article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
Nergal ile karıştırılır veya tanımlanırdı. Fenikeli kitabelerde "rşp gn" "Bahçenin Reşef'i" ve "b`l chotz" "Okun Tanrısı" olarak geçmektedir. Fenike-Hitit kitabelerinde "geyik tanrı" ve "ceylan tanrı" olarak da geçer.
18. Hanedan sırasında, Reşef Mısır'da da popülerleşmiş ve bir diğer Kalde/Mezopotamya kökenli tanrı olan Qeteş (cinsellik tanrıçası) ile bereket tanrısı Min'in babası olarak ele alınmıştır.
Reşef karakterinin Yunan Apollo ve Vedik Rudra ile ilişkili olduğu yönünde şüpheler vardır.
İsminin farklı yazılış ve biçimleri: Rahşaf, Rasap, Raşap, Resep, Reşep, Reşpu, Resheph.
Tanker
Tanker, sıvı veya gaz halde bulunan akışkan yüklerin taşınmasında kullanılan bir deniz aracıdır. Taşıdığı yüklere göre Petrol Tankeri, kimyasal tanker ve gaz tankeri gibi türlere ayrılır.
=Tanker Türleri=
Tankerler çalışabildikleri su yollarına ve kapasitelerine göre çeşitli büyüklükte inşa edilirler.
VLCC ve ULCC sınıfı gemiler Süveyş Kanalı ve Panama Kanalını, Suezmax sınıfı gemiler ise Panama Kanalı'nı boyutlarından dolayı kullanamadıkları için Afrika ve Güney Amerika kıtalarını güney uçtan dolanarak kıtalararası seferler yapmaktadırlar.
=Dizayn Özellikleri=
Günümüz tankerleri başta emniyet sebepleri ile olmak üzere çeşitli sistemlerle donatılırak inşa edilirler.
=Tarihsel Gelişim=
=Tehlikeler, Kazalar ve Çevresel Felaketler=
=Ayrıca Bakınız=
Megakaryoblast
Megakaryoblast, promegakaryosit öncülü bir hücredir ki promegakaryosit de megakaryosite dönüşür.
Bohemian Rhapsody
"Bohemian Rhapsody", İngiliz rock grubu Queen'in bir şarkısı. Şarkı grubun 1975 stüdyo albümü "A Night at the Opera" için Freddie Mercury tarafından yazılmıştır. Şarkı 6 dakika uzunluğundadır, ve parçada sırayla giriş, balad, gitar solo, opera, rock ve bitiriş bölümleri yer alır. Söylenene göre şarkının yapım maliyeti her ne kadar bilinmese de yayınlandığı dönemin en pahalı single'ı olarak adlandırıldı.
"Bohemian Rhapsody" single olarak yayınlandığında dünya çapında bir başarı elde etti, UK Singles Chart'da 9 hafta boyunca zirvede kaldı ve Ocak 1976'ya göre 1 milyondan fazla satış elde etti. 1991'de şarkının aynı versiyonu yeniden yayınlandığında 5 hafta boyunca yine 1 numaraya ulaşmayı başardı, ve BK'nın en çok satan üçüncü single'ı olmayı başardı. Şarkı Kanada, Avusturya, Yeni Zelanda, İrlanda ve Hollanda'da da 1 numaraya ulaşmayı başardı, sonradan tüm zamanların en çok satan singlelarından biri olmayı başardı. Amerika'da 1976'da şarkı 9 numaraya ulaştı. 1992'de Wayne's World filminde göründükten sonra ise listeye 2 numaradan döndü.
Grup parçanın kayıtlarını yapımcı Roy Thomas Baker ile birlikte üç haftada tamamladı. Grup üyelerine göre Freddie Mercury parçayı tümüyle kendi kafasında planlamış ve kayıtlar sırasında grubu yönlendirmiştir. 5 dakika 56 saniye süren parçanın, uzunluğu nedeniyle listelerin baş sıralarına çıkamayacağı düşünülüyordu. Yapımından iki yıl sonra, 1977'de parça 25 yılın en iyisi seçilmiş, 2000 yılında ise İngiliz televizyon kanalı Channel 4 tarafından yapılan oylamada bir numaraya yükselmiş 100 parça arasında John Lennon'ın Imagine adlı parçasından sonra ikinci sırada yer almıştır. 2000 yılında Guiness World Records'da son 50 yılın en iyi rock şarkısı ödülüne layık görülmüştür.
"Bohemian Rhapsody" Queen'in en popüler şarkılarından biri oldu ve tüm zamanların en iyi şarkıları listelerine çoğunlukla girmeyi başardı. "Bohemian Rhapsody" Grammy Hall of Fame'de yer aldı. 2012'de ITV müziğin 60 yılı aşkın süresi içinde "Ulusun favori 1 numarası" anketinde şarkı zirveye yerleşti.
A Perfect Circle
A Perfect Circle (APC), gitarist Billy Howerdel ve Maynard James Keenan tarafından kurulmuş alternatif rock yapan bir müzik grubu.
Billy Howerdel Nine Inch Nails, The Smashing Pumpkins, Fishbone ve Tool gibi gruplarda gitar teknisyeni olarak çalışmıştır. Kendi müziğinin demolarını Tool grubunun vokalisti Maynard James Keenan'a dinlettiğinde, Keenan'dan vokalisti olacağı bir grup kurması teklifini almıştır. Howerdel ilk başlarda bir kadın vokal düşündüğü için kararsız kalmış, ancak daha sonra teklifi kabul etmiş ve 1999'da A Perfect Circle kurulmuştur. Tool'daki karakterinden ayrılmak için Keenan, APC'nin tüm kliplerinde, fotoğraf çekimlerinde ve canlı performanslarında diğer zamanlarda kel olan başına uzun peruklar takmıştır.
A Perfect Circle isminin kaynağına ilişkin iki tahmin vardır. İlki, Orta Çağ'da müziğin notlara dökülmesi konusunda tek otorite olan rahip sınıfının, Hıristiyan inancındaki üçlemeye gönderme olarak, üç parçalık müziği mükemmel olarak kabul etmesi ve nota yazımının başına bu üçlük mükemmelliğin simgesi olan bir daire koymasıdır. Diğer tahmin ise, ismin Mer de Noms albümünde yer alan, Yunan mitolojisindeki Agememnon'un oğlu Orestes'in hikâyesine göndermeler içeren Orestes parçasında yer alan "Pull me into your perfect circle" (beni mükemmel dairenin içine çek) satırlarından geldiğidir. Ancak bu iki teori de yanlış çıkmış, Maynard Keenan yaptığı bir açıklamada "A Perfect Circle" isminin grup üyeleri arasındaki arkadaşlıktan geldiğini, grubun "mükemmel bir arkadaşlık çemberi" (a perfect circle of friendship) olduğunu söylemiştir.
Biblos
Biblos, Lübnan'ın Beyrut kentinin kuzeyinde yer alan antik bir Fenike liman kentidir. Şu anki Arapça adı "Jbail"(Cübeyl) olan kentin tarihinin kesin olarak bilinmemekle birlikte 7000 yıl öncesine kadar uzanmakta olduğu bazı bilimadamlarınca tahmin edilmektedir. Ancak Bybloslular şehirlerini Byblos olarak adlandırmıyor aksine "Gubla" ve daha sonraları da "Gebal" diyorlardı ve şehirlerinin bulunduğu sahile de "Canaan"("Kenan") demekteydiler. MÖ 1200'lü yıllarda, bu sahillere Fenike ("Phoenicia") adını verenler Yunanlar olmuştur. Ayrıca şehre Yunancada Papirus anlamına gelen Byblos adını da yine Yunanlar vermiştir, çünkü büyük bir ticaret limanı olan Byblos zamanında papirus ticaretine hakim bir liman kenti idi.(İngilizce "Bible" sözcüğü, adını bu kentten almaktadır.)
Byblos, MÖ 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının kontrolü altında iken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkenti idi. Bugünkü modern latin alfebesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi de bulanlar Bibloslular olmuştur.
Bibloslular, MÖ 2000 yıllarında Mısır piramitleri'nin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır'a satarak ticarete başladılar. MÖ 11. yüzyılda Fenike'nin en önemli kenti oldu ve Akdeniz'de birçok ticaret kolonileri kurdular. MÖ 8. yüzyılda Asurlular'ın saldırılarıyla bağımsızlıklarını yitirdiler.
Kovanbaşı Muharebesi
Kovanbaşı Muharebesi, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Fransızlarla Osmaniye bölge komutanlığı emrindeki Kuva-yi Milliye birlikleriyle arasında yaşanan çarpışma. Güney Cephesi'nde Osmaniye'de gerçekleşen iki büyük çarpışmanın ilkidir.
Bu savaşta ağır kayıplar veren Fransızlar, daha sonra aynı bölgede Kanlı Geçit Muharebeleri'ne sebebiyet vermiştir.
P (karmaşıklık)
P, çokterimli zamanda (belirlenimli Turing Makinesi ile) çözülebilen karar problemlerini içeren karmaşıklık sınıfıdır. P sınıfı pek çok doğal problemi içerse de bazı önemli problemlerin (bk. NP) P içerisine girip girmediği bilinmemektedir.
Decameron
Decameron, Giovanni Boccaccio tarafından yazılmıştır.
1348'de Avrupa'da büyük bir veba salgını olur. Salgın boyunca tanık olduğu olaylardan etkilenen Boccaccio, 1348'de başlayıp, 1351'de bitirdiği Decameron'da salgın günlerinin Floransa'sını ele alır.
10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden oluşur. Günde 10 öykü anlatılır. Her günü bir kral ya da kraliçe yönetir. Bunlar veba salgınından kaçmak için toplanan yedi genç kadınla (Pampinea, Filomena, Lauretta, Emilia, Ellisa, Fieametta ve Neifile) üç erkektir (Panfilo, Filostrato, Dioneo).
Bu gençler, gönüllerince yaşayarak gülüp eğlenmek, aklın sınırları dışına taşmayan zevkler tadabilmek amacıyla önce Fiesole dolaylarında bir evde, sonra bir şatoda konaklar. Her gün, Cuma ve Cumartesi dışında; öğleden sonra bir öykü anlatır. Öykünün konusunu, o gün kim kral ya da kraliçe olduysa o belirler. Birinci ve dokuzuncu günde ise herkes dilediği öyküyü anlatır. Böylece yüz öykü anlatılmış olur.
Mutluluklar, kadın erkek ilişkileri, gönül yaraları, yerinde verilen yanıtlar, çıkar peşinde koşan din adamları öykülerin başlıca konularını oluşturur.
Yunan filolojisine düşkünlüğüyle bilinen Boccaccio, eserine verdiği "Decameron" adını da bu dilden devşirmişti: Yunanca: δέκα "déka" ("on") ile ἡμέρα "hēméra" ("gün") sözcüklerinin birleşmesiyle oluşturulmuş olan "Decameron", "on günlük bir olay" anlamına gelmektedir. 100 öyküden oluşan eserde de günde 10 öykü anlatılır ve öyküler 10 günde sona erer.
Boccaccio'nun Decameron'unu daha önce de bazı Türkçe çevrileri yapılmış olmakla birlikte, ilk kez Rekin Teksoy tarafından eksiksiz olarak Türkçeye çevrilmiştir. Birinci baskısı 1996 yılında "Oğlak Yayıncılık"ın "Oğlak Klasikleri" serisinden çıkan kitap 6. baskıya erişmiştir. Daha önce de İtalyanca'dan önemli çeviriler yapan Teksoy, bu çevirisi nedeniyle İtalya Cumhurbaşkanınca "Kültür Şövalyesi" unvanıyla ödüllendirilmişti.
Kitabın başında yer alan ve önsöz yerine geçen yazının ilk paragrafında şunlar yazmaktadır:
"Decameron"un Türkçe çevirileri şunlardır:
İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini, Boccaccio'nun Decameron'unu 1971 yılında "İl Decameron" (Dekameron'un Aşk Öyküleri) adıyla sinemaya uyarlamıştı. Boccaccio'nun orijinal 100 öyküsünden 9'unu filmine aktaran Pasolini, kendisine de filmde bir rol vermişti.
Yeni Sömürgecilik
Yeni Emperyalizm, 1870 Fransa-Prusya Savaşı ile I. Dünya Savaşı arasındaki dönemde Avrupalı güçlü devletler tarafından yapılan kolonileşme türü yayılmacılığa sahip Emperyalizm.
20. yüzyılda ABD ve Japonya da kolonileşme hareketleri ile yeni sömürgeciliğe dahil olmuştur. Deniz aşırı bölgelerin ele geçirilmesindeki saldırgan rekabet ve kolonileştirilen ülkelerde ırk üstünlüğünü ortaya sürerek bölge halklarının kendi kendini yönetmeye uygun olmadığı doktrininin ortaya çıkması ile ayrılır.
1904 yılında ABD başkanı James Monroe, Monroe Doktrini'i ile borçlarını ödeyemey |
en Latin Amerika ülkelerine müdahale etmeyi öngörmüştür..
Essen
Essen, Almanya'nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaletine bağlı, bu eyaletin dördüncü, ülkenin dokuzuncu büyük şehridir. Eskiden bu bölge Almanya'nın en önemli demir ve kömür merkeziydi.
Zeche Zollverein, Villa Hügel, Philharmonie Essen, Museum Folkwang, Gruga, Kale Borbeck ve Baldeneygölü önemli kültürel merkezlerindendir. Essen'de Borbecksch isimli bir dil de konuşulmaktadır.
Milliyetçilik
Milliyetçilik, ulusçuluk ya da nasyonalizm, kendilerini birleştiren dil, tarih veya kültür bağlarından bir üstyapı oluşturabilmiş sosyal birikimlerin adı olan millet veya ulus olarak tanımlanan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsünün toplumların ve insanlığın gelişmesini sağladığına inanan görüştür.
19. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa'da, 20. yüzyılda ise tüm dünyada egemen siyasi düşünce tarzı olmuştur. Dünya siyasi haritası bu dönemde milliyetçilik ilkelerine göre biçimlendirilmiştir. Günümüzde Anglosakson kültürüne bağlı toplumlarda ve Avrupa Birliği düşüncesini savunan çevrelerde olumsuz bir anlam yüklenmiştir.
Milliyetçilik konusunda Benedict Anderson, Ernest Gellner, Eric Hobsbawm, Elie Kedourie gibi karşıtların yanı sıra, Anthony Smith' Nev Nikolayeviç Gumilev gibi tarafsız yazarların teorik çalışmaları olmakla birlikte konu henüz teorik bir dayanağa kavuşturulamamıştır. Bu çalışmalarda vatanseverlik, militarizm, şovenizm, etnik aidiyet, dilsel aidiyet, ulusalcılık, irredantizm, faşizm, militancılık, dinselcilik, otoriterlik, ırkçılık, anti-emperyalizm, asabiyet, hayali cemaatler, tarihsel kimlik, tarih bilinci, kahramanlık, maneviyat, atalar kültü, sadakat, egemenlik, ortak irade, vatan, romantizm, kamusallık, kültürellik kavramları açıklanmaktadır.
""Millet"" sözcüğü aslen Arapça olup (Ar: ملة), "din veya mezhep; bir din veya mezhebe bağlı olan cemaat" anlamındadır. Osmanlı Türkçesinde 20. yüzyıl başlarına kadar bu anlamda kullanılmıştır. 19. yüzyıl ortalarından itibaren aynı sözcük Fransızca/İngilizce "nation" kavramına karşılık olarak kulanılmıştır. Türkçe ""ulus"" (Orhun Yazıtları'nda uluş olarak yer alır) sözcüğü, 1932 yılında aynı kavramın Yeni Türkçesi olarak benimsenmiştir.Orhun Yazıtları ve Kâşgarlı Mahmud'un 1072-1074 yılları arasında yazdığı Divânu Lügati't-Türk adlı kitabında millet sözcüğünün Türkçe karşığı budun sözcüğüdür.
Latince kökenli olan ""nation"", kök anlamı itibarıyla "aynı atadan gelenler topluluğu" demektir. Dolayısıyla esasen Türkçe "kavim" veya "aşiret" karşılığıdır. Türkçe "ulus" ise siyasi amaçla bir araya gelmiş olan boylar konfederasyonunu ifade eder (ayrıca eski Türkçedeki "budun" sözcüğü de aynı anlamı verir).
Milliyetçilik Kavramı Anthony D. Smith‘e göre, çağın ruhunu yansıtmaktadır ve daha eski sembol ve fikirlerle de bağlantılıdır. Ernest Gellner ise, mevcut kültürün gerisine gidip ondan bir ulus yaratma, geçmiş bir kültürü bugünden keşfetme ve kurma eylemi olarak tanımlamıştır. Eric Hobsbawm ise ulusun oluşum sürecine değinerek 3 yöntemden bahsetmiştir. Bunlar; devlet eliyle yürütülen merkezi ve yaygın eğitim, devlet ve toplumu bütünleştiren kitlesel törenler ve ulusal anıtlar etrafında örülen sembolik birliklerdir.
Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi'nin fikirlerinden doğmuştur. Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketlere, I. Napolyon istilası (1804-1815) altındaki Almanya'da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya'da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821'de Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa'nın milliyetçi çevrelerinde çok heyecanlı destek buldu. 1848'de Avusturya İmparatorluğu'na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa'ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870'lerde Rusya'da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biri idi.
Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve sülale zemininde tanımlanan siyasi aidiyet duygusunu, hükümdardan bağımsız olarak, "halk"a maletme gereğiydi. Siyasi aidiyet ve itaat, "halk"ın ortak iradesine dayandırılmalıydı. Bu nedenle 19. yüzyılda milliyetçilik, radikal, devrimci, anti-monarşist, yerleşik düzene zıt bir siyasi düşünce olarak değerlendirildi.
"Halk"ı tanımlamanın güçlüğü, milliyetçi düşünürleri —bazen olguları ve mantığı zorlama pahasına— olağanüstü duygusal anlamlar yüklemeye sevketti. Örneğin (ayrı lehçeler konuşan) Sicilyalılar veya Venedikliler ayrı bir ulus mu, yoksa İtalyan ulusunun parçası mıydı? Avusturya ulusu var mıydı? Makedonlar ayrı bir ulus mu, Bulgar mı, yoksa Güney Slavların bir boyu muydu? Bu konularda farklı görüşleri savunanlar, benimsedikleri ulusa hayali bir tarih ve hayali kökenler atfederek, onun ezelden beri "doğal olarak" varolduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Farklı lehçeler konuşan toplumlarda, ortak bir ulusal dil oluşturmaya büyük önem verildi.
Saint Esprit Kilisesi
Saint Esprit Kilisesi (), İstanbul'da, Şişli ilçesinde, Cumhuriyet Caddesi üzerindeki Notre Dame de Sion Fransız Lisesi avlusunda bulunan kilise.
İstanbul'da Papa'nın temsilcisi olarak bulunan Hillereau tarafından mimar Gaspard Fossati'ye yaptırılmıştır. İnşaatına 1845'te başlanmış, 1846'da ibadete açılmıştır.
Meydana gelen depremlerden ötürü zarar gören kilise 1865'te tadilat görmüştür. Katedralin cephesi Notre Dame de Sion Fransız Lisesi tarafından kapatılmış durumdadır. Monsenyör Hillereau tarafından kilise inşa ettirilirken, aynı zamanda rahibelerin ve Saint Esprit inananlarının defni için bir yer altı mezarlığı da hazırlanmıştır. 1927'ye kadar defin işlemi devam eden yeraltı mezarlığında, Mızıka-yı Hümâyun'un kurucusu Giuseppe Donizetti'nin, kilisenin kurucusu Hillereau'nun ve başkalarının mezarları bulunmaktadır.
Böl ve yönet
Böl ve yönet politikası (Latince: "divide et impera" deyiminden kaynağını almıştır), rakiplerini bölerek ya da onları bölünmüş vaziyette tutarak zayıf durumda bırakmak isteyen devletlerin izledikleri yoldur.
Bu, çeşitli devlet, bölge veya millete hükmetmek amacıyla yapılan bir bölmedir. 19. yüzyılda sömürge imparatorluklarının kuruluşunda, daha iyi bir idare için Asya ve Afrika'nın komşu topluluklarını birbirine düşman etme çalışmalarında bu kuraldan yararlanıldı. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'nın bölünmüş halde bırakılması da, bu politikaya uygunluk göstermiştir. Günümüzde ise ABD'den Condoleezza Rice, Böl ve Yönet politikasıyla ilgili olan BOP'u Orta Doğu'da "Fas`tan Çin sınırına kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesi" olarak tanıtmıştır.
Bekle ve gör politikası
Bekle ve gör politikası veya bekle gör politikası, uluslararası ilişkilerde, diplomaside, siyasette ve ekonomide gelişen olaylara fevri davranarak hemen tepki göstermeyip, bir süre beklemek ve olayların gelişimine göre bir uygun ve akılcı bir politika geliştirmeye verilen bir terim.
Antisemitizm
Antisemitizm, Yahudi karşıtlığı veya Yahudi düşmanlığı; Yahudilik dinine, ırkına, kültürüne veya milletine karşı duyulan düşmanlık.
Her ne kadar etimolojisi antisemitizmin tüm Sami halklarına yönelik olabileceğini ima etse de, terim ortaya çıkışından itibaren sadece Yahudilere yönelik saldırganlığı belirtmek için kullanılmıştır.
Antisemitizm Yahudi bireylere karşı gösterilen münferit nefret ve ayrımcılıktan kalabalık grupların, hatta polis ve askerin tüm bir Yahudi cemaatine yönelik örgütlü saldırılarına kadar geniş bir yelpazede meydana gelebilir. Bu baskının en aşırı örnekleri arasında, 1096'daki Birinci Haçlı Seferi, İspanyol Engizisyonu, Yahudilerin 1290'da İngiltere'den, 1492'de İspanya'dan ve 1497'de Portekiz'den kovulmaları, çeşitli pogromlar ve Nazi Almanyası'nın gerçekleştirdiği Holokost (Yahudi Soykırımı) gösterilebilir.
Katolik tarihçi Edward Flanner dört farklı antisemitizm türü belirlemiştir:
Ayrıca, 1990'lardan bu yana bazı yazarlar yeni bir antisemitizm türü belirlediklerini iddia etmektedirler; aşırı sol, aşırı sağ ve radikal İslamcı kesimlerden gelen bu antisemitizm, Siyonizm ve İsrail Devleti'nde bir Yahudi vatanı karşıtlığına odaklanmakta ve alışılmış antisemitizm motiflerini kullanabilmektedir. Kavramın savunucuları, Siyonizm karşıtlığı, Amerikan karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı, üçüncü dünyacılık ve İsrail'in kötü gösterilmesi ya da davranışlarına yönelik çifte standartların antisemitizm ile ilişkilendirilebileceğini ya da üstü örtülü antisemitizm oluşturabileceğini öne sürmektedir. Karşıtları ise, kavram ile Siyonizm karşıtlığının antisemitizm ile birleştirildiğini, İsrail'e yönelik meşru eleştirilerin çok dar bir çerçeveye hapsedildiğini, İsrail'in kötü gösterilmesi eyleminin ise çok geniş bir çerçevede tanımlandığını, antisemitizmin anlamının sulandırıldığını ve eleştirileri bastırmak için antisemitizmin kullanıldığını iddia etmektedir.
Semitik terimi; Arapları, Habeşleri, Arami ve Süryanileri hem de İbranileri içine alan dil grubunu konuşanları tanımlamak için kullanılır. Ancak, Antisemitizm terimi özellikle Yahudilere karşı tavırlara atıfta bulunur.
Antisemitik kelimesi muhtemelen ilk olarak 1860 yılında, Avusturyalı Yahudi bilgin Moritz Steinschneider tarafından kullanılmıştır. Steinschneider terimi, Ernest Renan'ın "Sami ırklarının" "Aryan ırklar"dan daha aşağı olduğu yönündeki fikirlerini nitelendirmek için kullanmıştı.
1873 yılında, Alman gazeteci Wilhelm Marr, ""Yahudi Ruhunun Cermen Ruhu karşısındaki Zaferi. Dini olmayan bir bakış açısından bir inceleme"" başlıklı risalesinde, ""Semitismus"" kelimesini hem Yahudiler hem de Yahudilik (Yahudi olmak anlamında) kavramlarını belirtmek için kullanmıştır. Marr, 1880 yılında yayımlanan ""Cermen Ruhu için Yahudi Ruhu karşısında Zafere Giden Yol"" başlıklı risalesinde de daha önce kullandığı semitizm kelimesinden türettiği Antisemitizm kelimesini kullanmıştır. Risale büyük rağbet görmüş, aynı yıl Marr, Almanya ve Alman kültürüne karşı sözde Yahudi tehdidi ile mücadele edilmesini ve ülkeden zorla çı |
karılmalarını savunan ilk kuruluş olan "Antisemitler İttifakı"nı kurmuştur.
Her ne kadar antisemitizmin genel tanımı Yahudilere karşı husumet ya da önyargı olsa da, konu üzerinde yetkin bir dizi uzman daha resmi tanımlar geliştirmiştir. Holokost (Yahudi Soykırımı) uzmanı ve New York Şehir Üniversitesi profesörü Helen Fein, antisemitizmi, "Bireylerde tavırlar, kültürde mit, ideoloji, folklor ve imgeler, eylemlerde ise Yahudilere karşı sosyal veya yasal ayrımcılık, siyasi seferberlik ve toplu olarak ya da devlet tarafından uygulanan şiddet şeklinde kendini gösteren, Yahudilerin dışlanması, kovulması ya da yok edilmesi ile sonuçlanan ve/veya bunun için tasarlanan, Yahudilerin geneline karşı hasmane inanışlardan oluşan devamlı ve gizli yapı," şeklinde tanımlar.
Köln Üniversitesi'nden Profesör Dietz Bering, antisemitik inanışların yapısını tanımlamak suretiyle bu tanımı daha da geliştirir. Antisemitlere göre, "Yahudilerin doğası sadece kısmen değil, tümüyle kötüdür, yani onları iflah etmenin yolu yoktur: (1)Yahudileri bireyler değil toplu halde görmek gerekir. (2) Yahudiler içinde yaşadıkları toplumlara temelde yabancı kalırlar. (3) Yahudiler kendilerini "misafir eden" toplumlara ya da dünyanın geneline felaket getirir, bunu da gizlice yaparlar, bu yüzden antisemitler kötü ve komplocu Yahudi karakterinin maskesini düşürmekle kendilerini yükümlü hissederler."
Bernard Lewis ise antisemitizmi diğerlerinden bir şekilde farklı olan insanlara yöneltilen özel bir önyargı, nefret veya baskı durumu olarak tanımlar. Lewis'e göre, antisemitizm iki belirgin özellik gösterir: Yahudiler, diğerlerine uygulanandan farklı bir standarda göre yargılanır ve "evrensel kötülük" ile suçlanırlar.
Uluslararası örgütler ve devletlerin de antisemitizmin resmi bir tanımını yapmaya yönelik çabaları olmuştur. ABD Dışişleri Bakanlığı 2005 Küresel Antisemitizm Raporu'nda, "Tek tek ya da bir grup olarak Yahudilere duyulan ve Yahudilik dini ve/veya etnik kimliğine yöneltilebilecek nefret," tanımını getirmiştir. 2005 yılında ise, Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi (EUMC) daha detaylı bir tanım geliştirmiştir: "Antisemitizm, Yahudilere karşı nefret olarak da ifade edilebilecek, Yahudileri yönelik belirli bir algılama biçimidir. Antisemitizmin sözlü ya da fiziki oluşumları Yahudi olan veya olmayan şahıslara ve/veya mülklerine, Yahudi cemaatinin kurum ve dini yapılarına yöneltilmiştir. Ayrıca, bu oluşumlar, Yahudi devleti olarak tasavvur edildiği için İsrail devletini de hedef alabilir. Antisemitizm genellikle Yahudileri insanlığa zarar vermek amacıyla gizlice çalışmakla itham eder ve sık sık 'işlerin ters gitmesi'nin kabahatini Yahudilere yükler."
EUMC, bunun ardından "kamu hayatında, medyada, okullarda, işyerinde ve dini alanda günümüzde antisemitizmin örneklerini" sıralar: "Yahudiler hakkında onları kişiliksizleştiren, şeytanlaştıran veya klişelere indirgeyen asılsız iddialarda bulunmak; Yahudi bir ferdin ya da grubun işlediği gerçek ya da hayali bir kabahatten dolayı halk olarak tüm Yahudileri suçlamak; Holokost'u (Yahudi Soykırmını) inkar etmek; ve Yahudi asıllı vatandaşları, İsrail'e ya da dünyadaki Yahudilerin sahip olduğu iddia edilen önceliklere kendi ülkelerinin çıkarlarından daha sadık olmakla suçlamak." EUMC, "İsrail'in diğer herhangi bir ülkeye yöneltilenlere benzer eleştiriler yöneltilmesinin antisemitik olarak görülemeyeceği"ni izah ederken bağlama göre, İsrail'e saldırmanın antisemitik olabileceği şekilleri de ele almıştır."
Antik dünyada Yahudilere ve Yahudiliğe karşı antipatinin çeşitli örnekleri rahatlıkla bulunabilir. Birçok putperest Yunan ve Romalı yazarın çalışmalarında Yahudilere ve dinlerine karşı duyulan önyargıyı ortaya koyan ifadeler yer almaktadır. Kudüs Tapınağı'na saygısızlık eden ve sünnet, Şabat'ın uygulanması, Yahudi kutsal kitapları üzerine çalışılması gibi Yahudilerin dini uygulamalarını yasaklayan Yunan yöneticilerin örneklerine rastlamak mümkündür. Milattan önce 3. yüzyılda İskenderiye'de patlak veren Yahudi karşıtı ayaklanmalar ve İskenderiyeli Philon'un aktardığı, M.S. 38 yılında binlerce Yahudinin ölümü ile sonuçlanan İskenderiye'deki Yahudilere yönelik saldırı da bu örnekler arasında verilebilir.
Yahudi halk ile topraklarını işgal eden Roma İmparatorluğu arasındaki ilişkiler de işgalin ilk dönemlerinde son derece gergindi ve çok sayıda isyanla sonuçlanmıştı. Suetonius'a göre, Roma İmparatoru Tiberius, yaşamak için Roma'ya gelen Yahudileri buradan kovmuştur. İngiliz tarihçi Edward Gibbon, M.S. 160 civarından itibaren daha hoşgörülü bir dönemin başladığını belirtir.
Milattan sonra 9. yüzyıldan itibaren, Orta Çağ İslam dünyası zımmi statüsünde değerlendirdiği Yahudilerin (ve Hıristiyanların) dinlerini Orta Çağ Hıristiyan Avrupa'sında olduğundan daha özgürce yaşamalarına izin vermiştir. Müslümanların yönetimi altında, İber Yarımadası'nda Yahudilere karşı baskıların yaşandığı 11. yüzyıla kadar İspanya'daki Yahudi kültürünün altın çağı yaşanmıştır. On birinci yüzyıldan itibaren Mısır, Suriye, Irak ve Yemen'de sinagogların tahrip edilmesini emreden çok sayıda karar da hayata geçirilmiştir. Kur'an'da yasaklanmasına rağmen, Yahudiler 12 ve 18. yüzyıllar arasında Yemen'in bazı bölgelerinde, Fas'ta ve Bağdat'da İslama geçmek ya da ölüm arasında seçim yapmaya zorlanmıştır. 1147 yılından itibaren Mağrip ve Endülüs topraklarını kontrolleri altına alan Muvahhidler de çok daha köktenciydiler ve zımmilere oldukça sert davrandılar. Din değiştirme ya da ölüm arasında seçim yapmaya zorlanan birçok Yahudi ve Hristiyan göç etti. Musa ibn Meymun'un ailesi gibi kimileri daha ılımlı Müslüman topraklarına göç ederken, diğerleri ise 13. yüzyıldan itibaren Yahudilerin dinlerini değiştirmeleri yönünde gitgide daha büyük bir baskı ile karşı karşıya kaldığı büyüyen Hıristiyan krallıklarına yerleşmek üzere kuzeye gitti.
Orta Çağ boyunca, Avrupa'daki Yahudilere birçok yerde kan iftiraları, kovulmalar, din değiştirmeye zorlamalar ve katliamları içeren baskılar yapıldı. Avrupa'daki Yahudilere yönelik önyargının temel gerekçesi din kökenliydi. Katliamlar en üst düzeyine Haçlı Seferleri sırasında ulaştı. Birinci Haçlı Seferi (1096) sırasında, Ren ve Tuna boylarındaki Yahudi cemaatleri yok edildi. İkinci Haçlı Seferi (1147) sırasında, Almanya'daki Yahudiler çok sayıda katliama maruz kaldı. 1251 ve 1320 yıllarındaki Çoban Haçlı Seferleri'nde de Yahudiler saldırılara maruz kaldılar. Haçlı Seferleri'ni, aralarında 1290'da tüm İngiliz Yahudilerinin kovulması, 1396 yılında, 100.000 Yahudinin Fransa'dan kovulması ve 1421'de binlerce Yahudinin Avusturya'dan kovulması izledi.
On dördüncü yüzyılın ortasında, Kara Veba salgınının vurduğu ve nüfusunun yarıdan fazlasını kaybeden Avrupa'da Yahudiler günah keçisi yapıldı. Yahudilerin kasıtlı olarak kuyuları zehirlediği dedikodularının yayılmasıyla yüzlerce Yahudi cemaati yok edildi. Papa 6. Clement'in Yahudileri korumaya yönelik çabalarına rağmen, 1348 yılında 900 Yahudi henüz hastalıktan etkilenmemiş olan Strasburg'da diri diri yakıldı.
On yedinci yüzyılın ortasından sonlarına kadar olan dönemde çok sayıda çatışmaya sahne olan Lehistan-Litvanya Birliği, nüfusunun üçte birini (3 milyondan fazla insan) kaybederken, Yahudi kayıpları da yüz binleri buluyordu. İlk olarak, Khmelnistki Ayaklanması sırasında, Bohdan Khmelnitski'nin Rus Kazakları bugünkü Ukrayna'da on binlerce Yahudiyi katletti. Kesin sayı tam olarak bilinmese de, o dönemde Yahudi nüfustaki düşüş 100.000 ila 200.000 arasında tahmin edilmektedir. Bu sayıya, göç, salgınlara bağlı ölümler ve Osmanlı'ya esir düşenler de dahildir.
1744 yılında, Prusya Kralı II. Friedrich Breslau'da yaşayan Yahudilerin sayısını sadece on sözde korunan aile ile sınırlayarak diğer Prusya şehirlerinde de benzer uygulamaları teşvik etti. 1750 yılında, Yahudileri "evlilikten uzak durmak ile Berlin'i terk etmek" arasında bir seçim yapmaya zorladı. Bohemya'da da Yahudiler on yılda bir burada kalmak için para ödemek zorunda kalırken, 1752 yılında her Yahudi aileye tek erkek çocuk sınırlaması getirildi.
Tarihçi Martin Gilbert, Müslüman ülkelerdeki Yahudilerin durumundaki kötüleşmenin 19. yüzyılda başladığını yazar. Benny Morris, Yahudilerin aşağılanmasının sembollerinden birinin Yahudilerin Müslüman çocuklar tarafından taşlanması olduğunu aktarır.
1850 yılında, Alman besteci Richard Wagner, "Neue Zeitschrift für Musik" adlı dergide, takma bir adla Müzikte Yahudilik başlıklı bir makale yayımladı. Başta Wagner'in çağdaşları (ve rakipleri) Felix Mendelssohn ve Giacomo Meyerbeer olmak üzere, Yahudi bestecilere yönelik bir saldırı ile başlayan makale, daha da ileri giderek Yahudileri Alman kültüründe zararlı ve yabancı bir unsur olmakla suçlar.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında, Yahudiler iş hayatında, yerleşim ve dinlenme mekanlarına erişimde, kulüp ve örgütlere üyelikte ayrımcılığa uğruyor, üniversitelerde Yahudi öğrenci ve öğretim üyeleri sıkı kotalara tabi tutuluyordu. 1915 yılında, Leo Frank'ın Georgia'nın Marietta şehrinin önde gelenleri tarafından linç edilmesi dikkatleri ABD'deki antisemitizme çevirdi. Ülkedeki Yahudi düşmanlığı iki dünya savaşı arası dönemde zirveye ulaştı. Otomobil üreticisi Henry Ford, kendisine ait "The Dearborn Independent" adlı gazetesinde antisemitik fikirlerini dile getirirken, Franklin D. Roosevelt'in Yeni Anlaşma'sı 1930'ların sonunda bir Yahudi finansal komplosu olduğu saldırılarına maruz kaldı. Bu görüş, aralarında Louis T. McFadden'in de bulunduğu bazı önde gelen politikacılar tarafından paylaşılıyordu. 1940'larda, pilot Charles Lindbergh ve birçok önde gelen Amerikalı, Önce Amerika Komitesi'nin Faşizme karşı savaşta yer almasına karşı çabalarına öncülük etti.
Nazi işgali altındaki Avrupa'da, Yahudilerin üzerindeki baskı ve temel medeni haklardan mahrum edilmeleri, kitlesel katliama dönüşerek, 1941-1945 yılları arasında Holokost (Yahudi Soykırımı) ile sonuçlandı. Nazilerin kıyım için hedef aldığı 11 milyon Yahudiden altı milyonu bu süreçte katledildi. Bu, kimileri tarafından Avrupa'da nesiller boyunca süren antisemitiz |
min bir sonucu olarak görülmektedir.
Antisemitizm, Stalin ile Troçki ("Yahudiler Troçkistler, Troçkistler Yahudilerdir") arasındaki anlaşmazlıktan itibaren Sovyet Rusya'da sıklıkla kişisel anlaşmazlıklarda bir araç olarak kullanılmış, resmi propaganda tarafından yayılan sayısız komplo teorisi ile de devam etmiştir. SSCB'de antisemitizm, 1948 yılında "köksüz kozmopolit"lere karşı yürütülen ve çok sayıda Yidiş dilinde yazan şair, yazar, ressam ve heykeltıraşın öldürüldüğü kampanya sırasında daha da büyük boyutlara ulaştı. Bunu, Doktorlar Komplosu takip etti. Polonya'da da, benzer Yahudi karşıtı propaganda, geriye kalan Polonyalı Yahudilerin de ülkeden kaçması ile sonuçlandı. Savaşın ardından, Avrupa'daki antisemitik olaylar arasında, komünist Polonya'daki Kielce pogromu ve Mart 1968 olayları da vardı.
Antisemitizm, 19. yüzyıldan itibaren Yahudi anarşistlerde de açık şekilde görülmüştür. Güney Fransa'da doğan bir Fransız Yahudisi olan Bernard Lazare, 19. yüzyıl anarşistleri arasında görülen Yahudilerin içe kapanık olmaya meyilli ve dış görünümleri itibarıyla farklı olduğu görüşünü paylaşıyordu. Yahudi anarşistler Yahudilikten hazzetmiyor ve Lazare'ın 1896 tarihli kitabında, aşağıdaki alıntıda belirttiği gibi, konumlarını antisemitizm olarak tanımlıyorlardı:
Dini antisemitizm Yahudilik karşıtlığı olarak da bilinir. İsimden de anlaşılabileceği üzere, antisemitik saldırıların belirleyici özelliği, Yahudilik dininin kendisiydi. Antisemitizmin bu türünde, Yahudilerin halk içinde dinlerinin gereklerini yerine getirmeye son vermeleri veya din değiştirmeleri, özellikle resmi veya "doğru" dine geçmeleri halinde, saldırılar sıklıkla durur, bazen de din değiştiren Yahudiler toplu ayinlerden dışlanırlardı.
Yahudiler, Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlığa geçmesinden bu yana Hristiyan ve Müslüman topraklarında dini azınlık olarak yaşamışlardır. Gerek Hristiyanlık gerekse İslam Yahudileri Tanrı yolunu reddedenler olarak resmeder. Yüzyıllar boyunca Hristiyanlar ve Müslümanlar zaman zaman Yahudiler ile barış içinde yaşamış, zaman zaman ise onlara baskı yapmışlardır.
Bazı tarihçiler, Yeni Ahit'in (İncil) büyük ölçüde Yahudiler tarafından, Yahudilere ait bir kültürel bağlam içinde yazıldığının kabul edilmesine rağmen, Yahudilere karşı giderek artan hasmane ve saldırgan bir tarzda yazılmış olduğunu belirtir. Yuhanna İncili, birçok Yahudi karşıtı bölüm içermesinden ve Yahudilere yönelik çok sayıda aşağılayıcı atıfta bulunmasından ötürü özellikle antisemitik olarak öne çıkar.
Selaniklilere 1. Mektup 2:13-16, defalarca antisemitik amaçlar için kullanılmıştır. Ayet, kişinin kendi yurttaşlarının elinde çektiği sıkıntılardan bahseder. Yahudiye'de İsa'ya bağlı olan toplulukların, İsa'yı öldüren Yahudilerden baskı gördüğü, Tanrı'nın bu tür insanların hoşnutsuz olduğu, bunların tüm insanlara düşman olduğu ve Pavlus'un Yahudi olmayan uluslarla Yeni Ahit'in mesajı ile ilgili konuşmasını engelledikleri anlatılır. İkinci Tapınak döneminde, Yahudi dini grupları arasında Yahudi olmayanlarla iletişim konusunda mezhepsel farklılıklar yaşanıyordu. Kimilerinin bunun Pavlus'a isnat edilen diğer yazılar ile çeliştiğini düşünmesi ve Pavlus'un, Hristiyanlığa geçmeden önce, Ferisi olduğu döneme dair olumsuz bir tavrı olmadığından, ayet uzmanlar arasında önemli tartışmalar doğurmuştur.
Yeni Ahit'e göre, İsa Romalı askerler tarafından gaddar bir şekilde ve aşağılanarak öldürülmüştür. Pontius Pilatus'un sözleri (Matta 27:24-25) İsa'nın öldürülmesinden tamamiyle Yahudilerin sorumlu olduğunu ima etmektedir. İsa çarmıha çivilendiğinde, Yeni Ahit orada bulunanların İsa'ya hakaret ettiklerini belirtir (Matta 27:39); kimileri, ismi verilmeyen bireylerin aslında Yahudiler olduğunu iddia eder. Romalıların olayla ilgisi, özellikle idam şekli Yeni Ahit'te anlatılmasına rağmen, Hristiyanların genelindeki izlenim İsa'nın ölümü ile sonuçlanan olayları Yahudilerin kontrolünde geliştiği yönündedir.
Kimileri, Hristiyanların Yahudiliği ilk olarak rakip ardından da günah keçisi olarak görmeye başlamalarının izinin hem Yeni Ahit'in belirli kısımlarında hem de erken dönem Hristiyan metinleri ve Havarilerin yazdıklarında sürülebileceğine inanmaktadır. İkinci Tapınak'ın yıkılması, İsa'nın ölümü yüzünden Tanrı'nın Yahudilere gazabı olarak görüldü. Benzer anlamlar taşıyan bölümlere Eski Ahit nevi'im'de (peygamberler), bilhassa da Yahudi halkının yargılanması, imhası ve Babilliler (II. Nebukadnezar yönetiminde, M.Ö. 587 yılında) tarafından Kudüs'den sürgün edilmesini anlatan Yeremya'nın Kitabı'nda görülebilir.
Yeni Ahit'in büyük kısmı, İsa'nın takipçileri olan Yahudiler tarafından yazılmıştır ve ikisi hariç (Luka ve Elçilerin İşleri) tüm kitapçıklar bu gibi Yahudi takipçilere isnat edilir. Bununla birlikte, Yeni Ahit'te kimilerinin antisemitik olarak nitelendirdiği ya da antisemitik amaçlar doğrultusunda kullanılmış olan bir dizi bölümde yer alır:
Bazı din uzmanları İsa ve İstefan'ın diğer Yahudilere hitap eden Yahudiler olduğunun ve İsrailoğullarına yönelttikleri geniş ithamların Musa'dan ve O'nun ardından gelen Yahudi peygamberlerden alındığının altını çizerler (örn. Tesniye 9:12-14; Tesniye 31:27-29; Tesniye 32:5, Tesniye 32:20-21; 2. Krallar 17:13-14; Yeşeya 1:4; Tesniye 9:12-14). İsa bir defasında da kendi öğrencisi Petros'a 'İblis' demişti (Markos 8:33). Diğer uzmanlar, bunlar gibi ayetlerin Yahudiler ile Hristiyanlar arasında birinci yüzyılın sonları ve ikinci yüzyılın başlarında ortaya çıkan sürtüşmeleri yansıttığını ve İsa'dan kaynaklanmadığını iddia eder.
Yahudi peygamber Yeremya'dan yola çıkan (Yeremya 31:31-34) Yeni Ahit, İsa'nın ölümü ile, Musa tarafından yapılan ilk anlaşmayı geçersiz kılan ve birçok açıdan geçen, yeni bir anlaşmanın yapıldığını öğretir (İbraniler 8:7-13; Luka 22:20). İlk anlaşmanın uygulanması geleneksel olarak Yahudiliği karakterize eder. Bununla birlikte, İsa'nın başlangıçtaki Yahudi takipçileri sünnet uygulamasına ve perhiz yasalarına riayet etmeyi sürdürmüş, bu sebepten ötürü de, Yahudi olmayan Hristiyanların bu yasalara uymaması İsa'nın ölümünden sonraki yıllarda tartışmalara ve anlaşmazlıklara konu olmuştur (Elçilerin İşleri 11:3; Elçilerin İşleri 15:1; Elçilerin İşleri 16:3).
Yeni Ahit, İsa'nın (Yahudi) öğrencisi Yahuda (Markos 14:43-46), Romalı Vali Pontius Pilatus ile Romalı askerlerin (Yuhanna 19:11; Elçilerin İşleri 4:27) ve Yahudi önde gelenleri ile Kudüs halkının (farklı derecelerde) İsa'nın ölümünden sorumlu olduklarını savunur (Elçilerin İşleri 13:27). Diyaspora Yahudileri, kendi kontrolleri dışındaki olaylardan ötürü suçlanmamıştır.
Yeni Ahit, Kudüs'deki Yahudi dini liderlerinin İsa'nın ölümünün ardından İsa'nın takipçilerine karşı düşmanca davrandıklarını, zaman zaman da onlara karşı güç kullandıklarını yazar. İstefan, taşlanarak idam edilir (Elçilerin İşleri 7:58). Din değiştirmeden önce, Saul İsa'nın takipçilerini hapseder (Elçilerin İşleri 8:3; Galatyalılar 1:13-14); Timoteyus'a Birinci Mektup 1:13). Din değiştirdikten sonra, Saul da Yahudi yetkililer tarafından çeşitli zamanlarda kırbaçlanır (Korintlilere İkinci Mektup 11:24) ve Yahudi yetkililer tarafından Roma mahkemelerinde suçlanır (örn. Elçilerin İşleri 25:6-7). Öte yandan, Yahudi olmayanların muhalefetine de defalarca atıfta bulunulur (Korintlilere İkinci Mektup 11:26; Elçilerin İşleri 16:19; Elçilerin İşleri 19:23). Daha genel olarak, Yeni Ahit'te İsa'nın takipçilerinin diğerlerinin ellerinde çektiği ıstıraplara da çok sayıda gönderme yapılır (Romalılar 8:35; Korintlilere Birinci Mektup 4:11; Galatyalılara Mektup 3:4; Selaniklilere İkinci Mektup 1:5; İbraniler 10:32; Petrus'un Birinci Mektubu 4:16; Esinleme 30:4).
Justyn Martyr'in diyalogları, John Chrysostom'un vaazları ve peder Cyprian'ın tanıklıkları gibi Kilise tarafından kaleme alınan bazı erken ve etkili çalışmalar güçlü bir Yahudi karşıtlığı içermektedir.
Roma İmparatorluğu'da, Hristiyanlığın 438 yılında II. Theodosius Yasaları ile tek yasal din haline getirilmesi ile Yahudilere karşı önyargı da resmiyet kazanmış oldu. Yüz yıl sonra, I. Justinianus Yasaları Yahudileri birçok haktan mahrum ederken 6. ve 7. yüzyıllarda, aralarında Orleans Konseyi'nin de bulunduğu Kilise konseyleri de yeni Yahudi karşıtı maddeleri yürürlüğe koydu. Bu tür kısıtlamaların geçmişi, Endülüs'teki İspanyol şehri Elvira'da (bugün Gırnata) Yahudilere karşı bilinen ilk kilise konseyi yasalarının ortaya çıktığı 305 yılına kadar gider. Yahudilerle evlenmek isteyen Hristiyan kadınlarının Yahudi erkek Katolikliği kabul etmediği takdirde evlenmesi, Yahudilerin Katolikleri misafir etmesi, Yahudilerin Katolik Hristiyan cariyelere sahip olması ve Katoliklerin tarlalarını kutsaması yasaktı. 589 yılında, Katolik İber Yarımadası'nda toplanan Üçüncü Toledo Konseyi Yahudiler ile Katoliklerin evliliğinden doğan çocukların zorla vaftiz edilmesini emretti. On ikinci Toledo Konseyi'ne gelindiğinde (681) Yahudilerin din değiştirmeye zorlama politikası hayata geçirilmişti. Binlerce insan ülkeden kaçarken binlercesi de zorla Katolik yapıldı.
Orta Çağ Avrupa'sında antisemitizm yaygındı. O dönemde, Avrupa'da Yahudilere karşı önyargının ana sebeplerinden biri de dine dayanıyordu. Her ne kadar Katolik dogmasının parçası olmasa da, aralarında ruhban sınıfı mensuplarının da bulunduğu birçok kişi İsa'nın ölümünden tüm Yahudileri sorumlu tutuyordu. Bunun sosyo-ekonomik sonuçları arasında yetkililerin getirdiği kısıtlamalar da bulunuyordu. Yerel yöneticiler ve kilise yetkilileri birçok mesleğin kapılarını Yahudilere kapatarak onları muhasebecilik, kira toplayıcılığı ve faizcilik gibi, "gerekli bir şer" olarak tolerans gösterilen ancak sosyal olarak aşağı görülen mesleklere itti. Kara Veba salgını sırasında, Yahudiler hastalığın nedeni olarak gösterilmiş, sıklıkla da öldürülmüştür. Antisemitizm yüzünden, Yahudiler Orta Çağ boyunca İngiltere, Fransa, Almanya, Portekiz ve İspanya'dan çeşitli defalar kovulmuştur.
On üçüncü yüzyıl civarında ortaya çıkan Almanca Judensau (Yahudinin dişi domuzu) kavramı Yahudileri aşağılamayı ve insanlıktan çıkartmayı hedeflemiştir |
. Genellikle Yahudiler domuz ya da baykuş gibi temiz olmayan hayvanlar ile uygunsuz temas halinde ya da şeytanı temsil eder şekilde katedral ve kilise tavanları, sütunları vs. üzerine resmedilmiştir.
Birçok defalar, Yahudiler kan iftiralarına maruz bırakılarak Hristiyan çocuklarının kanını içtikleri yönündeki yanlış ithamlarla karşı karşıya kalmışlardır. Yahudiler Orta Çağlar boyunca, çok sayıda yasal kısıtlamaya tabi olmuşlar, bunların bazıları 19. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Yahudiler, yere, zamana ve Yahudi olmayan rakiplerinin nüfuzuna göre değişen zanaat ve mesleklerden dışlanmışlardır. Yahudiler faizcilik ve seyyar satıcılık dışındaki mesleklerle uğraşması sıklıkla yasaklanmış, hatta zaman zaman bunların dahi dışında bırakılmışlardır.
On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve kısmen 20. yüzyılda, Yahudilik dinine muhalefet ile ırkçı antisemitizmi birbirinden ayırmaya yönelik artan çabalara karşın Katolik Kilisesi halen güçlü antisemitik unsurları bünyesinde barındırıyordu. 1870 yılında ortadan kalkan Papalık devletlerinin son dönemlerinde, Yahudiler Getto'nun dışına çıkamıyordu. Ayrıca, Cizvitler gibi resmi örgütler de, 1946 yılına kadar " Yahudi ırkından gelen ancak babası, büyükbabası ve büyük büyükbabası açık bir şekilde Katolik inancına mensup olmayan" adaylara kapılarını kapalı tutuyordu. Brown Üniversitesi'nden tarihçi David Kretzer, Vatikan arşivlerinde yaptığı araştırmalar sonucunda, Katolik Kilisesi'nin 19 ve 20. yüzyıllarda "iyi antisemitizm" ile "kötü antisemitizm" arasında bir ayrım uyguladığını iddia ediyor. "Kötü" tür, ırklarından ötürü Yahudilere karşı nefreti körüklüyordu. Bu, gayrı-Hıristiyandı, zira Hıristiyanlığın mesajı etnik kimliğine bakılmaksızın tüm insanlığa yönelikti ve isteyen herkes Hristiyan olabilirdi. "İyi" tür ise, gazeteleri, bankaları ve diğer kurumları kontrol etmek ve sadece servet birikimine önem vermek gibi kendilerine isnat edilen komplolardan ötürü Yahudilere eleştiriyordu. Birçok Katolik psikopos Yahudileri bu tür nedenler temelinde eleştiren makaleler kaleme almış, Yahudilere karşı nefreti desteklemek ile suçlandığında ise "kötü" antisemitizmi kınadığını belirtmiştir.
Öte yandan, İkinci Vatikan Konseyi, Nostra Aetate belgesi ve Papa II. Jean Paul'ün çabaları son onyıllarda Yahudiler ile Katolikliğin uzlaştırılmasına yardımcı olmuştur. Naziler, ideolojilerine ahlaki bir temel yaratabilmek için Martin Luther'in Yahudiler ve Yalanları Hakkında başlıklı kitabını kullanmışlardı. 1994 yılında, Birleşik Devletler'deki en büyük Lutherci mezhep ve Lutherci Dünya Federasyonu'nun üyesi olan Amerika'daki Evanjelist Lutherci Kilise'nin Kilise Konseyi, kamuoyu önünde Luther'in antisemitik yazılarını reddetti. 2000 yılında, birçok Amerikalı Yahudi bilim adamı tarafından Yahudi-Hristiyan ilişkileri hakkında tartışmalara yol açan Dabru Emet belgesi yayınlanmıştır. Belge şunları söyler:
"Nazizm kökenlerini Hıristiyanlıktan alan bir görüngü değildir. Hristiyan Yahudilik karşıtlığı ve Hristiyanların Yahudilere uyguladığı şiddetin uzun tarihi olmaksızın Nazi ideolojisi ne tutunabilir ne de uygulanabilirdi. Nazilerin Yahudilere yönelik zulmüne çok fazla sayıda Hristiyan katıldı ya da sempati ile baktı. Diğer Hıristiyanlar ise bu zulmü yeterince protesto etmedi. Ancak Nazizim tek başına Hristiyanlığın kaçınılmaz bir sonucu değildir."
İslam'da antisemitizmin izlerini görmek mümkündür. Kur'an'da Yahudiler için 'bozguncu' ifadesi kullanılmış ve çeşitli defalar Yahudiler ile Hıristiyan birbirlerinin dostu olduğu ve de Yahudiler ile dostluk kurulmaması gerektiği bildirilmiştir.
İslam bağlamında antisemitizmin çeşitli tanımları yapılmıştır. Müslümanlar arasında antisemitizmin boyutları seçilen tanıma bağlı olarak çeşitlilik gösterir:
Leon Poliakov, Walter Laqueur ve Jane Gerber, Muhammed'i Tanrı'nın peygamberi olarak tanımayı reddetmelerinden ötürü Kur'an'da Yahudilere yönelik saldırılar olduğunu belirtir. Muhammed'in Yahudiler arasında da dostları vardı ve Kur'an'da Yahudilere saygı gösteren (örn. Bakara: 47, Bakara: 62) ve hoşgörüyü öğütleyen (Bakara: 256) ayetler de vardır. Poliakov, Kur'an'ın "iyi ve kötü" Yahudiler arasında bir ayrım yaptığını belirtir. Laquer ise, Müslümanların kutsal kitabında bulunan Yahudiler hakkındaki çelişkili ifadelerin, başta İslami köktenciliğin yükseldiği dönemler olmak üzere, Arapların ve Müslümanların Yahudilere karşı tutumunu bugüne kadar etkilediğini öne sürer.
Muhammed'in yaşadığı dönemde, Arap Yarımadası'nda, özellikle de Medine'nin içi ve çevresinde Yahudiler de yaşıyordu. Muhammed'in kendilerine yaptığı din değiştirme ve kendisini Peygamber olarak kabul etme teklifini reddettikleri söylenir. F.E. Peters'a göre, (bir barış antlaşması imzalamış olmalarına rağmen) Muhammed'in Mekke'deki düşmanları ile O'nu devirmek için gizliden gizliye komplo kurmaya başlamışlardı. Her büyük savaşın ardından, Muhammed Yahudi kabilelerinden birini ihanet ile suçlayarak yok etmiştir. İki Yahudi kabilesi sürülmüştür. Samuel Rosenblatt bu olayların salt Yahudilere yöneltilmiş politikaların bir parçası olmadığını ve Muhammed'in putperest Arap akrabalarına yabancı tek tanrıcılara davrandığından çok daha sert davrandığını belirtir.
"Zillet" ve "küçülme" kelimeleri Kur'an'da ve sonraki dönem Müslüman yazılarında Yahudiler ile bağlantılı olarak sıklıkla kullanılır. Lewis'e göre, "İslami bakış açısından, bu, geçmişteki isyankarlıklar için kendilerine verilen adil bir ceza idi ve Hıristiyanlık ve İslamın kudretli güçleri arasındaki mevcut güçsüzlükleri ile kendini gösteriyordu." Kur'an'da Yahudilere yönelik standart atıf Bakara Suresi'nin 61. Ayeti'dir: "Siz şöyle demiştiniz: "Ey Musa, biz bir tek yemeğe asla dayanamayız; bizim Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden baklasından, acurundan, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarıversin." Musa şöyle demişti: "Siz daha aşağı bir nimete daha üstün bir nimeti mi değiştirmek istiyorsunuz? "İnin bir kasabaya; istediğiniz sizin olacaktır." Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'tan bir gazaba çarpıldılar. Bu böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkar ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. İsyan ettikleri için böyle oldu. Sınır tanımıyor, azgınlık yapıyorlardı."
Kur'an Yahudileri dinler arası sürtüşme ve rekabet ile ilişkilendirir (Bakara: 113). Yahudilerin bir kısmı kendilerinin Tanrı'nın çocuğu olduğuna (Maide:18) inandıklarını belirtir. Kur'an'a göre, Hıristiyanların İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğunu iddia etmeleri gibi, Yahudiler de Üzeyir'in (Ezra) Tanrı'nın oğlu olduğunu (Tevbe: 30) ve Tanrı'nın elinin bağlı olduğunu (Maide: 64) iddia ederek küfrederler. "İnsanların iman edenlere en şiddetli düşmanlık duyanlarını Yahudilerle şirke batanlar arasında bulursun" (Maide: 82). Yahudiler arasından bazıları, "kelimeleri yerlerinden kaydırırlar" (Nisa: 46), kabahat işlemişler, bu yüzden Tanrı "daha önce kendilerine helal kılınmış tertemiz şeyleri, Yahudilere haram" kılmıştır (Nisa: 160), "yalancılık etmek için dinlerler" (Maide: 41), ve yine bazıları yasaklanmış olmasına rağmen ribayı almaktadır ve küfre sapanlarına "korkunç bir azap" hazırlanmıştır (Nisa: 161). Kur'an, Hıristiyanların Yahudilerin İsa'ya tuzak kurdukları iddiasına da katılır, fakat "Allah da tuzak kurdu. Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır" (Ali İmran: 54). Müslümanların bakış açısından, İsa'nın çarmıha gerilmesi bir göz aldanmasıdır ve bu yüzden de Yahudilerin O'na karşı komploları tamamiyle başarısız olmuştur. Birçok ayette (Ali İmran: 63; Ali İmran: 71; Nisa: 46; Nisa: 160-161; Maide 41-44; Maide 63-64; Maide: 82; Enam: 92) Kur'an Yahudileri kasıtlı olarak kutsal kitapları tahrif etmek ve çarpıtmakla suçlar.
İslam ve Yahudilik vahiy ile inen Kutsal Kitap fikrini paylaşırlar. Her ne kadar tam olarak metin ve tefsiri konularında birbirlerinden ayrılsalar da, İbrani Tevratı ile Müslümanların Kur'anı önemli miktarda öykünün yanı sıra emri de paylaşırlar. Tevrat'ın geleneksel olarak tomar, Kur'an'ın ise kitap şeklinde olması ise her iki dinin yaşı hakkında bir fikir vermektedir.
Müslümanlar genelde Yahudilerden (ve Hristiyanlardan) kendileri gibi, İbrahim'in iman ettiği tek bir Tanrı'ya iman etmelerinden ötürü aynı genel öğretileri izleyen insanlar anlamında, "Ehl-i Kitap" olarak bahsederler. Kur'an, dinlerini bırakmak istemeseler bile hoşgörü gösterilmesi gereken "Ehl-i Kitap" (Yahudiler ve Hristiyanlar) ile aynı hoşgörünün gösterilmediği putperestler (çoktanrıcılar) arasında ayrım yapar (Bkz. Bakara Suresi, 256. Ayet). Müslümanlara getirilen bazı kısıtlamalar da gevşetilerek, Müslüman erkeklerin "Ehl-i Kitap"tan bir kadın ile evlenmeleri ya da Müslümanların kaşer et yemelerine izin verilmiştir.
Kuran İsrailoğullarının "kutsal topraklarda" yaşayacağını ve devlet kuracağını adeta müjdeler:
Bernard Lewis Müslümanların büyük ölçüde Hristiyanların olduğu şekilde antisemitik olmadıklarını belirtir:
Geleneksel olarak, Müslüman topraklarında (Hıristiyanlar ile birlikte) zımmi statüsünde olan Yahudilerin kendi dinlerini yaşamalarına ve kendi iç işlerini yönetmelerine, bir takım koşullara uymaları şartıyla, izin veriliyordu. Müslümanlara Cizye (her özgür gayrı müslim erkekten kişi başına alınan vergi) ödemek zorundaydılar. İslami yönetim altında, zımmiler daha düşük bir statüdeydiler. Silah taşımalarının ya da Müslümanların da dahil olduğu davalarda şahitlik etmelerinin yasak olması gibi çok sayıda sosyal ve hukuki kısıtlamaya tabiydiler. Söz konusu kısıtlamaların çoğu oldukça sembolikti. En haysiyet kırıcı olanı ise, aslında Kur'an'da da hadislerde de yeri olmadığı halde Orta Çağ'ın başlarında Bağdat'da ortaya çıkan ve düzensiz şekilde uygulanan ayırt edici kıyafet uygulamasıydı. Yahudiler nadiren öldürülmüş veya sürgün edilmiş ya da din değiştirmeye zorlanmış ve çoğunlukla ikamet ve meslek seçimlerinde serbest bırakılmışlardır.
