine bağlı olarak Abhazya’daki Ermeni, Rus ve Gürcü nüfusu iyice arttı. Abhazca okullar nere |
deyse kapanma noktasına geldi. 1989 sayımına göre Abhazya’da yalnızca 94.000 Abhaz vardı ve bu da özerk cumhuriyetin nüfusunun %18’ini oluşturuyordu. Geri kalan nüfusun büyük bölümü Gürcüler (%45), Ermeniler (%15) ve Ruslar'dan (%14) meydana geliyordu.
1992-1993’te Abhazya Özerk Cumhuriyetinin bağımsızlığını ilan etmesi ile çıkan savaşta Gürcüler Abhazya'ya girdi.Ama dünyanın çeşitli yerlerinden gönüllü olarak gelen Abhaz, kuzey kafkas kökenli halklar, Ermeni gönüllüler, dağlı halkların ve Rus ordusunun yardımıyla Gürcü askerlerini yenilgiye uğratmışlardır. Sonrasında Abhaz nüfusu oranı %45’e kadar yükselmiştir. Bugün Abhazya’nın geri kalan nüfusu ise Ruslar, Ermeniler, Gürcüler (yalnızca Gali bölgesinde), Yunanlar ve Yahudilerden oluşmaktadır. Bugün Abhazya nüfusunun 250.000 dolayında olduğu söylenmekle birlikte, kesin sayının ne kadar olduğu bilinmemektedir.
Abhazların çoğu Hristiyan ve Müslüman olmak üzere hemen hemen eşit sayıdadırlar. Hristiyanlar genel olarak Abhazya'da yaşarlar. Müslüman Abhazların çoğu ise Türkiye'de yaşamaktadırlar. Ayrıca yerel inançlara inanan kişi sayısı da fazladır.
7 Kutsal Anıkha vardır. Bölgede Hristiyanlık, Bizans İmparatoru I. İustinianus dömenide, 6. yüzyıl'da yayıldı. Fakat Abhazlar ilk defa 1. yüzyılda Hrıstiyanlığı Simon ve Andrew adında iki havarinin Abhazya'yı ziyaretiyle tanıdılar. Andrew Simon ile Abhazya'da ayrıldı ve Simon burada kalarak halka Hristiyanlığı öğretti. 55 yılında Romalı lejyonerler tarafından Novy Afon şehrinde öldürüldü. Kafkasya'nın ilk Hristiyan bölgesi Pitsunda şehridir ve Kafkasya'nın ilk Hristiyan cemaati Pitsunda'da kurulmuştur. Öte yandan pagan döneminden kalma inançların güçlü biçimde korunduğu görülür.
16. yüzyıl'da Osmanlı din görevlilerinin ve Adigelerin etkisiyle bölgeye İslam dini de girdi. Bölge büyük ölçüde Müslümanlaştı, ancak 1860’larda Müslümanlar göç etmek zorunda kalınca Hristiyanlar çoğunluk haline geldi.
Hristiyan Abhazlar, Abhazya, Gürcistan ve Rusya'da yaşarlar ve Abhazların büyük çoğunluğunu oluştururlar. VI. yüzyılda Bizans yoluyla Abhazlar arasında yayılan Ortodoks mezhebi, ayin dili olarak önce Rumca, VIII. yüzyılda Bizans'a karşı bağımsızlığın kazanılması sonucu kurulan Abhaz Krallığı döneminde ve 975'te Abhaz Krallığı'nın Gürcistan'a katılması ardından da Gürcüce kullanılmıştır. Günümüzde, Abhazca, Abhaz kiliselerinde ayin dili olarak da kullanılabilmektedir.
Başlıca Abhaz tanrı ve tanrıçaları:
Afi: Yıldırım tanrısı
Ançva Şana: Annelik tanrıçası
Ankı: Toprak tanrıçası
Arıs: Savaş tanrısı
Aşxua Mekepsis: Denizciler tanrısı
Atana: Bilgi ve akıl tanrıçası
Aynarjiy: Madencilerin,taşçıların ve heykeltıraşların tanrısı
Aytar: Hayvancılık tanrısı
Azveypşa: Orman ve av tanrısı
Caca: Tarım tanrıçası
Ceres: Tarım tanrısı
Gunda: Bal ve arıcılık tanrıçası
Haniya: Sağlık tanrıçası
Mışındaw: Deniz tanrısı
Nanı/Anan: Bal ve arıcılık tanrısı
Sawına: Değirmencilik tanrıçası
Şefsı: Madencilik tanrısı
Tsıwına: Bolluk ve bereket tanrıçası
Zızlan: Tatlı suların tanrıçası
Ziwawa: Yağmur tanrıçası
Boza
Boza, darı irmiği, su ve şekerden üretilen bir kış içeceğidir. Bilinen en eski Türk içeceklerinden biridir. Günümüzde eski Osmanlı coğrafyası ile Orta Asya coğrafyasının bazı kısımlarında yapılıp tüketilir. Balkan coğrafyasından Türkiye, Kosova, Bulgaristan, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan, Romanya gibi ülkelerde ve Asya'dan Kazakistan, Kırgızistan kesimlerinde tüketilen bir içecektir.
Boza, genelde kış aylarında tüketilir. Bozanın mevsimi 15 Eylül – 15 Mayıs arasıdır. Uygun şartlarda muhafaza edilirse bozanın içilebilecek kıvamını koruduğu süre 6 ya da 7 gündür.
Türkiye’de genellikle darıdan yapılan boza, başka ülkelerde yapıldığı yerin başlıca ürününe göre mısır, arpa, çavdar, yulaf, buğday, kara buğday, arnavutdarısı, gernik gibi tahılların unu, bazen de pirinç ve ekmek, nadir olarak da kenevir unu ve karamuk mayalandırılarak yapılır.
Boza, Mısır ve Kuzey Afrika sahilleriyle Akdenizli tüccar gemiciler aracılığıyla batıya, Hazar Denizi güneyinden doğuya, Asya içlerine ve Çin’e; İran ve Afganistan’a, Kafkaslar’dan kuzeye, Volga havzasına doğru geniş bir coğrafyaya yayılır.
İbn Battuta isimli Arap gezgini, 14. yüzyıl başlarında yazdığı seyahatnamesinde Türklerin bulunduğu Deşt-i Kıpçak bölgesini anlatırken Türklerin içtiği bir şıra olan bozayı anlatmaktadır.
"Tattığında ekşilik hissettiğim için hemen bıraktım. Yemekten çıktığım zaman bunun ne olduğunu araştırdım, anlattılar; Duki (düğ = ince bulgur) tanelerinden yapılan bir nebizdir bu. Onlar Hanefi mezhebindendir ve nebiz onlar nezdinde
helaldir. Buralılar dukiden yapılmış bu nebize buza (boza) adını veriyorlar."
Evliya Çelebi 17. yüzyıl ortalarında İstanbul'da 300'den fazla bozacı dükkânının bulunduğunu, bu dükkânlarda 1100 kadar bozacının çalıştığını aktarmıştır. Osmanlı'da fazla mayalandırılarak, içine afyon katılan bozahanelerin, 19.yüzyıla doğru ortadan kalktığı biliniyor.
Boza özellikle kış aylarında tüketimi tercih edilen bir içecektir. Özellikle kışa denk gelen Ramazan aylarında tüketimi oldukça yüksektir.
Boza, sokakta ve dükkânlarda bozacılar tarafından satılır. Eski yıllarda akşamları yeni hazırlanmış sıcak bozalar, sokaklarda bozacılar tarafından bağırılarak da satılırdı. 2000'li yılların başından itibaren ambalaj sanayiindeki gelişme ve hızlı tüketim alışkanlıklarına paralel olarak +8 C'de 25 gün dayanan bozalar marketlerde satışa sunulmuştur.
I. Petro (Rusya)
I. Petro (Rusça: Пётр I Великий, Pyotr I Velikiy; 9 Haziran 1672 - 8 Şubat 1725) Rusya'yı 7 Mayıs 1682'den ölümüne kadar yöneten Rus Çarı.
Kimi tarihçiler tarafından Rusya'yı, Avrupa'nın ve dünyanın kaderinde söz sahibi devletlerin arasına soktuğu düşünüldüğünden, “Büyük” sıfatıyla anılırken, kimi tarihçiler tarafından davranışları sebebiyle Deli Petro olarak anılmaktadır.
Çar I. Aleksey'in ikinci eşi Natalya Narişkina'dan olan oğludur. 1682'de, zayıf ve hastalıklı üvey ağabeyi V. İvan'la birlikte tahta çıktı. Taht naipliğini üvey ablası Sofia Alekseyevna atandı; Sofia’nın aşığı başdanışman Vasili Vasilyeviç Golitsın’in ülkenin yönetiminde etkindi.
Petro, bu dönemde annesiyle birlikte Moskova’nın dışındaki “"Alman mahallesinde"” yaşadı. Rusya’ya gelen Avrupalılar’la yakınlık kurarak uygarlıkları hakkında bilgi sahibi oldu. Burada Avrupalı askerlerden topçuluk ve istihkam eğitimi aldı. 14 yaşından itibaren gemilere büyük ilgi duydu. 1689’da annesinin zoruyla Eudoxia Lapoukine ile evlendi; ertesi yıl Alexis adında bir oğlu oldu. Son derece muhafazakar bir aileden gelen eşi ile hiç uyuşamadı.
Petro 17 yaşında bir saray darbesiyle yönetimi ablasının ve Golitsın’in elinden aldı. 1694’te annesinin ölümü ile ülke yönetiminin tek hakimi oldu. Tahtı Ivan’la paylaşmayı sürdürüyordu ancak devlet işlerinde Ivan’ın hiçbir rolü yoktu. 1696’da Ivan’ın ölümü ile tahtın tek sahibi oldu.
Devletini genişletmeyi, dünya hakimiyetini ele geçirmeyi düşleyen Petro, bu amaçlarına ulaşmak için ticareti geliştirmenin önemini kavramıştı. Ancak Rusya kuzeyinde buzlarla kaplı denizler, güneyinde Osmanlı Devleti denetimi altındaki Karadeniz arasında sıkışmış bir ülke konumunda idi, ticarete uygun limanları yoktu. Petro, ticaret için sıcak denizlere inme gereğini fark eden ilk kişi oldu. Petro’nun sıcak denizlere inme planını gerçekleştirmek için ilk girişimi Azak Kalesi’nin kuşatılması idi. 1695 yılında ani bir baskınla Azak Kalesi’ni almayı denedi ancak deniz kuvvetlerinden yoksun Rus ordusu 96 günlük bir kuşatmadan sonra çekilmek zorunda kaldı. Bu başarısızlık üzerine Petro 1695-1696 kışında Don nehri kıyısındaki Voronej’de bir nehir donanması oluşturdu; kaleyi karadan ve denizden 31.000 asker ve 170 topla kuşatarak 6 Ağustos 1696 tarihinde teslim aldı. Asıl amacı Karadeniz’e ve ardından Boğazlara kadar gidebilmekti. Bu amacından hiç vazgeçmemiş ve bu politika kendisinden sonra da sürdürülmüştür.
Azak Kalesi kuşatması, Çar I. Petro’ya donanmaya ve düzenli bir orduya sahip olmanın önemini göstermişti. Bu amaçla ülkeye yabancı uzmanlar davet etmek yerine soylu ailelerden seçilen gençlerin eğitim için İngiltere, İtalya ve Hollanda’ya gönderilmesini emretti. Avrupa’nın başarısının hangi koşullar altında geliştiği ve mümkün hale geldiğini öğrenmek; Avrupa’daki ilerlemeyi Rusya’ya taşımak istiyordu. Kendisi de denizcilik eğitimi için 1697’de kimliğini gizleyerek yurtdışına çıktı. Sırasıyla Almanya, Hollanda ve İngiltere’ye gitti. Marangozluk, tıp, gemi yapımcılığı üzerinde çalıştı. Bir yandan da Osmanlılar’a karşı Avrupa’daki müttefik arayışı içindeydi ancak bu arayışı sonuçsuz kaldı.
Venedik’e gitmeyi planlarken Moskova’da çıkan Streltsy ayaklanması nedeniyle Rusya’ya döndü. Kendisini devirerek Sofiya'yı yeniden naibeliğe getirmek isteyen streltsıy'ı dağıttı. Yüzlerce askeri idam ya da sürgün ettirdi.
Avrupa seyahatinin sonunda kimi Avrupa adetlerinin Rus adetlerinden üstün olduğuna kanaat getiren Petro, tüm saraylıların ve memurların sakallarını kesmesini; batılı giysiler giymelerini istedi. Bu durum sakalını kesmeyen Rus aristokrasisi içinde büyük sıkıntı doğurunca boyarlara yıllık 100 ruble sakal vergisi karşılığında müsamaha gösterildi. Böylece sakal tıraşı Rus modernleşmesinin simgelerinden biri haline geldi. Yeni yıl kutlamalarını 1 Eylül’den 1 Ocak’a aldı. Geleneksel Rus takvimi yerine Protestan takvimini kabul etti.
Petro hiç anlaşamadığı eşi Eudoxia Lapoukine’den bu seyahtten döndükten sonra 1698’de boşandı ve onu bir manastıra kapanmaya zorladı.
Avrupa Devletleri ile 16 yıldır savaşmakta olan Osmanlı Devleti’nin gerek Azak Kalesi’ni kaybetmesi gerekse Venedik ve Avusturya karşısında aldığı yenilgiler nedeniyle barış istemesi üzerine savaşan taraflar arasında müzakereler başladığında Çar Petro ısrarla Kerç Kalesi’ni istedi. Bu istek kabul olmadığı için Karlofça’da Rusya, Osmanlı Devleti ile barış imzalamadı; iki yıllık bir ateşkes imzalandı. Barış Anlaşması 1700’de imzalandı. Ruslar, İstanbul’da sürekli elçiliğe sahip oldu. Azak Rus hakimiyetine girdi, Ortodoksların Kudüs |
haccı serbest bırakıldı.
Petro, Osmanlı İmparatorluğu ile ateşkes imzaladıktan sonra Baltık Denizi kıyılarına ulaşmak hedefine yöneldi. 1701'in şubat ayının sonuna doğru Biržai'de II. Augustus ile tanıştı. Prusya, Danimarka-Norveç ve Lehistan bir araya gelip Kuzey İttifakı'nı kurarak İsveç’e savaş açtı.
Rusya'nın ilk saldırısı 1700 yılında Narva Savaşı'nda eğitimsiz askerler dolayısıyla felaketle sonuçlandı. Savaş sırasında XII. Karl'ın orduları sisli kar fırtınasını kendi avantajlarına kullandılar.
Petro, Narva’daki yenilgiden sonra ordusunu yeniden organize etmekle ve Avrupa şehirlerine benzer yeni bir şehir (Sankt Petersburg) kurmakla uğraştı. İsveç ile savaşı Polonya ve Litvanyalılar sürdürüyordu.
1708’de İsveç gözünü yeniden Rusya'ya çevirdi ve saldırıya geçti. 28 Eylül 1708’de gerçekleşen Lesnaya Savaşı, Büyük Kuzey Savaşı’nın kaderini belirledi. Yenilen İsveç Kralı Demirbaş Karl, Moskova’ya saldırıdan vazgeçip güneye hareket etti; Ukrayna’da iaşe sorununu giderdikten sonra tekrar Moskova’ya yürüdü ve büyük stratejik öneme sahip Poltova Kalesi’ni 1709 Mayıs’ında kuşattı. Petro, İsveç kralını Poltova Muharebesi'nde yendi. İsveç kralı yaralı olarak maiyetiyle birlikte Osmanlı toprakları yakınındaki Bender Kalesi’ne sığındı.
İsveç Kralı’nı takip eden Rus ordusunun Osmanlı sınırını geçerek tahribatta bulunması ile başlayan gelişmeler, İsveç Kralı Demirbaş Şarl'ın Bender Kalesi'nden İstanbul’a gönderdiği yardım dileyen mektuplarının da etkisi ile Osmanlılar’ın Rusya’ya savaş ilanına kadar vardı. Vezîriâzam Baltacı Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Petro’nun ordusunu 19 Temmuz 1711’de Prut Nehri kıyısında kuşattı. Rus ordugâhında büyük bir ümitsizlik hüküm sürmeye başladı. Teslim olunması fikrini onaylayan Petro, esir düşmesi halinde kendisini hükümdar olarak tanımamalarına dair senatoya hitaben bir emirnâme hazırladı.
Ruslar’ın görüşme talebi, saldırı hazırlığındaki Baltacı Mehmed Paşa’nın yeniçerilere güvenmemesi nedeniyle kabul edildi ve görüşmeler beklenmedik bir seyir takip ederek 24 saat içinde sonuçlandı. 21 Temmuz’da imzalanan Prut Antlaşması’nı Petro 22 Temmuz’da tasdik etti. Rus ordusu serbest bırakıldı. Anlaşma sonucunda Azak tekrar Osmanlılara geçmiş ve Çar Deli Petro'nun Karadeniz'e açılma emelleri bir süre ertelenmiştir.
Petro, 1712’de Ekaterina Aleksiyevna ile evlendi. Asıl adı Marta Elena Skavronska olan yeni eşi, 1703’te Çardan bir çocuk dünyaya getirdikten sonra Ortodoks olup adını değiştirmişti. Petro’nun bu evlilikten on bir çocuğu dünyaya geldi ancak içlerinden sadece Anna ve Yelizaveta adlı iki kızı yaşadı.
Çar Deli Petro, Avrupa şehirlerine benzeyen yeni bir şehri sıfırdan başlayarak inşa etme çabasını 1703’ten beri sürdürüyordu. Şehri, 1703’te Büyük Kuzey Savaşı sırasında İsveç’ten aldığı Neva Nehri deltasında kurmaya karar vererek Aziz Petro ve Pavel Kalesi’nin temelini16 Mayıs 1703 günü atmıştı. 10 yıl boyunca Neva Nehri deltasında büyük bir bataklık alan ıslah edildi. Yeni şehrin ilk yapısı olan Aziz Petro ve Pavel Kilisesi’nden sonra birçok bina Amsterdam'da olduğu gibi çamura gömülmüş direkler ve tahtalar ile kuvvetlendirilmiş temeller üstüne yapıldı. Rusya'nın ağaç mimarisinden farklı olarak Avrupa'dan getirttiği mimarlara şehrin planlarını, kanalizasyonunu ve binaların dağılımını çizdirdi. Fransa'daki Versailles Sarayı ile boy ölçüşecek derecede ihtişamlı bir kışlık saray (bugünkü Hermitage Müzesi) ile çizimlerini bizzat kendisinin yaptığı bir yazlık saray inşa ettirdi. Petersburg, 1712’de başkent ilan edildi.
Petro, Prut Antlaşması’nı imzaladıktan sonra anlaşma hükümlerini yerine getirmemişti. Osmanlı Devleti, anlaşma hükümlerinin yerine getirilmesi için Rusya’ya iki defa daha savaş ilân etti. Osmanlı padişahı III. Ahmet’in sefer kararı alarak İstanbul’dan Edirne’ye hareket etmesi üzerine Petro kaygıya kapılarak bir özür mektubu gönderdi ve hemen görüşmelere başlanmasını diledi. Edirne’de yapılan görüşmelerin sonunda 24 Haziran 1713’te imzalanan Edirne Antlaşması ile iki taraf arasındaki anlaşmazlıklara geçici olarak ara verildi.
Petro, Edirne Antlaşması’ndan sonra yeniden tüm çabasını Kuzey Savaşı üzerine yoğunlaştırdı. Türk topraklarında beş yıl kalan İsveç kralı XII. Karl 1714’ te memleketine dönmüştü. Petro, o yıl denizlerdeki ilk büyük zaferini (Gangut Savaşı) kazandı. Bu arada Avrupa’ya geziler yaparak çeşitli başarılar elde etti. Ünlü bilim adamı Herman Boerhaave'yi görmek için 1716-1717 yıllarında Hollanda'yı ziyaret etti. Sonra Fransa'yı ziyaret etti. Prusya Krallığı ve Brunswick-Lüneburg Seçmenleri'nin desteğini aldı. Demirbaş Karl hala savaşı sürdürüyor, pes etmeyi reddediyordu. Ancak 1718'de gerçekleşen ölümünün ardında barış mümkün olabildi. Nystad Barış Antlaşması imzalandı ama halen süren gerginlik yüzünden ancak 1720'de imzalanabildi. Bu anlaşmadan dolayı senato Petro’ya “"Büyük"” ve “"İmparator"” sanlarını verdi.
Orta Asya, Hazar ve Sibirya bölgelerine araştırma grupları gönderen Petro, 1722’de İran’ın zayıflığından faydalanarak Hazar bölgesine işgale başladı. Hazar Denizi’nin batı ve güney kıyılarını askeri yardım karşılığı İran’dan aldı. Bu sefer sırasında sağlığı bozuldu.
8 Şubat 1725’te hayatını kaybetti. Peter ve Paul Katedrali’ne defnedilmiştir.
'Büyük Petro' olarak bilinen Rus hükümdar, Rönesans ve Reform döneminde yaptığı incelemeler ve deneyler sayesinde Rusya'nın Avrupa'nın gerisinde kalmasını önlemiştir. Daha çok sıcak denizlere inme planlarından dolayı denizcilik ve gemicilikle ilgili incelemeler yapan Petro, şanından öte bir gemide en alt rütbede çalışarak ilginç kişiliğini ön plana çıkarmıştır. Osmanlılar bu yüzden Petroya 'Deli Petro' lakabını takmıştır fakat söz konusu Prut Savaşı'nda Osmanlı'nın karşısına büyük ve dayanıklı gemilerle gelince Deli Petro'nun adı Büyük Petro olarak anılmaya başlanmıştır.
Kamrusepa
Kamrusepa veya Katahziwuri (ayrıca Ana Kamrusepa), Hitit mitolojisinde şifa ve tıp tanrıçasıdır. Ay-tanrı'nın cennetten düşüşüne tanık olmuş ve bunu bildirmiştir. Aruna'nın annesidir. Bir tablette ateş büyüsü kullanarak çeşitli hastalıkları nasıl giderdiği anlatılmaktadır. Hitit'in yanı sıra Hurrilerce de inanılırdı.
Hadım Sinan Paşa
Hadım Sinan Paşa (ö. 22 Ocak 1517, Rıdaniye), I. Selim saltanatında 18 Haziran 1515-23 Eylül 1515 ile 26 Nisan 1516-22 Ocak 1517 tarihleri arasında iki kez sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Aslen Bosnalıdır ve doğu Bosna'da Boroviniç adlı bir soylu aile mensubudur.
Devşirme olarak İstanbul'a getirilip Enderun'da yetiştirildi. Hadım olduğu için akağalar ocağına alındı. 1514'de Bosna Sancakbeyliği görevi ile saraydan çıkma yaptı. 23 Nisan 1514'de Anadolu beylerbeyliği görevi verilerek Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi hazırlıklarına katkı yaptı. Anadolu beylerbeyi olarak eyalet askerleri komutanı olarak İran Seferi'ne katıldı. 23 Ağustos 1514 Çaldıran Savaşı'nda Anadolu Beylerbeyi olarak ordunun sağ kanadına komuta etti. Bu muharebede bu sağ kanata yüklenen Şah İsmâil'in komutanlarından Ustaclu Mehmed Han'ın saldırısını geri püskürttü ve karşı taarruza geçip Şah İsmail ordusunu arkadan çevirip galibiyetin sağlanmasında çok büyük katkısı oldu. Çaldıran Savaşı'nda şehit olan Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa yerine Eylül'de Rumeli beylerbeyi görevine getirildi.
Yavuz Sultan Selim İran seferinden sonra İstanbul'a geri dönmeyip ordu ile Amasya'da kışlamaya karar vermişti. Fakat kapıkulu askeri bundan hoşnutsuzdu. Askerler arasında ertesi yılda İstanbul'a dönülmeyip İran seferin devam edeceği söylentileri yayılınca yeniçeriler isyankar oldular. Bu isyan ortaya çıkıca otorite gösteremediklerinden dolayı Sadrazam Hersekli Ahmet Paşa ile ikinci vezir Dukakinoğlu Ahmet Paşa görevlerinden alındılar. Ama 18 Aralık 1514'de Dukakinoğlu Ahmet Paşa sadrazam yapıldı. Ama Amasya'da kışlayan yeniçeriler arasında tekrar bir isyan çıktı. Yeniçeriler vezirlerden Pîrî Mehmed Paşa'nın ve padişah lalası Halim Çelebi'nin kaldığı evleri yağmaladılar. Divana çıkıp bağırıp çağırdılar. Yavuz Sultan Selim bu isyanın neden çıktığını gizlice araştırttı ve isyancıların sadrazam tarafından kışkırtıldığı öğrenildi ve bunun üzerine Dukakinoğlu Ahmed Paşa, Mart 1515'da I. Selim'in eliyle önce hançerlendi, sonra da yığıldığı yerde akhadımağaları tarafından kafası kesildi. Padişah bir müddet yeni bir sadrazam tayin etmedi.