Yahudilere yönelik kayda değer katliamlardan biri de, Müslüman bir güruhun kraliyet sarayını basarak Yahudi vezir Joseph ibn Naghrela'yı çarmığa gerdiği ve şehirdeki Yahudi nüfusu |
n büyük bölümünü katlettiği 1066 Gırnata Katliamı'dır. "1.500'den fazla Yahudi aile, toplam 4.000 kişi bir günde öldürüldü." Bu, Yarımada'da İslami yönetim altında Yahudilere yönelik ilk saldırıydı. Ayrıca, 12. yüzyılda Endülüs'deki Muvahhid hanedanının hükümdarları tarafından da öldürüldüler ya da din değiştirmeye zorlandılar. İkamet seçimlerinin Yahudilerin elinden alındığı durumlara verilebilecek en önemli örneklerden biri ise, Fas'ta 15. yüzyılda başlayan, özellikle de 19. yüzyılın başlarından itibaren Yahudilerin duvarlarla çevrili mahallelerde (mellahlar) toparlanması uygulaması gelir. Din değiştirme olaylarının birçoğu ise gönüllü olmuş ve çeşitli sebeplere dayanmıştır. Ne var ki, 12. yüzyılda, Kuzey Afrika ve Endülüs'teki Muvahhid hanedanının yanı sıra, İran'da da Yahudilerin din değiştirmeye zorlandığı kimi olaylar yaşanmıştır.
Yahudilerin ilk İslami metinlerde resmediliş tarzı, onlara karşı Müslüman toplumlarda tavırları şekillendirmekte önemli bir rol oynamıştır. Jane Gerber'a göre, "Müslümanlar sürekli olarak İslam tarihinin ilk dönemlerinde, teolojiye serpiştirilen antisemitizmden sürekli olarak etkilenmiştir." Yahudilerin Muhammed karşısındaki mağlubiyeti ışığında, Müslümanlar geleneksel olarak Yahudileri hor görmüş ve tezyif etmişlerdir. Yahudiler saldırgan, sinsi ve kinci ama bununla birlikte de zayıf ve etkisiz görülmüşlerdir. Yahudilere en sık yakıştırılan özellik korkaklıktı. Yahudiler ile ilişkilendirilen bir diğer klişe de, yalan ve dolana meyilli oldukları iddiasıdır. Bazı Yahudi karşıtı polemikçiler bunları sadece Yahudilere has özellikler olarak görürken, İbn Haldun, bu özellikleri, Yahudilerin hakimiyeti altında yaşadıkları milletlerin elinde gördüğü kötü muameleye bağlar. Bazı Müslüman yazarlar Yahudi karşıtı polemiklerine ırkçı motifler de sokmuşlardır. El-Cahız, Yahudi ırkının aşırı akraba evliliği yüzünden bozulduğundan bahseder. İbn Hazm da Yahudilere yönelik saldırılarında ırksal niteliklerden bahseder. Ne var ki, bunlar daha ziyade istisnai durumlardır ve ırkçı tema Orta Çağ'daki Yahudi karşıtı yazılarda pek iz bırakmamıştır.
Yahudi karşıtı duygular genelde Müslümanların siyasi veya askeri açıdan zayıf düştüğü ya da Müslümanların kimi Yahudilerin İslam hukuku tarafından kendilerine emredilen aşağı konumun sınırlarını aştığını hissettiği durumlarda alevlenmiştir. Endülüs'te, ibn Hazm ve Ebu İshak Yahudi karşıtı yazılarında bu suçlamalardan ikincisine yoğunlaşmıştır. 1066 Gırnata katliamının ardındaki başlıca neden de bu olmuştur. 1033 yılında da Fez'de de 6.000 Yahudi katledilmiştir. Bu şehirde, 1276 ve 1465 yıllarında da başka katliamlar yaşanmıştır.
İslam hukuku, her ikisi de zımmi statüsündeki Yahudiler ile Hristiyanlar arasında bir ayrım yapmaz. Bernard Lewis'e göre, modern zamana kadar Müslüman yönetimlerdeki normal uygulama şeriatın bu yönü ile tutarlı olmuştur. Bu görüşe, tüm zımmiler arasında Yahudilerin en düşük statüye sahip olduğunu savunan Jane Gerber karşı çıkar. Gerber, Osmanlı İmparatorluğu'nun verdiği kapitülasyonlar çerçevesinde Hıristiyan cemaatlerinin Yahudilerin yararlanamadığı korumalardan faydalanabildiği sonraki yüzyıllarda bu durumun özellikle belirginlik kazandığını savunur. Örneğin, 18. yüzyılda Şam'da bir festival düzenleyen bir Müslüman soylu, tüm sosyal sınıfları önem sırasına göre davet ederken, Yahudiler sadece köylüler ve fahişelerin üzerinde kalmışlardı. 1839 yılında, tüm Osmanlı vatandaşları için eşitlik ilan edildiğinde, buna ilk karşı çıkanlar, Müslümanların ardından ikinci sırada gelen Rumlar olmuştu. Bazı Rumlar, "Devlet bizi Yahudilerle aynı yere koydu. Biz, İslamın üstünlüğünden memnunduk," şeklinde itirazlar gelmişti.
Kimi uzmanlar, "antisemitizm" kelimesini modernizm öncesi dönemlerdeki Müslüman kültürü için kullanmanın ne kadar doğru olduğunu da sorgulamıştır. Robert Chazan ve Alan Davies, modernizm öncesi İslam ve Hıristiyan dünyaları arasındaki en bariz farkın, Müslüman ülkelerdeki "ırksal, etnik ve dini toplulukların zengin çeşitliliği" olduğunu, bunun içinde de "daha önce çok tanrıcılığın hakim olduğu dünyada ya da sonraları Orta Çağ Hıristiyan dünyasının büyük bölümünde olduğunun aksine, Yahudilerin hiçbir şekilde yalnız muhalifler olarak göze çarpmadığı"nı savunuyorlar. Chazan ve Davies'e göre, böylesi bir eşsizliğin yokluğu Orta Çağ İslam dünyasında Yahudilerin içinde yaşadığı şartları iyileştirmiştir. Norman Stillman'a göre ise, Yahudilerden Yahudi oldukları için nefret edilmesi anlamında antisemitizm "Orta Çağ Arap dünyasında, hoşgörünün en yüksek seviyede olduğu dönemde dahi vardı."
Tarihçi Martin Gilbert, Yahudilerin Müslüman ülkelerdeki durumunun 19. yüzyılda kötüleştiğini yazar.
1828 yılında, Bağdat'da Yahudilere yönelik bir katliam gerçekleştirilirken, 1839 yılında da İran'ın Meşhed şehrinde Yahudi Mahallesi'ne giren kalabalık sinagogu yakarak Tevrat tomarlarını parçaladı. Katliam ancak zorunlu din değiştirme ile önlenebildi. 1867'de de Barfuruş'da bir başka katliam yaşandı.
1840 yılında, Şam'daki Yahudiler bir Hristiyan keşiş ile Müslüman uşağını öldürüp Hamursuz Bayramı'nda pişirdikleri ekmeklerde kanlarını kullanmakla suçlandılar. Bir Yahudi berbere, "suçunu itiraf edene" kadar işkence edilirken, iki Yahudi daha işkence altında hayatını kaybetti. Bir üçüncüsü ise Müslümanlığa geçerek hayatını kurtardı. 1860'lar boyunca, Libya Yahudileri, Gilbert'in tabiri ile, cezai vergiye maruz kaldılar. 1864 yılında, Fas'ın Marakeş ve Fez şehirlerinde 500 civarında Yahudi öldürüldü. 1869 yılında, Tunus'da 18 Yahudi öldürülürken Jerba Adası'nda da Araplardan oluşan kalabalık Yahudi ev ve dükkânlarını yağmalayarak sinagogları yaktı. 1875 yılında, Fas'ın Demnat şehrinde 20 Yahudi öldürülürken, ülkedeki diğer şehirlerde de çok sayıda Yahudi sokak ortasında saldırıya uğradı ve öldürüldü. 1891 yılında, Kudüs'ün Müslüman liderleri Osmanlı yetkililerinden Rusya'dan gelen Yahudilerin bölgeye girmesinin yasaklanmasını talep ettiler. 1897 yılında, Trablusgarp'ta sinagoglar basılarak Yahudiler katledildi.
Mark Cohen'e göre, birçok uzman modern dünyada Araplar arasındaki antisemitizmin 19. yüzyılda, Yahudi ve Arap milliyetçilikleri arasındaki sürtüşme ile yükseldiği ve Arap dünyasına öncelikle milliyetçi Hristiyan Araplar tarafından ithal edildikten sonra ancak kademeli olarak "İslamlaştığı" sonucuna varmıştır.
Müslüman ülkelerde Yahudilere yönelik baskılar 20. yüzyılda da devam etmiştir. Martin Gilbert, 1903 yılında Fas'ın Taza şehrinde 40 Yahudinin öldürüldüğünü yazar. 1905'te, Yemen'de Yahudilerin Müslümanlar önünde seslerini yükseltmeleri, Müslümanlardan daha yüksek evlerde oturmaları ve geleneksel olarak Müslümanlara ait zanaat ve mesleklerde çalışmalarını yasaklayan eski yasalar yeniden hayata geçirildi. Fez'deki Yahudi Mahallesi 1912 yılında Müslüman kalabalıklar tarafından neredeyse tümüyle yıkıldı. 1930'larda, Cezayir'de Nazilerden esinlenilmiş pogromlar yaşanırken, 1940'larda da Irak ve Libya'da Yahudilere karşı büyük saldırılar gerçekleştirildi. 1941'de Bağdatlı Nazi yanlısı Müslümanlar şehirdeki onlarca Yahudiyi öldürdü.
George Gruen, Arap dünyasındaki Yahudilere karşı artan husumeti Osmanlı İmparatorluğu ve geleneksel İslami toplumun parçalanması; Batılı sömürgeci güçlerin hakimiyeti ve bu dönemde bölgenin ticari, mesleki ve idari yaşamda Yahudilerin orantısız ölçüde yüksek bir rol kazanması; destekçilerinin devlet yoluyla yerel Yahudilerin serveti ve bulundukları pozisyonları ele geçirmek istediği Arap milliyetçiliğinin yükselişi; Yahudi milliyetçiliği ve Siyonist harekete duyulan içerleme; toplumsal desteği olmayan rejimlerin yerel Yahudileri siyasi amaçlarla günah keçisi yapmaya istekli olması gibi çok sayıda etkene bağlar.
Filistin'deki Britanya Mandası'nda Siyonist faaliyetlerin yayılmasıyla birlikte, husumet ve şiddet daha da arttı. Ortadoğu'daki Siyonist karşıtı propaganda, İsrail ve liderlerini şeytanlaştırmak için sıklıkla Holokost (Yahudi Soykırmını)terminolojisi ve sembollerini kullanır. Aynı zamanda, Holokost'un inkarı ve Holokost'un küçümsenmesine yönelik çabalar, bazı Ortadoğu ülkelerinde tasvip edilen tarihi söylem olarak giderek açık kabul görmektedir. Hitler'in "Kavgam" adlı kitabı ve "Siyon Liderlerinin Protokolleri"'nin Arapça ve Türkçe baskıları bölgede okuyucu kitlesi bulurken, yerel entelektüeller ve medyadan gelen eleştiriler ise kısıtlı kaldı.
Robert Satloff'a göre, Fas, Tunus ve Libya'daki İtalyan ve Alman işgali sırasında Müslümanların ve Arapların hem Holokost (Yahudi Soykırımı) işbirlikçileri hem de Yahudileri kurtaranların saflarında yer aldığını belirtir.
Antisemitizmin Arap ve İran medyası ve okul kitaplarında yer bulduğu söylenmektedir. Örneğin, Freedom House adlı kuruluşa bağlı Dini Özgürlük Merkezi, Suudi Eğitim Bakanlığı'nın şu anki eğitim ve öğretim yılında ilk ve orta okullardaki İslam etüdleri derslerinde kullanılan okul kitaplarını araştırmıştır. Vahabi olmayan Müslümanlar ve "kafirler"e karşı ifade ve fikirler arasında, Müslümanlara Hristiyanlardan, Yahudilerden, "çok tanrıcılar"dan, diğer "kafirlerden" ve Vahabi olmayan Müslümanlardan "nefret etmeleri" öğretilirken, tutarsız bir şekilde de, onlara karşı "adaletsiz" davranmamaları söylenmekte; "Siyon Liderlerinin Protokolleri", tarihi gerçekler olarak öğretilip günümüzden olaylarla ilişkilendirilmekte; "Yahudilerin ve Hristiyanların müdminlerin düşmanı olduğu" ve bu iki taraf arasındaki "çatışma"nın ebedi olduğu öğretilmekte; "Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki çatışma"nın Mahşer'e kadar süreceği ve Müslümanların sonunda Yahudilere karşı zafer kazanacaklarının vaat edildiği öğretilmekte; Yahudilere karşı şiddet öğretisi seçici bir şekilde verilirken aynı zamanda, Kur'an ve hadislerde hoşgörüyü öğütleyen bölümler göz ardı edilmekte; İsrail'e 1967 öncesi sınırları içinde, "Filistin: 1948'den bu yana İşgal Altında" ibaresi ile yer veren bir Ortadoğu haritası içermekte; Yahudilerden şiddet bağlamında bahsedilmekte ve modern dünyadaki neredeyse tüm "yıkıcı eylemler" ve savaşlardan Yahudiler sorumlu tutulmaktadır. Suudi Arabistan'daki |
müfredat ile ilgili 38 sayfalık bir rapor Hundson Enstitüsü tarafından sunulmuştur.
Irkçı antisemitizm, Yahudilerin içinde yaşadıkları uluslara kıyasla farklı ve aşağı bir ırk oldukları fikridir. On dokuzuncu yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, "Avrupalı" olmayanları aşağı ırklar olarak sınıflandıran öjenik hareketin parçası olarak ana görüş tarafından kabul gördü. Daha spesifik olarak, Nordik Avrupalı olarak adlandırılan ırkların üstün olduğunu iddia eder. Irkçı antisemitler Yahudilerin Sami ırkının parçasını olduğunu görerek "yabancı olan" Avrupa dışı kökenleri ve kültürlerine vurgu yapmışlardır. Yahudileri, çoğunluğun dinine dönseler dahi, kurtuluşu olmayan bir ırk olarak görmüşlerdir. Antropologlar, Yahudilerin Arap-Armenoid, Afrika-Nübyeli veya Asyalı-Türk atalara sahip olup olmadıklarını tartışmışlardır. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, ırkçı antisemitizm neonaziler ve beyazların üstünlüğünü savunan gruplar dışında nadiren kullanılmıştır.
Irkçı antisemitizm Yahudiliğe karşı nefretin yerine bir topluluk olarak Yahudilere karşı duyulan nefreti getirmiştir. Endüstri Devrimi ile baskıdan kurtulan Yahudiler hızla şehirleştiler ve yüksek sosyal hareketlilik dönemi yaşadılar. Kamu yaşamında dinin azalan rolü dini antisemitizmi yumuşatırken, artan milliyetçilik, öjeninin yükselişi ve Yahudilerin sosyoekonomik başarısına karşı duyulan içerlemenin bir araya gelmesi, daha yeni ve ölümcül olan ırkçı antisemitizmin gelişimine çanak tuttu.
Son yıllarda, kimi uzmanlar, aynı anda hem soldan, hem sağdan hem de İsrail Devleti ile bir Yahudi vatanının kurulmasına muhalefete odaklanan radikal İslamdan gelen Yeni antisemitizm kavramını ortaya atmış ve Siyonizm karşıtlığının ve İsrail'e yönelik eleştirilerin dilinin Yahudilere daha geniş bir yelpazede saldırmak için kullanıldığını iddia etmişlerdir. Bu bakış açısında, yeni kavramın savunucuları İsrail ve Siyonizme yönelik eleştirilerin sıklıkla ölçüsü itibarıyla orantısız, türü itibarıyla eşsiz olduğuna inanmakta ve bunu antisemitizme bağlamaktadırlar. Kavram, tartışmaları bastırmak ve dikkatleri İsrail Devleti'ne yönelik meşru eleştirilerden uzaklaştırmakta kullanıldığı ve Siyonizm karşıtlığını antisemitizm ile ilişkilendirerek İsrail'in eylemleri ve politikalarına karşı gelen herkese çamur atma niyetini taşıdığı iddiasıyla eleştirilmiştir. Bir davranisin Yeni-Antisemitim olup olmadigini tespit etmek icin 2004 senesinde Natan Shransky tarafından 3D Antisemitizm Testi yayinlanmistir.
Kaşer ve Helal hayvan kesimi, halen Norveç, İsviçre ve İsveç'te tamamen, Hollanda'da ise kısmen (sadece bilincini kaybetmesi daha uzun süren yaşlı hayvanlar için) yasaktır. PETA gibi gruplar, bu yasakları, kesimden önce bayıltılmayan hayvanın acı duyduğu ve bunun gaddarca olduğu gerekçesiyle desteklemektedir. Kimileri bu yasaların antisemitik veya İslamofobik duygulara dayandığını iddia ederken diğerleri ise bunların sadece hayvan hakları konusundaki kaygılardan kaynaklandığına inanmaktadır.
ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından 14 Mart 2008 tarihinde yayımlanan bir rapora göre, dünya çapında antisemitizmde "artış" yaşanmaktadır.
Birleşik Devletler'de, Demokrat Ernest Hollings ve Cumhuriyetçi Pat Buchanan, George W. Bush yönetiminin savaşa Yahudi destekçiler kazanmak amacıyla girdiğini savunan ifadeler kullanmıştır. 2004 yılında, bazı önemli isimler Bush yönetiminin Yahudi üyelerini ABD'yi yanıltarak İsrail'e yardım etmek için Saddam Hüseyin ile savaşa soktuğunu iddia etmiştir.
3 Nisan 2006 tarihinde, ABD Medeni Haklar Komisyonu, ABD çapındaki üniversite kampüslerinde yaşanan antisemitizm olaylarının "ciddi bir sorun" olduğu yönündeki bulgusunu açıklamıştır. Komisyon, ABD Eğitim Bakanlığı'na bağlı Medeni Haklar Dairesi'nin üniversite öğrencilerini antisemitizmden korumak için 1964 tarihli Medeni Haklar Yasası'nın 6. Başlığını titizlikle uygulamasını, Kongre'nin de 6. Başlığın Yahudi öğrencilere karşı ayrımcılığı da içerdiği hususuna açıklık getirmesini tavsiye etmiştir.
28 Temmuz 2006 tarihinde, Navid Ezfal Haq, Seattle Yahudi Federasyonu'nu basarak altı kadını vurmuş ve bunlardan biri hayatını kaybetmiştir. İftira ve İnkarla Mücadele Birliği (ADL) tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, ABD'de yaşayanların yüzde 14'ü antisemitik görüşlere sahip. 2005 tarihli araştırmaya göre, "Yurtdışında doğmuş olan Latin Amerika kökenli Amerikalıların yüzde 35'i" ve "Afrika asıllı Amerikalıların yüzde 36'sı güçlü antisemitik inançlar taşıyor. Bu oran, beyazlar arasındaki antisemitlerin (yüzde 9) dört katına tekabül ediyor."
Avrupa'da antisemitizm 2000 yılından bu yana kayda değer bir artış göstermiş, Yahudilere yönelik sözlü saldırılar, Yahudi okullarına duvar yazıları yazılması, molotof kokteyli atılması, sinagoglar ve Yahudi mezarlıklarının tahrip edilmesi gibi olaylarda önemli yükselme kaydedilmiştir. Yahudilere yönelik fiziksel saldırılarda da ciddi artış görülmüş, dövme, bıçaklama ve diğer şiddet olayları sonucunda ciddi yaralanma, hatta ölüm vakaları yaşanmıştır. 2000 yılından bu yana, Avusturya ve Almanya sürekli olarak Yahudilere yönelik fiziksel şiddet, sözlü saldırı ve vandalizm olaylarında başı çekmiştir. Bu iki ülkeyi, Hollanda ve İsveç izlemektedir.
Avrupa'daki yeni antisemitik şiddetin büyük bölümü, uzun süredir devam eden Arap-İsrail anlaşmazlığının kıtaya yansımasının bir sonucu olarak görülebilir, zira faillerin çoğunluğu Avrupa şehirlerindeki büyük göçmen Arap topluluklarından çıkmıştır. Ancak, Fransa, Birleşik Krallık ve Avrupa'nın geri kalanı ile kıyaslandığında, Almanya'da Arap ve Filistin yanlısı grupların antisemitik olayların çok düşük bir kısmına karıştığı görülmektedir. Yahudilere ve mülklerine yönelik sözlü ve fiziksel saldırıda bulunanların çok büyük bölümü ülkedeki etnik Almanlar arasından çıkmaktadır. Aynı durum İsveç ve Avusturya'da da görülmektedir.
Alman İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble, Almanya'nın resmi politikasını, "Aşırılığın, yabancı düşmanlığının ya da antisemitizmin hiçbir şekline hoşgörü göstermemek" olarak özetlemiştir. Her ne kadar başta eski Doğu Almanya'da olmak üzere, aşırı sağcı grup ve örgütlerin sayısı 141'den (2001) 182'ye (2006) yükselmişse de, ülkede bunlara karşı alınan önlemler etkili olmuştur. Anayasanın Korunması için Federal Ofis'in yıllık raporlarına göre, Almanya'daki aşırı sağcıların sayısı 49.700'den (2001) 38.600'e (2006) düşmüştür. Almanya, "seyahat eden danışman ekipleri ve kurban gruplarını da içeren, aşırı sağcılıkla mücadeleye yönelik ülke çapında programlara" milyonlarca euro aktarmıştır. Ancak tüm bu çabalara rağmen, 11 Eylül 2007 tarihinde, Frankfurtlu Haham Zalman Gurevitch, Afgan kökenli Müslüman bir saldırgan tarafından defalarca bıçaklanmıştır.
2005 yılında, Birleşik Krallık Parlamentosu, antisemitizm konusunda tüm partilerin katıldığı bir soruşturma gerçekleştirmiş, bunun sonuçları 2006 yılında yayımlanmıştır. Buna göre, "yakın zamana kadar, gerek Yahudi cemaatinde, gerekse toplumun geriye kalanında antisemitizmin sadece toplumdaki marjinal gruplar arasında bulunduğu yönünde bir görüş hakimdi." Komisyon, bu sürecin 2000 yılından bu yana tersine döndüğü sonucuna varmıştır. 1 Ocak 2006 tarihinde, Britanya'nın baş hahamı Sir Jonathan Sacks, kendi tabiriyle bir "antisemitizm tsunamisi"nin küresel ölçekte yayıldığı uyarısını yapmıştır.
Fransa, Batı Avrupa'nın en kalabalık Müslüman nüfusunu (yaklaşık 4 milyon) ve en büyük Yahudi cemaatini barındıran (yaklaşık 600.000) ülkesidir. Yahudi cemaatinin önde gelenleri, Fransa'da başta Arap ve Afrika kökenli Müslümanlar olmak üzere, eski Fransız sömürgelerinden gelen Karayib asıllılar arasında da antisemitizmin yoğunlaşmakta olduğu yönünde uyarılarda bulunmaktadır. Öte yandan, Holokost'tan kurtulan eski bakan Simone Veil, Fransa'daki bağnazlığın asıl kurbanlarının Yahudiler değil Müslümanlar olduğunu belirtiyor. Yahudilere yönelik şiddetin bir bölümünün Müslümanlar tarafından yapıldığını kabul etmekle birlikte, Veil, "Fransa'daki Arap karşıtlığı antisemitizmden çok daha güçlüdür" diyor. Ilan Halimi'nin 13 Şubat 2006 tarihinde öldürülmesi, dönemin İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy tarafından antisemitik suç olarak nitelendirilmiştir.
Önde gelen Yahudi asıllı hayırsever Baron Eric de Rothschild gibi kimi bağımsız sesler ise Avrupa'daki antisemitizmin abartıldığını belirtmektedir. Fransa'da "Hükümet ve belediyelerdeki insanların aslında oldukça Yahudi yanlısı olduğunu, hatta bunun seçim hesaplarının da ötesine giden bir boyutta olduğunu" belirten Rothschild'e göre, "Fransa hakkında söylenemeyecek bir şey varsa, onun da bu ülkenin antisemitik bir ülke olduğunu iddia etmektir."
Sonuçları 14 Ağustos 2005 tarihinde yayımlanan Pew Küresel Tavırlar Projesi'ne göre, Müslümanların çoğunlukta olduğu altı ülkede nüfusun büyük bölümü Yahudilere karşı olumsuz görüşe sahiptir. Katılımcılara, çeşitli dinlere mensup insanlar hakkındaki görüşlerini "çok olumlu" ile "çok olumsuz" arasında değişen bir skalada belirtmelerinin istendiği araştırmada, Türklerin %60'ı, Faslıların %88'i, Lübnanlı Müslümanların %99'u ve Ürdünlülerin %100'ü Yahudiler için "biraz olumsuz" ya da "çok olumsuz" cevaplarını işaretlemişti.
Ortadoğu'daki Siyonist karşıtı propaganda, İsrail ve liderlerini şeytanlaştırmak için sıklıkla Holokost (Yahudi Soykırımı)terminolojisi ve sembollerini kullanır. Aynı zamanda, Holokost'un inkarı ve Holokost'un küçümsenmesine yönelik çabalar, bazı Ortadoğu ülkelerinde tasvip edilen tarihi söylem olarak giderek açık kabul görmektedir.
Mısır'da, Dar al-Fadhilah, Henry Ford'un antisemitik risalesi, "Beynelmilel Yahudi"'nin çevirisini kapağında oldukça antisemitik bir resim ile yayımlamıştır.
Suudi Arabistan hükümet web sitesinde, ülkeye girmek isteyen Yahudilere turist vizesi verilmeyeceği açıklanmış, daha sonra bu ifade kaldırılarak, "hatalı bilgi" konulmasından ötürü özür dilenmiştir. 2001 yılında, Suudi Arabistan Arap Radyo ve Televizyonu, "Siyon Liderlerinin Protokolleri"'nin sahneye uyarlandığı, "Atsız Atlı" adlı 30 bölümlük bir dizi hazırlamıştır. Bir Suudi Arap devlet gazetesi |
tüm Yahudilerden nefret etmenin haklı olduğunu ifade etmiştir.
Suudi okul kitapları Yahudileri (ve Hristiyanlar ile Vahabi olmayan Müslümanları) kötü göstermektedir; "The Washington Post"'un 21 Mayıs 2006 tarihli sayısına göre, antisemitizmden temizlendiği iddia edilen Suudi okul kitaplarında halen Yahudilere maymun (ve Hristiyanlara domuz) denmekte, öğrencilerden Yahudilerden uzak durmaları ve onlarla dostluk kurmamaları istenmekte, Yahudilerin şeytana taptıkları iddia edilmekte ve Yahudileri mağlup etmek için Müslümanlar Cihat'a çağrılmaktadır.
Ortadoğu'daki kimi Müslüman din adamları sıklıkla Yahudilerden maymun ve domuzların torunları diye bahsetmektedir. Nisan 2002'de, El-Ezher Camii İmamı ve El-Ezher Üniversitesi Şeyhi ve en yüksek mevkide bulunan Sünni Arap din adamı Mısırlı Şeyh Muhammed Seyyid Tantavi, haftalık vaazında Yahudileri "Allah'ın düşmanları, maymun ve domuzların torunları" şeklinde tanımlamıştı. BBC'de yayımlanan "Panorama" programında da, Mekke'deki Büyük Cami'nin İmamı Abdül Rahman El-Sudais'in benzer açıklamalarına yer verilmiştir.
11 Ekim 2006 tarihinde, Tahran'da başlayan "Holokost'a Küresel Bakışı Gözden Geçirmek için Uluslararası Konferans" bazı kesimler tarafında kınanmış ve "Holokost'u inkar konferansı" ve "Holokost inkarcılarının toplantısı" şeklinde nitelendirilmişse de, İran konferansın amacının Holokost'un inkar edilmesi olmadığını açıklamıştır.
5 Mayıs 2001 tarihinde, Şimon Peres'in Mısır ziyareti sonrası, İnternet'te yayınlanan "el-Ekber" gazetesi, "yalan ve dolan Yahudilere yabancı değildir[...]. Bu yüzdendir ki, Allah suretlerini değiştirmiş, onları maymun ve domuz haline getirmiştir" ifadesine yer vermiştir.
İsrail'de, Zalman Gilichenski son on yıl içinde Rusya'dan gelen göçmenler arasında antisemitizmin yayıldığı uyarısını yapmıştır.
İstanbul Radyoevi
İstanbul Radyoevi, 6 Mayıs 1927'de ilk programlı radyo yayınına başlamış olan İstanbul Radyosu'nun stüdyo ihtiyacını karşılamak için 1945'te inşa edilen binadır.
Açılan proje yarışması sonucunda Doğan Erginbaş, Ömer Güney ve İsmail Utkular'ın ortak projesinin seçilmesiyle, Kasım 1945'te temelleri atılarak uygulanmaya başlanmış olan, bugün de İstanbul Radyoevi olarak kullanılan Harbiye’deki 4 katlı bina, 19 Kasım 1949 günü, dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün açış konuşmasıyla hizmete girmiş ve İstanbul Radyosu elverişli stüdyo koşullarına kavuşarak hizmet vermeye başlamıştır.
Amfibik harekât
Amfibik harekât, stratejide, deniz ve kara müşterek harekâtına denir ve daha ziyade denizden karaya, asker ve zırhlı araçlar çıkarılmasını kapsar. Bu alanda özel olarak hazırlanmış deniz piyadesi birlikleri ile denizden yüzen tank ve zırhlı araçlar yapılmıştır.
Açık Kapı Politikası
Açık Kapı Politikası, ABD'nin, Çin'in toprak ve yönetim bütünlüğünün sağlanması, Çin'le ticari ilişkileri olan ülkeler arasında eşit ayrıcalıkların korunması için ilan ettiği ilkeler bildirgesidir (1899-1900).
Hilton Istanbul Bosphorus
Hilton Istanbul Bosphorus, Harbiye, Şişli, Cumhuriyet Caddesinde yer alan, Türkiye’nin ve İstanbul’un ilk 5 yıldızlı otelidir. İstanbul Hilton olarak açılan otel, 1955’ten beri Hilton zincirin bir parçasıdır.
Avrupa'da II. Dünya Savaşı sonrası tamamen yeniden inşa edilen ilk modern oteldir. Aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri dışında, Hilton zincirin en uzun hizmet veren üyesidir.
Hilton Oteli, 1952’de tanınmış ABD mimarlık firması Skidmore, Owings, Merrill tarafından tasarlanmıştır. SOM Grubu olarak bilinen bu firmanın yerel danışmanı Sedat Hakkı Eldem’di. Cumhuriyet dönemi mimarlığında II. Milli Mimari Dönem’in kapanışını örnekleyen yapılar arasında yer alan Hilton Oteli’nin projesine Sedat Hakkı Eldem’in, SOM Grubu’nun Türkiye’deki partneri olarak, Hilton Oteli ile ilgili çalışmaları yıllar sonra da sürmüştür.
21 metreye 100 metre boyutunda bir dikdörtgenler prizması biçimindeki Hilton Oteli, döneminde yapım kalitesi, yalın geometrisi, yüzeylerinin sadeliği, yapıldığı yıllardaki abartısız dekorasyonu ve işlevsel öncelikleri ile Türkiye’de Uluslararası üslup’un karakteristliği olarak algılanmış ve uluslararası otel zincirlerinin işletmecilik kurallarının da tanıtıcısı olmuştur.
Askerî Müze (İstanbul)
Askerî Müze, İstanbul'un Harbiye semtinde Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan, 54.000 m²lik bir alan üzerinde kurulu 18.600 m²lik binasıyla bir yapılar kompleksidir. Geniş bir alana yayılan Mekteb-i Harbiye binası, Osmanlı Devleti’ne subay yetiştirmek amacıyla kurulmuş ve 1862’de inşa edilmiştir.
II. Abdülhamid tarafından yaptırılan okul binası, 1936’ya kadar okul, 1964’e kadar Kolordu Karargâhı olarak kullanılmıştır. Binanın güney bölümü Harbiye Orduevi inşa edilene kadar orduevi olarak hizmet vermiştir. 1964’te asıl binanın askeri müze olarak kullanımına karar verilmiş ve 1966’da restorasyonuna Mimar Prof. Dr. Nezih Eldem tarafından başlanarak, 1991’de bitirilmiştir. Başlangıcından bugüne kadar yapıda işlevsel ve mekânsal değişiklikler meydana gelmiş ve bina okuldan müzeye çevrilene kadar gerek iç, gerekse dış görünümü itibarıyla birçok değişiklik geçirmiştir.
Diplomat
Diplomat, dış politikayla uğraşan ve ülkesini yurtdışında temsil etmekle görevlendirilen kimsedir. Vatandaşlarının haklarına ve çıkarlarına uygun olarak yabancı devletler ve uluslararası kuruluşlarla ilişkileri yürütmek üzere Dışişleri Bakanlıklarına bağlı olarak atanan kişidir.
Uygulanan uluslararası hukukta kavram olarak, dokunulmazlıklar ile ayrıcalıklar arasında bir ayrıma gidilmektedir. Dokunulmazlık kavramı genel yasalardan bağışık tutulmayı değil, fakat yargılama ve icra yollarının uygulamasından bağışık tutulmayı belirtmektedir. Buna karşılık ayrıcalık kavramı kabul eden devletin kimi yasalarının özünden bağışık tutulmayı, bunların özünün uygulanmamasını ifade eder. Diplomatik ayrıcalık ve bağışıklıkları, 1. Diplomasi Temsilciliği Bakımından, 2. Diplomasi Temsilcilikleri ve Görevlileri bakımından olmak üzere iki kısma ayırabiliriz.
Diplomasi Temsilcileri ve Görevlileri Bakımından ayrıcalık ve bağışıklıklar ise,
Ankara Fen Lisesi
Ankara Fen Lisesi (FL) Türkiye'nin ilk fen lisesidir. Türkiye'de bilime katkıda bulunmuş birçok mezunu bulunmaktadır.
Ankara Fen Lisesi, 2. Dünya Savaşı sonrasında ülkelerin içine girdiği büyük teknoloji yarışında,Türkiye'nin ortaöğretimini geliştirme atağının sonucu olarak kuruldu. Fen Lisesi projesi Milli Eğitim Bakanlığı, Ford Vakfı, ODTÜ ve AID ( Milletler Arası Kalkınma Teşkilatı) tarafınca gerçekleştirilmiştir.
Okulun ilk öğretmenlerini ODTÜ'den ve Ankara Üniversitesi'nden danışmanlar sınavla seçmiştir. Seçilen fen dersleri öğretmenleri özel eğitimlere tabi tutulmuş, Amerika'ya gönderilerek branşlarındaki gelişmeleri takip etmişler, ders programları hazırlamışlardır. Okul, ilk binaların yapımının ardından 1964 Ekim'inde eğitime açılmıştır. Okul, ilk mezunlarını 1967 yılında vermiştir.
FL mezunları yaptıkları başarılı çalışmalar sonucunda, bilim ve teknoloji alanlarında ulusal ve uluslararası ödüller almışlar, yurtiçinde ve dışında önemli görevler üstlenmişlerdir.
FL mezunlarının birikimlerini ülkenin ve FL'nin sosyal, bilimsel ve kültürel gelişimine katkıda bulunacak şekilde yönlendirmek; bilimsel düşünmenin ülkede yaygınlaştırılması için çaba sarfetmek amaçlarını da içeren Ankara Fen Liseliler Derneği 1989'da kurulmuştur.
FL, ODTÜ arazisi içerisinde, Çiğdem Mahallesi dahilinde, sakin, ormanlık, şehir merkezine çok yakın (Kızılay'a 6 km) bir konuma sahiptir.
Okul bahçesi ve etrafı oldukça yeşil bir alandır. Okulun bahçesinde okul binası, konferans salonu, kantin, erkek öğrenci yurdu, kız öğrenci yurdu, yemekhane, spor salonu, koşu pisti, futbol, basketbol alanı ve lojmanlar bulunmaktadır.
Yurtlarda 4 ve 6 kişilik odalar, etüt odaları, TV salonu ve belletmen odaları vardır.
Son yıllarda YGS/LYS ortalamalarında Türkiye genelinde ilk 3 te yer almaktadır. Ayrıca okul proje yarışmalarında da çeşitli dereceler kazanmıştır. Öğrenciler arasından aşamalı sınavlarla seçilen olimpiyat takımları ile birçok başarı elde etmektedir. Yine Ankara Fen Lisesi ODTÜ Matematik Topluluğu tarafından düzenlenen liseler arası matematik yarışmasında 3 aşama ve final yarışmalarının 4 ünde birden birincilik alarak Ankara birincisi olmuştur. Okul öğrencilerinin son yıllarda kazandığı birçok madalya mevcuttur. Mezunlarının büyük çoğunluğu Türkiye'nin önde gelen üniversitelerine kolayca yerleşmektedir. Örneğin, 2011 YGS sınavında Türkiye birincisi Mahmut Bilal Doğan ve 2014 YGS sınavında 3 dalda Türkiye Birincisi Ertem Nusret Taş Ankara Fen Lisesi mezunudur.
TÜBİTAK Ulusal Bilim Olimpiyatlarında da Türkiye'de önemli dereceler almışlardır. Ankara Fen Lisesi, ulusal ve uluslararası olimpiyatlarda son yıllarda adından başarılarıyla sıkça söz ettirmektedir. 2014 yılında uluslararası alanda Ertem Nusret Taş fizik olimpiyatında gümüş, Mahmut Esat Yıldız ise biyoloji olimpiyatında gümüş madalya almışlardır. Ulusal olimpiyatlarda da Mert Kayaalp 2013 ve 2014 yıllarında iki gümüş madalyayla bu başarıya örnek gösterilebilir.
Kültürel-Sportif: Ankara Fen lisesi öğrencileri bulundukları her platformda aldıkları derecelerle kültürel ve sportif açıdanda donanımlı olduklarını kanıtlamışlardır. Her yıl ulusal ve bölgesel basketbol, voleybol, satranç müsabakalarında birçok başarılar elde etmiştir.
Yukarıdan görüldüğü gibi Ankara Fen Lisesi öğrencileri bilimsel arenada başarılı oldukları kadar kültürel-sosyal müsabakalarda da başarılıdırlar. Yine okul mezunlarından MIT, Caltech gibi Amerika'nın gözde üniversitelerinde öğretim elemanı olarak çalışanları vardır.
Okulun öğrencilerinin tamamına yakını yatılı olduğu için okulda birçok aktivite rahatlıkla yapılabilmektedir. Ayrıca öğrenciler yalnız hayata 14'lü yaşlarda atılarak büyük bir hayat tecrübesi kazanmaktadır.
Geziler: Okulda her yıl, talebe bağlı olarak İstanbul, Çanakkale, Bursa ve Ankara içi geziler düzenlenmektedir.
Turnuvalar: Her öğrenim döneminde öğretmen-öğrenci ve personelin katılımıyla basketbol, futbol, voleybol, satranç turnuva |
ları düzenlenmektedir.
Bahar Şenliği: Baharın gelişi okul bahçesinde türlü oyunlar, yarışmalar ve eğlenceli etkinliklerle kutlanır.
Şiir ve Tiyatro Günleri: Her dönem birkaç defa öğrencilerin düzenlediği şiir ve tiyatro günleriyle öğrenciler bütün bir yılın stresini atmaktadır.
Konferans ve Sunumlar: Okulun salonunda öğretim üyelerinin de katılımıyla yapılan konferans ve sunumlar öğrencilere daha lisedeyken bilimsel olarak bir temel kazandırmaktadır.
Konserler: Okulda bazı özel günlerde müzik kulübünün üyeleri öğrencilere yeteneklerini sergilemektedir.
Kulüpler: Okulda tamamen öğretmen tabanlı 15'e yakın kulüp çalışmalarına devam etmektedir. Bu Kulüplerden bazıları şöyledir: Kültür Edebiyat Yayın ve İletişim Kulübü, Spor Kulübü, Müzik Kulübü, Kütüphanecilik Kulübü, Gezi, Tanıtma ve Turizm Kulübü, Havacılık Kulübü, Bilim, Fen ve Teknoloji Kulübü, Tiyatro Kulübü, Çevre Koruma Kulübü, Denizcilik Kulübü, Satranç Kulübü, Fotoğrafçılık Kulübü,
Osman Kavuncu
Osman Kavuncu, 1918 Kayseri doğumlu olup, 9 Eylül 1950 - 7 Şubat 1954 ve 7 Şubat 1954 - 17 Eylül 1957 tarihleri arasında, iki dönem Kayseri Belediye Başkanlığı yaptı.
1957 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Kayseri milletvekili olarak Meclis’e girdi. 1960 askeri harekâtından sonra Yassıada’da yargılandı ve hapis cezasına çarptırıldı. 11.Kasım.1966'da vefat etti.
Bedenî arızası nedeni ile kambur olarak anılan Kavuncu'nun belediye başkanlığı yaptığı dönemin izleri şehirde görülür. Şehir merkezinde kendi ismini taşıyan bir mahalle, bir cadde ile bir geçit, sanayi sitesi ve yazlarını geçirdiği Eğribucak bağ evinin yakınında kendi yaptırdığı Cami vardır.
İyi derecede saz çalardı. "Asmalar da kol uzatmış dallere" gibi birçok Kayseri türküsünü derleyerek, Türk halk müziği repertuvarına girmesini sağlamıştır.
HIM
HIM ("His Infernal Majesty"), 1991 yılında Ville Valo, Mikko Lindström ve Mikko Paananen tarafından kurulmuş bir rock grubudur. Daha önceleri grubun açılımını "His Infernal Majesty" olarak açıklayan grup, Satanist imajı yaratmamak için bu açılımı kullanmamaktadır.
Grubun "Heartagram" adlı sembolü kalp ve pentagram sembollerinin birleşiminden meydana gelmektedir.
HIM vokalist ve kurucusu Ville Valo'ya göre hertagram aşk ve ölümü simgeliyor. Nefret ve aşk'ın dengesi, hayatın içinden iki önemli bölüm, bu iki önemli bölüm aynı zamanda Valo'nun şarkıları arasında gerçekten önemli bir yere sahip. Bu sembol kimi HIM fanatikleri arasında dövme olarak da kullanılmaktadır.
Heartagram bir yanlış anlama yoluyla satanizm ile bütünleştirilebiliyor. Ancak, Ville Valo bunun yalan olduğunu belirtiyor. Heartagramda ters yıldız oluşu, kalbin oluşmasını sağlıyor.
Grup aslında kariyerine Kiss, Type O Negative, Danzig, Black Sabbath ve Depeche Mode gibi grupları coverlayarak başladı. 1991 den 1995'e kadar askerlik dolayısı ile eleman değişikliğine giden grup, nihayetinde 3 as elemana (Ville, Linde, Mige) Burton ve Gas‘ın da dahil olması ile beraber ana ve kemikleşmiş kadroyu oluşturdular.
HIM, 20 Kasım 1997'de ilk uzun stüdyo albümleri olan Greatest Lovesongs Vol . 666'yı Finlandiya' da yayınladı. Albümde 7 parçaya ek olarak Chris Isaak'ın kült şarkısı "Wicked Game" ve Blue Öyster Cults'un "Don't Fear The Reaper" şarkılarının HIM tarafından yorumlanmış versiyonları bulunuyordu. Ayrıca bu albümden 4 single yayınlandı.
Özellikle kendi ülkeleri Finlandiya'da iyice ünleri artarken Razorblade Romance adında ikinci albümlerini yayınladılar. Albümden çıkan ilk single olan Join Me In Death grubun Avrupa'da büyük bir şöhret kazanmasını sağladı. Single Alman müzik listelerine 1 numaradan girerken albüm de 500.000 kopya satmayı başardı. Join Me In Death'den sonra Right Here In My Arms ve Gone With The Sin single olarak yayınladı ve bu singlelar da Avrupa'nın birçok ülke listelerinde büyük başarılar elde etmeyi başardı. Join Me In Death'in ölümle değil aksine Romeo ve Juliet hakkında olduğunu söylerken sözlerine şu cümleyi de ekliyorlar: ""Albüm bu kadar başarı kazandığı zaman bizim bu başarıyı kutlamak için bir şişe şampanya alcak bile paramız yoktu.""' Albüm Hiili Ve John Frayer tarafından ayrı ayrı iki kez kaydedilmiştir. Fakat Hiili' nin prodüktörlüğünü yaptığı albüm yayınlanmamıştır.
2001 senesine gelindiğinde üçüncü albümlerinden önce HIM üyeleri yeni bir grup kurdular. "Daniel Lioneye and The Rollers" adındaki grup aynı zamanda gitarist Linde‘nin solo projesiydi. Albümdeki elektro gitarları ve vokalleri üstlenen Linde takma isim olarak da Daniel Lioneye‘ı kullandı.
Albüm daha çok blues hard rock tarzındaydı ve albümdeki şarkılar seks, alkol ve rock 'n roll temalıydı. Mige Amour‘un basları Ville Valo‘nun Baterileri ve Hiili‘nin (GLS VOL.666 ve Love Metal albümlerinin prodüktörü) klavye ve mix‘leri üstlendiği albüm 2001 yılında “The King Of Rock 'N Roll“ adında yayınlandı. Albüm ticari bir başarı yakalayamadıysa da kült olarak adından söz ettirdi .
Daniel Lioneye Projesinden sonra HIM 2001 ağustosta Deep Shadows And Brilliant Highlights albümünü yayınladı. Albüm aynı zamanda yeni klavyeci Emerson Burton ile kaydedilen ve grubun günümüzdeki kadrosuyla birlikte kaydettiği ilk albüm olma özelliğine sahiptir. DSABH Finlandiya müzik listelerine 1 almanya müzik listelerine de 2 numaradan giriş yaptı. Albümden Pretending, In Joy And Sorrow ve Heartache Every Moment & Close To The Flame (ikisi bir arada) olmak üzere 3 single yayınlandı .
2002 yılında Razorblade Romance albümü tekrar basılarak Amerika Birleşik Devletleri'nde satılmaya başlandı. Fakat grup, ülkede kendi isimleriyle satış yapamadı. Çünkü Amerikalı başka bir grup HIM isminin haklarını satın almıştı ve kullanıyordu. Bu yüzden sadece bu albüm için grup ismini HER olarak değiştirdi. Fakat HER adı altında basılan bu albüm sadece 5000 adet satabildi.
14 Nisan 2003'te Love Metal albümü yayınlandı. Love Metal aynı zamanda kapağında Ville Valo'nun resminin olmadığı ilk albümdü. Kapakta bulunan altın rengindeki Heartagram grubun işaretinin daha iyi tanınmasını sağladı. The Funeral Of Hearts albümden çıkan ilk single oldu ve Amerika Birleşik Devletleri listelerine 15, Alman listelerine de 3 numaradan başarılı bir giriş yaptı. Daha sonra Buried Alive By Love ve The Sacrament Single'ları yayınlandı.
Grup, ABD'de ve dünya çapında profesyonel kaykaycı ve MTV'nin program serilerinden Viva La Bam'ın yapımcısı Bam Margera'nın Heartagram işaretini tasarladığı ve yaptığı programlarda kullanmasından ötürü iyice tanınmaya başlandı. Daha sonra Margera, "Buried Alive by Love" ve "The Sacrament" kliplerini yönetti. Aynı zamanda "Buried Alive By Love" Klibinde ünlü aktris ve müzisyen Juliette Lewis de oynayarak gruba destek oldu. 2003 yılında "Download Festival"de çalma fırsatı bulan HIM diğer birçok festivalde de headliner olarak sahne aldı.
Beşinci stüdyo albümleri Dark Light 2005 yılının Eylül ayında yayınlandı. Albüm Billboard Top 200 albüm listesinde 20. sıraya kadar yükseldi. Albümden Wings of A Butterfly, Killing Loneliness ve Vampire Heart olmak üzere 3 single yayınlandı. Ayrıca bu single'ların birer de özel vinyl şeklinde plakları yayınlanmış bulunmakta. 2005'in yazında grup Download Festival'de Black Sabbath ve Velvet Revolver gibi grupların öngrubu olarak çalma fırsatı buldu.
Dark Light; HIM'in şimdiye kadar ABD müzik listelerinde gösterdiği en büyük başarıya sahip olan albüm olma özelliğine sahip. Ekim 2006'da official siteleri olan Dark Light temalı heartagram.com'a ABD'deki RIAA ajans tarafından altın sertifika verildi. Aynı zamanda Dark Light ile gösterdikleri başarının ödülü olan 500.000 albüm satışı dolayısıyla ABD'de altın sertifika kazandılar. Bu daha önceden Finlandiyalı bir grubun ABD'de kazandığı ilk ve tek altın sertifikadır.
Altıncı stüdyo albümleri Venus Doom, 17 Eylül 2007 tarihinde yayınlandı. Albümden ilk olarak Kiss of Dawn daha sonra da Bleed Well adından iki single çıktı. Albüm daha önceki albümlere göre daha sert gitar ritimlerine sahip. Albüm çıktıktan bir yol sonra ise grup yönetmenliğini Meiert Avis'in yaptığı Digital Versatile Doom adında içinde Los Angeles Orpheum Tiyatrosu'nda düzenlenmiş kapalı bir konser kaydı bulunmaktadır.
HIM'in yedinci stüdyo albümü olan bu albüm 2010 Şubat ayında yayınlandı. Albümden ilk olarak Heartkiller single olarak çıktı. Ville Valo verdiği röportajda albümün kendileri açısında deneysel bir albüm olduğunu ve bir olgunlaşma sürecine girdiklerini belirtmiştir. Fakat albüm diğer HIM albümleri kadar rağbet görmemiştir.
Çeşitli problemler yaşayan grup, uzun bir aradan sonra sekizinci stüdyo albümlerini çıkartacaklarını duyurdular. Albümün yapımcılığını Tim Palmer üstlendi. Albüm 26 Nisan 2013 tarihinde Finlandiya'da, 29 Nisan'da Birleşik Krallık'ta, 30 Nisan'da Amerika Birleşik Devletleri müzik marketlerinde yerini aldı. Ayrıca Tears on Tape albümünden 5 Nisan 2013 tarihinde bir de single yayınladı.
Stüdyo albümlerine ek olarak grup birkaç derleme yayınladı. Örnek olarak Love Metal Archives Vol.1 DVD‘si, 10 CD'lik bir Single Collection ve de en iyi şarkılarının bulunduğu And Love Said No adında bir best of yayınladılar. HIM, Kasım 2006'da akustik derleme albüm Uneasy Listening Vol.1'ı yayınladı. Valo İngiliz dergisi Kerrang ile yaptığı röportajda yeni albüm için hazırlıklara başladıklarını ve yeni stüdyo albümünün büyük ihtimal 2007 Eylül ve Kasım ayında çıkacağını belirtti. En son olarak da değişik remixlerin ve konser parçlarının yeraldığı Uneasy Listening Vol.2'de yayınlandı. 2012 yılında grup 20.yılını kutladığı XX Two Decades of Love Metal albümünü yayınladı. Albümde eski şarkılarının yanı sıra bir tanede "Strange World" adında cover bulunmaktadır.
1991 – Ville Valo / Vokal
1991 – Linde Lindström / Gitar
1991 – Mige Amour / Bas
1999 – Gas Lipstick / Bateri
2001 – Emerson Burton / Klavye
Antto Einari Melasniemi — Klavye (1995-1998)
Zoltan Pluto — Klavye (1998-2000)
Juippi — Bateri (1991-1992)
Tarvonen — Bateri (1992-1995)
Pätkä — Bateri (1995-1999)
Oki — Ritm Gitarlar (1992-1996)
Ville Valo
Ville Hermanni Valo (22 Kasım 1976; Helsinki, |
Finlandiya) HIM (His Infernal Majesty) grubunun solistidir.
Valo, Kari adındaki Fin baba ve Anita adındaki Macar anneden, Helsinki yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Vallila'da dünyaya geldi. Jesse Valo adında, Thai Box ile uğraşan ve Iconcrash'da bas çalan kendisinden 8 yaş küçük bir kardeşi vardır. Doğumundan bir süre sonra gençliği boyunca yaşadığı Oulunkylä'ye taşındılar. Küçük yaşlarda sahip olduğu köpeği Sami öldükten sonra astım oldu. Müziğe olan ilgisi çocuk yaşlardayken vardı, müziğe attığı ilk adım ise 3 yaşında bongo davulu çalmayı öğrenmesi ile başladı. 9 yaşına geldiğinde Helsinki'de bulunan pop ve jazz konservatuvarına katıldı. Anne ve babası onun müziğe olan ilgi ve yeteneğini fark ederek onu Tapio Rautavaara ve Rauli Badding Somerjoki gibi popüler Fin müzisyenlere yönlendirdiler. Kuzeni onu daha ağır bir müzik yapan Kiss, Black Sabbath ve Iron Maiden ile tanıştırdı.
Daha önce taksi şoförlüğü yapan babası daha sonra sex shop açtı ve Ville müzik kariyerine başlamadan önce bazı zamanlarını burada çalışarak geçirdi. Reggae, blues ve country-orient gibi müzik türlerine ilgiliydi. Johnny Cash, Roy Orbison ve Neil Young'dan feyz almıştır. 7 yaşında kendisine hiperaktif teşhisi kondu. Küçük yaşlardan beri Valo'nun hevesi müzik içindi ve de daha aktif bir form alarak farklı Helsinki temelli B.L.O.O.D. (1986-89), Eloveena Boys (1987-88), Kemoterapia (1989-97) gibi gruplarda yer aldı. Ville Valo'nun ve grubu HİM'in Amerika ve dünya çapında daha çok tanınmasını Amerikalı profesyonel kaykaycı Bam Margera sağlamıştır. Bam Margera HİM'in ve Ville Valonun büyük hayranıdır. Hatta kimi dövmeleri Ville ile aynıdır ve Buried Alive By Love, Sacrement gibi kliplerin yönetmenliğini Bam Margera yapmıştır. Ville Valo da Bam Margeranın Viva La Bam, Jackkas number two, Where the fuck is Santa? gibi film ve realty showlarında görülebilmektedir. Bam Margera aynı zamanda HİM grubunun logosu Heartagram'ın da tanınmasını sağlamıştır. Ville Valo Heartagramı 19 yaşında bulmuştur ve grubun simgesidir. Kalp ve Pentagram'ın birleşiminden oluşmuştur, aşk ve ölümü simgeler, bu duyguların hayatımızda iç içe olduğunu göstermektedir, HIM fanlarınca çoksık kullanılmaktadır. Ville Valo aynı zamanda Bam Margera'nın abisi Jess Margera'nın bateri çaldığı CKY grubuylada iyi arkadaştır ve Jess Margera ile tura da çıkmıştır.Ayrıca Ville Valo Amerikalı dövme sanatçısı Kat Von D ile de çok iyi arkadaştır. Birçok dövmesi Kat Von D. tarafından yapılmıştır. Özellikle 2000 yılları başlarında çok fazla içki içen Ville Valo 2007 yılında rehabilitasyona giderek vücudunu alkolden arındırmıştır. Günde dört pakete yakın sigara içmekteydi fakat Şubat 2011 de bıraktığı söylendi.
Ville Valo birçok Finlandiyalı Rock grubu ve başka santçılar ile düetler yapmıştır. Ville Valo Love Metal türünü yaratan kişidir.Love Metal'in nasıl ortaya çıktığına dair birçok söylenti vardır fakat Ville Valo bunu şöyle açıklamıştır "İlk albüm anlaşmamız için plak şirketi yaptığımız müzik türünü sordu biz hiçbir şey söyleyemedik çünkü ne yaptığımızı bilmiyorduk ve hadi kendi müzik türünü icat edelim dedik ve şarkılarım hep aşk ile ilgili olduğu için Love Metal dedik. Love Metal böyle oluştu".
Aşı
Aşı aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Sidney
Sidney (; ), Avustralya'daki en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Ülkenin ekonomik dahil her açıdan merkezi olmasına rağmen başkenti değildir. (Başkent Canberra'dır.) Jackson Limanı'nın kıyılarında kurulmuştur.
Sidney Botany Körfezi ile Pittwater arasında yaşayan Darut kabilesinin anayurdu olarak bilinmektedir. Bu sebeple burada tarih öncesinden kalma çok sayıda yerleşmeler bulunmakta; yer isimlerinin de çoğu bu eski yerleşmelerden gelmektedir.
Sidney'de yaşam 1778 yılında bir sömürge kolonisi olarak başlamış ve şehir altmış yıl boyunca İngiliz toplumunun istenmeyen, suçlu kişilerini barındırmıştır. Bu kötü başlangıca rağmen Sidney şu anda dünyaca ünlü bir kültür ve sanat merkezi hâline gelmeyi başarmıştır.
Sidney'in orijinal yerlileri, buraya 18. yüzyılda gelen İngiliz askerleri tarafından zorla yerlerinden edilmişlerdir. Yerli halkın büyük bir kısmı İngiliz birlikleri tarafından katledilmiş, geri kalanların önemli bir kısmı ise genelde kötü çalışma şartlarından kaynaklanan hastalıklar nedeniyle kalabalık topluluklar şeklinde ölmüşlerdir.
1788 yılı Ocak ayında Sidney'e gelen İngiliz donanması komutanı James Cook'un önerisiyle şehre İngiltere'nin aşırı kalabalık hapishanelerinden 759 adet suçlu getirilmiştir. Bu İngiliz donanmasının yerleşmesi sayesinde, körfezin kuzeyinde bugünkü Sidney kenti gelişmiştir.
Avustralya'nın başkenti olmamasına rağmen, Sidney birçok açıdan ülkenin en önemli kenti sayılır. Bu açılardan biri de gece hayatının renkliliğidir. Sidney'de gece hayatı hiç bitmez. Ulaşım için gereken otobüs seferleri gece boyunca da devam etmektedir.
Avustralya'nın en eski şehri olan Sidney; kültürü, dünyanın en büyük doğal limanı olan Sidney Limanı ve sahilleriyle gidilebilecek en güzel turistik şehirlerden biri olarak kabul edilmektedir.
2000 Dünya Yaz Olimpiyatlarına da ev sahipliği yaparak popülaritesini biraz daha arttırmış ve kendinden söz ettirmeyi başarmıştır.
Uzun yıllar boyunca şehrin gemicilik merkezi olan Circular Rıhtım'da bulunur ve 20. yüzyılın en ünlü ve değişik yapılarından kabul edilir. Operaya ilgi duymayanları bile ilginç mimarisiyle kendisine çekmeyi başarmıştır. Mevsimlik opera gösterimlerinin yanında; bale, tiyatro, film ve klasik müzik performanslarına da ev sahipliği yapmaktadır.
2003 Pritzker Mimarlık Ödülü'ne Sidney Opera Evi değer görülmüştür.
Sidney'i ve Avustralya'yı simgeleyen en önemli yapılardan biridir. Resmî olarak 19 Mart 1932 tarihinde açılmıştır ve o tarihten bu yana çeşitli onarımlarla yenilenmiştir.
Köprü 503 m açıklığı ile çelik kemer sisteminin en büyük açıklıklı köprüleri arasındadır. Köprü aynı zamanda enine kesitte en geniş köprü olma unvanına sahiptir.
Ziyaretçilere açık olan gözlem kısmı, yerden 305 m yüksekliktedir. Bir alışveriş merkezinin üzerinde konumlanmıştır.
Avrupalıların Avustralya'ya yerleşmelerinin 200. yılına rastlayan 1988 senesinde yeniden düzenlenmiştir. Sidney Eğlence Merkezi, Sidney Çin Bahçeleri, Tumbalong Parkı, Ulusal Deniz Müzesi ve Sidney Akvaryumu gibi çeşitli binaların bulunduğu alandır. Şehir merkezinin batı kısmında yer alır.
Uygar Abacı
Uygar Abacı, İstanbul Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü'nü bitirdikten sonra, Middlesex Üniversitesi'nde Modern Avrupa Felsefesi programından yüksek lisans derecesi almıştır. Kant, Hegel, Marx, Heidegger ve şans kuramı üzerine çalışmalar yapmıştır. Halen Boğaziçi Üniversitesi ve Upenn'de eşzamanlı felsefe doktorasına devam etmektedir. Kant ve onto-teoloji uzerine çalışmaktadır.
Mehmet Ali Ağaoğulları
Mehmet Ali Ağaoğulları 1950 yılında Edirne'de doğdu. Saint Joseph Erkek Lisesi'nden sonra Strazburg Institut de l'Etude Politique'i bitirdi (1973). Aynı yıl Paris'teki Sorbonne Üniversitesi'nde yüksek lisans çalışmalarına başladı. 1979'da aynı yerde "Doctorat d'Etat" (devlet doktorası) derecesini alan Ağaoğulları, siyasal teoriler bilim dalında 1987'de doçent, 1993'te de profesör oldu. 1980 yılından başlayarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Siyasal Düşünceler Tarihi" dersleri vermiş, Nisan 2017 tarihinde emekli olmuştur. Kendisine yapılması planlanan emeklilik töreni rektör tarafından engellenmiş, tören fakülte yerine Mülkiyeliler Birliği'nde yapılmıştır.
Ruhr bölgesi
Ruhr bölgesi Almanya'nın Kuzey Ren-Vestfalya eyâletinde bulunan, 5.3 milyonluk nüfusu ve 4.435 km²'lik alanıyla Almanya'nın en büyük metropolitan yerleşim merkezidir. Duisburg, Mülheim an der Ruhr, Essen, Gelsenkirchen, Bochum, Oberhausen, Bottrop ve Dortmund bu bölgenin belli başlı merkezi kentleridir. Ruhr bölgesi halk arasında "Pott" veya "Kohlenpott" olarak da anılır. Yakın bir zamana kadar esas gelir kaynağı kömür ve çelik üretimininden sağlanan bölge, bugün ise Almanya'nın Bilişim Teknolojisi (IT), lojistik ve alternatif enerji merkezidir.
Ayfer Akansel Altay
Ayfer Akansel Altay (d. 1959, Ankara), Türk çevirmendir.
İlk, orta ve liseyi TED Ankara Koleji'nde okudu. Üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde 1980 yılında tamamladı. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu'nda İngilizce okutmanı olarak görev yapmaya başladı. Bu arada Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nda 1983 yılında masterını, aynı bölümde 1988 yılında doktorasını tamamladı. 1987 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Mütercim Tercümanlık Bölümü anabilim dalı başkanı olarak görev yapmaktadır.
İnternet soketi
Soket, TCP/IP'de, veri iletişimi için gereken iki bilgi olan IP adresi ve port numarasının yan yana yazılmasıyla oluşan iletişim kanalıdır. Örneğin, 192.168.1.1 makinesine 23 numaralı porttan yapılmış olan bir bağlantı 192.168.1.1:23 şeklinde yazılır.
Aynı zamanda, programlamada bir makineye bağlantı açıldığında buna "soket açma" denir. Bir soket açılınca, sistem programcıya IP adresi ve port numarasını verdiği için bu isimlendirme ortaya çıkmıştır.
Uygulama servisi olan bilgisayarlar başlangıçta soketleri dinlemeyi kurarlar. İletişim halindeki sistemler arasında bir bağlantı kurulduğunda, her bir bağlantı için bir soket oluşturulur. İşletim sistemi gelen IP paketlerini soket adresine göre uygun uygulama veya servise yönlendirir.
Osman Akınhay
Osman Akınhay, (d. 1960, Ödemiş), Türk yazar, çevirmen.
1976'da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne, 1980'de hapse girdi. İçeride çevirmenliğe başladı. 70 kadar kitap çevirdi. Gün Ağarmasa (2002)ve Ölüme Bakmak (2005) adlı iki romanı; Piyasa Sosyalizmi tartışması (1991) ve Özcan Özen'le birlikte hazırladığı Çeçenistan: Yok sayılan ülke (2002) ve Dünyanın Bütün Sokakları İsyanda (2003) başlıklı üç derlemesi var." Mesele Kitap" isimli yeni bir derginin editörlüğünü yapmaktadır.
Aşı (tıp)
Aşı, hastalıklara karşı bağışıklık s |
ağlama amacı ile insan veya hayvan vücuduna verilen, zayıflatılmış hastalık virüsü, hastalık etkeninin parçaları veya salgıları ile oluşturulan çözeltidir.
Mikroplar veya virüslerce oluşturulan hastalıklara karşı vücut, bağışıklık sistemi ile yanıt verir. Bağışıklık sisteminin hastalık etkeni vücuda girmeden, yani hastalık gelişmeden, etkeni tanıması ve onu yenecek yanıtı geliştirmesi (Örneğin vücudun gerekli antikoru üretmesi), aşılamanın temel ilkesidir. Bu amaçla hastalık yapma yetisi azaltılmış hastalık etkeni, tüberküloz (BCG) aşısında olduğu gibi, kullanılabilir.
Tüm hastalık etkenleri için hastalık yetisi azaltılmış mikro organizma bulunamayacağı için, etkenin dış kılıfı gibi parçaları ya da salgıladığı maddeler, difteri (DBT) aşısı gibi, kullanılabilir.
Aşı, özellikle küçük çocuklara her ne kadar korkutucu ve ürkütücü görünse de aşı sağlık içindir, aşırı veya fark edilemeyecek kadar etkisiz virüsler, salgınlar vb. için hem çok önemlidir hem de faydalı bir önlemdir.
Darkwood Sakinleri
Darkwood Sakinleri, çizgi roman kültürü dergisidir.
Dergi Aşkın Güngör, Ayhan Öztürk, Ali Düzgün, Habip Faysal Kemerizlioğlu, Hakan Alpin, Hüsnü Çoruk, K. Ertan Sevgi, Kemal Kulaoğlu, Kenan Kablan, Metin Demirhan, Melih Tarı, Zeynep Akkuş'tan oluşan, çizgi romana ilgi duyan bir grup genç tarafından çıkarılmaktaydı. Derginin ilk sayısı 1994 yılında çıkmıştır.
Derginin içeriği çizgi roman araştırmaları, denemeler, yerli ve yabancı çizgi romanlardan oluşmaktaydı.
Türkiye'de çizgi romanın sanatsal ve kültürel bir birikime yönlendirilmesi ve bu doğrultuda bir altyapı oluşması amacıyla yola çıkan dergi periyodsuz olarak yayımlanmıştır. Toplam olarak 12 sayı süren macerasını 2003 yılında noktalamıştır.
Kölelik
Kölelik, bir insanın başka birinin malı ve mülkü olması. Başka bir kişinin malı ve mülkü olan kişiye köle, memlûk veya kul; köle sahibine ise efendi veya mevla denir. Bazı durumlarda uşak ve hizmetçi de köle anlamına gelir. Kadın kölelere cariye denir.
Hürriyetine sahip olmayan, başkalarının hükmü altında bulunan ve para ile alınıp satılan kişiler köle olarak adlandırılmıştır. Köle kelimesi yerine Türkçede bazen kul, bende, halayık, esir ve kadın köle için de cariye veya odalık tabirlerinin kullanıldığı görülmektedir.
Çok eski tarihlerden beri savaşta esir düşenler, ağır suç işleyenler, borcunu ödeyemeyenler, korsanlar tarafından kaçırılanlar köle kabul edilir, köle pazarlarında satılırdı.
Erkek kölelerin çocukları da köle olur. Cariyelerin efendilerinden oğulları Yahudi ve Arap toplumları gibi bazı toplumlarda köle kabul edilmemişlerdir. Ziraat ve ticaretle uğraşan bütün toplumlarda köleliğin çeşitli şekillerine rastlanmaktadır. Mezopotamya’da, eski Mısır’da Yunan’da, Roma’da, İslam öncesi İran, Orta Asya ve Anadolu’da yaşayan kavimlerde kölelik son derece doğal sosyal bir olgu olarak kabul edilirdi.
İlk kanunlar İngiltere’de ve ABD’de 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1807 yılında çıkarılmış, daha sonra diğer Avrupa devletleri onları izlemişti. Avrupa'da İngiltere'den sonra köleliği ilk kaldıran Osmanlı İmparatorluğu'dur. Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847’de bir fermanla yasaklanmıştır. 1926’da Milletler Cemiyeti bütün dünyada köleliği yasaklamış, daha sonra Birleşmiş Milletler de bu hükmü teyid etmiştir.
Kölelik, Orta Çağ’ın bitimine değin, Batı toplumunun iktisadî ve sosyal açıdan ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Batı dünyasında; feodalizmin tarih sahnesinden çekilerek yerini burjuva ekonomik sistemine bırakmaya başladığı ana kadar kölelik kurumu, emek veriminin düşük ve teknik imkânların son derece kısıtlı olması sebebiyle en önemli üretim aracı olagelmiştir. Son derece ağır şartları haiz olan köle hayatında ancak 19. yüzyıl sonlarından itibaren bir miktar düzelme meydana gelmiştir.
İslamiyet'ten önce de Arap Yarımadası'nda yüzyıllardır mevcut olan kölelik sisteminin şekli İslamiyet'in var olması ile daha çok askeri ve dini bir boyut kazanmıştır. Kur'an kölelerin hak ve hukuku ile ilgili birçok hususu açıklığa kavuşturup kesin hükümlere bağlamıştır.
İslamiyet köleliği yasaklamamıştır. Bununla beraber köle edinmeyi zorlaştırmış ve kölelerin azad edilmesini teşvik etmiştir. Örneğin kazara bir Müslümanı öldüren kimsenin Müslüman bir köle azad etmesi emredilmiştir . Yalan yere yemin edenlere on yoksulu yedirip giydirmek veya bir köle azad etmek emredilmiştir. Buna gücü yetmeyenin ise 3 gün oruç tutması gereklidir . Ayrıca Muhammed bir hadisinde şöyle demiştir: ""Kim kölesini döverse, onun cezası kölesini âzad etmekle yerine getirilir"" . Ayrıca Sahibinden çocuğu olan bir köle, sahibinin ölümü ile özgür duruma gelir.
İslam'a göre bir Müslüman çok sayıda cariyeye diğer bir deyişle kadın kölelere sahip olabilir ve Müslüman bir erkeğin bu cariyelerle nikahsız ilişkileri helal sayılır . Cariyelere, hür kadınlara uygulanandan farklı hukuk uygulanmaktadır. Örneğin bir cariyenin fuhuş yapması halinde ceza olarak cariyeye, hür kadınlara uygulanan cezaların yarısı uygulanır .
İslam hukukuna göre bir köle veya cariye, efendisine belli bir özgürlük bedeli ödemek koşuluyla özgür kalabilir. Köle veya cariyenin efendisine ücret ödemesi ile özgür kalmasına mükatebe denir ve Kur'an-ı Kerim'de Nur suresinin 33. ayetinde bu husus kısmen detaylandırılmıştır .
İslam'la birlikte borç veya zaruret nedeniyle birini köleleştirmek ortadan kalkmış, kölelik edinme yöntemleri sadece savaşa indirgenmiştir. .
Osmanlı'da köleliğe Osman Bey zamanında da rastlanmakla beraber, kölelik kurumu Orhan Bey zamanında yerleşmiştir. Osmanlı devletinde köle kaynakları genel olarak iki ana başlık altında toplanmaktaydı.Bunlardan birisi savaşlar diğeri de ticaret yoluyla ortaya çıkan kölelikti. Haremin ortaya çıkması ise Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmiştir. Bunda artan fetihler ve genişleyen topraklar önemli bir rol oynamaktaydı. Bu tarihlerden sonra kölelik ve bununla birlikte köle ticareti Osmanlı Devleti'nde yerini alıyor ve köle ticareti devletin de dolaylı olarak destek verdiği bir uygulama oluyordu. Ancak ilerleyen yıllarda kölelerin belirli bir çalışma süresi sonunda azat edilmesi, kölelerin evlenme haklarının sahiplerince karşılanması gibi düzenlemelerle, köle ticaretini kısıtlamaya ve kölelere yapılan kötü muameleleri önlemeye çalıştı. Bu amaçlarla birçok ferman yayınladı. Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847'de yayınlanan ferman bunların en önemlisidir ve bu fermanla köle ticareti resmi olarak kaldırılmıştır. Ancak uygulamanın önüne ancak imparatorluğun son yıllarında geçilebilmiştir. Osmanlı'dan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti de köleliğe ilişkin bütün uluslararası antlaşmaların altına imza atmış ve Türkiye Cumhuriyeti'nde kölelik hiçbir zaman olmamıştır.
Manisa Tarzanı
Manisa Tarzanı, resmî kayıtlara göre Ahmeddin Carlak ya da kendi ifadesi ile Ahmet Bedevi (d. 1899 Samarra, Osmanlı İmparatorluğu - ö. 31 Mayıs 1963 Manisa, Türkiye) Kerkük kökenli bir Türkmen. Kurtuluş Savaşı'ında savaştığı için İstiklal Madalyası sahibidir. Hayatını Manisayı tüm Türkiyeye örnek olacak şekilde ağaçlandırmaya adamış ve yaşadığı süre boyunca binlerce ağaç dikmiştir. Spil Dağı'nda yaşayan ve Manisa sokaklarında üzerinde sadece şort ile dolaşan Ahmeddin Carlak'a halk 1934 yapımı Tarzan filmi Manisa sinemalarında gösterime girdikten sonra yaşamını bu filmle özdeşleştirerek Manisa Tarzanı adını takmıştır. 1963 yılında hayatını kaybedince Manisa halkınca bir efsaneye dönüştürülmüş, ilde birçok heykeli dikilmiştir. Her yıl ölüm yıldönümü olan 31 Mayıs gününde Manisa'da hatırası için törenler düzenlenir.
Türk Ordusu'nda hem I. Dünya Savaşı, ardından hem de Kurtuluş Savaşı' na katılır. Ancak Kurtuluş Savaşı'ndan hemen önce, Kafkas Cephesi'nde Kâzım Karabekir Paşa'nın komutası altında er olarak olarak görev alır.
Kurtuluş Savaşı' nın ardından Türkiye Büyük Millet Meclisince Kırmızı Şeritli (kurdelalı) İstiklal Madalyası ile şereflendirilir. Her resmi kutlamada göğsüne bağladığı bir palmiye yaprağının üzerine bu madalyayı takar ve tören alanına büyük bir gurur içinde katılır.
Kurtuluş savaşı sonlarında İtilaf Devletleri Ordularını geri çekilişleri esnasında Batı Anadolu'daki her yeri ateşe verir. Alevler öyle kuvvetlidir ki Manisa'nın yemyeşil manzarası katran karasına dönüşür.
Tutkulu bir doğa sevdalısı olarak bu durumu üzüntüyle gören Bedevi, savaş sonrasında Manisa'nın manzarasını tekrar yeşile dönüştürmek üzere burada kalmaya karar verir. Askerlik bitmiştir, ancak ona göre bu vatan için ağaç dikmek yeni bir kutsal görevdir. Azimle mücadele ederek birkaç senede mutlu sona ulaşır.
Yoksul ve yalnız bir yaşam geçirir. 1 Haziran 1933'te 30 lira aylıkla bahçıvan yardımcısı olarak Manisa Belediyesi'nin kadrosuna alınır.
Kendisi de yoksul olduğu halde Belediye'den aldığı aylığı fakirlere yiyecek ve giyecek almak için harcayacak kadar yardımseverdir.
Yaz, kış şortla ve lastik pabuçlarla dolaşır, Sadece üzerine eski gazete sererek kullandığı ahşap bir sedirinin bulunduğu Spil Dağı'ndaki küçük kulübesinde yorgansız, yataksız ve yastıksız uyur.
Tek malvarlığı bunlardır. Yaşamında fazla masrafı olmadığından paraya ihtiyaç duymaz, kazancını fakirler için harcar.
Bir süre sonra saçını ve sakalını uzatmaya karar verir ve görünümünden ötürü halk ona "hacı" demeye başlar. Başkalarının 25-30 dakikada çıkabildiği Spil Dağın'daki Topkale Tepesine o, lastik pabuçlarıyla birkaç dakikada çıkar, kendi saatine göre saat 12:00 olunca muhtemelen askeriye'den kalma eski bir top arabasından 1 el top atışı yaparak saatin 12:00 olduğunu halka da bildirir. Bu yüzden halktan bazıları ona "topçu hacı" da der.
1950 Genel Seçimi'nde bayan bir öğretmenle birlikte Demokrat Parti (DP) (ki aynı adlı filmde bu parti "Ulusal Parti" olarak değiştirilmiş şekilde geçer) lehinde şehirde büyük bir kampanyaya girişir. Tüm şehir onun arkasında DP'ye destek için bir arı sürüsü gibi çalışır. Kampanyaya tüm şehir halkı katılır. Sonuçta DP kazanır.
Manisa Tarzanı 31 Mayıs 1963 yılında hayata gözlerini yumar.
Yaşamıyla iyi bir spor adamı ve gençle |
re iyi bir modeldi. Manisa Dağcılık Kulübü'nün kurulmasında yardımcı olmuştur. Ağrı, Cilo ve Demirkazık Dağlarına Tırmandı. Sinema tutkunu, okumayı seven, yeniliklere açık biriydi.
Her şeyin doğal olanını kullanmayı tercih ederdi. Üzerine sürdüğü güzel kokuları bile özenle seçtiği bitkilerin yağından, kendi eliyle hazırlardı. Hep soğuk suyla duş alarak vücudunu zinde tutardı. Böylesine takdire şayan biriydi.
Makam ve mevkii sahibi olmayı ve ihtiyacından çok para elde etmeyi aklından bile geçirmezdi. Hayatını Manisa'ya ve Manisalılara hizmet etmeye adamıştı.
En ilginç özelliğiyse yetiştirdiği her ağaca ve çiçeğe "çocuklarım" diye hitap edip onlarla dertleşmesiydi.
Bir gün başrolünde Johnny Weissmuller' in oynadığı 1934 yapımı Tarzan filmi Manisa sinemalarında gösterime girdiğinde halk, Ahmet Bedevi'nin yaşamını bu filmle özdeşleştirerek bu kahramanı Manisa Tarzanı olarak anmaya başlar.
Tarih 8 Eylül 1956. Manisa Dağcılık Kulübü öğrencilerinden Engin Kongar Niğde'deki Aladağların Demirkazık zirvesine tırmanırkaen kayalıklardan yuvarlanarak hayatını kaybeder. Kongar bu şekilde ölen ilk dağcımızdır.
Üç yıl sonra Kongarın anısına yapılan bir anıt için açılış düzenlenir ve kalabalık arasında Bedevi de vardır. Bedevi'nin aklına birden nişanlısı Meral'in ölümü gelir. O da Kurtuluş Savaşında Türk Ordusuna katkıda bulunmak üzere gönüllü olarak Bedeviyle beraber cepheye giderken kayalıklardan yuvarlanarak hayatını kaybeder. Bedevi hamle yapsa da onu kurtaramaz.
Bu acıyı tekrar hissederek Kongar'ın gözü yaşlı annesinin yanına gelir ve "Anneciğim üzülme, ben bu anıtın çiçeklerine her gün bakar, onları hiç soldurtmam" dedi.
Manisa Dağcılık Kulübü Kurucularından Haydar AKSAKAL anlatıyor:
"Tarzan'la birlikte Konya'ya gitmiştik. Orada Mevlana Müzesi'ni gezmeye karar verdik. Tarzan, kenti her zamanki gibi şortuyla geziyordu ve müzeye geldiğimizde kapıdaki görevli, onu bu kılığıyla içeri alamayacağını söyledi. İçeri girmek için direnmemiz işe yaramadı. Ancak daha sonra Tarzan, görevliye kapıdaki tabelayı gösterdi. Tabelada Mevlana'nın o meşhur sözü, "Ne olursan ol gel" yazıyordu. Bunun üzerine görevli çok mahcup oldu; özür dileyerek bizi içeri kendisi davet etti.
Tarzan her zamanki gibi Konyada da kılığıyla çok dikkat çekmişti. İnsanlar onu görmek ve ona dokunmak için birbirini eziyor, zaman zaman trafiğin bile aksamasına neden oluyorlardı. Bu nedenle dönemin Konya Valisi şehirde gezmemizi yasaklamıştı ve şehirden ayrılana kadar stadyumda kalmamızı istemişti. Niğde'de de insanların izdihamı yüzünden ezilme tehlikesi atlatıp polise sığındık. Buna rağmen Tarzan insanların arasına çok karışmayan, içe kapanık bir yapıdaydı."
Çıldır Gölü
Çıldır Gölü, Ardahan ve Kars il sınırları içerisinde kalan göl, 123 km alanı ile Doğu Anadolu Bölgesi'nin en büyük tatlı su ve en büyük ikinci göldür. Deniz seviyesinden 1959 metre yükseklikte bulunan gölün en derin noktası 42 metredir. Çıldır Gölü, bir lâv akıntısı ile bir moloz mahrutu tarafından müştereken meydana getirilmiş bir doğal set gölüdür. Birçok dere ve pınarlarla beslenmekte olan gölün tek çıktısı kuzey batısında yer alan Ermenistan sınırında bulunan Arpaçay kolu olan Telek Çayı'dır. En büyük olanı Akçakale harabelerinin yanında yer alan adadır. Göl etrafında çok az bitki örtüsü gelişmiştir ancak gölü çevreleyen otlaklarda yoğun hayvancılık yapılmaktadır.
Yılın dört mevsiminde yapılabilen balıkçılık yöre halkı için önemli bir ekonomik gelir kaynağı teşkil etmektedir. Gölde balıkçılık önemli bir insan aktivitesi olup, kışın buz tutan gölde kalın buz tabakası kırılarak balık avlanmaktadır. Gölde yakalanan en önemli balık türü (aynalı) Sazan (Cyprinus carpio). Ancak kurak geçen mevsimlerde, göl seviyesi hızla çekilmekte ve bu nedenle sazan gibi türlerin üremesi için gerekli sazlıklar daralmaktadır. Bununla beraber, birçok balıkçının yasaklara uymayarak kontrolsüz avlanmaları balık stoklarını olumsuz etkilemektedir.
Gölün sadece kuzey batısında seddeyle ayrılmış bataklık ve sulak çayırlar bulunur. Genelde göl çevresi mera vasıflı olup, sert bölge iklimi tarıma olanak vermez. DSI tarafından gölü beslemek amacı ile yapılan derivasyon tünellerinin hem diğer havzalardaki kirlilik yükünü göle taşıması, hem de hayvancılık açısından çok önemli çayırların kurumasına neden olması mümkündür. Ayrıca inşaatı henüz tamamlanmamış olan Kuzey derivasyonunun Çıldır'ın çok önemli çayırlığı olan Karaçay ovasının ot verimini ciddi boyutta etkilemesi söz konusudur.
Göl ve çevresindeki tarım alanlarında kullanılan tarımsal kimyasalların (özellikle de yüksek oranda azot içeren gübrenin) bilinçsizce ve yörenin ekolojik ve iklimsel koşulları göz ardı edilerek kullanılmasının göl üzerindeki kötü etkileri belirtilmektedir.
Çıldır Gölü için tehdit oluşturmaktadır. Gölde aşırı bir kirlilik gözlenmemesine rağmen yine de artan bir evsel kirlilik göze çarpmaktadır. Adalardaki insan baskısının artması bu alanları kuluçka için kullanan türleri olumsuz etkilemektedir. Yapımı planlanan otel ise yeniden gözden geçirilmelidir. Son yıllarda artan turizmle birlikte insan baskısı artmış ve turistik tesisler inşa edilmeye başlanmıştır.
Göl havzası, göl seviyesine nazaran takriben 200 metre alçak olan Çıldır ovasından nispeten dar olan (genişlik: 2–3 km) doğal bir set ile ayrılmıştır. Bu seddin en büyük kısmı, gölün kuzey doğusunda yükselen Papa Dağı'ndan batıya doğru inmiş uzun eski bir lâv akıntısıdır. Batıda, bu set, gölün batısında bulunan Kısır Dağı'nın Kuzeydoğu yamacından gelen bir moloz mahrutu tarafından tamamlanmıştır. Bu mahrut ile lâv akıntısı arasındaki sınır; Arpa çayı-Çıldır yolunun takip ettiği gölün kenarı boyunca yükselen geçitten geçer. Bugünkü göl havzası ile bugünkü Çıldır ovasının eskiden tek bir depresyonu teşkil etmekteydi. Bu depresyonun akıntısı Çıldır çayı vasıtasıyla Kura Nehri'ne doğru gitmiştir. Yukarda anlatılan lâvların akmasından dolayı, bu havza eskiden (lâv akıntısının cephesi ile Kısır Dağı'nın arasında açık kalmış) dar bir düzlük tarafından iki kısma ayrılmıştır. Kısır Dağı’ndan gelen moloz mahrutunun oluşması ile bu geçit tamamen kapatılarak bugünkü göl havzası Çıldır ovasından izole edilmiş ve böylece bu havza göl haline getirilmiştir. Göl, sonra Arpaçay’ın bir kolu tarafından kapılmıştır. Sonuç olarak Çıldır Gölü, bir lâv akıntısı ile bir moloz mahrutu tarafından meydana gelmiş doğal bir baraj gölüdür.
Gölün ve çevresinin şekillenmesi ve bugünkü durumuna gelmesini ana hatları ile ortaya koymak bakımından sahanın geçirdiği evrimi Tersiyer başından itibaren dikkate almak uygun olacaktır. Gölün geçirdiği jeomorfolojik evrim ana hatları ile şöyledir:
Çıldır gölü, yakın bir zamana kadar zaman zaman kapalı bir havza halinde kalmıştır. Ancak Pleistosen'in plüviyal devrelerinde gölün fazla suları kuzeybatıdaki Gölbelen köyündeki 1970-1975 m. yüksekliğindeki gedikten Çıldır havzasına, oradan da Kura Nehri'ne akmıştır. Öte yandan, gölün kuzey kesiminde 2.000 m. civarında yerli kaya taraçaları ve sahanlıklar bulunmaktadır. Bu sahanlıklarda yassı çakılların varlıkları plüviyal devrede gölün en az 2000 metreye kadar yükseldiğini göstermektedir.
Halihazırda Çıldır Gölü güneyde bazaltlar üzerinde açılmış bir “taşma boğazı” vasıtasıyla Arpaçay'a kavuşmaktadır. Çıldır Gölünün kuzeyindeki Çıldır havzası da Kura'nın kollarından olan Kocaçay tarafından kapılarak Kura Nehri’ne bağlanmıştır.
Gölün güneyinde ve kuzeyinde Pre-Neojen temel üzerinde milli, kumlu, çakıllı tabakalarla ardalanmalı olarak istiflenen volkano-sedimanter formasyon uzanmaktadır. Gölün kuzeyinde, bu formasyon batıya doğru eğimlidir. Bu formasyonun üstüne yer yer oturan bazaltların yaşı muhtemelen miyosendir. Göl sahasının doğu ve batısında ise volkano-sedimanter formasyonu örten kalın bazalt kütleleri yer almaktadır. Bunlar kuvarterner başlarında merkezi püskürmelerden meydana gelmiştir. Gölün güneyinde ise, volkanik formasyonu örten ve aşınmadan korunmuş adalar halinde Pliyo Kuvarterner göl çökelleri uzanır. Kuzeyde Çıldır Ovası’nın kenarlarında kumlu, çakıllı, killi, marnlı göl çökelleri yaygındır. Çıldır Ovası’nda ise, kalın bir alüvyal örtü bulunmaktadır.
Gölün bulunduğu bölgenin temeli ise, oligosenden daha genç tüf, bloktüfü, andezitik ve bazaltik akıntılarla marn ve konglomeralardan oluşmaktadır. Bu serinin üstünde, Kuvaterner'e atfedilen bazaltik volkan grupları yükselmektedir.
Hamster
Hamster, cricetidae familyasına dahil kemirgen bir hayvandır.
Hamsterin hikâyesi, 1930 yılında Suriye Yahudi Üniversitesi zooloji dalı öğretim üyelerinden Prof. İsrâ'el Aharûnî'nin bir dişi hamsterle 12 yavrusunu Suriye yakınlarında bir kasabada bulup almasıyla
başlamıştır. Aynı üniversitede görevli Dr. Ben Menahem, bu yavrulardan iki dişi ve bir erkeği alarak çifleştirmiştir. Böylece insan eli altında yapılan ilk hamster yavruları elde edilmiş oldu. Dr. Menahem'in sahip olduğu bu hamster ailesi, bugün tüm Dünya'daki evcil hamsterlarin atası olarak kabul edilir.
Hamsterler, Avrupa'da ve Asya'nın batısındaki tarım alanlarında ya da bozkırlarda toprağın altında kazdıkları karmaşık yuvalarda yaşarlar. Yuvada tabanı otlarla kaplı odalar ve kışlık yiyeceklerin saklandığı depolar vardır. Genellikle meyve, sebze ve tahılla beslendikleri için bazen tarım alanlarına zarar verebilirler. Öte yandan baykuş, atmaca, kakım ve gelincik gibi hayvanlara yem oldukları gibi insanlar tarafından da avlanırlar.
Hamsterin derisi vücuduna tam yapışmamış olup esnek ve gevşek bir yapısı vardır. Âdetâ derisi, vücuduna bol gelen bir elbise gibidir. Gözleri parlak ve tam yuvarlak, ayakları tutmaya ve kavramaya uygundur. Bu yüzden iyi birer tırmanıcıdırlar. Ön ayaklarında dört, arka ayaklarında beş parmakları vardır. Kuyruk 1 cm den kısa ve küttür. Uzun tüylü varyetelerde kuyruk tamamen tüylerin altında gizlenmiştir. Boyları 15–20 cm, ağırlıkları 200 g civarındadır. Hamsterlar omnivor canlılardır. Fakat evcil türleri genellikla arpa, yulaf, buğday gibi kuru gıdalar ile beslenirler.
Hamsterler yaklaşık iki yıl yaşarlar. Renk göremedikleri gibi, u |
zağı görme yetenekleri de fazla gelişmemiştir; buna karşılık koku alma ve özellikle işitme duyuları çok iyidir. Hamsterleri diğer kemirgenlerden ayıran en ilginç özellikleri yanaklarındaki keseleridir. Hamsterler, yiyeceklerini bu keselerde toplar ve yuvalarına taşıyarak depolarlar. Bu keseler yanaktan başlar ve omuz üstünde biter. Bir hamster, kesesinde kendi vücut hacminin yarısı kadar yiyeceği taşıyabilir.
Hamster Türleri
Hamsterlar Hakkında Bilgiler
Adres Çözümleme Protokolü
Adres Çözümleme Protokolü (Address Resolution Protocol, ARP) ağ katmanı adreslerinin veri bağlantısı katmanı adreslerine (IP adreslerinin MAC adreslerine) çözümlenmesini sağlayan bir telekomünikasyon protokolüdür. 1982 yılında RFC 826 aracılığıyla tanımlanmıştır. STD 37 kodlu bir internet standardıdır.
Yerel ağların oluşturulmasında en çok kullanılan ağ arayüzü Ethernet'tir. Sistemlere Ethernet arayüzü görevi gören ağ kartları takılarak, sistemler yerel alan ağlarına (LAN) eklenmektedir. Ethernet arayüzleri birbirlerine çerçeve (frame) gönderebilmeleri için kendilerine üretim sırasında verilen fiziksel adresleri (MAC adresi) kullanırlar. 48 bit olan bu fiziksel adreslerin ilk 24 biti üreticiyi belirtir. Kalan 24 bit de üreticiler tarafından ürettikleri ürünleri adreslendirmek için kullanılır. 48 bitlik bu adres her donanım için eşsizdir. TCP/IP protokolünün kullanıldığı ağlarda, uzunluğu 32 bit olan IP adresleri kullanılır. Ağ katmanından iletim için alt katmanlara aktarılan bir paketin doğru yere ulaştırılabilmesi için, paketteki ağ katmanı adresinin veri bağlantısı katmanında ve fiziksel katmanda fiziksel adrese çözümlenmesi gerekmektedir. Çünkü bu iki katmanda farklı adreslendirme yöntemleri kullanılmaktadır. Bu iki farklı adres uzayı arasındaki çözümleme sürecini düzenleyen protokole Adres Çözümleme Protokolü (Address Resolution Protocol) denmektedir. Veri bağlantısı katmanında Ethernet ve ağ katmanında IP protokollerinin arasında çalışması amacıyla yazılmasına karşın, tasarımı aşamasında bu protokolün ileride farklı ağ katmanı ve veri bağlantısı katmanı protokolleri arasında da kullanılabileceği göz önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla genel bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu protokol, ağ katmanı adreslerinin bağlantı katmanı adreslerine çözümlenmesini sağlar. Ancak IPv6 ile çalışan ağlarda bu protokolün işlevini komşu saptama protokolü görmektedir.
Bir paketin yerel ağda başka bir bilgisayara gönderilebilmesi için IP adresinin yanında donanım adresinin de bilinmesi gerekir. Kaynak sistem, iletişim yapmak istediği hedef sistemin fiziksel adresini (MAC addresi) öğrenmek amacıyla yerel ağdaki tüm bilgisayarlara özel bir istek yollar. Bu isteğe ARP İsteği denmektedir. ARP isteği ( İngilizce: "ARP request" ) çerçevesinin kaynak MAC adresi bölümünde ARP isteğini yapan bilgisayarın MAC adresi ve çerçevenin hedef MAC adresi bölümünde ise FF-FF-FF-FF-FF-FF adresi yer alır. Bu çerçeveyi alan anahtar (switch), almış olduğu bu ARP isteği paketini tüm portlarına gönderir. ARP isteğinin içerisinde hedef sistemin IP adresine ait olan fiziksel adres (MAC adres) sorulmaktadır. Anahtara bağlı olan tüm bilgisayarlar bu ARP isteğini alırlar. Sorulan IP adresi kendilerine aitse bu ARP isteğine, ARP Reply ile cevap verirler. "ARP Reply" cevabı kaynak bilgisayara yine anahtar tarafından ulaştırılır. Bu şekilde kaynak bilgisayar hedef bilgisayarın MAC adresini öğrenmiş olur. Bundan sonraki iletişim anahtarın anahtarlama tablosu (switching table) üzerinden gerçekleştirilir.
Bazı düğümler fiziksel adres öğrenme süreçlerini azaltmak için, diğer sistemlerin ARP sorgulamalarını sürekli dinleyerek kendi ARP tablolarını güncel tutabilirler. Böylece kendisi daha önce herhangi bir aktarım yapmasa bile, diğer sistemlerin IP-fiziksel adres dönüşüm bilgisine sahip olurlar.
Gerekli durumlardaki mesajlaşmalarda kolaylık sağlaması için bir ARP mesaj yapısı oluşturulmuştur. Bu mesaj yapısı herhangi bir protokol için fiziksel/donanım adres çözümlemesi amaçlasa da genelde IP ağlarında MAC adreslerine ulaşmak için kullanılır.
Donanım Adres Tipi
Her bir veri hattı katman protokolüne bu alanda kullanması için verilen numara. Örneğin Ethernet 1.
Protokol Adres Tipi
Her bir protokole bu alanda kullanılması için verilen numara. Örneğin, IP 0x0800.
Donanım Adres Uzunluğu
Donanım adresinin byte cinsinden uzunluğunu gösterir. Ethernet adresi 6 byte uzunluğundadır.
Protokol Adres Uzunluğu
Logical Adresin byte cinsinden uzunluğu. IPv4 adresi 4 byte uzunluğundadır.
Operasyon
Gönderen belirli operasyonları sergiler: istek için 1, cevap için 2, RARP isteği için 3 ve RARP cevap için 4.
Gönderen Donanım Adresi
Donanım adres gönderici.
Gönderen Protokol Adresi
Protokol adres gönderici.
Hedef Donanım Adresi
Alıcıya yönelik donanım adresi. Bu alanda istekler önemsenmez. Bir istek mesaji gönderilirken Varış Donanım Adresi’nin tamamı sıfır yapılır.
Hedef Protokol Adresi
Alıcıya yönelik protokol adresi.
Bir IP paketi gönderilmeden önce Ethernet ağlarında iki paket daha aktarılır ve paketin gönderileceği düğümün fiziksel adresi bulunur. Bu işlemi aynı varış düğümüne gidecek paketler için tekrar tekrar yapmak anlamsızdır. Bu nedenle bir IP_adresi-Donanım_adresi eşlemesi yapıldığında bu bilgi bir süre ARP cep belleğinde tutulur. Belli bir süre kullanılmamış adresler, bellekte yer sorunu varsa silinir.
Bir ARP mesajı alan düğüm aşağıdaki işlemleri gerçekleştirir
1)Mesajın geldiği düğümün IP adresi ve MAC adresilerinin ARP cep belleğinde olup olmadığının testi yapılır.
Varsa eski donanım adresinin yerine, gelen mesajdaki donanım adresi yazılır.
2)Mesajın operasyon bölümüne bakılır.
Bu bölüm istek mesajı ise bir cevap mesajı hazırlanır. Cevap mesajında, gelen mesajdaki gönderen ve varış adreslerinin yerleri değiştirilir. Gönderen donanım adresi bölümüne mesajı hazırlayan bilgisayarın donanım adresi yazılır. Operasyon alanına, 2 değeri verilir.
Bu bölüm cevap mesajı ise daha önce istek gönderilmiş olup gelen bilgiler cep belleğe eklenir.
Yayınlanan tüm ARP mesajlarındaki verilerin ARP cep belleğine konması, cep belleğin kısa sürede dolmasına neden olur. Bu nedenle, bilgisayarlar sadece kendilerini hedef alan ARP mesajları ile ilgilenirler.
RARP, yeni çalıştırılmış (new-booted) bilgisayarların Ethernet adreslerini ağa duyurması ve kendi IP adresini sormasını sağlar. Bunlar disksiz bilgisayarlardır ve bu bilgisayarlar için RARP sunucusu bu sorulara cevap verir. IP adres istekleri, yerel alan ağı dışına çıkamadığı için isteklerin oluştuğu yerel alan ağlarında bir RARP sunucusu olması gerekir. Bu sorunu çözmek için
alternatif bir başlangıç protokolü (bootstrap) önerilmiştir: BOOTP.
BOOTP, UDP mesajları ile haberleşir bu nedenle yerel alan ağlarını geçebilir. BOOTP’nin detayları RFC 951,RFC 1048 ve RFC 1084’te verilmiştir. BOOTP’nin dezavantajı IP ve Ethernet adres eşlemesinin manuel olarak yapılmasıdır.
ARP ve RARP birbirinden farklı işlemlerdir. ARP her sunucunun kendi donanım adresi ve protokol adresi arasındaki haritalamayı bildiğini farzeder. Diğer sunucular hakkında edinilen bilgi küçük bir bellekte tutulur. Bütün sunucular eşit statüdedir. İstemci ve sunucu arasında hiçbir ayrım yoktur. RARP"de ise durum farklıdır. İstemcilerden gelen istekleri cevaplamak ve protokol adresinden donanım adresine veri tabanı haritalanması için daha fazla sunucuya gereksinim duyar.
Adres Çözümleme Protokolünün çalışma esaslarını düzenleyen standartlar şunlardır:
Milletlerarası Ahvali Şahsiye Komisyonu
Milletlerarası Ahvali Şahsiye Komisyonu (veya Uluslararası Kişi Halleri Komisyonu / La Commission Internationale de l'État Civil / International Commission on Civil Status) uluslararası alandaki gelişmelerin, bireylerin vatandaşlık ve nüfus kayıtlarında meydana gelecek değişikliklerin izlenmesi, bununla ilgili sorunların çözümü konusunda işbirliğini zorunlu hale getirmesi sonucu, (CIEC) 25 Eylül 1950 yılında İsviçre’nin Bern şehrinde Fransa, Belçika, Lüksemburg, Hollanda ve İsviçre arasında imzalanan bir protokol ile kurulmuştur.
Devletler arasında ekonomik, siyasi, idari ve kültürel ilişkiler teknolojideki hızlı gelişmelerle birlikte giderek yoğunlaşmış, bunun bir sonucu olarak ülkeler arasındaki nüfus hareketleri de önemli bir şekilde artmıştır. Ahvali şahsiye kayıtları, bir yandan vatandaşların sosyal ve hukuki haklarını belirlerken diğer yandan devletlerin saygınlığını ilgilendirmesi nedeniyle etkin, güvenilir ve süratli bir şekilde yerine getirilmesi gereken önemli bir kamu hizmeti haline gelmiştir
Komisyon üyeliğine sırası ile 24 Eylül 1953’de Türkiye, 27 Eylül 1956’da Almanya, 4 Eylül 1958’de İtalya, 3 Eylül 1958’de Yunanistan, 14 Eylül 1961’de Avusturya, 13 Eylül 1973’de Portekiz ve 13 Eylül 1974 yılında İspanya alınmıştır.
Komisyon Türkiye, Almanya, İtalya, Yunanistan, Avusturya, İspanya, Portekiz, İngiltere, Macaristan, Hırvatistan ve Polonya’nın da katılımıyla büyümüş ve önemli bir uluslararası kuruluş haline gelmiştir. Vatikan, İsveç, Rusya, Litvanya, Slovenya ve Kıbrıs ise Komisyon’a gözlemci ülkelerdir.
Komisyonun resmi dili Fransızca olup, merkezi Fransa’nın Strazburg kentindedir.
Türkiye Komisyon’a 1953 yılında katılarak sonradan üye olan ilk ülkedir. Aynı zamanda bugüne kadar Komisyon tarafından imzaya açılan sözleşmelerde en fazla imza ve onaya sahiptir. Bugüne kadar imzaya açılan 31 sözleşmenin 27’sini imzalamış, 24’ünü onaylamış olup, 22’si yürürlüğe girmiştir.
Milletlerarası Ahvali Şahsiye Komisyonunun temel amacı, şahısların durumuna, aileye ve vatandaşlığa ilişkin konularda komisyona üye devletlerin hukukunu inceleyerek, ahvali şahsiye ile ilgili üye devletlerde yürürlükte bulunan hükümleri ahenkleştirmeye yönelik çalışmalar yapmak, üye devletlerin nüfus idarelerindeki teknikleri geliştirip iyileştirmektir.
RARP
RFC 903 dosyasında tanımlanmış olan RARP (İngilizce" Reverse Address Resolution Protocol", yani "Ters Adres Çözümleme Protokolü"), bir TCP/IP ağında MAC adresleri ile IP adresleri arasındaki bağı yapmak için kullanılır.
RARP'da iki mesaj kullanılır: |
Sanılanın aksine, RARP "saf" bir iletişim için kullanılmaz: RARP'ın istek sorusunda genelde soran ve soruşturulan MAC adresi olarak aynı MAC adresi yazılır, dolayısıyla RARP'ın asıl amacı lokal makinenin IP adresini öğrenebilmektir.
Öte yandan, cevapta sadece o makinenin IP adresi bilinecektir; yani ağ maskesi, varsayılan ağ geçidi ve DNS sunucusunun adresi gibi girdiler olmayacaktır. Dolayısıyla, RARP ile IP adresini elde edebilmiş olan bir makine, bu bilgiye sahip olmasına rağmen iletişim kurmakta güçlük çekecektir.
Bu bilgilere de ulaşabilmek için, günümüzde RARP yerine DHCP kullanılır (RARP ise hiçbir şekilde kullanılmaz). Öte yandan, çok basit veya çok eski kimi cihazlar hala RARP kullanıyor olabilir.
ARP (İngilizce" Address Resolution Protocol", yani "Adres Çözümleme Protokolü") ise RARP'ın yaptığının tersini yapar, yani hangi IP adresinin hangi MAC adresine tekabül ettiğini bulur.
RARP sunucusu
RARP sunucusu, RARP protokolünde RARP isteklerine (sorularına) cevap veren bir sunucu yazılımı veya donanımıdır. Günümüzde çok nadir rastlanır, zira cihazlar IP adresi elde etmek için RARP yerine DHCP kullanır.
İşlemci önbelleği
İşlemci önbelleği, CPU'nun hafızadaki verilere ulaşma süresini azaltan bir donanımdır. Ana belleğe(RAM) kıyasla küçük, hızlı ve işlemci çekirdeğine yakındır. Sık kullanılan veriler ya da en güncel veriler işlemci önbelleğinde saklanır. Günümüzde pek çok CPU, birden çok seviyede önbellek içerir, bu önbellekler verilerin yanı sıra komutları da bünyesinde tutar.
Moore Yasası’nın belirttiği üzere işlemci başarımının bellek başarımına oranı yılda yaklaşık %50 artar. Bu da zaman geçtikçe, işlemci hızının bellek hızından çok daha büyük olmasına sebep olur. Gün geçtikçe artan bu fark, bilgisayar mimarîsinde çeşitli sorunlar meydana getirmiş, işlemci hızının oldukça yüksek değerlere ulaşmasına rağmen, bu hızın tam verimle kullanılamamasına sebep olmuştur. Yani bellek konusunda bir darboğaz oluşmuştur. Bu yüzden 1980 lerde, işlemci saati "20 Mhz" değerlerine ulaşmaya başladığında mimarî geliştiricileri, işlemciyle bellek arasında bir "tampon" görevi gören ön belleği üretmişler ve işlemci yongası üstünde kullanmaya başlamışlardır.
Ön belleğin çalışma ilkelerinden biri "yerellik ilkesi" (İng. ")’dir. Yerellik ilkesine göre iki tür yerellik vardır.
İşlemcinin son ulaştığı ögeye yakın bir zamanda yeniden ulaşmak istemesi olasıdır. Bu sebeple son ulaşılan ögelerin işlemciye yakın tutulması gerekir.
Bellekten okunan bir ögenin yakınındaki adreslerde bulunan ögelere ulaşmak istemesi olasıdır. Bu sebeple okunan ögenin yakınındaki adreslerde bulunan verilerin işlemciye yakın tutulması gerekir.
Yerellik ilkesinden yararlanarak, çalıştırılan programların büyük ölçüde hızlanması sağlanır çünkü pek çok program yüksek sayıda döngü içerir ve yerellik sayesinde bellekte yakın adreslerde tutulan döngü komutları ön belleğe alınıp oldukça hızlı bir şekilde işlenebilir. Tasarımda istenenlere göre büyük boyutlu, ama yüksek zaman erişimine sahip ya da yüksek zaman erişimli, ama düşük kapasiteli bellek kullanılır.
Ön belleğin başarımını artırmak için tasarımcılar çeşitli yollar düşünmüşlerdir. Ön bellekte başarımı artırmak için üç yöntem uygulanabilir.
Bu başarım ilkelerini gerçekleştirirken mühendisliğin pek çok dalında olduğu gibi birinden kazanç sağlamak için diğer ilkeden ödün verilmesi çoğu zaman kaçınılmazdır.
Ön bellekte, gerekli başarımı sağlamak için aranan verinin ön bellekte olup olmaması ve varsa nasıl bulunacağı konusu önemli bir konudur. Bu da ön bellekteki öbeklerin (İng. "
Tampon
Kuzuyatağı, Yavuzeli
Kuzuyatağı (diğer isimleri Miseyri, Miseri, Gözübüyük), Gaziantep ilinin Yavuzeli ilçesine bağlı bir mahalledir.
Köy halkı Çepni Türkmenlerinden oluşmaktadır.
Mahallede eski taş mezarların olması mahallenin tarihinin çok eskilere dayanmakta olduğunu gösterir.
Kuzuyatağı'ndan günde bir defa Gaziantep'e otobüs seferi düzenlenir. Otobüs Yavuzeli'nde mola verir. Gaziantep ve Kuzuyatağı arasındaki tüm yol asfalttır.
Kuzuyatağı mahallesi Gaziantep'in Yavuzeli ilçesine bağlıdır. Gaziantep il merkezine 65 km, Yavuzeli ilçesine 25 km uzaklıktadır. Yavuzeli'ne bağlı olan Kuzuyatağı mahallesi çevrenin en büyük yerleşim merkezidir. Fırat Nehri yaklaşık 5 km uzaklıktadır. Mahallenin 200 m batısından geçen Merzimen Çayı, Rumkale'de Fırat Nehri'ne dökülmektedir.
Kuzuyatağı'nda 350'ye yakın yaşayan hane mevcuttur.
1980'li yıllarda 5000'e ulaşan mahallenin nüfusu Gaziantep'e, Antalya'ya ve hatta Avrupa'ya verdiği göçlerle azalmıştır.
Kuzuyatağı Köyü İlkokulu 1954 yılında yapılmış ve 1954-1955 eğitim-öğretim yılında eğitime başlamıştır. Mahallenin 1980 yılından bu yana ortaokulu da vardır. Şu anda Kuzuyatağı ilköğretim Okulu taşımalı sistemle çevre köylerin öğrencilerine de hizmet vermektedir. PTT şubesi ve Ptt acentesi vardır. 1980'li yıllardan sonra köye yapılan sağlık ocağı günümüzde faaldir. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Mahallede, içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. Karamağara mevkiindeki Kırkgöz Pınarları'nın suyunun bir kısmı Merzimen Çayı'na dökülürken bir kısmı da Kuzuyatağı ve çevre köylerde içme suyu olarak kullanılmaktadır. Mahalleye su gelmeden önce köylüler su ihtiyaçlarını Kul Kayası'ndan çıkan Hamuzo Pınarı'ndan temin ederlerdi. Suyu keçi derisinden yapılmış tuluklara veya metaldan yapilmis bidonlara doldurup hayvanlar aracılığı ile köye taşırlardı. 1985 yılından sonra köye su, elektrik, telefon gelmiş ve köy yolu onarılmıştır.
İl: GAZİANTEP
İlçe: Yavuzeli
İle uzaklık: 65 km
İlçeye uzaklık: 25 km
Hane sayısı: 300
Neler var?
Cemevi: Var
Cami: Yok
Sağlık Ocağı: Var
PTT Şubesi: Var
Yol: Asfalt
İçme suyu: Şebeke var
İlköğretim okulu: Var
Lise: Yok
Market: Var
Lokanta: Yok
Kahvehane: Var
Çoklu arabellekleme
"Çoklu arabellek", hesaplama yapılan ile gösterilmekte veya oynatılmakta olan belleklerin ayrılması işlemidir. Birçok alanda kullanılır:
Uygulama programlama arayüzü
Uygulama programlama arayüzü (UPA; İng. , kısaca API), bir yazılımın başka bir yazılımda tanımlanmış işlevlerini kullanabilmesi için oluşturulmuş bir tanım bütünüdür.
Ortalama deniz seviyesinden yükseklik
Ortalama deniz seviyesinden yükseklik veya ortalama deniz seviyesine göre yükseklik (AMSL); dağ, ova, yapı gibi coğrafi unsurların, meteorolojik olayların veya hava taşıtlarının yüksekliğini belirtmekte kullanılan bir kavram. Bunun için ortalama deniz seviyesi referans alınır. AMSL kısaltması, İngilizce "above mean sea level" kavramının akronimidir.
Deniz seviyesi kıyılarda da med-cezir veya yüzeysel akıntılar olmadığı halde bile çoğunlukla bir metreden daha fazla değişkendir, ancak sabit bir su seviyesi saptama aletiyle yıllar boyunca yapılan ölçümlerle ortalama değeri oldukça kesin olarak belirlenebilmektedir.
Modern jeodezi'de mümkünse milimetrelerle ifade edilecek kesinlikle tanımlı olması gereken referans yüzeyinin tespit edilmesi için, ülkeler ve kullanım amacına göre değişen hesaplama yöntemleri ve referans noktaları kullanılır. Dolayısıyla bunlar aslında sadece bölgesel olarak doğru sayılabilir, ancak çoğunlukla 18. ve 19. yüzyılda ulusal olarak bir ülkenin tüm toprakları için genel geçerli olarak kabul edilmiştir.
Ulusal bazda kullanılan sistemler için, referans sıfır noktası olarak çoğunlukla en yakın kıyı şeridinde bulunan bir ölçüm noktasının ortalama deniz seviyesi kullanılır. Buradan tüm ülkeye ağ halinde dağılmış belirli noktaların rakımı nivelman ile belirlenir. Avrupa'daki bu tür önemli referans noktaların örnekleri olarak, Amsterdam ölçeği (Kuzey Denizi), Kaliningrad (Rusya) ve Kronstadt ölçekleri (ikisi Doğu Denizi) ile Akdenizde Trieste, Cenova ve Marsilya sayılabilir.
Yükseklik sistemlerinin arasındaki farklar genellikle birkaç santimetre ile birkaç desimetre arasındadır, ancak aşırı durumlarda birkaç metre de olabilir. Düzeltme değeri yükseklik sistemindeki konumundan ve farklı yükseklik tanımlarında ayrıca yüksekliğe bağlı olduğu için sabit bir değerle değişik sistemlerin arasında dönüşümler ancak düşük bir kesinlikle (>1 dm) mümkündür. Farklı yükseklik tanımları söz konusu olduğunda, dönüştürme hesaplarındaki kesinlik özellikle yüksek dağlık bölgelerinde düşer.
UELN sistemi ile (eski: " (REUN)"), Avrupa çapında Amsterdam ölçeğine dayanan ortak bir sistem meydana getirildi.
Arazi rakımı topografik haritalarda, rakım noktaları kotlar, rakım çizgileri ya da renkli rakım katmanları ile betimlenir. Yerleşimlere ait rakım veriler belirtildiğinde, çoğunlukla söz konusu yerleşimin merkezinde temsili bir noktanın rakımı seçilir. Bu örneğin bir meydan, belediye binası, istasyon veya mabet olabilir. Sulaklarda ise ortalama su seviyesinin yüksekliği belirtilir. Rakım noktaları için çoğunlukla yol kavşakları veya kıvrımları, trigonometrik nirengi noktaları veya zirve kesişmesi gibi belirgin, bulunması kolay yerler seçilir. Ancak örneğin bir nirengi noktası ya da zirve kesişmesi en yüksek noktada değilse, en yüksek ya da alçak noktalar her zaman gösterilmiyor olabilir. Haritada kullanılan yükseklik verilerinin dayandığı yükseklik sistemi genel kural olarak haritanın kenarında yazılı olmalıdır.
Denizcilikte ve deniz haritalarında, gelgit olgusu bulunan karasularında en düşük astronomik gelgit seviyesi ve gelgit olgusu bulunmayan karasularında ortalama deniz seviyesine göre hesaplanan referans çizgisi seviyesi esas alınır. Denizin dibindeki yüksekliklikler, referans çizgisi seviyesine göre negatif yükseklik olarak belirtilir. Kıyının deniz tarafında kalan yükseklikler de aynı şekilde referans çizgisi seviyesine göre pozitif yükseklikler olarak belirtilir. Karadaki yükseklikler ise, ortalama deniz seviyesine göre belirtilir.
Havacılıkta, hava aracının irtifası veya uçuş engellerinin yüksekliği -genellikle- ortalama deniz seviyesinden yükseklik olarak ifade edilir. Ancak bu durumun istisnaları vardır. Örneğin uçuş seviyeleri standart basınç hattından (1013,25 hektopaskal) yükseklik olara |
k verilir. Ortalama deniz seviyesinden yükseklik QNH değeri kullanılarak hesaplanır.
Bu seviyede atmosfer basıncı 1000-1013 milibar düzeyindedir. Ölçülmesi çok karışık hesaplamalar gerektirir. Şu sıralar genellikle küresel ısınma ve deniz seviyesi yükselmesi ile birlikte anılmaktadır.
Altimetre
Altimetre, rakım veya irtifayı ölçmekte kullanılan bir cihaz. Radar altimetresi ve aneroid altimetre gibi farklı prensiplere göre çalışan altimetreler bulunur. Bununla birlikte altimetre sözcüğü ile genellik aneroid (barometrik) altimetre kastedilir. Altimetreler dağcılık ve havacılıkta yaygın olarak kullanılır.
Aneroid altimetre herhangi bir basınç seviyesine göre bir yerin yüksekliğini ölçebilen bir barometredir. Yaygın olarak bir yüksekliği deniz seviyesine göre gösterir. Barometrelerin basıncı genellikle mmHg(mm civa) cinsinden göstermelerine mukabil; altimetre, yüksekliği metre veya feet cinsinden gösterir.
Atmosfer basıncı deniz seviyesinden yükselindikçe azalır. Örneğin bir dağın zirvesindeki basınç, eteklerindeki basınçtan azdır. Deniz seviyesinden itibaren yukarıya doğru ortalamada her 10,5 m (30 ft) çıkıldıkça barometre 1 mmHg basıncı kadar düşme gösterir. Bir altimetre 800 metreyi gösteriyorsa, o yerin yüksekliği altimetre penceresine bağlanan basınç hattından itibaren 800 metredir. Havanın nem ve sıcaklığına bağlı olarak atmosfer basıncı % 0,1'den az değiştiğine göre, altimetre ile yükseklik ölçerken yapılabilecek hatanın % 0,1'den az olması beklenir.
Durul Ören
Durul Ören Yıldız Teknik Üniversitesi'nin 2004-2008 yılları arasında rektörlüğünü yürütmüştür. Fizik Bölümü'nün eski başkanı ve Fen-Edebiyat Fakültesi eski dekanıdır. 2008 yılında tekrar aday olmuş ve üniversitedeki oylamada 1. sırada yer almıştır ancak YÖK'teki listede 2. sırada yer almıştır ve rektörlüğe atanmamıştır.
Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü
Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü, her yıl tıp bilimine önemli katkıda bulunan bir bilim insanı yahut değerlendirmeye göre biliminsanlarına, Nobel Vakfı tarafından verilen ödüldür.
Aşağı Avusturya
Aşağı Avusturya (Almanca: Niederösterreich), Avusturya'nın en büyük eyaletidir. Ülkenin kuzeydoğusunda bulunan eyâleti kuzeyde Çek Cumhuriyeti, doğuda Slovakya, güneydoğuda Burgenland, güneyde Steiermark ve batıda Yukarı Avusturya kuşatır. Viyana eyaleti Aşağı Avusturya eyâleti tarafından tümüyle çevrilmiştir. Eyâletin başkenti 1986 yılından beri Sankt Pölten'dir. Toplam yüzölçümü 19 174 km² olan ve toplam 21 bölgeyi kapsayan eyâletin en yüksek noktası Schneeberg 2076 metre, en alçak noktası Berg bölgesidir.
Aşağı Avusturya'nın nüfus dağılımı farklıdır. En yoğun bölge Viyana çevresidir. Alplerin doğu sınırı nüfusun yoğunlaştığı ikinci bölgedir. Bu bölgede Viyana, Mödling, Baden, Bad Vöslau ve Wiener Neustadt yerleşimleri bulunur. Başkent Sankt Pölten'in yanı sıra Krems, Waidhofen an der Ybbs ve Wiener Neustadt eyâletin en büyük kentleridir. Eyâletin toplam nüfusu yaklaşık 1,55 milyondur.
Aşağı Avusturya'nın ekonomisi tarihten bu yana Viyana'ya bağlıdır. Üretilen sanayi ve tarım ürünleri büyük oranda Viyana'da pazarlanır.
Eyâlet Avusturya'nın en tarımsal olarak en yoğun kullanılan eyaletidir. Tahıl, kök sebzeleri, hayvan yemi ve meyveler eyâletin başlıca tarım ürünleridir. Wachau'da Weinviertel'de ve Wienerwald çevresinde şarap ve Viyana çevresinde sebze üretimi vardır.
Eyâletin sanayi bölgeleri Viyana çevresinde bulunur. Tekstil, gıda maddeleri sanayii, kimya ve metal ürünleri sanayii Aşağı Avusturya'daki başlıca sanayii dallarıdır. Alplerde ağaç ve kâğıt sanayii gelişmiştir. Marchfeld ve Weinviertel'de petrol ve doğal gaz bulunur.
Yerleşimin seyrek olduğu Ybbs vadisi ve Gutensteiner Alpleri Rax (2007 metre) ve Schneeberg (2076 metre) tepelerindeki kayak, dağcılık ve gezi alanlarıyla önemli tatil bölgeleridir. Weinviertel ve Wienerwald çevresi diğer önemli turistik bölgelerdir. Viyana'ya yakın olması nedeniyle Viyanalılar tarafından tercih edilen Reichenau ve Semmering de adı anılması gereken boş zaman ve eğlence merkezleridir.
Büyükşehirler ve trafik kodları
İller ve trafik kodları
Aşağı Avusturya Avusturya Halk Partisi'nin kalesidir.
Hüseyin Beşok
Hüseyin Beşok (d. 2 Ağustos 1975, İzmir) Karşıyaka altyapısında dikkatleri çektikten sonra Efes Pilsen altyapısına transfer edilen ve bu takımla büyük başarılara imza atan, şu anda Türk Telekom basketbol takımında forma giyen basketbolcudur.
Yine önemli basketbolculardan olan Faruk Beşok'un kardeşi olan Hüseyin Beşok, Efes Pilsen forması altında Koraç Kupası şampiyonluğu da dahil olmak üzere pek çok başarı yaşadı ve uzun süre millî takımın değişilmez pivot oyuncusu oldu.
İlk yurt dışı deneyimini 2001 yılında transfer olduğu Avrupa basketbolunun en önemli takımlarından Maccabi Tel Aviv'de yaşayan Beşok, yabancı oyuncu kısıtlaması nedeniyle iki sezon yedek oturdu.
2003 yılında Hırvat takımı Sunce Šibenik'e transfer olmuş ancak burada sakatlığı nedeniyle fazla forma şansı bulamamıştır. 2004-05 sezonunda o dönem Erman Kunter'in çalıştırdığı ASVEL'e transfer oldu. Uzun süredir kendini geliştirememekle eleştirilen Hüseyin Beşok'un Fransa kariyeri oldukça başarılı geçti ve ilk senesinde Fransa Ligi All Star maçına davet edildi.
2005-06 sezonu başında önce UNICS Kazan'la anlaştı. Ancak daha sonra bir diğer Fransa takımı Le Mans'a transfer oldu. Ancak Fransa'da iç transfer dönemi bittiği için hülle yöntemi ile önce İTÜ'ye transfer edildi gibi gösterilip Le Mans'a gitti.
TBL: 9 sayı ort., 4.6 reb. ort.
TBL: 10.6 sayı ort., 7.8 reb. ort.
TBL: 10.4 sayı ort., 10.5 reb.ort.
EuroLeague: 11.2 sayı ort.
TBL: 11.4 sayı ort., 7.1 reb. ort.
Suproleague: 11.7 sayı ort., 8.3 reb. ort.
"Oynayamadı"
Adriyatik Ligi: 7.0 sayı ort., 5.1 reb. ort.
Euroleague: 5.7 sayı ort., 3.1 reb. ort.
"Sakatlığı sebebiyle oynamadı"
Euroleague: 13.2 sayı ort., 8.0 reb. ort., 2.2apg
French ProA Ligi: 11.8 sayı ort., 7.8 reb. ort., 3.0apg
ULEB Cup: 13.6 sayı ort., 7.2 reb. ort., 2.4 ast. ort., 1.3 top çalma
* 2013: Türk Telekom
Cehennem
Cehennem, çeşitli inançlarda ölüm sonrası ceza çekilen ateşli bir yer olarak gösterilir. Cehennemde kalma süresi inanca göre değişiklik gösterebilir. Cehennemde günah borcu ödeninceye kadar kalınıp sonra tekrar cennete gidilebilir. Ancak, cehennem bazıları için sonsuza dek ateşte yanmak anlamına gelir. Cehennem görevlilerine zebani adı verilir.
İbranice, גי הנם (ge hinnom, “Hinnom Vadisi”) Yunanca, γέεννα (geenna); Latince, gehenna
Kelimenin İbranice 'Ge ben hinnom' (Hinnom’un oğlu vadisi) terkibinden zamanla ‘ben’in düşmesi ile elde edildiği düşünülmektedir.
Gehinnom, Kudüs'ün güney batısında tanrı Molek (İngilizce: Molech) adına çocukların kurban edilerek yakıldığı vadinin adıdır. Molek adı yalnızca M-L-K sessiz harflerinden oluşur ve sesli harfler yalnızca okunuşta söylenir. Bu nedenle bu tanrı Molok (İngilizce: Moloch) olarak da adlandırılır. Baal ile Molek'in aynı tanrının değişik adları olduğu görülür. Molek, Arapça'daki söyleniş şekliyle Malik'tir.
Vadinin adı başlangıçta 'Ge Ben Hinnom' iken, sonraları Yunan egemenliği zamanında Yunanca söyleniş şekliyle "geenna" ve Latince, "gehenna" olmuştur. "Ge Ben Hinnom", Ken'anilerin (Tanrı) Baal'e kurban edilen çocukları yaktıkları bir vadinin adıydı".
İsa'nın yaşadığı zamanlarda, çocukların bu vadide Molek'e kurban edilmesi uygulaması çoktan sona ermişti. Bu dönemde Hinnom Vadisi sadece çöplerin dökülerek yakıldığı bir çöplük olarak kullanılıyordu. Ayrıca, hayvan leşleri ile, bir mezara gömülmeye değer görülmeyen bazı suçlular, infaz edildikten sonra bu vadideki çöplüğe atılıyorlardı. Birisinin canlı olarak buraya atılması söz konusu değildi. Hinnom Vadisi, içinde ateş olan bir yer olmaya bir süre daha devam etti. Ancak bundan amaç, sadece biriken çöplerin kükürt atılarak yakılıp ortadan kaldırılmasıydı.
Tevrat'a göre çocukların kurban edildikleri Tanrı'nın adı "Molek" idi. Bu tanrı isminin de cehennem bekçisi Malik olarak değişim geçirdiği düşünülmektedir.
Çoğunlukla bu korkunç karanlık, gezinen ruhlarla dolu bir çukurdur (Yunan ve Roma). Orada dinsizler, iblisler tarafından yargılanır (Pers), sonsuz ızdıraba çarptırılmış kötüler (Musevilik) ve hak dininden olmayanlar bulunur (İslamiyet).