Bu idamın diğer bir sebebi İran Seferi sırasında Memlukluları tutup Osmanlılar aleyhinde olan Dülkadiroğulları beyi Alaüddevle Bozkurt Bey ile sadrazam Dukakinoğlu Ahmet Paşa ile gizlice mektuplaşmakta olduğunun öğrenilmesi idi. Padişah Dülkadiroğulları beyi Alaüddevle Bozkurt Bey'i elemine etmeye karar verdi. 1515 ilkbaharında Dulkadiroğulları üzerine bir sefer düzenlendi ve Rumeli Beylerbeyi olan Hadim Sinan Paşa bu sefere padişah tarafından serasker tayin edildi. 12 Haziran 1515'de Hadım Sinan Paşa komutası altında bulunan Osmanlı gücü ile Dülkadiroğulları beyi Alaüddevle Bey ordusu yapılan "Turnadağı (Göksun) Muharebesi"'nde Osmanlı ordusu üstün bir galibiyet kazandı. Hadım Sinan Paşa yenik Dulkadiroğulları beyi Alaüddevle Bey'in başını Amasya'ya Yavuz Sultan Selim'e gönderdi. Bu savaş sonunda Maraş ve Elbistan Osmanlı topraklarına katıldı.
Bu galibiyeti dolayısıyla padişah Hadım Sinan Paşa'yı 18 Haziran 1515'de sadrazam olarak görevlendirdi. Bundan sonra İstanbul'a gelen Yavus Sultan Selim burada diğer bir savaşa "Suriye-Mısır Seferi"'ne hazırlanmaya başladı ve organizasyon için tecrübeli bir sadrazam gerektiği açıktı. Bu nedenle Yavuz Sultan Selim 3 Eylül 1515'de Hadım Sinan Paşa'yı sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yerine tecrübeli Hersekli Ahmet Paşa'yı 5. kez sadrazam tayin etti. Azledilmesinin kendisinin bir hatası sebebiyle olmadığını ve ona olan teveccühünün devam ettiğini göstermek için de Yavuz Sultan Selim ona bir miktar nakit para, kaftan ve kılıç gibi hediyeler gönderdi.
1516 ilkbaharında İranlı Safevilerinin Doğu Anadolu ve Diyarbakır taraflarında bazı saldırgan hareketlerde bulunduğu Bıyıklı Mehmet Paşa'nın gönderdiği haberlerden öğrenildi. Buna pek öfkelenen padişah 26 Nisa |
n 1516'da şahsen sadrazam Hersekli Ahmet Paşa'nın yakasına yapışıp onu yumrukladı; sadrazamlıktan azledip Yedikule zindanında tutuklatıp Hadim Sinan Paşa'yı ikinci kez sadrazam tayin etti.
Padişah sadrazama ordunun ve donanmanın hızla yeni bir sefere hazırlanması için kati emirler verdi. Mısır Seferi hazırlıkları önce gizli tutulmaya çalışıldı. Ama tersanede yeni gözler kurulup yeni gemiler yapılması, seferin Akdeniz üzerine olacağını açıkça göstermekteydi. Devlet Mısır Memluklüleri üzerine sefer yapılabilirliği hakkında şeyhülislam ve ulemadan gizli fetva aldı. Memluk Sultanı Kansu Gavri bu seferi önlemek için Yavuz Sultan Selim'e çok samimi ve yumuşak mektuplar gönderdi ama padişah kararından dönmedi. 28 Nisan 1516'da Hadım Sinan Paşa Üsküdar'dan harekete geçti. Hedefi Kayseri'de toplanmakta olan ordunun başına geçmekti. Kayseri'ye vardıktan sonra toplanan ordu seraskeri olarak Diyarbayır tarafına yürüdü. Yavuz Sultan Selim ise 5 Haziran 1516'da Üsküdar'a geçip hedefi Şam olarak sefer hareketine başladı ve Elbistan ovasında Padişah Hadim Sinan Paşa'nın komutasındaki ana orduya yetişti.
Osmanlı ve Memluklu orduları Suriye'de Halep'in 44 km kuzeyinde bulunan Dabık kasabası kenarında bulunan "Merc-i Dabık (Dabık Merası)" mevkiinde 24 Ağustos 1516 karşılaştılar. Mercidabık Muharebesi Osmanlı ordusunun elinde bulunan ve çok iyi kullanılan ateşli silahlar, özellikle sahra topları, üstünlüğü dolayısıyla ikindi vakti Memluklu ordusunun yenilgisi ile sonuçlandı. Memluklu sultanı Kansu Gavri bu muharebede hayatını kaybetti. Sadrazam Hadım Sinan Paşa bu muharebede büyük yararlılık gösterdi. Böylece Anadolu'da Malatya, Divriği ve Suriye'de Halep, Hama ve Humus Osmanlılar eline geçti. Eylül sonlarına doğru Şam ve Gazze fethedildi. Gazze'den Mısır üzerine ilerlemeye başlayan Osmanlı ordusu daha Sina Çölü'ne girmeden Han Yunus mevkinde çoğunluğu Memluklu süvari askerlerinden oluşan Canberdi Gazali komutasında bir Memluklu ordusu ile çarpışmaya girişti. 28 Ekim 1516'de, Hadım Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ile Canberdi Gazali komutasındaki Memluklu güçleri arasında yapılan Han Yunus Muharebesi'nde Osmanlı güçleri Memlukluların süvari hcucmunu durdurmaya başardı. Bu muharebede Memluklu komutanı Canberdi Gazali yaralandı ve Memluklu gücü yenik düşüp Gazze'yi bırakıp Mısır'a geri çekildi. Osmanlı ordusu Sina Çölü'nü geçmeye başlamadan, Kudüs'ü ziyaret için ana ordudan ayrılmış olan Yavuz Sultan Selim de Kudüs'ü teslim alıp ziyaret ettikten sonra Osmanlı ordusuna katıldı.
Memluklülerin yeni sultanı olan Tomanbay Sina Çölü'nün güneyinde Ridaniye'de Venediklilerden top ve silah alarak kuvvetli bir savunma hattı kurmuştu. Osmanlı ordusu 3 Ocak 1517 ile 16 Ocak 1517'de Sina Çölü'nü 13 gün içinde geçerek, Ridaniye'de Memlûk Ordusu ile karşılaştı. Osmanlı güçlerinin bir kısmı sadrazam Hadım Sinan Paşa komutanlığı altında Tomanbay'ın planladığı gibi Memluklu savunma hattının önünde savaşa girişti. Fakat Osmanlı ordusunun büyük bir kısmı Yavuz Sultan Selim komutanlığı altında El-Mukaddam Dağı'nın etrafını dolaşarak güneyden saldırmaya başladı ve böylece Tomanbey'in yönleri sabit olan toplarını etkisiz hale getirdi. 22 Ocak'da iki ordu arasında Ridaniye Muharebesi başladı. Memluklu ateşli silahlarının etkisizliğine karşılık Osmanlı ordusu ateşli silahlarla donatılmış birliklerini ve sahra toplarını çok etkili olarak kullanarak savaş alanında üstünlük sağladı. Tomanbay bu muharebeyi kaybetmiş olduğunu anlayınca en cesur askerlerinden bir baskın birliği kurup Osmanlı merkez güçlerinin karagahına bir baskın düzenledi. Bu birlikle Osmanlı ordusunun merkezdeki savaş hatlarını yararak Sultan Selim'in otağı sandığı Sadrazam'ın çadırına girdi ve göğüs göğüse yapılan bu çarpışmalar sonucu sadrazam Hadim Sinan Paşa öldürüldü.
Muharebenin kazanılmasından sonra Yavuz Sultan Selim, cesur, gözüpek, cihângîr ve aynı zamanda başarılı olan bu değerli sadrazamının şehit oluşundan çok müteessir oldu. Hadım Sinan Paşa Ridaniye zaferinin ertesi günü "Şeyh Timurtaş Zaviyesi"'ne gömüldü. Onun için bu mevkide Sultan Selim emri ile bir türbe yapıldı.
Tebeut tabiin
Tebeut tabiin (Arapça: ; "Tâbi‘ûn’a tâbi olanlar"), İslâm'da tâbiûnu gördüğüne inanılan kimselere verilen isim. Sünnîlere göre sahabe ve tabiinlerle birlikte Dünya’ya gelmiş en iyi nesillerden biridir.
Sünnî İslâm'a göre tebeut tabiin olan bir insanın şartları
Sünnîlerin bir hadisinde Peygamber "En iyi insanlar kuşağımda yaşayanlar, sonra kendilerinden gelenler (Tabi'in) ve daha sonra gelenlerdir (ikinci nesil)" Sahih-i Buhârî
(Ebu Hanife, bazılarınca Enes bin Malik'i gördüğü, ondan ve başka sahabelerden hadis rivayet ettiği içih tabiinden sayılır.) (Ebu Hanife sahabe görmemiştir.)(Zeyd)
Marcel Breuer
Marcel Lajos Breuer (21 Mayıs 1902 - 1 Temmuz 1981), Macar mimar ve tasarımcı. The Geller House I, UNESCO genel merkezi ve Ameritrust Kulesi gibi yapılara katkıda bulunmuştur. Breuer 1968 yılında AIA Gold Medal'a değer görülmüştür.
Salih Paşa
Türk tarihinde birden fazla Salih Paşa bulunmaktadır. Bunlar;
Marşania Abdülkadir Bey
Marşania Abdülkadir Hasan Bey (Rus. Князь Абдулкадир-бек Маршания) (d. 1862 - ö. 1928), bir Abhaz Prensi ve Sultan Vahdettin'in kayınbiraderi ve Emine Nazikeda Sultan'ın ağabeyidir.
Prens Hasan Bey Marşania'nın oğlu olarak Abhazya'nın Tzebelda kasabasında dünyaya geldi. 93. Harbi (1877) esnasında Osmanlı Devletine Ailesi ve Maiyeti ile göç edip İstanbul'un Ortaköy semtine yerleşti. Sultan II. Abdülhamid'in süvari yaverlerinden oldu. Bu vazifesine 1890'lara kadar devam etti. Fakat Saray'da Abdülkadir Bey'i çekemeyen bazı kişilerin entrikasına kurban oldu ve Sivas'a sürgün edildi. Sivas'ta bulunduğu sıralarda Kadirköyü'nü kurdu. Daha sonra Yozgat'a tayin edildi ve Sultan II. Abdülhamid'in 1909 senesinde tahttan indirilmesinden sonra İstanbul'a geri döndü. Kurtuluş Savaşına kadar Göztepe′de bulunan aile köşkünde oturdu. Oğlu İsmail Bey gönüllü olarak Savaşa katılmak istediğinden ailesiyle tekrar Anadolu'ya geçti ve Sivas'a yerleşti. Kurduğu Kadirköyü'nde vefat etti. Naaşı aile kabristanına defnedildi.
Abdülkadir Bey'in büyük kızı Mislimelek Hanım Şehzade Abdülkadir Efendi'nin ilk eşidir. Marşan Abdülkadir Bey'in diğer kızı Dilara Hanım, Sultan II. Abdülhamid'in yaverlerinden Kenan Paşa'yla evlenmiştir. Ayrıca oğullarından Ali ve Reşit Beyler de Sultan Vahdettin'in yaverleri olmuşlardır.
Marşan Abdülkadir Bey'in torunlarından Nadire ise Mısır Hanedanından Prens Vahid Yüsri Paşa ile evlenmiştir.
Ad hominem
Ad hominem (//), argumentum ad hominem ya da insan karalama safsatası, kalıplaşmış bir Latince deyimdir. Bir reaksiyonun, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesidir. Örneğin bir argümana cevap verirken, argümanı eleştirmekten ziyade, argümanı ortaya atan kişinin alakasız bir özelliğini gündeme getirerek fikirlerini çürütmeye çalışmaktır. Önerme yerine, önerme yapan kişi tartışma konusu edilerek iddialara karşı çıkmak suretiyle yapılır. Ad hominem, mantıksal bir safsata kabul edilir.
"Ad hominem" kavramı birebir çevrildiğinde "kişiye" anlamına gelir.
Adama karalama safsatası Saldırı safsataları türünde bir safsatadır. Saldırı safsataları Adam Karalama Safsatası, Niteliksel Adam Karalama Safsatası, Sen de Safsatası ve Önyargı OIuşturma (Dolduruşa Getirme) Safsatası olarak dört başlık altında sınıflandırılır.
Bir önerinin reddedilmesini sağlamak için, önerinin kendisi yerine öneriyi yapan kişinin karakteri ya da hareketleriyle ilişkilendirip tartışma konusu yapmak
Örnekler:"Tanrının olmadığını mı tartışıyorsun? Sen bir delisin.""Senin müdür hakkında söylediklerini duydum. Nankör adam, sen müdürün o kadar ekmeğini yedin."
Bir önerinin reddedilmesini sağlamak için, önerinin kendisi yerine öneriyi yapan kişinin etnik kökeni, politik tutumu, dini görüşü gibi niteliklerine saldırmak
Örnekler:"Başkan bu konuda haklı olamaz. Çünkü kanının son damlasına kadar liberal.""Onun önerisini kabul edemeyiz, çünkü o karşı partiden."
Bir kişinin iddiası ya da söyledikleri hareketleriyle çelişiyor diye iddianın yanlış olduğu savı
Örnekler:"Vergi gelirlerinin yeni spor salonu için kullanılmasına karşı olmanız makul bir tutum değil. Yeni senfoni binası için lehte oy kullanmıştınız ve onun maliyeti de vergi gelirleriyle karşılanmıştı"
Dolduruşa getirme safsatası da denilir. İnsan Karalama Safsatasının bir alt türüdür: Bir insan hakkında önceden olumsuz bilgiler (doğru ya da yanlış) verilerek, onun söyleyeceklerini gözden düşürme ve önyargı oluşturma şeklinde olur.
Örnekler:"Biz onun cemaziyel evvelini biliriz.""Hasan ünlü bir avukat olmuş, öyle mi? Ayol, o iki lâfı bir araya getiremezdi."
Safsata
Safsata ("İngilizce: Logical fallacy, Osmanlıca: Kıyas-ı batıl"), bir düşünceyi ortaya koyarken ya da anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamadır. Safsatalar ilk bakışta geçerli ve ikna edici gibi görülebilen fakat yakından bakıldığında kendilerini ele veren sahte argümanlardır.
Safsataların ayırdına varmak, onları geçerli ve sağlam argümanlardan ayırmak önemli bir eleştirel düşünme becerisidir. Aşağıda bir dizi yalın safsata örneği verilmiştir. Kimi zaman ciltler dolusu yapıta da yayılabilen uzun ve karmaşık bir argümanda ise farklı türden çok sayıda safsata yer alabilir.
Safsatalar iki temel gruba ayrılır: Biçimsel (formal) ve serbest (informal) safsatalar.
Biçimsel safsatalar argümanın yapısından kaynaklanan, teknik olarak geçersiz olan argümanlardır. Argüman biçimsel olarak geçersizdir.
Örnek verecek olursak:"İngilizce konuşuyorum, o halde İngilizim"Argüman içinde gizli öncül olarak "bütün İngilizce konuşanlar İngilizdir" öncülü yer alır ve öncül yanlış olduğu için sonuç teknik olarak yanlıştır.
Biçimsel safsatalarda sonuç doğru olsa bile, öncüllerden o sonuç çıkarılamayacak durumdadır."Bazı insanlar ölümlüdür""Sokrat bir insandır""Sokrat ölümlüdür."Birinci öncül olan "bazı insanlar ölümlüdür" öncülü yanlıştır, dolayısızla sonuç doğru değildir.
Serbest safsatalar kullanılan dildeki belirsizlik, çok |
anlamlılık, kavramların ve gramerin yanlış kullanılması, bir fikrin veya olayın yanlış ifadesi, yanlış anlama, konu dışına çıkma, batıl itikatlar, inançlar, kulaktan dolma yanlış bilgiler nedenizle ortaya çıkarlar. Doğru bir akıl yürütmede ifadenin açık ve anlaşılır olması gerekir, safsatalar ise herkes tarafından anlaşılır değildir, anlaşılır olsa bile şaşırtma ve kandırma taktikleri kullanılmıştır. 60'tan fazla serbest safsata türü bilinmektedir.
Serbest safsataların çeşitleri, Türkçe karşılıkları, açıklama ve örnekleri Açık Öğretim Yayınları Klasik Mantık kitabı (Prof. Semiha Akıncı), Alev Alatlı email grubu tarafından yayınlanan "Safsata Klavuzu" kitabından ve "1998 yılı içinde ulusal gazetelerimizin yazarlarının köşe yazılarında türkçeyi kullanma becerileri üzerine bir araştırma" başlıklı yüksek lisans tezinden (Mehmet Kurudayıoğlu) yararlanarak derlendi.
1. Argumentum ad hominem: Bir argümanın doğruluğunun, argümanı geliştiren şahsın kişiliği ile ilgisi olduğu savı.
Örnek: "Freud cinsel sapığın biridir. Dolayısıyla söylediklerini ciddiye almamıza gerek yoktur."
2. Argumentum ad populum: Çoğunluğun benimsediğinin doğru olduğu savı.
Örnek 1: "Hitler'in II. Dünya Savaşı'na katılmasaydı ABD'ye saldırmayacağını söylemen çok saçma. Herkes bilir ki onun hedefi dünyayı ele geçirmekti."
Örnek 2: Literatür refah devletinin yolsuzluklara yol açtığını söyler. Refah devletlerinin hepsi yıkılmasına rağmen yolsuzluklar artmıştır. Ama literatür haklıdır.
3. Argumentum ad ignorantiam: Tersi ispatlanamayanın doğru olduğu savı.
Örnek: "UFO'ların dünyayı ziyaret etmediği yolunda hiçbir delil yoktur. Demek ki ediyorlar."
4. Petitio principii / begging the question: Döngüsel nedensellik; kendi kendini kanıtlayan önerme.
Örnek: "İncil, Tanrı'nın yazdığı kitaptır. Tanrı'nın yazdığı kitap yanlış olamaz; doğru olmalıdır. İncil'de yazdığına göre İncil doğrudur. Öyleyse İncil kesinlikle doğrudur."
5. Cum hoc ergo propter hoc: Bağlantı, ilişki ya da ortak özelliklerin mutlaka neden-sonuç ilişkisi içinde olduğu savı.
Örnek: "Genç kızlar çok çikolata yiyor. Genç kızlarda sivilce çok görülüyor. Demek ki sivilcenin sebebi çikolatadır."
6. Post hoc ergo propter hoc: Zaman içerisinde önce gerçekleşen bir olgunun, onu izleyen başka bir olgunun nedeni olması gerektiği savı.
Örnek 1: "Falanca ülke kurulmadan önce nükleer silah diye bir şey yoktu. Demek ki nükleer silahların sebebi falanca ülkedir."
Örnek 2: "Güneş tutulmasından sonra deprem oldu. Demek ki depremin nedeni güneş tutulmasıdır."
7. Çöp adam / straw man: Tepkisel indirgemecilik.
Örnek:
"- Kürt sorununun bu hâle gelmesinin sosyal, ekonomik, politik bir sürü sebebi var."
"- Terör örgütünü mü savunuyorsun bana?!..."
8. Argumentum ad traditio / argumentum ad antiquitatem: Geleneksel olanın doğru olduğu savı.
Örnek 1: "Evliliği reddeden kadını öldürmemiz çok doğru. Çünkü töre böyle."
Örnek 2: "Bunca yıldır böyle yapılıyor. Demek ki doğru."
9. Argumentum ad baculum: Güç kullanarak kabul ettirme.
Örnek: "Ders kitaplarında yazılanlar doğrudur. Çünkü eğer yanlış dersem öğretmen beni sınıfta bırakır."
10. Argumentum ad crumenam: Zenginlerin söylediklerinin doğru ya da tam tersine yoksulların söylediklerinin yanlış olduğu savı.
Örnek 1: "Sakıp Sabancı bunu söylüyorsa doğrudur."
Örnek 2: "O beş parasızın teki! Söylediklerine kim inanır!?..."
11. Argumentum ad lazarum: Yoksulların söylediklerinin doğru ya da tam tersine zenginlerin söylediklerinin yanlış olduğu savı.
Örnek 1: "Adamın beş parası yok ki çapkınlık yapabilsin!"
Örnek 2: "Adamın milyonları var. Güya eşini hiç aldatmamış!"
12. Yanlış ikilem / bifurcation: Yalnızca iki seçeneğin var olduğu savı.
Örnek: "Ya çözümün bir parçasısın ya da sorunun!"
13. Zayıf benzetme / weak analogy: Ortak özellik gösteren iki önermenin birbirinin aynısı olması ya da birbirine çok benzemesi gerektiği savı.
Örnek: "Osmanlı İmparatorluğu da tıpkı Roma İmparatorluğu gibi parçalanmıştır."
14. Yüklü soru / loaded question: Sorunun ardında yatan varsayımların doğru olduğu savı.
Örnek:
-"Uyuşturucu kullanmaktan ne zaman vazgeçtin?"
-"Vazgeçmedim."
-"Demek hala kullanıyorsun?!..."
-"Hayır, hiç kullanmadım!"
-"Ama vazgeçmediğini itiraf ettin!"
15. Argumentum ex silentio: Bir tartışmanın taraflarından birinin sessiz kalmasının, sessiz kalan tarafın tartışılan konuda bilgisi olmadığını, haksız olduğunu veya yanıldığını kabullenmesi anlamına geldiği savı.
Örnek 1: "Sükût ikrardan gelir!" Türk atasözü.
Örnek 2:
-"Sanık sorguda susma hakkını kullanmış!"
-"Suçsuzsa neden sussun?! Kalkıp açık açık "Ben suçsuzum!" derdi suçlu olmasaydı!"
16. Argumentum ad misericoridiam: Acınacak durumda olmanın ya da çaresizliğin, söylenen ya da yapılanların yanlışlığına ağır bastığı savı.
Örnek: "Adam ayakta duramayacak denli yaşlı ve hasta. Bence geçmişte yaptıklarından sorumlu tutulmasına artık gerek kalmamalı."
17. Circulus in demonstrando: Ulaşılmak istenen sonuç dayanak noktası olarak ileri sürüldüğünde oluşan safsata olarak tanımlanır.
Örnek : "Uyuşturucu kullanmak yasalara aykırıdır. Yasalara aykırı davranmamalıyız (bu kötüdür). Yasalara aykırı davranmamamız gerektiği için, uyuşturucu kullanmamamız gerekir, işte bu yüzden uyuşturucu kullanmak yasalara aykırıdır."
18. D"icto simpliciter": Genel bir kuralı tüm durumlara uygulamaya çalışırken, açıkça var olabilecek istisnaların görmezden gelinmesidir.
Örnek: "İncil'de açıkça "yanlış tanıklık yapmamalısın" der. Bu durumda bir Hristiyan, kapıyı açıp, sarhoş ve elinde pompalı tüfek karşısında bulunan komşusuna, öldürmek için aradığı eşinin, kendilerine ait bodrum katında saklandığını söylemelidir. Aksi halde Tanrı'nın sözlerine açıkça karşı gelmiş olacaklardır!"
19. Argumentum ad verecundiam: Kanıt olarak konuyla alakasız bir otoritenin gösterilmesi.
Örnek: Su ürünleri mühendisliğinde bir profesör vardı çok bilgili bir insandı. Bize demokrasinin işe yaramaz olduğunu söylerdi. Ve oldukça da haklıydı.
20. Temel oran safsatası: Bir konuyla ilgili geneli kapsayan temel oran bilgisi başka spesifik bilgilerle birlikte verildiğinde insan aklı genel bilgiyi ihmal edip özel bilgiyi hesaba katma eğilimindedir.
Örnek: "Bir toplumun içinde X hastalığının görülme oranı 0.0001 (on binde bir). X hastalığının kişilere uygulanan testinin yanlış sonuç verme ihtimali 0.01 (yüzde bir). Size uygulanan test pozitif çıkmıştır. Gerçekten hasta olma şansınız nedir?" dendiğinde çoğu kişi %99 cevabı verir. Halbuki ilk bilgi, yani toplumun içindeki genel hastalık-sağlıklılık oranı ve bu orana göre büyük çoğunluğu oluşturan sağlıklı insanların yanlışlıkla "hastadır" sonucu veren testlerinin sayısı tamamen ihmal edilmiştir. Ancak bu temel oran bilgileri ihmal edilmezse %99 yerine doğru cevap olan ≈0.009 (yüzde birden küçük) bulunabilir.
Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa
Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa III. Mustafa saltanatında 25 Ekim 1770 - 11 Aralık 1771 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
18 Eylül 1710'da İstanbul'da doğdu. Babası Osmanlı donanmasında Riyale rütbesine erişmiş olan Cihangirli Kavun Ahmet Kaptan idi. Ağabeyi Enderun'da bulunmaktaydı. Onun tavsiyesiyle sarayda helvahane ocağına katıldı. 1731'de çıkma yaparak iç kiler oğlanları arasına ve 1741'de rikab çuhadarı olan Hasoda'ya nakloldu. 1743'de padişah tüfekçisi; sonra peşkir ağası oldu. 1754'de III. Osman tahta geçtikten sonra rikapdar; 2 gün sonra çuhadar ve 70 gün sonra ise silahtar görevlerine terfi ederek atandı.
31 Ağustos 1756'da ise vezirlik rütbesi verilip Saray'dan çıkartılıp Tırhala Sancak Beyi görevi verildi. 1757'de II. Mustafa tahta geçtiğinde Topkapı'da şehzadeliği sırasında kendisine bağlı olarak çuhadar görevini yapmış olan Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa'ya teveccühünü göstermek için kızkardeşi Ayşe Sultan ile evlenmesini sağladı. 16 Ocak 1758'de vekiller gönderilerek Tırhala'da nikah yapıldı.
1758'de Silistire'de merkezi bulunan Özi Eyaleti'ne vali tayin edildi. Bu göreve başlamadan İstanbul'a davet edildi ve sadrazam Koca Mehmed Ragıp Paşa ile görüştükten sonra bir müddet eşi Ayşe Sultan'ın Ortaköy'deki sarayında kalmaya başladı. Bu sırada Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa yerine Özi valiliğine bir başka vezir tayin edildi ve onun eşi ile İstanbul'da bir yıl birlikte oturması sağlandı. Bu sırada kendine arpalık olarak Delvine Sancağı ve Hüdavendigâr Sancağı has olarak verildi.
Mart 1759'da yine Özi Valisi olarak Silistre'ye harekete geçti ise kendine ay sonunda Rumeli Eyaleti valiliği verildi. Aralık 1760'da yine İstanbul'a davet edilerek eşi Ayşe Sultan ile Ortaköy'da birlikte oturdu. Mayıs 1761'de Anadolu Valiliği'ne tayin edilip o eyalet merkezi olan Kütahya'ya gitti.
Nisan 1762'de Sivas Eyaleti valiliğine tayin olunduysa da oraya gitmeyip İstanbul'a davet olundu ve Aydın muhassallığı görevini İstanbul'dan yapmaya başladı. 20 Temmuz 1764'de ise ikinci defa Anadolu Eyaleti valisi tayin edildi. Fakat İstanbul'da eşi Ayşe Sultan ile birkaç ay daha birlikte kaldıktan sonra bu eyalet merkezi olan Kütahya'ya 17 Eylül 1764'de gitti. Buradan Nisan 1765'de Selanik Sancak Beyi görevine atandı. Ama daha oraya gitmeden Maraş Eyaleti valiliği verildi. Sonra tekrar Özi Eyaleti valiliğine atanıp bu eyalet merkezi olan Silistre'de oturdu.
Mart 1767'de Hersek Sancağı ile yeni olarak birleştirilip büyültülmüş olan Bosna Eyaleti valiliğı görevi verildi. Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa orada 1771'e kadar dört yıl kaldı. Bu valilik döneminde ortaya çıkan 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar tahriki ile ortaya çıkan Karadağ isyanını hemen bastırmayı başarıp Osmanlı Devleti'nin başına yeni bir gailenin çıkmasını önledi.
Bu 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Güney Beserabya'da Kagul Nehri yakınlarında 1 Ağustos,1770'de ortaya çıkan Ruslara karşı yapılan Kartal Ovası Muharebesi'nde komutasındaki Osmanlı ordusunun büyük bir bozguna uğramasına neden olan Serdar-ı Ekrem olan Sadrazam İvazzade Halil Paşa bu bozgundan sonra sadrazamlık ve serdar-ı ekremlikten azledildi. 25 Ekim,1770'de Silahdar Cihangir |
li Mehmed Paşa Sadrazam ve orduya serdar-ı ekrem olarak görevlendirildi.
Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa Bosna'daki morali çok bozuk ordunun başına ancak 24 Aralık 1770'de erişebildi. Osmanlı ordusunun durumunu düzeltmeye vakit bulamadı. Ruslar Haziran 1771'de Kırım'ı işgal ettiler. Sadrâzam ve serdar-ı ekrem kuvvetlerinin Babadağ'dan ve serasker Muhsinzâde Mehmed Paşa emrindeki güçlerin Eflâk'tan Bükreş üzerine yapmış oldukları taarruz Ruslar tarafından püskürtüldü. Özellikle Sadrazam Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa emrindeki kuvvetler perişan bir halde dağılıp geri çekildi. 18 Kasım 1771'de bu Bükreş üzerine taarruzun bozguna dönüşmesi haberi Îstanbul'a gelir gelmez Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa serdar-ı ekremlik ve sadrazamlık görevinden azledildi. Bozgun sırasında eşyası yağma edildiği için geri kalan eşyası devlet tarafından müsadere edilmedi. Yerine Bükreş hücumunda rolü hakkında haber daha başkente gelmeden Muhsinzade Mehmed Paşa ikinci kez sadrazam olarak tayin edildi.
Bu azille birlikte vezirlik rütbesi de geri alındı. Kendisi Gelibolu'ya sürgüne gönderildi. Fakat çok geçmeden Şubat 1772'de padişah III. Mustafa tarafından affedildi; vezirliği iade edildi.
Önce Eğriboz adası muhafızlığı görevi verildi ise de daha harekete geçmeden 27 Şubat 1772'de Trabzon Valiliği'ne atandı ve burada iki yıl görev yaptı. Buradan 21 Ocak 1774'de Selanik Sancak beyliğine; 3 Eylül 1775'de ikinci kez Bosna Eyaleti valiğine getirildi. Nişan 1776'da Selanik Sancak beyliğine geri getirildi. 24 Temmuz 1778'de ise üçüncü defa Bosna Vilayeti valiliği görevi verildi. Sonra bir kez daha Selanik Sancak beyliği yaptı. Mayıs 1780'de üçüncü defa Anadolu Eyaleti valiği ile Kütahya'ya gitti. Burada Hasanlı Kürtlerinin isyanları ile uğraşıp asayişi yeniden temin etti.
20 Mayıs 1782'de Erzurum Eyaleti valiliği verildi. Burada bozulmuş olan asayişi geri getirmeyi başardı. Fakat buradan İstanbul'a zalimliği hakkında şikayet yapılmıştı. Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa ile 1782'de sadrazam olan Yeğen Hacı Mehmed Paşa'nın arası açıktı. Niğde'ye sürülmek, malları müsadere edilmek ve idam edilmek üzere tertipler yapıldı. Fakat sadrazam 4 aylık görevden sonra azledildi ve Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa yardımıyla Halil Hamid Paşa 31 Aralık 1781'de sadrazam oldu.
Böylece 71 yaşında olan Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa katilden kurtuldu. Vezirlik rütbesi yeniden verildi. Kendisine Niğde sancağı verildi ise de ihtiyarlığını bahane eden Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa bu görevleri yüklenmekten kaçındı. Fakat tekrar Girit Resmo sancağı verildi ve bunu reddedince de tekrar Niğde sancağı verildi. Sonunda Boğazhisar Muhafızlığı'nı kabul edip oraya gitti. Mayıs 1783'de ise Cidde sancağı verildi. Oraya gitmek için denizden yola çıktı ama Sakız adasına vardığı zaman bir ulak ile Mısır Eyalet valiliğine atandıği haberi geldi; bu eyalete yöneldi. Mısır'da valilik yapmakta iken Mayıs 1785'de Selanik sancağı ve Kavala sancağı arpalık verilerek Selanik'e bir gemi ile gelmesi emri geldi.
Fakat burada fazla kalmadı aynı yıl Girit'te Hanya sancağı görevi verildi. Orada iken 23 Mart 1786'da Girit Eyalet valisi tayin edildi. Bu görevi yapmakta iken 21 Eylül 1788'de Kandiye'de hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde yaşı 78 idi.
III. Ahmet'in kızı olan eşi Ayşe Sultan 1775'de 13 yıl önce ölmüştü.
Ahmed Resmî Efendi Silâhdar Cihangirli Mehmed Paşa'yı şöyle değerlendirmektedir:
Musarunileyh hizmet ettiğimiz vüzeranın mekârimi ahlâk ile mevsuf ve âkal ve ekremi ve vecih ve vakur, sahib tedbir ve şuur bir vezir-i mehaşin mevfur idi. Bir sene sadr-i âzam olup hariçten bir kimseden ve hazine-i pâdişahıden bir tarık ile bir kese akçe aldığı ve bir kimseye nâbeca tekdir ettiği malûm olmamıştır .
1753-1774 döneminde Vakanüvis olan Ahmet Vasıf Efendi yazdığı tarihte eserinde Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa'yı yermektedir. Sadrazam ve serasker iken ihtiyatlı ve gösterişten uzak tutumlar göstermesi gerekirken nefis yemeklere ve güzel elbiselere düşkünlük gösterdiğini; liderlik gücünden yoksunluğunu; büyük kamu işlerini idare etmekten yoksun olduğunu; sadarete gelmesinin eski şöhretine ve saraya yakınlığına bağlı olduğunu yazmakta ve eğer sedareti devam etseydi akıbetin ne kötü olacağının düşünülmez olacağını beyan etmektedir.
Silahdar Cihangirli Mehmet Paşa'nın biyografisini yazan diğer eserler onu boğazını seven; tören ve protokola düşkün, vakar ve temkin sahibi, lâtifeci, işinde mütevekkil bir kişi olarak nitelendirmektedirler. Karadağ isyanını bastırması, üçüncü defaki Anadolu valiliğinde Hasanlı Kürtleri arasında asayişi sağlaması, Erzurum'daki valiliği sırasında eyalette asayiş, sulh ve sükun sağlaması, her gittiği eyalet merkezinde bir köşk yaptırıp merkezde imar işleri ile ilgilenmesi, (örneğin Kütahya'da Demirtaşpaşa Camii yaptırıp; minaresini, şadırvanlarını büyültüp sonra da bu hayrın vakfiyesini tertiplemiş olması gibi) onun iyi bir yörel idareci olduğuna işaret etmektedir. Silahdar Cihangirli Mehmed Paşa'nın valilikte bulunduğu şehirlerde birer köşk yaptırması adeti imiş. Fakat savaş içinde bir lider olmadığı da aşikardır.
Kızılkum Çölü
Kızılkum (Özbekçe: Qyzylqum) Kazakistan ve Özbekistan sınırları içinde olan büyük çöl. Buhara şehrinin batısında yer alır.
Kapladığı alan 298,000 km²'dir. Dünyanın en büyük alanlı 11'inci çölüdür.
Altın ve doğalgaz rezervleri vardır.
Çarhacı Ali Paşa
Çarhacı Ali Paşa (ö. 1823, Tokat) II. Mahmud saltanatında, 1 Ocak 1809 - Mart 1809 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamı.
Konyalıdır. Vezir dairelerine girerek, okuyup yazma öğrenmiştir. Yusuf Ziya Paşa ile Mısır'a gidip Hurşit Paşa'ya mühürdar olmuştur. 1804 mîrimiran rütbesiyle Yenbu'l-bahr muhafızı görevi verilmiştir.
1805'te Hurşid Paşa Mısır Valiliğinden azledildiği zaman onunla birlikte İstanbul'a gelmiştir. Ocak 1807'de vezir rütbesi verilmiş ve ordu çarhacısı ile Silistre valisi görevine tayin edilmiştir. Ordu çarhacısı olarak öncü ordu güçleri ile Karalas'da Rus ordusu saflarını yarıp perişan etmesiyle meşhur olmuştur.
1807'de Eğriboz muhafızı görevine nakledilmiştir. Aralık 1808 sadaret kaymakamı görevi yapmıştır. Nisan 1809'da bu görevi yanında kaptan-ı deryâlik görevi ek olarak verilmiştir. Bu iki görevden 3 Eylül 1809'de azledilmiş ve rütbe düşüşü olarak Alâiye mutasarrıfı yapılmıştır. Sonradan da vezirlik rütbesi geri alınıp Limni adasına sürgüne gönderilmiştir.
1807 yılı sonunda affedilmiştir. Vezirlik rütbesi geri verilmiştir. Trabzon valisi tayin edilmiştir. Burada iken Rusların saldırılarını karşı gelmiş onları denize geri püskürtmüştür. 1810 sonunda Trabzon valiliğinden azledilmiş ve Ankara'da sürgüne gönderilmiştir.
Bir müddet Ankara'da oturduktan sonra yine affedilip Konya valisi yapılmıştır. Bu görevde iken ayaklanmacı Tekeli İbrahim Bey'i tenkil için serasker tayin edilmiştir. Ocak 1814'de Tekeli İbrahim Bey üzerine yaptığı askeri operasyon başarısız kalınca vezirliği tekrar kaldırılmış ve ikinci kez Limni adasına sürgüne gönderilmiştir. Sonra sürgün yeri Keşan'a çevrilmiştir.
Yine affedilip Kars muhafızı görevi verilmiştir. Bu görevde birkaç yıl kaldıktan sonra Sivas valisi yapılmıştır. Sonra sırasıyla Ocak 1818'de Karahisar mustasarrıfı, 1819'da Alâiye ve İçel valisi; 1820'de ikinci defa Eğriboz valisi olmuştur. 1821'de bu valilikten azledilmiş; vezirliği de kaldırılmış ve Tokat'a sürgüne gönderilmiştir.
Eylül 1823'de sürgünde olduğu Tokat'ta vefat etmiştir.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirilmektedir:
Yiğit ve hırslıydı.
DHCP
DHCP (İngilizce" Dynamic Host Configuration Protocol"), basit olarak sistemdeki bilgisayarlara IP adreslerini ve buna ek olarak değişik parametreleri atamak için kullanılan servistir. DHCP’nin temel özelliği sistemi kuran kişilerin tek tek tüm makineleri gezip aynı veya benzer parametreleri defalarca eliyle girmesini engellemek, böylece zaman kazanmak ve sistem yöneticisinin işini kolaylaştırmaktır.
Disksiz iş istasyonları: Aslında DHCP ilk olarak diske sahip olmayan bilgisayarlara IP bilgilerini sunmak için tasarlanmıştı. Bu tür iş istasyonları üzerinde herhangi bir yedekleme aracı olmadığı için açılış esnasında ağ IP verilerinin aktarılması gerekliydi. Açılış sırasında ilk olarak gereksinim duyulan veri ise, sizin de kolayca bulabileceğiniz gibi, basit bir IP’dir. Bu bilgi alındığı anda (Linux kullanılması durumunda) çekirdek disksiz makineye kolaylıkla transfer edilebilir.
Ağda taşınabilir bilgisayarların varlığı: Bir dizüstü bilgisayarı sıklıkla yanınızda gezdiriyorsanız, bu bilgisayarı her götürdüğünüz yerde ağ bilgilerini değiştirmenin ne kadar can sıkıcı olduğunu biliyorsunuzdur. DHCP’nin kullanıldığı ağlarda, otomatik olarak alınan bu bilgiler her yeni ağa bağlandığınız zaman güncellenir ve elle işlem yaparak zaman kaybetmeniz engellenir.
DNS yönetiminin kolaylaşması: DHCP sayesinde IP adreslerinin statik olarak tanımlanması engellenir. Sabit IP verilmesi halinde çok dikkat isteyen bu işlem, DHCP yardımıyla gereksiz hale gelir.
On bilgisayarlı bir yere sistem kurduğumuzu düşünelim. Kullanıcılar hem kendi aralarında haberleşecekler, hem de internette gezip, e-posta alıp verecekler. Bunun için belli bir IP bloğu tanımlayıp, DHCP üzerinden bilgisayarlara dağıtacağız. İsterseniz şimdi bilgisayarlar için tanımlayacağımız parametreleri bir gözden geçirelim.
1-Her makinenin birbirinden farklı IP adresi olması gereklidir. Hiçbir IP birbiriyle çakışmamalıdır.
2-Her ethernet kartına ait belli bir ağ maskesi bulunmalı ve aynı alt ağ üzerinde bu ağ maskelerinin aynı olması gereklidir.
3-Eğer sistemin İnternete bağlantısı var ise İnternet’e bağlanacak olan bilgisayarların geçit(gateway) IP adresinin bulunması şarttır.
4-Son olarak en az bir, tercihen iki DNS IP adresinin de önceden belirlenmiş olması gereklidir.
Yukarıdaki listeye bakarak geleneksel yöntemler ile (DHCP kullanılmadığı zaman) en az 4 değerin her bilgisayar için girilmesi gerektiğini de hemen söyleyebiliriz. Eğer 20 makinelik bir ağınız var ise, her bilgisayarı teker teker girip toplam 80 numarayı yazmak zorundas |
ınız. Eğer benzeri bir işlemi daha geniş bir ağda (250 bilgisayar) yapmak isterseniz, gerisini siz düşünün.
Bilgisayar ilk defa açıldığında öncelikle tüm ağa DHCPDISCOVER mesajını yollar.Bu mesajın içeriği “Sistemde herhangi bir DHCP server bulunuyor mu?Eğer var ise bir IP adresi istiyorum” olarak özetlenebilir.
Kuşkusuz ağa gönderilen DHCP istek paketini merak ediyorsunuzdur.İstekte bulunulan IP adresi,MAC adresi ya da paketi gönderen makinanın IP adresi bilinmediğinden,paketin içeriği aşağıdaki şekilde oluşacaktır:
1-Hedef IP adresi (Bilinmiyor): 255.255.255.255 (broadcast)
2-Hedef MAC adresi(Bilinmiyor): FF.FF.FF.FF.FF.FF (broadcast)
3-Kaynak IP Adresi(Bilinmiyor): 0.0.0.0
4-Kaynak MAC Adresi:00-A0-CC-66-73-1F(Kendi kartımızın MAC adresini bilmek kadar doğal bir şey olamaz)
DHCP istemci tarafından sisteme atılan yayın paketi(broadcast packet) DHCP sunucu tarafından alınır.IP veritabanı sorgulanır,istemciye verilecek IP adresi ve kira süresi belirlenir. Sunucudan çıkan isteğin onaylanması için istemciye bu belirlenen bilgiler geri yollanır.
Sistemde birden fazla DHCP sunucu bulunabilir. Bu durumda istemci ağa bir istek gönderdiği zaman en hızlı DHCP offer mesajı yollayanın IP bilgilerini benimseyecek ve bu tanımlarla ağa bağlanacaktır.
1-Hedef IP adresi (Henüz onaylanmadı): 0.0.0.0
2-Hedef MAC adresi(Biliniyor,istemci makina):00-A0-CC-66-73-1F
3-Kaynak IP Adresi(Biliniyor,DHCP sunucu): 10.0.0.1
4-Kaynak MAC Adresi(Biliniyor,DHCP sunucum):00-A0-C0-B6-12-6F
DHCP OFFER mesajını alan DHCP istemci kendisine tahsis edilmiş IP adresini kiraladığına dair sunucuya bir yayın mesajı yollar,eğer DHCP istemci birden fazla DHCP OFFER mesajı almış ise ikinci bir broadcast mesajı daha yollar ve diğer DHCP sunuculara teşekkür edip artık bi IP adresine sahip olduğunu belirtir.
DHCP Request mesajını alana DHCP server artık DHCP istemci için gerekli kayıtları gerçekleştirip ona gerekli olan IP,ağ maskesi,DNS adres veya adreslerini yollayacaktır .
Gelelim kiralama olayına. Bazı programcılar,yarattıkları her şeye istatistikler doğrultusunda eklentiler yapmaya bayılıyorlar. Nitekim DHCP sunucuyu da yaratırken istemcilere verilecek IP adreslerinin kiralanması gerektiğini düşünmüşler ,aynen ev sahibi ve kiracılarda olduğu gibi. Belli parametreleri verdikten sonra geri kalan işin tamamını sunucu ile istemci kendi arasında halledecektir.
Bir Linux makinesi bir DHCP sunucu veya DHCP istemci olarak çalışabilir. Linux’ta öntanımlı olarak gelen servisler arasından sadece DHCP’nin yapılandırma dosyaları yoktur ve elle yaratılmaları gerekmektedir. Üzerinde çalışacağımız iki önemli dosya vardır:
-dhcp.conf: Tüm ayarlamalar bu dosya sayesinde gerçekleşir.
-dhcpd.leases: Kiralanan IP adres verilerini tutmakla yükümlüdür.
Bu dosyaları n touch komutu kullanılabilir. dhcpd.conf dosyası /etc dizininde,dhcpd.leases ise /var/lib/dhcp dizinlerinin altında yaratılmalıdır.
Burada dikkat edeceğimiz nokta ,dhcpd.leases dosyasının hiçbir zaman elle düzenlenmemesi gerektiğidir.
Şimdi aşağıdaki satırları teker teker /etc/dhcpd.conf dosyasına girin. Söz konusu satırlarla ilgili açıklamalar her satırın altında bulunmaktadır. Yapılandırma dosyası içinde okunurluğu artırmak için sekme ve boşluk karakteri kullanılabilir.
default-lease-time parametresi , DHCP istemcilere verilecek IP adreslerinin kira süresi belirtir. Bu değer saniye cinsindendir,örnekte 10 dakikalık kiralama süresi verilmiştir. Bu süre aslına bakarsanız oldukça kısa ve sistemde gereksiz trafik yaratabilir.Dilerseniz bu işlem için bu süredaha fazla olabilir.(Örneğin 3 veya 5 günlük gibi).
default-lease-time değerindeki süre dahilinde kira yenilenmemiş ise DHCP istemciye max-lease-time değeri boyunce süre tanınır. Eğer yenilenmezse ne olur derseniz,basit:Kendinizi kapı önünde bulursunuz.
DHCP istemcilerin dahil olacağı alt ağ maskesi(subnet) belirtilir.
DHCP istemcilere dahil oldukları ağın yayın(broadcast) adresini verir.
Eğer sistemde bir gateway(geçit) veya router(yönlendirici) var ise DHCP istemcilere bunların IP adresleri belirtilir.
Eğer sistemde bir veya birden fazla WINS server var ise DHCP istemcilere bunların IP adresleri belirtilir.
DHCP istemcilerin kullanması gereken DNS sunucuların IP adresleri domain-name-servers ile belirtilir.Eğer birden fazla IP adresi verilecekse aralarında virgül bulunmalıdır.
DHCP istemcilerin bulunacağı,dahil olacağı etki alanı belirtilir.
DHCP sunucunun hangi IP ağı üzerinden IP adresi dağıtacağı belirtilir.Subnet paramatresinin bulunduğu satırın sonunda ,bu IP adresine ait olan diğer parametrelerin belirtilmesi amacıyla parantez açılmıştır.Parantez kapatılana kadar söz konusu IP adresi için DHCP sunucunun diğer parametreleri tanımlanır.
DHCP sunucunun hangi IP adresi aralığında IP dağıtacağı belirtilir.
Yukarıda parantezi kapattık.
DHCP kullandığınız bir sistemde,bazı durumlarda ağda öyle makineler bulunabilir ki bunlara her zaman aynı IP adresleri verilmelidir.Örnek olarak sistemdeki DNS sunucu,web sunucu,veritabanı sunucu için kullanılan makinelerin IP adreslerinin değişmesi halinde her şey karmakarışık olabilir.Zira bu sunucuların kullandığı IP adresleri yanlışlıkla DHCP sunucu ile başka makineler için tanımlanabilir.
Ağda öyle makineler vardır ki bunların mutlaka her zaman aynı IP adresine ihtiyaçları olur. Örneğin sistemde DNS sunucu, web sunucu, veritabanı sunucu, hatta başka bir DHCP sunucu varsa bu gibi durumlarda seçebileceğimiz iki seçenek var. Birincisi; bu tip işlevleri olan makinelere IP adreslerini statik girmek,diğeri de aşağıdaki gibi bir yol izlemek.