Kötüleri iyilerden ya da canlıları ölülerden ayıran bir yer kavramına birçok dinde rastlanır. Eski çağların ve ilkel toplulukların dinlerinde ölen kişinin ruhunun gideceği yer, karanlık ve soğuk yeraltı dünyası (örneğin Norveç mitolojisinde Niflheimr ya da Hel), yer altında karanlık bir dünya ya da uzak bir ada (örneğin Eski Yunan'da Hades), yer altında insanların ruhlarının cezalandırıldığı derin bir uçurum (örneğin Eski Yunan'da Tartaros), yerin altında hem iyi hem kötü ruhların gölgeler biçiminde sürekli bir susuzluk içinde yaşadığı karanlık bölge (örneğin Eski İsrail dininde Şeol), ölenlerin ruhlarının yerleştiği göksel bir yer (Pueblo Yerlileri, ölümden sonra insanların bulut olup yağmur getirdiklerine inanırlar) ya da ruhun sonunda yok olup gideceği bulutsu bir varoluş (örneğin Kuzey Amerika'da yaşayan avcı Yerli kabilelerinde) biçiminde düşünülmüştür. Cehennemi tanrısal cezaya uğrayanların kıyamet gününden sonra gideceği yer olarak gören anlayış; peygamberler aracılığıyla yayılan Zerdüşt dini, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlere özgüdür.
Jewish Encyclopedia Musevi inancını şu şekilde açıklar: "Dünyanın sonu geldiğinde insanların ruhunun üç çeşidi olacak:"
İsa'nın yaşadığı dönemde Museviler, birisi öldüğünde ruhunun Gehenna'da işkence çektiğine inanıyorlardı. Buna karşın Encyclopedia Judaica ise şunları söylemektedir: "Kutsal Yazılarda ölüm sonrasında Gehenna'yla ilgili düşüncelerin hiçbir dayanağı yoktur."
Hristiyanlığın cehennem öğretisinin kökleri Yeni Ahit'te yatmaktadır. Cehennem Yunanca Tartaros" veya "Hades kelimeleriyle tanımlanır.
Katolik kilisesi, Protestan kiliselerinin çoğu (Baptistler, Episkopalyanlar vs.) ve bazı Yunan Ortodoks kiliselerine göre cehennem, diriliş ve son hüküm gününden sonra yargılanan günahkarların sonsuza d |
eğin Tanrı'dan ayrı kalacağı nihai durak yeridir.
Ancak çeşitli Liberal Protestanlık, Anglikan, Katolik ve bazı Ortodoks kiliselerine mensup olan liberal Hristiyanlar mensubu oldukları mezheplerin "resmi" öğretileriyle çelişmiş olsa da tüm insanların kurtulacakları bir evrensel kurtuluşa (evrensel uzlaşmacılık) inanmaktadırlar.
Bir Hristiyan filozofu ve mistiği olan Emmanuel Swedenborg'a göre cehennem ve cennet insanların seçimleridir. Cehennem ebedidir çünkü oradaki insanlar cehennemi sevdikleri için orada kalacaklardır. Tanrı da her ne kadar insanları sevse de onları zorla, kendi iradelerinin haricinde cennete sokmayacaktır.
Yok oluşa inanan (yok oluşçuluk) Hristiyanlar ise, ruhun ölümlü oluşuna inanmakta ve ebedi yaşam dışında kalan ruhların cehennemde yok olacaklarını kabul etmektedirler.
Hristiyanlıkta cehennem için kullanılan bazı sözcükler şunlardır: Hell (İngilizce), Hölle (Almanca), Fegefeuer (Almanca: Silip süpüren ateş), Inferno (Latince). Cehennem inancı yüzyıllardır Hristiyanlıkta ateşli bir yer olarak kabul görmüştür. Günümüzde ise bazı Hristiyanlık çevrelerinde, bu inancın Kitâb-ı Mukaddes'te dayanak bulmadığına ilişkin farklı yorumlar da vardır.
Yeni Ahitte Gehenna ve Hades sözcüklerinin geçtiği bazı yerler:
Kitâb-ı Mukaddes'te cehennem ve mezar için kullanılan sözcükler çevirilere göre farklılıklar gösterir. Bazı çeviriler Şeol, Hades ve Tartaros sözcüklerini de cehennem olarak çevirirler. Cehennem anlayışındaki farklılıkların bir nedeni de, bu tür farklı çevirilerdir. Bu sözcüklerin karşılıkları:
Cehennem; İslam dininde, ahiretteki bir azap yeridir. İnsanlar dünyadaki hareketlerine ve inançlarına göre cennete veya cehenneme giderler. İslam inancında kafir (inanç esaslarından bir veya daha fazlasına inkar eden), müşrik (Allah'ın birliğine inanmayan) ve münafık (Müslüman gibi görünüp İslam'a inanmayan) olan kişiler öldükten sonra, ahirette, sonsuza kadar cehennemde kalacak ve azap göreceklerdir.
İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an'a göre Allah müşrikleri (Allah'a ortak koşanları) cehennemde sonsuza kadar tutacaktır. Günah işlemiş ancak imanlı olan kişiler ise İslam inancına göre cehennemde bir müddet kalacaklardır. Günahkar Müslümanlar ve İslam dinine inanmayanlar (kafirler) için azabın ebediliği konusunda İslam alimlerinin görüşleri birbirlerinden farklıdır. Ehl-i Sünnet ve bazı Şia gruplarına göre cehenneme giren müminler eninde sonunda oradan çıkacaktır. Bazı Eşari alimleri ise Ehl-i Sünnet dışındaki mezhep liderlerinin ebedi azap göreceğini iddia etmişlerdir. Hariciler, Mutezile ve bunların görüşüne uyan bazı Şia mensuplarına göre kendi mezheplerinden büyük günah işleyen müminlerle "muhalif mezheplere mensup olanların tamamı için azap ebedidir". İslam'a inanmayan ve İslamiyette kâfir olarak nitelendirilen kişilere uygulanacak azabın ebediliği de aynı şekilde tartışmalıdır. Bu görüşler şu şekilde sınıflandırılabilir:
Cehennem azâbının kafirler için dahi olsa bir gün sona ereceğini kabul eden İslam bilginlerinin görüşüne göre, kafirlerin cehennemden çıkmayacaklarını ve azaplarının hafifletilmeyeceğini bildiren ayetler, cehennemin yok olmayacağını değil, "cehennem var oldukça" azabın devam edeceğini göstermektedir. "Cehennem yok olunca" azâbın devam etmesi ise mümkün değildir. Ayrıca azâbı konu edinen ayetlerdeki azâbın Allah'ın dilemesine bağlı kılınarak kayıtlandırılmış olduğu bu sebeple de ilahi irade ile kayıtlı olunca devam süresinin de kayıtlı olmasının tabii olduğu bildirilmiştir.
Mâlik İbranice "m-l-k" kökünden gelir. Melek, malik, mülk, malik’ül mülk, memlük gibi kelimelerin köken aldığı "m-l-k"nin İsraillilerin komşuları olan Ammonluların tanrısı Molek (İngilizce: molech, moloch)’in isminden türetildiği düşünülür. Bu ilişki cehennem bekçisi Mâlik açısından düşünüldüğünde daha açıktır. Buna göre Molek'e çocukların kurban olarak sunulduğu Hinnom Vadisi (Uzun şekli: Ge ben Hinnom, kısa şekli: Ge Hinnom) cehenneme, Molek ise Malik'e dönüşmüştür.
Buda'nın vaazlarını içeren Majjhima Nikaya'nın "Devaduta Sutta" diye adlandırılan 130. bölümünde Buda, cehennemi ayrıntılı şekilde anlatır. Budizmde kendi alt düzeyleri de olan beş (bazen altı) yeniden doğuş alemi olduğuna inanılır. Bu alemlerden cehennem alemi veya Naraka yeniden doğuşun en alt düzeydeki alemidir. Cehennem aleminin de en alt ve kötü düzeyi Avīci veya "sonsuz acı"dır. Buda'nın kendisini öldürmeye çalışan ve manastır düzeninde ayrılık çıkaran müridi Devadatta'nın Avici Cehenneminde yeniden doğduğu ifade edilir.
Ancak diğer tüm yenidoğuş veya reenkarnasyon alemleri gibi cehennemde enkarne olmak da kişiyi binlerce yıllık devirler boyunca sürecek bir acıya maruz bıraksa da sürekli bir varoluş durumu değildir. Lotus Sutra'da Buda Devadatta'nın bile eninde sonunda bir Pratyekabuddha olacağını söyleyerek Cehennem alemlerinin geçici olduğunu vurgular. Bu sebeple asıl amaç olumlu ya da olumsuz ruh göçlerinin sonsuz devridaiminden Nirvana'ya erişerek kurtulmaktır.
İlk dönem Vedik dininde Cehennem diye bir kavram bulunmamaktadır. Daha sonraki Hindu literatüründe özellikle kanun kitapları ve Puranalar'da Naraka denilen Cehennem benzeri bir alemden söz edilir.
Kanun kitaplarında (smiritis ve dharma-sutraları, Manu yasaları) Naraka günahkarların cezalandırıldığı bir yer olarak geçmektedir. En düşük ruhsal plan veya Naraka-loka ruhların yargılandığı veya bir sonraki yaşamında kendisini etkilecek karma'nın meyvelerini tattığı bir yerdir. Cehennem çeşitli Puranalarda ve diğer Hindu kutsal metinlerinde tasvir edilmektedir. Örneğin Garuda Purana'da Cehennem ile ilgili ayrıntı detaylar verilir ve suçluların çekecekleri cezalar tıpkı günümüz yasalarında olduğu gibi sıralanır.
Zerdüşt eskatolojide kötü ruhların Ahura Mazda'nın kötülüğü yok ederek işkence içindeki ruhları kurtarıncaya kadar cehennemde kalacakları kabul edilir.
Kutsal Gathalar'da "Yalanlar Evi"nden söz edilir. Orası kötülüğün, kötü işlerin, kötü sözlerin, kötü Benliğin, kötü düşüncenin ve Yalancıların bulunduğu bir yerdir. Zerdüştlükte Arda Viraf Kitabında cehennem tasvirleri vardır. Arda Viraf Kitabında belirli günahlar için verilecek belirci cezalar sıralanmaktadır. Cehennemle ilgili tasvirlere rastlanacak diğer kitaplar ise Hadhokht Nask, Dadestan-i Denig ve Mainyo-I-Khard kitaplarıdır.
Debian Sosyal Sözleşmesi
Debian Sosyal Sözleşmesi, Debian projesinin ahlaki çerçevesini belirleyen bir belgedir. Sözleşmenin bir parçası olan Debian Özgür Yazılım Yönergeleri (DFSG), uyulacağı kabul edilen tahaddütler olarak hazırlanmış, ardından Açık Kaynak Tanımı'nın temelleri olarak özgür yazılım topluluğuna bırakılmıştır.
"Özgür yazılım topluluğu ile sosyal sözleşme" kavramı Ean Schuessler tarafından önerilmiştir. Bu belgenin taslağı Bruce Perens tarafından yazılmış ve diğer Debian geliştiricileri tarafından Temmuz 1997'de bir ay süren bir e-posta konferansı boyunca düzenlenerek Debian Projesinin resmî hareket tarzı olarak kabul edilmiştir.
Bruce Perens, daha sonraları Debian Özgür Yazılım Yönergelerinden Debian'a özel bölümleri çıkararak "Açık Yazılım Tanımı"ını yazmıştır.
1. Debian %100 özgür kalacaktır
Bir eserin özgür olup olmadığını belirlemede kullanacağımız yönergeleri "Debian Özgür Yazılım Yönergeleri" başlıklı belgeyle bildiriyoruz. Debian sistemi ve bütün bileşenlerinin bu yönergeler uyarınca özgür olacağına söz veriyoruz. Özgür olmayan yazılımları geliştiren ve kullanan kullanıcılarımıza destek vereceğiz. Sistemi özgür olmayan yazılımlara ait bir unsura asla bağımlı kılmayacağız.
2. Ürettiklerimizi yine özgür yazılım topluluğuyla paylaşacağız
Debian sistemine yeni bileşenler yazdığımızda, bunları Debian Özgür Yazılım Yönergeleri'yle uyumlu bir şekilde lisanslayacağız. Özgür eserlerin yaygın şekilde dağıtılması ve kullanılması için elimizden gelen en iyi sistemi yapmaya çalışacağız. Sisteme dahil ettiğimiz eserlere ilişkin hata düzeltmeleri, iyileştirmeler ve kullanıcı isteklerini eserlerin sahipleri olan "üst geliştiricilere" ileteceğiz.
3. Sorunları gizlemeyeceğiz
Hata-bildirimi veritabanının tamamını her zaman, herkese açık tutacağız. Çevrimiçinde olan kullanıcılardan gelen hata bildirimleri aynı anda diğer kullanıcılar tarafından da görülecektir.
4. Önceliklerimiz, kullanıcılarımız ve özgür yazılımdır
Bizi, kullanıcılarımızın ve özgür yazılım topluluğunun ihtiyaçları yönlendirecektir. Önceliklerimizde onların istekleri ön sırada yer alacaktır. Kullanıcılarımızın, çok sayıda farklı bilgisayar ortamındaki çalışmalarında ortaya çıkacak ihtiyaçlarına destek sunacağız. Debian sistemlerinde çalıştırılması düşünülen özgür olmayan eserlere karşı çıkmayacak veya, bu tip eserleri hazırlayan veya kullanan insanlardan ücret talep etme girişiminde bulunmayacağız. Başkalarının, Debian sistemi ve diğer eserleri içeren dağıtımlar oluşturmasına herhangi bir ücret talep etmeksizin izin vereceğiz. Bu hedefleri desteklemek gayesiyle bu tip kullanımlara engel hiçbir yasal kısıtlama taşımayan yüksek kalitede unsurlardan oluşturulmuş tümleşik bir sistem sağlayacağız.
5. Özgür yazılım standartlarımızı karşılamayan eserler
Bazı kullanıcılarımızın Debian Özgür Yazılım Yönergeleri'ne uymayan eserlere de ihtiyaç duyduklarını biliyoruz. Bu tip eserler için paket arşivimizde "contrib" ve "non-free" alanlarını oluşturduk. Bu dizinlerdeki paketler, Debian'la kullanılacak şekilde yapılandırılmış olsalar bile, Debian sisteminin parçası değildir, CD üreticilerinin, bu alanlardaki paketleri CD'lerinde dağıtmaya karar vermeden önce lisanslarını okumalarını öneriyoruz. Sonuç olarak, özgür olmayan eserler Debian sisteminin bir parçası olmamakla birlikte, kullanımlarını destekliyor ve hata-takip sistemi, e-posta listeleri gibi servisleri özgür olmayan paketler için de sağlıyoruz.
Hristiyanlıkta cehennem
Cehennem sözcüğü İbranicedeki "Ge-Hinnom" sözcüğünden gelir. “Ge” sözcüğünün anlamı “Vadi”dir. "Hinnom" sözcüğü ise isimdir. Buna göre Ge-Hinnom sözcüğünün karşılığı, Ge-Ben-Hinnom'un kısaltılmış şeklidir. Hinnom Vadisi'nin bulunduğu yer coğrafi olarak Kudüs'ün güney ve gü |
ney batısıdır.
Hinnom Vadisi, eski devirlerde İsrail Krallığı'nda yaşayan insanların çocuklarını Molek adı verilen bir puta kurban olarak sundukları bir yerdi. İsrail Krallığı'nda bazı insanlar kendi çocuklarını canlı olarak bu putun ortasındaki ateşe atıyorlardı. İsrail Krallığı'ndaki bu tür kişiler kendilerine verilen Tanrı'nın emirlerinin aksine davranarak, diğer ulusların yaptıkları bu putperest tapınma biçimini benimseyip uygulamışlardı. 2. Krallar 21: 1-6'da şunlar yazılıdır:
O devirlerde çocuklarını canlı olarak ateşte kurban etmek sahte tapınmanın diğer uygulamalarının sadece bir kısmıydı. Tanrı'nın gözünde, İsrail Krallığı'nda insanların çocuklarını ateşe atarak Baal ve Molek gibi put tanrılara kurban olarak sunmaları iğrenç bir şeydi. Bu uygulamayı yapan başka bir kral ise Ahaz'dı. 2. Tarihler 28: 2-4'te şunlar yazılıdır:
Yeremya 32: 35'te de şunlar kayıtlıdır:
İsrail Krallığı'ndaki bu insanlar o zamanki ulusların törelerine uyarak, oğullarını ve kızlarını ilah Molek'e kurban olarak olarak sunuyorlardı. Ayetlerin içinde geçen “ulusların iğrenç törelerine uyarak RAB'bin gözünde kötü olanı yaptı”, “RAB'bin gözünde çok kötülük yaparak O'nu çok öfkelendirdi” ve “Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda'yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne aklımdan geçirdim.” ifadeleri Kitabı Mukaddes'in bu konuda ne dediğini göstermektedir.
İsrail krallarından bir başkası olan kral Yoşiya ise diğerlerinin aksine bu uygulamaya bir son verdi. Bunu yaparak başkalarının bu bölgeyi artık sahte tapınma amaçlı olarak kullanarak, çocuklarını kurban olarak sunmalarına engel olmaya çalıştı. 2. Krallar 23: 10'da şu bilgiler veriliyor:
Daha sonra bu yer, şehrin çöplüğü olarak kullanılmaya başlandı; ve burası zamanla, ağır suç işlemiş kişilerin cesetlerinin, hayvan ölüsünün ve ayrıca her çeşit çöpün atıldığı bir yer durumuna geldi. Ve insanlar bu çöplerin yığılmasını önlemek için bunları yaktılar ve kükürt atarak ateşin devamını sağladılar. Tıpkı günümüzde de çöplerin yakıldığı gibi. Burası artık insanların canlı olarak putlara kurban olarak yakıldığı bir yer olmaktan çıkıp, sadece bir mezara gömülmeye değer bulunmayan kişilerin cesetlerinin atıldığı bir yer olarak kullanıldı. İsa'nın Ge-Hinnom sözcüğünü kullandığı dönemde de Hinnom Vadisi aynı bu amaçla kullanılan bir yerdi.
Ancak gene de Kutsal Metin'de Hinnom Vadisi ya da orijinal şekliyle Ge-Hinnom bir ceza yeri olarak gösterilmektedir. Öyleyse bu yukarıda sözü edilen bilgilerle ve Tanrı'nın kişiliğiyle ne derecede uyumludur, buna bakmak gerekir. Birisinin ceza olarak Hinnom Vadisi'ne atılacağına ilişkin bazı örneklere bakalım. Bazı ayetler şöyledir. Markos 9: 43-47:
İsa burada, Hinnom Vadisi'nin ateşli bir ceza yeri olduğunu söylemektedir. Ayrıca birisinin sürçüp Hinnom Vadisi'ne gitmemek için, elini, ayağını ya da gözünü çıkarmasını öğütlemektedir. Ancak İsa'nın genel olarak sözlerinin önemli bir kısmının mecazi anlamlar içerdiği görülür. İsa'nın bu sözleri de, kişinin eliyle, ayağıyla, ya da gözüyle yapabileceği kötü işleri bırakması gerektiğini mecazi bir dille anlatmaktadır.
İsa, kendi yaşadığı dönemdeki din adamları için Hinnom Vadisi'yle ilgili bir yargıyı içeren sözlerinden bazı kısımlar şöyledir: Matta 23: 13-15, 33:
İsa'nın şu sözleri Hinnom Vadisi'yle ilgili bir anlayış kazanmaya yardım eder. Matta 10: 28:
Aynı konuda İsa'nın diğer sözleri şöyledir. Luka 12: 4-5:
Acaba İsa bütün bu ifadeleriyle Hinnom Vadisi'nden söz ederken, Hinnom Vadisi'ni, kötü insanların ceza olarak ateşte işkence edildiği bir yer olarak mı göstermek istemektedir? Hayır. İsa, “Sizi öldürmeye gücü yeten fakat hayattan yoksun bırakmaya gücü olmayanlardan korkmayın, asıl sizi Hinnom Vadisinde “tamamen yok edebilecek” olandan korkun.” diyerek, Hinnom Vadisi'nin bir daha dirilmenin mümkün olmadığı bir yer olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle Tanrı bir kişiyi “Hinnom Vadisinde tamamen yok edebilecek”tir. Demek ki, Hinnom Vadisi tamamen yok edilmeyle ilgili olarak kullanılmaktadır. Aksi takdirde Hinnom Vadisi'nde birisi yaşayıp acı çekiyorsa bu onun tamamen yok edilmediği demek olur.
Aşağıdaki ayetler Hinnom Vadisi'ne gidecek şeyleri ve kişileri gösterir. Vahiy bölümünde, soyut kavramlar olan ve bir durumu gösteren ölüm ve ölüler diyarı ile, adı yaşam kitabına yazılmamış somut varlıklar olan insanların aynı yere atılacakları gösteriliyor. Soyut ve somut kavramların buradaki ortak özelliği ikisinin de yok edilecek olmalarıdır. Vahiy 20: 13-15 şunlar yazılıdır:
Ayet, “İşte bu ateş gölü ikinci ölümdür.” diyerek bunu açık bir şekilde göstermektedir. İkinci ölüm varlıktan silinmeyi ifade etmektedir. “İkinci ölüm budur” ifadesi Vahiy 21: 8'de de geçer. Bu hayat kitabına yazılmamış olanlar bir daha dirilmeyecekleri için ikinci ölüme gitmiş olacaklardır. Ayrıca gelecekte cennette ölüm olmayacağı için ölüm de varlıktan silinecektir. Ve gene bir dirilme olacağından ölüler diyarı diye bir yer de kalmayacaktır. Çünkü boşalmış olacaktır. Kutsal Metin ateşi “yiyip bitiren-tüketen” olarak göstererek, bir şeyin yok edilmesinde ateşi simgesel olarak kullanır. Matta 25: 41 ve 46 bunu daha açık bir dille gösterir:
Kutsal Metin, Hinnom Vadisi'ni ateşli bir işkence yeri olarak göstermemektedir. Tanrı'nın böyle bir şeyi iğrenç bulduğunu alıntılar göstermektedir. Ayrıca Tanrı, böyle bir şeyi yapmayı İsraillilere ne buyurduğunu ne de aklından geçirdiğini söylemektedir. Cehennemin işkence çekilen ateşli bir yer olduğu düşünüldüğünde akla şu gibi sorular gelebilecektir: Tanrı sevgi ve merhamet dolu olduğuna göre, insanlara böyle bir işkenceyi uygun görebilir mi? Örneğin bir babanın oğlu ıslah olmaz derecede kötü ise bu baba çocuğunu sobaya atarak mı cezalandırır? Aslında insanlar hayvanlara bile böyle cezaları uygun görmezler.
Tanrı, önceden hazırlık yaparak, Âdem'le Havva'yı Aden Bahçesi'ne yerleştirdi. Kutsal Metin, Tanrı için şu sözleri söyler: “Böyle iğrenç şeyler yaparak Yahuda'yı günaha sürüklemelerini ne buyurdum, ne aklımdan geçirdim.” Ama aşağıdaki ayetler birilerinin aklından geçtiğini göstermektedir. Mezmurlar 106: 36-39:
Buradaki sözler İsrail Krallığı'ndaki bu insanların putlara taptıklarını ve bunun onlara tuzak olduğunu, sonuçta da çocuklarını cinlere kurban ettiklerini gösterir. Bu insanlar çocuklarını Baal için, Molek için ateşte kurban ettiler, ama aslında onlar çocuklarını cinlere kurban etmişlerdi. Çünkü bu törelerin-öğretilerin sahibi ve bu işkencenin yapılmasından sadistçe zevk duyanlar Kutsal Metin'e göre aslında cinlerdi.
Kutsal Metin'de, Ge-Hinnom sözcüğü gökle veya başka bir yerle ilgili olarak kullanılan bir sözcük olmamıştır; Ge-Hinnom sözcüğü Dünya'daki bir yerin adıdır ve günümüzde artık çöp dökülen bir yer olmaktan da çıkmıştır.
Şafiilik
Şafiî mezhebi (Arapça: المذهب الشافعي) veya Şafiîlik, bir İslam dini fıkıh (İslam hukuku) mezhebi.
İmam-ı Şafiî'nin (Hicri 150 (MS 767), Gazze - Hicri 204 (M.S. 820), Kahire) kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere ve gösterdiği yola Şafiî Mezhebi denir. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, âmellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şafiî" denir. Şafiîlik olarak da anılır. Şafiî mezhebi dört Sünni fıkıh mezhebinden birisidir.
Şafiî mezhebi Kürdistan, Malezya, Endonezya, Yemen ve Doğu Afrika'da yaygındır. Türkiye'de daha çok Kürtler arasında yaygın olup, Hanefîlik'ten sonraki en yaygın Sünni mezheptir.
Şafiî mezhebinin kurucusu İmam-ı Şafiî, Maliki ve Hanefi mezheplerinin usulleri yayılmaya başladığı ilk zamanlarda yetişti. Bu yüzden İmam-ı şafii mezheplerin yollarını izleme fırsatı buldu. Ve onlardan farklı bir usul takip etti. Fıkhın usulleri ile ilgili ilk eser olan "Er-Risale" isimli kitabı yazdı. Zaman içerisinde fakihler onun etrafında toplandılar ve onun geliştirdikleri usullere göre fetva verdiler. Böylece Şafiî mezhebi doğdu.
Hadis bilginlerinden İmam Nesâi, kelam (akaid) bilginlerinden Eşari, Maverdi, İmam Nevevi, İmam-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, Gazali, İbn Hacer, Kaffal-ı Kebir, İbni Subki, İmam-ı Suyuti v.b.
İmam Nesâi'nin "Sünen"i meşhurdur, Eşari, Ehl-i sünnetin itikaddaki iki imamından birisidir. Hocalarının zinciri İmam-ı Şafii'ye ulaşmaktadır.
Daha çok Hanefilik'in yaygın olduğu bölgelerde etkinlik gösteren Nakşibendi tarikat şeyhleri genellikle Şafii'dir: Halid Bağdadî, Abdullah Dağıstani gibi.
Serüven (dergi)
Serüven, Mart 2004'te yayın hayatına başlayan bir çizgiroman araştırmaları dergisidir. Üç ayda bir yayımlanır. Genel yayın yönetmeni Levent Cantek'tir.
Çizgiroman üzerine akademik, yarı-akademik araştırma yazıları ve popüler tanıtım yazılarının yer aldığı, çizgiroman için bir popüler kültür literatürü oluşturma anlayışını benimseyen dergi. Katılımcı yazar ve çizer ekibi, profesyonellerin yanı sıra kolleksiyoncular, amatör çizer ve sıradan okuyucu tarafından oluşturulmaktadır. Kolektif bir anlayışla karşılıksız katılım ile hazırlanmaktadır.
Her sayı ekinde Türkiye'de yayımlanmış bir çizgiroman için hazırlanmış yayın listesi kitapçığı ve yerli sanatçılar tarafından hazırlanan sayı kapağının kartpostalı verilmektedir.
Kadro herkese açık olduğu için bu liste yoğunluklu katkı sağlayan kişilerden ibarettir.
Oğlak/Maceraperest
Serüven sayı 1, mart 2004
Serüven sayı 2, haziran 2004
Serüven sayı 3, eylül 2004
Serüven sayı 4, aralık 2004
Serüven sayı 5, mart 2005
Serüven sayı 6, haziran 2005
Yörünge Akademi yayınları
Yeni Serüven sayı 01(7), mart 2006
Yeni Serüven sayı 02(8), haziran 2006
Yeni Serüven sayı 03(9), ekim 2006
Yeni Serüven sayı 04(10), ocak 2007
İlk altı sayısı Oğlak yayınları-Maceraperest tarafından basılan dergi 7. sayı itibarıyla kendi imkânlarıyla basılmaktadır.
Henry Domercant
Henry Domercant, (d. 30 Aralık 1980, ABD)
Haiti asıllı bir ailenin çocuğu olarak ABD Chicago'da doğdu. NCAA'de oldukça iyi istatistikler yakalamasına rağmen 2003 yılında NBA Draft'ı öncesi test turnuvasından sonra NBA takımları tarafından seçilmedi. Sadece CBA ligi takımların Yakima Sun Kings tarafından bu ligin seçmelerinde seçildi. Ancak |
Domercant tercihini 2003/2004 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi takımlarından Pınar Karşıyaka yönünde kullandı. İzmir'de oynadığı bir sezon boyunca oldukça başarılı oldu ve ligin en çok sayı atan ve en değerli oyuncularından biri oldu. 2004 Haziran ayında Milwaukee Bucks'ın yaz ligine giderek NBA şansını denese de, dönüşünde Efes Pilsen'e transfer oldu. Efes Pilsen'de kadronun daha derin olması sebebiyle, Karşıyaka'daki kadar süre ve sorumluluk alamasına rağmen şampiyonlukta önemli rol sahibi oldu. 2005 yazında bu kez Las Vegas'daki Washington Wizards kampına katıldı. 2005/2006 sezonunda yine Efes Pilsen'de forma giymiştir.
Karşıyaka'da oynadığı yıl özellikle Efes Pilsen karşısındaki etkili oyunları ile bu takıma transfer olmuştur.Savunmada çok inatçı ve çabuk bir oyuncu olması,bir savunma takımı olan Efes Pilsen'in tercih sebebidir.2 sezon formasını giydiği Efes Pilsen'de EuroLeague çeyrek finalleri oynamıştır.Özellikle çeyrek finalde olaylı Panathinaikos maçlarında İbrahim Kutluayı'savunmuştur.Efes Pilsen'deki bu 2 başarılı sezonun ardından Avrupa piyasasında önemli bir yer edinmiş ve hücum basketbolu oynamaya karar veren Efes Pilsen Drew Nicholas' alarak kendisinin Olimpiakos'a gitmesine göz yummuştur.Ancak gerek sonraki sezonlarda Efes pilsen'in düşüşü gerekse Domercant'ın oynadığı basketbol bu kararın yanlışlığını
sonraları ortaya koymuştur ve Efes Pilsen 2008 yazında aynı tarzda başka bir oyuncu olan Bootsy Thornton'u kadrosuna katmıştır.
Domercant 2006-2007 sezonunda Olimpiakos forması giymiş ve Euroleague'de Efes Pilsen'e karşı oynamıştır.2007-2008 sezonunuysa Rusya'nın güçlü takımı Dynamo Moskova'da geçirmiş ve ULEB Cup'ta yarı final oynamıştır.2008-2009 sezonu içinse Efes Pilsen'e transfer olan Bootsy Thornton'un yerine İtalya şampiyonu ve Euroleague dörtlü finalisti Montepaschi Siena'ya transfer olmuştur.Domercant Karşıyaka ve Efes Pilsen mutfağından çıkıp Avrupa piyasasında söz sahibi olan oyuncuların önemli bir örneğidir. 2012-2013 sezonunda Galatasaray'a transfer olmuştur fakat geçirdiği sakatlıklar sonucu 3-4 maça çıkmıştır. bkz: Quinton Hosley,Gary Neal,Antonio Granger,Predrag Drobnjak...
2005 yılında Bosna-Hersek pasaportu aldı ve bu ülke millî forması ile Avrupa Basketbol Şampiyonası'na katıldı.
22.9 sayı ort., 6.8 reb. ort., 2.1 ast. ort.
26.4 sayı ort., 7.2 reb.ort., 2.6 ast.ort.
'* 2002 Owensboro, Ky.
Pro-Am. yaz ligi
27.9 sayı ort., 6.9 reb.ort., 2.8 ast.ort.
'* 2003-2004: Pınar Karşıyaka
23.3 sayı ort., 6.2 reb.ort., 3.2 ast.ort.
EuroLeague: 14.0 sayı ort., 4.0 reb.ort., 1.3 ast.ort., 1.6 top ç.
TBL: 14.0 sayı ort., 3.9 reb.ort., 1.4 ast.ort., 1.4 top ç.
Luigi Ferdinando Marsigli
Luigi Ferdinando Marsigli (d. 10 Temmuz 1658 - ö. Bologna, 1730) İtalyan asker ve araştırmacı.
Viyana’da kısa süre Tatarlara esir düşmüş, Habsburg ordusunda, Tua’da subaylık yapmış ve daha sonra Avrupa’nın ilk oşinografi araştırma merkezini Fransa’nın güneyinde Cassis’de kurmuştu. Ama daha sonra yaptığı hiçbir iş Boğaz’ın alttan geçen akıntısını keşfetmesi kadar önemli değildi. Ayrıca Karadeniz araştırmalarının da ilk adımıydı.
Alttan geçen akıntı (Marsigli’nin verdiği adla Corrento Sottano), Marsigli’nin de mertçe itiraf ettiği gibi, boğazın sularında çalışıp yaşamını kazanan insanlar tarafından biliniyordu. Buluşuyla ilgili ilk açıklamasında “Bu tasavvurum yalnızca kendi kafamdan doğan düşüncelerin biçimlendirilişiyle canlanmadı, ama birçok Türk balıkçının anlattıklarıyla, hepsinden önemlisi Majesteleri İngiltere Kralı'nın Bâb-ı Âli elçisi ve doğa incelemeleri konusunda büyük bir alim olan Signor Cavalier Finch’in Sir John Finch teşvikleriyle de yönlendirildi diye yazar, “bu düşünce ona ilk kez gemilerinden birinin kaptanı tarafından, belki de zamansızlık nedeniyle deney yapamadığı için kesin bir sonuca varamadan dile getirilmişti...”
Derinliği ölçtükten sonra farklı derinliklerden örnekler aldı ve alttan geçen akıntının suyunun, Karadeniz'den gelen akıntıdan daha yoğun ve tuzlu olduğunu kanıtlamayı da başardı. Sonra bunu gösterecek bir düzenek inşa etti: Dikey olarak derecelendirilmiş bir su tankının bir yarısını tuzlu ve boyalı deniz suyuyla, öteki yarısını tuzu daha az suyla doldurdu. Tankı ayıran bölmede bir kapak açarak, iki suyun karışmasını gözlemledi; boyalı deniz suyu, gözle görünür biçimde tankın dibine akarak burada tabaka oluşturdu. Marsigli, gerçekten ne yaptığının tam farkında olmadan, oşinografinin temel olgularından birini de keşfetmişti: Akıntılar, ırmakların akması gibi, akışkanlar mekaniğinin ilkelerince belirlenen başka kuvvetlerle, bu durumda basınç etkisiyle hareket ederler, yerçekimiyle değil. Daha ağır Akdeniz suyunun Karadeniz’e doğru akması, daha hafif suyu ters yönde hareket etmeye zorluyordu.
Vergi denetmeni
Vergi denetmeni, "213 sayılı Vergi Usul Kanunu"ndan yetki alan vergi inceleme, teftiş ve tahkikat elemanı.
Mesleğe üç aşamalı bir sınavdan geçerek "Vergi Denetmen Yardımcısı" olarak başlar. 3 yıllık yardımcılık döneminin ilk iki yılında kıdemli vergi denetmenleriyle birlikte yetki kullanabilir. Yardımcılık döneminin 3 yılında "bağımsız çalışma" yetkisi alır. 3 yılın sonunda Maliye Bakanlığınca yeterlilik sınavına tabi tutularak "Vergi Denetmeni" ünvanını alır. 646 Sayılı "Kanun Hükmünde Kararname'nin" 10 Temmuz, 2011 tarih ve 27990 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanmasıyla Maliye Bakanlığının denetim birimleri birleştirilerek Vergi Denetim Kurulu'nun kurulmuş, Vergi Denetmenliği mesleği kaldırılarak, diğer denetim birimleriyle birleştirilmiş ve Vergi Müfettişliği kadrosu oluşturulmuştur.
Yıldıray Çınar (çizgi romancı)
Yıldıray Çınar (d. 23 Haziran 1976), çizgi roman sanatçısı, animatör.
Hâlen Amerika çizgiroman piyasası için ürün veren çizer, Çapa Çizgiroman Grubu'nun kurucularından ve Karabasan, İman Limited gibi yeni dönem Türk çizgiromanların yaratıcısıdır. 2002 yılından itibaren ABD'de çeşitli yayınlarda işleri yayımlanmaktadır. 2007 yılından itibaren Image Comics firmasınca basılan Noble Causes dergisinin çizeridir.
1976 yılında Ankara'da doğdu. Çankaya Güzel Sanatlar Lisesinden ve daha sonra Eskişehir'de Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Animasyon bölümünden mezun oldu. 1996 yılında Çapa Çizgiroman Grubu'nu kurdu. 1997'den itibaren çizgiroman fanzin dergileri üretmeye başladı. 2000 yılından sonra İstanbul'a taşındı ve çeşitli animasyon projelerinde yer aldı, reklam ve sinema storyboard'ları hazırladı. 2003 yılında ilk profesyonel çizgiroman işi Karabasan Arkabahçe Yayıncılık tarafından yayımlandı. Bu sıralarda A.B.D.deki "The Digital Webbing Presents" dergisinde basılan çalışmaları ile dikkat çekerek "Nothingface" isimli bir grafik roman çizdi. 2007 yılından itibaren Image Comics firmasından çıkan Noble Causes dergisinin daimi çizeri olmuştur.
Farmakognozi
Farmakognozi, doğal kaynaklı etken maddelerin ve ilaçları inceleyen ve araştıran bir bilim dalıdır. Doğal kaynaklardan elde edilen, hastalıkların tedavisinde (terapötik) veya koruyucu (profilaktik) olarak kullanılan maddelerin bilimsel ve kültürel bir incelemesidir. Farmakognozi;Yunanca "farmakon" (ilaç/drog) ve "gnosis" (bilgi) kelimelerinden türetilmiştir.
Drog, ilaç yapılmasında kullanılan biyolojik, anorganik veya sentetik kökenli, tedavi özelliği olan bütün ham maddelere verilen genel isimdir. Genel olarak, uygulamada Farmakognozi'nin ilgi alanına tüm doğal/biyolojik kökenli droglar girer; yani bitki, hayvan veya mikroorganizmalardan elde edilen ilaç hammaddeleri..
Alan Moore
Alan Moore, (d. 18 Kasım 1953, Northampton, İngiltere) İngiliz yazar ve çizgi roman yazarıdır. Frank Miller ile birlikte çizgi roman dünyasını değiştiren sanatçı olarak anılmaktadır. Yazdığı birçok çizgi roman Hollywood tarafından filme çekilmiştir. Bunlardan başlıcaları olarak "Watchmen", "From Hell", "V for Vendetta" ve "The League" sayılabilir.
1979 yılında İngiliz Sounds müzik dergisinde karikatür çizeri olarak çalışmaya başlayan Moore, zamanla çizim konusunda yeterince iyi olmadığını anlayarak yazarlığa yoğunlaştı. İngiltere'nin meşhur '2000AD' dergisinde çeşitli karakterler yaratan Moore, özellikle 'Marvelman' serisi ile ödüller toplamaya başladı. (British Eagle Awards for Best Comics Writer, 1982 and 1983)
DC firmasının ""Swamp Thing"" dergisi ile ABD'ye yöneldi. Edebi değer taşıyan metinlerinde çevre, toplum, bireyin toplum içindeki yeri sorgulanıyor, bu ise dönemin genel geçer çizgi roman anlayışıyla çelişki yaratıyordu.
Yine aynı firma için çeşitli işler yaptıktan sonra 1986 yılında yayımlanan 'Watchmen' sınırlı serisi çizgi roman camiasını ve tarihini kökten sarstı. Bu gelişkin kurgu yapıtta süperkahraman kavramı etrafında topluma dair sert bir siyasal eleştiri vardı.
Alan Moore, türün kalıplarını ve araçlarını bozan, parçalayan, onları farklı içeriklerde tekrar kurarak okuyucuyu şaşırtan ve düşünmeye zorlayan bir tarz kullanır.
Zühtü Bayar
Zühtü Bayar, (d. 18 Kasım 1943, Niğde, Türkiye) - (ö. 26 Mart 2011, İstanbul, Türkiye), Şâir ve Yazar.
Mehmet Selim, Dr.Hikmet Ferdâ, Güliz Arda, Ayşe Atlanç, Zâhit Beğen, Mehmet Atılgan ve Mustafa SantaFE imzalarını da kullandı. Muzaffer Hanım ile astsubay ve tüccar Mehmet Feyzi Bayar’ın oğlu, Şair Atılgan Bayar’ın babasıdır. İlk ve ortaokulu İstanbul’da tamamladı. Lise öğrenimini siyasal nedenlerle yarım bıraktı (1966). Akvaryumculuk (1961), avcılık (1957-62) gazetecilik (1968-80) ve sahaflık (1980-82) yaptı. Gençlik ve Oyun dergilerinde çalıştı. Oturum (1964-66) ve Gelecek (1971) dergilerini yönetti. Yansıma dergisinin kurucuları arasında yer aldı (1971). Türk Solu (1968), Yeni Ortam (1972-74) ve Vatan (1974-76) gazetelerinin sanat sayfalarını hazırladı.. TRT’de “Sanat ve Bilimkurgu” (1993), Yurt FM’de “Bilimkurgu Gezegeninden” ve “Yazarlar ve Kitaplar” (1994-95) programlarını hazırladı. 1973’te sıkıyönetim mahkemesince sorgulandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, TYS ve N.Hikmet vakfı danışma kurulu üyesi. İstanbul’da yaşıyor. Boşanmış, bir çocuk babası.
İlk yazısı “Okuldışı İzcilik” 1961’de Gen |
çlik dergisinde çıktı. Politika ve sanat konusundaki yazılarını; Varlık, Yelken, Yeni Gerçek, Soyut, Papirüs, Ant, May, Türk Solu, İnsancıl, Matbûat ve Nostromo dergilerinde yayınladı. Şükran Kurdakul, “İlk örneklerini Asım Bezirci’nin verdiği ‘nesnel eleştiri’ anlayışından hareket ederek, Marksçı kuramın edebiyat eleştirisinin edebiyatımıza uygun yorumunu yapma çabasını gösterdiğini” belirtir. Edebiyat kuramı ve eleştirisiyle uğraştığı yıllara: Burhan Günel, Tekin Sönmez ve Burçak Evren gibi birçok ünlü imzayı keşfedip, yetişmelerine katkıda bulundu. Bayar, daha sonraki yıllarda derin tarih ve arkeoloji çalışmalarına dalarak; tarihî maddeci dünya görüşünden hareketle kendine özgü bir tarih felsefesi geliştirdi. Özellikle Osmanlı ve İslam sikkeleri konusunda yaptığı araştırma ve buluşları, batı kültüründe de ilgiyle karşılandı. İlhan Berk onun için: "Osmanlı'nın sanat ve duygu dünyasını en iyi yorumlayan tarihçilerden biri" yargısında bulunmuştur. Son yıllarda bilimkurgu türündeki öykü ve romanlarıyla dikkatleri üzerine çekti. "Bilimkurgu ve Gerçeklik" (2001) adlı kapsamlı incelemesinde; bilimkurgu sanatının yalnız bir sanat türü değil, aynı zamanda doğa ve toplum karşısında pozitif bir tavır; giderek bir dünya görüşü olduğunu ileri sürdü. Şimdi resmî sitesi 'u yönetiyor ve "Bilim ve Ütopya" dergisi yazı kurulu üyeliği görevinde bulunuyor. Ayrıca Nâzım Hikmet Vakfı Danışma Kurulu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve TYS üyesi. (Kapsamlı özgeçmişi ve edebî ürünleri; bu ürünler hakkındaki yargı ve eleştiriler: 'da.)
“Toplumcu Atatürkçülük” yazısıyla 1973 Barış Gazetesi Çağdaş Atatürkçülük ödülü (birincilik); “Güneşe Köprü” ile 1988 İstanbul Belediyesi Gülhane Sanat Festivali Öykü Ödülü (mansiyon)
Salah Birsel'in "Filler Mezarlığı" üstüne yazdıkları;
"Filler Mezarlığı, Zühtü Bayar'ın romanı Zühtü Bayar, 20 yaşlarında (1963) edebiyat alanına adımını atmıştır. Güçlü bir eleştirmendir. Nâzım Hikmet için yazdığı kitap, (Nâzım Hikmet Üzerine) dört basım görmüştür. Zaman Aynası 1980 yılındadır. Romanı ise 1991 Ekim'inde gün ışığına çıkar. Zühtü Bayar'a bakılırsa, "Filler Mezarlığı", Sultanahmet Meydanı'ndan yani o "yaşam nehri"nden başkası değildir.
Hindistan'a giderken İstanbul'da istasyon çeviren hippiler, eroin düşkünleri, güvenilir arkadaşlar, kıyak insanlar ve Türk kızları gibi kendilerini kasmıyan ay-yenisi ve filinte güzeller, Avrupalı kızlar, her yahdan fışkırıyordur. Zühtü Bayar, dünyayı parmağına takmış ve oynatmış bir kadının yaşam öyküsünü yansıtmak için yolaçıkmıştır. Ne var ki, yazdıklarını okuyup bitirince, bir başkasını öne sürerek, kendini anlatmış olduğunu görmüştür. Zühtü Bayar, sözcükleri seven bir yazar. Diyecekerini gelişigüzel değil, uzun boylu tartarak düzer. Romanının bir yerinde, alçakgönüllülüğünü ortaya koyan şu tümceye de rastlanır. "Yazdıklarım kıldan tüyden şeylerdi ama yine de hatasız bir dille yazılması ve azıcık da üslûb dümenleri çevrilerek yazılması gerekiyordu." Zühtü Bayar'ın bir yaşam filozofu olduğu da düşünülebilir.
Ona göre çirkin kadınlar, kaknemler iki türe ayılır. Ya saldırgan ve huysuzdurlar ya da tam tersi, kıyakçı olurlar. Güzeller ise kendi güzelliklerinin, afur- tafurlarının fırtınalı denizinde boğulan zavallılardır. Ya da güzelliklerini , bencil erkekler uğrunda harcayan acınası âşıklardır. Ne var, kimi güzeller de yüreklerinden yükselerek yüzlerine vuran güzeliklerini , sevdiklerine bütünüyle aktarmaktan geri kalmazlar.
KİMLİKSİZ BİR ELEŞTİRMENİN "FİLLER MEZARLIĞI" HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
"Yazarın kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak biçimlendirdiği romanıdır. Özellikle 60'ların sonları ve 70'lerin başında, Sultanahmet üzerinden geçerek doğuya yolculuğa devam eden hippiler ve onların yaşam tarzının bir Türk yazarının üzerinde bıraktığı izler olarak okunabilir. Bu dönemde öncü bir hippi komün oluşturan Mehmet Martı (-ki aslen yazarın kendisidir,) bu komün içindeki ilişkileri korumaya çalışırken asıl kendisinin yaralı ve yaralanmakta olduğunu biraz geç de olsa fark eder. Sonuçta tüm filler aynı mezarlığa gitmektedir. Sultanahmet, Pudding Shop, hippiler ve ağır bir doğu kültüründen kaçma çabası, kitabın satır aralarından akmakta. İstanbul'dan hippi manzaraları çok doğru ve keyifli bir dil ile aktarılmış. Bir yarı aydının kendi kültürüne yabancılaşırken bir diğer kültüre sıkışmaya çalışıp arada kalışının hazin hikâyesidir."
Wankel motoru
Wankel motoru; ekzantrik döner tasarıma sahip, yanma basıncını döner harekete çeviren içten yanmalı bir motordur. Bu motorlarda diğer içten yanmalı motorlardan farklı olarak, kenarları yayvanlaştırılmış üçgen şeklinde döner pistonlar kullanılır. Güç iletiminin doğrudan piston üzerine bağlı mil yardımı ile gerçekleştirilmesi sayesinde yapıları diğer motorlara göre daha az karmaşıktır.
Felix Wankel (1902-1988), sonradan soyadı ile anılmaya başlanan döner pistonlu motorlarla ilgili çalışmalarına 1924 yılında kurduğu küçük laboratuvarda başladı. 1929 yılında yaptığı ilk motorun patentini aldı. Ardından 1933 yılında daha gelişmiş bir model olan DKM32'nin patentini alan Wankel, konu ile ilgili çalışmalarına devam etti.
İlerleyen yıllarda motorun teknik sorunlarını çözme ve geliştirme üzerine çalışan Wankel, II. Dünya Savaşı yıllarında çalışmalarını devam ettirmekte güçlüklerle karşılaştı. 1940'lı yılların sonları ve 1950'lerin başlarında motosiklet ve otomobil üreticisi NSU (günümüzde Audi) ile birlikte çalışmaya başladı. Wankel motoru, hala bir taşıt aracında kullanılabilecek güvenilirlik ve dayanıklılığa ulaşamamıştı.
NSU ile birlikte yapılan geliştirme çalışmaları sonucunda, 1954 yılında birçok teknik sorunu çözümlenmiş DKM54 ("Almanca: Drehkolbenmotor") motoru ortaya çıktı. DKM54'ün de bazı sorunları vardı ve ticari kullanım için hazır değildi. Bu motorun kullanıldığı NSU yapımı bir araç 1957 yılında 50&nb;cm³ sınıfında dünya hız rekorunu kırdı.
Bir yıl sonra 1958 yılında üretilen KKM57P ("Almanca: Kreiskolbenmotor") ilk defa Almanya Neckarsulm’daki NSU firması standına getirildi. Bu motor Wankel motorlarının günümüzdeki haline benzemekteydi.
KKM57P ilk kez 1963 yılında NSU Spider marka araca monte edildi. 1967 yılında NSU Ro 80 çift döner rotorlu wankel motorunu üretti. NSU Ro 80, 2x497,5 cm³ motor hacmine sahipti. 5500 d/d'de 136 BG güç üretiyordu. Motorun ağırlığı 103 kg, sıkıştırma oranı 9/1’di.
NSU’dan başka o yıllarda Japon Toyo Kogyo Firması da Wankel motorlu otomobiller üretmiştir. 1972 yılında Amerikan GM firması 5 yıl içinde 50 milyon dolar harcayarak 185 BG gücünde bir Wankel motorunu geliştirerek otomobillerinde kullanmaya başlamıştır. Yine Amerikan Ford firması Wankel motorunun kendi araçlarında kullanılması için çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Bunların dışında Japonya’da Datsun, İngiltere’de Rolls-Royce ve İtalya’da Alfa Romeo firmaları Wankel motoruyla ilgilenmişlerdir. Günümüzde (2005-2006) ticari olarak üretilen ve pazarlanan tek Wankel motorlu otomobil Mazda RX8 modelidir.
Wankel motorunun normal bir motordan çok daha basit bir yapısı vardır. Oval bir gövde içerisinde merkezden kaçık olarak dönen bir rotor (döner piston) (tasarıma göre 2-3-4 rotor da olabilir) ve eksantrik milidir (eksantrik mili 4 zamanlı motorlarda bulunan krank milinin işini yapmaktadır).
Wankel motoru, 4 silindirli, 16 supaplı, 2 eksantrikli bir günümüz motoruna göre çok daha az karmaşık hareketli parçaya sahiptir. Rotor bir iç v bir dış dişli yardımı ile motorun ana miline bağlıdır. Motor çalıştığı sürece emme, sıkıştırma, iş ve egzoz zamanları rotorun çevresinde oluşur. Motorun en büyük zorluğu da buradan kaynaklanır. Rotorun etrafının çok çabuk aşınmasından dolayı sıklıkla değiştirilmesi gerekmektedir. Genellikle polimer malzemeden yapılan rotor kenarlarının aşınması sorununu çözebilecek uygun nitelikte bir malzeme halen üretilememiştir.
Wankel motoru dört zaman ilkesine göre çalışmaktadır. Rotorun her bir tam devrinde her haznede dört zamanlı motora göre bir iş meydana gelir. Eksantrik mili bu sırada üç devir dönmüş olur.
Motorun kumandası muhafaza gövdesindeki kanal üzerinden sağlanır. Rotor eksantrik milinin bir kamına yataklandırılmıştır. Muhafaza gövdesinin içinde sabitlenen pinyon dişli rotorun iç tarafına açılmış dişli ile kavraşmış durumdadır. Rotor sabit pinyon dişli üzerinde yuvarlanır. Yuvarlanırken eksantrik mili üzerinde bir döndürme kuvveti oluşturur. Eksantrik milinde oluşan bu dönme hareketi şanzımana iletilir. Su ile soğutmalı motor gövdesinin bir yanında emme ve egzoz kanalları karşı tarafında ateşleme bujileri yer alır.
Wankel motorunun günümüzdeki en büyük sorunu torku yakalamak için gereken yüksek devirdir. Bununla paralel ilerleyen yakıt tüketimi de epey yüksektir. Günümüz wankel otomobillerinden Mazda Rx-8'i baz alırsak, otomobil sakin kullanım dışında 100 km'de 20 litreye yakın yakıt harcadığı bazı kullanıcılar tarafından rapor edilmiştir.
Necdet Şen
Necdet Şen (d. 1956, Giresun), çizgiroman sanatçısı, yazar. "Hızlı Gazeteci" karakterinin yaratıcısıdır.
1956'da Giresun'da doğan Şen, 1975-1976 yıllarında Gırgır'da başladığı çizerliğe daha sonra gazetelerde günlük tefrikalar yazıp çizerek devam etti. 1996 yılında çizerliği bırakma kararı alarak Hürriyet gazetesindeki çizgi romanına son verdi. 2008 yılında Star gazetesinde kısa bir süre yazar olarak görev yaptı. Halen kişisel web sitesi Derkenar'da yazarlık, editörlük ve tasarımcılık yapıyor.
1979 yılında Milliyet Çocuk dergisi için yazıp çizdiği, ama 1980 yılında Ses dergisinde yayınlanan "Çulsuz Köyün Sultanı", yine 1980 yılında Hey dergisinin mizah eki Curcuna'da 10 hafta süreyle yayınlanan "Bunalım Burhan" ve "Hızlı Gazeteci Şaban", 1983 yılında Karagöz Öğrenci Ansiklopedisi'nde yayınlanan "Karagözün Maceraları" bu dönemde yazdığı ve çizdiği bazı hikâyelerdi.
1981-1983 arasında Güneş gazetesinde spor çizerliğinin yanı sıra yayınevleri için çeşitli kitap kapakları da yaptı.
En çok bilinen karakteri, çizgi dışı, eleştirici ve muhalif bir kişilik olan Hızlı Gazeteci'dir. İlk olarak 1980 yılı sonunda Hey dergisinin mizah eki Curcuna'da görüldü. 1984 s |
onunda Cumhuriyet gazetesinde yeniden başlayan hikâyeleri daha sonra çeşitli albümlerde toplandı. 1992 yılında Cumhuriyet gazetesinde gelişen olaylar nedeniyle tamamlanamadan yayından kaldırılan öyküsünün adı 'mış gibi' daha sonra gündelik hayatta sıkça kullanılan bir deyime dönüştü.
1981'de Hızlı Gazeteci'nin iki kısa öyküsü albüm olarak basıldı. 1989'da ise zamanında çok tartışma yaratan hikâyesi "Bacı", albüm oldu. Daha sonra 1991 yılında Remzi Kitabevi'nden iki albüm "Keloğlan" ve "Déja Vu" çıktı. 2002-2004 yılları arası Parantez Yayınevi tarafından tüm çalışmalarını kapsayan 32 ciltlik bir Hızlı Gazeteci serisi yayımlandı.
Ayrıca İran, Pakistan, Hindistan ve Nepal'e yaptığı geziyi kaleme aldığı "Nereye?" isimli kitabı da 2001 yılında Parantez Yayınevi'nden yayımlandı.
2000-2005 yılları arasında kendi web sitesi olan Derkenar'da tasarımcılık, editörlük ve yazarlık yaptı. 2005'te sitenin yayınına ara verdi, 2006'dan itibaren yeniden yazılar yazmaya başladı. 2000 yılından beri css tabanlı web sitesi tasarımcılığı alanında çalışmalar yapıyor.
İslam'da cehennem
Cehennem, çoğu dinde olduğu gibi İslam dininde de, ahiretteki azap yeridir. İnsanlar dünyadaki hareketlerine ve inançlarına göre cennete veya cehenneme giderler. İslam inancına göre, "kafiler" (inanç esaslarından bir veya daha fazlasına inkar eden), "müşrik"ler (İslam inancına göre Allah'ın birliğine karşı çıkanlar) ve "münafık"lar (İman ediyor gibi görünüp İslam inancına inanmayanlar) ölümden sonra, ""derece derece olan cehennemde"" sonsuza dek kalacak ve azap göreceklerdir. Belirtilen şudur ki, İslam inancına aykırı hareket etmiş Müslüman kimseler de günahları ölçüsünde cehennemde kalacak ve cezalandırılacaklardır. İslam dinindeki farklı "itikat" (inanç) mezheplerinin bu konuda farklı fikirleri ve çeşitli ayrışmaları olsa da, İslam'daki genel görüş budur.
İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an'da cehennem için çeşitli isimler kullanılmıştır, bu isimlerin büyük bir kısmı cehennemi tanımlayıcı niteliktedir: "Nâr" (ateş), "Hâviye" (düşenlerin çoğunun geri dönemediği uçurum), "Saîr" (çılgın ateş ve alev), "Lezâ" (dumansız ve katıksız alev), "Sekar" (ateş) ve "Hutame" (obur ve kızgın ateş). Ayrıca, Kur'an'da cehenneme ve azap görenlere dair birçok tanım ve tasvir bulunur.
İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an'a göre Allah müşrikleri (Allah'a ortak koşanları) cehennemde sonsuza kadar tutacaktır. Günah işlemiş ancak imanlı olan kişiler ise İslam inancına göre cehennemde bir müddet kalacaklardır.
Cehennemin efendisi Mâlik'tir.
Cennet
Cennet, dini kozmoloji veya transandental felsefede gök, yedi gök, uçmak, behişt gibi adlarla da anılan ilah, melek, cin, aziz, yeniden dirilmiş atalar gibi varlıkların yaşadığı, köken aldığı veya hüküm sürdüğüne inanılan yer. Bazı dini inanışlara göre cennet yaratıkları yeryüzüne inebilir (reenkarnasyon) ve yerde yaşayanlar ölümlerinden sonra, bazı özel durumlarda yaşamakta oldukları hayat devam ederken cennete gidebilirler.
Cennet kavramına inanan kişiler genellikle cennetin insanların bir kısmı veya hepsi için Ahirette bulunan nihai bir varış noktası olduğunu düşünürler. Ayrıca cennet kavramına sahip inançların çoğunluğunda cennet iyi insanların ulaştığı bir Ahiret mekânıdır.
Cennet sözcüğü Arapça kökenlidir (). Her dinin cennet kavramına verdiği özel isimler olabilir. Cennet sözcüğü dinî anlamda kullanılabileceği gibi, Türkçede mecaz veya sıfat olarak da kullanılmaktadır. TDK tanımına göre cennet, ""Dinî inanışlara göre dünyada iyilik yapanların, günahsızların, öldükten sonra sonsuz bir mutluluğa kavuşacakları yer, uçmak, behişt""tir. Ayrıca mecazi şekilde sıfat olarak, "çok güzel, huzur veren" gibi anlamlarda kullanılır. Cennet sözcüğünün dışında yine "cennet" anlamında olan Farsça kökenli "behişt" ve Soğdca kökenli "uçmağ" da Türkçede kullanılmaktadır. Yine de en yaygın olanı "cennet" sözcüğüdür.
Eden; Tevrat'taki Eden kelimesinin de kökeni olduğu düşünülen Akad kökenli "edinnu" düzlük anlamına gelir. Eden aynı zamanda güney Arabistan'da bir yer adıdır. Kelime Kur'anın değişik surelerinde "adn cennetleri" şeklinde kullanılmıştır, ancak Kur'an bu yabancı kelimeyi Kitâb-ı Mukaddes'ten farklı olarak eskatolojik anlam yükleyerek kullanmaktadır.
Sümer mitolojisinde birçok tasvirlerinin Yahudilik ve İslam'ın cennet anlayışına kaynaklık ettiği düşünülen cennet ve cehennem motifleri bulunur.
“Ve tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe yaptı; ve yarattığı Âdem’i oraya koydu. Ve Rab, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı, ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi.
Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı; ve oradan bölündü ve dört kol oldu. Birinin adı Pişon’dur; kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatır; ve bu diyarın altını iyidir; orada ak günnük ve akik taşı vardır; Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur; bütün Kuş ili'ni kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle’dir; Aşur’un önünden akan odur. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır.” (Tekvin 2:8-14)
Sözü edilen ırmaklardan Fırat ve Dicle biliniyor. Bu ifadeye göre diğer iki ırmağın, Pişon ve Gihon’un adları yabancı olsa da, Aden’deki “cennet bahçesi”nin soyut ya da hayali bir ülke olmayıp dünya üzerindeki bir coğrafi bölge oluşu kesindir. Buna göre Gihon'un Nil, Pişon’un da İndüs olabileceği sonucuna varılabilir.
Hristiyanlıkta cennet Tanrı'yla beraber olma durumudur. Hristiyanlar Tanrı tarafından her gün değiştirilerek yenilendiklerine, kıyamet günü geldiğinde yeni bedenlere sahip olarak (Âdem'in günah işlemeden önceki hali gibi ) yeni yaratılan Dünyada Tanrıyla birlikte olacaklarına inanırlar. Yeni Ahit'te bu durum aşağıdaki ayetlerle belirtilmiştir:
"Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm. Çünkü önceki gökle yeryüzü ortadan kalkmıştı. Deniz de yoktu artık. Kutsal kentin, yeni Yeruşalim'in gökten, Tanrı'nın yanından indiğini gördüm. Güveyi için hazırlanmış süslü bir gelin gibiydi. Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim: “İşte, Tanrı'nın konutu insanların arasındadır. Tanrı onların arasında yaşayacak. Onlar O'nun halkı olacaklar, Tanrı'nın kendisi de onların arasında bulunacak. Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış, ne de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı.” Tahtta oturan, “İşte her şeyi yeniliyorum” dedi. Sonra, “Yaz!” diye ekledi, “Çünkü bu sözler güvenilir ve gerçektir.”" (Vahiy 21 : 1-5)
Cennet İslam'da, İslam dinine inananların ebedi olarak kalacaklarına inandıkları bir Ahiret mekanıdır. Sıradan insanlar mahşerde toplanıp dünyada yaptıklarının hesabını cehennemde azap çektirilmek şeklinde verdikten sonra gidebilirler. Peygamber, veli ve şehitler gibi seçkinler ise sırat köprüsünü bile görmeden doğrudan cennete uçarak gidebilirler.
Genel bir görünüm olarak cennetin erkek zevklerine hitap ettiği, sıcak ve kurak Orta Doğu bölgesinin insanlarının özlem ve hayalleri ile ilgili olabilecek gölgeler, serinlikler, ırmaklar, bağlar ve bahçeler içerdiği düşünülebilir. Cennette köşkler, saraylar ve cennetliklerin her türlü arzularına cevap veren huriler ve gılmanlar bulunur.