Yukarıda verdiğiniz Ip,dağıttığınız IP aralığı içinde olsa dahi normal bir bilgisayara kesinlikle verilmez,belirtilen MAC adresine sahip ethernet kartının bulunduğu makine için ayrılır.Yukarıda host ile başlayan satırın hemen sonundaki argelinux1 ismi makinanın tam adını karşılamayabilir.Önemli olan ethernet MAC adresinin tutmasıdır.Peki bu MAC adresini nasıl bulacaksınız?Linux altında "ifconfig" ethernet kartı bilgilerinin yanında MAC adresini de veriyordu.
DHCP sunucuyu çalıştırmak için isterseniz /etc/init.d dizinine geçip ./dhcpd start komutunu verebilir, veya herhangi bir dizindeyken aşağıdaki satırı uygulayabilirsiniz.
Unutmadan,her açılışta DHCP sunucunun çalışmasını istiyorsanız ntsysv komutunu çalıştırıp DHCP kutucuğunu işaretlemeniz yeterli olacaktır.Ya da /etc/init.d dizinindeki rc.local dosyası sonuna /etc/init.d/dhcpd start satırını ekleyerek de bu işlem gerçekleştirilebilir.İlk yöntem standart yöntemlerin dışına çıkılmaması açısından daha uygundur.
DHCP kurulu bir Linux sistemde , eğer birden fazla ethernet kartı varsa, sadece tek bir ethernet kartının IP dağıtımı yapmasını istediğiniz durumlar olabilir.özellikle aynı makinede birden fazla sevis çalıştıran firmalarda tek Linux sunucuya squid proxy,güvenlik duvarı,e-posta sunucusu,DHCP sunucusu vb. aktarıldığı zaman bu durum ortaya çıkar.Zira genellikle çalışan iki ethernet kartı vardır,ancak sadece birisinin etkin olması istenir.
Bu durumda işimizi kolaylaştıran bir parametre bizim için Dhcpd programına eth0 parametresini eklerseniz sadece eth0 üzerinden gelen istekler dinlenecektir. Benzer şekilde eth0 yerine eth1 yazmanız durumunda dinlenecek ethernet kartı eth1 olacaktır.
Öyleyse dhcp programını çalıştıran /etc başlangıç betiklerini değiştirmemiz gereklidir. /etc/init.d/dhcp dosyasının bir kısmını inceleyelim:
Yapılması gereken işlem, “ daemon /usr/sbin/dhcpd” satırını “ daemon /usr/dhcpd eth0” olarak değiştirmek.DHCP servisinin yeniden başlatmanız halinde artık sadece eth0 üzerinden gelen istekler cevaplanacaktır.
1-) http://en.wikipedia.org/wiki/DHCP
2-) LINUX AĞ YÖNETİMİ - GÖRKEM ÇETİN , BARIŞ METİN
3-) A11A
Avşa
Avşa, Marmara Denizi'nde ada.
İstanbul'a deniz otobüsüyle 2,5 Erdek'e ise gemiyle 1 saat 50 dakika uzaklıktadır. Balıkesir'in Marmara ilçesine bağlı bir yerleşim yeridir. İlçe merkezine 11 km,
il merkezine 155 km uzaklıktadır. Avşa adasının diğer adı "Türkeli" adasıdır. Fakat "Türkeli" ismi "Avşa" olarak değişmiştir.
Takımadalar arasında, kapladığı alan bakımından, Avşa Adası Marmara ve Paşalimanı Adalarından sonra gelir. Uzunluğu 7 km, genişliği 4 km.'dir. 1965 yılında 1146 nüfusu olan adada, son nüfus sayımına göre 2000, gayriresmi olarak da 2500 kişi yaşamaktadır. Yazın ise Avşa Adası yoğun geçen turizm sezonu dolayısıyla 90.000 - 100.000 insanı barındırmaktadır. Gerek eğlence ve gerekse dinlence bakımından imkanları bulunan Avşa Adası'na yaz sezonunda İstanbul'dan her gün 2 ya da 3 deniz otobüsü ve İDO' ait gemi tarifeli sefer yapmaktadır, hafta sonları ek seferler de konulmaktadır.
Avşa`nın ilk yerli halkı hakkındaki ilk yazılı bilgiler coğrafyacı Strabon ve tarihçi Plinius'un kitaplarında bulunmaktadır. Toprak durumu bakımından hiçbir zaman zengin olamamış, bağımsız bir idareye kavuşamamış olan ada, tarih içinde, çevresinde hakim olan kuvvetin arkasından gitmiştir. Hristiyan din adamları için bir sürgün yeri olarak kullanılmış ve bütün Ortaçağ boyunca boş kalmıştır. Şimdiye kadar hiçbir sistematik kazı yapılmamıştır. Ancak adada, anakara Kapıdağ Yarımadası`ndan ayrılmadan önce bazı ilkel toplulukların yaşadığı, avcılıkla geçindiği, anakara ile bağlantı kesilince yeni bir yaşam biçimi geliştirdikleri, avcılığı azaltarak tarım, besicilik ve balıkçılıkla geçindikleri bazı buluntular nedeniyle anlaşılmaktadır.
Avşa’nın yüzyıllar içinde değişerek gelen birçok ismi vardır. Kyzikos’lu Diogenes, Propontis adalarını anlatırken Ofiousa ile Fisia’yı birbirinden ayırmıştır. Plinius bu adaya OPHiUSSA der. Bizans tarihinde ise adanın ismi AFOUSiA’dır. La Mottraye 17. yüzyıl başında, adaya buradaki Meryem Ana Manastırı nedeniyle Pnagia adı verildiğinden bahseder. Marmara Adalarında tarihi incelemeler yapan Gedeon’a, Patrikhane tarafından verilen 1892 tarihli vasiyetnamede ise, adanın ismi AOSiA şeklinde yazılmıştır. Rumlar adayı terketmeden önce ise AFISSIA ismini kullanmışlardır. Ada’nın ismi daha sonraki zamanlarda Araplar Adası olarak da anılmıştır.
Yakın zamanlarda adanın resmi |
adı Türkeli olmuştur. Daha sonraları günümüzde adanın tarihi isminin Türkçeleştirilmiş şekli olan AVŞA kullanılmaya başlanmıştır.
Marmara Denizi'nin güney batısında 3 büyük (Marmara-Avşa-Paşalimanı) ve 9 küçük ada vardır. Marmara adaları ismini taşıyan bu adalar, yapı ve yer şekilleri bakımından Kapıdağ Yarımadası'nın Marmara Denizi'ndeki uzantısı görünümündedirler. 4. zamanın sonlarında deniz seviyesinin yükselmesi ve alçak kesimlerin sular altında kalması sonunda, anakara Kapıdağ Yarımadası'ndan ve birbirinden ayrılarak bugünkü şekillerini almışlardır.
Avşa Adası'nın Marmara ve diğer adalarla arasındaki derinlik 16–35 m arasındadır. Sadece Ekinlik Adası'nı birleştiren kara parçası 1–4 m derinlikte olduğundan sakin havalar da bu bağlantıyı izlemek mümkün olmaktadır. Adanın uzunluğu 9 km, eni 4 km kadardır. Toplam yüz ölçümü 36 km²'dir. Adanın batısında üzerinde bir deniz feneri bulunan Hayırsız Ada yer alır.
Takımadalara adını veren ve grubun en büyüğü olan Marmara Adası orta kesiminde 700 metreyi bulan yüksek bir ada görünümünde iken, Paşalimanı, Avşa ve Ekinlik adaları yüksekliği 100-250 metre arasında değişin basık ve yumuşak görünümlü yassı adalardır ve İstanbul'a yaklaşık 65 (64.840) Mil uzaklıktadırlar. İstanbul'un kirli kıyılarından kaçanlar ile deniz ve tatil hasretlerini gidermek isteyen Ankaralılar gözlerini Marmara'nın bu güzel adalarına çevirdiler. İlk öncüler Marmara Adası'na ayak bastılarsa da kıyıdaki kumsalların azlığı hemen arkada yükselen ve dikleşen arazi ile Beldeye Teşkilatının katı imar kuralları yüzünden gözlerini biraz ötede kıyıları boyunca uzanan geniş ve ince kumlu plajlar, yumuşak arazi yapısına sahip Avşa Adası'na çevirdiler. Ayrıca henüz konut yapımına daha yumuşak bakan Köy Kanunları (1992'de belediye oldu) geçerli idi. Bu nedenle 1969 yılından itibaren Avşa Adası Marmara Bölgesi'nin vazgeçilmez turistik merkezi durumuna geldi. Bu olay köy ekonomisinin birdenbire gelişmesine ve aranan her şeyi kolayca bulunduğu bir konuma getirdi.
Avşa Adası, diğer adalar gibi anakara Kapıdağı'na bağlı idi. Dördüncü zamanın sonunda deniz seviyesinin yükselmesi ile anakaradan ve birbirlerinden ayrıldılar. Bu nedenle Avşa ile Marmara Adası arasındaki derinlik 35 metrede kalır. Avşa ile diğer adalar ve Kapıdağ arasındaki derinlikler 16 metreyi geçmez. Özellikle Avşa ile ekinlik adasını birleştiren kara parçası 1 metre ile 4 metre derinliği ancak bulur. Sakin havalarda bu bağlantıyı izlemek mümkündür.Adanın yapılan zemin etütlerinde granit taştan oluşmuş olduğu uzmanlar tarafından belgelenmiştir. 17 Ağustos 1999'da yaşanan depremden sonra adada hiçbir yıkım olmamıştır.
Avşa Adası Marmara'nın orta bölümünde bulunduğu için bölge iklimi gibi bazı özellikler taşır. Akdeniz ikliminin birçok özelliğini yansıttığı gibi Karadeniz'in etkisi de kendini gösterir. Kış döneminde bu bölgenin güneyinde ve Akdeniz üzerinde oluşan hava akımları alanı orta ve doğu Avrupa üzerinde bulunan kuzey cephenin güney doğru kayması sonucu batıdan gelen kar ve yağmur getiren siklonların ve bunların cephesel faaliyetlerinin etkisinde kalır. Yaz dönemleri ise bu faaliyetler ortadan kalkar. Bunun yerini farklı bir sistem alır. Bu değişiş güneşin görünürdeki hareketi ile Büyük sahra üzerindeki yüksek basınç kuşağının Akdeniz üzerine yerleşmesi ve bu iklim bölgesinin Marmara'yı etkisel altına almasında ileri gelir.
Ortalama sıcaklık ile en soğuk ay Ocak'tır. Yaz döneminde bir tarafta Basra Körfezi'nde oluşan alçak basınç, diğer taraftan Avrupa üzerindeki yüksek basıncın sonucu ada kuzey, kuzeybatı yönlü rüzgarların etkisinde kalır. İki farklı iklim bölgesi ortasında yer aldığı için ada yazın kuzeydeki soğuk cephenin dalgalanışına bağlı olarak bazen kısa süreli fırtınaların etkisinde kalır. En sıcak ay 24.6 ortalama sıcaklık ile Temmuz'dur. Yağmurlar en çok Aralık ayında görülür. Çok nadir olarak yağan kar Ocak Şubat aylarında düşer.
Ada, İstanbul'a olan yakınlığı nedeniyle yerli turistler için cazip bir tatil noktasıdır. Turizmden daha fazla faydalanabilmek için Avşa, nispeten sakin bir tatil seçeneği sunan Kuzey Ege'deki tatil yerlerinin aksine birçok tesisle turistlere renkli bir gece hayatı da sunmaktadır. Ayrıca Marmaradaki adalara ait Adakarası üzümünden üretilen şarap sayesinde bağcılık ve şarap fabrikaları, turizme paralel olarak gelişerek yeni iş imkânları yaratmaktadır.
Avşa Adası'nda oldukça fazla koy bulunmaktadır. Bunlara ulaşım zor olsa da, gerek teknelerle gerekse binek araçlarla ulaşmak mümkündür. Avşa Adası'nın belli başlı koyları şunlardır; Tavşanlı Koyu, Çınar Koyu, Kumtur Koyu, Atanaş Koyu, Yiğitler Koyu.
İstanbul, Bostancı ve Yenikapı'dan İDO hızlı feribotları ile; Tekirdağ, Akport Limanı'ndan SS Erdek deniz motorlu taşıyıcılar kooperatifi ile, Erdek'ten Gestaş arabalı feribotu ve Bado deniz taksi ile sağlanmaktadır.
Wireshark
Eski ismi Ethereal olan Wireshark; Windows, Linux, MacOS veya Solaris gibi birçok işletim sisteminde çalışabilen ve bilgisayara bağlı olan ağ kartlarına (Ethernet kartı veya modem) gelip giden tüm trafiği analiz edebilen bir programdır.
Ayva
Ayva ("Cydonia oblonga"), gülgiller (Rosaceae) familyasından 4–5 m boylanan, kırmızı kahverengi gövdeli meyve ağacıdır. Derine gitmeyen yüzeysel kök sistemine sahiptir.
10 ile 1000 m arasındaki yüksekliklerde hemen her bölgede yetiştirilebilir. Kumlu-tınlı sıcak ve geçirgen topraklarda yetişir. Soğuğa dayanıklıdır 7 °C periyodundaki sıcaklık ayva için idealdir. Üretimi, tohumla, kök sürgünleri ve çelikleme yapılır. Ayva yetiştiriciliğinin Anadolu'dan Yunanistan ve İtalya'ya geçtiği, Milattan önce 650 yılında Yunanistan'da yetiştirildiği ve oradan diğer Avrupa ülkelerine yayıldığı tarihi araştırmalardan anlaşılmaktadır. Ayvaya bugün Avustralya hariç tüm dünya ülkelerinde rastlanabilmektedir.
Dünyada ayva üretiminde Türkiye birinci sıradadır. Yıllık üretim (2000 yılı) 100 bin tondur. İkinci Çin 85 bin ton, üçünçü sırada İran 36 bin ton, dördüncü sırada Fas 30 bin tondur. Ayva yaprakları boya ve kozmetik sanayiinde, tıpta da ilaç yapımında kullanılmaktadır. Meyvesi reçel, jel, marmelat ve meyve suyu olarak değerlendirilir.
Meyvesinde pektin, tanen, şeker, organik asit, A ve C vitamini ve mineral tuzlardan bol miktarda bulunduğunu, tohumlarında ise yüzde 14-18 oranında tutkal maddeler, yüzde 16-20 oranında yağ, tanen, renkli maddeler ve yüksek oranda protein, az miktarda amygdalin ve emülsin olduğunu belirten Prof. Dr. Karadeniz, ayvanın kalp, akciğer, boğaz, mide, böbrek, göz, bağırsak, ağız rahatsızlıkları ve adet kanamalarına oldukça faydalı olduğunu dile getirdi.
Grip ve soguk algınlığı geçirenler bol bol ayva yemelidir.
Ancak bu etkileri sadece ve sadece dilimlenerek yendiğinde gösterebilir. Halk arasında ufak bir kesim kaşık, çatal ya da benzeri nesnelerle yenmesinin sağlığa daha yararlı olduğuna inanarak; ayvanın faydalarından yararlanmak isterken zarar görürler. Çünkü, Brenthill Üniversitesi'nin yaptığı araştırmalarda; kaşık ve çatalda bulunan zealin maddesi, ayvadaki pektin ile birleştiğinde bağırsaklarda gaz yaptığı, dışkıyı da gereğinden fazla yumuşattığı ortaya çıkmıştır.
Anavatanı Hazar denizi dolayları, Kuzey-Batı İran, Türkistan ve Kuzey Anadolu'dur.
Victor Ostrovsky
Victor Ostrovsky (28 Kasım, 1949 Edmonton, Alberta doğumlu) eski Mossad görevlisi, yazar. Ostrovsky'nin romanları Mossad'ın, özellikle yasal veya ahlaki açıdan yanlış kabul edilebilecek, çeşitli hareketlerini ve yönlerini konu almıştır.
Kanada'da doğan ama İsrail'de yetişen Ostrovsky 1982'den 1984'e kadar Mossad öğrencisi olmuş, daha sonra Ekim 1984'ten Mart 1986'ya kadar "katza" olarak çalışmıştır. 1990 yılında "By Way of Deception" (Hile Yolu) isimli romanını yayımlamıştır. Romanın gizli Mossad operasyonları hakkında olduğunu ve romanda birçok Mossad çalışanının gerçek ilk isimlerini ifşa ettiğini ileri sürmüştür.
Birçok eleştirmene göre kitap uzman bir romancı tarafından yazılmış bir romandan ibarettir ve küçük derecedeki bir çalışanın iddia edilenler gibi birçok operasyon sırrına ulaşması mümkün değildir.
Ostrovsky'ye göre kitap Mossad operasyonlarındaki hataları göstermiş ve Mossad çalışanlarına sadece ilk isimleriyle, ajanlara ise kod adlarıyla hitap etmiş ve böylece hiç kimseyi tehlikeye atmamıştır. İsrail hükümetinin yazarın romanının satışını bastırmak amacıyla birçok dava açması, yazarın ününün büyümesine ve iddialarının birçok kişi tarafından kabul edilmesine katkı sağlamıştır.
Yazarın romanlarından ikisi Türkçeye çevrilmiş ve yayımlanmıştır.
Esin Engin
Esin Engin, (d. 17 Mayıs 1945 - ö. 4 Mayıs 1997) besteci, aranjör, şarkıcı, orkestra şefi ve müzisyen.
1945'te Kırım Tatarı asıllı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. 5 yaşında müziğe başladı. Önce ud ve kanun ile Klasik Türk müziği eğitimi aldı.
Lise öğrenimi için gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nde ise piyano ile Batı Müziği eğitiminin yanı sıra armoni ve kompozisyon dersleri de gördü. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Okulunu ve İstanbul Belediye Konservatuvarı şan bölümünü bitirdi.
İlk olarak dönemin önemli orkestralarında müzisyen ve solist olarak çalıştı ve filmlerde şarkı seslendirdi. İlk 45'liğini 1968'de çıkardı. İlk büyük çıkışını ise 1972'de çıkardığı iki 45'likle yaptı: "Dök Zülfünü Meydane Gel" ve "Tango". "Dök Zülfünü Meydane Gel"de Klasik Türk müziği'ni ilk defa aslına zarar vermeden çok sesli hâle getirerek seslendirdi. "Tango"da ise 30'lu yılların tangolarını değişik düzenlemeleriyle tekrar gündeme getirdi. 1973'te "Bana Ellerini Ver/Gözlerin Deniz" 45'liğini ve ilk Long-Playi olan "Modern Oyun Havaları"nı çıkardı. Geleneksel müziğimizi aslına zarar vermeden armonize ederek yönettiği orkestarsına uyguladığı bu enstrümantal albüm büyük ilgi görerek satış rekorları kırdı. Yurtdışına ihraç edilerek müziğimizin tanıtılmasında büyük rol oynadı. Bu başarı üzerine Esin Engin aynı anlayışla 1974'te "Anadolu", 1978'de "Modern Fasıl" ve çeşitli senelerde "Modern Oyun Havaları" serisinin diğer albümlerini çıkardı. Bir yandan da 1974'te "Dönmeyen Yıllar/Ank |
ara'nın Taşına Bak" 45'liğini, "Tangolar" ve "Dünden Bugüne" albümlerini, 1976'da "Aşık Olmuşum/Sana Geldim",1977'de "Sen de Bizdensin Arkadaş/Gurur Duyarım", 1978'de "Gönül Oyunu/Sevmesin Yeter" gibi hit olmuş 45'liklerle şarkıcılığını sürdürdü.
1972'den itibaren aranjör,orkestra şefi ve müzisyen olarak Türk Popunun ve Türk Sanat Müziğinin birçok sanatçısının perde arkasındaki başarı anahtarı oldu. Sezen Aksu, Erol Evgin, Zerrin Özer, Nükhet Duru, Nilüfer, İlhan İrem, Tanju Okan, Tülay Özer, Esmeray, Ayla Algan, Erol Büyükburç, Ömür Göksel, Attila Atasoy, Gönül Akkor, Yıldırım Gürses, Semiramis Pekkan, Ali Kocatepe, Füsun Önal gibi birçok sanatçıya beste ve düzenleme yaptı ve Türk Popunun ve Türk Sanat Müziğinin birçok hit parçasına imza attı. Melih Kibar, Bora Ayanoğlu, Selmi Andak gibi bestecilerle; Çiğdem Talu, Ülkü Aker, Fikret Şeneş gibi söz yazarlarıyla çalıştı.
1980'de "Hisseli Harikalar Kumpanyası", 1984'te "Lüküs Hayat" gibi müzikallere müzik yönetmenliği yaptı, "Kanlı Nigar", "Fermanlı Deli Hazretleri", "Deli Eder İnsanı Bu Dünya" gibi birçok müzikal, "Aile Şerefi", "Gazeteciden Dost", "İstanbul'un Gözleri Mahmur" ve "Müfettiş" gibi birçok tiyatro oyunu besteledi.
Film Müziği alanında ise Osman F. Seden, Atıf Yılmaz gibi usta yönetmenlerle çalıştı. 1986'da Aydan Şener'in başrolünü oynadığı "Çalıkuşu" dizisinin klasikleşen müziklerine imza attı. "Zübük", "Hayallerim, Aşkım ve Sen", "Kadının Adı Yok" gibi sinema filmlerine; "Yol Palas Cinayeti", "İki Kadın", "Tatlı Betüş", "Gül ve Diken", "İki Kız Kardeş", "Zühre" gibi Tv dizilerine unutulmaz besteler yaptı.
1994'te kan kanserine yakalanan Esin Engin film müziklerinin çoğunu hasta yatağında besteledi.
Son döneminde "Nostalgic Russian Tzigane", "Gypsy Fire", "Film Müzikleri" gibi albümlere imza attı. 4 Mayıs 1997'de kansere yenik düştü.
Ercan Saatçi
Ercan Saatçi (d. 13 Mart 1968), Türk müzisyen ve yapımcıdır.
13 Mart 1968'de İstanbul'da dünyaya geldi. İlköğrenimini Üsküdar Zeynep Kamil İlkokulu'nda yaptığı esnada mandolin, akordeon ve Türk Halk oyunları dersleri almaya başladı. Orta ve lise eğitimini Haydarpaşa Lisesi nde yaparken bir süre Sabri Süha Ansen'den keman dersleri aldı. Okulun müzik grubunu kurdu ve çeşitli liselerarası müzik yarışmalarına katıldı. 1985 yılında Ercan-Yavuz-Vahe adında bir grup kurdu. Bu grupta katıldığı yarışmalarda çeşitli ödüller aldı.
1988 yılında lisedeki okul arkadaşı olan Yavuz Çetin ile yaptıkları "I Will Cry" adlı şarkı ile "Hey" dergisinin yarışmasını kazandı. 1988 yılında İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Kontrbas Bölümü öğrencisiyken TRT Eurovision finallerine katılmaya hak kazandı. Yine aynı yıl İTÜ kampüslerinde yapılan üniversiteler arası müzik yarışmasında "Her Name Is N.G." isimli şarkısı ile kazandı. 1990 yılında TRT Altın Anten Genç Besteciler Yarışması'nda Özdemir Erdoğan birinci olurken Saatçi üçüncü oldu.
Aynı yarışmanın dönüşünde İzel-Çelik-Ercan grubu kuruldu. 1990 yılında Grup Vitamin adında bir grup kurdu ve bu grupla 2 albüm yaptı. Grubun 3.000.000 satan ilk albümü "Bol Vitamin"in ardından iki kez Altın Güvercin yarışması na katıldı. Bir birincilik ve bir de ikincilik kazandı, dört kez Hürriyet Altın Kelebek ödülü, iki kez Hey Dergisi ödülü ve ayrıca birçok kez birçok TV ve radyonun seçtiği yılın şarkısı, yılın şarkı sözü ve yılın grubu ödülünü aldı. 1991 yılının sonunda Ufuk Yıldırım'la birlikte Grup Vitamin'den ayrıldı ve Uf-Er grubunu kurdu, aynı yıl İzel ve Çelik ile İzel-Çelik-Ercan'ın ilk ve tek albümü "Özledim" çıktı. Çelik Erişçi'nin 1992'de gruptan ayrılmasıyla 1993 yılında İzel-Ercan olarak "İşte Yeniden" albümünü yaptı. Ayrıca Uf-Er olarak 1992'de "Vitamin Değil Şifa Niyetine" ve 1994'te "Ebabil Bir Kuştur" albümlerini yapan Ercan Saatçi, 1995 yılında ilk solo albümünü "Sayenizde" adıyla çıkardı. 1996 yılında "Tam 14 Saat Oldu" teklisi, 1998 yılında "Manşet" albümü izledi. Bugüne dek 600'e yakın şarkı sözü 400'ü aşkın beste ve düzenleme yaptı. Ercan Saatçi Doğan Müzik Company (DMC) den ayrılarak Rec by Saatchi adında kendi şirketini kurmuştur.