Cennetteki hayat sonsuzdur ve orada birçok mükafat verilecektir. İnanca göre kafir, müşrik ve münafık kişiler cennete giremez, ebedi olarak cehennemde kalırlar. Müslüman olup günah işleyenlerin ise, Allah günahlarını affetmezse, bir süre cehennemde günahlarının cezasını çekeceklerine, daha sonra da cennete gireceklerine inanılır.
Sad Suresinde şöyle anlatılır:
Cennet, Bakara Suresinde şöyle anlatılır:
Nebe' Suresinde şöyle anlatılır:
Hac Suresinde şöyle anlatılır:
Gaşiye Suresinde şöyle anlatılır:
Ashâb-ı Kehf
Ashâb-ı Kehf (Ar: أصحاب الكهف) ya da Yedi Uyurlar, Dünya'nın değişik kültürlerinde izlerine rastlanan halkını terk eden bir topluluğun hikâyesidir. Bütün sürümlerin ortak yanını, halkından yüz çeviren ve onları terk eden bir gruptur. Bu hikâyelerin en eski örneği Mahabharata destanındadır (17. Kitap olan Mahaprasthanika Parva'da geçmektedir). Destanda anlatıldığına göre yedi kişi, peşlerinde bir köpek olduğu hâlde riyâzet için krallığa ve Dünya'ya yüz çevirirler. Hristiyanlığın ilk devirlerinde önemli bir hikâye olan Ashâb-ı Kehf, daha sonra Hristiyan dünyâsında önemini yitirdi. İslâm'da ise Ashâb-ı Kehf (Mağara Yârânı) adıyla Kehf Sûresi'nde kıssası zikredilmekte ve İslâm kültüründe önemli bir yer tutmaya devâm etmektedir. Hristiyanlıkta yedi kişi olarak tasvir edilmekte olup bu yüzden Yedi Uyurlar olarak bilinirler.
Hikâyenin en eski versiyonu, kayıp bir Yunanca kaynaktan aldığını söyleyen Süryani râhip Suruçlu Yakup'a aittir. Hikâyenin çerçevesini Tourslu Gregory ( 538-594) ve Diyakoz Pavlus (720-799) ("Historia Langobardorum"’da) çizer. En iyi bilinen Batı sürümü Jacopo da Varazze'nin "Legenda aurea" (Altın Efsâne) eserinde yer alır.
Anlatılana göre Decius (Dakyus) zamanında yedi veyâ sekiz Hristiyan genç, devrin putperest inançlarına kurban edilmekten korkarak yaşadıkları yerin yakınlarındaki bir mağaraya sığınırlar ve üzerleri kapatılır. Orada mucizevî bir uykuya dalarlar. Bu kişilerin adları bir rivâyete göre Maximilian, Iamblicus, Martinian, John, Dionysius, Exacustodianus ve Antoninus'tu. Başka kaynaklarda başka isimler rivâyet edilir. Bu mağaraya gelen askerler şaşkınlık içinde geri dönerler. Bunun üzerine komutanları mağara girişinin taş ve harçla kapatılmasını emreder. Burada "Yedi Kâfir’in ölüme terkedildiklerini" bildiren bir levha bırakarak giderler.
Yedi Uyurlar'ın üzeri kapatıldıktan yaklaşık 184 200, veyâ 230 sene sonra mağaranın yer aldığı arsanın maliki, işçileriyle birlikte mağara girişini açar ve Yedi Uyurlar ile karşılaşır. Iamblicus, şehre ekmek almaya gider ve Meryem oğlu İsa'nın adının şehirde serbestçe anıldığını fark eder. Decius (Dakyus) zamanından kalma paralarla alışveriş yapmaya çalışır. Psikoposun karşısına çıkarılırlar. Hikâyelerini dinleyen piskopos, bunun bir mûcize olduğunu dile getirir.
Hristiyanlar tarafından kabul edilen hikâyedeki mağara, Selçuk ilçesindeki Efes antik şehrinin yakınları |
ndaki Panayır Dağı eteklerinde bulunmaktadır. Bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış hâli 1927-1928 yılları arasındaki bir kazıda ortaya çıkarıldı. Kazıda 5. ve 6. yüzyıla ait mezarlar bulundu. Yedi Uyurlar’a ithaf edilmiş yazıtlar hem mezarlarda, hem de kilise duvarlarında bulunmaktadır.
Batlamyuslar zamanında Filadelfiya olarak adlandırılan ve günümüzde Ürdün sınırları içinde kalan Amman şehrinde bir grup genç, liderleri Maximilian ile birlikte o sırada şehre gelen İmparator Hadrianus'a başkaldırır. Putları reddederek sadece İbrahim’in, Musa’nın ve İsa’nın Tanrısı’nın tapılmaya değer olduğunu savunurlar. İmparator, gençlerin idam edilmelerini ister. Fakat onlar, kapatıldıkları zindandan kaçarak sığınacakları bir mağara bulurlar. Kral, mağaranın girişine duvar örülmesini emreder. Yedi Uyurlar yıllarca burada kalır. 300 sene sonra uyandıklarında Maximilian'ı şehre yiyecek almaya gönderirler. 300 sene önceki paradan şüphelenen fırıncı, onun bir hazine bulduğunu zanneder ve bunu kendisiyle paylaşmazsa onu ele vereceğini söyler. Askerler gelip Maximilian’ı yetkililere götürürler. Yetkililer, ilk önce onun anlattıklarına inanmasalar da daha sonra iknâ olup ve bunu bir mûcize olarak kabûl ederler.
Ortodoks ve Katolik kiliseleri olayı yâd ederler. Bununla birlikte Batı'da aydınlanmanın ve Protestanlığın yükselişi ile birlikte Yedi Uyurlar hikâyesi apokrif bir efsâne olarak nitelendirildi ve Roma Katolik Kilisesi, olayı insanları etkilemeye yönelik bir romantizm olarak itibarsızlaştırdı.
Kur'ân'da Ashâb-ı Kehf’in (Mağara Yârânı’nın) kıssası Kehf Sûresi’nde anlatılır. Onların isimleri ve ne zaman yaşadıkları hakkındaki rivâyetler tefsirlerde geçmektedir.
Gençler, Allah'tan başka ilâhlara tapan bir hükümdarın zamânında yaşıyorlar, halkın çoğunluğu da hükümdarın âdeti üzereydi. Bir rivâyete göre bu gençlerden altısı sarayda görevli, hükümdara yakın kimselerdi ve hükümdarın müşâvere heyetindeydiler. İmparatorun putperest olduğu, putperestliği kabul etmeyen bâzı insanları yakalatıp öldürttüğü ve bir ihbar üzerine saraydaki putperest olmayan gençlerin durumlarını öğrendiği anlatılır. Hükümdar, onları çağırıp tehdit eder, onlarsa inançlarından ayrılmak istemezler. Aksine onu inançlarına davet ederler. Hükümdar, onlara eski günlerine dönmeleri için zaman tanır. Gençler, inançlarını korumak için şehre yakın bir dağ yönüne giderler. Yolda giderken Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban ile çobanın Kıtmir isimli köpeği de onlara katılır (Köpeğin ismi bir rivayette Himran olarak geçmektedir). Dağda çobanın gösterdiği bir mağaraya girerler, dua ederek merhamet dilerler. Hükümdar gençleri sorar, kaçtıklarını ve mağaraya sığındıklarını haber alıp adamlarıyla mağaraya gider. Mağaranın ağzını kapattırır. İnanca göre gençler ölmez, yüzyıllar boyunca uyumaya devam ederler. Kehf Sûresi'nde bu süre 309 (hicrî) yıl olarak geçer. Bu sürenin sonun ilâhi bir sevkle uyandırılırlar. Ne kadar zaman geçtiğini bilmezler, ancak çok az uyuduklarını zannederler. Acıktıkları için bir arkadaşlarını şehre yiyecek getirmesi için göndermeye karar verirler. Bu kişinin adı Yemliha’dır ve onun kılık değiştirerek hâlini kimseye bildirmeden gidip gelmesini söylerler. Yemliha şehre geldiğinde çok değişmiş bir şehir bulur ve geçen zamanın farkına varır; o zamanın hükümdarının yanına götürülür. İnanca göre bu hükümdar gençlerin dinindendir. Başlarından geçenleri hükümdara anlatır. Daha sonra gidip arkadaşlarına haber verir. Bunun üzerine hepsi tekrar uykuya dalarlar. Halk, onların uyudukları mağaranın girişine bir mescid yapmaya karar verirler.
Bu hükümdarın adının rivâyetlerde birkaç varyasyonu bulunmaktadır. Bunlar; Takyanus, Dakyanus, Dikyanus, Dekyanus’tur. Ashâb-ı Kehf'in isimleri hakkında da rivâyetler muhteliftir. Onların rivâyetlerdeki adları şöyledir;
Ashâb-ı Kehf mağaraları Dünya'nın değişik ülkelerinde kendilerine atfedilen makam ve anlamları ile farklı dinlerden insanların inandığı ve ziyaret ettiği önemli inanç merkezleri hâline gelmiştir. Dünya'da bu mağaraların kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kentin dördü Türkiye'dedir; Afşin, Selçuk (Efes), Lice ve Tarsus. Bunlardan hangisinin onların mağarası olduğu konusunda İslâmî ilim dünyâsında bir fikir birliği yoktur. İbn Kesir Tefsiri'ndeki bir rivayete göre şehrin adı Daksus idi.
Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı şehir, bir rivâyete göre, adı önceleri Efesos olan bir Tarsus'tu. Adı geçen Tarsus'un günümüzde Türkiye'nin Mersin ilinin ilçesi olan Tarsus olduğu konusunda genel bir kabûl vardır. Ancak Kahramanmaraş ilinin bir ilçesi olan Afşin kentinin halkı, Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı şehrin Afşin olduğunu savunurlar. Bunun bir sebebi, şehrin adının eskiden Efesos (veyâ Efsus) olmasıdır. Türkiye'deki Müslümanlar nezdinde mağaranın yeri hakkındaki tartışma daha çok Afşin ve Tarsus ilçeleri arasında olmaktadır. Ashâb-ı Kehf mağarasının Afşin'de olduğunu kanıtlamak için Afşin Eshâb-ı Kehf Derneği, bilim adamlarından oluşan bir heyete rapor hazırlatıp bunu yerel mahkemede açtıkları keşif davası ile karara bağlattı. Tarsuslular da Tarsus şehrine iki saat uzaklıktaki Bencilüs (veya Encilüs) denilen dağdaki mağarayı tefsirler, tarihî kaynaklar ve arşiv belgelerine dayanarak Ashâb-ı Kehf Mağarası olarak göstermektedir.
Diyarbakır'da da Ashâb-ı Kehf'e atfedilen bir mekân vardır. Kehf Sûresi’nin 17. âyetinde geçen "(Resûlüm! Orada bulunsaydın) Güneş'i görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (Böylece) onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı)." meâlindeki tanımlamaya uygun bir mağara Lice'de bulunmaktadır. Yerden yüksekte ve üzerinde gölgelik şeklinde bir çıkıntı olan bu mağara, içeriye doğru girintilidir ve âyette geçen tanıma uymaktadır. 12. asırda Artuklu hükümdârı Melik Âdil, burayı imâr ettirip bir kitâbe yaptırdı. Tarihçi Abdürrezzak Semerkandî'nin bir eserinde şöyle geçmektedir: "Sultan Üveys, Lice'deki Ashâb-ı Kehf'e Bingöl üzerinden sefer düzenledi ve Muş Ovası'na vardı".
Kardeş şehir
Kardeş şehir, coğrafi olarak uzakta olan yerleşim yerlerinin kültürel ve ticari alışveriş amacıyla oluşturdukları birlikteliktir. Kaydedilmiş ilk çağdaş kardeş şehir antlaşması Birleşik Krallık'ın Keighley şehri ile Fransa'nın Poix-du Nord şehirleri arasında 1920 yılında imzalanmıştır.
İslam'da Cennet
İslâm'da Cennet (Arapça: جنة ) Müslümanlar tarafından sonraki yaşamda bulunduğuna inanılan ve kutsal sayılan mekana verilen isimdir. İslâm eskatolojisine göre ölümünden sonra bir insan, Kıyamet sırasındaki yeniden dirilişe kadar mezarında kalır. İslâm'da "Cennet" terimi çoğunlukla Hıristiyanlıktaki "Cennet" terimiyle karşılaştırılır. Müslüman inanışlarına göre bu dünyada özlenilen her şeyin Cennet'te olacağı varsayılmaktadır. İslâm'a göre Cennet'teki hayat sonsuz olacaktır.
Kur'an'da Cennet, alelâde bir biçimde tanımlanmıştır. İslâm'a göre Cennet'in en yüksek kademesi Naim'dir (), bu kademede peygamberlerin, şehitlerin ve en dindar kişilerin barınacağı varsayılmaktadır. Cennet teriminin karşıtı olarak Cehennem terimi vardır.
"İslâm'da Cennet" hakkında ayrıntılı bilgi Kur'an'da, hadislerde ve geleneksel tefsirlerde bulunmaktadır. Bu kaynaklara göre Cennet sekiz ana kapı tarafından kuşatılmıştır ve her kapı birbirinden ayrılmış kademeleri temsil etmektedir. Bu kapılar şunlardır:
En yüksek kademe "Firdevs" (bazen "Adn" denilir) olarak bilinir. Yine bu kaynaklara göre; Kıyametten sonra "Firdevs" kademesine ilk olarak Muhammed bin Abdullah, ardından sefalet içinde yaşayanlar ve sonra en dindar olanlar girecektir. Cennete girenlerin melekler tarafından Arapça selamlanacakları rivayet edilmektedir.
İslâmî metinler, Cennet'te ikamet eden ölümsüz kimseleri: mutlu - acıdan, üzüntüden, korkudan ve utançtan uzak - her dileği yerine gelen kişiler olarak tanımlar. Bu metinler, Cennet'te yaşayan herkesin aynı yaşa (33 yaşında) ve aynı özelliklere sahip olacağını, pahalı cüppeler ve bilezikler giyeceğini, güzel kokacağını, altın ve değerli taşlarla bezenmiş divanlarda uzanırken paha biçilemez tepsilerle ölümsüz hizmetkarlar tarafından sunulan ziyafetlerde yer alacağını iddia etmektedir. Metinlerde özellikle bahsedilen tüketim maddeleri: et, meyve, kokulu şarap ve sarhoşluk vermeyen içkilerdir. Bu kaynaklara göre Cennet'tekiler kan bağı olan yakınlarıyla (bu kişilerin Cennet'e girdiklerini varsayarsak) vakit geçirebilecek ve geçmişi hatırlayabilecekler.
İslâmî metinlerde Cennet'te yer alacağı rivayet edilen: yüksek bahçeler, gölgeli vadiler, kâfur veya zancefil kokulu pınarlar; su, süt, bal ve şarap nehirleri; tüm meyvelere sahip olan dikensiz ağaçlar; Cennet'te barınmanın güzel olacağına işaret edilmektedir. Kur'an'da ve hadislerde Cennet'teki bir günün dünyadaki bin yıla eşit olduğu, sarayların altın, gümüş, inci ve öteki değerli maddelerden yapıldığı, göz kamaştırıcı atların ve develerin yanında diğer yaratıkların da olduğu söylenmektedir. Bunların yanı sıra çok büyük ağaçlar, miskten yapılmış dağlar, aralarından nehirler akan inci ve yakuttan oluşmuş vadilerden bahsedilir. Bahsi geçen dört büyük Cennet nehirlerinin adları: Seyhan (Sir Derya), Ceyhan (Amu Derya), Fırat ve Nildir.
İslâm dünyasınca Cennet'teki bu iyi koşullara rağmen Allah'ın tasdiki ve yakınlığı çok daha önemli sayılmaktadır.
Sehl bin Sad, İbn Abbas ve Ebu Hüreyre tarafından söylenen birkaç hadise göre "Cahiliye Devri"nden önce doğan, ama Mekke'nin Fethinden sonra Allah'a inanıp İslâm dinine geçenlere hareketlerinin karşılığı olarak Cennet'e girme hakkı verilmiştir.
Harezmşahlar Devleti
Harezmşahlar veya Harzemşahlar Devleti (Farsça: خوارزمشاهیان Hārezmşāhiyān), Orta Asya'da Harezm bölgesinde Kutbeddin Muhammed Harezmşah tarafından kurulan bir Türk-İslam devletidir. Bu devlet, Anadolu Selçuklu Devleti tarafından Yassı Çemen savaşı ile 1230 yılında yıkılmıştır.
Amuderya bölgesi Orta Çağ'da "Harezm" (Harizm) ve hükümdarlar "Harezmşah" olarak anılırdı. XI. yüzyılın sonlarına doğru bu bölgede kurulan yerli etnik bir topluluk olan ve Türkçe |
konuşan yerel halkın kurduğu bu devletin adı da Harezmşahlar'dır.
Buranın adı "Harzem" olduğundan, öteden beri burada hüküm sürenlere "Harzemşah" denilmiştir.
Harezm bölgesinde Büyük Selçuklu Devleti'ne bağlı olarak merkezden atanan valilerle yönetilen bu eyalette, Anuş Tekin zamanında serbest yaşamaya başlanmıştır. 1128’de Harezm valisi olarak atanan Atsız döneminde yarı bağımsızlık kazanmıştır.
Anuş Tekin'in oğlu Kutbeddin Muhammed, Selçuklulara bağlı kalarak, "Harezmşah" unvanı ile bu bölgenin valiliğini üstlenmiştir.
Atsız 1141'de Büyük Selçuklu Sultanı Ahmed Sencer'in Katvan Savaşı'nda Karahitaylar tarafından bozguna uğratılmasından istifade ederek Selçuklulara karşı isyan etmiş ve 1142'de Horasan'a saldırarak Merv ve Nişabur'u işgal etmiştir. Ancak 1143 ve 1147'de Ahmed Sencer Atsız'a karşı cezalandırıcı seferini düzenlemiş ve ikinci seferde Atsız yönetim merkezi olan Urgenç'i kaybederek teslim etmiştir. Başka bir kaynakta ise Oğuz ve Müslüman oldukları ve saray kökenli oldukları için Sencer'e bağlı kalmayı kabul ettikleri yazmaktadır
Atsız ve İl Arslan devirlerinde hem Irak Selçukluları hem de Kara Hıtay ila mücadele edildi. Nitekim İl Arslan, Sultan Sencer'in ölümü üzerine bağımsızlığını ilân etti.
Alaaddin Tekiş kendisini Selçukluların devamı ve varisi olarak görmüş ve "Sencer" unvanını kullanmıştır. Abbasiler ile iyi ilişkiler kurmuş ve Bâtınîlere karşı halifeyi savunmuşlardır. Bu yüzden Selçukluların varisi olan Harezmşahların yükselişleri Alaaddin Tekiş döneminde olmuştur.
Tekiş, 14 Ekim 1182'de Buhara, 1183'te Cuzcan ve Mazenderan, 18 Mayıs 1187'de Nişabur, 1192'de Rey ve Tahran'ı fethetti. Daha sonra Karahitay'a yöneldi bu devletin ordularını mağlup ettikten sonra ve 1194'te Rey'de II. Tuğrul Bey'in ordusunu yenerek Irak Selçukluları'nı yok etti ve Batı İran'ı topraklarına kattı.
Alaaddin Tekiş'in oğlu olan Alaaddin Muhammed döneminde 1204'te Herat, 1206'da Belh, Cuzcan, Toharistan, Sistan, Sicistan, 1207'de Semerkant, 1210'da Taberistan ve Maveraünnehir alındı. 1210'da Gurlular ortadan kaldırıldı, 1212'de de Karahanlı Devleti'ne son verilerek tüm toprakları Harzemşahlara katıldı. 1211'de Taşkent, Fergana, Mekran ve Belucistan, 1223'te Kazvin ve Azerbaycan fethedildi.
Alaaddin Muhammedin en büyük rüyası Çin'i ele geçirmekti Fakat bu dönemde Moğollar Çin'i alarak büyük güç haline gelmişlerdi. Siyaset gereği Moğol tehlikesini görmüş ve Moğollarla iyi geçinmeye çalışmıştır. Moğollarla ticaret anlaşması imzalamıştır.
Bir Moğol ticaret kervanının Harzemşah valisi İnalcık tarafından yağmalanması ve geri kalanlarının da sakallarının yakılıp geri gönderilmesi yüzünden Moğollarla ilişkiler bozulmuştur; bu olay tarihe Otrar Faciası olarak geçmiştir. Kervanı yağmalatma sebebi; Moğol kervanındaki pahalı eşyalar ve değerli kervan mallarıydı. Bazı kaynaklara göre ise kervan Cengiz Han tarafından casusluk amacıyla gönderilmiş ve bundan kuşkulanan Otrar valisi ise kervandaki tüccarları öldürmüştür. Diğer kaynaklar ise Otrar Faciası'nda şehre yollanan kervanın farklı kışkırtma yöntemleri ile savaş çıkartmak için çabaladıklarını yazar. Her ne sebeple olursa olsun bu olaydan sonra Cengiz Han'ın Otrar valisi'nın kendine teslim edilmesini isteyen iletisini getiren Moğol elçilerinin Alaaddin Muhammed tarafından öldürtülmesi de Moğollar'i savaşa kışkırttığı inkar edilemez.
1220'de bütün ülke Moğolları'nın istilâsına uğradı ve bu saldırı Harezm devletinin sonunu hazırladı.
11 Şubat'ta Buhara, 17 Mart'ta Semerkant, yine Mart'ta Hocent, Cend ve Otrar, Mayıs'ta Urgenç, Zave ve Habûşan, Temmuz'da Semnan, Ağustos'ta Âmil, Rey ve Tahran, Eylül'de Hamedan, Ekim'de Erdebil Moğol işgaline uğradı ve yerle bir edildi. 14 Haziran 1222'de Herat da düştü.
Bundan sonra Orta Asya'da Moğol istilası başlamış; Türk Dünyası birikiminde ve medeniyetinde büyük tahriplere yol açmıştır.
Moğollardan kaçan Alaaddin Muhammed Hazar Denizi'nde bir adada ölmüştür.
Alaaddin'in oğlu Celaleddin Harezmşah Afganistan'da Moğollara mücadele vererek güneye çekilmiş ve İndus Nehrini geçerek Hindistan'a girmiştir. Cengiz Han Moğolistana döndükten sonra Celaleddin İran'a dönüp Irak'tan Azerbaycan bölgesine girmiş ve 1225'te Atabeyliklerinden İldenizlileri yok ederek Tebriz'i almıştır.
Celaleddin Azerbaycan'dan hareket ederek Gürcistan'ı işgal etmiş ve 10 Mart 1226'da Tiflis'i de fetihle, Güney Kafkasya'dan Doğu Anadolu'ya kadar topraklarını genişletmiştir. Ancak Celaleddin Doğu Anadolu'nun egemenliği üzerine Anadolu Selçuklular ve Suriye'ye hükümeden Eyyubiler ile çatışmıştır. 10 Ağustos 1230'da Yassıçemen Savaşı'nda Anadolu Selçukluları karşısında yenilgiye uğrayan Celaleddin'in 17 Ağustos 1231'de ölümü üzerine Harezmşahlar Devleti tamamen ortadan kalktı.
Moğollardan kaçan halkın ve Harzem soylularının amacı Anadolu'ya sığınmaktı. Ancak politik çıkarlar Harezm hükümdarlığının yok olmasına neden olmuştur. Bunun yanında hanedanlıkla gelen halkın ve soyluların Selçuklulara karıştığı düşünülmektedir.
Devletin en parlak olduğu dönemde yayılma alanı İran, Güney Kafkasya, Dağıstan, Umman Denizi, Afganistan, Maveraünnehir, Harzem, Balkaş ile Aral Gölleri arasıdır. (5.000.000 km²).
Harezmşahlar her yönüyle İran kültürünü taşımaktadır. Sanat tarzları Selçuklu üslubundadır. Devletin yönetim organizasyonu Büyük Selçuklulara benzemektedir. Harezmşahlar, Orta Asyanın Moğol istilasından önce son gücü ve güçlü devleti olmuşlardır.
"Harzem", "harezm" "havarizm", "xorazm" kelimeleri günümüzde "horzum" olarak anılmaktadır.
CM
Yedi Sekiz Hasan Paşa
Yedi Sekiz Hasan Paşa (d. 1831 - ö. 23 Ocak 1905), Osmanlı paşası. Osmanlı Ordusu'nda erlikten mareşalliğe kadar yükselebilen nadir isimlerdendir. Okuma-yazması zayıf olduğu ve imzası Arapça "yedi" (٧) ve "sekiz" (٨) rakamlarından oluştuğu için bu lakabı almıştır.
Oğuzların Dodurga Boyu Tamgası Arap rakamlar7-8 şeklindedir. 1831'de Çorum'un Kuşsaray köyünde doğdu. Askerliğine kadar demirci ustası olan babasının yanında çalışıp, askerlik vazifesiyle İstanbul'a geldi. Kırım Savaşı'na katılıp büyük yararlılıklar gösterdi. İstanbul'a dönüşünde çavuş oldu. Gözüpekliğiyle, daha çok Arnavut ve Çerkeslerin tekelinde olan muhafız alaylarında kendine yer edindi. Muhafız olarak katıldığı bir hac seferi sonrası içinde bulunduğu gemiyi batmaktan kurtarınca, Abdülmecit tarafından mülazımlık (teğmen) payesiyle ödüllendirildi.
Abdülaziz'in saltanatında Ağa payesiyle Beşiktaş karakol komutanı oldu. Ramazanda yemek yiyip, içki içenleri dövüp sonra "Allah ıslah etsin !" diye bıraktığı rivayet edilir. II. Abdülhamit'i devirmek için Çırağan baskınını gerçekleştiren Ali Suavi'yi bir sopayla kafasına vurarak öldüren Hasan Ağa'ya bu olaydan sonra paşalık (generallik) unvanı verildi. 93 Harbi'nde Kafkas cephesinde büyük yararlılıklar gösterdi.
Yedi Sekiz Hasan Paşa'nın adı son zamanlarda yakın Osmanlı tarihi bağlamında tartışmaya yol açmıştır. Okuma-yazma bilmediği için verildiğini iddia edenler olmakla birlikte çocukluğunda medrese eğitimi aldığı da iddia edilir. Ancak imzasını Arapça yedi ile sekiz rakamlarını yazıp bu sayıyı bir çizgiyle birleştirdiği doğrudur. Paşa, II. Abdülhamit'in en güvendiği ikinci adamı olması nedeniyle bu yakıştırmanın yapıldığı düşünülür.
Hasan Paşa 1905'te vefat etti. Geride meşhur namıyla beraber, memleketi Çorum'da, 1894 yılında yaptırttığı 27,5 metre yüksekliğindeki saat kulesi kalmıştır. Torunları bugün Başıbüyük soyadıyla Çorum ilinde yaşamaktadırlar.
İdari anlamda Çorum ve bölgesine etkisi günümüzde İskilip, Osmancık, Sungurlu gibi yerlerin Çorum Sancağına doğrudan bağlanmasını 1894 yılında sağlaması olmuştur.
Çırağan Baskını dizisinde Yedi Sekiz Hasan Paşa'yı Ahmet Mümtaz Taylan canlandırmıştır.
Azerbaycan Ulusal Marşı
Azerbaycan Ulusal Marşı (Azerice: Azərbaycan Respublikasının Dövlət Himni), Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ulusal marşıdır.
30 Ocak 1920’de ulusal marş için açılan yarışmada seçilen marş, ülkenin 28 Nisan 1920’de Sovyet yönetimine girmesi üzerine kullanılamamıştı. 27 Mayıs 1992’de Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine 1918’deki kısa bağımsızlık döneminde yaratılan marş ülkenin ulusal marşı oldu. Sözleri Ahmed Cevad, bestesi Üzeyir Hacıbeyov'a aittir.
Tatlı Hayat (film, 1960)
Tatlı Hayat (İtalyanca özgün adıyla "La Dolce Vita"), yönetmenliğini Federico Fellini'nin üstlendiği 1960 yapımı Fransız-İtalyan filmi.
Tuhaf gazeteci Marcello Rubini zengin ve şöhretli İtalyan aristokrasisine dair söylentilerin yayınlanacağı bir köşede yazması için Roma’da çalıştığı gazete tarafından görevlendirilir. Marcello, bir partiden diğerine geçmekte, bu esnada da sosyetenin en güzel, en ilginç insanlarıyla tanışmaktadır. Bu başlardan tatlı görünen hayat, zamanla Marcello’yu daha yalnız, daha ucuz bir insan haline getirir. Bol içki ve dansla kapattığı geceler Marcello’yu hem bedenen hem de zihnen yavaş yavaş yok etmektedir.
Açılış ve kapanış sahnelerinde, ahlaki çöküşün İtalya'ya getirdiği sonuçların altını çizen Dante'ye zekice dokundurmalar vardır, ki o sıralarda İtalya'da faşizmin yeniden doğuşu siyasi dengede bir farklılık oluşturuyordu."Tatlı Hayat"taki ahlaki ortam Fellini'nin her filminde yansıtılır, fakat görkemli ölçeği, merhametli veya sevimli bir kahraman kullanmaması ve karikatürlerinin isabetliliği açısından en etkileyici çalışmasıdır. İlk başarısının cinsel temaları gözü pek ve sansasyonel bir tarzda ele almasında yattığı söylenir.
Aslında, 1950'lerin sonunda İtalya'da, ulusal sinemada bir yenilenmenin habercisi olarak ortaya çıkan üç filmden biridir. Diğerleri Michelangelo Antonioni'nin L'avventura ve Luchino Visconti'nin Rocco e i suoi fratelli adlı filmleridir.
Veli Mahmud Paşa
Veli Mahmud Paşa (bazan "Adnî Mahmud Paşa") (1420 - ö: 17 Ağustos 1474), II. Mehmed saltanatında 1455-1466 ve 1472-1474 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Osmanlı tarihinde sadrazamlığa getirilmiş ilk Yeniçeri yetiştirmesidir.
Aslının ne olduğu hakkında tarihçiler arasında büyük tartışmalar ortaya çıkmıştır. Zamanında hazırlanmış olan "Ecthe |
sis Chronica" ve "Historia Patriarchia" adlı kroniklere göre Sırp asıllıdır. Kardeşi Michael Angelovic, Sırp despotunun önde gelen adamlarından biridir ve birçok modern tarihçi de bunu kabul etmektedirler.. Aşık Çelebi "Tezkire"'si ve Taşköprülüzade tarihine göre aslı Hırvattır ve buna katılan modern yabancı tarihçiler de bulunmaktadır Trabzon Rum İmparatoru David’in başmâbeyincisi, filozof Georgios Amiroutzes ile teyze çocukları olduğu iddiası da kaynaklarda bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda ise babasının Nabirda'dan Michael Angelus olduğu ve ailenin Teselya’nın Sırp despotlarından Angeliler’e mensup bulunduğu da belirtilir. Kendisine ait 1463 tarihli bir pençede ismi Mahmûd İbn Abdülhay şeklinde yazılıdır.
Büyük olasılıkla 1420'de Balkanlar’ın orta kesiminde, bugün Kosova’nın batısında yer alan Nobırda adlı bir kasabada doğmuştur. Gününün Rum tarihçisi Laonikos Halkokondiles göre 1427'de Osmanlıların Sırbistan Despotluğu'nu ellerine geçirdikleri yılda, onun annesi ile birlikte Yenidağ"'dan (modern Nobırda veya Novo Brdo'dan) Semendire'ye kaçmakta iken II. Murad'ın beylerinden Mehmed Ağa tarafından esir alındığı ve Edirne'ye getirildiği belirtmektedir.
Edirne'de bir müddet Mahmud Ağa'ya bağlı olarak müslüman bir eğitim gördü. Çok geçmeden çalıkanlığı ve zekası ile isim yaparak devşirme olarak Edirne'deki saray enderun okuluna alınıp orada eğitim görmeye başladı. Bir söylentiye göre enderunda iken Sultan II. Mehmed hizmetine verildi.
Çıkma yaptıktan sonra yeniçeri subayı olarak askerlikle uğraşıp Ocakağalığı rütbesi kazandı. 1453 İstanbul'un fethi sırasında Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa komutasında Edirnekapı bölgesinden Yedikule’ye uzanan kesiminde görev alarak kuşatmaya katıldı. Bu kuşatmada yararlılık ve askeri başarılar gösterek isim yaptı. 1454'te Rumeli Beylerbeyi oldu. Veli Mahmud Paşa bu görevi birinci sadrazam olduktan sonra da ifa etmeye devam etmiştir. Birinci defa sadrazamlıktan ayrılıncaya kadar sadrazamlık ile Rumeli Beylerbeyi görevlerini birlikte üzerine almıştır.
Veli Mahmud Paşa'nın ne zaman ilk defa sadrazam tayin edildiği hakkında tam ve şüphe doğurmayan bilgimiz bulunmamaktadır.
Bazı tarihçiler 1 Haziran 1453'te II. Mehmed'in tecrübeli sadrazam Çandarlı (2.) Halil Paşa'yı idam ettirip yerine Veli Mahmud Paşa'yı birinci defa başvezir yaptığını bildirirler.
Fakat çok otoriterli tarihçiler bunu kabul etmemektedirler. 1453'te Çandarlı Halil Paşa'nın idamından sonra Zağanos Mehmed Paşa'nın sadrazamlığa getirildiğini ve ancak onun 1456 yılında Belgrad muharebesindeki başarısızlığı dolayısıyla görevden aziledilmesi ile 1456'da ikinci vezir olan Veli Mahmud Paşa'nın sadrazam olduğunu bildirirler.
Mahmud Paşa sadrazamlığı sırasında Fatih Sultan Mehmed stratejisini çizdiği Balkan egemenliğini ele alma sorunları ile yakından ilgilendi. 1456'da Zaganos Paşa'nın Macarlara karşı Belgrat seferindeki başarısızlığından sonra Mahmud Paşa önce Sırbistan sorunu ile ilgilenmek zorunda kaldı.
1458'de Sırp Despotu Brankoviç ölmesi ile Osmanlı Devleti ile Macar Krallığı arasında mücadele yeniden canlandı. Sırp Despotluğu içinde, bir grup Macar tarafını ve diğer bir grup Osmanlı tarafını tutmaktaydı. Mahmud Pasa Sırp meselesinin halledilmesiyle görevlendirildi. Kendi parasıyla techiz ettiği Rumeli askerine Anadolu askerini ve padişahın yolladığı 1000 yeniçeriyi katarak 1458’de Sırbistan Seferi'ne girişti. 1458'de Mahmud Paşa Sırbistan Seferine çıktı. Reşav, Kuruca, Ostrovica, Durnik ve Güvercinlik (Golubac) kalelerini zaptetti. Ama Semendire'ye ele geçiremedi. Sirp Despotlugu böylece tamamıyla işgal edilerek Osmanlı Devleti'ne ilhak edildi. Temmuz 1458) Macaristan’a akıncılar gönderdi. Ardından Üsküp’te bulunan padişahın yanına döndü.
1458'de Mora Despotluğu içinde taht kavgası çıktı. Despotluk iddiacılarından Thomas Osmanlı Devleti himayesini istedi ve rakibi Demetrios Venediklilerin desteğini almıştı. Önce 1458'de Fatih Mora seferine çıktı. 1460'ta ise Mahmud Paşa Fâtih’le birlikte İkinci Mora Seferine çıkarak, despotluk başkenti Mistra’nın fethini gerçekleştirdi. Fakat Venedikliler Nauplia, Koron, Modon vb kaleleri ellerinde tuttular.
Sonra Anadolu'da bulunan eski Bizans ve İtalyan Ceneviz deniz koloni kalıntılarına karşı seferlere başladı. Mahmud Paşa Fâtih ile birlikte yaptığı seferlerde Amasra 1459'da, Sinop ve Trabzon 1461'de Osmanlı Devleti eline geçirilmesini sağladı. Böylece 1204'den itibaren hükümet süren Trabzon Rum Devleti'de ortadan kaldırıldı.
1462’de Eflak Voyvodası, "Kazıklı Voyvoda" olarak da anılan, III. Vlad'ın gönderilen Osmanlı elçisi Hamza Paşa'yı kazığa çaktırıp idam ettirmesi dolayısı ile Mahmud Paşa bir Eflak seferine çıktı. Târgovişte gece baskını öncesinde II. Mehmed tarafından gönderildiği seferde III. Vlad tarafından bozguna uğratıldi.
Eflak Seferi'ni takiben o yıl 1462'de Midilli adasının fethi için 100 kadar gemiden oluşan Osmanlı filosu ile sefere gönderildi. Bu adanin ana şehri 27 gun suren bir kusatmadan ve donanmanin devamli bombardımanından sonra 19 Eylül 1462'da teslim oldu. Dük esir alındı ve adaya bir Osmanlı yöneticisi atandi.
1463'te Mahmud Paşa yine sultan II.Mehmed ile birlikte Bosna Seferi'ne geçti. Son Bosna Kralı olan Stjepan Tomašević başkenti Bobavec'den, Yayce'ye ve sonra da Kluj'a kaçtı ise de orada yakalanıp Mayıs sonunda idam edildi. Bosna krallık hanedanı ailesi dağıtılıp Bosna bir Osmanlı Beylerbeyliği olarak ilhak edildi. Hersek'de de hükümdarlık iddia eden hanedan mensupları dağıtıldı.
Bu seferden dönmekte iken Venediklilerin Mora ve havalisinde çıkardıkları sorunları etkisiz hale getirmekle de uğraşıp sahil dışındaki bölgelerden Venediklileri uzaklaştırdı.
Bosna ve Hersek'de bu gelişmelere karşılık Macar Krallığı ile ciddi bir savaş durumu ortaya çıktı. Macaristan, Venedik ve Arnavutluk'ta bağımsız olan İskender Bey bir ittifaka girdiler. Bu ittifakı Papa II. Pius bir Haçlı Seferi haline getirmeye çalışmakta idi. Diğer taraftan bu Haçlı ittifakı Doğu Anadolu'da hakim olan Akkoyunlular hükümdarı Uzun Hasan ile elçiler göndererek anlaşmaya girişmeye çalıştı.
Macar Kralı Matthias Corvinus Aralık 1463'te Bosna’da yeni yapılmakta olan Yayçe kalesine hücumu üzerine, 1464 de Mahmud Paşa Bosna ve Macaristan üzerine sefere çıktı. Osmanlı ordusunun Bosna’ya gelmesiyle Macarlar kaçtı. Pek çok ganimet ve esirin ele geçmesini sağladı.
İlk sadrazamlığı Rum Mehmet Paşa'nın, Veli Mahmut Paşa'yı Fatih Sultan Mehmet'e kötülemesi yüzünden sonlanmıştır. Bu kötüleme Karamanlılar topraklarından gelen Türk muhacirlerin 1466 başlarında İstanbul'a yerleştirilmeleri sırasında Veli Mahmut Paşa'nın aldığı rüşvet ve kendini zengin etmek için giriştiği icraatlardan dolayı olduğu bildirilmektedir. Görevden alındıktan bir süre sonra Kaptan-ı Derya olarak donanmanın başına getirildi.
Kaptan-i Deryalığı esnasında Eğriboz seferi için donanmayı organize etmekle görevlendirildi. Eğriboz adası ve kalesinin kuşatılmasında donanma ile ve kendi birlikleri ile büyük yararlılıklar gösterip, padişahla birlikte kalenin kuşatılmasında ve kuşatmanın sürdürülmesinde ısrar etti. Venedik donanmasının ablukayı aşıp kaleye yardımını engelledi ve neticede kale düştü. Bu başarıları ve diğer hizmetleri neticesi İshak Paşa'nın ardından, ikinci defa sadrazamlığa getirildi.
1472 yılında 2.kez sadrazamlığa getirilen Veli Mahmut Paşa Padişahla birlikte Uzun Hasan'a karşı sefere çıkmış ve bu seferde özellikle stratejik açıdan kötü bir pozisyonda başlayan Osmanlı kuvvetlerinin buna rağmen silah üstünlüğü ve başarılı taktiklerle Otlukbeli Muharebesi'nin kazanmasında büyük rol oynayanlardan biri olmuştur.
Ancak ikinci sadrazamlığında halkça sevilmesine karşın II. Mehmed' le ilişkileri ilk sadrazamlığı gibi iyi olmamıştır. Bunun nedeni Şehzade Mustafa ve saraydaki çeşitli devlet adamları ile içine düştüğü çekişmelerdir. Bunun neticesi 1474'te II. Mehmet tarafından idam ettirilmiştir. İdam nedeni ise tam bilinmemektedir. Gelibolulu Mustafa Ali "Künhur Ahbar" adlı eserinde onun 1473 yılında Uzun Hasan'a karşı II.Mehmet'le sefere çıkan sadrazamın birkaç günlük yokluğunda sadrazamın eşlerinden birinin (2.eşinin), II.Mehmet sonrası tahtın en güçlü adayı olarak bilinen, iyi bir asker ve halk tarafından sevilen bir kişi olan Şehzade Mustafa ile bir gece evinde birlikte olduğunu; bunu duyan sadrazamın derhal eşinden boşanıp Mustafa'yı ise zehirleterek öldürdüğü; II. Mehmet'in ise oğlunu öldüren sadrazamını idam ettirdiğinden bahseder.
İbn-i Kemal ve Behişçi adlı tarihçiler ise Mustafa ile sadrazam arasında anlaşmazlık olduğunu doğrulasa da bu olayı ve idam nedeninin bu olay olduğunu tam olarak doğrulayamamaktadır. Ancak Meali "Hürname" adlı eserinde Mustafa'nın ölüm döşeğindeyken Lalası "Ahmed Bey"'i çağırıp ölümünden Veli Mahmud Paşa'nın sorumlu olduğunu ve intikamının alınmasını vasiyet ettiğini yazmaktadır.
Diğer bir hikâye'de şöyledir.Mustafa'nın ölümü akabinde sadrazam idam edilmeyip ilk başta görevinden alınmıştır. Ancak Mustafa'nın ölümü sonrası herkes taziyelerini sunarken Edirne'den Mahmut Paşa padişahtan izin almadan saraya gelip Fatih'in karşısına çıkmış ve başsağlığı dileyip padişaha "Şehzade Mustafa öldü ise devlete hizmette ben varım" demiştir. Padişah'ın cevabı ise "Mustafa'nın düşmanının hayatta kalması mümkün değildir" olup Paşayı hapse atmıştır. Bir başka rivayete göre ise Şehzade Mustafa'nın ölümüne hiç karışmamış ancak ölümü sonrası görevden alındığında artık tekrar sadrazamlığa geçmesini istemeyen rakiplerinin karalaması ve onun ölümünden Paşa'nın çok memnun olduğu, söylentilerinin II.Mehmet'e yayılması ile paşanın hapsedildiği iddia edilmektedir. Hapisteyken "Ya beni affet veya öldür" çağrısını yapan paşa'nın, II.Mehmet'in karşısına getirildiğinde aşırı kibirli ve mağrur bir tavır sergileyip kendi isminin padişahla bir anıldığını belirtip mertçe öldürülmesini veya affını istediğinden, bunun üzerine 17 Ağustos 1474'te idam ettirildiğinden söz edilir.
1459'da II. Mehmed İstanbul'u imar için bir girişime başladı. Devlet ricalini toplayarak onlardan vakıf yerleri yapmalarını, imaretler ve im |
ar yerleri yapmalarını istedi.
Padişahın bu direktiflerine uyan veziriazam Veli Mahmud Paşa şehrin en güzide alışveriş merkezi olarak, günümüzde de bu durumunu koruyan, "Mahmud Paşa Sitesi"'ni vücuda getirtti. Burada ek hizmet olarak cami, medrese ve imaret yaptırdı. Bu halka açık hayır tesislerin finansmanına kurduğu çarşı, han ve hamamın gelirleri vakifedildi.
Ankara'da günümüzde Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan "Mahmud Paşa Bedesteni" de Veli Mahmud Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Rum Mehmed Paşa
Rum Mehmed Paşa II. Mehmed saltanatı sırasında, 1466-1469 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
İstanbul yerli rumlardan bir ailenin çocuğu olup, sonrasında devşirme sistemine alınmış ve müslüman olmuştur. Özellikle Rum ailelere madende dahil çeşitli yer üstü kaynaklarının,gümrük vergilerinin iltizama verilmesini ve bu sayede devlet gelirlerinin toplanmasında verimin ve artışın olabileceğini belirtmiş ve bu konuda II.Mehmed'i ikna etmiştir. Tekel ve iltizam usulleri konusundaki yaklaşımları bu dönemde Osmanlı maliyesinde kaynakların artmasını sağlasa da; bunun çok uzun dönemdeki etkisi olumsuz olmuştur. Zira bu sayede Osmanlının özellikle duraklama döneminde, devlet zayıfladığında yolsuzluklar baş göstermiş yine ticari hayat belli azınlıkların eline geçmiştir.
Bununla birlikte sadrazamlığı döneminde bilinen diğer bir olayda Karaman Seferi esnasında sergilediği tarihe geçen kıyım ve talanıdır. Karamanoğulları Osmanlı imparatorluğunun elindeki toprakların bir kısmını almak için ordu seferdeyken saldırıda bulunuş ancak sonrasında bu saldırılar geri püskürtülüp Karamanoğulları Osmanlılara bağlı hale getirilmişti.Ancak aynı durum tekrar ortaya çıkınca Rum Mehmet Paşa , Karamanoğulları seferine çıkmıştır. Seferde komutasındaki Osmanlı askerleri halka son derece acımasızca davranmıştır.
O devirlerin tarihçilerinden Aşıkpaşaoğlu eserinde onun için şöyle demektedir:
Rum Mehmet, yürüdü. Larende'ye vardı.
Mescitlerini ve medreselerini yaktı,yıktı ve bozdu.
Babasının evi gibi harap eyledi.
Şehrin kadınlarını ve oğlanlarını soydurdu.
Çıplak ettirdi. Larende'den gitti.
Vardı,Ereğli'ye çıktı.
Ereğli'nin ilini ve köylerini harap eyledi...""
Varsak Türkmenleri üzerine hareket etmiş ancak Varsak beylerinden Uyuz Bey tarafından mağlup edilmiş, Karaman seferinde ele geçirdiği bütün mal ve para Türkmenlerin eline geçmiştir. Karamanlı Mehmet Paşa' nın teşvikiyle azledilmiş ve 1470 yılında boğularak öldürülmüştür.
Mezarı Üsküdar'da yaptırmış olduğu Rum Mehmed Paşa Camii yanında bulunan türbesindedir. Ankara'da günümüzde Anadolu Medeniyetleri Müzesi olan "Kurşunlu Han" da Rum Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır.
İshak Paşa
İshak Paşa (d.? - ö. 1497, Selanik) II. Mehmed saltanatında 1469-1472 yılları arasında ve II. Bayezid saltanatında 1481-1482'de sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
İshak Paşa devşirmelerden olup, Saruhanlı Paşayiğit'in kölesidir. İshak Paşa'nın İstanbul'un fethi sırasında Anadolu Beylerbeyi olduğu bilinmektedir. Fatih döneminde Anadolu Beylerbeyi olan iki İshak Paşa bulunduğu bilindiği için sonradan sadrazam olan İshak Paşa'nın gerçek hüviyeti ve aslı hakkında, bu bir sorun ortaya çıkartmaktadır. Bunlardan birisi İshak Paşa bin İbrahim olarak bilinen, babasının adı İbrahim olan Türk asıllı bir paşadır. Diğeri ise İshak Paşa bin Abdullah olarak bilinen ve Pomak asıllı bir devşirme olarak eğitilip yetiştirilen, II. Murat zamanında hazinedarlıktan vezirliğe yükselen bir paşadır. Selefi Oğuzoğlu İsa Bey Ankara'yı merkez yapan son Anadolu Eyaleti valisidir.
Rum Mehmet Paşa'nın azledilmesinden sonra Vezir-i Âzamlığa getirildi. Fatih Sultan Mehmet'in kendisine verdiği ilk görev Karaman'a göndermek oldu. İshak Paşa Karaman'da çok fazla direnişle karşılaşmadı. 1470'de Karamanlıların bir bölümünü İstanbul'a getirdi. Bu gelenler Aksaray kasabasındandı ve İstanbul'da yerleştikleri semte kasabalarının adı verildi. 1472'de görevinden alındı.
1481'de Fatih'in ölümünden sonra o sırada sadrazam Karamanlı Mehmet Paşa saltanat makamı için şehzade Cem'i desteklerken İshak Paşa Bayezid'i destekledi.
Beyazıt tahta geçince İshak Paşa'yı yeniden sadrazam yaptı. Ancak padişah kısa süre sonra etrafında zararlı olduğunu düşündüğü kişileri tasfiye etme girişimine başladı ve 1482'de İshak Paşa da görevinden azledildi.
İshak Paşa son yıllarını Selanik'te geçirdi ve 1497'de orada vefat etti.
İstanbul'da Ahırkapı civarındaki mahalleye onun adı verilmiştir. Burada kendi adını taşıyan bir de cami bulunur. Ayrıca İnegöl'de de bir cami yaptırmıştır.
Gedik Ahmed Paşa
Gedik Ahmed Paşa (ö. 18 Kasım 1482, Edirne), II. Mehmed saltanatında, 1474-1476 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Bilindiği kadarıyla Arnavutluk'un Avlonya şehrinde doğmuştur. II. Murat döneminde iç oğlanı olarak saraya girmiş olması devşirme kökenli olduğunu akla getirmekle birlikte, devşirme olmaması da pekala mümkündür. Arnavut kökenli olduğu savı özellikle, bir keresinde Arnavutluk seferine çıkmak istememiş olmasına dayandırılmaktadır. Ancak bu tutumunun ırkdaşlarına karşı cenk etmek istememenin dışında gerekçeleri de olabilir.
II. Mehmed zamanında kısa bir süre Rumeli Beylerbeyliği yaptıktan sonra 1461'de İshak Paşa'nın yerine Anadolu Beylerbeyliği'ne getirilmiştir. İlk olarak 1461'de Koyulhisar'ın fethiyle kendisini gösterdi. 1469'da Karamanoğulları'ndan Konya Ereğlisi ve Aksaray'ı ele geçirdi; II. Mehmed'in oğlu Şehzade Mustafa'yı Karaman valisi olarak Konya'ya yerleştirdi. Ertesi yıl Eğriboz'un fethiyle sonuçlanan sefere katıldı. Ardından vezirliğe yükseltildi. 1471'de Alâiye'yi (Alanya), ertesi yıl Silifke, Mokan ve Gorios kalelerini aldı. Akkoyunlu Devleti'nin askeri yardımıyla topraklarını geri almaya çalışan Karamanoğlu Pir Ahmet ve kardeşi Karamanoğlu Kasım Bey'i yenilgiye uğrattı. Osmanlılar ile Akkoyunlular arasındaki Otlukbeli Savaşının (1473) zaferle sonuçlanmasında önemli rol oynadı.
1474'de idam edilen Veli Mahmut Paşa'nın yerine veziriazam oldu. Yine Karamanoğulları'ndan Ermenek ve Manyan hisarlarını aldı.
1475'de Kırım'daki Ceneviz kolonilerinin fethiyle görevlendirildi. Haziran 1475'de Kefe, Sudak ve Azak'ı aldı. Kefe'de Cenevizliler tarafından hapse atılmış olan Kırım Hanı Mengli Giray'ı zindandan çıkardı ve onunla bir anlaşma yaptı. Buna göre, Mengli Giray Kırım Hanı olarak Osmanlı himayesini kabul etti. Başarıları dolayısıyla kendisini üstün görmeye başlayan Gedik Ahmed Paşa, 1476'da görevlendirildiği İşkodra seferine çıkmaktan kaçınması üzerine veziriazamlıktan azledilerek Rumelihisarı'na hapsedildi. 1478'de serbest bırakıldı ve Kaptanıderyalığa getirildi. 1479'da Kefalonya, Zanta ve Ayamavra adalarını fethetti.
1480'de İtalya sahillerine çıkarak Napoli Krallığı'nın elinde bulunan Otranto'yu fethetti. Ertesi yıl Otranto'dan hareketle yeni fetihlere hazırlanırken II. Mehmed'in ölümü üzerine geri çağrıldı.
Haziran 1481'de II. Bayezid ile Cem Sultan arasında Yenişehir'de yapılan savaşa son anda katılan ve savaşın II. Bayezid'in kazanmasında rol oynayan Gedik Ahmed Paşa, buna rağmen Cem taraftarı olduğuna dair şüpheleri yok edemedi ve hapse atıldı.
Gedik Ahmed Paşa'nın hapsedilmesi kapıkullarının ayaklanmasına yol açtı. Bunun üzerine serbest bırakılan Gedik Ahmed Paşa, Karamanoğlu Kasım Bey'in isyanını bastırmak için Karaman'da bulunan Şehzade Abdullah'a yardıma gönderildi. Kasım bey kış sebebiyle Suriye'ye kaçınca, Gedik Ahmed Paşa isyanın bastırılmasında beklenen başarıyı sağlayamadı.
18 Kasım 1482 gecesinde Edirne'deki Yeni Saray'da padişah tarafından verilen ziyafetin sonunda orada bulunanlara hil'atler giydirilip ikram olunurken Gedik Ahmed Paşa' ya siyah kaftan giydirilip boğdurularak öldürülmüştür.
Gedik Ahmed Paşa'nın katli üzerine yeniçeriler Edirne Subaşısı'nı öldürdülerse de isyan bastırıldı. Gedik Ahmed Paşa Edirne'de defnedilmiştir.
Gedik Ahmed Paşa Afyonkarahisar'da bir külliye, Ladik'te bir mescit ve bir köprü, Kütahya'da bir mektep ve Büyük Bedesten'i yaptırmıştır. İstanbul'daki eserlerinden sadece bulunduğu Gedikpaşa semtine adını veren hamamı günümüze ulaşmıştır.
Fatih Sultan Mehmet tarafından kendisine tevdi edilen adını taşıyan vakıf günümüze kadar gelmiştir. Fatih'in fermanı ile vakfın yönetimi, 15. yüzyıldan Cumhuriyet'e kadar Gedik Ahmet Paşa'nın evladı Kebir'leri tarafından yönetilmiştir. 1924 yılında çıkarılan Vakıflar kanunu ile yönetim Gedik Ahmed Paşa ahvadı adına Vakıflar tarafından idare edilmektedir. Vakıf kayıtlarında 15. yüzyıldan günümüze kadar bütün evladı kebirleri kayıtlıdır.
Bir rivayete göre 17. yüzyıldan itibaren Aydın bölgesinin hakim ailelerinden olan Arpazlı ailesi Gedik Ahmed Paşa'nın soyundandır.
Karamanî Mehmed Paşa
Karamanlı Mehmet Paşa (13 Eylul 1458, Karaman - 4 Mayıs 1481, İstanbul) II. Mehmed saltanatında 1477-1481 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Karaman'da 13 Eylül 1458'de doğmuştur. Okumak için İstanbul'a gidip Veli Mahmud Paşa tarafından inşa edilmiş medresede eğitim gördü. Daha sonra medresede bir müderris olarak çalıştı.
İlmiye sınıfının yüksek kısmında olduğu için Fatih'e danışmanlık yaptı. Çok geçmeden Nişancı görevine atandı. Fatih Sultan Mehmed'in hazırlamış olduğu Kanunname'nin yazarının Nişancı Karamanlı Mehmet olduğu belirtilmektedir. Fatih Sultan Mehmed'in Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'a yazmış olduğu yüksek edebi değeri olan mektupları hazırlamakta da sultana destek sağladığı bildirilmektedir.
1453'de İstanbul'un Fethi'nden sonra hemen idam edilen sadrazam Çandarlı (2.) Halil Paşa'dan sonra Fatih Sultan Mehmed'in seçtiği sadrazamların hepsi devşirme asıllı ve saray Enderun okulu eğitimli "kullar" olduğu ve Sultan'ın böylece Sadrazam'ın Türk asıllılardan ayrı bir klik kurmasının önlemek istediği tarihçilerin çok dikkatini çekmiştir. Osmanlı Devleti'nin yükseleşi döneminde "kullar" ile "Türk asıllılar" arasında mücadelede "kullar"'ın üstün geldiği bir tarih teorisi olarak çok tartışma doğurmuştur. Bu "tarihsel süreç" içinde 1477'de Karamanlı Türk asıllı Karamanlı Me |
hmet Paşa'nın sadrazam olarak göreve getirilmesi bu teori ile uyuşmaz oldugu işaret edilmektedir.
Karamanlı Mehmet Paşa'nın 3 kusur yıl süren sedareti sırasında Osmanlı Devleti'inin iç idaresinin reformları ile uğraştığı bildirilmektedir.
1481'de Fatih Sultan Mehmet öldüğünde geleneksel olarak Sadrazamın yeni Sultan tahta geçene kadar eski Sultan'ın ölüm haberini gizli tutması gerekmekte idi. Sadrazam olan Karamanlı Mehmet Paşa Fatih'in varisi olan ve İstanbul'dan uzakta bulunan iki oğluna, Beyazid'a Amasya'ya ve Cem Sultan'a Karaman'a, babalarının öldüğünü bildiren haberciler gönderdi.. Cem Sultan'ın bulunduğu Karaman İstanbul'a daha yakındı ve Karaman Sadrazam'ın doğum şehri idi. Karamanlı Mehmet Paşa'nın bu tutumu Cem Sultan'ın taraftarı olduğu şüphesini doğurmaktaydı. İstanbul'da bulunan yeniçeriler Beyazıt tarafını tutmaktaydılar. Daha yeni sultan İstanbul'a ulaşmadan yeniçeriler ayaklandılar ve 4 Mayis 1481, Sadrazam Karamanlı Mehmet Paşa'yı öldürdüler.
Koca Davud Paşa
Koca Davut Paşa (d. ? - ö. 20 Ekim 1498 Dimetoka) II. Bayezid saltanatında 1483-1497 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Neredeyse kesin olarak Arnavut asıllıdır. Macaristan ve Venedik topraklarına yapılan akınlardaki başarılarından dolayı Ankara Sancakbeyliği'ne, ardından da Anadolu Beylerbeyliğine getirildi (1473). Otlukbeli Savaşında öncü kuvvetlere kumanda etti. 1477'de yapılan Tuna Boyu seferine katıldı ve top mermisiyle yaralandı. Aynı yıl Rumeli Beylerbeyliğine tayin edildi. 1478'de İşkodra seferinde Jebyak'ı ele geçirdi. Yine aynı yıl Bosna sancakbeyliğine tayin edildi.
II. Beyazıt'ın tahta çıkışından sonra tekrar Rumeli Beylerbeyliğine tayin edildi. 1483'de tekrar Anadolu Valisi tayin edildi ve önce vezir, sonra İshak Paşa'nın yerine veziriazam oldu ve Macarlara karşı Rumeli'yi savunmakla görevlendirildi. Aynı yıl Memlükler üzerine gönderildi. Adana ve Tarsus'u geri aldı ve Turgutoğulları'nı Osmanlı Devleti'ne bağladı. 1492'de Arnavut asileri üzerine gönderildi ve birçok esirle geri döndü.
1497'de on dört yıl sürdürdüğü veziriazamlık görevinden azledilerek 300 bin akçe maaşla Dimetoka'da mecburî ikamete sevkedildi.
Dimetoka'da 20 Ekim 1498'de öldüğünde 1 milyon düka gibi büyük bir servetin sahibi olduğu kaydedilmektedir. İstanbul'da yaptırdığı "Davut Paşa Camii" ve külliyesi içinde bulunan Davut Paşa Türbesi'nde gömülüdür.
İstanbul Avratpazarı'nda (günümüzde Fatih ilçesi sınırları içindeki Cerrahpaşa Semti) cami, imaret, çeşme, medrese ve türbeden oluşan ve kendi adını taşıyan külliyeyi, Üsküp'te yine kendi adını taşıyan çifte hamamı yaptırmıştır. Külliyesindeki türbeye gömülmüştür.
İstanbul'daki Davutpaşa semti onun adını taşımaktadır. Avrupa'ya sefere çıkan Osmanlı ordularının uğurlandığı sahra olan ve bütün dönemlerde askeri amaçlarla kullanılmış bulunan bu mevkide Fatih Sultan Mehmet için bir ordugah köşkü olan ilk yapıyı inşa ettiren kişi olduğu için burası Davutpaşa Sahrası (daha sonra Davutpaşa Kışlası vs.) olarak anılagelmiştir.
Külliyesinin bir parçasını oluşturan ve yüzyıllar içinde deprem ve yangın gibi nedenlerle harap duruma düşmüş Fatih Davutpaşa Medresesi'nin aslına uygun şekilde restore edilerek Türk Diyabet Vakfı hizmetine verilmesi projesi yapılmış ise de, kaynak yetersizliğinden gerçekleştirilememiş olup, medrese halen yıkıntı halindedir.
Hersekzade Ahmed Paşa
Hersekzade Ahmed Paşa (1459, Hersek-Novi - 1517, Kızılçöl, Maraş) II. Bayezid saltanatında 1497-1498, 1503-1506, 1511'de dört defa ve I. Selim saltanatında 1515-1516 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. 1506-1511 döneminde Kaptan-ı Derya görevi de yapmıştır.
Herzeg (dük) unvanıyla anılan, Güney-doğu Herzegovina (günümüzde Bosna-Hersek) hakimi olan Stefan Vukçiç-Koşaca'nın küçük oğludur. Küçük yaşta iken Osmanlı sarayına rehine olarak gönderildi. Hersek'in tümüyle Osmanlı devleti ülkesine katılması ile saray eğitimi alması kabul olunup Enderun'da yetişti.
Miralem rütbesi verildi ve 1479'da Fatih Sultan Mehmet'in İşkodra'yı ele geçirdiği Arnavutluk Seferi'ne iştirak etti. Fatih Mehmet'in ölümünden sonra Bursa'da Hüdevendigar Sancağı Beyi olarak görev verildi. Cem Sultan ayaklanmasında II. Beyazit'in tarafını tuttu. 1484'de Anadolu beylerbeyliği görevi verildi. Aynı yıl Sultan II. Beyazıt'ın kızı olan Hundi Hatun ile evlenip damad-ı şehriyarı oldu.
Çukurova'da 1485 ile 1491 arasında uzun süren Osmanlı-Memlük Savaşı başlamıştı. İlk saldırıyı eyalet tımarlı sipahileri ve azaplardan oluşan Osmanlı ordusu ile Osmanlı serdarı Karamanoğulları'nın beyi Karagöz Mehmet Paşa yaptı. Önce Çukurova'nın önemli yöreleri Osmanlılar eline geçirdi ise de 9 Şubat 1486 tarihinde, Adana'nın hemen dışında Osmanlı ordusu Memlükler tarafından mağlup edildi. Bunun üzerine II. Beyazıt kendi damadı olan Hersekzade Ahmed pasa komutasında yeniçeriler ağırlıklı bir orduyu ertesi yıl Çukurova'ya gönderdi. Bu orduda tımarlı askerleri ile bulunan Karagöz Mehmet Paşa ile Hızır Beyzade Mehmed arasındaki birbirini çekememezlik ve kıskançlık bulunmaktaydı ve bu ordunun moralini zayıflatmıştı. Memluklu ordusu bu orduyla 15 Mart 1486'da yaptığı muharebede de büyük bir galibiyet kazandı. Osmanlı ordusu serdarı Hersekzade Ahmed Paşa Memluklülere esir düştü. O yıl bir ateşkes uygulanmaya başladı.