2003-2004 yılları arasında "Popstar ve Türkstar"; 2006 Yılında "Star Avı", 2008 Yılında da "Alaturka Solist" yarışmalarında jüri üyeliği yapmıştır.
Eşi Gülümsün Özkök'ten 14 Ekim 2009 günü boşanan Ercan Saatçi, hâlen "Hürriyet" gazetesinde yazarlık ve spor koordinatörlüğü yapmaktadır. İki çocuk babasıdır.
Ali Kocatepe
Ali Kocatepe (d. 25 Şubat 1947, İzmir), Türk besteci, söz yazarı, yorumcu ve müzik yapımcısı.
Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu'nu 1974 yılında bitirdi. "Böyle Yazmış Yaradan" adlı ilk plagını 1968 yılında doldurdu. İstanbul'a gelerek Temmuz 1973'te kendi yapım firması "1 Numara Plakçılık"‘ı kurdu. Ses sanatçısı Aysun Kocatepe ile 1985 yılında evlendi ve İlkyaz adlı bir kızları oldu. "1 Numara Plakçılık"‘ı kurmuş olan Kocatepe, halen sahne performanslarını ve yapımcılığını sürdürmektedir.
Sanatçı Ali Kocatepe'nin Kendi sesinden yayımlanan bazı yapıtları;
Yaptığı şarkılar kadar yazdığı sözler ve yaptığı besteler çeşitli sanatçılar tarafından seslendirildi. Başka sanatçılar tarafından seslendirilen en popüler yapıtları:
Birçok ulusal ve uluslararası yarışmada sayısız ödül aldı. "Şen Sazın Bülbülleri" ve "Medya Medya Nereye" adında iki müzikal besteledi. İlk evliliğini 1975'te Fatma Karanfil ile yaptı. İkinci evliliğini 1985´te yaptığı Aysun İnöntepe ile sahne çalışmalarını ve müzik yapımcılığını sürdürüyor. 1990 yılında Aysun Kocatepe'den İlkyaz adında bir kızı oldu.
2006´da Ali Kocatepe, 41 yıllık çalışmalarından derlediği 26 şarkıyı bir albümde toplayarak dinleyicilerinin beğenisine sundu.
Müzik Dünyamızda olarak yüzlerce şarkıya ve albüme imza attı. Sanatçı 1974'de Türkiye'nin ilk festival şarkısı olan "Antalya'ya Koş" şarkısını Antalya Altın Portakal Film Festivali için besteledi.
Panik
Panik veya panik hali (, aşırı ve normalin dışına taşmış korku hali.
Aniden başlayan otonom (Sempatik-Parasempatik) sinir sistemi aktivitesiyle birlikte "baş dönmesi, çarpıntı, titreme, sararma, terleme, kusma, idrar yapma ve dışkılama arzusu" söz konusudur. Ani başlayan nöbetin süresi genellikle sınırlı olmakla birlikte, birkaç dakikadan birkaç saate kadar sürebilir. Bu süre içinde kontrollü zihni faaliyet imkânsızdır ve panik olan gayesizce dolaşır durur. Şahsiyetini kaybetmiş gibidir ve gerçekleri değerlendirme kabiliyeti kalmamıştır. Nöbet, panik olanı takatsiz bırakır.
Tedavide, çabuk etkili bir müsekkini damardan vererek, nöbet kolaylıkla sonlandırılabilir. Başka tedavilerin başlatılmasından önce durumun sebebi araştırılmalı ve tedaviye ona göre yön verilmelidir.
Ben (roman)
Ben (Özgün adı: "Anthem"), Ayn Rand tarafından kaleme alınmış, ilk kez 1938 yılında yayımlanmış bir bilim kurgu romanı. Ayrıca Türkçe, "Ben" adının yanı sıra "Ego" adıyla da yayımlanmıştır.
Eser, Zamyatin'in ünlü romanı "Biz" ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Biz romanıyla benzerlikler taşıyan ve Biz romanından etkilenmiş olan romanlar içinde George Orwell'in "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" ve Aldous Huxley'in "Cesur Yeni Dünya" isimli romanları da vardır.
Anti ütopyacı bir roman olan "Ben"`in hikâyesi belirtilmemiş bir gelecekte geçer. Distopik bir bilim kurguya sahip romanda, totaliter bir sistem mevcuttur, teknolojik gelişim dikkatli bir şekilde planlanıyordur ve birey ile bireysellik kavramları ortadan kaldırılmıştır. Bu kurgunun temelinde, Ayn Rand'ın sosyalist düşüncenin ve ekonominin zayıflıkları olarak gördüğü noktaların sonucu olarak insanlığın ikinci bir Karanlık Çağ'a girmesi yatar.
Eserde bu ortamda yaşayanlardan biri olan Equality 7-2521 çevresini ve kendisini anlatır. Anlatımda kendisini ve çevresindekileri tanımlamak için kullandığı çoğul zamirler ("biz" ve "onlar") barizdir ve hikâyenin üstünde kurulduğu temellere güçlü bir vurgu yapar.
"Ben" romanı, Zamyatin'in birçok farklı anti ütopyacı romana ilham kaynağı olmuş olan "Biz" romanından yaklaşık 17 yıl sonra yazılmıştır. İki roman çeşitli benzerliklere sahiptir.
Zamyatin gibi Ayn Rand da Sovyet sistemine dair bazı tecrübeleri vardı. Biz romanı "Ben"`den önce, 1920'de yayımlanmıştır ve Rand'ın onu İngilizce'ye çevrilmeden okuma fırsatı olmuş olabilir. Aslında Rand Rusya'yı "Biz" romanının yayımlanmasından altı yıl sonra terk etmiştir. Zamyatin'in Paris'te vefat etmesinden kısa bir süre sonra, "Ben" romanı ilk kez İngilizce olarak Birleşik Krallık'ta 1937'de yayımlanmıştı. "Ben" romanı "Biz" romanından 17 yıl sonra yazılmıştır. Her ne kadar iki roman arasında kurgusal farklılıklar mevcut olsa da, özellikle hikâyenin anlatım biçimi açısından birbirlerine benzemektedirler.
Cengiz Topel
Cengiz Topel (2 Eylül 1934, İzmit - 8 Ağustos 1964), Türk pilot yüzbaşı. 1964'te Türk Hava Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta gerçekleştirdiği uyarı uçuşunda, uçağı Rum uçaksavarlar tarafından vurulunca paraşütle atladı ve esir düştü. Rumlar tarafından hastanede öldüğü belirtilen Topel'in naaşı iade edildi. Türk Hava Kuvvetleri'nin Kıbrıs'taki ilk pilot kaybıdır.
Trabzonlu Tekel tütün eksperi Hakkı Bey’in oğludur. Babasının görevli olduğu İzmit'te 2 Eylül 1934 tarihinde doğdu. Annesi Mebuse Hanım’dır. Ailede dört kardeşin üçüncüsüdür.
İlkokula Bandırma II. İlkokulu'nda başladı, babasının Gönen, Balıkesir’e tayini ile Ömer Seyfettin İlkokulu’nda öğrenimine devam etti. Babasını kaybettikten sonra ailesi Kadıköy, İstanbul'a yerleşti. Kadıköy Yeldeğirmeni Okulu’nda ilk ve orta öğrenimini tamamladı. Lise öğrenimine, Haydarpaşa Lisesi'nde başlayıp Kuleli Askeri Lisesi’ne devam ederek 1953 yılında bitirdi. 1955 yılında Kara Harp Okulu’nu bitirip asteğmen olarak ordu saflarına katıldı.
Küçük yaşlardan beri havacılığa olan merakı sonucu hava sınıfına ayrıldı. Pilotaj eğitimi için Kanada’ya gönderildi. Kanada’daki eğitimini başarıyla tamamlayarak 1957 yılında yurda dönüp Merzifon 5. Ana Jet Üs Komutanlığı'nda göreve başladı. 1961 yılında Eskişehir 1. Hava Ana Jet Üssü’ne atandı. 1963 yılında yüzbaşılığa terfi etti.
8 Ağustos 1964 tarihinde Kıbrıs Harekatı sırasında Esk |
işehir’den Kıbrıs’a, dörtlü kol komutanı olarak gönderildi. F-100 uçağıyla uçuş esnasında uçağı yerden isabet alarak düşürüldü. Paraşütle atlamayı başardı, fakat Rumlar tarafından esir alındı. Uluslararası savaş hukukunun esirleri kapsayan maddelerine aykırı olarak yapılan işkenceler sonucu öldüğü iddia edilir. Kıbrıs'taki ilk Türk hava harp kaybı olan Cengiz Topel'in hastanede öldüğü açıklandı, ancak naaşı ısrarlı girişimler sonucu 12 Ağustos 1964 tarihinde Rumlar’dan alınabildi.
Kıbrıs'ta, Adana'da, Ankara ve İstanbul'da yapılan törenlerden sonra 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı'daki Sakızağacı Hava Şehitliği'nde toprağa verildi.
Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki yerleşim yerlerinde birçok park, cadde ve sokağa adı verilmiştir. Gaziantep ve Kayseri'de birer semt, Ankara'nın Mamak, Çubuk ilçelerinde ve İzmir'in Konak ilçesinde birer mahalle , İstanbul'un Gaziosmanpaşa, Eyüp ve Kartal ilçesinde, Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde, Kocaeli'nin İzmit ilçesi Karabaş mahallesinde ve Balıkesir'in Hasan Basri Çantay ve Gündoğan mahallelerini ayıran ve şehir merkezinden 9. Ana Jet Üssü'ne ulaşımı sağlayan caddeye, babasının tayini ile Ömer Seyfettin İlkokulu'na devam ettiği Gönen (Balıkesir)'deki bir ana caddeye; Malatya, Kırıkkale, Sorgun ve Eskişehir'de en büyük caddelerden birisine, Tekirdağ merkezindeki bir meydana adı verilmiştir.
Cengiz Topel ismi, Antalya'nın Muratpaşa ve Finike ilçelerinde, Ağrı'nin Patnos ilçesinde, Adıyaman'da Eskişehir'de, Batman'da, Sakarya'da,Tokat Turhal'da Samsun'da, Şanlıurfa'da, Isparta'da, İstanbul'un Bakırköy ve Zonguldak'ın Kozlu, Manisa'nın Demirci, Mersin'in Akdeniz, Tarsus, Silifke ve Anamur, Osmaniye'nin Kadirli, Adana'nın Yüreğir, Konya'nın Karatay, Afyonkarahisar ilinin Dinar, Trabzon'un Of ve Sinop'un Boyabat,Gaziantep'in Şahinbey, İzmir'in Buca ve Güzelbahçe ilçesinde, Gönen (Balıkesir)'de okullara verilmiştir.
Ayrıca Konya'da Cengiz Topel'in adını alan "Şehit Topel Polis Merkezi", İzmit'te "Cengiz Topel Deniz Hava Üs Komutanlığı" ve Kocaeli Cengiz Topel Havalimanı bulunmaktadır.
İstanbul-Şirinevler'de, Kâğıthane'nin Çağlayan mahallesinde ve Maltepe Gülsuyu Mahallesi'nde adını taşıyan bir cami vardır.
Eskişehir'in merkezinde ve Bursa’nın Gürsu ilçesinde heykeli bulunmaktadır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde ise anıtı dikilmiş, bir köye ve bir hastaneye ismi verilmiştir.
İzmir-Karşıyaka'da ve Düzce merkezde bir sokağa ismi verilmiştir.
Lurlar
Lurlar (Lurca: لور,Kürtçe: Lor, ), İranlı bir halktır. Batı kuzeybatı ve güney batı İran'da Luristan, Huzistan, Hamedan, Çaharmahal ve Bahtiyari, İsfahan ve İlam eyaletlerinde yaşarlar. Bir İran dili olan Lurca'yı konuşurlar. Şeref Han'ın Şerefname'sinde Lurları Kürt, Lurcayı Kürtçe'nin lehçesi olarak bahsetmektedir. 1996 nüfus sayımına göre nüfusları 4,1 milyondur. 2015'te tahmini 8 milyondan fazla kişinin anadili Lurca'dır.
Michael M.Gunter'e göre Lurlar 1000 yıl önce Kürtler'den ayrılmaya başlamışlardır. Nitekim 16.yüzyılda yazılan Şerefname'de Lurlar Kürt olarak yazılmıştır. Ayrıca 11 ve 15.yüzyılları arasında hüküm sürmüş bir Kürt devleti olan Luristan Atabeyliği de bu ismi kullanmıştır. Gutiler gibi bir antik Zagros halkı olan Lullubiler'in modern Lurlar oldukları düşünülmektedir.
Türkiye'de Lurcaya çok benzeyen Şeyhbızın dili Ankaranın Haymana ilçesinde yaşamaktadır. Türk seyyah Evliya Çelebi'nin yazdiği Seyahatname'de Bingöl halkından bahsederken:"..Bingöl yaylasının halkı: Zaza, Lolo, İzol, Yezidi,(...) gibi Kürt aşiretleri olup...Yakut El-Hamavi "Mujam-El Buldan" eserinde Lurlar'ı bir Kürt aşireti olarak yazmıştır. Lurca dillere ek olarak , Lur kıyafetleri Lurlari diğer etnik gruplardan ayırır. Ayrica Lur dans (Bâzi), Lurlarin bir diğer etnik simgesidir.
Ayrica bakınız: Kerim Han Zend
Ayrica bakınız: Zendler
Lurca, Hint-Avrupa dil ailesinden İran dillerine bağlıdır.
Rihard N. Frye, şöyle söylemiştir; "Lurlar ve onların dilleri Fars bölgesinin Farsları ile yakından ilgilidir. Ve doğal olarak İranlı halkların güneybatı kolundandırlar.
Lurca, Farsça gibi bir Güneybatı İran dilidir.
2. Lur - Lor Köken bilgisi
Meltem Cumbul
Meltem Cumbul (d. 5 Kasım 1969, İzmir), Türk sinema ve dizi oyuncusu.
1969 yılında İzmir'de doğan Meltem Cumbul'un babası Akşehirli, annesi İzmirlidir. 1983 yılında İzmir Türk Koleji'nde başladığı liseden 1987 yılında Ata Koleji'nden mezun oldu. 1991'de Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Drama Ana Sanat Dalı'ndan mezun oldu.
Meltem Cumbul'un kariyeri; Berlin Altın Ayı ödülünü almış Duvara Karşı'nın (Head On) da aralarında olduğu on altı sinema filmi, Türkiye Televizyon tarihinin en çok izlenen dizi başarısını kazanmış Yılan Hikayesi'nin de aralarında olduğu altı dizi, Smokey Joe's Cafe, Taming of the Shrew gibi müzikal ve tiyatro oyunları ile Palm Springs, Queens, Ankara ve Antalya Altın Portakal Film festivalleri dahil olmak üzere ulusal ve uluslararası birçok ödüle sahiptir.
2005 yılından itibaren üç yıl süreyle, Los Angeles'ta Eric Morris'in kendisiyle yaptığı çalışmalar sonucunda öğrendiği metodu, halen mezun olduğu okul Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünde öğretmektedir.
|-
! colspan="3" style="background: #DAA520;" | Antalya Altın Portakal Film Festivali
Hüseyin Saygun
Hüseyin Saygun, (1920, Beyazıt - 31 Mart 1993), Beşiktaş'ın unutulmaz oyuncularından. Çengel Hüseyin olarak tanındı.
Hüseyin Saygun, futbola başladığı Kadırga'da yetişti. Daha sonra bir süre Kurtuluş’ta futbol oynadı ve Beşiktaş’a transfer oldu. 1936’dan 1947’ye kadar giydiği Beşiktaş'ta oldukça başarılı maçlar çıkarttı. 1947 - 1948 sezonunda Vefa’da oynadı. Bir yıl sonra Beşiktaş’a döndü ve futbolu bu forma ile bıraktı.
Beşiktaş'ın Eşref, Ali İhsan, Nusret ve kendisinden oluşan ünlü savunmasında, solhafta çalışkanlığı ve markajdaki başarısıyla göz doldurdu. Orta sahada oyunu yönlendiren Hüseyin Saygun, derbilerde Fenerbahçe ve Galatasaray’a karşı da 4’er gol kaydetmeyi başardı.
13 kez millî takımda yer alan Hüseyin Saygun, 1948 Olimpiyat Oyunları'na katılan ve 5. olarak oyunları tamamlayan millî takımda görev aldı.
1959 yılında Teknik Direktör Remondoni’nin takımı bırakması üzerine Beşiktaş’ı çalıştırdı.
IP adresi
IP adresi (İngilizce: "Internet Protocol Address"), interneti ya da TCP/IP protokolünü kullanan diğer paket anahtarlamalı ağlara bağlı cihazların, ağ üzerinden birbirleri ile veri alışverişi yapmak için kullandıkları adres.
İnternet'e bağlanan her bilgisayara, İnternet Servis Sağlayıcısı tarafından bir IP adresi atanır ve internetteki diğer bilgisayarlar bu bilgisayara verilen bu adres ile ulaşırlar. IP adresine sahip iki farklı cihaz aynı ağda olmasa dahi, yönlendiriciler vasıtası ile birbirleri ile iletişim kurabilirler.
IP adresleri şu anda yaygın kullanımda olan IPv4 için 32 bit boyunda olup, noktalarla ayrılmış 4 adet 8 bitlik sayıyla gösterilir. Örneğin: 192.168.10.5
Bir internet sayfası sunucusuna IP adresi yazarak da bağlanılabilir. Ancak bu rakamları yazmak pratik olmadığından IP adresine karşılık gelen bir alan adı sistemi kullanılmaktadır. İnternet servis sağlayıcıları'nda da bulunan Alan Adı Sunucuları'ndan "(DNS -Domain Name System") oluşan hiyerarşik bir sistem, hangi alan adının hangi IP adresine karşılık geldiği bilgisini eşler ve kullanıcıları doğru adreslere yönlendirir.
Bu makale yalnızca IP ağ protokolü ile ilgilidir. İnternet Protokolü (IP) ağ sınırları boyunca datagramların geçişi için internet protokolü takımında temel iletişim protokolüdür. Yönlendirme işlevi sayesinde internetin çalışmasını sağlar ve internetin olmazsa olmazıdır.
IP, paket teslim görevini paket başlıklarındaki IP adreslerine dayalı olarak kaynak adresten hedef adrese doğru gerçekleştirir. Bu amaçla, IP veri teslim edilecek kapsülleyen bir paket yapıları tanımlamaktadır. Aynı zamanda adresleme yöntemlerini tanımlayan bu method kaynak ve hedef bilgileri ile diyagramı etiketlemek için kullanılır.
IP, 1974 yılında Vint Cerf ve Bob Kahn tarafından orijinal iletim kontrol programında bağlantısız bir datagram hizmeti olarak tanıtıldı. İnternet protokolü paketi bu nedenle sık sık TCP/IP gibi ifade edilir. IP'nin ilk büyük versiyonu İnternet Protokolü Sürüm 4'tür. IPv4 internette baskın olan bir protokoldür. Onun halefi İnternet Protokolü Sürüm 6 (IPv6)'dır.
İnternet Protokolü bir veya birden fazla IP ağındaki bir kaynaktan bir hedefe datagramların (paketlerin) yönlendirilmesinden sorumludur. Bu amaçla, İnternet Protokolü paketleme biçimini tanımlar ve iki işlevi olan adresleme sistemi sağlar.
Her datagramın iki bileşeni vardır. Bir başlık ve bir yük. IP başlık rota için gerekli kaynak IP adresi, hedef IP adresi ve diğer meta ile etiketlenir ve datagram teslim edilir. Yük taşınan veridir.
IP adresleme IP adreslerinin atamasını ve ilişkili parametrelerin arabirimlerini barındırmayı gerektirir. Adres uzayı ağlara ve alt ağlara ayrılır, ağın tanımını ve yönlendirme öneklerini içerir. IP yönlendirme bütün ana bilgisayarlardan olduğu gibi yönlendiriciler tarafından da gerçekleştirilir ve asıl işlevi ağ sınırları boyunca paketleri ulaştırmaktır. Ağın topoloji için gerektiği gibi yönlendiriciler, özel olarak tasarlanmış yönlendirme protokolleri üzerinden birbiriyle iç ağ geçidi protokolleri ve dış ağ geçidi protokolleri ya iletişim kurar.
IP yönlendirme yerel ağlarda yaygındır. Örneğin, birçok ethernet anahtarları IP çok noktaya yayını destekler. Bu anahtarlar IP adreslerini kullanır ve İnternet Grup Yönetimi Protokolü çoklu yayın yönlendirmelerini kontrol eder ancak gerçek yönlendirme için MAC adreslerini kullanır.
İnternet protokollerinin tasarımı uçtan uca prensibine dayanır. Ağ altyapısı tek bir ağ elemanı veya iletim ortamı da doğal olarak güvenilmez olarak kabul edilir ve linkleri ve düğümleri kullanılabilirliği açısından dinamik varsayar. Ağın durumunu devam ettiren veya izini süren hiçbir merkezi izleme veya performans ölçüm kolaylığı yoktur. Ağ karmaşıklığını azaltma yararına, ağda istihbarat bilerek çoğunlukla veri aktarımı uç düğümleri yer alma |
ktadır. İletim yolundaki yönlendiriciler paketleri direkt olarak sonraki bilinen ve varış adresinin girişi ile eşleşen ulaşılabilir geçide doğru yönlendirir.
Bu tasarımın bir sonucu olarak, Internet Protokolü sadece en iyi çaba teslim sağlar ve hizmet güvenilmez olarak karakterize edilir. Ağ mimari dili, bu iletim bağlantı yönelimli modlarda aksine bir bağlantısız protokoldür. Çeşitli hata durumları bu tür veri bozulması, paket kaybı, çoğaltılması ve out-of-sipariş teslimi olarak oluşabilir. Yönlendirme dinamik olduğundan, her paket anlamı bağımsız tedavi edilir ve ağ önceki paketleri yolunda dayalı halde saklar, farklı paketler farklı yollar aracılığıyla aynı hedefe yönlendirilmiş olabilir Çünkü, yönlendiriciler hep dinamiktir, yani her pakete bağımsız bir şekilde davranılır ve ağ önceki paketlerin izine dair herhangi bir durum devam ettirmediğinden dolayı, farklı paketler aynı hedefe farklı yollar üzerinden yönlendirilebilir, bu alıcının sıralamasının bozulması ile sonuçlanabilir.
Internet Protokolü Sürüm 4 (IPv4) IP paket başlığı hatasız olmasını sağlamak için önlemler sağlar. Bir yönlendirme düğümü bir paket için bir sağlama toplamı hesaplar. Sağlama kötüyse, yönlendirme düğüm paketi atar. Internet Denetim İletisi Protokolü (ICMP) Böyle bir bildirim sağlar, ancak yönlendirme düğümü, son düğümü bildirmek zorunda değildir. Aksine, performansı arttırmak için ve geçerli link tabaka teknolojisinin hata bulması varsayıldığı için, the IPv6 başlığı korumak için hiçbir kontrol sağlamaz.
Ağdaki tüm hata durumları tespit edilir ve bir iletim sonu düğümleri tarafından telafi edilmelidir. Internet protokol paketinin üst katman protokolleri güvenilirlik sorunlarını çözmekle sorumludur.
İnternete bağlanan kullanıcının dış dünyaya bağlantı sağladığı gerçek IP adresi çoğu zaman dinamiktir. Kullanıcının hizmet aldığı internet servis sağlayıcı, kullanıcıya o an boşta bulunan bir IP adresini verir. Bu yüzden internete her bağlantı yapıldığı zaman kullanıcıların dış dünyaya açıldıkları gerçek IP adresi değişebilmektedir.
Statik IP adresleri olan bilgisayarların adresleri değişmez. Sunucu görevi gören bilgisayarlar için tercih edilir.
Kullanım alanlarına göre IP Adresleri sınıflandırılır. A sınıfı 1-127, B sınıfı 128-191, C sınıfı 192-223, D,E ve F sınıfları 224-254.
Örneğin;
Aşağıda yer alan üç IP adres bloğu yerel alan ağlarında kullanılmak üzere ayrılmıştır.
Bu IP adres blokları yerel alan ağlarında kullanılmak üzere tahsis edilmiştir (Dünya üzerinde tekil değildirler) ve geniş alan ağlarında internet servis sağlayıcılar tarafından yönlendirilmezler. Bu nedenle bu IP ağlarından internete çıkarken gerçek IP adreslerine NAT yapılır.