Bir yıl esarette kaldıktan sonra kurtulan Hersekzade Ahmed Paşa İstanbul'a döndü. Yeniden 1487'de Anadolu beylerbeyi görevine geçirildi. Kendine vezirlik rütbesi de verildi. Memluklularle ateşkesten sonra barış sağlanamamış ve savsa tekrar başlamıştı. 1488'de Osmanlı devleti karadan ve denizden Memluklara karşı bir sefere daha başladı. Kara ordusu Rumeli beylerbeyi Hadim Ali Paşa komutası altında idi ve deniz gücüne Anadolu beylerbeyi olan Hersekzade Ahmed Paşa komuta etmekteydi. Hem Osmanlılar hem de Memluklular İtalya deniz ticaret devletlerinde ve özellikle Kıbrıs'ı elinde bulunduran Venediklilerden yardım istediler; ama Venedikliler taraf tutmamaya karar verdiler. Hersekzade Ahmed Paşa komutasında Osmanlı donanması Memluklularin Çukuriova'daki ordularını denizden takviye edecek güç göndermesini önlemek üzere İskenderiye'ye hücum etti. Çıkan bir fırtına Osmanlı donanmasına büyük bir zarar verdi. 60.000 kişilik Osmanlı kara ordusu ile Osmanlılar Adana ve Çukurova'yı ele geçirmişken, Memluklüler Suriye ve Mısır'dan takviyeler getirerek Adana yakınında yapılan Ağaçayırı Muharebesi'nde Osmanlı ordusunu mağlup ettiler. Osmanlı kara ordusu Karaman'a çekildi ve Memluklular Adana'yı kuşatıp üç ay sonra sonra ele geçirdiler. Hersekzade Ahmed Paşa küçük bir Mısır filosunu denizde yenmişti ama o yılki seferde Memluklular galip gelmişlerdi.
1497'de Hersekzade Ahmed Paşa Koca Davut Paşa yerine ilk kez sadrazamlığa getirildi. Bu görevde ancak bir yıl kaldı.
1499'da İnebahtı Seferi'ne katıldı ve bu seferde yararlıkları görüldü.
1503'de ikinci kez sadrazamlığa getirildi. 1506'da kendi isteğiyle bu görevden ayrıldı.
1506'da Gelibolu sancakbeyi ve kaptan-ı derya olarak görevlendirildi. Bu görevde 1511'e kadar kaldı.
1511'de üçüncü kez sadrazamlığa getirildi ama üç ay kadar kalabildi.
1512'de Yavuz Sultan Selim tahta geçtikten sonra idam ettirdiği sadrazam Koca Mustafa Paşa yerine kayınbiraderi olan Hersekzade Ahmed Paşa'yı dördüncü kez sadrazam tayin etti. Bu sedaret dönem sırasında Yavuz Sultan Selim'in Şah İsmail'e karsı çıktığı İran Seferi'ne katıldı. Çaldıran Muharebesi'nin kazanılması ve ordunun Tebriz'i alıp kışın yakınlaşması nedeniyle geri çekilmesi sırasında yeniçeriler arasında karışıklık çıktı. Yeniçeriler Yavuz Sultan Selim'in arzu attığı gibi Anadolu'da bir kışlak mevkide kişi geçirip ertesi yıl yine İrana'a taarruza geçmek istemediklerini ayaklanmaya çok yakın bir tarzda bildirdiler. Yavuz Sultan Selim bunun sadrazam Hersekzade Ahmed Paşa'nın kışkırtması dolayısıyla olduğunu iddia edip bundan onu sorumlu tuttu. 28 Ekim 1514'de sadrazamı tutuklattırdı ve vazifesinden azletti.
Hersekzade Ahmed Paşa 23 Eylül 1515'de beşinci kez sadrazam yapıldı. Bu sefer 7 ay 3 günlük sedaretten sonra 26 Nisan 1516'da bu görevden azledildi.
Bir süre Yedikule Zindanı'nda hapis edildi ama sonra bağışlanıp salıverildi.
Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında Bursa muhafızı görevi yaptı. Mısır fethedildikten sonra Sultan I. Selim'in davet etmesi üzere Mısır'a Kahire'ye gitti.
Bu ziyaretten İstanbul'a dönmekte iken yolda Kızılçöl, Maraş mevkiinde 21 Temmuz 1517'de hayata vefat etti. Cenazesi İzmit Körfezi kıyısında bulunan Hersek Köyü'ında yaptırmış olduğu Hersekzade Ahmed Paşa Camii olarak anılan camiinin yanındaki türbesine gömüldü.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Tedbirli, âlim, akıllı ve cesurdu.
Günümüzde hazırlanmış yeni bir "Osmanlılar Ansiklopedisi" biyografi eserinde şu değerlendirme ifade edilmektedir:
Kaynaklar Hersekzade'yi iş bilir, dürüst, güvenilir ve kahraman bir devlet adamı olarak nitelemektedir.
Ahmed Paşa, Keşan’da ve Hersek Köyü'nde camiyle birlikte birer külliye yaptırtmıştır. Keşan’daki külliye ile ilgili vakfiyesi tarihçilerin elindedir ve bilinmektedir. Hersek köyündeki cami Hersekzade Ahmed Paşa Camii olarak anılır.
Hersekzade Ahmed Paşa, Hersek Köyü’ndeki külliyesini 1508’de yaptırmış, 1511’de vakıf senedini düzenlemiştir. Ancak, Hersek Köyü ile ilgili vakıf senedi henüz bulunamamıştır.
II. Çandarlı İbrahim Paşa
Çandarlı İbrahim Paşa veya Çandarlı İbrahim Çelebi (d. 1429 - ö. 1499), II. Bayezid saltanatında 1498-1499 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Çandarlılar ailesine mensuptur ve bu ailenin çıkardığı ön planda yer almış son ferttir. II. Murad'a veziriâzamlık yapmış dedesi Çandarlı İbrahim Paşa'dan ayırmak için Çandarlı İkinci İbrahim Paşa şeklinde anılır.
İstanbul' un fethinden sonra idam edilen Çandarlı (2.) Halil Paşa' nın en küçük oğlu olup, ilmiye sınıfında yetişmiştir. 1453 yılında Edirne kadısı olarak bulunuyordu. 1465' de kazasker olup, 1474' de vezirlikle Amasya şehzadesi Bayezid' in lalalığına tayin edilmiş ve daha sonra görevinden alınarak İstanbul'a |
geri dönmüştür. II. Bayezid devrinde Anadolu kazaskeriyken, 1485' de Rumeli kazaskeri ve 1486' da divanda üçüncü vezir, bir sene sonra da ikinci vezir olmuştur. 1498' de vezir-i azam olup, 1499' da İnebahtı seferinde ordugahta vefat etmiştir.
Tarihçiler; İlim ve fazilet sahibi, iyi ahlaklı, cömert, iyiliksever ve tedbirli olduğunda hemfikirdir.
İstanbul' da 1478' de yaptırdığı Çandarlızade Atik İbrahim Paşa Camii bulunmaktadır. Ayrıca İznik' te yaptırdığı bir cami ve Kastamonu' da medresesi vardır.
Mesih Paşa
Mesih Paşa (ö. 1501), II. Bayezid saltanatında 1499-1501 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Aslen Rum olup, Paleologos Hanedanı'na mensuptur. Beylerbeyliği ve vezirlik görevlerine getirilmiştir. 1480 yılında gerçekleştirilen Rodos seferinde serdar olarak atanmış ancak adanın alınamaması üzerine vezirlikten azledilerek Gelibolu sancakbeyliğine gönderildi. Daha sonra divanda vezir bulunurken Çandarlı (2.) İbrahim Paşa' nın vefatı üzerine vezir-i azam olmuştur. 1501 yılında Galata'daki barut mahzenine yıldırım düşmesi sonucu çıkan yangının söndürülmesi için çalışırken, Galata kadısı ile bulunduğu yüksek yerden düşerek yaralanmış ve birkaç gün sonra vefat etmiştir.
Hadım Ali Paşa
Hadım Ali Paşa, veya Atik Ali Paşa (d.?, Saraybosna - ö. 1511, Amasya), Sultan II. Bayezid zamanında 1501-1503 ve 1506-1511 dönemlerinde iki kez sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Saraybosna yakınlarında "Drozgometva" adlı bir köyde Boşnak asıllı olarak doğmuştur. Ak hadımlardan olup, devşirme olarak eğitimi Enderun'da görmüştür. Bâbüssaâde ağalığı ve bazı beylerbeyliği görevlerinde bulundu.
Sultan II. Bayezid tahta çıktığı zaman Cem Sultan ayaklanmasında II. Bayezid'ın has adamı olarak 1482'de Karaman beylerbeyi yapıldı. Bu görevde iken Cem Sultan ve Karamanoğlu Kasım Bey'in Konya kuşatmasında şehri başarı ile savundu. Sonra Semendire valisi ve Rumeli beylerbeyi oldu. Bu görevde iken Boğdan Prensi "Stefan Çel Mare(III. Ştefan)" isyan etmiş ve Akkerman Kalesi'ni kuşatıp alma girişiminde idi. Hadım Ali Paşa onun üzerine yürüyüp kaleyi kuşatmadan kurtardı ve Prens'in Lehistan'a kaçmasına neden oldu. Bu seferinden başarı ile dönünce 1486'da vezir oldu.
Bundan sonra Hadım Ali Paşa, 1485–1491 döneminde yapılan Osmanlı-Memluk Savaşı'na katıldı ve bu savaşın son safhasında Osmanlı ordusu komutanı oldu. Bu savaş içinde katıldığı ilk sefer serdar sadrazam Davut Paşa'nın maiyetinde olarak 1487'de olmuştu. 1488 yılında devam eden savaşta Osmanlı Ordusu vezir Hadım Ali Paşa komutanlığı altında Çukurova'ya hücuma geçip burayı, özellikle Adana, Tarsus, Anazarva, Sis kalelerini ele geçirdi. Memluk'lular Sultanı Kayıtbay, emir Özbek Bey komutasında bir sefer ordusunu Çukurova'ya gönderdi. Bu ordu ile Osmanlı Ordusu 16 Ağustos 1488 tarihinde Ağaçayırı Muharebesi'ne giriştiler. Hadım Ali Paşa komutası altında bulunan Osmanlı ordusu bu muharebede yenildi. Memluklu ordu komutanı Emir Özbek Bey Çukurova'da Osmanlılardan temizlemeye başladı. Bu arada Osmanlıların elinde bulunan Adana kalesi 3 ay bir kuşatma sonucunda kaybedildi. Bu savaşa katılan paşalar vezirlikten azledildiler.
Sonra Venediklilerle yapılan savaşlara iştirak etti. 1500'de Mora yarımadası ile Navarin, Zantio, Modon ve Koron kaleleri ile Kefalonya ve Ayamavri adalarını aldı. Bunun üzerine ikinci vezir oldu. 1501'de Venedikliler bir baskınla Navarın'ı tekrar ele geçirdikleri için bu kale üzerine tekrar gidip Kemal Reis'in denizden desteği ile geri aldı. Mora valiliğine tayin edildi.
1501'de Mesih Paşa'nın ölümü ile ilk kez sadrazam yapıldı. İki yıl sonra azledilerek yerine Hersekli Ahmed Paşa getirildi.
1506'da ikinci defa sadrazamlığa getirildi ve ölünceye kadar bu görevde kaldı.
Nisan 1511'da isyana başlayan Şahkulu İsyanı' nı bastırmakla görevlendirildi. Sivas civarında Çubukova ya da Gökçay mevkiinde yapılan Gökçay Muharebesi'inde Sadrazam Hadım Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Şahkulu güçlerini yendi ve isyanın bastırılmasını sağladı.
Ama sadrazam Hadım Ali Paşa bu muharebede ağır yara almıştı. Sadrazam tedavi için Amasya'ya getirildi fakat tedavisi yararlı olmadı. Kısa bir zaman sonra vefat etti. Naaşı Amasya'da bulunan Kurtboğan Türbesi yanındaki Vezir-i Âzam Atik Ali Paşa Türbesi'ne defnedildi.
Hadim Ali Paşa ölmeden önce II. Bayezid' ın şehzadelerinin sultan olma için aralarındaki mücadelede Şehzade Ahmet'in tahta geçmesini desteklemekteydi. Ölümüyle Şehzade Ahmet taht kavgasında büyük güç kaybetti. 1512'de Yavuz Selim babasını tahttan indirip Osmanlı İmparatorluğu tahtına çıktı.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirmektedir:
Düşüncesi ve tedbirleri kabul olunur, cesur ve cömertti. Ulemâyı ve faziletli insanları severdi. Yazısı güzeldi. Hayır işlerine düşkün(dü).
Hadım olmakla beraber cesur, bilgili bir devlet adamıydı.
İstanbul'da Divan yolundaki, Atik Ali Paşa Camii'si ile yanındaki medrese, mektep, ve imareti o yaptırmıştır. Ayrıca Fatih' teki Vasat Atik Ali Paşa Camii'si ile Edirne'de adıyla anılan camiyi yaptırmıştır.
Koca Mustafa Paşa
Koca Mustafa Paşa (ö. 1512, Bursa), II. Bayezid saltanatı sonunda ve I. Selim saltanatı başında 1511-1512 döneminde sadrazamlık yapan Osmanlı devlet adamıdır.
Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) devrinde saraya alınarak, Enderun’da eğitim ve öğretim görmüştür. 1481’de Hazinedârbaşı, 1482’de Kapıcılar Kethüdası olup, 1489-1492 tarihleri arasında Kapıcıbaşılık yapmıştır. 1490’da Roma’ya gönderilip, Sultan II. Bâyezîd tarafından kardeşi Cem Sultan’a gönderilen nâme ve hediyeleri götürdü. Cem Sultan'ın berberbaşı oldu. Kaplanboğan otu zehiri sürülmüş ustura ile Cem Sultan'ı tıraş ederek, öldürdü. 1495’te Avlonya, 1497’de Gelibolu Sancakbeyi olmuştur. 1498’de Rumeli Beylerbeyliğine tâyin olunmuştur.
Koca Mustafa Paşa, Rumeli Beylerbeyi olarak, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde, Osmanlı-Venedik Harbinde, 1499 İnebahtı Seferinde, burasının karadan kuşatılmasına memur edilmiştir. Ağustos 1499’da İnebahtı Kalesinin anahtarlarını teslim almıştır.
1501’de vezir oldu. İkinci vezirken, 1511’de Vezîr-i âzam tâyin edildi. Sultan İkinci Bâyezîd'i tahttan indirdikten sonra Yavuz Sultan Selim da onu Vezîr-i âzamlıkta bıraktı. Fakat Yavuz Sultan Selim saltanatının ilk yıllarında olan Şehzâdeler Meselesi hâdiselerine adı karışınca, 1512 yılında Bursa’da öldürüldü. Koca Mustafa Paşanın kabri Pınarbaşı’nda Bursa Mevlevîhanesi karşısındadır.
İstanbul’da "Koca Mustafa Paşa" semtinde kendi adıyla anılan câmi, imâret, medrese, mektep ve tekkeden meydana gelen bir külliye, Eyüp’te câmi, Rumeli’nde Yenice-i Karasu’da imâret, Nevrekop’da câmi ve mektep yaptırmıştır.
Çandarlı İbrahim Paşa
Dukakinoğlu Ahmed Paşa
Dukakinoğlu Ahmed Paşa (d.? - ö. Mart 1515), I. Selim saltanatında 18 Aralık 1514 ile Mart 1515 tarihleri arasında toplam iki buçuk ay sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavut kökenli bir hristiyan olup, Arnavutluk'un önemli bir ailesi olan Dukakinler' den gelmekteydi. Kendi iradesi ile müslüman olarak Osmanlı hizmetine girmiş ve hızla yükselerek sancakbeyiyken Yavuz Sultan Selim döneminde ikinci vezir olmuş, Çaldıran Savaşı dönüşünde azledilen Hersekli Ahmed Paşa nın yerine veziriazamlığa getirilmiştir. Ayrıca I. Selim'in kızkardeşinin damadıydı. I. Selim, Amasya'da kışladığı sırada, ilkbaharda tekrar İran üzerine gidileceği haberini alan yeniçeriler ayaklandı. Yeniçeriler, Dukakinoğlu Ahmed Paşa ile Vezir Piri Paşa'nın evleri bastılar, ertesi günü Divan'a gelerek edepsizliklerine devam ettiler. Yavuz Selim olay hakkında yaptırdığı gizli soruşturma sonucu olayda Dukakinoğlu Ahmed Paşa'nın tertibi olduğunu öğrendiğinde huzuruna getirtip bizzat kendi hançeriyle Dukakinoğlu Ahmed Paşa'yı yaralayıp yanında bulunan akhadımlara başını kestirerek öldürtmüştür.
Yunus Paşa
Yunus Paşa (ö. 13 Eylül[1517), I. Selim saltanatında, 23 Ocak 1517-13 Eylül 1517 tarihleri arasında yedi ay yirmi gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Kökenin Rum, Pomak, Sırp ya da Hırvat olması konusunda çeşitli rivayetler vardır. Bir devşirme olup Yeniçeri Ocağı'nda yetişerek Yeniçeri Ağası olmuştur. 1511'de kubbealtı vezirligi ile birlikte Anadolu beylerbeyi olmuştur.
Mercidabık Muharebesi sonrasında vezir Yunus Paşa kumandasındaki Osmanlı birlikleri süratle hareket ederek Halep'e girdi ve oradan da Hama ve Humus' u arkasından da Şam' ı işgal etmiştir. Ridaniye Savaşı sonrasında yeniçeri kuvvetleriyle Kahire' ye girdi ve 3 gün 3 gece süren şiddetli çatışmalardan sonra şehri ele geçirdi. Yunus Paşa Mısır üzerine harekette çölü geçerken on beşbin deve ile ordunun su ihtiyacını temin ederek sıkıntı çektirmemiştir.
Başarıları nedeniyle, sadrazam Hadım Sinan Paşa' nın Ridaniye Muharebesi'nde şehit düşmesinden 8 gün sonra Vezir-i azam olmuş ve daha sonra Mısır valiliğine atanmıştır. Bu iki görevin verdiği güç ile hemen bir rüşvet ve haraç düzeni kurmuştur. Bunun duyulması üzerine Mısır valiliğine Hayır Bey getirilmiş, kendisi sadece Vezir-i azam bırakılmıştır.
Sefer dönüşü Yavuz Sultan Selim yolda Mısır arkamızda kaldı. demiştir. Yunus Paşa' da Mısır valiliğinde bırakılmayıp valiliğin Çerkes Hayır Bey' e verilmesinden üzüntüsü nedeniyle Evet, bu kadar zahmet çekildi, ordunun yarısı kumlar içinde mahvoldu. Mısır'ı böyle yine Çerkesler elinde bırakacağımız bilinseydi, zahmet çekilip buraya kadar gelinmezdi. sözleriyle karşılık vermiştir. Bu sitem nedeniyle öfkelenen Yavuz Sultan Selim solaklar kethüdasına emredip hemen orada boynunu vurdurmuştur.
Ayas Mehmed Paşa
Ayas Mehmet Paşa (veya Ayas Paşa) (d. 1483, Avlonya - ö. 13 Temmuz 1539, İstanbul), I. Süleyman saltanatı döneminde 14 Mart 1536-13 Temmuz 1539 arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Ayas Mehmed Paşa Avlonya'da doğmuştur. Babası İşkodralı, annesi Avlonyalı idi. Bazı kayıtlardan babasının, 1522'den sonraki bir tarihte İslamiyeti kabul ederek Mehmed adını aldığı anlaşılmaktadır.
Ayas Mehmed Paşa devşirme olarak saraya alındı. Yavuz Sultan Selim zamanına kadar Enderun'da eğitim gördü. Yavuz Sultan Selim'in İran seferine k |
atıldı. 23 Ağustos 1514 Çaldıran Savaşı'nda bulundu. 1515'de Memlukluleri tutan Dulkadiroğulları beyi Alaüddevle Bozkurt Bey üzerine yapılan Hadım Sinan Paşa komutasındaki sefere katıldı. 1516 ve 1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'ne de katıldı. Bu seferde iken 1517'de yeniçeri ağalığı görevine getirildi. 1517'de Ridaniye Savaşı ve Kahire'nin ele geçirilip sonradan Tomanbay'ın yaptığı hücumlara karşı koymada ve onun yakalanmasında büyük katkısı oldu. 1519'da Kastamonu sancakbeyliği görevine getirildi. 1520'de Anadolu beylerbeyi görevine getirildi. Bu görevde iken Suriye'de Canberdi Gazali İsyanı'nı bastırmak için Anadolu eyaleti askeri başında Suriye'ye gönderildi. Bu isyanın bastırılmasından sonra Mart 1521'de Şam beylerbeyliğine atandı. Bu görevden sonra Rumeli beylerbeyi oldu. Yeteneği sebebiyle İstanbul'a kubbealtı veziri olarak getirilerek 1523'te üçüncü vezir, daha sonra ikinci vezir tayin edildi.
Bu görevindeyken Pargalı İbrahim Paşa'nın katli üzerine 14 Mart 1536'da vezir-i azamlığa getirildi. 13 Temmuz 1539'da veba hastalığından vefat etti. Ayas Mehmed Paşa'nın kabri Eyüp'te bulunmaktadır.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Akıllı ve adaletli ise de tedbirsizdi. Çok hayratı vardır.
Günümüz Osmanlı kişileri hakkında önemli bir biyografi eserinde ise şu değerlendirilme yapılmıştır:
Akıllı ve hükümet işlerinde mutedil bir kimse olmakla birlikte, silik bir şahsiyete sahip(ti).
Ayas Mehmed Paşa'nın kadınlara düşkünlüğü bilinmektedir. Konağında bir defa kırk beşik sallandığı ve "Ayas Paşa karakola çıktı" deyimine sebep olduğu ifade edilmiştir. Vefatının ardından geride 20 civarında kız ve erkek çocuk bıraktığı belirtilmektedir.
2011 yapımı Türk televizyon dizisi Muhteşem Yüzyıl'da Ayas Mehmet Paşa'yı, oyuncu Fehmi Karaarslan canlandırmıştır.
Beyoğlu, İstanbul'daki (Ayaspaşa) semti Ayas Mehmet Paşa'nın konağının bulunduğu semt olduğu için ismini taşımaktadır.
Tekirdağ Saray ilçesinde kendisi tarafından Ayaspaşa Camii'ni inşa ettirmiştir, yine bu ilçe de caminin bulunduğu mahalle Ayaspaşa Mahallesi ismini taşır.
Lütfi Paşa
Damat Çelebi Lütfi Paşa (ö. 27 Mart 1564, Dimetoka), Kanuni Sultan Süleyman saltanatı döneminde 13 Temmuz 1539 - Nisan 1541 arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Nerede doğduğu ve nereli olduğu bilinmemektedir. Fakat Arnavut asıllı olduğu rivayet edilmektedir.Avlonya civarından devşirme olarak getirilmiş ve Enderun'da eğitim görmüştür. Kendi yazdığıi "Tevârîh-i Âl-i Osmân" ve "Âsafnâme" eserlerine verdigi hayat hikâyesini vermistir. Buna göre 1508'de Şah İsmâil’in Dulkadır beyi Alâüddevle üzerine yürmesinden itibaren olayları takip etmistir. Çıkma ile çuhadar görevi verilmiştir. 1512'de Yavuz Sultan Selim’in tahta geçmesi ile 50 akçe ile müteferrika olarak saraydan dış göreve çıkmıştır. Daha sonra sırasıyla çaşnigirbaşı, kapıcıbaşı ve miralemlik görevlerinde bulunmuştur .
Kanuni Sultan Süleyman'ın tahta çıkınca önce Kastamonu sonra Aydın Sancakbeyi olmuştur. 1522 yılında Rodos kuşatmasına katılmış sonra Yanya sancakbeyliğine atanmıştır. Bu görevde iken kendi sancak askeri başında 1529'da I. Viyana Kuşatması'na katılmıştır. 1534 yılında Karaman beylerbeyi olup, bu görevdeyken Irakeyn Seferi' ne katılmıştır. Daha sonra Anadolu ve Rumeli beylerbeyliği görevlerinin akabinde üçüncü vezirliğe yükselmiş, 1537 yılında donanmadaki kara askerlerinin serdarı olarak Barbaros Hayreddin Paşa ile birlikte Korfu Kuşatması'nda bulundu. İki hafta kadar devam eden kuşatma, Lütfi Paşa'nın zafer beklentisi mesajları göndermesine rağmen padişahın emriyle kaldırılmıştır. 1538'de ikinci vezirliğe tayin edilmiş ve Boğdan seferine katılmıştır..
Genç yaştan itibaren devlet görevine gelen Lütfi Paşa aynı zamanda I. Selim'in kızı ve Kanuni'nin kız kardeşi olan Şah Sultan'la 19 yıl süren bir evlilik yaparak saraya damat da olmuştur.
13 Temmuz 1539'da Ayas Mehmet Paşa'nın vebadan vefatı üzerine sadrazamlık görevine getirilmiştir. Lütfi Paşa bu görevde iki yıl kalmış, bu esnada Osmanlı-Venedik savaşına son veren 1540 tarihli antlaşmada önemli rol oynamış, Habsburg elçileriyle yapılan müzakereleri yönetmiştir. Budin seferi hazırlıkları esnasında görevinden azledilmiştir. Nisan 1541'de başkentte çok ilginç bir sadrazam tedbiri dedikodusu yayılmıştır. Bu söylentiye göre Sadrazam Lütfi Paşa fuhuş yapan bir kadının cinsiyet organını ustra ile oydurtup onu idam ettirmişti. Bu dedikoduları duyan karısı padişahın kızkardeşi Şah Sultan kocasına
Hangi vezir zamanında bu yüzden keşf-i avret kılınmıştır ki senin asrinda vaki ola?"
diyerek ayıplamış. Bunun üzerine Lütfi Paşa tarafından tokatlanmıştı. Bu nedenle cariyeleri ve harem ağaları sadrazamı tartaklamıştı
Nisan 1541'de olan bu olayı öğrenen padişah Lüfi Paşa'yı sadrazamlıktan azletmiş ve yerine Hadım Süleyman Paşa sadrazam olarak göreve getirmiştir.
Lütfi Paşa bundan sonra eşi Şah Sultan'dan boşanmış saray akrabalığı sona ermiştir. Azledildikten sonra da Lütfi Paşa, 200.000 akçe has ile Dimetoka'ya sürülmüştür. Lütfi Paşa 1542'de affedilip Hicaz'a hacca gitmiştir. Hac dönüşünde Dimetoka'daki çiftliğine çekilmiş ve daha çok eser telifiyle meşgul olmuştur. Bu Dimetoka'daki emeklilik hayatı 20 yıl kadar sürmüştür.
27 Mart 1564 de çiftliğinde vefat etmiştir. Cenazesi Yenikapı'da defnolunmuştur.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir.
Öfkeli ve sertti. Nahiv, sarf ve fıkıhda bilgili olup ilminde mağrurdu. Tavrı laubali (idi).
Günümüz Osmanlı kişileri hakkında önemli bir biyografi eserinde ise şu değerlendirilme yapılmıştır:
Osmanlı haberleşme, ulak sistemi ile ilgili olarak yeni düzenlemeler yapmış ve aksaklıkları gidermeye çalışmıştır. Maliyede özellikle israftan kaçınılmasına yönelik uygulamalar başlatmış(tır)... Devlet politikasinda akılcıliığı ön plana alarak denizlere özel önem vermiş(tir).. Bu arada Venediklilerle bir sulh akdetmiştir.
Sadarete geçer geçmez henüz tanınmayan Mimar Sinan'ı saraya takdim etmiş, böylece mimaride bir dönemin başlangıcına vesile olmuştur.
Lütfi Paşa'nın yirmiyi aşan eserlerinin çoğu dini konularda, iki tanesi ise tarihle ilgilidir.
2003 Yapımı Hürrem Sultan dizisinde Lütfi Paşa'yı Levent Yılmaz tarafından canlandırılmıştır. 2011-2014 yılları arasında yayınlanan Muhteşem Yüzyıl dizisinde ise Lütfi Paşa'yı Mehmet Özgür canlandırmıştır.
Hadım Süleyman Paşa
Hadîm Süleyman Paşa (d. 1467 - Eylül 1547, Malkara), I. Süleyman saltanatı döneminde Nisan 1541-28 Kasım 1544 arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı ve Serdarıdır. İki kez Mısır Valiliği yapmış ve Hindistan'a sefere çıkan ilk Osmanlı Donanması'na komuta etmiştir.
Hadım Süleyman Paşa devşirme olarak saraya geldi. Enderun'dan çıkınca hadım akağalar arasına girdi. Önce hazinedarbaşılığa yükseldi. Daha sonra Macaristan sınırını korumakla görevlendirildi.
1524'te Şam beylerbeyiliğine atandı. Mısır'a gidip Hain Ahmed Paşa isyanının bastırıp onu ortadan kaldıran Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa'nın davet üzerine 14 Haziran 1525'te de Mısır Beylerbeyiliğine atandı. Mısır'da bulunduğu 10 yıllık süre zarfında Osmanlı merkezi yönetiminin güçlenmesini ve eyalet gelirinin artmasını sağladı. Osmanlı egemenliğini Yemen ve güney Mısır'da genişletip pekiştirmek istemekteydi.
Aynı zamanda Hint ticaretine Portekiz Krallığı tehdidi ortaya çıkmıştı. Portekizlilerin Ümit Burnu'nu geçip o zamanlarda Müslümanların tekelinde bulunan Baharat Yolu ticaretine alternatif bir yol açmaları ve Portekiz Krallığı'nın yeni limanlarda söz sahibi olmak istemeleri İmparatorluğun Doğusunda gerginliği arttırmıştı. Aden Körfezi ve çevresinde seyrüseferin güvenli olması ayrıca Aden ve Yemen'in tam bir Osmanlı hakimiyeti altına girmesi için Hadım Süleyman Paşa, I. Süleyman'dan bir donanma kurmak için izin istedi. Gelen olumlu cevaba müteakiben 80 parçalık gemi yapılmak üzere gerekli malzemeler Süveyş tersanesi istikametine doğru peyderpey 1530-31 yılları içerisinde ulaştırıldı. Lakin bu donanmanın yapımı için ayrılan Mısır Eyaleti vergisi İran'a savaş açılması sebebiyle bu cepheye kaydırıldığı için Süveyş tersanesindeki donanma projesi bir süreliğine ertelendi.
Padişah İran'a savaş açılıp Irakeyn Seferi'ne başlayınca, yeni cepheye destek olmak için padişahın talimatıyla 26 Şubat 1535'te Mısır Beylerbeyliği görevini Divane Hüsrev Paşa'ya bıraktı.
Irakeyn Seferi dönüşünde 1535'te Anadolu Beylerbeyiliğine atandı.
Bu sırada Portekiz Krallığının Hindistan'da baskıları sürüyordu. Gucerat Sultanı Bahadır Şah, hem hediyelerle Osmanlı Devleti Padişahına ulak göndermişti hem de hazinesini işgal altındaki ülkesinden daha güvenli Haremeyn bölgesine emaneten 3 adet kalyon ile yola çıkartmıştı. 1536 yılında Edirne'ye ulaşan Gucerat Sultanı Bahadır Şah'ın elçisi Edirne'de Padişah huzuruna kabul edildi. Bahadır Şah hem ülkesini işgal eden Türk-Moğol imparatoru Hümâyun Şah'a hem de Portekiz Krallığı'na karşı yardım istiyordu. Osmanlı İmparatorluğu, Hindistan'daki Müslüman devletlerin iç işlerine karışmayı reddetti. Lakin Portekiz Krallığı'nı orada bir tehdit olarak gördüğünü belirterek bir donanma hazırlığına başlayacaktı. Elçiyle bu görüşme yapıldığında Portekizliler Diu limanını ele geçirmişlerdi.
Hadim Süleyman Paşa bu olaylar doğrultusunda Ocak 1537'de tekrar Mısır Beylerbeyiliğine getirildi ve İran seferi dolayısıyla yarım kalan Süveyş Donanmasını bitirmesi için görevlendirildi. Diğer taraftan Portekizlilere Süveyş'te bir Osmanlı filosu kurulma haberinin almışlardı. Diu kalesini tahkim ettiler. Şubat 1537'de Bahadır Şah'ı Portekizliler hile ile öldürüp kardeşi Mahmut'u Gücerat Sultanı yaptılar. Bahadır Şah, Portekizlilerce öldürüldü. Haberi Osmanlı Devleti'ne tam bir yıl sonra Şubat 1538'de ulaştı.
Bunun üzerine Padişah Mısır'a donanma yapımının hızlandırılması talimatını verdi. Ayrıca Bahadır Şah'ın varisi olmadığı için Gucerat'ta veraset kavgaları baş göstermişti. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman Bahadır Şah'ın elçi yolladığı sırada Mekke'ye 3 kalyonla gönderdiği Gücerat devlet hazinesini İstanbul'a getirmeye karar verdi. Önce İskenderun'a getirilen h |
azine Salih Reis gözetiminde İstanbul'a getirilecekti. Bu nakliyat haberini alan Cenevizli amiral Andrea Doria, Salih Reis’in filosunu zaptetmeye çalıştıysa da Barbaros Hayreddin Paşa’nın müdahale etmesi üzerine emeline ulaşamadı.
Donanma hazırlığı hem yeni gemilerin yapımıyla hem de eski gemilerin toplarla takviye edilmesiyle sürüyordu. Bu sırada Venedik Cumhuriyeti ile Osmanlı Devleti'nin arası bozulduğu için İskenderun'da ve İstanbul'da Venedik ticaret gemilerine el konulmuş ve mürettebatı da esir edilmişti. Hadım Süleyman Paşa bazı mürettebatı donanmayı güçlendirmek için sefere beraberinde götürdü.
Hadım Süleyman Paşa kendi arzusu üzerine Süveyş Donanması Serdarlığına atandı. 13 Haziran 1538'de 76 parça gemi ve 1500'u yeniçeri 6500 asker ile Süveyş'ten ayrıldı. Tur'da bulunan 30 gemi de donanmaya katıldıktan sonra Temmuz ayının ortasında tüm donanma Cidde'de toplandı. Kameran limanının geldiğinde daha önce Osmanlı egemenliğini kabul etmiş olan Aden Emiri Amir bin Davud'u tekrar itaata davet etti. 3 Ağustos 1538'de ise donanma Aden Limanı'na demirledi. Portekiz Krallığı'na daha yakın olan Aden Emiri Amir Bin Davud önce Süleyman Paşa tarafından gemisine çağrıldı. Zamanın kroniklerine bakılacak olursa da önceden hasta askerlerin tedavisi bahanesiyle hasta olmayan askerler de şehre sokulmuş ve onlara refakatçi olarak da askerler Aden'e girmişlerdi. Aden Emiri Süleyman Paşa'nın gemisine 4 önemli adamıyla geldiğinde tutuklandı ve asılarak idam edildi. Bu sırada top atışı ile işaret verildi. Hem limandaki donanmada bulunan askerler hem de içeriye hasta olarak ve refakatçi olarak girmeyi başaran 500 silahlı asker Aden'i işgal ettiler. Şehir yağmalandı. Ganimet Süleyman Paşa'nın emriyle toplanıp haznedarına teslim etti. 16 gün Aden'de kalıp sukûneti sağladıktan sonra Behram Bey'i ve 500 askeri burada bırakarak Hindistan'a doğru yola koyuldu. Gucerat kıyılarına yöneldi.
19 Ağustos 1538'de Aden'den demir alan Hadım Süleyman Paşa Serdarlığındaki Osmanlı donanması Cücerat kıyılarına erisip 2 Eylül'de Diu'nun 100 mil açıklarında demirledi. Ayın 4'unde ise Diu limanına yakın bir yerde demirledi. Ayın 7'sinde patlak veren fırtınada donanma hasar gördü. Gemilerin tamiri için Diu'ya 20 mil mesafedeki Madresabat(Caffarâbâd) limanına demirledi. Burada yaklaşık 3 hafta kaldı. Bu süre zarfında hem Diu limanına gelen Portekiz yardım gemilerini engelleyememiş olacaktı hem de Portekizlilere hazırlık için 3 hafta daha vermiş olacaktı. Ayrıca Madresebad'a demirlerken 4 gemi haliçte karaya oturdu. Yüklerin bir kısmı döküldü. Bunların içinde at eyeri de vardı. Bu durum yerel yöneticilerce Türk'lerin kendi ülkelerini de istila edeceklerine yoruldu. Bu olaydan sonra yerel yönetimlerin erzak ve at destekleri sekteye uğradı. Hindistan'daki yerel yöneticilere varmadan önce destekleri için mektuplar yollayan Süleyman Paşa, hem bu son olaya yüzünden hem de daha önce izlediği politikalar sebebiyle çok fazla destek göremedi. Bu durumun, kroniklerde ve günümüz tarihçilerinin görüşlerinde birleştiği üzere Hadim Süleyman Paşa'nın Başta Aden Emiri'ni idam etmesi gibi ven vermeyen politikalarından kaynaklandığı söylenebilir. Eylül ayında Diu Kuşatması'nı başlattı ama Portekiz muhafızı Antonio de Silva'nın direnişi ile çok iyi takhim edilmiş bu kaleyi eline geçiremedi.
Hindistan'da Diu limanını bir üs olarak kullanması gerektiğinin bilincinde olduğu düşünüldüğünde Hadim Süleyman Paşa'nın daha fazla müttefik edinmesi için daha ılımlı bir politika gütmesi gerektiği genel kabul görmektedir. Bölgedeki Türk devletleri Hadim Süleyman Paşa'nın askerlerle topraklarından geçmelerini bir tehdit olarak görmüş mümkün mertebe desteklerini belli etmeden de olsa geciktirerek ya da tam bir karşı duruşla esirgemişlerdir.
Hindistan'dan başarısız dönüş Hadim Süleyman Paşa'nın saldırgan yönetim tarzını daha da sertleştirdiği kabul edilebilir. Önce Zebid kalesine hücum etmiştir. Yenilgiyi kabul ederek boynunda urgan ile teslim olan Zebid Beyi Nâhüda Ahmed'i idam ettirmiştir. Zebid'den geri dönüş yolunda 140 Portekizli esirin idam edilmesi sertliğinin bir başka göstergesidir.
Zebid kalesini eline geçirdikten sonra bir idari reform yaparak 1539'da Yemen, Aden ve Zebid'i de içine alan Yemen Eyaleti' ni oluşturdu. Bu eyalet valiliğine Bıyıklı Mehmet Paşa'nın oğlu Mustafa Paşa'yı vali tayin etti. Cidde'ye 31 Mart 1539'da geldi. Donanmayı Süveyş'e geri gönderip kendisi Cidde'den kara yolu ile Mekke ve Medine'ye hacca gitti. Sonra Mayısta Mısır'a geri döndü. İstanbul'dan gelen emirle Divan-ı Humayun'a rapor vermek üzere Kasım ayında İstanbul'a döndü.
1539 sonlarına doğru İstanbul'a dönüp Kubbealtı Vezirliğine getirildi. Önce ikinci vezirliğe yükseldi sonra da Nisan 1541'de Lütfi Paşa yerine Sadrazam oldu. Kanuni Süleyman'ın 1541 Macaristan seferi sırasında ülkenin doğu sınırını korumak hedefiyle Tokat bölgesinde Artükabada'a gönderildi. Daha sonraki Istolni-Belgrad seferinde ise Kanuni'nin maiyetinde bulundu.
28 Kasım 1544'te yerine Mısır Beylerbeyiliğine getirilen Divane Hüsrev Paşa ile Hadim Süleyman Paşa'nın Mısır Beylerbeyi olduğu sıradaki uygulamaları hususunda suçlamalarda bulununca aralarında tartışma çıktı. Hatta padişah önünde hançerler çekildi. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman her iki Paşayı da görevden aldı.
Hadim Süleyman Paşa Malkara'ya sürüldü. Hakkında öne sürülen suçlamalardan aklanmasının ardından kısa bir süre sonra Eylül 1547'de Malkara'da hayatını kaybetti.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir.
Sert, tedbirli ve cesurdu. İhtişama düşkün olup bin nefer kölesi vardı.
Kahire kalesini tamir ettirmiştir. Kusun'da bir zaviye, Bulak ve Yemen'de camii, ribat, hamam gibi hayır eserleri yaptırmıştır.
Rüstem Paşa
Rüstem Paşa (1500 - 10 Temmuz 1561), I. Süleyman saltanatı döneminde 28 Kasım 1544-6 Ekim 1553 ve 29 Eylül 1555-10 Temmuz 1561 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Rüstem Paşa, yaklaşık 1500 yılında Hırvat asıllı Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak Saraybosna yakınlarında olan ya Butmir ya da Sarajevsko Polje adlı bir köyde doğmuştur. Ailesinin adının Opuković veya Cığaliç olduğu bildirilmektedir. Babası Mustafa Bey (Paşa) olup Sinan (Kaptân-ı Derya Sinan Paşa, ö. 1554) ve Nefise adlı iki kardeşi olduğu belirtilmektedir.
Genç yaşta İstanbul'a getirilip devşirilen Rüstem Paşa Enderun'da eğitim gördü. Enderundan rikâb ağalığı ile çıktı. 1526 Mohaç Muharebesi'ne silahdar olarak katıldı. Bu seferden döndükten sonra birinci imrahor görevine tayin edildi. Üstün yetenekleri dolayısıyla Sultan Süleyman'ın gözüne girdi. Önce Diyarbakır beylerbeyi oldu. Sonra Anadolu Beylerbeyliği'ne nakledildi. 1539'da üçüncü vezir olarak görevlendirildi. Üçüncü vezir iken 26 Kasım 1539'da Şehzade Cihangir ve Şehzade Bayezid'in sünnet düğününde Kanûnî Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan ile evlendi. Bu nedenle 'damat' sıfatıyla anılır.
Padişaha damat olması söz konusu olunca Rüstem Paşa'yı çekemeyen rakipleri onun cüzzamlı olduğu dedikodusunu yaymışlardı. Bunun üzerine hassa hekimlerinden Mehmet Halife, bu söylentinin gerçek olup olmadığını araştırmak için paşayı muayeneden geçirdi. Muayene sırasında gömleğinde bir bit bulundu. O günlerdeki tıp bilgisine ve halk inanışına göre bir cüzamlının üzerinde bit barınamaz olduğu kabul edilmekteydi. Gömleğindeki bit, cüzzamlı olmadığına delil olarak kabul edilerek evlenmesine izin verildi.
Rüstem Paşa için söylenmiştir. "Bahtlı adamın üzerinde bit çıksa işine yarar", anlamındadır ve üzerinden bit çıkması üzerine dile getirilmiştir. Bu yüzden, tarihçilerin kendisine vermiş oldukları bir diğer isim "Kehle-i İkbal" ("İkbal Biti") Rüstem Paşa'dır.
1544'de Hadım Süleyman Paşa'nın azledilmesi üzerine yerine getirilmesi beklenen ikinci Vezir Deli Hüsrev Paşa'yı Hürrem Sultan'ın emriyle birbirine düşürdü ve ardından Kanuni Sultan Süleyman hem Hüsrev Paşa'yı hem de Hadım Süleyman Paşa'yı azledip sadrazamlığa Rüstem Paşa'yı getirdi.
Hürrem Sultan ve kızı Mihrimah Sultan bir olup Şehzade Mustafa'nın idamına ortam hazırladı. Kanuni, Şehzade Mustafa'yı öldürttükten sonra yeniçerilerin ayaklanma çıkarabileceği korkusuyla Rüstem Paşa'yı azletti (1553) ve yerine Kara Ahmet Paşa'yı getirdi.
Ancak Hürrem Sultan ile Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa'yı sadrazamlığa tekrar getirebilmek için çalıştılar. 29 Eylül 1555 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman basit bir bahaneyle Kara Ahmet Paşa'yı Divan-ı Humayun'un ortasında idam ettirdikten sonra Rüstem Paşa tekrar sadrazam oldu. 10 Temmuz 1561 İstanbul'da ölümüne dek sadrazamlık görevini sürdürdü. Cenazesi Şehzade Camii bahçesindeki türbesinde gömülüdür.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir.
Zengin, tedbirli, akıllıydı.
Osmanlı kişileri hakkında önemli bir biyografi eserinde ise şu değerlendirilme yapılmıştır:
Rüstem Paşa arkasında büyük miktarda mücevherat, altın ve gümüşten yapılmış değerli eşya bıraktı. 1.700 köle, 2.900 harp atı, 1.160 deve, 8.000 dülbent, 700 bin sikke-i hasene, 5.000 dikilmiş kaftan, hil'at ve elbise, 1.100 altın üsküf, 600 gümüş eyer, 2.009 yük keçe, 2.000 zırh, 100 gümüş eyer, 500 mürassa altın eyer, 133 çift altın üzengi, 760 mürassa kılıç, 1.500, gümüşlü tolga, 1000 gümüşlü sesper, Anadolu ve Rumeli'de sahip olduğu 1.000 çiftlik zenginliklerinin önemli bir kısmını oluşturmaktaydı.
Yerli ve yabancı kaynaklar..(onu)... abus çehreli ve aksi bir adam olarak tanıtmaktadır. Aynı zamanda onu hüsn-i tedbir sahibi, kabiliyetli, müktesit bir devlet adamı olarak bildirilmektedir.
Kısa dönemde devlet hazinenin doldurulmasına önem vermiş, bunun uzun dönemde nelere sebep olacağını düşünememiştir. Örneğin önce hass-ı hümayun ve sonra diğer hasları iltizam suretiyle işletmesi hazineye büyük gelir sağlamıştır; ama bu, toprakları işleten mültezimlerin toprakların verimliğini artırmak hatta aynı seviyede tutmak için yatırım yapmamalarına ve böylece zamanla tarım topraklarının verimliğinin kaybolmasına neden olmuştur. İltizam satışlarında bir rüşvet şekli olan komisyon verilmesinin yaygınlaşması; hazineyi doldurmak için bahşiş, peşkeş |
vb. isimler takılan bir çeşit rüşvet alıp ve verilmesi usul haline getirmiştir. Bu türlü yolsuz kazanç kazanma ile kendi şahsi servetini de büyük miktarlara yükseltmiştir. Bu yolsuz kazancın yaygınlaşıp alışılır görenek haline girmesi, devlet kademesinde rüşvetin yaygınlaştırılması Osmanlı İmparatorluğu'nun içine bozulma tohumlarını atmıştır.
Tekirdağ'da, Rüstem Paşa Külliyesi adıyla değişik yıllarda Mimar Sinan’a yaptırdığı cami, medrese, kütüphane, çifte hamam, bedesten, kervansaray ve imaretten oluşan bir külliyesi bulunmaktadır. Bu külliyeden günümüzde ancak cami ve bedesten kalmış ve diğer binalar kısmen veya tamamen ortadan kalkmıştır.
Eminönü, İstanbul'da, Rüstem Paşa Külliyesi adıyla anılan 1555-1561 yılları arasında Mimar Sinan’a Rüstem Paşa Camii, altta yer alan tonozlu depolarla dükkânlar, çeşme ve iki handan oluşan bir külliye yaptırmıştır.
Edirne' de Mimar Sinan'a Rüstem Paşa Kervansarayı'nı yaptırmıştır. .
Ankara'da 1522-1523 tarihlerinde Çengel Han'ı inşa ettirmiştir.
Ayrıca Kütahya'da Anadolu Beylerbeyliği yaptığı sırada bir medrese ve bir hamam yaptırmıştır. Kütahya'daki bu eserlerden hamam günümüze kadar gelmiş; taç kapısının bir bölümü hariç yıkılan medrese ise orijinaline uygun olarak yeniden yapılmıştır.
Ayrıca Sakarya'nın Sapanca ilçesinde Mimar Sinan tarafından yaptırılan "Rüstem Paşa Camisi" mevcut olup ibadete açıktır.
Rüstem Paşa'nın tarihçi olarak Osmanlı kültürüne katkıları da bulunmaktadır. "Tevarih-i Ali Osaman" veya "Tarih-i Rüstem Paşa" adı ile yazdığı tarih eseri Osmanlı devletinin kuruluşundan 1561'e kadar dönem tarihini ihtiva etmektedir. Bu eserde kendisinin büyük katkısı olan Kanuni devrini işlemiş ve Osmanlı devletinin gelişmesinin zirvesine tarihsel bir pencere açmıştır. Ancak bu eserin 1923'de ilk Almanca çevrisini ("Die Osmanische Chronik des Rüstem Pascha" adlı) yapan I. Ferrer ve bazı diğer tarihçiler bu eserin Rüstem Paşa tarafından şahsen yazıldığına şüphe ile bakmaktadırlar.
2003 yapımı Hürrem Sultan dizisinde Serhat Nalbantoğlu tarafından canlandırılmıştır. 2011-2014 yılları arasında yayınlanan Muhteşem Yüzyıl adlı dizide ise Rüstem Paşa'yı Ozan Güven canlandırmıştır.
Kara Ahmed Paşa
Kara Ahmed Paşa (ö. 28 Eylül 1555, İstanbul), I. Süleyman saltanatı döneminde, 6 Ekim 1553-28 Eylül 1555 arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. I. Selim'in en küçük kızı ve Kanuni Sultan Süleyman'ın en küçük kız kardeşi Fatma Sultan'ın eşidir.
Arnavut asılıdır. "Ahmed Paşa Külliyesi" vakifiyesinde babasının adı Abdülmuîn olarak verilmiştir.
Devsirme olarak İstanbul'a getirilmis ve Topkapi Sarayi'nda Enderun'da yetişmiştir. Kapıcıbaşı olarak çıkma yapmıştır. Sonra Yeniçeri ağası olarak atanmıştır.
Kara Ahmed Pasa sefer ordusu ile Budin Beylerbeyi Ali Paşa’nın tavsiyesiyle uyarak Eğri Kalesini de kuşattı ise de alamadı. 18 Ekimde kusatmayi basarisiz olarak kaldirdi. Sonra sulh yapıp 1553'te Kanuni Sultan Süleyman'in yeni İran Seferine katılmak uzere İstanbul'a dondu.
Padişah Kanuni Sultan Süleyman Erdel seferi yapılmakta iken Edirne'de Kanuni adını almaya atif veren hazırlatttigi kanunname ile "Sultan Süleyman Kanunnamesi" ile ugraşmakta idi. Fakat Safavilerin sınır ihlalleri haberini alınca yeni bir İran seferi için İstanbul'a döndü ve hazırlıklara hızla devam edip ordu 28 Ağustos'da İran uzerine Nahcivan Seferi adı verilen askeri sefere çıktı. Kara Ahmed Pasa ordusu ile bu sefere iştirak için Erdel'den erişmişti. Sadrazam Rüstem Paşa daha önce kendine bağlı bir ordu ile Anadolu'da ilerlemeye devam etmekteydi. Rüstem Paşa büyük Şehzade Mustafa'ya karşı Hürrem Sultan'ın hazırladığı komplo planını uygulamaya koydu. Yolda iken padişaha büyük şehzade Mustafa'nın tahti ele gecirmek için planlar yaptıgını bildiren raporlar göndermişti. Karısı Hürrem Sultan'ın da telkinleriyle birlikte bunlar padişahı büyük oğlundan şüphelenmeye ve onu elimine etme kararı vermesine yol açtı. Şehzade 6 Ekim günü Konya Ereğlisi'nde babasının sefer ordusuna erişti. Onun otağına vardığında cellatlar tarfından karşılandı ve dilsiz cellatlar tarafından boğularak idam edildi.
Kapıkulu askeri Şehzade Mustafa'nın idamından çok etkilendiler ve bunu bir cinayet sayıp eyleme gectiler. Bunda kabahatlinin sadrazam Rüstem Paşa olduğunu kabullendiler. Bunun haberini hemen alan padişah ayni gün Sadrazam Rüstem Paşa'yı azletti ve damadı olan Rüstem Paşa'yı İstanbul'a geri gönderdi. Böylece 6 Ekim 1553 günü ikinci vezir olan Kara Ahmed Paşa'ya sedaret mühürü verilerek o yeni Sadrazam olarak atandı. Bu çok karmaşık ve gizemli politik gelişmelerin arkasında ne çeşit entrikaların döndüğü hakkında tarihçilerin pek bilgileri yoktur ama pek çok sorular sormaktadırlar.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmiştir:
Gazi, gayretli, herkese haddince riayet eder, insaflı bir zat idi.
Topkapı'da kıymetli çinilerle süslü olan cami kendisinin olup vefatından az evvel yaptırmaya başlamış ise de tamamlanmasını görememiştir. Vefatında eksik kalan kisimlara kethudasi Husrev Bey tarafından tamamlatilmis ve camii 1559/60 yılında ibadete acilmiştir. Kendisi camii yanında medfundur.
2003 yapımı "Hürrem Sultan" dizisinde Mehmet Soykan, 2011 yapımı "Muhteşem Yüzyıl" dizisinde ise Yetkin Dikinciler tarafından canlandırılmıştır.
Semiz Ali Paşa
Semiz Ali Paşa (ö. 28 Haziran 1565, İstanbul), I. Süleyman saltanatı döneminde 1561-1565 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Semiz Ali Paşa Hersek Sancağı'nda Praca (Brazzo) (Osmanlı dönemi ismi:İvraca) kasabasında Pracic ailesinden Hüseyin adında bir poturun, (yani Hristiyan Bogomil mezhebinde iken Müslümanlığı kabul etmiş olan bir kişinin) oğludur. Osmanlı dönemi kaynaklarında çok iri, şişman ve uzun boylu olduğu için kendisine "Semiz", "Semin", "Kalın" gibi lakaplar verilmiştir.
Babası Müslüman olmadan önce devşirme olarak 1520'li yıllarda İstanbul'a getirildi ve Pargalı İbrahim Paşa'nın kethüdâsı olan akrabası Çeşte Bâli'nin yardımıyla saraya girdi. Enderun’da eğitim gördükten sonra 1545'de mir-i alem olarak çıkma yaptı.
1546 yılında yeniçeri ağası ve takiben Rumeli beylerbeyi oldu. 11 Nisan 1549'da vezirlik ve 2.300.000 akçelik haslarla Mısır beylerbeyiliği görevine getirildi. Bu eyaleti Aralik 1553'e kadar idare etti.
Kubbealtı Üçüncü vezir rutbesi verildi ve Aralık 1553'de o sirada Sultan II. Süleyman 1552-1554 Osmanlı-Safevî Savaşı veya Nahcıvan Seferi için Halep'e gelmişken padişahın mahiyetinde olarak sefere katıldı. Suşehri’nde sol kol komutani sıfatıyla askerlerine gösterişli bir geçit resmi yaptırdı. Savaşın sonunda yapılan barış muzkerelerinde ve 1 Haziran 1555'de Amasya Antlaşması'nın imzalanmasında ikinci vezir olarak bulundu.
12 Temmuz 1561de Damat Rüstem Paşa'nın vefatından sonra Vezir-i Azamlık görevine getirildi. Bu görevde 28 Haziran 1565'de vefatına kadar 3 yıl 11 ay 19 gün boyunca kaldi. Tarihçiler barış durumunu devam ettirerek bu görevde başarılı olduğunu kabul etmektedirler.
Avrupa'da barış ortamının sürmesini sağlamak için Avusturya ile ilişkileri iyi tutmaya çaba göstermiştir. Damat Rüstem Paşa'nin sadaret döneminde günün Avusturya elçileri devamlı gözetim ve denetim ile büyük bir baskı altında bulundurulmuşlardı. Semiz Ali Pasa bu gözetim ve denetim rejimini hafifleştirdi. İstanbul merkezinde bir veba salgını çıktığında Avusturya elçisi olan Busbecq'e Büyükada'ya taşınıp orada oturması için izin verdi. Avusturya elçisi Busbecq ile ciddi ve her iki tarafta da iyi niyetle müzakerelere başladı. Bu müzakereler sonunda 1562'de 8 yıl süreli bir barış antlaşması imzalandı.
Semiz Ali Paşa'nin sedaret döneminde önemli bir olay da İstanbul'un tarihinin en büyük sel felaketi ile karşılaşması oldu. 20 Eylül 1563'de bir gün bir gece devamlı olarak şiddetli yağmur yağıp şimşekler düştü. Halkalı Deresi o zamana kadar hiç görülmemiş şekilde yükselip seller ortaya çıktı. Yenibahçe'den Langa Bostanları'na kadar semtler seller altında kaldı. Diğer dere yatakları ile Boğaz’a yakın yerlerde de büyük yıkımlar oldu. Düşen yağıştan köklerinden sökülüp yere yıkılmış olan ağaçlar ve çöken tahta evler düşen yıldırımlar dolayısıyla tutuşup yangınlar çıktı. Sellerden, yıkılan ağaçlar ve çöken evlerden dolayı çok sayıda insan öldü. İstanbul'a Belgrad ormanlarından su getiren su kanallarının içi tamamen kumla kapandı. Bu su kanalının üzerinden geçtiği Moglova Kemeri de yıkıldı. İstanbul şehrine su akmamaya başladı. Şehirde büyük bir su kıtlığı ve büyük bir su sıkıntısı başladı.
Padişah I. Süleyman da bu sel sırasında sürek avı için Yeşilköy'de bulunmaktaydı. Sığındığı köşk de seller altında kaldı. Enderun ağaları padişahı sırtlarında taşıyarak sel alanından kurtardılar. Yağmurlar kesilip seller sona erdikten sonra Kanûnî Sultan Süleyman refakatinde sadrazam Semiz Ali Paşa ve diğer devlet ricali yıkılan su kemerlerini ve su yolları güzergahını gezdiler. Sultan ivedilikle zarar görmüş köprülerin, yolların, su yollarınin ve su kemerlerinin onarılıp işler hale getirilmesini emretti. Bu görevler başmimar Mimar Sinan'a verildi. Ayrıca Kâğıthane suyunun İstanbul’a getirilmesine karar verildi.
Tarihçi Selaniki'ye göre Sadrazam Semiz Ali Paşa Kâğıthane suyunun İstanbul’a getirilmesi aleyhinde idi. İstanbul'a Kağıthane'den de su getiriiip her semte bir çeşme yapılırsa ve böylece şehrin su sıkıntısı ortadan kaldırilırsa Anadolu'da çiftini bozan köylüler, hatta Arraplar ve Acemler İstanbul'a gayet büyük sayıda yerleşmek için göç edip geleceklerinden korktuğunu ifade etti. Hatta sadrazam bunu önlemek için su yollarının güvenliğinden sorumlu Nikola adlı bir gayri müslimi gizlice kaçırtmıştı.
1565'de Akdeniz'de Osmanlı üstünlüğünü hiçe sayan Malta Hospitalier Şövalyeleri Akdeniz’de deniz üzerinde seyahat eden müslüman hacılara, tüccar ve yolculara korsan saldırılarda bulunmakta ve Osmanlı Devleti tebalarına zararlar vermekte idiler. Osmanlı ilerigelen paşalarının denizden bir seferle hiç olmazsa onları bertaraf etmek için adayı ele geçirmek istemekteydiler. Semiz Ali Paşa bu fetih teklifini mevsimsiz bulup karşı çıktı. Fakat bir sindirme harekatı ka |
bul edilebileceğini ileri sürdü. Ama fetih yanlısı paşalar Divanda üstün geldiler. Adanın fethi için karar verdiler ve bu fetih deniz seferine Mustafa Paşa serdar, Piyâle Paşa kaptan-ı deryâ olarak görevlendirildiler. Günün tarihçisi Selaniki'ye göre Sadrazam Semiz Ali Paşa divanda bir konuşma yaparak paşaların bu işi yanlış değerlendirip kolay sandıklarını, kendisinin böyle bir denizden fetih savaşının sonucunu Osmanlılar lehine olacağından emin olmadığını, paşaların kendi nasihatlerine kulak asmadıklarını ve kendisinin onların bu tutum ve davranışlarından hoşlanmadığını açık seçik söylemişti. Lakin Semiz Ali Paşa Mayıs 1565 başında sefere çıkan donanmayı Yedikule önlerine kadar gidip uğurlamıştır..
Semiz Ali Paşa 28 Haziran 1565'de sadrazamlık görevine devam etmekte iken beklenmedik bir nedenle vefat etmiştir. Mezarı Eyüp Camii avlusunda Hacı Beşir Ağa Türbesi'nin yanındaki küçük hazirededir.
Modern "Osmanlılar Ansiklopedisi"'nde Semiz Ali Paşa'yı şöyle değerlendirilmiştir:
Kaynaklarda kıvrak zekalı, siyaseti iyi bilen, güler yüzlü, nüktedan ve hoşsohbet biri olduğu belir(tilmiştir).
Latifeleri, güzel sözleri vardır. Nükte ve latifeleri İstanbul devlet ricali ve halk arasında gayet yaygınca bilinip kulaktan kulağa yayılmıştır. Hatta bazıları yazılmış latifenamelerde de yayınlanmıştır. Uzun boylu ve gayet şişman olduğu için kendisini çekecek at bulunmaz olması alaya alınmıştır. Bir fakir arzuhal verirken afyon kutusunu düşürünce "Efendi, kıblenümanız düştü, alınız" deyip, adam kutuyu alırken kapak açılıp afyonlar saçılınca "teşbih koptu, toplayınız" dediği bildirilir. Halka devlet nimetleri hakkında çok vaatlerde bulunması halk arasında bunlara "Ali Paşa vergisi" deyiminin kullanılmasına yol açmıştır. Devlet ilerigelenlerinin Semiz Ali Paşa'nin karşıtı olduğu Malta Şövalyelerine karşı deniz seferine çıkan donanmayı Yedikule önlerinde uğurladiktan sonra dönerken "Paşalarımız Malta kalesini helvadan sanıp yemek isterler" diye karşıtlarını tenkit etmiştir.
İstanbul’da Eyüp’te Cedid Ali Paşa Mescidi ve Çömlekçiler caddesinde Sadrazam Semiz Ali Paşa Çeşmesi vardır. Karagümrük’te Mimar Sinan’ın yaptığı Cedid Ali Paşa Medresesi’ni, Kırklareli Babaeski'de Mimar Sinan'a yaptırılan ve Cedid Ali Paşa ismini taşıyan bir camii bulunur. Edirne'deki Mimar Sinan’ın yaptığı Ali Paşa Çarşısı’nın yanı sıra çarşı kapılarına yakın bir cami ve bir de mescid inşa ettirmiştir. Marmara Ereğlisi'nde iki çeşme ile Silivri' deki Akviran köyünde Cedid Ali paşa camisi bulunmaktadır.