Netgear ProSafe XSM7224S reference manual
Siyan, Karanjit. Inside TCP/IP, New Riders Publishing, 1997. ISBN 1-56205-714-6
Parker, Don (2 November 2010). "Basic Journey of a Packet". symantec.com. Symantec. Retrieved 4 May 2014.
Vinton G. Cerf, Robert E. Kahn, "A Protocol for Packet Network Intercommunication", IEEE Transactions on Communications, Vol. 22, No. 5, May 1974 pp. 637–648
Mulligan, Geoff. "It was almost IPv7". O'Reilly. O'Reilly Media. Retrieved 4 July 2015.
Leyden, John (6 July 2004). "China disowns IPv9 hype".
Gürbüz, Hani
Gürbüz; Türkçe anlamı güçlü, kuvvetli anlamına gelmektedir. Çok eski zamanlardan beri bu bölgede çeşitli milletler yaşamıştır. Bu yerleşim yerlerinden biri olan Cumayik ve Kerte'de Ermeniler, arek ve belım mevkide ise Acemler yaşamıştır. Bazı rivayetlere göre bu bölgeye Ermeniler vadi anlamına gelen cevznn ismini vermiştir. Bir diğer rivayet ise Acemler tarafından yamaç anlamına gelen cevze,cowzi,cewzş ismini vermiştir. Ancak osmanlı kaynaklarında;
Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek. (Osmanlıca'da yazılışı: cevz (cevzân))
Belde tarihi ile alakalı olarak 16. yüzyılın sonları 17. yüzyılın başlarında Topdemir ve Çeliker ailelerinin İran coğrafyasından göç edip bölgeye gelmeleriyle belde tarihinin başlangıcı olarak kabul edilir. Bölge halkının ilk yerleşim yeri bugünkü köy mezarlığının altındaki küçük mağaralarda yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Köy halkı; nüfusları 150 kişinin üstünde olan büyük kabilelere ayrılırlar bu kabilelerin kim oldukları ve nerden geldikleriyle alakalı olarak ; KINO VE HEYDERİ AİLESİ Bingölün genç ilçesine bağlı olan TEYAREK köyünden, FETHON AİLESİ Elazığ'ın PALU ilçesin den,HEYDER-I KEWE (KENDİ İÇİNDE; REMO,GENCİ,ŞEMO,FİLO olarak ayrılmışlar.) Diyarbakır'ın Kulp ilçesine bağlı olan HERTA köyünden HECİ HARUN AİLESİ Net olmamakla beraber ARABİSTAN coğrafyasından ŞADİNO VE TOPDEMİR AİLESİ İran bölgesinden gelmiştir.
Gürbüz Beldesi çevredeki diğer köylere oranla çok gelişmiştir ve bu sayede dışarıya neredeyse hiç göç vermemiştir. Köy halkının çalışkanlığı ve üretkenliliğini sayesinde göçün azalması ve nüfusun hızla artmasına bağlayabiliriz. Nüfusu ilçe nüfusu ile kıyaslanabilir belde nüfusu 5000 ile 5500 arasındadır ve her geçen yıl daha da artmaktadır.
Gürbüz, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde, Diyarbakır ilinin kuzey kısmında yer almaktadır. Doğuda Lice, Kulp ve Muş, batıda Dicle, Ergani, Maden, kuzeyde Arıcak ve Genç, güneyde ise Diyarbakır bulunmaktadır. Yeryüzü şekilleri açısından genelde dağlarla çevrili, ortası hafif çukurlaşmış görünümdedir ve Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. Gürbüz, Diyarbakır il merkezine 60 km, Hani ilçe merkezine 8 km uzaklıktadır.
Karasal bir iklime sahip bir beldedir. Yazın sıcak ve kurak kışın ise yağışlı geçmektedir. Bitki örtüsü kısa otlar ve meşe ağaçlarıyla kaplı alana denk gelmektedir.
Gürbüz belediyesi 1994 yılında kurulmuştur.
Diskaro
Tapan (tırmık), toprak işlemede kullanılan ve tırmık grubuna giren bir zirai alet çeşididir.
Anız bozmada, tohum yatağı hazırlamada, toprak üzerinde bulunan organik maddeleri (sap- yeşil ot) kıyıp parçalamada, özellikle yağışın bol olduğu mevsimlerde hızlı büyüyen yeşil otlarla mücadelede kullanılır.
Disk, toprağın kesilmesi, devrilmesi ve parçalanması amacıyla kullanılan dönerek çalışan daire biçimli tarım makine elemanıdır. (T.S.E No: 368 Ocak 1995.
Diskaro, çiftçinin birincil toprak işleme sırasında en fazla kullandığı toprak işleme aletlerinden birisidir.
Toprak pullukla sürülmeden diskli tırmıkla (goble diskaro) işlendiği takdirde, daha sonra pulluğun kesip devireceği toprak şeritleri hava boşlukları bırakmadan çizi tabanına daha iyi oturur. Toprak, pullukla sürüldükten sonra diskli tırmık kesekleri kırar ve tarla yüzeyini düzelterek iyi bir tohum yatağı hazırlar.
Toprak yüzeyinin yırtılması ve kırılmasında, istenilen derinlikte, parçalama ve karıştırma işleminde kullanılır. Tohum yatağı hazırlanmasında çayır topraklarının çizilmesinde, karıştırılmasında ve kaymak tabakası kırılmasında kullanılır.
Yaklaşık 3–5 cm derinlikte, kesekleri parçalama ve tohum yatağını düzgünce sıkıştırmada kullanılır.
Toprağı keserek işleyen diskli tırmık pulluğun işini tamamlamak, kesekleri kırmak, anız bozmak, hasattan sonra bitki atıklarıyla yabancı otları kesip parçalamak ve toprağın üst katını ufalamak amacıyla kullanılır.
Hüsnü Savman
Hüsnü Savman, (1908 - 8 Mart 1945), Türk futbolcudur. Beşiktaş'ın unutulmaz oyuncularından. Beşiktaş’ta Baba lakabının verildiği ilk oyuncu olarak Baba Hüsnü olarak tanındı. 8 Mart 1945 tarihinde, futbolu bıraktıktan kısa bir süre sonra, henüz 37 yaşındayken öldü.
1908 yılında Gönen'de doğdu. Beşiktaş’ın Bandırma deplasmanına gidişinde, kulüp yetkilileri tarafından beğenilerek, kulübe kazandırıldı. 19 yaşındayken, Beşiktaş'ın A takımına alındı. 1926’dan 1943 sonuna kadar 17 yıl, Beşiktaş formasıyla genellikle sol bek, bazı maçlarda da santrafor olarak oynadı. Beşiktaş ile ilk maçında santrafor olarak görev yaptı. Kısa sürede kulübün sembol isimlerinden biri haline geldi. Uzun süre Beşiktaş'ın kaptanlığını yaptı.
Beşiktaş’ın ilk millî futbolcusu oldu. 8 kez A Millî forma altında görev yaptı, 3’ünde sahaya kaptan olarak çıktı.
Hüsnü Savman, 1 kez Türkiye Birinciliği, 1 kez Millî Küme, 6 kez İstanbul Ligi ve 1 kez de İstanbul Şildi şampiyonluğu yaşadı.
Dinamik IP
Dinamik IP adresleri, zaman içinde değişir:
Genelde, kullanıcılara dinamik IP adresi verilir. Dinamik IP adresi olmasına rağmen sunucu hizmeti vermek isteyenler NO-IP gibi ücretsiz servisleri kullanabilir. Bu tür hizmetler normal DNS'e göre daha yavaş olsa bile (zira dinamik DNS'te önbellekleme yapılmaz) az ziyaret alacak siteler için son derece uygundur.
Tersi, statik IP'dir. Statik IP herhangi bir şekilde belirli aralıklarla değiştirilmez.
Şevket Yorulmaz
Şevket Yorulmaz (1926, Konya - 10 Ağustos 1997), Türk futbolcudur. Beşiktaş'ın 1950'li yıllarındaki unutulmaz golcü oyuncularından. 10 Ağustos 1997 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir. Cenazesi 11 Ağustos 1997 tarihinde, Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde öğleyin kılınan cenaze namazının ardından defnedildi. Beşiktaş kulübü tarafından her sene ölümyıldönümünde akbrinde anılmaktadır.
Şevket Yorulmaz, 1926'da Konya'da dünyaya geldi ve futbola Konya İdman Yurdu'nda başladı. 23 yaşında Beşiktaş’a transfer oldu. Beşiktaş’ta 1951-1952 ve 1952-1953 sezonlarında iki kez üst üste gol kralı oldu.
Şevket Yorulmaz, özellikle ceza alanı içindeki fırsatçılığı, çabukluğu ve gol vuruşlarıyla dikkatleri çekti. 3 kez A Millî formayı giydi. Şevket Yorulmaz, Fenerbahçe ağlarına 10, Galatasaray ağlarına da 9 gol atarak, Beşiktaş tarihine adını yazdırdı.
9 Haziran 1968 tarihinde Bursa'da yapılan bir jübile maçında sonra futbolculuğa veda etti.
Futbolu bıraktıktan sonra uzun süre Beşiktaş yönetiminde görev alan Yorulmaz, daha sonra Divan Kurulu üyeliği ve kulüp müdürlüğü görevlerini de üstlendi.
Dinamik (fizik)
Dinamik, cisimlerin, çeşitli kuvvetler altında, hareketlerindeki değişiklikleri inceleyen bilim dalıdır. Başka bir ifadeyle: Dinamik, harekete sebep olan ve hareketi değiştiren unsurları inceler.
Fizik biliminde Klasik mekaniğin branşlarından biridir. Denge durumundaki cisimlerin kuvvet dengesini inceleyen Statik diğer bir branşıdır.
Bu alandaki çalışmalar daha çok, 17. |
yy başlarında yaşayan Sir Isaac Newton tarafından yapılmış ve sonuçlar, üç temel yasa ile ifade edilmiştir.
Bir cisme uygulanan kuvvetlerin bileşkesi sıfır ise cisim o andaki konumunu korur. Yani duruyorsa durmaya, hareket ediyorsa sabit hızla hareketine devam eder. Örneğin virajı dönen bir araba içindeki insanların yana doğru hareketlenmeleri ve hareketli bir araba içindeki insanların frene basıldığında öne doğru hareketlerinin nedeni eylemsizliktir.
Bir cisme ya da cisimlerden oluşan düzeneğe net bir kuvvet etki ederse cisim ivmeli olarak hareket eder.
Formül:
Burada;
"F": Hareket doğrultusundaki Bileşke Kuvvet, Newton(N) biriminde.
"m": Harekete katılan cisimlerin toplam Kütle, Kilogram(kg) biriminde.
"a": Sistemin kazandığı İvme, Metre/Saniye(m/s) biriminde.
Hareketli bir cisme etki eden bileşke kuvvet, cismin hareketi ile aynı yönde ise cisim hızlanan, hareketine zıt yönde ise yavaşlayan hareket yapar.
Bir cismin ya da kuvvetin bir yüzeydeki dik olarak uyguladığı kuvvete etki,yüzeyin kuvvete karşı gönderdiği dik kuvvete tepki denir.
Yatay bir zemine konulan cisim zemine ağırlığı kadar bir etki kuvveti uygular. Cisim zeminde dengede ise ağırlığına tam olarak zıt yönde ve ağırlığı kadarlık bir tepki oluşur.
Hareket eden veya harekete zorlanan bir cisme Sürtünme kuvveti etki eder. Sürtünmenin olmadığı bir ortam bulmak neredeyse imkansızdır. Hareket halindeki bir cisme uygulanan sürtünme kuvveti harekete zıt yöndedir.
Formül:
Burada;
"F": Sürtünme Kuvveti, Newton(N) biriminde.
"k" (Bazı kaynaklarda "formula_3" sembolü ile gösterilir): Sürtünme katsayısı, birimi yok.
"N": Tepki Kuvveti, Newton(N) biriminde.
Statik (fizik)
Statik (İng. "statics"), durağan anlamına gelen, fiziğin statik dengede duran sistemlerle ilgilenen dalıdır. Eğer bir cismin parçaları, birbirlerine göre izafi hareket yapmıyorlarsa, o cisim için statik dengede denir. Bu da ancak cisim belirli bir referans noktasına göre hareket etmiyorsa ya da ağırlık merkezi sabit bir hıza sahipse olabilir.
Statik dengedeki bir cisim, Newton'un birinci ve ikinci hareket yasalarıyla incelenebilir. Kuvvetler toplamının sıfıra eşitlenmesi denge için birinci, momentler toplamının sıfıra eşitlenmesi ise, ikinci koşuldur.
Statik, yapıların mukavemet yönünden incelenmesi için kullanılır. Maddelerin mukavemeti statiğin mekanikle ilgili bir alanıdır.
Skalar, kütle ve sıcaklık gibi sadece büyüklüğü olan bir niceliktir. Vektör ise büyüklüğün (şiddetin) beraberinde bir yöne de sahiptir.
Bir vektör tanımlamak için çeşitli gösterimler vardır;
Vektörler paralelkenar yasası ya da üçgen yasası kullanılarak birbirlerine eklenebilirler.
Kuvvet, bir cismin diğer bir cisim üzerindeki etkisidir. Kuvvet itme ya da çekmenin herhangi biridir ve cisimlere kendi doğrultusunda bir hareket eğilimi kazandırır.
Faruk Sağnak
Faruk Sağnak (d. 1 Ocak 1924, İstanbul - ö. 23 Şubat 2012), Beşiktaş'ın eski oyuncularından biri ve kulüp yöneticisi. Oynadığı inatçı futboldan dolayı Keçi Faruk lakabıyla tanındı.
1924 yılında İstanbul'da doğdu. Futbola Beşiktaş'ta başlayan Faruk, 1944 ile 1956 yılları arasında, tüm kadrolarda eksiksiz görev yaptı. Defans, orta saha ve hücum hattının sol kanatlarında tüm mevkiilerde aynı başarıyı göstererek oynadı.
Futbolculuk dönemi II. Dünya Savaşı'nın getirdiği sıkıntılı günlere denk gelen Faruk, A millî takımın pek fazla millî maç yapmamasından ötürü millî formayı çok az giyebildi. Son dönemlerinde, Türkiye millî futbol takımına davet edilen Faruk, 17 Haziran 1951'de oynanılan ve Türk Futbol tarihindeki en unutulmaz maçlardan biri olan "Berlin Zaferi" olarak adlandırılan Almanya maçı kadrosunda yer aldı. 12 yıl aralıksız Beşiktaş'ta oynadı ve 273 maçta yer alarak 25 gol attı.
Futbolu bıraktıktan sonra çeşitli dönemlerde Beşiktaş Yönetim Kurullarında görev aldı. 1959-1960 sezonunun şampiyon kadrosu oluşturulurken; Birol Pekel, Şenol Birol ve Tuncay Demirtaş gibi genç futbolcuları keşfedip, Beşiktaş'a kazandırdı.
Elektrodinamik
Elektrodinamik dalı elektromanyetik etkileşimin teorisini inceler. İki alt dala ayrılır:
Melon şapka
Melon şapka, 1850 yılında Thomas William Coke isimli bir İngiliz tarafından yaratılan, asıl amacı at üzerindeyken alçak ağaç dallarından korumak olan, içi ve kenarlığı sert takviyeli bir şapka türü. Şeklen fötr şapkayı andırsa da ondan çok daha sert olup, üst kısmı içe girintili değil dışa bombelidir.
Türkçeye Fransızcadan geçen sözcük kavun anlamına gelir.
1960'lara kadar Londra centilmenlerinin dışarlık kıyafetlerinin ayrılmaz bir parçası sayılırdı. Kovboy şapkasına nazaran rüzgarda kolayca uçmayan melon şapka, Vahşi Batı'da en yaygın olarak kullanılan şapka türüdür.
Aziziye Tabyası
Aziziye Tabyası, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı'nda (93 Harbi) çarpışmalara sahne olan tabya. Top Dağı'nın eteklerindeki tabyalar C şeklinde bir plan üzerinde ve güneyden kuzeye üç tane olarak yerleşmiştir. Kars yolunun geçtiği Hamam Deresi'ni tutmak amacıyla yapılmıştır.
Dolma
Dolma, Türk mutfağında önemli yeri olan bir yemek çeşidi. Türk mutfağının, hemen her yörede yapılan yemeklerinden biridir. Hemen her sebzeden dolma yapılır. (Biber, domates, soğan, patlıcan, kabak, gibi.)
Dolma yemeği, komşu ülkelerde de hemen hemen aynı Türkçe isimle yapılmaktadır. , 'Yunanca'da "dolmadaki" (ντολμαδάκι), Gürcüce'de "t'olma" (ტოლმა), Ermenice'de "tolma" (տոլմա), Farsça'da "dolme" (دلمه), Arapça'da "dolme" (دولمة) denmektedir. Yaprak dolmasına ayrıca Bulgarca'da "sarmi" (Сарми), Makedonca'da "sarma" (Сарма), Macarca'da "sârma" (szárma) ve Rumence'de "sarma" denmektedir. Yaprak, sarma ve dolma kelimelerinin alıntılandığı daha birkaç ülke daha vardır (Örn. Karadağ: yapraci).
Dolmanın tarihi Orta Asya Türkleri'ne kadar uzanır.Azerbaycanda gürgen yaprağından yapılan dolma Pip dolma adi ile mehşurdur. Hayvancılıkta zamanın teknolojisinin üst seviyesinde olan Türkler, tarım düzenine geçtikten sonra da yiyeceklerini kurutarak saklamışlardır. Yazın bol olan yiyecekler, kışın tüketilmek üzere kurutulmuşlardır.
Kurutulan yiyeceklerin bir türü de sebzelerdir. Bunlar, özellikle dolma ve sulu yemek yapmak için kurutulmuşlardır.
Tokyo Bombardımanı
Tokyo bombardımanı, 10 Mart 1945'te, ABD'nin Tokyo'yu Napalm bombalarıyla yüklü 344 tane B-29 uçağıyla yapılan bombardıman saldırısı.
II. Dünya Savaşı sırasında, ABD 14 Kasım 1944'ten itibaren toplam 106 kez Tokyo Bombardımanı düzenlemişti. Özellikle 10 Mart 1945 tarihli hava saldırısı Tokyo Büyük bombardıman saldırısı olarak adlandırıldı ve sivillerin hasar gördükleri hava saldırısı olarak bilinmektedir.
9 Mart 1945, saat 22 sularında Tokyo'da hava saldırısı sirenleri çalar ve halk paniğe kapılır. Ancak iki bombardıman uçağı da herhangi bir saldırı yapmadan gözden kaybolur. İki saat sonra 24 sularında Tokyo semalarından ilk bomba bırakılır. Tokyo'da askeri kuvvetler bombardımanın farkına ancak saat 00:15 'te farkına varır ve sirenler çalmaya başlar. 2,5 saat boyunca Tokyo halı bombardımanı şeklinde Napalm bombalarıyla bombalanır. Bu bombardımanda önce şehrin çevresi yangın bombalarıyla bombalanır. Amaç halkı bir ateş çemberine almaktır.
ABD'nin Tokyo'ya ilk hava saldırısı, 18 Nisan 1942'de Amerikan Uçak gemisi USS Hornet (CV-8)'ten kalkan Yarbay Jimmy Doolittle komutasındaki on altı B-25 tipi bombardıman uçak ile düzenlendi.
Temmuz 1944'de ABD'nin Saipan adası başta olmak üzere Mariana adalarını işgal ettikten sonra bu adaları hava üssü olarak kullanarak B-29 bombardıman uçağıyla Japonya'nın ana kısmına hava saldırısını başlattı.
ABD 24 Kasım 1944'te Nakajima Uçak Fabrikasına ilk stratejik hava saldırısı düzenledi. Ondan sonra hava saldırıları devam etti ve 27 Ocak 1945'te Tokyo'nun merkez semtlerinden Yurakucho ve Ginza mahalleleri hedef oldu ve Yurakucho istasyonu sivillerin ölüleriyle dolduruldu.
Amerika, Japon küçük ve orta ölçekli silah firmaların üretim merkezi olduğu gerekçesi ile şehir merkezi ve sivilleri de hedef almıştı. Saldırı; ABD Hava Kuvvetleri'nin 73, 313 ve 314'üncü hava birliklerine bağlı B-29 bombardıman uçakları ile alçak irtifadan bombardıman şeklinde gerçekleştirilmişti.
9 Mart 1945'i 10 Mart'a bağlayan gece bombardıman başladı. Saldırıda 279'u bombardıman ile görevli 325 B-29 bombardıman uçağı görev aldı. 00:07'de ilk bomba Fukagawa mahallesine attıldıktan sonra Jôtô (Saray batısı) mahallesine de hava saldırısı başladı. 00:20'de Asakusa mahallesi de bombalanmaya başlandı. Yangından çıkan duman 7000 metre yüksekliğe ulaştı ve saniyede 20 metrelik bir fırtına esmeye başladı.
Japonya'nın hava savunmasının zayıf olacağını öngören Amerika, B-29 bombardıman uçaklarını makineli tüfekleri çıkarılmış olarak normalin 2 katı olan 6 tonluk Napalm taşıyacak şekilde düzenlemişti.
Atılan bomba çeşitleri; E46 tipi Cluster Napalm başta olmak üzere 'yağlı Napalm', 'Beyaz fosforlu Napalm' ve 'Elektron Napalmı' olup toplam miktar 1.700 ton'a ulaştı.
O gece alçak basınçlı cephe geçtiği için kuzey-batı istikametinden kuvvetli rüzgar esiyordu ve bu rüzgar da hasarları büyütmüştü.
Kuvvetli esen rüzgar antenlerini salladığı için Japon radarları B-29'leri yakalamakta ve ikaz vermekte gecikmişlerdi. İlk ikaz bombardımanın başladıktan sonra ancak 00:15'te yapılabilmişti.
Harekatta 'Alçak İrtifalı Giriş' denilen uçuş manevrası ilk defa denedi. Öncü 'Pass Finder' uçakları alçaktan 'Elektron Napalm'ları atarak işaretleme yaptılar. Daha sonra bombardıman birlikleri de alçaktan bölgeye girerek Elektron Napalm'larının oluşturduğu ışık noktalarını kuşatacak şekilde E-46 tipi Cluster napalm'larını attılar.
Tokyo'nun etrafında konuşlandırılan Japon gece avcı uçakları kalktılar ise de şiddetli yangın, ısınan havanın yukarıya yükselmesi ve duman hücum hareketine zorluk çıkardı. Zamanla hava meydanları duman ve kül ile doldu ve uçakların kalkışları olanaksız hale geldi.
Bombardımanda 7415 kişi hayatını kaybetti ve yaklaşık 278.000 ev yandı. Tokyo'nun üçte birine tekabül eden 40 km² yerleşim alanı kül oldu.
Saldırı günü olan 10 Mart, 1905 yılında Japonya'nın Rus'lara k |
arşı Mukden Meydan Muharebesi'ni kazandığı tarih ve Japon Kara Kuvvetleri günü idi.
Tokyo Büyük Bombardımanı'na katılan 325 B-29 bombardıman uçağın 12'si düşürüldü ve 42'si hasar gördü.
Marunouchi mahallesi civarında, dönemin Tokyo Büyükşehir Belediyesi binasının hasar görmesi dışında bombardımanın hedefi olmamış bloklar az değildi. Japonya'yı işgal ederken bu blokların askerî tesis olarak kullanılmalarını öngörüldüğü söylenmektedir. Tsukiji civarlarının hedef olmayışın sebebi ise Amerika Kilisesi'ne bağlı 'St. Luka's International Hospital (Aziz Luka Uluslararası Hastanesi)'ın bulunması olduğu söylenmektedir. Kampüs içinde Rockefeller Vakfı'nın bağışıyla kurulan kütüphanesinin bulunduğu Tokyo İmparatorluk Üniversitesi civarı da hedefi olmadı. Kanda'da The Salvation Army (Kurtuluş Ordusu)'in 'genel karargâhı'nın bulunmasından dolayı hedefi seçilmediği söyleniyorsa da kesin bilgi yoktur. İmparatorluk Sarayı da hedefinden muaf ediliyordu. Fakat 25 Mayıs 1945 tarihli bombardıman ile etrafından yayan yangınlarla Meiji Sarayı da yanmıştı. Bu olayın sorumluluğunu tutarak Saray İşleri Bakanı Tsuneo Matsudaira istifa etmişti.