Ebussuud Efendi, "Mecmua-i Daavât" adlı eserini Semiz Ali Paşa nâmına te'lîf etmiştir.
Megakaryosit
Megakaryosit, trombosit üretiminden sorumlu kemik iliği hücresidir. Tipik bir eritrositten (alyuvar) 10-15 kat daha büyük olabilir. Fakat kemik iliği hücrelerinin %1'inden daha azını oluşturur. Megakaryositin hücre çekirdeği büyük ve lobludur (bölümlü). Bu nedenle ışık mikroskobu altında birden çok çekirdek varmış gibi gözükebilir.
Megakaryositlerin fonksiyonu birçok sitokininin yardımıyla belirlenir, trombopoietin de bunlara dahildir.
Megakaryositin gelişim evreleri şöyledir: CFU-Me (Pluripotent hemopoetik hücre veya hemositoblast) -> megakaryoblast -> promegakaryosit -> megakaryosit.
Şemsi Ahmed Paşa
Şemsi Ahmet Paşa (d. 1492 - ö. 28 Nisan 1580) III. Murad saltanatında 1579-1580 yıllarında sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Asılı hakkında tarihçiler arasında tartışmalar bulunmaktadır. Sicill-i Osmani ismini "Ahmet Paşa (Semiz)" olarak vermekte ve "Arnavutdur" demektedir. Uzunçarşılı'ya göre
Arnavut olup meşhur defterdar İskender Çelebi'nin kölelerindendir. Efendisinin katlinden sonra Enderun'a alın(mıştır.)
Uluçam çağdaş otoriteli bir biyografi kitabındaki maddede şunu demektedir:
İsfendiyaroğullarından Kızıl Ahmedzade Mirza Paşa'nın oğludur. Annesi II. Beyazid'in kızıdır. Şemsi Paşa, silsilenamesinde ceddinin Halid b, Velid'e kadar uzandığını iddia eder. Genç yaşta saray hizmetlerine alın(mıştır).
Enderundan çıkmasından sonraki görevleri de değişik tarihçiler tarafından değişik verilmektedir. Sicill-i Osmani'ye göre I. Süleyman (Kanunî) devrinde mâbeynden kapıcıbaşılıkla çıkmıştı. 1558'de Yeniçeri Ağası; 1563/64'de Anadolu beylerbeyi, sonra Rumeli beylerbeyi olmuştur."I. Selim döneminde terfi ederek sırayla avcıbaşı, bölükağası, müteferrika ve sipahiler ağası oldu." Uzunçarşılı Endurundan kapıcıbaşılık ile dış hizmete çıktığını; sonra yeniçeri ağası ve "Rumeli Beylerbeyi" olduğunu açıklamaktadır.
1553 İran Seferi'ne sipahiler ağası olarak katılmıştır. Şehzade Mustafa'nın isyan edip kendini hükümdar ilan etmesi haberini İstanbul'a çavuşbaşı ağa ile birlkte getirmiştir. I. Süleyman'a yeniçerilerin Şehzade Mustafa taraftarı olduklarını bildirip bu isyanı bastırmak için kapıkulu askeri komutanlığını padişahın şahsen almasının uygun olacağı tavsiyesini vermiştir. I. Süleyman döneminde 1551'de Şam ve sonra Sivas eyalet valilikleri görevleri yapmiş, 1554'de Sivas beylerbeyi tayin edilmiştir. Bir müddet sonra Rumeli beylerbeyi olmuştur. Bu görevde iken 1556'da Zigetvar Seferi'ne katılmıştır. Rumeli askeri ve 2000 yeniçerilik bir güçle Bobofça kalesini ele geçirme görevini üzerine almıştır..
Rumeli Beylerbeyi iken, Kanuni Sultan Süleyman'ın damadi ve dönemin sadrazami olan Damat Rüstem Paşa ve karısı kızı Mihrimah Sultan'dan olan torunu "Ayşe Hanım Sultan" ile evlenmiştir.
II. Selim'in tahta çıkmasıyla vezirlik rütbesi verilip kubbealtı veziri olarak göreve başlamıştır. 1576'de ikinci vezir iken, Piyale Paşa üçüncü vezir görevi yapmaktaydı. 1576'da II. Selim'in kızı ve yeni padişah III. Murad'ın kız kardeşi Gevher Sultan ile evlenen Piyale Paşa'ya ikinci vezir olarak görev verilmiş ve Şemsi Ahmet Paşa üçüncü vezirliğe düşürülmüştür. Bundan dolayı Şemsi Ahmed Paşa sadrazam olan Sokullu Mehmet Paşa ile yaptığı münakaşa dolayısıyla bu görevinden atılmıştır. Piyale Paşa'nın ikinci vezirliğinin Sadrazam Sokullu tarafından Piyale Paşa'nın sadrazamlığa yolunun açılması olduğu Peçevi tarihi tarafından belirtilmiştir. Fakat Piyale Paşa 1578'de ölmüştür.
Bir müddet görevsiz kalan Şemsi Ahmet Paşa'ya, kendini tutanların ricaları ile, sadrazam Sokullu Mehmet Paşa tarafından tekrar eski rütbesi ile kubbealtı vezirliği geri verilmiştir. 11 Ekim 1579'da Sokullu bir suikasta uğrayıp hayatını kaybedince Şemsi Ahmet Paşa'ya Sadrazamlık görevi verilmiştir. Şemsi Ahmet Paşa'nın sadrazamlığı 6 aydan biraz fazla sürmüştür. Şemsi Ahmet Paşa'nın bu kısa sadrazamlık döneminde padişah III. Murad ve saray, devlet ve hükümet işlerine müdahalelere başlamış ve bu müdahaleler Şemsi Ahmet Paşa'yı çok tedirgin etmiştir. Şemsi Ahmet Paşa 28 Nisan 1580'de geçirdiği idrar kesesi hastalığı nedeniyle ölmüştür. Uzunçarsılı ve Sicil-i Osmani'ye göre Edirnekapı mezarlığında gömülüdür. Diğer kaynaklar Üsküdar'da yaptırmış olduğu "Şemsi Paşa Camii" ve mederesesinin yanında gömülü olduğu da bildirilmektedir.
I. İbrahim saltanat döneminde 31 Ocak 1644 - 17 Aralık 1645 döneminde sadrazamlık yapan Civankapıcıbaşı Sultanzade Semiz Mehmed Paşa Şemsi Ahmed Paşa'nın torunudur.
Peçevi tarafından "
insaflı ve dürüst
olarak nitelendirilmiştir.
Sicill-i Osmani'ye göre
tedbirli, akıllı bir vezirdi.
Uzunçarsılı değerlendirmesinde
Kendisi hırçın ve geçimsiz imiş
demektedir.
Uluçam ise diğer bir açıdan değerlendirme yapmaktadır:
Şair ve güzel konuşan bir kimse idi. Padişahlar sohbetinden hoşlanırlar ve daima meclislerinde bulundururlardı. Avcılık ve silahşörlükte de mahirdi.
demektedir.
Üsküdar'da kıyıda (Kuşkonmaz mevkiinde) o zaman orada bulunan "Şemsi Ahmet Paşa Konağı" yanında Mimar Sinan tarafından yapılmış "Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi" (diğer adları ile Şems Camisi, Kuşkonmaz Camisi, Şemsi Paşa Camii) bulunmaktadır. Bu külliye camii girişinde bulunan bir kitabe bu camiin 1580'de tamamlandığını bildirmektedir.
Bolu'da cami, darülhadis, çeşme ve köprü gibi bazı hayır eserlerini inşa ettirmiştir.
Şemsi Ahmet Paşa'nın bir divanı, "Tercümetü'l-Vikayye li Şemsi Paşa", "İtikadname" ve "Tercüme-i Sürüt-i salât" adlı eserlerinin yazmaları İstanbul kütüphanelerinde bulunmaktadır. "Şehname-i Sultan Murad (Tarih-i Dilara)" adlı bir şiirsel mesnevi şeklinde yazılmış bir tarih kitabı ise üç yazma nüsha olarak Paris, Viyana ve Roma kütüphanelerinde bulunmaktadır, Bu eser Samanoğulları ve Selçuklular'dan başlayıp III. Murat dönemine kadar tarihi 1160 beyitle elden geçirmektedir. 1579'da Sokollu Mehmet Paşa'nın öldürülmesi hadisesini işleyip bir hatime ile son bulmaktadır.
Koca Sinan Paşa
Koca Sinan Paşa () (1520 - 3 Nisan 1596), Osmanlı padişahları III. Murad ve III. Mehmed'in saltanat dönemlerinde 5 defa olmak üzere toplam 8 yıl 5 ay sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Dört padişahın döneminde çeşitli görevlerde bulunmuş olan Sinan Paşa, Kanuni Sultan Süleyman'ın çaşnigirbaşısıyken önce Malatya Sancakbeyi olarak saraydan çıktı ve ardından Erzurum ve Halep Beylerbeyiliği görevlerinde bulundu. Sultan II. Selim devrinde, Mısır Beylerbeyi ve daha sonra Kubbealtı veziri iken Yemen ve Tunus'u Osmanlı topraklarına kazandırarak "Yemen Fatihi" ve "Tunus Fatihi" unvanlarını kazanan Sinan Paşa, Sultan III. Murat devrinde İran'a karşı açılan savaşta önce doğu seferi serdarlığına hemen akabinde 1580 yılında sadrazamlığa getirildi.
Lüksün, yolsuzluğun ve rüşvetin doruk noktasına eriştiği bir dönemde, uzun süre sadrazamlık görevinde bulunan Sinan Paşa, Osmanlı tarihinin en kudretli sadrazamlarından biridir. Devrin tarihçileri, 1593'te Sinan Paşa'nın sadaretinde Osmanlı Devleti'ni 13 yıl uğraştıracak olan ve devleti büyük bunalımlara sokacak olan Avusturya ile uzun savaşın açılmasından, Viyana fatihi olma iddiası nedeniyle Sinan Paşa'yı sorumlu tutarlar. Rakipleri Lala Mustafa Paşa ve Ferhad Paşa ile olan iktidar mücadelesi döneme damgasını vurmuştur. Ferhad Paşa ile olan çekişmeleri sipahi ve yeniçerilerin karşılıklı ayaklanmalarına yol açıp bir kargaşa dönemi başlatmıştır.
Öldüğünde terekesinde 600 bin altın, milyonlarca gümüş akça, sandık sandık mücevherat, 600 samur k |
ürk tespit edilmiştir. Ülkenin birçok yerinde yaptırdığı camiler yanında üç medrese ve bir mimarlık şaheseri olan Sinan Paşa Köşkü'nü yaptırmıştır. Koca Sinan Paşa'ya ait tüm evraklar bugün Topkapı Sarayı'nda Sinan Paşa Arşivi'nde toplu olarak saklanmaktadır.
Koca Sinan Paşa 1520 yılında Arnavutluk'ta Debre veya Delvine'da doğdu. 1586 tarihli vakfiyesinde Arnavutluk'ta Ali adlı bir köylünün çocuğu olduğu ve dedesinin adının ise Abdürrahim olduğu görülmektedir. Ağabeyinin adı ise Ayas Paşa'dır, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Vezir-i Azamlık yapmıştır. 1539'da vefat etmiştir.
Küçük yaşta devşirme olarak seçilmiş ve eğitimi için Enderun saray okuluna alınmıştır. Kısa zamanda ilerleyerek Kanuni'nin çeşnigirbaşılığına kadar yükseldi. Malatya sancakbeyliği ile saraydan ayrıldı, sırasıyla Kastamonu, Gazze, Nablus sancakbeyliklerinde bulunduktan sonra Erzurum ve Halep ve beylerbeyliklerinde bulundu. 1566 yılında gerçekleşen ve Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferi olan Zigetvar seferi sırasında Halep beylerbeyi idi.
1567'de Mısır beylerbeyi oldu. 14 Ocak 1569'da Yemen eyaleti, Yemen Beylerbeyliği ve Sana Beylerbeyliği olarak ikiye bölünmüş Sana Beylerbeyliği'ne Özdemiroğlu Osman Paşa atanmıştı. Bu sırada Yemen'de Zeydi İmam Topal Mütahhar isyanı çıkmış, ve bu isyanı bastırmak isteyen Yemen Beylerbeyi Murat Paşa, isyancılar tarafından öldürülmüştü. Bu isyanı bastırmak için Sana ve Yemen beylerbeylikleri tekrar birleştirilerek kurulan Yemen Eyaleti, Özdemiroğlu Osman Paşa'ya verildi. İsyanı bastırmak için serdarlık ise önce Lala Mustafa Paşa'ya verilmişti ve Özdemiroğlu Osman Paşa ona yakınlığı ile biliniyordu. Lala Mustafa Paş Mısır’da Yemen harekâtının hazırlıkları ile meşgulken, yerine Koca Sinan Paşa tayin edilip İstanbul’a çağrıldı ve altıncı vezîr olarak dîvân-ı hümâyûna girdi.
Sinan Paşa 1569'da Mekke üzerinden Yemen'e yürüdü. Yemen Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa, Taiz'i geri alıp Kahire kalesini kuşatmıştı. Bu sırada İmam Mutahhar güçlü bir orduyla Özdemiroğlu Osman Paşa'ya saldırdı, Sinan Paşa’nın yetişmesiyle Mutahhar ordusuyla harbe girmeden geri çekildi ve Kahire kalesi de ele geçirildi. Sinan Paşa ile Lala Mustafa Paşa'nın arası iyi olmadığından bu iki rakip paşa arasında mücadele içinde Lala Mustafa Paşa taraftarı olarak bilinen Özdemiroğlu Osman Paşa Yemen'den öldürüleceğinden korkarak İstanbul'a kaçtı. Fakat Koca Sinan Paşa tarafından aleyhinde Yemen'den yazılar gönderildiği için sadrazam Sokollu Mehmet Paşa İstanbul'da ona soğuk davrandı.
Mısır Kaptanı Kurdoğlu Hayreddin Hızır Bey denizden Aden’in üzerine hücum için hareket edince Aden muhafızı Kasım b. Sevi , Portekizlilerden yardım istedi. Portekiz donanması 20 gemi ile Aden limanına geldiler. Kaptan Kurdoğlu Hızır Bey de 12 parça gemisiyle yetişince Portekizliler kaçtılar. Karadan gelen asker de gelince hem karadan hem denizden kuşatılarak Aden 1569’da tekrar fethedildi. Sinan Paşa bu sırada Taiz'e yakın Elkaide denilen yerde ordugâhını kurdurmuştu. Aden'in fetih haberini alır almaz.Sana üzerine yürüdü. Yol üzerinde karşılaştığı başıbozuklukları dağıtarak ederek Ibb’e kadar ulaştı. Ibb fethedildi. Ardından Damar’a ulaştı. Damar yakınındaki Hab kalesi kuşatıldı ve alındı. Ardından San’a’ya ulaştı. İmam Mutahhar ise Sana’dan çıkıp Sula kalesine kapandı. Sinan Paşa bu sırada Sana yakınındaki Havlan kalesini ve Kevkeban kalesine yakın Sibam kasabasını da ele geçirdi. Bunun ardındn Kevkaban kalesi kuşatıldı. Ancak İmam Mutahhar bu sırada diğer kabileleri de harekete geçirdi ve Sana isyancıların eline duştu. Böylece Osmanlı iki ateş altında kaldı Mısır’dan ek kuvvet ve yardım istenildi. Kevkaban kalesi kuşatması çok yavaş ve zor ilerliyordu. Dokuz ay suren bu kuşatma iki tarafı da çok yordu. Karşılıklı bir anlaşma imzalandı. 100 kadar kabile itaate davet edildi hepsi de itaat ettiler. Böylece 200 civarında belde, kasaba Osmanlının eline geçti. Sa’de ,Ben ovası ve Amran’i içeren Yemen’in doğu ve kuzeybatısına uzanan kısımlar ise İmam Mutahhar’in idaresine bırakıldı. Böylece Yemenin toprakları ikiye ayrıldı. Biri doğrudan doğruya bir Osmanlı eyaleti diğeri ise Osmanlı hâkimiyetine bağlı Zeydi beyliğiydi. Sinan Paşanın Yemen seferinde, daha önceden Yemende bulunanlar, sonradan destek kuvvet olarak gönderilenler dâhil toplam 10.000 ile 12.000 asker olduğu tahmini yapılmaktadır.
Sinan Paşa, Yemen’deki tüm icraatlarını yanında bulunan Mustafa Rumuzi’ye nazım olarak ve Kutbeddin Mekki’ye nesir olarak yazdırmıştır. Ayrıca Yemen seferini minyatürleriyle resmettirmiştir ki bu minyatürler halen Topkapı Sarayı'nda mevcuttur. Günümüzde Yemen hakkında bu üç değerli kaynak çok kıymetli bilgiler vermektedir. Yemen'i ikinci defa Osmanlı Devleti'ne bağladığı için Yemen Fatihi unvanını kazanan Sinan Paşa, Yemen dönüşü tekrar Mısır beylerbeyliğine tayin edildi. 1571 yılında Mekke ve Medine'yi ziyaret edip hacı oldu, ardından Kahire'ye görevine döndü. Kısa bir süre sonra Kubbe vezirliğine yükseldi.
1572'de de yedinci vezir olarak kubbe vezirliğine tayin edildi. 1574 yılında Tunus'u İspanyollar'dan kurtarmak için sefer ilan edildi. Tunus seferi için toplam 300'den fazla gemiden mürekkep bir donanma ve 40-45 bin kişilik ordu teşkil edildi. Koca Sinan Paşa, Kapudan Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma ile bu tarafa gönderilecek kara ordusuna serdar tayin edildi.
15 Mayıs 1574 Cumartesi günü Koca Sinan Paşa, sarayda Sultan II. Selim'in elini öpüp izin aldıktan sonra devlet adamlarıyla birlikte törenle Eminönü İskelesi'ne indi. Sinan Paşa ve Kapudan Kılıç Ali Paşa, gemilere bindikten sonra donanma Beşiktaş'a geldi. Kuşluktan sonra iki saat burada beklendi. Barbaros Hayreddin Paşa'nın türbesinde hem efsane denizci hem de seferin başarısı için dua edildi. Bir süre sonra buradan ayrılan donanma, Topkapı Sarayı'nın önüne geldi. Sinan Paşa'nın kadırgası sarayın karşısındaki selam yerine ulaştığında serdar, kendilerini izleyen padişahı ayağa kalkıp selamladı ve gemilerden de tüfek ve top atıldı. Daha sonra Yedikule yakınlarında demir atıldı. Ertesi gün de burada beklenerek askerin geri kalanı ve sefer levazımatı gemilere alındı. Bu iş tamamlandıktan sonra Tunus'a doğru hareket edildi.
14 Temmuz 1574'te Osmanlı donanması, Halkulvad Kalesi önlerine geldi ve toplarını ateşledi. Sinan Paşa, otağını deniz kenarında kurdurdu. İspanyollar'ın bütün Osmanlı askerinin ancak bir ayda alabileceğini öngördükleri su kulesi de ele geçirildi. Sinan Paşa, bir taraftan Halkulvad'ı muhasara ederken, diğer taraftan da Tunus Şehri'nin fethini kararlaştırdı. Tunus'un etrafındaki surlar müstahkem olmadığı gibi, şehirde az sayıda İspanyol askeri vardı. Tunus'un Müslüman halkı da kendi aralarında Osmanlılar'la birlikte hareket etmek üzere anlaşmaya varmışlardı. Dışarıdan Osmanlı askerinin yürüyüşe geçmesi, içeriden de Müslüman halkın saldırısı karşında Tunus'taki İspanyollar burçlarından dolayı Bastiyon denilen kaleye kaçtılar. Tunus şehrinin fethini müteakip derhal Bastiyon muhasara edildi. Bu sırada kuşatması devam eden Halkulvad direnmeye devam ediyordu. Sonunda Halkulvad'ın Sinan Paşa'nın bulunduğu taraftaki Gümrükhane Kulesi alındı. Ardından açılan gediklerden yürüyüş yapılarak dış kalenin bir kara tabyası da fethedildi. 24 Ağustos 1574'te yapılan genel hücumla Halkulvad'ın iç ve dış hisarı fethedildi. Halkulvad Kalesi, fetihten sonra bir daha temellerinin atılması dahi mümkün olamayacak şekilde tahrip edildi. Serdar Sinan Paşa, Halkulvad'ın fethinden sonra muhasarası devam eden Bastiyon'a geldi. Kısa bir süre sonra Bastiyon'un da ele geçirilmesiyle Tunus'un fethi tamamlanmıştı. Böylece Fas dışındaki bütün kuzey Afrika kıyıları Osmanlı kontrolüne girmişti.
Sinan Paşa, fetihten sonra Tunus'taki Osmanlı eyalet sistemini tanzim etti. Tunus Kalesi tamir, tahkim ve gerekli silahlarla teçhiz edildi. Serdar, sıra kale muhafazasında bırakılacak askerin tayinine geldiğinde askerleri huzuruna çağırıp, "Her kim burada bir müddet kalır ve vazifesini yerine getirirse maaşına zam yapılacaktır" dedi. Ancak askerden bu teklife karşılık gelmediği gibi kapıkulları ile sipahiler, "Hizmeti ve fethi tamam ettik. Burada kalmaya kudretimiz yoktur" diyerek serdarın teklifine itiraz ettiler. Bunun üzerine Sinan Paşa, tellallar gönderip, "Gönüllü olarak her kim üç yıl süreyle burada kalır ve bu havaliyi koruyup vazifesinin gereğini yerine getirirse, kuloğlu ise onar akçe ile kapıya geçer, gönüllü ise kendisine 6 bin akçelik tımar verilir. Ayrıca burada kaldıkları müddetçe maaşları günde dörder akçe olur" duyurusunda bulundu. Bu duyuruyu işitenler serdara müracaatla Tunus'ta gönüllü olarak kalmaya talip oldular. Tunus'u İspanyollardan alarak Tunus Fatihi unvanını kazanan Sinan Paşa gösterdiği bu başarıdan dolayı dördüncü vezirliğe yükseldi.
1577 yılında İran'daki karışıklıklar dolayısıyla açılması düşünülen doğu seferi için Lala Mustafa Paşa ile birlikte Şark Serdarlığı'na getirildi. Fakat aralarındaki rekabet ve çekişme yüzünden seferin idaresi Lala Mustafa Paşa'ya verildi. Sinan Paşa ise azledildi. Seferin ikinci yılında Sokullu Mehmed Paşa'nın ölümünün ardından Sinan Paşa ekibi, siyasete ağırlığını koyarak, Gürcistan ve Şirvan'ı fetheden Lala Mustafa Paşa'nın Kafkasya'daki büyük başarılarına rağmen onu azlettirip doğu seferi serdarlığının 1579 yılının Ekim ayında Sinan Paşa'ya verilmesini sağladı. Hatta Sokullu'dan sonra veziriazam olan Semiz Ahmed Paşa'nın ölümü üzerine seferde bulunan Sinan Paşa'nın taraftarlarının baskısıyla Lala Mustafa Paşa sadaret makamına tayin edilmeyerek vekil-i saltanat unvanıyla sadaret kaymakamlığına getirilmiş, üç aydan fazla bu görevde kaldıktan sonra 7 Ağustos 1580'de ölmüştü. 1 Temmuz 1580'de III. Murad İran Serdarı olan Koca Sinan Pasa'ya "ilgar ile İstanbul'a dönmesi" haberiyle mühr-ü hümayunu gönderdi ve Koca Sinan Paşa da birinci defa olarak Sadrazam oldu.
Sadaret müjdesini Tomanis'te alan paşa, kışlamak üzere geldiği Erzurum'dan şahla barış yazışmalarına girişmesinin ardından zengin ganimetle İstanbul'a döndü. Ancak Koca Sinan Paşa 1582'de çıktığı İran Seferi'nden başarısız |
lıkla ve İran'la barışı sağlayamadan Temmuz'da döndü. Safevilerin hücumları ile Gürcistan ve Şirvan da tehlikeye girdi. İran'dan istenilen yerleri İran Şahı'nın terk edeceği hakkında Sadrazam Koca Sinan Pașa'nın Sultan'a verdiği sözler de asılsız çıktığı için 6 Aralık 1582'de sadaretten azledilerek Malkara'ya sürüldü. Sadarete yerine Fatma Sultan'ın zevci Siyavuş Paşa getirildi. Selanikî tarihi Sinan Paşa'nın sürgünü hakkında Sultan III. Murat'ın "İstanbul zahiresine siklet vermesin, Malkara otlu ve sulu bir yerdir, anda karar edersin" dediğini bildirmektedir.
Malkara'da dört yıl kaldıktan sonra sonra sunduğu kıymetli hediyeler sayesinde harem ve saray halkının gayretleriyle yeniden padişahın ilgisini kazanan Sinan Paşa, Aralık 1586'da Şam beylerbeyiliğine getirildi. Ardından bu görevden alındı ve İstanbul'a dönerek Üsküdar'da ikamet etmeye başladı.
Züyuf akçe meselesinden çıkan ve "Beylerbeyi vak'ası" diye bilinen sipahi ayaklanması sırasında Siyavuş Paşa azledilince yine taraftarlarının rolüyle 15 Nisan 1588'de ikinci defa sadrazam oldu. Üç yıldan fazla süren bu sadaretinde birçok önemli icraatta bulundu, özellikle Şah Abbas'ın barış isteği kabul edilerek 1578'den beri süregelen savaşlara 1590 yılında son verildi. Bu dönemde önemli bir problem haline gelen sikke tashihi konusunda verimli çalışmalar yapıldı, maden ocakları etkili bir şekilde işletildi, yeni darphaneler kuruldu. Yapımına 1590 yılında başlanan ve tüm masrafları Sinan Paşa tarafından karşılandığı için onun adıyla anılan Topkapı Sarayı kıyı surları üstündeki yeni köşk 1591 yılının Mayıs ayı içerisinde tamamlandı. Mimar Davut Ağa'nın yaptığı, bir cephesi boğaza bir cephesi de sarayın Kabak Meydanı'na bakan Sinan Paşa köşkünde, Sultan III. Murat'ın da katılımıyla bir şölen düzenlendi. Köşk önünde yapılan kayıklar koşusuna ve peremeler yarışına ödüller konuldu. Kabak Meydanı'nda da silahşörler hünerlerini gösterdiler.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Mimar Sinan ile Kriz Nikola'nın tasarısı olan Sakarya nehri vasıtasıyla Karadeniz-İzmit körfezi kanalının açılması projesini Sinan Paşa canlandırmak istedi. Bu bağlantı sağlandığında Bolu ve Kocaeli'nden İstanbul'a daha çok odun ve kereste sevk edileceği, tersanenin gemi kerestesi gereksiniminin de kolay yoldan sağlanacağı kesin olduğundan Sultan III. Murat kendisine önerilen projeyi başlangıçta uygun bularak 6 Mart 1591'de bir ferman çıkardı. Sinan Paşa, bu iş için 30.000 civarında tımarlı sipahi usta ve amele olarak yazılmasını sağladı. Anadolu Beylerbeyi Hasan Paşa da proje için mübaşir atandı. Kazıların başlatılacağı Hendek'e giden Sinan Paşa, üç gün kalıp mimar ve mühendislerle görüştü. Dönüşünde de raporları Sultan III. Murat'a aktardı. Ancak odun ve kereste işi tekelini elinde tutanlar el altından saraya rüşvetler akıtarak söz konusu projeye onay vermiş olan Sultan III. Murat'ın ikinci bir fermanla işi durdurmasını sağladılar. Sinan Paşa'nın karşıtları olan Ferhad Paşa, Darüssaade Ağası Mehmed Ağa, Kaptanıderya Hasan Paşa gibi isimler padişaha "Sinan kulunuzun maksadı kendi nam ve şanını yüceltip haşa padişahımızı unutturmaya niyet gütmektedir" demekteydiler. Sultan III. Murat sözde donanmaya öncelik verilmesini isteyerek çalışmayı durdurttu. Sinan Paşa aleyhine yapılan çalışmalar sonucu sadaretten 2 Ağustos 1591'de azledilerek yerine Ferhad Paşa getirildi. Bununla da yetinilmeyip vakıf müessesesi açısından çok önemli bir uygulamaya gidilerek Şam, Anadolu ve Erzurum eyaletlerinde, Üsküp ve Dukagin sancaklarında kurduğu vakıflar kaldırıldı ve padişah haslarına katıldı. Kendisi yine Malkara'ya sürgüne gönderildi.
Yeniçeriler arasındaki huzursuzluk sebebiyle Ferhad Paşa'nın azli Siyavuş Paşa'nın tayini üzerine eski veziriazam Ferhad Paşa'nın teftişiyle ile görevlendirilen Sinan Paşa, sadarette bulunmuş birinin bu şekilde soruşturulmasının kötü bir örnek teşkil edeceği, ayrıca Malkara'dan İstanbul'a gelmesinin yanlış yorumlanabileceği düşüncesiyle bu görevi kabul etmedi. Kısa bir süre sonra da ulufe dağıtılması hususundaki bir problem yüzünden Siyavuş Paşa azledilince yeniçerilerin desteğiyle 28 Ocak 1593'te üçüncü defa sadaret makamına getirildi.
Sinan Paşa'nın bu üçüncü sadaretinde en önemli olay, Avusturya'ya karşı yeni bir sefer açılması ve böylece 1606 yılına kadar sürecek olan uzun bir savaş döneminin başlamasıdır. 29 Haziran 1593'de Bosna ve Macaristan beylerbeyleri ordusu Kulpa'da Avusturyalılar tarafından baskınla bozguna uğratıldı ve Bosna Valisi Telli Hasan Paşa, sancakbeylerinden Sultanzade ve diğer bazı beyler bu bozgunda şehit oldular.. Bu bozgunun üzerine bazı devlet ve ilim adamlarının itirazına rağmen Sinan Paşa parlak sözler ve vaatlerle Sultan III. Murad'ı savaşa razı etti. Avusturya elçisi Yedikule'ye hapise atıldı. Koca Sinan Paşa 12.000 yeniçeri ve diğer askeri birliklerle 19 Temmuz 1593'te Serdar-ı Ekrem olarak yola çıktı. Kasım ayında Macaristan'a erişen ordu Vespirem ve Polata kalelerini ele geçirdi ise de 4 Kasım 1593'te İstolni Belgrad muhaberesinde yenilip Budin'e çekildi. Kışın gelmesi nedeniyle de İstanbul'a dönüldü.
5 Mayıs 1594'de ordu Serdar-ı Ekrem Sadrazam Koca Sinan Paşa komutanlığında "Hünkar Tepesi"'nden "Sirem Sahrası"na geçip yeni bir Avusturya Seferi başladı. Bu ordu Mayıs sonunda Macaristan'a yetişip Avusturya'lılar tarafından kuşatma altında bulunan Estergon ve Hatvan kalelerini kuşatmadan kurtardı. Sonra Kırım Hanı'nın da sefere katılması ile sınırda bulunan kalelerin alınmasına başlandı. Temmuz 1594'de Osmanlı orduları Avusturyalılardan Tata, sonra (Eylül'de) Yanıkkale (Macarca: Győr) ve Komaron kalelerini ele geçirdiler. Bu sırada Papalık desteği ile 6 Kasım'da Eflak Voyvodası olan Mihail başta olmak üzere ile Erdel Prensi ve Bogdan voyvodası arasında bir "Kutsal İttifak" anlaşması yapıldı. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman halkı katliamdan geçirilmeye başlandı; bu bölgelerden, Silistre ve Rusçuk'tan parasız, pulsuz yoksul Müslüman olanlar göçe başladılar ve İstanbul bile bu göçmenlerle dolmaya başladı. 1 Ocak 1595'da Eflak Prensi güçleri İbrail kalesine hücum edip şehri yaktılar.
Serdar-ı Ekrem Koca Sinan Paşa hala cephede bulunmakta olduğu bir sırada 15 Ocak 1595'de çok şiddetli bir kış havası altında İstanbul'da Sultan III. Murad öldü. Yerine geçen oğlu Sultan III. Mehmed Manisa'dan gelip 27 Ocak'ta tahta geçti. Sultan III. Murad'ın ölümü ve yerine oğlu Sultan III. Mehmed'in geçmesi Sinan Paşa'nın durumunu sarstı. Rakibi olan Ferhad Paşa cephede bulunan Sinan Paşa'nın azlini sağladı (16 Şubat 1595). Yeni sultan, cepheden İstanbul'a dönen Koca Sinan Paşa'ya İstanbul'a girmemesi ve sürgüne Malkara'ya gitmesi için buyruk gönderdi. Fakat Koca Sinan Paşa maruzatı olduğu beyanıyla Halkalı'ya kadar geldi; uzerine asker gönderilip Koca Sinan Paşa buradan sürgün yeri olan Malkara'ya götürüldü.
Valide Safiye Sultan'ın desteklediği Ferhat Paşa, Eflak üzerine seferde iken kendi aleyhinde İstanbul'da çevrilen oyunları bozmak için cepheyi bırakıp İstanbul yolunu tuttu. Bu sırada vüzera ve ulemadan etkili taraftarların desteğini alan Koca Sinan Paşa, 30 bin akça rüşvet vererek Şeyhülislam Bostanzade'den fetva alıp Ferhat Paşa'nın yerine 7 Temmuz 1595'te veziriazamlığı elde etti. Çiftliğine çekilen Ferhat Paşa az sonra idam olundu.
Ara verilen Avusturya savaşlarına yeniden başlandı. Oğlu Mehmed Paşa'yı Macaristan cephesine serdar olarak gönderen Sinan Paşa, 17 Ağustos 1595'te Eflak Voyvodası II. Mihal (Cesur Mihal) isyanını bastırmak üzere Eflak'a sefere çıktı. Rusçuk'ta tamamlanmış olan köprüden geçen ordu, Mihal'in kuvvetleriyle Bükreş civarında karşılaştı. Yenilen Mihal, Erdel sınırına çekildi. Sinan Paşa, Bükreş'i alıp bir İslam şehri haline getirdi. Kiliseler camiye çevrildi. Ama Eflak Prensinin gerilla savaşları ve Erdel Prensi Sigismund Batori'den destek görmesi ile bu sefer kış yaklaştıkça zorlaştı. Mihal geri gelerek saldırıya başlayınca Sinan Paşa Yeröğü'ne ricat etmek zorunda kaldı. 27 Ekim 1595'de Osmanlı güçleri Tuna Nehri'nin yakınlarında "II. Mihal'in nispeten ufak Eflak gücünün bir baskınına uğrayıp yüksek sayıda Osmanlı askeri zayiatı vererek mağlup oldu. Mihal köprüyü yıktı ve Osmanlı kuvvetlerini top ateşine tutarak şehri yaktı. Bu arada Avusturya cephesinde, Osmanlılar'ın çok önem verdiği Estergon Kalesi de elden çıkmıştı (Eylül 1595). Bu başarısızlıklar sebebiyle 19 Kasım 1595 azledilen Sinan Paşa yeniden Malkara'ya yollandı.
Yerine getirilen Tekeli Lala Mehmed Paşa'nın 10 gün sonra vefatı üzerine 1 Aralık 1595'te beşinci kez sadrazam oldu. Bu son sadareti sırasında cephedeki nazik durum karşısında bizzat Sultan III. Mehmed'in ordunun başında sefere gitmesini teşvik etti. Valide Safiye Sultan'ın engellemesine rağmen özellikle Hoca Sadeddin Efendi'nin ısrarlarıyla padişah sefere çıkmaya karar verdi. Hazırlıkların sürdüğü bir sırada Sinan Paşa hastalandı. Divan toplantılarına gelemedi, birkaç gün sonra da 4 Nisan 1596 vefat etti ve Çarşıkapı'da Divanyolu üzerindeki türbesine defnedildi.
Siyasî gücü yanında muazzam servetiyle de dikkati çeken Sinan Paşa’nın vefatı sonrasında iç ve dış hazineye büyük borcu olduğu görülmüş, servetine, sahip olduğu mühimmat, cephane ve kıymetli eşyasına el konulmuştur. Öldüğünde serveti; 600 bin düka altını, 2 milyon 900 bin nakit akça, 29 yük kıymetli taş, 20 adet çekmece dolusu zeberced, 15 adet inci tesbih, 61 ölçek inci, 20 miskal altın tozu, 2 adet elmas gerdanlık, 30 parça roza siması, 32 adet murassa kalkan (kıymetli taşlarla süslü), 16 adet murassa bilezik, 20 adet altın ibrik, 1 adet murassa satranç takımı, 140 adet murassa miğfer, 120 adet murassa kemer, 600 adet samur kürk, 600 adet vaşak kürk, 30 adet otuz siyah tilki kürkü, 1.070 parça ipekli ve sırmalı kumaş, 2 adet murassa at koşum takımı, 30 adet inci işlemeli eyer, 16 adet murassa eyer, 34 adet altın üzengi, 1.000 kantardan fazla gümüş kaptan oluşmakta idi.
Lala Mustafa Paşa taraftarlarından olan Gelibolulu Mustafa Ali, Sinan Paşa aleyhinde çok fazla atıp tutmuş, aleyhinde yazılan bütün hicviyeleri toplamıştır. Batılı yazarlar ve kendisi i |
le temas etmiş elçiler ise Sinan Paşa'nın inatçı ve zalim olduğunu yazarlar. Ferhad Paşa'nın idam edilmesinden sorumlu tutulmuştur. Romen tarihçi Nicola Jorga onu son büyük Osmanlı olarak nitelendirirken J. Von Hammer onu askeri zaferleri, cesurluğu, girişimci karakteri ve tabiatındaki ataklığı dolayısıyla Romalı diktatör Marius'a benzetir.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirir:
Cesur ve gayretli olup savaşlarda iyi hizmeti görülmüştür. Serveti ve hayırlari çoktur.
Uzunçarşili onu değerlendirmesinde şunlari belirtmiștir.
Sinan Paşa .. seferlerden mühim başarılar temin etmiş, çok para ve eşya sahibi olmuştur. Müflis bir vezirin makamını işgal etmesinin doğru olmayacağı kanaatinde olup her işin para ile yapılacağına kaildi. (Batılı tarihçiler ve kendisiyle görüşen yabancı elçiler) Sinan Paşa'nın inatçı, hodkam ve pek zalim olduğunu yazarlar. (Olaylar incelenince) Sinan Paşa'nın haris ve garezkar ve inatçı olduğu (görülmektedir).
Sarayburnu sahilinde III. Murad'a hediye ettiği İncili Köşk adı ile de anılan Sinan Paşa Köşkü'nü kendi kaynaklarını kullanarak inşa ettirmiştir. Hasırcılar'da bir cami yaptırmıştır. Bundan başka Osmanlı ülkesinin birçok merkezinde cami, medrese, han, hamam, çeşme vb. birçok hayır eseri bulunmaktadır. Atayı Tarihi'ne göre 100 mevkide kendi yaptırdığı camileri bulunmaktadır. Vakfiyelerinin tetkikinden Sinan Paşa'nın yaptırdığı ve vakfettiği 65 tane önemli mimari yapının adı ve yerleri tespit edilebilmektedir.
27 Mart 1590 tarihli vakfiyesinden oğlunun adının Mehmed Paşa olduğu, Emine Han, Hatice Han, Hüma Han adlı kızlarının bulunduğu ve oğlundan Ayşe Han adlı torunu bulunduğu anlaşılmaktadır. Damadının adı da oğlunun adı gibi yine Mehmed Paşa'dır. Sinan Paşa, oğlu Mehmed Paşa'yı Rumeli beylerbeyliğine getirmişti
Kanijeli Siyavuş Paşa
Kanijeli Siyavuş Paşa (d. ? - ö. 1602) III. Murad saltanatı döneminde 1582-1584, 1586-1589 ve 1592-1593 yıllarında üç dönem sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Aslının Hırvat ya da Macar olduğu sanılmaktadır.
Endurun'da saray eğitimi ile yetişmişti. Endurun'dan çıkma yaptığı zaman "hazine kethüdası" görevi verildi. 1567'de "büyük imrahor" görevine atandı. 1569'da ise "Yeniçeri Ağası" oldu. Daha sonra "Rumeli Beylerbeyliği"ne getirildi. Kubbealtı veziri olduktan sonra 1580'de II. Selim'in en küçük kızı olan Fatma Sultan ile evlendi.
24 Aralık 1582'de Koca Sinan Paşa yerine birinci defa sadrazam oldu. Kafkasya seferine serdar olarak atanmayı bu görevinin bir kısmının fazla olduğunu iddia ederek kabul etmedi. Bu yüzden, bu sefere serdar tayin edilen Özdemiroğlu Osman Paşa askeri disiplinde zorluk çekti. Ayrıca İstanbul'da kalan kapıkulları da bundan memnun olmadılar. Askerin bu hoşnutsuzluğu yanında kapıkulu sipahilerine verdiği birer akça terakkiyi de asker az bulup kabul etmedi. Şikayet için Divana çıkan kapıkulu sipahi askerleri divanda Sadrazam Sivayuş Paşa'yı tahkir ettiler. Bunu haber alan padişah III. Murat Sivayuş Paşa'yı sadaretten azletti ve yerine Özdemiroğlu Osman Paşa sadarete getirildi. Peçevi ayrıca Sivayuş Paşa'nın Özdemiroğlu'nun Kafkas seferinde başarısı ile Kırım hanı isyanını bastırması dolayısıyla kazandığı muvaffakiyetleri kıskandığını yazmaktadır.
Sadrazam Özdemiroğlu Osman Paşa Sadrazam olduktan sonra da 1584'de serdar olarak İran üzerine sefere çıktı ve Tebriz'i işgal etmeyi başardı. Ama 29 Ekim 1584'de bu seferde iken hastalanıp öldü. Yerine Aralık'ta ikinci vezir olan Hadim Mesih Mehmed Paşa sadrazam oldu. Ama Nisan 1584'de reisülkittap Hamza Efendi ile mücadeleye girişip istediği gibi reisülkitabı sultan görevden ayırmayı kabul etmeyince, Hadım Mesih Mehmed Paşa sedaretten istifa etti. Böylece Kanijeli Sivayuş Paşa ikinci defa sadrazamlığa getirildi.
İkinci sadrazamlığında da Sivayuş Paşa askerlerle çatışmaya girişti. Ülkenin devamlı savaşlar dolayısıyla malî durumu bozuktu ve beklenen vergi gelirleri harcamalara yetişmemekteydi. Bu nedenle Sivayuş Paşa metalik paranın ayarını bozarak gelir sağlamaya çalıştı. Fakat bu tahşiş edilmiş akçe askere verilince 1589'da ortaya bir kapıkulu sipahi isyanı çıktı. Bu isyan sırasında sipahiler Sultan müsahibi beylerbeyi Mehmed Paşa'yı öldürdüler. Bu hadiseyi önlemeyemediği için Sivayuş Paşa sadrazamlıktan azledildi.
1591'de Ferhat Paşa sadrazam iken Erzurum ahalisi orada bulunan yeniçerilerden şikayet etmiş ve sonra da oradaki yeniçeri kışlalarına hücum edip arbede çıkardılar. Bunun haber İstanbul'a gelince İstanbul'daki yeniçeriler çorbalarını içmeyip isyan ettiler. Bunun nedenini soran Sultan'a Ferhat Paşa durumun ciddiliğini küçümseyen yanlış bilgi verdi. Fakat gerçek 1592'de ortaya çıkınca sultan Ferhat Paşa'yı sedaretten ayırdı ve yerine üçüncü defa Sivayuş Paşa sadrazam olarak görevlendirildi.
Sivayuş Paşa'nın üçüncü sedareti sırasında da kapıkulu askeri ile arası açıldı. 1593'de kapıkulu süvari askerlerine maaş dağıtılması sırasında kapıkulu sipahileri yine isyan ettiler. Bu üçüncü başvezirlik döneminde üçüncü defa sipahi çıkması sadece bir idarecilik noksanlığı olarak görülmedi ve Sivayuş Paşa'nın "uğursuz" olduğu isnat ve ithamlarına yol açtı. Sivayuş Paşa sadaretten ve devlet idaresinden emekliye ayrıldı, yerine Sinan Paşa üçüncü defa sadrazam yapıldı.
Bundan sonra Siyavuş Paşa devlet hayatından çekilmiş şekilde İstanbul'da 10 yıl daha yaşadı. 1602 yılında İstanbul'da vefat etti. Eyüp'daki Sokollu türbesinin karşısında bulunan kendi türbesine gömülmüştür.
Sivayuş Paşa'nın idare gücünün orta derecede olduğu kabul edilmektedir. Her üç sedareti sırasında kapıkulu askeri ile geçinememesi; onun uğursuzluğuna atıf olunarak ömrünün son 10 yılını devlet idaresinden uzak olarak geçirmesine neden olmuştur.
Uzunçarşılı onu değerlendirmekte iken zamanın tarihçileri Sivayuş Paşa'nın çok mutedil tabiatlı kolay kızmayan bir kişi olduğunu belirtmektedirler demektedir.
Modern yaşam ve yapıtları ile Osmanlılar hakkındaki biyografi eserine göre
Osmanlı kaynakları... ılımlı, nazik ve dürüst bir kişi olarak söz et(mişlerdir).
Eyup'deki türbesi yanında açılma kitabesi 1602 olan bir hayrat çeşmesi vardır.
Ayrıca Edirne civarında (şimdi Bulgaristan'da bulunan) Harmanlı'da bir cami, mektep ve hamamdan oluşan bir külliye yaptırmıştır. Harmanlı'da Kanijeli Siyavuş Paşa'nın 1585'de "Harmanlı Çayı"'nın üzerinde yaptırmış olduğu (ama günümüzde sadece bir kuru dereyi geçen) "kambur" adı verilen taş köprü hala ayaktadır ve şehirde turist çeken bir özellik sayılmaktadır.
Özdemiroğlu Osman Paşa
Özdemiroğlu Osman Paşa (1526 - 29 Ekim 1585), III. Murad saltanatı döneminde, 1584-1585 yılları arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı. Kızıl Deniz çevresinde beylerbeyi olmuştur. Kafkasya'da elde ettiği başarılar ile "Kafkas Fatihi" unvanını almıştır.
1526'da Kahire'de doğmuştur. Babası Özdemir Paşa, Memlûklüler döneminde Mısır'a yerleşen bir Çerkez ailesine mensup olup, Osmanlı İmparatorluğu hizmetinde yetişerek Kızıl Deniz'de Portekizlilere karşı Hadım Süleyman Paşa seferlerine iştirak ettikten sonra, Habeş Eyaleti'nde beylerbeyliği görevini ifa etti. Annesi ise Mısır'da bulunan Abbasi halifeleri soyundandır.
Özdemiroğlu Osman Paşa 20 yaşına girmeden Osmanlı Devleti idari görevlerine tayin edilmiştir. Önce Mısır Beylerbeyliğine bağlı bazı sancaklarda sancak beyliği yaptı. 1561'de Mısır "emirhaçlığına " tayin edildi. Babası ölünce, onun yerine yedi yıl Habeşistan Beylerbeyi görevi yaptı. 14 Ocak 1569'da Yemen eyaleti Yemen Beylerbeyliği ve Sana Beylerbeyliği olarak ikiye bölündü. Sana Beylerbeyliği'ne Özdemiroğlu Osman Paşa atandı. Bu sırada Yemen'de Zeydi "İmam Topal Mütahhar" isyanı çıktı, ve bu isyanı bastırmak isteyen Yemen Beylerbeyi Murat Paşa, isyancılar tarafından öldürüldü. Bu isyanı bastırmak için Sana ve Yemen beylerbeylikleri tekrar birleştirilerek kurulan Yemen Eyaleti, Özdemiroğlu Osman Paşa'ya verildi. İsyanı bastırmak için serdarlık ise önce Lala Mustafa Paşa'ya verildi ve Özdemiroğlu Osman Paşa ona yakınlığı ile bilinmeye başladı. Fakat sonra Lala Mustafa Paşa ile arası iyi olmayan Koca Sinan Paşa Yemen'e serdar olarak gönderildi. Bu iki rakip paşa arasında mücadele içinde Lala Mustafa Paşa taraftarı olarak bilinen Özdemiroğlu Osman Paşa Yemen'de öldürüleceğinden korkarak İstanbul'a kaçtı. Fakat Koca Sinan Paşa tarafından aleyhinde Yemen'den yazılar gönderildiği için zamanın sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa İstanbul'da ona soğuk davrandı.
Lala Mustafa Paşa'nın ricaları ile bir müddet sonra bazı Anadolu sancak beyliği ve sonra valiliklerde bulundu. 1573'de ise Diyarbakır Beylerbeyliği'ne getirildi. Bu görevdeyken, İran'la savaş için serdar seçilen Lala Mustafa Paşa maiyetine verildi. Burada gösterdiği beceriden ve komuta ettiği alayının mükemmelliğinden dolayı isim yaptı. Çıldır Muharebesi'nde büyük kahramanlık gösterip Şirvan'ın ele geçmesinde büyük katkı yaptı. Bu başarılardan dolayı 1578'de yeni ele geçirilip kurulan Şirvan Beylerbeyliği görevi verildi.
Bundan sonra beş yıl bu idari görevle Kafkasya'da İran Şahları orduları ile mücadelelerde uğraştı. Şirvan, Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan'da Osmanlı egemenliğini kurup güçlendirdi. Şirvan beylerbeyi iken cesareti ve yüksek ve komuta ve kontrol becerisi ile İran Şahlığının kendine karşı gönderdiği büyük orduları yendi. 9 Eylül 1578'de İran birliklerini Koyun Geçidi Muharebesi'nde büyük bozguna uğrattı.
Özdemiroğlu'nun bundan sonra Kafkasya'da geçen beş yıllık idari görevi sürekli İranlılarla mücadele içerisinde geçti. Şirvan, Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan'da Osmanlı hakimiyetini pekiştirdi.
Kırım Hanı Mehmed Giray’ın yardımı ile Karabağ, Mugan ve Kızılağaç’a kadar bütün kuzey Azerbaycan'ı yağma ve tahrip etti. Kırım Hanı Mehmed Giray’a daha ileri gitmeyi teklif ettiyse de Mehmed Giray, bunu kabul etmeyerek Kırım’a döndü. Şirvan, İranlıların eline geçti. Kefe Beylerbeyi Cafer Paşa kumandasında yardımcı kuvvetler gelince İmam Kuli Han'ı Meşale Savaşı'nda yendi. Bu savaştan sonra Şirvan kesin olarak Osmanlı egemenliği altına geçti.
8 Mayıs 1583'te yetmiş bin kişilik İran ordusunu Meşaleler Muharebe |
si'nde büyük bir bozguna uğrattı.
27 Ekim 1585'de hastalığı nedeni ile Tebriz'den ayrıldı. Şenb-i Gazan'a kadar ağır hastalığı dolayısıyla tahtırevanla taşındı. Bu mevkide üzerine bir Safevi ordusu geldi. Burada yapılan Şenb-i Gazan Muharebesi'ni de Osmanlı ordusu kazanıp İran ordusu püskürtüldü. Aralık 1585'de Şenb-i Gazan'da kaldığı bir gece durumu daha da ağırlaştı. Daha sonra aynı kentte, 65 yaşında iken hayata gözlerini yumdu. Vasiyetine uyularak naaşı Diyarbakır'a getirildi ve burada beylerbeyi iken yaptırdığı türbeye gömüldü.
Özdemiroğlu Osman Paşa İstanbul'da Sultan Selim civarında bir medrese yaptırmıştır. Ama sonradan Kösem Sultan buna bir minare de ekleyip bu medreseyi camiye dönüştürmüştür.
Nozoloji
Nozoloji (Yunanca: "nosos" = "hastalık") hastalık tasnifinin bilimsel incelemesi veya hastalıkları sınıflanlandırma bilimi. Tıbbın bir dalı olan nozoloji hastalıkların sınıflandırılmasıyla ilgilenen bilim dalıdır.
Hastalıkları, etiyoloji, patogenez veya semptoma göre sınıflandırılabilir. Alternatif olarak hastalıklar içerdikleri/etkiledikleri organ sistemlerine göre de sınıflandırılabilirler. Fakat, genellikle birçok hastalık birden fazla organı ve organ sistemini etkilediği için bu yöntem biraz karmaşık olabilir.
Nozolojilerle ilgili temel sorunlardan biri hastalıkların sıklıkla tanımlanamaması ve özellikle patogenez ve nedenselliğin bilinmediği durumlarda açıkca sınıflandırılamamasıdır. Bu nedenle, aslında sıklıkla tanısal terimler sadece semptom veya sendromlardan (semptomlar bütünü/topluluğu) ibarettir.
Hadim Mesih Mehmed Paşa
Hadim Mesih Mehmed Paşa (d.? -ö. 1592) III. Murad saltanatı döneminde 1 Kasım 1585-14 Nisan 1586 döneminde sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hadim Mesih Mehmed Paşa'nin Bulgar asıllı olduğu büyük olasıdır. Devşirme olarak küçük yaşta Enderûn'a alınmıştır. Sarayda ak ağa olarak görev yapmıştır. Sonra Hazinedarbaşı görevine getirilmiştir,
Ekim 1574'de "Hüseyin Paşa"'nın yerine Mısır Beylerbeyi olarak Mısır'a gönderilmiştir.
Osmanlı kronik tarihçilerden Gelibolulu Mustafa Âlî, İbrahim Peçevi ve bunları kaynak alan diğer Osmanlı tarihlerinde Mesih Mehmed Paşa'nın II. Selim döneminde kilercibaşı iken Saray'da kilerde çıkan bir büyük yangının tüm kilerdeki depolanan yiyecek ve diğer levazım eşyasını yakıp yok ettiğini ve Saray kilerinin ihtiyacının Mısır'dan hemen karşılanabilmesi için akağalardan olan Mesih Mehmed Ağa'ya paşa unvanı verilip onun Mısır'a beylerbeyi olarak tayin edildiğini bildirirler. Fakat bu dönemin Osmanlı "mühimme defteri"ni kaynak gösteren tarihçi Uzunçarşılı bu yangına ve Saray kilerinin yeniden ikmaline ait kayıtların bu ana kaynakta bulunmadığını belirtmektedir.
Mesih Mehmed Paşa Mısır Beylerbeyi görevinde 5 yıl kalmıştır. Bazen gayet sert olarak ve çok zaman yumuşaklıkla hiç isyan ve büyük şikayet olmadan bu eyaletin idaresinde başarı kazanmıştır. Bu başarısı nedeniyle Ekim 1579'da Mısır'dan İstanbul'a çağrılmıştır.Yerine Mısır Beylerbeyi olarak haremi-hümayunda "başhaznedar" olan Hadım Hasan Ağa getirilmiştir.
Istanbul'a donen Mesih Mehmed Paşa ikinci vezir olarak kubbealtı vezirliği görevine atandı. Sadrazam olan Özdemiroğlu Osman Paşa İran Seferi serdarı olup Istanbul'da bulunmadığı için İstanbul'da sadâret kaymakamlığı da yaptı.
Mesih Mehmed Paşa, İran Seferi'nde serdar-ı ekrem olarak bulunan Özdemiroğlu Osman Paşa'nın o cephede iken bir hastalık sonucu 29 Ekim 1585'de öldüğü haberi İstanbul'a ulaşınca 1 Kasım 1585'da Sultan III. Murad tarafından Sadrazam görevine atanmıştır.
Sadrazam olarak padişahın ve saray kliğinin devamlı devlet ve hükümet işlerine karışmasına hedef olmuş ve bundan tedirgin olmuştur. Nisan 1586'da devlet işlerinde Sadrazam'ın isteklerini karşılamayan Reis-ül Küttab Hamza Efendi'nin padişah tarafından azlini istemiştir. Fakat Sultan III. Murad Sadrazam'ın bu isteğini reddetmiştir. Bunun üzerine Mesih Mehmed Paşa'nın
istiklali olmayan vezir-i azam iş göremez
diyerek 4 ay kadar kaldığı sadrazamlıktan istafa ettiği belirtilmiştir.
Bu istifasından sonra Mesih Mehmed Paşa emekliye ayrılıp diğer bir devlet işi ve unvanı verilmemiştir. Mesih Mehmet Paşa 1592'de İstanbul'da ölmüştür. Fatih yakınlarında Hırka-i Şerif Camii tarafında yaptırdığı ve çinileriyle tanınmış "Mesih Mehmed Paşa Camii" kenarında bulunan üstü açık olan türbesine gömülmüştür.
Uzunçarşılı onu şöyle değerlendirmiştir:
Sadrazamlık görevinde iyi idareli, vakur ve ciddi (idi)
"Osmanlılar Ansiklopedisi"'nde şu değerlendirme yapılmaktadır:
Şahsiyet sahibi, akıllı, vakur ve ciddi bir kişi olarak tanınmıştır.
Mesih Mehmed Paşa'nın Mısır'da bir medresesi bulunmaktadır. 1585-1588 yıllarında İstanbul'da Fatih, Edirnekapı civarında eskiden Hasan Paşa Mescidi bulunan mevkide yaptırdığı Mesih Mehmed Paşa Camii bulunmaktadır.
Siyavuş Paşa
Siyavuş Paşa, IV. Mehmed saltanatında 21 Ağustos 1651 - 27 Eylül 1651 ve 5 Mart 1656 - 26 Nisan 1656 tarihleri arasında iki kez toplam iki ay yirmi dokuz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. 1641 - 1642 döneminde Kaptan-ı Derya'lık da yapmıştır.
Abaza asıllıdır. İstanbul'a getirilmiş ve Abaza Mehmed Paşa'nın kölesi olmuştur. Yetenekleri dolayısıyla bu paşanın hazinedarlığına yükselmiştir. IV. Murad döneminde Abaza Mehmed Paşa idam edildiği zaman, fevkalade güzelliği sebebiyle Sivayuş saraya alınıp seferli odasına kaydedilmiştir. Bir gün IV. Murat huzurunda cirit oynarken, Sultan'ın gözüne ilişmiş ve Enderun kanununa aykırı olarak birdenbire Hasoda'ya alınmıştır. Bağdat seferinden sonra IV. Murat'ın silahtarı Melek Ahmed Paşa Diyarbakır valiliğine tayin edilmesi üzerine Aralık 1683'de "Silahtar"lık görevi verilmiştir. IV. Murat öldükten sonra vezirlik görevi verilmiş ve kubbealtı veziri olmuştur.
1640'da kaptan-ı derya olan Deli Hüseyin Paşa Özi valiliğine tayin edilince, onun yerine Siyavuş Paşa'ya kaptan-ı derya görevi verilmiştir. Fakat bu görevde iken Kırım'da Kazaklar tarafından ele geçirilmiş olan Azak kalesine gönderilen donanma bu kaleyi geri almayı başaramamıştır. Donanma İstanbul'a döner dönmez bu başarısızlık nedeniyle 1642'de Sivayuş Paşa kaptan-ı deryalık görevinden azledilmiştir.
Bundan sonra 1643'de Erzurum Valisi, 1646'da Anadolu Valisi ve 1647'de Diyarbakır, 1648'de Budin valiliğine atanmıştır. Oradan da Silistre'de bulunan Özi Valiliğine geçmiştir.
Ayarı bozuk piyasada geçmez para çıkartılması yüzünden İstanbul'da bir esnaf ve asker isyanı çıkmasına neden olduğundan dolayı Sadrazam Melek Ahmet Paşa sedâretten azledildiği zaman 21 Ağustos 1651'de Sivayuş Paşa birinci kez sadrazamlığa getirildi. Bu görevde yaptığı ilk iş isyana destek veren ocak ağalarını disiplin altına almak ve böylece onların siyasi güçlerini kırmak oldu. Fakat bu güç merkezinin elimine edilmesi diğer bir güç merkezi olan saraylıların, özellikle hadım Darüssade Ağası'nın, siyasi gücünü daha da kuvvetlendirdi. Sivayuş Paşa sadarette bir aydan biraz daha fazla kalmış iken Darüssaade Ağası ve kızlar ağası Büyük Valide Sultan Kösem Sultan ve Valide Sultan Turhan Hatice Sultan'a ve onlar vasıtasıyla da padişaha tesir etmişler ve onun yerine Gürcü Mehmet Paşa'yı sadrazam yapma izni almışlardır.
Naima tarihinin anlattığına göre, Sivayuş Paşa saraya çağrılmıştır. Saraya varınca vezirlere yapılan karşılama yapılmamış; saray kapısında Darüssaade Ağası onu karşılayarak mühr-ü hümâyunu vermesini istemiştir. Sivayuş Paşa nedenini sorup pâdişah huzuruna çıkmayı talep edince Darüssaade Ağası hiddetle yumruğunu kaldırıp onu tehdit ederek mühr-ü hümâyunu istemiştir. Sivayuş Paşa, ağanın bu çok cüretli tutumundan, azledildiğini anlayıp mühr-ü hümâyunu ona teslim etmiştir. Bundan sonra Darüssaade Ağası bostancıları çağırarak onu bostancı hapsine göndertmiştir. Bunun anlamının idam edilmek olduğu bilinmekte idi. İdama götürülmeye hazırlanmakta iken, Büyük Valide Kösem Sultan, Sivayuş Paşa'nın devlete iyi hizmeti dolayısıyla, onun idamına rıza göstermemiştir. Fakat Siyavuş Paşa'nın bütün mal ve mülkü devletçe müsâdere edilmiş ve kendi de Malkara'ya sürgün edilmiştir. Bu müsadere ile devlet hazinesine milyonlarca kese altın girmiş ve serveti devletin bekâsına katkıda bulunmuştur.
Ekim 1651'de affedilmiş ve Fazlı Paşa yerine Bosna Beylerbeyliği görevi verilmiştir. Sipâhiler tarafından istenmediği için sedârete getirildikten dört saat sonra azledilen Zurnazen Mustafa Paşa yerine 5 Mart 1656'da ikinci defa sadrazam olmuştur. Fakat hasta olduğu için hiçbir iş görememiş ve 50 gün süren bu sadrazamlık sonunda hummadan vefat etmiştir. Öldüğünde 45 yaşlarında olduğu bildirilmektedir. Mezarı İstanbul Divanyolu Atik Ali Paşa Camii mezarlığındadır.
Silahdar tarihi Sivayuş Paşa'yı
halim, selim, akîl, çelebi-meşrep, melek tabiatlı, muamelesi güzel, cömert.
olarak övmektedir. Diğer taraftan Naima tarihi ise onu
câhil, cesur, garazkâr, mütaazzim
olarak niteler.. Sicill-i Osmani'de ise soyle değerlendirilir:
Hareketli, cesur, sert, gayretli, heybetliydi
Uzunçarşılı ise Valide Sultan'ın Sivayuş Paşa'nın kibir ve azâmetinin, oğlu olan pâdişahın azâmetinden daha fazla olduğunu söylediğini belirtmektedir.