Bombardımandan sonra ABD, Japonya savaş sanayiinin fabrikalardan, evlere ve küçük atölyelere kaydığını, bombardımanın bu yüzden doğrudan şehre yapıldığını açıklamıştır. Bu bombardıman insanlık tarihinin şahit olduğu en büyük katliamlarından biridir. ABD, 10 Mart tarihli 'Tokyo Büyük bombardımanı'ndan sonra yine Tokyo'ya hava saldırılarını sürdürmüştür. Aralarında büyük hasarı veren saldırı ise 25 Mayıs 1945'te gerçekleştirildi. 470 B-29 bombardıman uçağıyla o zamana kadar bombardımanın hedefi olmamış Yamanote'ye saldırıı.
ABD'nin ünlü aktörü Charles Bronson da B-29 bombardıman uçağının makineli tüfek görevlisi olarak 'Tokyo Büyük bombardımanı'na katıldığı söyleniyor.
Amfitiyatro
Amfitiyatro, Roma uygarlığında gösteriler, gladyatör ve vahşi hayvan oyunları için kullanılan, daire ya da elips biçimli, yükselen tribünlerden oluşan bir kamu yapısıdır. Modern anlamdaki En eski örnekleri Etruria ve Campania'da MÖ 1.yüzyıl başlarında inşa edilmiştir. Arena, kanlı gösterilerin sergilendiği alanlardır. Vahşi hayvanlar birbirlerini parçalar, insanlar birbirleriyle ya da vahşi hayvanlarla kıyasıya dövüşürlerdi. Genellikle ölümle sonuçlanan bu acımasız dövüşlerin, büyük bir izleyici kitlesi vardı. Arena ayrıca suyla doldurularak çeşitli gösteriler yapılırdı.
"Amfi" kelime anlamı olarak "çevresinde/iki yönden/çift" demektir. Bu nedenle, amfitiyatroyu işlevinden başka yapı şekli de tiyatrodan ayırır. Tiyatro, yarım daire bir yapı iken, amfitiyatro “çift” tiyatro yani dairesel ya da elips şeklindedir. Amfitiyatroları yine elips şeklinde kullanış amaçları ve formları farklı olan stadyumlar ile de karıştırmamak gerekir.
Roma uygarlığı döneminde ortaya çıkan amfitiyatroların eski Yunan ve Anadolu'da örnekleri yoktur. Örneğin Türkiye'de Efes ve Aspendos'da örneği bulunan yapılar amfitiyatro değildir. Dünyada en tanınmış örneği Roma'da bulunan Colosseum'dur.
Latince olan arena sözcüğü kumluk anlamına gelir. Çünkü bu alanlar, dövüş sırasında akan kanları kolaylıkla dibe sızdırması için kumlarla kaplı olurdu. Tribünlerin altında karanlık odalar, gladyatörler için barakalar, zindanlar, vahşi hayvanlar için kafesler bulunurdu. Arena, parmaklıklarla çevrili olurdu. Arenada dövüşen kişilere gladyatör denirdi. Gladyatörlerin çoğu suçlular ya da köleler arasından yetişirdi. Dövüşler gladyatörlerden birinin, bazen her ikisinin ölümüyle sonuçlanırdı.
İlk amfitiyatroların dayanıksız tahta yapılar olduğu bilinmektedir. Taşlarla yapılan amfitiyatrolar MÖ 1. yüzyılın ilk yarısında yapılmaya başlanmış, Augustus döneminde çoğalmaya başlamıştır. Taşlarla inşa edilmiş bilinen en eski amfitiyatro, MÖ 80 yılında Pompeii antik kentinde inşa edildiği hesaplanan Pompeii Amfitiyatrosudur.
Roma'daki Kolezyum (Flavianus Amfitiyatrosu), amfitiyatroların en ünlüsüdür. Daha sonra Colosseum olarak adlandırılan bu amfitiyatronun eski kaynaklarda yaklaşık 80 bin izleyici aldığı belirtilir. Ama günümüz ölçümleri ancak 50 bin kişi olabileceğini göstermiştir. Günümüze ulaşan diğer ünlü amfitiyatrolar İtalya'da Verona, Pompeii ve Puteoli'deki (bugünkü Pozzuoli); Hırvatistan'da İstriya'nın merkezi Pula'daki; Fransa'da Nîmes ve Arles'daki amfitiyatrolardır.
Tunus'un El Jem şehrinde bulunan amfitiyatro da günümüze oldukça iyi korunmuş olarak gelmiştir.
2012 yılındaki arkeolojik araştırmalar sonunda, antik çağdaki ilk amfitiyatronun Ürdün'ün Faynan Vadisi'nde MÖ 9600 yılı civarında yapıldığı ortaya çıkmıştır. Kömünal binaların bulunduğu bir köy de bulunmuştur.
Anıt
Anıt, önemli bir olayın veya büyük bir kişinin gelecek kuşaklarca tarih boyunca anılması için yapılan, göze çarpacak büyüklükte, sembol niteliğinde yapı, olarak tanımlanmaktadır.
Anıtlar, genellikle heykel ya da çeşitli biçimlerdeki yapılar olabildiği gibi, ağaç da anıt olarak kabul edilmektedir. Anıtın amacı, bir kişinin, olayın ya da tarihsel bir dönemin anısını canlı tutmaktır. Tarihteki en önemi anıt örnekleri Mısır piramitleridir. Bir tür anıtmezar olan piramitler, çok eski zamanda yaşamış ve oraya gömülmüş olan firavunların (kralların) anılarını yaşatmak amacıyla yapılmışlardır. Zafer takları da tarihteki önemli anıt örneğidir. Roma'daki büyük zafer takları Romalı generallerin, Paris'teki ünlü Zafer Takı Napolyon ordularının savaşta kazandıkları zaferlerin anısına dikilmiştir. Londra'da Whitehall'daki Kenotaf da (boş lahit) en ünlü savaş anıtlarından biridir.
Dünyanın pek çok ülkesinde, meydan ve caddelerde tek bir kişinin anısına dikilmiş anıtlara rastlanır. Ankara ve Türkiye'nin öteki kentlerindeki Atatürk, ABD’nin Washington kentindeki George Washington anıtları, İngiltere’de Londra'daki Trafalgar Meydanı'nda bulunan Nelson Sütunu bu tür anıtlara örnek olarak verilebilir.
Anıt sözcüğü öncelikle geçmiş zamanları anımsatan bir yapıtı akla getirir. Tarih öncesi çağlara ait taş ya da toprak yapılar için de bu sözcüğün kullanıldığı olur. Genel olarak tarih öncesi taş anıtlar, mezar ya da tapınaklardır. Bu tür mezarlardan geriye, içlerine ölülerin koyulduğu taştan oda ya da bölmeler kalmıştır. Bu tür taş anıtlar megalit olarak adlandırılır. Megalit, Yunanca "büyük" anlamına gelen megalo ve "taş" anlamına gelen lithos sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Ölülerin gömüldüğü yer alçak ve uzun bir oda ya da galeri biçiminde olduğu için, bazı megalitlere galeri mezar denir. Galeri mezarlar yatay ve dikey biçimde yerleştirilen taş bloklardan oluşur.
Ölülerin gömüldüğü salonun dışarıya bir geçitle bağlandığı mezarlar ise, geçit mezar olarak adlandırılır. Hem geçit mezarlara, hem de galeri mezarlara birden çok kişi gömülürdü.
Menhir’ler de bir tür megalit anıtlardır. Menhir sözcüğü, Breton dilinde "taş" anlamına gelen men ve "uzun" anlamına gelen hir'den türetilmiştir. Menhirler, dik olarak yerleştirilmiş büyük taş anıtlardır. Fransa'nın kuzey ve İngiltere'nin güney kesiminde menhirlere çok yaygın olarak rastlanır. Buralardaki menhirler daire, yarım daire ya da elips biçiminde dizilmiş taşlardan oluşur. İngiltere'deki Stonehenge en ünlü menhir örneğidir.
Cilalı Taş Devri (Neolitik Çağ) ve Tunç Çağı başlarında (yaklaşık İÖ 2800) pek çok tapınak yapılmıştır. Ne var ki bu taş tapınaklarda hangi tanrılara tapıldığı ve dinsel törenlerin nasıl yapıldığı bilinmemektedir.
Hıristiyan dünyasında kilise anıtlarının tarihi 12. yüzyıla kadar gider. Eskiden zengin kişiler taş lahitlerde kilisenin içinde gömülürlerdi. Sonraki dönemde kişilerin adları pirinç levhalara yazılmış ve bu levhalar kilisenin taş duvarına yerleştirilmiştir.
Türk anıtlarının tarihi, İslam öncesi döneme kadar gider ve ilk anıt örneklerine Orta Asya’da rastlanır. Bunlardan günümüze ulaşmış olan en ünlü anıt Orhun Anıtları'dır. Eski Türklerde alp denen savaşçıların ve yiğitlerin mezarının kenarına dikilen ve balbal denen taşlar da birer anıt örneğidir.
Türkler Anadolu'ya yerleştikten sonra kümbet, türbe gibi çeşitli anıtlar yapmışlar ve mezar taşlarında süslemeye özel önem vermişlerdir. Selçuklu mezar taşlarının üzerinde insan, hayvan ve kuş figürleri yer alır. Osmanlı mezar taşları ise bitki ve geometrik figürlerle bezenmiştir. Osmanlı mezar taşlarının biçimleri gömülü olan kişinin toplumsal konumunu da yansıtır. Anadolu’da, kümbet ya da türbe olarak adlandırılan anıtmezarların en ünlüleri arasında Erzurum’da Emir Saltuk Kümbeti, Kayseri’de Döner Kümbet, Konya’da Gömeç Hatun Kümbeti, Bursa’da Yıldırım Bayezid Türbesi, İstanbul’da Kanuni Sultan Süleyman Türbesi sayılabilir.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra anıt yapımında hızlı bir artış oldu. Hemen bütün kentlerde Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı, halkın savaştaki kahramanlıklarını simgeleyen anıtlar dikildi. Çanakkale Zaferi ve Meçhul Asker Anıtı, Taksim Anıtı ile Atatürk'ün gömülü olduğu Anıtkabir, bunların önde gelen örnekleridir.
Öküz
Öküz () Çift sürmekte, kağnı çekmekte kullanılan, etinden yararlanılan, iğdiş(Hadım) edilmiş erkek sığırdır, Boğa damızlık olarak, öküz ise iş ve besi hayvanı olarak kullanılır. Ortalama 800 kg gelebilen öküz, 4500 kg’lık yükü rahatça çekebilir. Traktörün giremediği yerlerde ziraatın temel direğidir. Sığırların eti ve sütü insan için en iyi bir besin kaynağı olduğu gibi derisinden de gön ve kösele yapılır. Boynuz ve kemikleri sanayide, gübresi tarlalarda kullanılır. Yayıldıkları merayı at, keçi ve koyun gibi kuvvetten düşürmez, bilakis düzenli otlayarak ıslahını sağlarlar.
Batman (karakter)
Batman veya Yarasa Adam (orijinal adı ile Bat-Man) ilk defa 1939 un Mayıs ayında Detective Comics'in 27. sayısında çizilen bir çizgi roman süper kahramanıdır. Çizer Bob Kane ve yazar Bill Finger tarafından yaratılmıştır. Ancak çizgi romanlarda yaratıcısı olarak sadece Bob Kane'in adı geçer. İlk yaratıldığı zamandan bu yana Batman,Dünya çapında en çok bilinen süper kahramanlardan biridir. "The Dark Knight" (Kara Şövalye), "The Caped Crusader" (Pelerinli Süvari) ve "World's Greatest Dedective" (Dünyanın En İyi Dedektifi) olarak ve |
hazırlıkla herkesi yenen adam olarak bilinir. Halk arasında en meşhur sözü "Because I'm Batman" (Çünkü Ben Batman'im!) dir.
Batman'in gizli kimliği milyarder sanayici, playboy ve hayırsever olan Bruce Wayne'dir, tahmini serveti çizgi romanlara göre günümüzde 26-33 milyar USD'dır. Henüz çocukken ailesinin öldürülmesine şahit olan Wayne, pek çok çeşitli alanlarda kendini eğittikten sonra yarasa temalı kostüm ve ekipmanları ile suça karşı savaşa başlar. Pek çok diğer süper kahramanlar gibi süper güçleri yoktur, zekası ve dedektiflik yeteneğini, şirketi sayesinde bilim, teknoloji ve kişisel serveti ile destekleyerek savaşını sürdürür. Batman olarak genelde geceleri suçla savaşır, herkese gizemli bir şekilde, bir yarasa gibi yaklaşır. Oradadır ama görünmez. Üst düzey birçok uzak doğu dövüş sanatını gençliğinde eğitimini almıştır.
1938'in başında Action Comics serilerindeki Superman'in başarısından sonra, sonradan DC Comics olacak olan National Publications 'ın editörlerine daha fazla süper kahraman yaratma görevi verilir. Sonuç olarak Bob Kane "Bat-Man" karakterini yaratır. Beraber çalıştığı Bill Finger'ın sözlerine göre, ilk çizimler Superman tarzındadır, kostüm kırmızımsıdır ve eldiven yoktur. Maskeli balolarda takılana benzer bir maske takan karakter bir ipte sallanmaktadır. Yarasadakine benzeyen sabit iki kanadı vardır ve büyük bir amblem de taşımakadır..
Finger'ın verdiği öneriler arasında basit bir maske yerine cübbemsi bir yüzmaskesi, sabit kanatlar yerine pelerin, eldivenler ve kostümün kırmızı bölümlerinin çıkarılması da vardır. Finger, Bruce Wayne ismini de kendisinin bulduğunu söyler: "Bruce Wayne 'in ismi bir İskoçya vatanseveri olan Robert Bruce'dan geldi. Adams ve Hancock soyadlarını düşündüm, en sonunda aklıma Anthony Wayne geldi." . Batman'in kişiliği, karakter geçmişi, görsel tasarımı ve ekipmanı da aralarında The Mask of Zorro, The Bat ve Dracula gibi filmlerden, The Shadow, The Phantom, Sherlock Holmes, Dick Tracy, Jimmie Dale, The Green Hornet ve Spring Heeled Jack gibi karakterlerden ve Leonardo Da Vinci'nin bir "uçan makine" çiziminden esinlenmiştir.
1960'ların ortalarına kadar sadece Bob Kane'in ismi her Batman çizgi romanının iç kapağında yazar. 1970'lerin sonlarına doğru Jerry Siegel ve Joe Shuster "tarafından yaratılmıştır" ibaresini Superman çizgi romanları için almaya başlayınca Wonder Woman için William Moulton Marston da bu kullanılmaya başlandı. Sonunda iç kapakta "Batman, Bob Kane tarafından yaratılmıştır." ifadesi her Batman çizgi romanında kullanılmaya başlandı.
Finger ise bu tanımlamayı hiçbir zaman alamadı. 1940'larda başka DC çalışmalarında ismi geçmesine rağmen ancak 1960'larda Batman yazarı olarak anıldı. Bunu asıl nedeni sözleşmesinde ilgili bir madde olmayışıdır. 1974'te ölümünde kadar DC Comics Finger'ı Batman'in yaratıcılarından biri olarak anmadı. Ancak Kane sonraki yıllarda Finger'ın karaktere katkılarını açıkladı, ve bugün Batman dünyanın en sevilen ve en çok okunan çizgi roman karakteridir öyle ki DC Comics satılan çizgi roman dergilerinin yarsı Batman'e aittir. Batman insanın ulaşabileceği en üst seviyededir.
Yani İlk Batman hikâyesi Mayıs 1939'da yayınlandı. Finger'a göre Batman Pulp hikâyeleri tarzında yaratılmıştır. İlk zamanlarda Batman'in suçluların öldürülmesine ve zarar görmelerine az merhamet göstermesi ve ateşli silahlar kullanması da bu nedenledir. Yüksek satış rakamları ile de 1940'da kendi ismini taşıyan çizgi romana kavuşmuştur. Zaman için Batman ve Superman'in satış ve popülerliğindeki artış National'ın başarılarındaki kilometre taşı olmuştur. İki karakterin ilk defa 1940 sonbaharında orijinal adı World's Best Comics olan World's Finest Comics 'de beraber görülmüştür. Aralarında Jerry Robinson ve Dick Sprang'ın da olduğu çizerler aynı dönemde gazete çizgi romanları üzerine de çalışmıştır.
Pek çok unsur zaman içinde eklenmiştir. Kane altı sayı içinde karakterin çenesinin daha belirgin olduğunu ve kostümdeki kulakların uzatıldığını, ve neredeyse bir yıl içinde bu tür değişimlerin sürdüğünü belirtmiştir. Batman'in kemeri Detective Comics 29 Temmuz 1939 'da, batarang ve ile yarasa-şekilli araç 31 Eylül. 1939'da, karakterin kökeni Kasım 1939'da ortaya çıkmıştır. Batman'in Pulp hikâyeleri menşeli portresi Detective Comics 1940'da Robin'in gelişi ile beraber yumuşamıştır. Batman'in konuşabileceği bir Watson'a ihtiyacı olduğunu söyleyerek Batman'in ortağı olacak Robin fikrini Kane'e Finger vermiştir. Batman'in ilk sayısında en uzun soluklu düşmanları olan Joker ve Catwoman'ın tanıtılmasının yanında daha da önemli sayılabilecek konu ise Batman'in düşmanlarını öldürmesidir. Editör Whitney Ellsworth Batman'in bir daha öldürmemesi ve ateşli silah kullanmaması kararını almıştır. Bunun üzerine birkaç on yıl boyunca Batman'in karakteri daha "açık" olarak işlenmiştir.
Yazar Edmund Hamilton ve çizer Curt Swan'ın Superman #76 (Haziran1952)'de "The Mightiest Team In the World" hikâyesinde Batman ilk defa Superman ile beraber bir takım kurar ve gizli kimliğini öğrenir. Bu hikâyenin başarısını takiben 1986'ya kadar devam edecek World's Finest Comics'de ikili beraber maceralarına devam eder. Bu hikâyelerde ikili yakın arkadaş olarak anlatılır ve karşılaştıkları tehlikeler ile ikisinin yetenekleri sayesinde başa çıkarlar.
1950'ler de ilginin düşmesine rağmen kesintisiz olarak yayınlanan süper kahramanlardan biridir. 1950'lerin ortalarından başlamak üzere Batman hikâyeleri bilim kurgu öğeleri ile beslenmeye başlanmıştır. Bunun nedeni ise bu tür öğeleri barındıran Superman'in satış başarısıdır. Batwoman, Batgirl, The Bat-Hound, ve Bat-Mite (Superman hikâyelerindeki Krypto ve Mr. Mxyzptlk'den ilham alarak) yeni karakterlerdir. Bu dönemdeki Batman hikâyeleri garip dönüşümler ve uzaylılar ile olan maceralarını içerir. Batman bu dönemde halk tarafından bilinen bir karakterdir ve maceralarında gündüz vakitleri de görülür. 1960'ta Batman ilk defa The Brave and the Bold #28 (Şubat 1960) 'da yayınlanan Justice League of America üyesi olur.
Batman'in 1964'te satışları aşırı düşmüştür; Kane [DC'nin] Batman'i de öldürmeyi planladıklarını söylemiştir. Editörlük görevini almasıyla beraber Julius Schwartz köklü değişikliklere gitmiştir. Bunların içinde o zamana göre çağdaşlaştırmak ve bilim kurgu unsurlarının azaltılarak dedektiflik konusuna ağırlık vermesi en önemlileridir. Ekipmanların değiştirilmesi ve amblemin etrafına sarı bir elips konması da Schwartz'ın yaptığı değişikliklerin içindedir ve çizer Carmine ile beraber ortak çalışmalarının ürünüdür. 1950'lerin Batwoman, Ace ve Bat-Mite gibi uzay-kaynaklı karakterler bırakılmıştır. Eski kahya Alfred öldürülmüş ve yerine Robin'in halası Harriet getirilmiştir.
1966'daki Batman televizyon serileri karakter üzerinde derin etki bırakmıştır. Alfred'in dönüşü ve Batgirl'ün ilk görünüşüne ek olarak TV serilerinin absürt-komedi tarzı da çizgi romanları etkiledi. Bir süreliğine hem şov hem de çizgi romanlarda başarı yakalanmış olsa da bu gülünç yaklaşım sonuçta yıprandı ve TV şovu 1968'de iptal edildi. Batman çizgi romanları da yeniden popülerliklerini yitirdi. Julius Schwartz "Televizyon dizisi başarılı olunca benden de absürt-komedi tarzı istendi. Ve elbette dizi bitince, çizgi roman da popülerliliğini yitirdi" demiştir.
Yazar Dennis O'Neil ve çizer Neal Adams, Batman'in 1960'lardaki absürt karakter imajından kurtarmak ve "Gecenin Sert İntikamcısı" olarak kökenine geri döndürmek için çaba sarf ettiler. O'Neil/Adams çağı Detective Comics #395 "The Secret of the Waiting Graves" (1970) ile başladı. Dick Grayson üniversiteye gönderildi ve Batman yeniden tek başına kaldı. O'Neil'in tarzı 1970'lerin sonu hatta 1980'lerin başına kadar etkisini sürdürdü ve özellikle 77 ve 78 'de Steve Englehart'ın yazdığı (çizer Marshall Rogers ile birlikte) hikâyelerde zirveye ulaştı.
Frank Miller'ın 50 yaşında ve emekli olmuş Batman'in geri dönüşünün anlattığı 1986 tarihli "Batman: The Dark Knight Returns" hikâyesi, karakteri karanlık kökenine geri döndürdü. The Dark Knight Returns büyük maddi başarı elde etti ve çizgi roman tarihinde bir kilometre taşı oldu.
4 sayılık bu mini seri Batman'in popülerliğini yeniden üst seviyelere çıkarttı. İzleyen yıllarda çıkan "Year One" 'de (Batman #404-407) yazar Frank Miller ve çizer David Mazzucchelli Batman'in kökenini yeniden anlattılar. Alan Moore ve Brian Bollan 1998'deki 'da "karanlık" anlatımı sürdürdüler. Bu hikâyede Joker, Komiser Gordon'un akıl sağlığını bozmaya çalıştı kızını kaçırarak işkence ederek kötürüm bıraktı. Bu tarz konular ve anlatımdaki üslup çizgi romanların çocukların eğlencesi olmaktan uzaklaşmasına ana etkenler oldu. Batman'in devam eden kariyeri ve John Bryne'ın Superman'i yenilenmesi, ikili arasındaki ilişkinin de yumuşamasını işledi.
"Year One" 'ın yayımından beri çizgi roman yazar ve çizerleri, hem anlatım hem de görünüm için sıklıkla bu seriyi örnek aldılar. "Legends of the Dark Knight" kitaplarındaki pek çok hikâye Batman'in ilk yıllarında geçen hikâyeleri anlattı.
1988'de yapılan ikinci Robin'in öldürülmesine dair oylama Batman çizgi romanlarına olan ilgiyi bir anda yükseltti. 1993'teki "Knightfall" serilerinde yeni düşman Bane tanıtıldı. Batman'i ciddi şekilde sakatlamasından sonra Batman misyonunu Azrael olarak bilinen Jean-Paul Valley devraldı. 1998'deki "Catalysm", 1999'daki "No Man's Land" için altyapı oluşturdu. Serinin sorunda O'Neil 'in editörlük görevi Bob Schreck'e devredildi. 2003 yılında Jeph Loeb ve Jim Lee, Batman'in satışlarını tarihindeki en yüksek seviyeye çıkartmayı başardılar. Lee'nin Frank Miller ile yaptığı 2005'teki çalışmalarda ise çizgi roman pazarındaki en yüksek satış rakamlarına ulaşıldı. Modern çağdaki diğer önemli Batman yazarları arasında Grant Morrison ve Paul Dini de sayılabilir.
Kara Şövalye (İngilizce: The Dark Knight), Christopher Nolan'ın yönettiği en son Batman filmidir. Kara Şövalye'nin senaryosunu Christopher ve kardeşi Jonathan Nolan yazmıştır. Hikâyeyi ise David S. Goyer oluşturmuştur. Filmin olay örgüsü, Bruce Wayne/Batman (Christian Bale), bölg |
e savcısı Harvey Dent (Aaron Eckhart), asistan Rachel Dawes (Maggie Gyllenhaal) ve Polis Komiseri James Gordon'ın (Gary Oldman), onların suçla mücadelelerinin ve yeni tehdit Joker'in (Heath Ledger) etrafında gelişir.Joker'in gerçek kimliği, filmin gizemi için saklı tutulur ve Harvey Dent'in kahraman bir bölge savcısından çirkin bir katile dönüşümünün hikâyesi tamamıyla anlatılır. Yönetmen Nolan, Joker karakteri için ilhamı, onun 1940'lar ilk kez göründüğü çizgi romanlardan ve Harvey Dent'in geçmişinin tekrar anlatıldığı 1996 tarihli adlı çizgi romandan esinlendi.[3] Kara Şövalye'nin çekimleri öncelikle Şikago'da, ek olarak da Birleşik Devletler'in birkaç yerinde, Birleşik Krallık'ta ve Hong Kong'da yapıldı. Nolan, Joker'in filmde ilk göründüğü sahne başta olmak üzere bazı sekansları çekmek için IMAX kamerası kullandı. Kamyon devirme sahnesinde görsel efekt kullanılmadı. Filmin müziklerini oluşturmada Hans Zimmer ve James Newton Howard işbirliği yaptı.
Heath Ledger, Kara Şövalye'nin çekimleri tamamlandıktan sonra, 22 Ocak 2008'de, aldığı reçeteli ilaçların yanlış kullanımı yüzünden evinde ölü bulundu. Warner Bros. ilk önce Kara Şövalye için reklam kampanyası yarattı, Ledger'ın Joker'inin ön planda olduğu web siteleri ve fragmanlar hazırlandı, ama Ledger'ın ölümünden sonra stüdyo onunla ilgili reklam kampanyalarına tekrar odaklandı. Film 16 Temmuz 2008'de Avustralya'da, 18 Temmuz 2008'de Kuzey Amerika'da ve 24 Temmuz 2008'de Birleşik Krallık'ta vizyona girdi. Kuzey Amerika'da box office sahnesine çıkmadan önce, Kara Şövalye adına rekor sayıda ön bilet satıldı. Gösterime girdiğinde olumlu yorumlar ile karşılandı[4] ve Kuzey Amerika'da 500 milyon dolar sınırını geçen ikinci film olmasının yanında pek çok rekoru daha kırdı.[5] Büyük övgüleri ve ticari başarıları takiben, ödül sezonunda da çok başarılı oldu, özellikle 2008 yılının en iyi filmi dalında ve Ledger'ın Joker performansıyla birçok ödül veya adaylık elde etti. Sekiz dalda Akademi Ödülü'ne aday olarak, Milk ile birlikte en çok adaylık elde eden üçüncü film oldu.[6] Aday olduğu sekiz kategoriden En İyi Yardımcı Aktör ve En İyi Ses Kurgusu ödüllerini kazandı. Film BAFTA Ödülleri'nde de dokuz dalda adaylık kazanarak, en çok dalda aday olan ikinci film oldu.[7] BAFTA Ödülleri'nde de En İyi Yardımcı Aktör ödülünü kazandı.
Yıllar içinde Batman'in orijinal hikâyesi, geçmişi ve görünümü/davranışları gerek küçük gerekse de büyük revizyonlara uğradı. Bazı olaylar büyük değişim geçirir iken, ailesinin ölümü ve adaletin peşinde olması gibi olaylar ve konular değişmedi.
Tüm öykülerde Batman, Bruce Wayne'in alt kişiliğidir. 1.88 m boyunda ve 95 kilodur. Bruce Wayne varlıklı bir playboy, yatırımcı, hayırsever bir işadamıdır ve babası doktor Thomas Wayne ve annesi Martha Wayne'in bir gece sokakta hırsız tarafından öldürülmesinden sonra suçla savaşmaya başlamıştır. Bob Kane, kendisi ile Bill Finger'ın karakterin geçmişi hakkında konuşurlarken "bir çocuk için gözlerinin önünde ailesinin öldürülmesinden daha travmatik bir şey olmayacağına" dair fikir birliğine vardıklarını söylemiştir.
Bruce Wayne'in Batman olması Detective Comics #33 (Kasım 1939) 'da anlatılmıştır. Batman'in ilk çıkışı ise Detective Comics #27 'dedir, suç savaşçısı olarak anlatılmaktadır. Detective Comics #33 'den sonra ise detaylara Detective Comics #47'de girilmiştir. Bunlarda anlatılanlara göre Bruce Wayne, Gotham sosyetesinin iki varlıklı ve yardımsever üyesinin, Thomas Wayne ve Martha Wayne'in oğludur. Bruce Wayne sekiz yaşına kadar, bir gece opera çıkışında eve dönerken ailesinin Joe Chill isimli bir sokak serserisi tarafından öldürülünceye kadar Wayne Malikanesinde varlık ve rahat içinde yaşamıştır.
Bu olaydan sonra Bruce Wayne ailesini öldüren kötülüğü şehirden silmeye yemin eder. Bunun için de gerek zihinsel gerekse de bedensel yoğun bir eğitime girer. Bunların arasında kimya, suç bilimi, adli tıp, dövüş sanatları, jimnastik, aktörlük, gizlenme, kaçış ve vantrologluk gibi sahne sanatları da vardır. Ancak tüm bunların da yeterli gelmediğini anlar.
Detective Comics #33 'de Bruce Wayne "Suçlular batıl inançlı ve korkaktır" ve "dolayısıyla onların kalplerine korku salmalıyım. Gecenin bir yaratığı olmalıyım, kara, korkunç..." der. Ve sanki tüm bu isteklerine bir yanıt olarak açık pencereden bir yarasa girer ve Bruce Wayne'e Batman kimliğinin ipucunu verir. Kariyerinin ilk anlarında adaleti kendi başına buyruk olarak dağıtması polisin öfkesini de çeker. Bu dönemde Julie Madison isimli bir nişanlısı da vardır, ilk defa Detective Comics #31 'de görünmüştür.
Detective Comics #38 (1940) 'de Bruce Wayne, sonradan Robin olan Dick Grayson'ı evlat edinir. Aynı zamanda Batman Justice Society of America (DC Special #29) 'nın kurucu üyelerinden biri olur (JSA 'nın ilk görünüşü All Star Comics #3 'tedir). Golden Age 'de Superman ve Batman onu üyesi oldukları bu topluluğun çok az macerasına katılırlar. Batman'ın kanun güçleri ile olan ilişkisi 1940'ların ilk yıllarında iyileşir, hatta Batman #7 (1941) 'de Gotham Şehri Polis Güçleri 'nin onur üyesi olur. Batman'in çevresinin diğer unsurları da bu çağda tanıtılır; kahya Alfred Wayne Malikanesine Batman #16 (1943) 'de gelir ve Dinamik İkili'nin gizli kimliklerini anladıktan sonra hizmetlerine girer. 1950'ler de, Batman ile birlikte anlan pek çok konu, olay ve kişiler de tanıtılmış olur.
Kesin olmasa da, DC Comics'de çizgi romanların Silver Age'inin, 1956'da Barry Allen'in yeni ve güncellenmiş The Flash olarak sunumu ile başladığı kabul edilir. Batman 1950'lerin sonunda sürekliliği devam ettirmek için önemli değişiklikler geçirmemiştir, bunların da Earth-One evreninde geçtiği kabul edilebilir. Golden ve Silver Age'ler arasında Batman daha "açık" anlatılmıştır ve 1950'lerin sonu ile 1960'ların başı arasındaki dönemde maceralara pek çok bilimkurgu unsurları eklenmiştir ve Batman 1964'teki Detective Comics #327'ye kadar diğer karakterler gibi güncellenmemiştir. Bu sayı ile beraber Batman dedektiflik kökenine geri dönmüş ve tüm bilimkurgu unsurları serilerden çıkartılmıştır.
DC Comics'in Multiverse 'ü 1960'lardaki tanıtımından sonra, Earth-Two'daki, paralel bir dünyadaki Batman hikâyeleri de başlar. Bu versiyonunda Batman, Earth-Two Catwoman olan Selina Kyle (Superman Family #211 'de gösterildiği gibi) ile evlidir ve suça karşı beraber mücadele ederler. Ayrıca Huntress olan Helena Wayne'in babasıdır. Batman kariyerini nihayetinde sonlandırır ve Komiser olur, bu konumunu da son Batman macerasında öldürülünceye kadar sürdürür. Sonradan Huntress Earth-Two Robin ile beraber Gotham'ın koruyucusu olacaktır.
Silver Age dönemi boyunca, 1986'daki iptaline kadar 1954 yılından başlamak üzere World's Finest Comics serisinde başta yalnız devam ettiği kariyerinde, Batman başta Superman olmak üzere pek çok kahraman ile buluşur ve beraber çalışır. Batman ve Superman genellikle yakın arkadaşlar olarak yansıtılır.Fakat Superman ile tek bir dövüşü olmuştur.Mücadeleyi Batman kazanmıştır.Batman, Brave and the Bold #28 'de, 1960'lardaki ilk sayısında Justice League of America 'nın kurucu üyesi olur, Brave and the Bold bir Batman dergisi olur ve dergi konseptinde Batman her ay başka bir DC Universe kahramanı ile beraber çalışır.
DC Comics'in Batman çizgi romanlarının yenilenmesi uyarınca, 1969'da Robin üniversiteye gider. Ek olarak, Batman da Wayne Malikanesinden ayrılır ve Gotham Şehrindeki suçlara daha yakın olabilmek için şehir merkezinde yer alan Wayne Fonu binanın çatı katına yerleşir. Batman 1970'ler ile erken 1980'ler boyunca genellikle yalnız çalışır ve sadece birkaç defa Robin ve/veya Batgirl ile takım kurar. Batman'in maceraları biraz daha karanlık ve sert geçer; şiddetli suçların çehresi yansıtılır. Golden Age'in ilk dönemlerinden sonra yeniden anlatılan akıl hastası ve katil Joker ile Ra's Al Ghul 'un gelişi de bu dönemdedir. 80'lerde Dick Grayson Nightwing olur.
Brave and the Bold'un 1983'teki son bölümünde Batman Justice League'i bırakır ve Outsiders adında yeni bir grup kurar. Outsiders #32 (1986) 'ye kadar grubun lideri olarak kalır ve derginin bu tarihten sonra adı değiştirilir.
12 sayılık Crisis on Infinite Earths serisinden sonra DC Comics, Multivers'ü kapatır ve çizgi roman okuyucularının yeniden yakalayabilmek için büyük karakterlerini yine günceller. Frank Miller, Batman'in kökenlerini "Year One" ile (Batman #404-407) yeniden anlatır ve karakterdeki cesaret olgusunu vurgular. Bu dört sayılık mini-seri, 2005 yılında gösterime giren Batman Begins filminin de en çok esinlendiği çizgi roman serisi olur. Earth-Two Batman tarihten silinmesine rağmen, Batman'in Silver Age/Earth-One kariyerindeki olaylar (ek olarak birçok Golden Age'de geçenler), özellikle kökenlerinin de aynı kalmasıyla birlikte post-crisis universe 'de bazı değişimlerle birlikte kalıcı olur. Örneğin, Gotham polisindeki çürüme, Batman'in varlığına duyulan ihtiyacı doğurur. Dick Grayson'un geçmişi büyük oranda aynı kalırken, Jason Todd'un, ikinci Robin'in geçmişi değiştirilir; Batmobile'in lastiklerini çalmaya çalışan ve küçük çaplı bir hırsızın öksüz çocuğu olarak anlatılır.Koruyucu Phillip Wayne silinir ve küçük Wayne'in yetiştirilmesi Alfred'e bırakılır. Ek olarak Batman Justice League of America 'nın kurucu üyeliğinden çıkartılır, ancak takımın 1987'deki yeniden anlatımı sırsında kısa süreliğine de olsa liderleri olur. Crisis'den sonra doğan Batman'in geçmişindeki boşlukların doldurulması için DC Comics 1989 yılında Legends of the Dark Knight isimli seriyi başlatır ve buna ek olarak genelde "Year One" döneminde geçen pek çok sayıda tek sayılık hikâyeler çıkartır. Jeph Loeb ve Matt Wagner'in çeşitli hikâyeleri de bu dönemde geçer.
1987'ye yayınlanan Batman: Son of the Demon'da, Batman Talia Al Ghul ile evlenir. Bu hikâye yayından hemen sonra yoksayılır, ancak konusu 2006 yılında yenilenir. 1988 'deki Batman: A Death in the Family 'de , ( Batman #426-429 ) Jason Todd, ikinci Robin, Joker tarafından öldürülür. Bu hikâyeyi takiben Batman çok daha karanlık ve şiddetli şekilde suçla savaşmaya devam eder. |
Neredeyse on yıla yakın bir süre tek başına kalan Batman'e, Tim Drake'in üçüncü Robin olarak katılır.
1993 yılında DC Comics'in "Death of Superman" hikâyesini yayınlar ve yine aynı yılda Batman için "Knightfall" serisi başlar. Serinin ilk bölümlerinde yeni kötü Bane, Batman'in omurgasını kırarak kötürüm bırakır ve Wayne de Azrael'den Batman rolünü almasını ister. Knightfall'ın sonunda hikâye iki kısma ayrılır, Azrael-Batman'in maceraları bir taraftan sürerken, diğer taraftan Wayne'in yeniden Batman olmasının hikâyesi anlatılır. Hikâyenin son bölümü olan KnightsEnd 'de, aşırı şiddet kullanmaya başlayan Azrael, eski sağlığına kavuşan Bruce Wayne tarafından altedilir. Wayne, tekrar Batman olabilmek için çalışmalarına devam ederken Batman görevini kısa süreliğine Dick Grayson (o anda Nightwing) 'a verir.
1994'te, tüm DC Comics evrenini kapsayan Zero Hour'da, DC sürekliliğini değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden en önemlisi ise Batman'in artık hem kent sakinleri hem de suçlular tarafından bilinen bir savaş karşıtı güç olmaktan çok bir şehir efsanesi olarak kabul edildiğidir. Benzer şekilde, Wayne'lerin katili yakalanamamış ve Joe Chill süreklilikten çıkartılmış ve "Year Two" gibi hikâyelerde süreklilikten çıkartılmıştır.
Batman Grant Morrison'ın 1996'da JLA ismi ile yeniden yayınlanması ile Justice League 'in üyesi olmuştur. 1998 tarihli "Catalysm" serisinde Gotham City büyük bir deprem ile harabeye döner. Pek çok teknolojik destektek yoksun olarak Batman, 1999 yılında devam eden "No Man's Land" serisinde şehri çetelere karşı savunur. Serinin sonunda Gotham'ı yeniden inşa eden Lex Luthor "Bruce Wayne: Murderer?" ve "Bruce Wayne: Fugitive" serilerinde Bruce Wayne'in cinayet nedeniyle suçlanmasına neden olur, ancak Wayne'in suçsuzluğu sonunda anlaşılır.
Batman: Hush hikâyesi Batman kariyerine yeni bir karakter katar; Tommy Elliot, çocukluk arkadaşı olarak Bruce Wayne'in gençliğinde büyük etkisi olmuştur. Hush olarak ise Elliot, pek çok düşmanının işbirliği ile Batman'e saldırır. Hikâye boyunca Batman ve Catwoman kısa süreliğine yakınlaşırlar, ancak Batman'in gitgide büyüyen güvensizlik hissi ilişkilerini sona erdirir. Hush'ın taktiklerinde bir de Jason'ın ölümden geri döndüğüne Batman'i inandırmaktır. Hikâyede Batman'in dövüştüğü Jason Todd'un aslında Clayface olduğu ortaya çıksa da, Todd Red Hood olarak geri döner.
DC'nin 2005 yılındaki serisi Identity Crisis'de JLA üyesi Zatanna'nın Batman'in hafızasını değiştirdiği ortaya çıkması, Batman'in süper kahramanlar topluluğa karşı olan güvenini derinden kaybetmesine yol açar. Daha sonra Batman diğer kahramanları gözlemek için Borther I gözetleme uydusunu yapar. Uydunun kontrolünün nihayetinde Maxwell Lord; Checkmate olarak bilinen hükümet organizasyonun lideri tarafından ele geçirilmesi DC sürekliliğini yeniden yapılandıran olayların başında yer alır. Infinite Crisis #7 'de Alexander Luthor, Jr. "New Earth" 'ün bir önceki sayıda yaratılıp yeniden yazılmış tarihinde Martha ve Thomas Wayne'in katilinin -yine Joe Chill- yakalandığından bahseder, dolayısıyla Zero Hour'dan sonra yapılan bu silinme ortadan kaldırılır. Batman ve süper kahramanlardan kurulu bir takım Brother Eye uydusunu ve OMAC'ları imha eder.
Infinite Crisis'i takiben Bruce Wayne, Dick Grayson ve Tim Drake "Batman'i yeniden yapmak" için Gotham Şehrini terkettiği izlerini sürerler. "Face to Face" hikâyesinde, Batman ve Robin bir yıllık terkin ardından Gotham Şehrine geri dönerler. Ek olarak, Bruce Tim'i evlat edinir. Bunu takip eden hikâye olan "Batman & Son" da ise Talia al Ghul ve Batman'in babası olduğuna inanan bir çocuk "Son of the Demon" 'ın unsurlarını sürekliliğe katılır. Batman ayrıca Wonder Woman'ın yeni kimliğinin, Diana Prince'in yaratılmasına yardımcı olur ve yeni Justice League of America için adayların kendilerine göstermelerine yardımcı olmaya başlar.
Yakın arkadaşı Superman gibi, Bruce Wayne'in öne çıkan kimliği zaman içinde değişir. Günümüz çizgi romanları Bruce Wayne'in aldatıcı görünüm olduğunu, Batman'in gerçek kişilinin yansıması olduğuna yöneliktir (Batman'in "aydınlık yüzü" sayılabilecek olan Superman'de ise durum elbette tersinedir, yani "Clark Kent" gerçek kişiliğin yansıması, "Superman" ise sadece bir rol'dür). Ancak Infinite Crisis sonrası ve "Batman Başlıyor" filminde çizilen portre bu ikisinin karışımıdır.
Wayne gizli kişiliğini ustalıkla korur, sadece birkaç kişi süper kahraman alt benliğini bilir. Yıllar içinde birkaç kötü de gizli kimliğini keşfetmişlerdir; en önemlileri olan Ra's Al Ghul, Kedi Kadın, Hugo Strange, Riddler, Bane ve Hush izler.
Genelde bilinen, Bruce Wayne'in ailesinden miras kalan serveti (asıl kaynağı Gotham'ın metropole dönüşmeden önce kurdukları emlak şirketidir) ve önde gelen teknoloji şirketlerinden olan Wayne Enterprises'ın kârını harcayan sorumsuz ve sığ bir playboy olduğudur. Öte yandan, kuruluş amacı suç kurbanlarına yardım ve gençleri suçtan korumak olan Wayne Fonu ile yaptığı bağışlar ile de tanınır. Wayne bu playboy kişiliğini , Batman kişiliğini gizlemek amacıyla yaratmıştır ve bazen ahmak ve bencil tavırlar da takınır. Batman, gizli kişiliğini korumayı en büyük önceliği olarak görür; öyle ki birkaç defa kimliğini açığa çıkartmaktansa ölüm riskini göze almıştır.
Bruce Wayne, Batman'i Gotham'ın yeraltı dünyasına korku saçmak için yaratmıştır. Kostüm ve Wayne'in Batman iken davranış tarzı mümkün olduğu kadar heybetli ve korkutucudur. Bruce Wayne yumuşakkalpli ve sorumsuz iken, Batman agresif ve serttir. Görünüm ve kişiliğindeki değişimlere ek olarak, Bruce Wayne aynı zamanda kostümlü iken sesini de değiştirir, Kara Şövalye'nin sesi alçak ve hırıltılıdır.
Çizgi romanın "karanlık" havasına ve yarasaların doğasına uygun olarak, Batman genellikle geceleri ortaya çıkar. "Zero Hour"'dan sonra DC Comics, Batman'in bir şehir efsanesi olduğu fikrini kullanmıştır, ancak "War Games" serisinde, kuşatma altındaki bir lisenin önünde gündüz aydınlıkta görüntüsü tüm haberlerde yayınlanmıştır. ""'da, Batman kendisi için "gece zamanı görünmesinin çok daha etkili" olduğunu söylemiştir.
Batman zaman zaman Gotham'ın suç mahallerinin içine sızar, bunun için Batman #242 'de tanıtılan ve sonradan öldürülen Matches Malone kimliğine girerek çevresinin Malone'a duyduğu saygıdan yararlanarak bilgi toplar.
Batman, kullandığı pek çok kostüm, ekipman ve araçları Wayne Enterprises 'in çeşitli şirketlerinden ve Kordtronics'ten yararlanarak sürekli değiştirir ve geliştirir. Oracle, Harold ve Toyman III gibi karakterler de Batman için ekipman üretim ve modifikasyonu yapmıştır. Ek olarak, nadiren de olsa Batman düşmanlarının ekipmanlarını ters mühendislik ile kendine uygun şekilde adapte eder; Mister Terrific'in T-sphere'leri gibi.
Yıllar içinde Batman'ın kullandığı ekipmanların görünüşlerinin ortak yönleri koyu renklendirme ve kanatlarını açmış yarasa motifi olmuştur. Örneğin arabasının siyah rengi ve arka bölümünde, uçaklarınkini anımsatan kanatlar, yarasa kanadı tarzındadır. En çok kullandığı ekipman olan Batarang ise tıpkı göğsündeki amblemi gibi yarasa modelindedir.
Tüm bu teçhizat isimlendirmelerindeki "bat" ön eki Batman tarafından nadiren kullanılır. 1960'ların televizyon serilerinde ise Batman'in kullandığı teçhizat tanımlamaları zaman zaman saçmalık seviyesine ulaşarak yarasa-bilgisayarı, yarasa-tarayıcı, yarasa-radarı, yarasa-kelepçesi, yarasa-dubası, yarasa-içecek suyu kutusu, yarasa-köpek balığı kovucu spreyi gibi nesneler isimlendirilmiştir. Bu tür tanımlamaların Batman tarafından uygun bulunmadığı da "A Death in the Family" hikâyesinde dile getirilmiştir.
Batman'in en çok kullandığı teçhizat ve malzemeler ise sürekli beline takılı olan kemerdedir. Kemere asılı duran ve eşit aralıklarla dizilmiş olan tüplerde çeşitli nesneler / gazlar / gerekli kimyasallar bulunmaktadır.
Erken dönemde Batman ateşli silahlar kullanmıştır (özellikle Detective Comics #32, September 1939). Ancak ilerleyen yıllarda, özellikle ailesinin de bir tabanca ile öldürülmesine şahit olduğu için ateşli silah kullanımından kaçınmıştır. Bazı hikâyelerde bu kural esnetilir; kendi kullandığı araçlara tahrip gücü olan silahları yerleştiren Batman bunları diğer araçları etkisiz hale getirmek veya önündeki engelleri kaldırmak için kullanır. İki hikâyede, The Cult 'da makinalı tüfeklerde gerçek mermiler yerine plastik mermiler kullanmıştır. 1989 'daki Batman filminde ise ateşli silahlar belirgindir; Batmobile'e makineli silahlar ve bombalar, Batwing'e ise füzeler ve toplar monte edilmiştir. The Dark Knight Returns ise bu konuda bir istisna sayılır.
Batman hikâyelerinde en bilinen unsurlardan biridir. Batman'a ihtiyaç duyulduğunda, şehrin her tarafından görülecek şekilde Gotham Şehri Polisi bulutlu gökyüzünde ortasında yarasa sembolü olan ışık tutar. Bat-Signal'in kökeni ise pek çok unsur gibi değişiklik göstermektedir.
Batman, kendisine ait olan her şeyi saklamak için bu mağarayı seçmiştir. Batman'in bu mağarasından tam tamına 100 bin brontobytelık güvenlik kamerası sistemi, 10 brontobytelık bilgisayarlar hafızaları, titanyumdan yapılan güvenlik kapıları ve tabii ki Batman'in tüm ekipmanları mağarasında bulunuyor.
New York City, Chicago, Boston ve Pittsburgh gibi şehirlerden türetilen Gotham Şehri, Amerika'nın kuzeydoğu körfezindedir. Genellikle kirli, yüksek suç oranlı, çürümüş olarak resmedilen kent, Superman'in parlak, temiz, fütüristik Metropolis'inin zıddıdır. Gotham'ın "News York'un gece hali" olduğu, New York'un geçmişindeki yüksek suç oranına atfen söylenegelmişir. Thomas ve Martha Wayne de şu anda kenar mahalleye dönüşmüş ancak eskiden lüks bir mahalle olan Park Row'da öldürülmüşlerdir. Batman hikâyeleri ilk olarak New York şehrinde geçmesine rağmen, sonradan hep Gotham Şehrinde yaşadığı anlatılmıştır. Superman'in Metropolis'i gibi, Gotham da kahramanının karakteristik özelliklerini taşır.
Tek başına çalıştığı görüntüsüne rağmen, suça karşı savaşında Batman pek çok kişi ile birlikte çalışmıştır. Elbette kariyerinde en çok birlikte olduğu Robin karakteridir. İlk Robin, Dick Grayson |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.