Zübük
Zübük ya da tam adıyla Zübük - Kağnı Gölgesindeki İt, Aziz Nesin'in en önemli romanlarından biridir.
1980 yılında Kemal Sunal'ın başrolde oynadığı "Zübük" filminin senaryosu bu kitaptan uyarlanmıştır.
Roman, 1992 yılında الدغري adıyla Suriye'de baş rolünü komedyen Dureyd Lahham'ın oynadığı 20 bölümlük bir televizyon dizisine çevrilmiştir.
Özü itibarıyla, Türkiye'de siyasetin ve siyasetçilerin yükseliş öyküleri yoğun bir karamizah diliyle anlatılmıştır. Zübükzâde İbraam'ın halkı kandırmasına rağmen önce belediye başkanı, sonra milletvekili seçilmesi, hiçbir vaadini tutmamasına karşın desteklenen adam olması kitabın konusudur.
Serdar Ferhat Paşa
Serdar Ferhat Paşa (ö. 1595), III. Murad saltanatı döneminde 1 Ağustos 1591-4 Nisan 1592 tarihleri arasında yaklaşık sekiz ay, 16 Şubat 1595-7 Temmuz 1595 tarihleri arasında da yaklaşık dört ay sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavut asıllı olduğ |
u yazılmaktadır. Eğitimini saray Enderûn okulunda alarak yetişmiştir. Enderûn'dan kapıcıbaşılık görevi ile çıkma yapmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'ın son dönemlerinde sultanın teveccüh ve güvenini kazanmıştır.
Zigetvar seferinde Kanuni Sultan Süleyman ölünce sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın direktiflerine uyarak sultanın ölümünün saklanması, sultanın cesedinin orduya haber vermeden Belgrad'a ve oradan da İstanbul'a naklinin organizasyonu Ferhad Ağa nezaretinde yapılmıştır.
Sonra Ferhat Ağa büyük imrahor görevine atanmıştır. 1581'de Ferhat Ağa'ya yeniçeri ağalığı görevi verilmiştir. Sultan III. Murad oğlu şehzade Mehmed (sonra III. Mehmed) için 29 Mayıs 1582'den 19 Temmuz'a kadar süren sünnet düğünü eğlenceleri tertip etmiş ve yeniçeri ağası olarak İstanbul'un asayiş ve emniyetinden sorumlu olan Ferhat Ağa bunların organizasyonunda da önemli rol oynamıştır.
Ferhat Ağa yeniçeri ağası olarak şehrin asayişinden mesul iken Ağustos 1582'de şehrin asayişini tehdit eden büyük bir skandal ortaya çıkmıştır. Saraydan yeni çıkma yapan kapıkulu sipahilerinin bazılarının bulundukları At Meydanı semtine fahişe getirip eğlendikleri tespit edilmiş; şehir subaşısı bir bölük yeniçeri ile bunların odalarını basmış ve büyük bir arbede çıkmıştır. Yeniçeri ağası olan Ferhat Ağa da bu arbedeye şahsen müdahale etmiş ve yeniçeriler sipahilere saldırıp iki sipahiyi öldürdükten sonra bu arbede bastırılabilmiştir. Bu arbedeyi ve bastırılışını şahsen gören günün sadrazamı Koca Sinan Paşa buna çok kızdırmıştır. Sinan Paşa Ferhat Ağa'yı yanına çağırarak
A bire kara köpek niye geldin? İki kana sebep oldun. Yıkıl git.
diyerek onu azarlayıp tahkir etmiştir. Sonra da durumu III. Murad'a arzederek Ferhat Ağa'yı yeniçeri ağalığından azlettirip yerine Frenk Yusuf Ağa'yı göreve getirtmiştir. Bu olayın Ferhat Paşa ile Koca Sinan Paşa'nın arasının sonradan devamlı açık oluşuna yola açtığı ve yıllar sonunda Ferhat Paşa'nın idam edilmesine ilk neden olduğu belirtilmektedir.
Ferhat Ağa bundan sonra İstanbul'da beş ay açıkta kaldı. Koca Sinan Paşa İran Seferinde sonuç çıkaramadan 22 Temmuz'da İstanbul'a döndü ve başarısızlığı dolayısıyla 6 Aralık1582'da sadrazamlıktan azledildi. Yerine Kanijeli Siyavuş Paşa sadrazamlığa getirildi. Bundan 27 gün sonra Rumeli Beylerbeyi olan İbrahim Paşa'ya kubbealtı veziri olarak görev verildi ve açıkta olan Ferhat Paşa da onun yerine Rumeli Beylerbeyi olarak atandı. 1583'de de Serdar Ferhat Paşa sadrazam olan Sivayuş Paşa tavsiyesiyle dördüncü vezirlik rütbesiyle İran Seferine serdar tayin edildi.
Ferhat Paşa İran'da bu seferde iken başarılar kazandı. Revan Kalesini ele geçirip tahkim edip kalenin mühimmat, levazımını ve askerlerini pekiştirip komutanlığına Cığalazade Yusuf Sinan Paşa'yı atadı. Sonra Gürcistan'da askeri kampanyaya başladı. Tiflis’e askeri destek sağlayıp Lori ve Gürî kalelerini eline geçirdi. Gürcistan’ın diğer yerlerine akınlarda bulundu. 28 Temmuz 1584'de sadrazam olan Özdemiroğlu Osman Paşa bu rütbesiyle bir ay sonra Serdar-ı Ekrem olarak yeni bir İran Seferi'ne çıktı. Ferhat Paşa İstanbul'a dönerek vezirlik rütbesiyle göreve devam etti.
Özdemiroğlu Osman Paşa Tebriz'i fethettkten sonra hastalandı ve oradan ayrılıp yolda iken Açıçay'da 29 Ekim 1585'de öldü. Özdemiroğlu Osman Paşa ölmeden önce sadrazamlığa Ciğalazade Yusuf Sinan Paşa'nın getirilmesini istemişti ama Hoca Sadeddin Efendi Ferhad Paşa'nın sadrazam olamasını tavsiye etmişti. III. Murad bu iki tavsiyeye de uymayıp 1 Kasım 1585'de Hadim Mesih Mehmed Paşa'yı sadrazam olarak göreve getirdi.
Ferhad Paşa ise 1586'da ikinci defa İran cephesine serdar-ı ekrem tayin edildi. Ferhat Paşa merkez olarak Tebriz'i kullanarak Safevilerle savaşa girişti ve Gence eyaletini; Karabağ bölgesini ve Nihavend’ı alıp Osmanlı devletine kattı. 1587'de Safevi Şahı Hüdabende sulh anlaşması için Ferhat Paşa'ya müraacat etti. Müzakereler devam etmekte iken ölen Şah Hüdabende yerine Safevi Şahı olan oğlu I. Abbas müzakereleri terkedip yeniden savaşa başladı. Fakat batıdan Ferhat Paşa serdarlığında Osmanlı orduları Karabağ ve Gence cıvarlarında başarılı savaşlar vermekte olduğu ve doğudan Özbek Hanı Abdullah'ın hücumlara başlamış olduğu sırada Şah Abbas İran'ın iki cephede savaş yapamayacağını anlamıştı. 1590'da Şah Abbas bir barış antlaşması yapılmak üzere Tebriz'de merkezi olan Ferhat Paşa'ya başvurdu. Safevi devleti bir antlaşma müzakereleri yapıp antlaşma imzalamak için Erdebil hani "Mehdi Kulu Han"'ı müzakereci elçi olarak seçti ve rehine olarak Şah Abbas'ın kardeşi Hamza Mirza'nın oğlu "Haydar Mirza" bu heyete katıldı. Ferhat Paşa da bu İran heyeti ile birlikte İstanbul'a döndü ve ikinci vezirlik görevine devama başladı.
Safeviler ile Osmanlı Devleti arasında İstanbul'da yapılan müzakerelerden sonra 21 Mayıs1590'da imzalanan antlaşma Ferhat Paşa Antlaşması veya "İstanbul Antlaşması" adı ile anılır. Bu antlaşma ile Osmanlı devleti doğudaki en geniş sınırlarına ulaşmış ve Tebriz, Karabağ, Gürcistan, Dağıstan ve Şirvan Osmanlılara bırakılmıştır.
Ferhat Paşa 1 Ağustos1591'de Koca Sinan Paşa'nın sedaretten azledilmesi ile ikinci vezir olduğundan dolayı birinci defa sadrazam olarak atandı. Padişah III. Murad Koca Sinan Paşa'nın gözlerine mil çekilmesi cezasını uygulanabileceğine izin vereceğini belirtmesiyle beraber Ferhat Paşa daha lütuflu davrandı ve Koca Sinan Paşa tekrar Malkara'ya sürüldü. Ne yazık ki Koca Sinan Paşa'nın Ferhat Paşa'ya karşı hasmane kındarlığından vazgeçmediğı sonraki hareketlerinden iyice anlaşılmaktadır.
1591'de Erzurum'lular şehirlerinde nöbetçi olan bulunan yeniçerilerden şikayet ettiler ve bu birlik de İstanbul'a kışlaya geri çağrıldı. Fakat bu birlik ayrılmak için harekete geçmeden önce şehir halkı onlara hücuma geçerek onları ayrılmayı zorlamak istedi ve kapıkulu askerleriyle halk arasında kavgalar çıktı. Bu İstanbul'da duyulunca yeniçeriler çorbalarını içmeyip isyan durumuna geçtiler. Bunu haber alan Sultan III. Murad bunun neden ortaya çıktığıni ve ne tedbirler alındığını Sadrazam'a sordu. Ferhat Paşa ağalarından şikayetleri vardı şeklinde isyanı küçümseyici ve yatıştırıcı cevaplar verdi. Fakat sonradan gerçekler Sultan'a yetişince Sultan 4 Nisan 1592'de Ferhat Paşa'yı sadrazamlıktan azletti ve Kanijeli Siyavuş Paşa'yı üçüncü defa sedarete getirdi. Ama Ferhat Paşa ikinci vezirlik rütbesini korumuştur.
1594'de sadrazam olan Koca Sinan Paşa serdar-ı ekrem olarak Avusturya cephesinde bulunmaktayken ve çok şiddetli bir kış havası İstanbul'u tesiri altında bulundurmaktayken, III. Murad 15 Ocak 1595'de öldü. Manisa'da bulunan oğlu III. Mehmed İstanbul'a allelacaele gelerek yeni padişah oldu. III. Mehmed sultanlığına 19 kardeşini öldürterek başlattı ve babasından aldığı devleti güya reform etmeye başladı. 16 Şubat 1595'de cephedeki sadrazam Koca Sinan Paşa'yı
Ölü padişahın mührüyle sadaret olunmaz.
gerekçesiyle azletti ve yerie ikinci vezir ve İstabul'da Sedaret Kaymakamı olan Ferhat Paşa'yı ikinci defa sadrazamlığa atadı.
Nisan 1595 başında Ferhat Paşa'nın konağında yapılan bir toplantıda Eflak isyanı meselesi konuşuldu ve isyan eden Eflak voyvodası Mihail üzerine bir sefer yapılması kararlaştırıldı. Fakat Ferhat Paşa aleyhtarı olan Koca Sinan Paşa ve taraftarları kapıkulu askerini kışkırıtmaktaydı. Örneğin 23 Nisan günü Divan-ı Humayundan konağına dönmekte olan Ferhat Paşa'nın yolu Haseki Hamamı önünde kesilip kapıkulu sipahilerin şikayetleri açıklanmış ve Ferhat Paşa tartaklanmıştı. Bu sipahi isyanı ve devam eden sipahi hücumları III. Mehmed tarafından yeniçeriler kullanilarak tepelenip dağıtıldı.
Ferhat Paşa orduyla 27 Nisan 1595'de Davutpaşa'dan Eflak seferine başladı. 14 Mayıs 1595'da alınan bir karara göre Eflak ve Boğdan'ın imtiyazlı voyvodalık statülerine son verildi ve bu iki bölgede valilikle idare edilen vilayet idaresinin kurulmaya başlandı. Ama Malkara'da sürgünde bulunan Koca Sinan Paşa taraftarları Ferhat Paşa'ya karşı çok yoğun bir kampanyaya giriştiler. Bu aksi propaganda kampanyası savaşa gitmek istemeyen yeniçeri ağalarını, subaylarını hatta neferlerini ve ulema ve medreseli softalara kadar çok kişiyi ilgilendirmekteydi. Ferhat Paşa Eflak'a varıp isyancı Eflak voyvodası Mihail'e erişmek için Rusçuk'ta Tuna Nehri üzerinden bir köprü kurdurmaya başladı. Tam bu sırada Ferhat Paşa aleyhinde entrikalar bir zirveye erişti. İstanbul'da bulunan Koca Sinan Paşa taraftarları Ferhat Paşa'nın isyancı Voyvoda Mihail ile bir gizli anlaşması olduğuna dair dedikodular ayuka çıktı. Bu entrikalardan etkilenen III. Mehmed, güya ordusunu reform etme hedefiyle, 7 Temmuz 1595'de Ferhat Paşa'yı sadrazamlıktan azledip yerine Koca Sinan Paşa'yı sadrazam tayin etti. Bunun yanında Sultan, azil edilen Ferhat Paşa'nın idam edilmesi için bir irade çıkardı ve cepheye bu iradeyi ifa edecek memurlar gönderildi.
Ferhat Paşa cephede iken İstanbul'da bulunan adamları vasıtasıyla idam edilmesine dair Sultan'ın bir irade çıkardığından, daha bu iradeyi ifa edecek Sultan memurları cepheye gelmeden haberdar oldu. Mührü hümayunu vezir Satırcı Mehmet Paşa'ya teslim etti ve gizlice İstanbul'a geldi. Kendine ait olan Metris Çiftliği'nde saklandı ve valide sultan Safiye Sultan ile aracılarla görüşüp onun yoluyla sultandan affın çıkmasını beklemeye koyuldu.
Fakat Ferhat Paşa'nın rakibi olan Koca Sinan Paşa Ferhat Paşa'nın saklandığı yeri öğrendi. Cesitli entrikalarla Seyhulislam Bostazade Mehmet Efendi'den bir fetva alip bir ferman cikartti. Bostancılar çifliğe gönderilerek Ferhat Paşa Yedikule zindanların getirildi. Ekim 1595'de orada cellatlar tarafından boğularak idam edildi. Cesedi Eyüp'de yapilmakta olup insasi bitirilmemis bulunan türbesine defnedildi.
Naima tarihine göre Sultan III. Mehmed sonradan onun hakkında söylenenlerin iftira olduğunu anlayınca çok müteessir olmuştur.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilir:
Gayretli, akıllı, tedbirli ve cesurdu.
Uzunçarşılı şunları bildirmektedir."
Ferhad Paşa kendisine her verilen vazifede başarı göstermiş olan 16. yüzyıl sonlarında gelen liyakatli vezirlerdendi... Doğru ve açık sözlü asabi olup değe |
rli bir vezir olduğunu muassırları muttefikan beyan etmektedirler.
1595'de son sadrazamlığı sırasında çıkan Eflak isyanını bastırmada şüphesiz başarılı olacağı bilinmekteyken Eflak sınırını geçmeğe hazırlanırken azil edilip katil iradesi çıkarılması Eflak isyanının büyüyüp bu ülke civarında yaşayan müslüman Türk asıllılar için büyük bir felaket ve büyük bir halk göçmesine neden olduğu belirtilmektedir.
Ferhad Paşa Kumkapı’da Mualla Mescidini, Halvetiye şeyhlerinden Mahmud Efendi için yaptırmıştır.
Tekeli Lala Mehmed Paşa
Tekeli Lala Mehmed Paşa (d. ? - ö. 29 Kasım 1595), III. Murad saltanatı döneminde 1595 yılında 18 - 29 Kasım tarihleri arasında on gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. ""Nişancı"" lakabı ile veya ""Eski Lala Mehmed Paşa"" şeklinde de anılır.
İsminin çağrıştırdığının aksine Tekeli (Antalya) değil, Saruhanlı (Manisa) olup Türk zeamet sahibinin oğludur.
III. Murad şehzade ve Manisa'da vali iken, Tekeli Lala Mehmed Paşa güzel yazı yazma kabiliyeti sayesinde onun hizmetine divan çavuşu olarak girdi. ""Tekeli Mehmed Çavuş"" şeklinde anılmaya başlandı. III. Murad padişah olunca Manisa'ya gelen oğlu şehzade Mehmed'in lalalığını yaptı ve ""lala"" lakabı ile anılmaya başlandı.
Şehzade Mehmed III. Mehmed adı ile tahta çıktığında onunla birlikte İstanbul'a geldi. Kısa bir süre sonra, 19 Kasım 1595'te Koca Sinan Paşa yerine sadrazamlığa atandı. Böylece 12 yılda çavuşluktan hükümet reisliğine kadar çıkmıştır.
Bir defa divan-i humayuna riyaset edebilmiş şirpençeden (şarbon) hastalanmış ve sedaretinin onuncu gün vefat etmiştir. Böylece Tekeli Lala Mehmed Paşa'nın sadrazamlığı on gün gibi çok kısa bir süre sürmüş ve 29 Kasım 1595 günü ölmüştür. Vefa Camii mezarlığına defnedilmiştir. Selefi Koca Sinan Paşa beşinci defa sadrazamlığa tekrar getirilmiştir.
Osmanlı Devleti tarihinde günümüz Ege Bölgesi'ne denk gelen coğrafya doğumlu tek sadrazamdır. Tekeli Lala Mehmed Paşa'nın kayınvalidesi Halime Hatun adına III. Mehmed Manisa'daki şehzadeliği döneminde (1583-1595) Gölmarmara'da Halime Hatun külliyesi inşa ettirmiştir. Oğlu Arslan Paşa'nın da devlet görevinde bulunduğu Evliya Çelebi Seyahatnâme'sinde zikredilmektedir.
Damat İbrahim Paşa
Damat İbrahim Paşa, (d. ? - ö. 10 Temmuz 1601) III. Mehmed saltanatı döneminde 4 Nisan 1596-27 Ekim 1596, 5 Aralık 1596-3 Kasım 1597 ve 6 Ocak 1599-10 Temmuz 1601 tarihleri arasında üç kez, toplam üç yıl on bir ay yirmi yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Sultan III. Murad'ın kızı Ayşe Sultan'la evlenmesi sebebiyle Damad olarak anılan İbrahim Paşa, Kanije Kalesini feth etmesi sebebiyle de Kanije Fâtihi unvanı ile meşhurdur.
18. yüzyıldaki Lale Devri'nin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile karıştırmamalıdır.
İbrahim Paşa'nın doğum tarihi bilinmemektedir. Peçevi Tarihi yazarı İbrahim Efendi ve Nevizade Atayi'nin "Hadikatü'l Vüzera" tarihine göre aslen Bosnalı ve Hammer Tarihi'ne göre aslının Kanije'li olduğu belirtilmektedir.
1531'de devşirilerek Enderun-i humayunda yetiştirilmiştir. Yavaş yavaş temayüz ederek III. Murat'ın cülusu esnasında Rikapdârliga, cülusunu müteakib 1574'te Silâhdarlığa ve oradan 1580'de Yeniçeri Ağalığına getirildi. 1581'de Rumeli Beylerbeyliği oldu. İbrahim Paşa, bir yıl sonra Sultan III. Murad'ın kerimesi Ayşe Sultan'la nişanlandı. Bir müddet sonra vezâret payesi tevcih olunarak Kubbe altı vezirleri arasına girdi. Damat İbrahim'in bu ilerlemesinde III. Murad'ın muhasibi beylerbeyi Mehmed Paşa'nın desteği olduğu belirtilmektedir..
Mısır valisi Mürtesi Hasan Paşa'nın Mısır'da meydana getirdiği karışıklıkları gidermek ve Mısır varıdatını yeniden tanzim etmek üzere Nisan 1583'de Mısır valiliğine tayin olundu. Mısır'a deniz yoluyla kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa] refakatinde denizden gitmiştir. Birbuçuk yıl sonra da Lübnan'da Dürzî isyanını bastırdı. Bu isyanların bastırılmasından sonra orada elde ettiği servet ve ganimeti İstanbul'a getirmiştir. Ayrıca orada Derviş Bey adlı bir sanatkara yaptırdığı (bir 80.000 düka altını değerde) fevkalede kıymetli , altundan yapılmış tahtı da padişaha takdim etti.
Bir müddet sonra itibarını kaybetti. Onun devlet işlerinde eski nüfuz ve itibarını yeniden kazanması Sultan III. Mehmed zamanında oldu. Nitekim III. Mehmed'in cûlusundan sonra İbrahim Paşa üçüncü vezirlik (vezir-i sâlis) pâyesiyle kubbealtına alındı. 1595'de sadrazam Serdar Ferhat Paşa'nın Eflâk seferine çıkması üzerine Vezir-i sâni (ikinci vezirlik) pâyesiyle Sadaret kaymakamlığına getirildi. İbrahim Paşa ikinci vezirken Serdar Ferhat Paşa'nın azlinden sonra sedaret beklemekteydi; ama sadrazamlık dördüncü kez Koca Sinan Paşa'ya verildi. Ondan sonra sadrazamlığa Tekeli Lala Mehmed Paşa ve beşinci kez Koca Sinan Paşa'ya getirildi. Bunun nedeninin Serdar Ferhat Paşa'nın azilinin ve idamının yerinde olmadığını anlayan III. Mehmed'in bunda büyük rol oynayan Damat İbrahim Paşa'yı uygun görmemesi olduğu belirtilir.
Koca Sinan Paşa'nın vefatı ile 5 Nisan 1596'da sadaret (veziri azamlık) makamı verildi. Sinan Paşa'nın hazırlamakta olduğu Avusturya seferi işlerini ele alan İbrahim Paşa, padişahın da iştirak edeceği sefere göre Osmanlı ordusunu düzenlerken diğer taraftan da İstanbul'da emniyet tedbirleri aldırdı. Ayrıca devletin bütün gelir kaynaklarını, evkaf ve emânatleri vezirlere teftiş ettirerek kanun ve nizam dışı hareket edenler şiddetle cezalandırıldı. Bu tedbirlerin yeterli olmadığına kani olan İbrahim Paşa, Belgrad'a giderek serhad kuvvetlerini de tanzime çalıştı. Sefer öncesi yapılan toplantıda onun teklifi üzerine III. Mehmed'e "Eğri Fâtihi" unvanını kazandıracak sefer, Eğri kalesi üzerine yapıldı ve kale fethedildi. Fetihden sonra kalenin tamir ve mülkî teşkilâtının yapılmasında İbrahim Paşa çok gayret sarfetti.
İbrahim Paşa'nın sadrazamlığı zamanındaki en mühim hadiselerden birisi de Eğri fethinden sonra Avusturyalılarla 1596'da yapılan Haçova Meydan Muharebesidir. Osmanlıların zaferi ile sona eren bu muharebede İbrahim Paşa orduyu muvaffakiyetle idare etti. Ancak Cığalazade Yusuf Sinan Paşa'nın zaferin galibi iddiasıyla padişahtan sadareti taleb etmesi üzerine Damat İbrahim Paşa azledilerek, Koca Sinan Paşa Veziri azamlığa getirildi.
Ancak 45 gün süren mazulluktan sonra İbrahim Paşa valide sultan Safiye Sultan'dan aldığı mektup üzerine ordu İstanbul'a dönerken Harmanlı'da ikinci defa sadrazam yapıldı. Bu ikinci kez Sadrazam olduğunda kendinin ilk sedaretinden azledilmesine neden olan Cığalazade Yusuf Sinan Paşa'yı Akşehir'e sürgüne gönderdi ve Hoca Sadettin Efendi'nin de hocalık ve müderrislikten uzaklaştırılmasını ve ileride herhangi bir diğer ulemalık silsilesine alınmaması hakkında irade çıkartırdı.
Avuturya cephesinde serdar olarak III. Mehmed tarafından Belgrad'da görevlerilmiş olan Sokolluzade Hasan Paşa'nın, "Cığalazade kliği mensubu olduğu" nedeniyle bu görevden uzaklaştırılmasını da sağlayıp, genç ve tecrübesiz Satırcı Mehmed Paşa'ya Macaristan cephesi serdarlık görevi vermiştir. Satırcı Mehmet Paşa Haçova galibiyetinden sonra beklenen sonuçları vermediği için "iş görememezlikle" tanınmıştır. Kırım Hani güçlerinin sefere gelmemeleri de buna katkı yapmıştır. Bunun üzerine Damat İbrahim Paşa Haçova'dan sonra Kırım Hani olan I. Fetih Giray'ın yerine II. Gazi Giray'ın getirilmesini sağlamış ve Fetih Giray'ın da sonradan öldürülmesine neden olmuştur. Bunun bir hata olduğunu III. Mehmed anlamıştır.
Bu arada İstanbul'da pahalılık almış yürümüş ve devlet hazinesine vergiler azalmıştiı. Şubat 1597'de yeni bir Avusturya seferi hazırlıkları yapıldı ama vergi eksikliği dolayısıyla bunun masrafları için 20 kese altın iç hazineden çıkarılıp sağlandı ve o yılki ulufe ödemeleri zorlukla yapıldı. Şehirde kent güvenliği gereğince sağlanamıyordu. 15 Haziran'da yeni Avusturya serdar-ı ekremi olarak sadrazam Damat İbrahim otağa çıkmakla beraber, hastalığı dolayısıyla hareket etmemişti. Bütün bunlar nedeniyle 3 Kasım 1597'de Damat İbrahim Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine Hadim Hasan Paşa sedarete getirildi.
Fakat fiyat artışı, asayişsizlik, devletin asker toplama ve malî buhranı gittikçe kritik hale gelmeye başladı ve yapılan Eflak Seferi'nde bunlar kötü sonuçlar doğurdu. 6 Ocak 1599'da Damat İbrahim Paşa, Avusturya üzerine sefere çıkması şartı ile üçüncü defa sadarete getirildi. Üçüncü sadaretinde Damat İbrahim Paşa, kötü devlet idare ile bozulan devlet dairelerini tanzime, seferden kaçan dirlik ve zeamet sahiplerini cezalandırmaya, ordunun ihtiyaçlarını gidermeye ve vilâyet işlerini düzeltmeye başladi. Sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra da 1599'da İstanbul'dan Belgrad'a doğru harekete geçti. Edirne'ye geldiğinde Avusturya seraskeri olan Satırcı Mehmed Paşa'yı başarısızlığı sebebiyle idam ettirdi. Daha sonra Belgrad'a, oradan Macaristan'a giren İbrahim Paşa, Estergon üzerine yürüdü. Ancak bu hareketi, muharebe yapmak veya kale fethetmek gayesinden ziyâde kalelerin tamiri ve uzun süren muharebeler neticesinde dağılan veya Osmanlılar aleyhine cephe alan yerli halkın yeniden kazanılması gayesine matuf idi. Bu yürüyüş esnasında bazı müsademelerde olmuş ve akıncılar Visegrad civarında Veregel palankasını ele geçirmişlerdi. Yine bu yürüyüş esnasında Avusturyalılarla bir sulh teşebbüsünde bulunulmuş, ancak müsbet bir netice elde edilememişti.
Sadrazam İbrahim Paşa, 1600 baharında Belgrad'dan çıkarak, Estergon Kalesi üzerine yürüyüşe geçti. Tiryaki Hasan Paşa'nında bulunduğu toplantıda, her zaman için tehlike teşkil eden Kanije'nin fethi kararlaştırıldı. Kırk günden fazla muhasara edilen kale, bir taraftan gelecek yardımdan ümid kesilmesi, diğer taraftan kalenin barut mahzenine ateş düşmesi üzerine Damat İbrahim Paşa'ya teslim edildi. Burası Beylerbeyilikle Tiryaki Hasan Paşa'ya verildi. Avusturyalıların mühim hudut kalelerinden olan Kanije'nin düşmesi, düşmana büyük bir darbe indirdi. Bu muvaffakiyetinden çok memnun olan padişah, Sadrazam Damat İbrahim Paşa'ya gönderdiği hatt-ı humayunda onu tebrik etti ve hayatta olduğu müddetçe makamında kalacağını vadetti. Bu fetihle İbrahim Paşa Kanije F |
âtihi unvanını aldı.
Damat İbrahim Paşa, serhadde almış olduğu tedbirler ile askerin, serhad gazilerinin ve yerli halkın derin sevgisini kazanmış, bu mintikada Avusturya harplerinin zuhurundan beri devam eden asayişsizliği bertaraf etmişti.
Sadrazam ve Serdar-i Ekrem Ibrahim Paşa Belgrad'da bir taraftan 1601 seferine hazırlanırken, diğer taraftan da kendi Kethudası Mehmed Ağa ile Murad Paşa'yı icabında sulh için görüşmek üzere talimat verip Budin'e gönderdi. Bu ordugahta kısa bir müddet sonra rahatsızlanan İbrahim Paşa, hayattan ümidini kesince kendisine vekâlet etmek üzere Rumeli Beylerbeyi Sokolluzade Lala Mehmed Paşa'yı vasiyet etti.
Belgrad ordugahinda 10 Temmuz 1601'de vefat etti. Cenaze namazı ordugâhta kılındıktan sonra naaşı Belgrad'a nakledildi. Daha sonra İstanbul'a getirilerek Şehzade Camii'nin caddeye bakan cephesinde inşa ettirdiği türbesine defnedildi.
Osmanlı sadrazamları arasında mühim bir mevki işgal eden Damat İbrahim Paşa'nın gayretli bir vezir ve başarılı bir kumandan olduğunda; irtikabı olmadığında ve cömert ve güleryüzlü olduğunda kaynaklar genellikle kaynaklar anlaşmaktadır. Emrine verilen orduları sevk ve idareyi bilmiş ve bilhassa zemin ve zamana göre aldığı siyasi tedbirler ile gerek Lübnan harekâtında ve gerek Macaristan serhadlerinde Osmanlı nüfuz ve hâkimiyetini süratle tesise muvaffak olmuştur. Gerçekleştirmeye çalıştığı Avusturya sulhu planları ölümü ile yarım kalmış, fakat Macaristan serhadlerinde kendi yolunu takib edecek olan Sokolluzade Lala Mehmed Paşa ve Kuyucu Murat Paşa gibi kuvvetli iki devlet adamının yetişmesini temin etmiştir. Diğer taraftan birçok değerli devlet adamını ile şahsi yararsız hale getirmiş; özellikle Serdar Ferhat Paşa'nın, Kırım Hanı I. Fetih Giray'ın, ölümlerine neden olmuştur.
Peçevi tarihi dahil, önemli tarihler Damat İbrahim Paşa'nın karakterini tenkit etmişlerdir. Özellikle 20. yüzyılın önemli tarihcilerinden İsmail Hakkı Uzunçarşılı onun hakkınde gayet sert tenkitler yapmıştır.
Hadım Hasan Paşa
Hadım Hasan Paşa (ö. Mayıs 1598 İstanbul), III. Mehmed saltanatı döneminde 3 Kasım 1597-9 Nisan 1598 tarihleri arasında beş ay altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Aslının ne olduğu tartışmalıdır. Bazı kaynaklar Arnavut olduğunu bildirirler. Devşirme olarak İstanbul'a saraya getirildi. Enderun'da eğitim görüp, hadım bir ak-ağa olarak görev yaptı. Sonrasında haznedarbaşılığa kadar yükselebildi.
Saraydan çikma yapması 1580'de Mısır valiliği görevine atanması ile oldu. Ancak Mısır'daki görevi süresince, hakkında İstanbul'a çok şikayet yapıldı. Bu görevde 1 yıl bulunduktan sonra valilikten azledilip, İstanbul'da geri çağrılıp hapse konuldu.
Fakat Valide Sultan'a gönderdiği hediyeler ve paralar nihayetiyle affedildi ve hapisten çıkarıltıldı. Önce 1583'de Şirvan Beylerbeyi sonra da Revan Beylerbeyi görevleri verildi. Sultan III. Mehmed'in de katıldığı Eğri Seferi sırasında İstanbul'da bulunmakta idi ve "İstanbul Muhafızı" ve "Sedaret Kaymakamı" görevini yaptı.
1597'de Sadrazam ve Serdar olan Damat İbrahim Paşa kuzey Balkanlarda askeri br sefer düzenlemek hedefiyle Davutpaşa'da otağa çıktı. Ama hasta ollduğunu ileri süren Sadrazam buradan sefere başlamaktan çekindi. Bu nedenle Damat İbrahim Paşa 3 Kasım 1597'de III. Mehmet tarafından sadrazamlıktan azledildi ve yeni sadrazam olarak sultanın mührü Hadım Hasan Paşa'ya verildi.
İstanbul'da asayiş, Celali isyanlarının getirisi olarak, çiftini bozarak şehre gelen çok sayıda fakir köylü muhacirler nedeniyle bozulmuştu. Sultan III. Mehmet , o kış İstanbul'a dönmekle beraber, Davutpaşa'da yaptırdığı yeni sarayda kalmayı tercih etmişti. Ocak 1598'de annesi "Safiye Sultan" adına yeni bir cami (sonradan Yeni Cami adını alan camii) inşa etmek üzere başkentin merkezlerinden olan Eminönü'nde kamulaştırmaya başlandı. Burada bulunan çoğu kağir taştan yapılmış olan evlerden oluşan Yahudi mahalleleri ve bir Yahudi sinagogu, gayet yüksek bedel ödenerek kamulaştırılıp yıkılmaya başlandı. Mart 1599'da şehir halkı hem ilkbaharı hem de Ramazanı kutlamak için hazırlık yapmaya başladı. Ancak bu dönemde enflasyonun birden şiddetlendi ve fiyatlar konulan narhlara aldırılmadan iki misli arttı. Bu artış bir süre daha devam etti. Çarşı kontrolü ile görevli olan yeniçeriler esnafa karışmaz, vergiler toplanamaz olmuştu. ve darbedilen gümüş akçeler tağyiş edilerek paranın değerinin düşürülmesi stratejisine başvuruldu. Devlet idaresinden herkes şikayet eder oldu.
Hadim Hasan Pasa devletin malî durumunu sıkı kontrola almak istemekteydi. Bu nedenle devletin giderlerini karsilamak icin vergi gelirlerini artırma yolunu seçti. "Tuccar Akçesi" adı verilen ve ticaretten alınan bir yeni vergi ihdas etti. Mısır'dan dönüşünde hapsedilmesine sebep olan Kapıağası Gazanfer Ağa'yı elemine etmek için çareler aramaya başladı. Şeyhülislam Sunullah Efendi'nin yerine, Hoca Saadeddin'in getirilmemesi yönünde yaptığı çabalarla da Hoca Saadeddin'i kendine düşman etti. Kapıağası Gazanfer Ağa ile Hoca Saaddedin Efendi birliğe geçip aralarına Yeniçeri Ağası Tırnakcı Hasan Ağa'yı da katarak sadrazam aleyhinde çalışmaya başladılar. Sadrazamın memuriyet tayinlerinden büyük meblaglar topladığı ve bunu Safiye Sultan'a verdiği söylentileri yaygınlaştı. Sonunda düşmanları, Hadım Hasan Paşa'nın rüşvet defterini ele geçirmeyi başarıp bunu III. Mehmet'e sundular. Sultan, halkın şikayetleri doğrultusunda yaşanan karışıklıkların haberini de aldı. III. Mehmed bu konu hakkında Şeyhülislam Bostanzade Mehmed Efendi'ye danıştı. Ramazan ayı içinde Sadrazam Hadım Hasan Paşa, yaklaşık 6 ay sedarette bulunduktan sonra, 9 Nisan 1598'da azledildi. Yerine Sadrazam olarak Cerrah Mehmed Paşa getirildi.
Azli ile birlikte bostancıbaşı tarafından divandan alınıp Yedikule'de tutuklandı. Hapiste birkaç hafta kaldıktan sonra Mayıs 1598 başlarında (Hicri Ramazan 1006'da) Yedikule'de boğularak idam edildi.
İngiliz Elçisi Lalo'ya göre Hadım Hasan Paşa'nın bu akıbetine baş neden Valide Safiye Sultan'ın devlet işlerine devamlı müdahalesinden çok sıkılıp ondan şikayet etmesidir. Bu hatıralarda Hadım Hasan Paşa'nın "Valide Sultan beni takside bağlamıştır" diye açıkça şikayet etmesi sonunda azil edilmesi ve idamı hakkında ayrıntılı bilgi sağlanmaktadır.
İstanbul'da Cağaloğlu semtinde mescit, medrese. çeşme ve sebil yaptırmıştır. Türbesi de bu külliye içindedir.
Yusuf Sinan Paşa
Cığalazade Yusuf Sinan Paşa ya da Cağaloğlu Yusuf Sinan Paşa (d. 1545 - ö. 1606) (1545-1605) III. Mehmed saltanatı döneminde 1591-1595 ve 1599-1604 yılları arasında toplam 10 yıl Kaptan-ı Deryalık, 27 Ekim 1596-5 Aralık 1596 tarihleri arasında da bir ay dokuz gün Sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. İstanbul'daki Cağaloğlu semti ve Bağdat'da yaptırdığı Cığalazade Hanı onun ismini taşımaktadır.
Cığalazade Yusuf Sinan Paşa 1545 yılında Sicilya'nın Messina kentinde yaşayan aslen Cenevizli olan zengin Cicala ailesinin çocuğu olarak Messina'da dünyaya geldi.
Doğduğu zamanki ismi Scipione Cicala idi. 1560 yılında Tunus açıklarında Osmanlılarla Haçlı donanması arasında yapılan Cerbe Deniz Savaşı sırasında babasıyla birlikte Osmanlılara esir düştü ve İstanbul'a getirildi. Babası serbest kalıp Messina'ya geri döndüyse de kendisi İstanbul'da kalarak devşirme okulunda yetiştirildi. Türkçe isim olarak Yusuf Sinan ismini aldı. İtalyanca aile isminden dolayı yaşamının geri kalan bölümünde Cığalazade lakabıyla tanındı.
Yusuf Sinan önce sarayda silahtar ve kapıcıbaşı görevlerini yaptı. Sonra yeniçeri ağalığına yükseldi. 1583 yılında vezir oldu ve Revan (Erivan) beylerbeyliğine tayin edildi. 1585 yılında Tebriz ve Tiflis'i Safevilerin kuşatmasına karşı başarıyla savundu. 1591 yılında Uluç Reis'in ölümü üzerine Kaptan-ı Derya tayin edildi.
Padişah III. Mehmet'in yanında Eğri Seferine kumandan olarak katıldı. 26 Ekim 1596'da kazanılan Haçova Savaşında gösterdiği başarılardan dolayı sadrazamlığa getirildi. Ancak savaş meydanından kaçan bazı tımarlı sipahileri şiddetle cezalandırması ve Kırım hanı II. Gazi Giray’ı görevden alması huzursuzluklara yol açtı. Ayrıca görevden alınan Damat İbrahim Paşa'yı tekrar göreve geri getirmek isteyenlerin baskısıyla sadrazamlığa getirilmesinden 40 gün sonra görevden alındı.
Bir süre devlet hizmeti dışında kalan Yusuf Sinan Paşa 1599'da ikinci defa Kaptan-ı Deryalığa getirildi. 1604'da 1 yıl önce başlamış olan 1603-1611 Osmanlı-İran Savaşı'nın kumandanlığına getirildi. Yerine Kaptan-ı Deryalık görevine Derviş Paşa getirildi. 1605 yılında ordularıyla Tebriz'e doğru ilerlerken Urmiye gölü kenarında Safevilerle karşılaştı. Yusuf Sinan Paşa Safevilere yenik düşen ordularıyla birlikte Van kalesine doğru geri çekildi. Bu geri çekilme sırasında Aralık 1605'de Diyarbakır civarında öldü.
Cığalazade Yusuf Sinan Paşa İstanbul'un Cağaloğlu semtinde bir saray ve hamam inşa ettirdi. O yüzden bu semt Cığalazade ya da Cığalaoğlu adıyla anılmaya başladı. Zamanla Cığalazade, Cağaloğlu olarak değişti ve bu semtin adı olarak günümüze kadar ulaştı. Yusuf Sinan Paşa'nın inşa ettirdiği hamam 1741 yılında yeniden inşa edilerek Cağaloğlu Hamamı adıyla günümüze kadar gelmiştir. Ayrıca Yusuf Sinan Paşa'nın 1590 yılında Bağdat'ta inşa ettirdiği Cığalazade Hanı da Han-ı Zürur adıyla ayakta durmaktadır.
Star Tv de yayınlanan Muhteşem Yüzyıl Kösem dizisinde Hakan Salınmış canlandırmıştır.
Yemişçi Hasan Paşa
Yemişçi Hasan Paşa (d. ? - ö. 4 Ekim 1603 İstanbul) III. Mehmed saltanatı döneminde 10 Temmuz 1601 - 24 Eylül 1603 tarihleri arasında toplam iki yıl üç ay yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hasan Paşa, Kosova vilâyetinde dogmustur, Arnavut olduğu belirtilir. Çocukluğunu (şimdi Kosova'da bulunan) Rogova'da geçirdiği ve ilk okulu orada bitirdiği iddia edilmektedir. Çıkmadan sonra Zülüflü Baltacılar ocağına katıldı. Sonra çeşnigarbasi; 1580'da kapıcılar kethüdası ve 1589'da kapicibasi olarak görev yaptı.
Saraydan ayrılması Ağustos 1593'de ̺Yeniçeri Ağası olarak atanmasi ile oldu. Bu görevden 1593 sonunda azledildi. Haziran 1595'da ikinci kez Yeniçeri Ağası olarak atandı |
ve Şubat 1596'da bu gorevden yine azledildi. Mart 1596'da vezirlik verildi ve ʽBelgradʼ'a zahire sağlamak için memur edildi. Vezirlik rütbesi ile Şirvan Beylerbeyi görevini aldı. Sonra kubbealtı veziri olarak İstanbul'a döndü. Sadrazam Damat İbrahim Paşa'nın üçüncü sedaretinde iken Avusturya Seferi sırasında İstanbul'da bulunup "İstanbul Muhafızı" ve "Sedaret Kaymakamı" görevini yapmaya başladı.
Bu görevde iken devletin resmi parası olan gümüş akçenin devamlı tağyiş edilip değer düşürülmesini önlemeye çalıştı. Yeni rayici düşük, ama istikrarlı olarak değerini koruyan gümüş akçe kestirdi. Serdar olan Sadrazam Damat İbrahim Paşa ordu ile Belgrad ordugahında iken 10 Temmuz 1601'de ölmesi haberi İstanbul'a ulaştığı zaman Yemişçi Hasan Paşa 22 Temmuz 1601'de sedarete getirildi.
Yeni sadrazam Yemişci Hasan Paşa Damat İbrahim Paşa'nın dul kalan karısı ve padişahın kızkardeşi Ayşe Sultan'la evlendi. Böylece Damat İbrahim Paşa'nın konağına ve servetine de varis oldu. Avusturya seferinde ile Belgrad'da bulunan orduya da serdar-ı ekrem de oldu.
Önemli bir stratejik Osmanlı kalesi olan "İstolni Belgrad" (günümüzde Székesfehérvár) Fransız " Mercœür Dükü Filip Emmanuel" generalliği ile fanatik bir Katolik papazı "Brindisi'li Lorenzo" idaresinde olan bir Avusturya ordusu tarafından kuşatılarak ellerine geçirildi. Bu kalenin kaybı serdar Yemişci Hasan Paşa'nın idaresizliğine atıf edildi. Fakat 9 Eylül 1601'de Avusturya İmparatoru Arşidük Ferdinand, komutasında 100.000 kişilik bir orduyla (günümüzde Nagykanizsa adi verilmiş olan) Kanije kalesini kuşattı. Tiryaki Hasan Paşa 9.000 kişilik bir orduyla 73 gün süren Kanije Savunması yaptı. Sonunda 8 Kasım 1601'de, Tiryaki Hasan Paşa Osmanlı kuvvetleriyle Haçlılara bir gece baskını yaptılar; Arşidük Ferdinand bundan çok zorlukla kaçıp canını kurtarabildi. Avusturya ordusu tarafından 47 büyük top, 14.000 tüfek, 60.000 çadır, 15.000 kazma kürek, dağlarca erzak, Ferdinand'ın altın tahtı ve otağı geride bırakıldı. Bunlar Osmanlılar eline geçti. Osmanlı devleti için büyük bir avuntu meselesi oldu ve Yemişci Hasan Paşa'nın hatalarını unutturdu.
Yemişçi Hasan Paşa Sadrazam ve serdar olarak Avusturya sınırında bulunmaktayken İstanbul o yıl zorlu günler yaşamaya başladı. Resmi olarak akçenin değeri büyük bir devalüasyona tabii tutuldu. Birden fiyatlar arttı. III. Mehmed içki yasağı uygulamaya koyuldu. Anadolu'da Celalileriden Karayazıcı tepelenip kesik başı İstanbul'a getirildiyse de yeni Celali başbuğu olan Deli Hasan onu arattırmadı. 1603 başlarında İstanbul'da bulunan kapıkulu askeri arasında huzursuzluk çıktı. Sedaret Kaymakamı Saatçi Hasan Paşa azledilip Güzelce Mahmud Paşa sedaret kaymakamı oldu. Sunullah Efendi Şeyhülislam ve Mısır Kadısı Abdülvehap Efendi İstanbul Kadısı yapıldı. Ocak 1603'de isyan eden kapıkulu sipahileri Sultan III. Mehmed 'i ayak divanına getirtip şikayetlerini karşıkarşıya açığa koydular. Yolsuzlukları dolayısıyla çok iyi bilinen saray mensuplarından sadece Kapı Ağası Gazenfer Ağa ile Darülsaadde Ağası Osman Ağa idam edildi.
Bu arada Avusturya'da sadrazam Yemişçi Hasan Paşa üzerine gittiği İstolni Belgrad kalesini geri alamadı ve ordusu ile zayiat vererek Belgrad'a çekildi. İstanbul'da kendi politik durumunun iyi olmadığını, isyancı kapıkulu sipahilerinin sedaret kaymakamı Güzelce Mahmud Paşa tarafından teşvik edildiklerini açıklayan, Valide Safiye Sultan'dan bir mektup aldı. Bunun üzerine Yemişçi Hasan Paşa, yerine serdar olarak Budin muhafızı Sokolluzade Lala Mehmed Paşa'yı bırakarak, acele olarak İstanbul'a döndü.
Valide Sultan, oğlu III. Mehmed'i Yemişçi Hasan Paşa'nın idam edilmesi için bir ferman yazdırmaktan caydırmıştı. Ama isyancı kapıkulu sipahileri Yemişci Hasan Paşa'nın idam edilmesi için Şeyhülislam'dan bir fetva almayı başarmışlardı. Bundan cüret alan kapıkulu sipahileri 7 Şubat 1603'de sadrazamın konağını sardılar. III. Mehmet yeniçeri ocağına Yemişçi Hasan Paşa'yı korumak için emir verdiği için Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa kendi konağından kaçıp yeniçeri ocağına iltica etti. Burada isyancılara karşı planlar yapmaya ve uygulamaya koyuldu. Bu plana göre 8 Şubat'ta yeniçeriler, cebeci, topçu ve tersane askerleri Süleymaniye Camii avlusunda toplandılar. Bu grup Şeyhülislam Sunullah Efendi azledilmesini sağladı; sipahileri kışkırtan sedaret kaymakamı Güzelce Mehmet Paşa'nın idamı için bir ferman da çıkardılar. Buradan giden bir güçlü grup şehrin kapılarını kapatıp isyancı sipahilerin şehirden çıkmalarını önlendi. Yemişçi Hasan Paşa'nın sağ kolu olan yeniçeri ağası Ferhat Ağa isyancıların fiilen tenkili görevini aldı. Bu karşı eylemle Kurşunlu Han'da bulunan sipahilere saldıran yeniçeriler, isyancıların çoğunu öldürdüler. Sipahi liderleri olan Poyraz Osman ve Öküz Mehmet kelleleri kesilerek idam edildiler. Önceleri sipahi önderi Hüseyin Halife'ye dokunulmayıp, onun Ramazan boyunca kahvelerde yoldaşları ile eğlenmesine göz yumuldu ise de, bir gece yakalanıp III. Mehmet önüne götürülerek idam edildi.
Duruma hakim olan Sadrazam içişleri politikalarina eğildi. Önce bir kontr-terör kampanyasına girişip büyük bir şiddet kampanyası başlatıp kendine en ufak bile muhalefet gösteren kişileri, hatta kendine yakın sayılan dostlarını bile hiçe sayarak, elimine etmeye çalıştı. Örneğin, kendine karşı olarak gördüğü yeniçeri ağası Tırnakçı Hüseyin Ağa'yı Divan'dan çıkmakta iken Babıali önünde öldürttü. Devletin mali durumunu korumak ve vergi gelirlerini artırmaya çalıştı. Ticaret üzerinden alınan "Tüccar Akçesi" adı verilen bir yeni vergi ihdas etti. Halk yüksek vergilerden şikayete başladılar. Yemişçi Hasan Paşa diğer taraftan Anadolu'daki Celali isyanları ile de uğraşmaya başladı. Anadolu'da Celalilerin önderi durumuna geçmiş olan Kara Hasan'ın kethüdasını İstanbul'da kabul etti ve Kara Hasan'ı affedip ona Bosna Beylerbeyliği görevi verdi. Böylece Yemişçi Hasan Paşa şiddet politikası, ekonomik yüksek vergi politikası ve Anadolu'da Celali isyancılarina verdiği ödünler dolayısıyla kendine çok sayıda düşman yarattı.
Sultan III. Mehmed önce kendi büyük oğlu olan ve taht için Anadolu'da bir şeyhle gizli temasta olan Şehzade Mahmut ile uğraşmaktaydı. 7 Haziran'da oğlunu yakalattırıp boğdurarak idam ettirdi.
Sadrazam aleyhtarları, Yemişçi Hasan Paşa'nın ikinci bir defa yeniçeri eylemi ortaya çıkartarak Sultan'ı tahtan uzaklaştırmaya çalışacağı korkusunu, III. Mehmet'e empoze ettiler. Sultan bir ferman ile 23 Eylül'de Yemişçi Hasan Paşa'yi sadaretten azledip; onu bostancılar tarafından Atmeydanı'nda bulunan Ayşe Sultan Sarayı'nda tutuklattırdı. Bir müddet sonra Yemişçi Hasan Paşa 4 Ekim 1603'da Sütlüce'de bulunan bahçesine götürüldü ve orada boğularak idam edildi. Mezarı Üsküdar'da Miskinler mevkiindedir.
Yemişçi Hasan Paşa'nın Sütlüce'de ve Beylerbeyi'nin zamanında çok iyi tanınmış bahçeleri bulunmakta idi.
Yerine sadrazam olarak Mısır Beylerbeyi Malkoç Ali Paşa atandı ve Mısır'dan acele olarak İstanbul'a gelmesi için haberci ulak gönderildi.
İngiliz Büyükelçisi Lello hatıratında Yemişçi Hasan Paşa'nın
kaba ve cahil bir adam
olduğunu açıklar. Uzunçarsılı ise onun haris, garezkar ve liyakatsız
olduğunu belirtmektedir.
Malkoç Yavuz Ali Paşa
Malkoç Yavuz Ali Paşa, III. Mehmed ve I. Ahmed saltanatı döneminde 16 Ekim 1603 - 26 Temmuz 1604 tarihleri arasında dokuz ay on bir gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamı.
Bosnalı Malkoçevic ailesinden olduğu bildirilir.
Bosnalı yeniçeri ağası Salih Ağa'nın kardeşinin oğludur. Enderun'a çırak olarak girip eğitimini orada görmüş ve buradan silahtar olarak çıkma yapmıştır.
Saraydan çıkması ise Temmuz 1601'de Mısır valiliği görevini alması şeklinde olmuştur. Mısır valisi iken 23 Eylül 1603'te III. Mehmed'in sadrazam Yemişçi Hasan Paşa'yı azledip hemen sonra idam ettirmesinden sonra divanda yetenekli ve faal bir vezirin olmadığı görülmüş ve Mısır'da vali olan Yavuz Ali Paşa sadrazamlık görevine en uygun devlet adamı olduğu kabul edilmiştir. Mısır'a haberci gönderilip Yavuz Ali Paşa'ya acele Mısır'dan gelip sadareti alması için haberci gönderilmiştir. Yavuz Ali Paşa İstanbul'a gelene kadar sadaret kaymakamı olarak Kasım Paşa görevlendirilmiş ve mühr-ü hümayun İstanbul'a yaklaşana kadar geçici olarak hazine-i hümayunda saklanmıştır. Mısır'dan karayolu ile Halep yolu ile gelen Yavuz Ali Paşa'nın devlet başkentine yaklaştığı haberi gelince mühr-ü hümayun ona gönderilmiştir.
Yavuz Ali Paşa daha İstanbul'a ulaşmadan III. Mehmed 21 Aralık 1603'te vefat etti. Onun yerine padişah olarak oğlu 14 yaşında bulunan I. Ahmet tahta geçirildi. I. Ahmet'in yaşı küçük olduğu için o zaman kadar gelenek olan sancak beyliği görevi yapmamıştı. I. Ahmed'in cülus gününden bir hafta sonra yeni sadrazam olarak Yavuz Ali Paşa İstanbul'a ulaştı. Yavuz Ali Paşa 1.200.000 altın meblağa varan iki yıllık Mısır hazine katkısını ve Halep hazine katkısını da birlikte getirmişti. Bu hazineden 700 bin altın cülus bahşişi olarak Kapıkulu ocaklılarına dağıltıldı.
Yavuz Ali Paşa İstanbul'a yetiştiği zaman Osmanlı orduları iki cephede, batıda Avusturya ve Engürüs (Macaristan) ve doğuda İran cephesinde sefer halindeydi. Ayrıca Anadolu'da Celali isyanlarının sonu gelmemişti. Yavuz Ali Paşa önce bir dizi önlemler alarak İstanbul şehrine bir iç düzen getirmeye çalıştı. Narh işlerini ve çarşı pazar denetlemesini çok sıkı olarak yapmaya başladı. Bu önlemlere uymayanlar için ağır cezalar uyguladı. Bu sıkı disiplinli önlemler arasında halkın akşam hava karardıktan sonra sokağa çıkması yasaklanması da bulunmaktaydı.
Yeni sadrazam Avusturya ve İran seferleri için iki değişik Serdar-ı ekrem görevlendirilmesini ve kendinin İstanbul'da kalarak koordinasyonu sağlayıcı olarak kalmasını istemekteydi. Fakat genç padişah mutlak olarak Sadrazamın Avusturya cephesi serdar-ı ekremi olmasını irade etti. Osmanlı ordusu 1604 ilkbaharında Avusturya seferi için görkemli bir törenle harekete geçti. O zamana kadar kaptan-ı deryalık yapan ama İran cephesinde tecrübesi olan Cığalazade Yusuf Sinan Paşa ise İran seferi serdarı olarak daha az görkemli olarak sefere başladı.
I. |
Ahmed genç ve tecrübesiz bir hükümdar olduğu için etrafındaki yakın danışmanlarına çok dayanmaktaydı. Bunlar arasında karar ve görev atamalarında baş danışmanı hocası Mustafa Efendi idi. Genç hükümdarın aldığı bazı kararlar ve yaptığı atamalar sadrazamın selahiyetlerini kıracak bir şekilde idi. Yavuz Ali Paşa I. Ahmed'in bu tutumundan aksi etkilenmekteydi. Ayrıca ordu Balkanlarda ilerlerken Yavuz Ali Paşa hasta düşmüştü. Uzunçarşılı, sadrazamın bu hastalığına hükümdarın aldığı aksi kararların neden olduğuna yorumlamaktadır. Ordu, ileri ordugahı olan Belgrad'a 26 Temmuz 1604'de geldiğinde geçirdiği hastalıktan Yavuz Ali Paşa beklenmedik bir şekilde vefat etti.
Sadareti yaklaşık dokuz ay (ama fiilen 7 ay kadar) olup bu kısa dönemde pek az bir şey yapabilmiştir. Mısır'dan yanında 6 cellatla birlikte gelmesini Uzunçarşılı Malkoç Yavuz Ali Paşa'nın şedit ve kan dökücü olmasına yorumlamaktadır.
Muhteşem Yüzyıl Kösem adlı tarihi-Türk dizisinde Yavuz Ali Paşa karakteri Ümit Bahadır Tunç tarafından canlandırılmıştır.
Alman edebiyatı
Alman edebiyatı, Orta Avrupa`da yaşayan Almanca konuşan toplulukların edebi yaratısıdır. Almanya, Avusturya, İsviçre ve bunların yanındaki Alsas (Fransa), Bohemya (Çek Cumhuriyeti) ve Silezya (Polonya) gibi bölgelerdeki çalışmaları kapsar.
Diğer Avrupa edebiyatlarıyla karşılaştırıldığında Alman Edebiyatı diğerlerine oranla daha fazla yerel farklılık gösterir. Bunun sebeplerinden biri, 1800`lerde Berlin`in ortaya çıkmasına kadar, Almanca konuşan toplulukların Fransa`nın Paris`i ya da İngiltere`nin Londra`si gibi bir başkentinin olmamasıdır. Daha doğrusu, Almanya uzun süre ayrılıklar ve bölünmeler yaşamıştır. Bu tip bölünmeler, 1600`lerdeki din savaşları boyunca ve 1900`lerin ortasında başlayan Soğuk Savaş döneminde sıklıkla yaşanmıştı.
Almanya, Reform denen dini hareketin merkezi olması nedeniyle 1500`lerde Protestanlık`ın ortaya çıktığı yerdir. Reform, kişinin içsel ruhani özgürlüğünü vurguluyordu. Alman edebiyatını şekillendiren içsellik ve felsefi yansıma da bu tip bir ruha sahiptir.
MS. 1000 yıllarda Germen kabileleri şimdiki Almanya`ya kuzey Avrupa üzerinden göç etmişlerdi. Bu kabileler, nesilden nesile, besteledikleri baladları ve hikâyeleri anlatırlardı. Göçler yaklaşık MÖ. 800 civarında sona erdi. O zamanlarda manastırlar eğitim ve edebiyatın merkezi halindeydiler. Rahipler, İncil ve Hıristiyan efsaneleri üzerine kurdukları şiir ve hikâyeleri yayıyorlardı. Anonim bir destan olan "The Savior" (yaklaşık 820-840), İsa`yı bir Sakson lideri olarak resmeder. Rahip Otfrid von Weissenburg, adıyla bilinen ilk Alman yazardır ve şiir kafiyeleriyle "The Book of Gospels" (863-871 arasında bitirilmiştir) kitabını yazmıştır.
Rahipler aynı zamanda eski kahramanlık destanlarını kaydetmeye ve zamanlarının feodal lordlarını yücelten yenilerini yazmaya başlamışlardı. Almanca yazılmış bu kahramanlık hikâyelerinden günümüze ulaşan Hildebrandslied, bir baba ile oğlu arasındaki savaşı anlatır. MS 9. yüzyılda, Germen destanı "Güçlü Elli Walther", sonradan bir Latin efsanesi olan "Waltharius"`a dönüşmüştür. St. Gallen`de bir rahip olan Notker Labeo, Romalı filozof Boethiues ve Eski Yunan filozofu Aristo`nun yapıtlarından bazılarını Almanca`ya çevirmiştir.
Alman destanları Birinci Altın Çağ'daki ana edebi ürünlerdir. Bunların en ünlüsü 12000 dizelik intikam, ihanet ve sadakati anlatan büyük olasılıkla Passau, Avusturya`da yazılan "Nibelungların Şarkıları" (Nibelungenlied)`dır.
Kahramanlar ve asıl gerçekleri anlatan Romans (Romance), bu dönemdeki başka bir ana edebi yazın biçimidir. Antik edebiyatın başyapıtları olarak sayılan önemli romanslar Wolfram von Eschenbach`in Parzival`i (1200-1210), Gottfried von Strassburg`un "Tristan ve Izolde"`sidir (13. yüzyıl başları). Parzival, uzun sure şövalye olmak için uğraşan ama bunun için uzun yargılamalardan geçen ve sonunda kutsal toprakların kralı olan birisidir. Tristan ve Izolde`de Gottlieb, aşkları ölümleriyle biten iki gencin aşkını anlatır.
Eski Alman Edebiyatı dönemine damgasını vuran bir başka şey de Şövalye Edebiyatı'dır. Bir şövalyenin tek özelliği savaşması değildi. Şövalye beğenisi yüksek olan, sanat ve edebiyatla uğraşan bir insandı. Minnesanglar onların elinden çıkmıştır. Bu Minnelerin çoğu, aşk ve kavalyeliği anlatan Fransız troubadorların sarklılarının lirik şairlerini taklit etmişlerdir. Kadına duyulan aşk anlatılmaktadır. Burada anlatılan kadın, saray kadınıdır. En ünlü troubador Walther von der Vogelweide`dir. Şair, traubadorların samimiyetsiz ve soğuk şiirlerini sıcak ve orijinal aşk yorumlamalarına çevirmiştir. Walther`in aynı zamanda o dönemde Papalıkla uzun süren güç savaşına giren Orta Avrupa`daki Germen asıllı Kutsal Roma Imparatoru`nu öven ve savunan eserleri de vardır.
1250`den 1600`e kadarki bu dönem Alman şehirlerine artan ticari büyüme ve zenginlik getirmişti ve yeni bir ekonomik-sosyal sınıf olan Orta-sınıf ortaya çıkmıştı. Orta-sınıf kültürel liderliği ele geçirmişti. Bu aşkın aristokrat tanımı orta sınıf gerçekliği, taslaması ve ciddiyetine yol açmıştır. Bahçıvan Wernherin "Meier Helmbrecht" 'i (yaklaşık 1250-1280) gibi destanlar, şövalyeliğin düşüşünü anlatmaktaydılar. Pratik dersleri ögretmek için fabllar önem kazandı ki bunları satirik destan "Tilki Reynard" (1487), Sebastian Brant'in ahlaki ve satirik şiiri "Aptallar Gemisi" (1494), ve komik hikâyeleriyle Till Eulenspiegel`de görürüz (1500). Nüremberg`li ayakkabı ustası Hans Sachs, antik şarkıcıları taklit ederek yüzlerce oyun ve şarkı yazmıştır. "Redentin Easter Play" (1464) ve "Oberammergau Passion Play" (1634) gibi dini oyunlar, dinsel duyguları saf mizahla birleştirmiştir.
Rönesans, Almanya`ya, insanların dünyevi yeri ve doğasını anlama vurgusunu getirdi. Bu entelektüel alim hümanizm olarak bilinir. Alman Rönesansı`nın hümanizmi Avrupa tarihindeki en önemli değişim hareketlerinden birine, Reform`a yol açmıştır.
1350 yılında üniversitelerin kurulmasıyla Bohemya`da başlamıştı. Bu dönemim en bilinen Alman eseri, Johannes von Tepl (Johannes von Salz olarak da bilinir) tarafından yazılan ve ölümle vasat bir çiftçi arasındaki diyaloğu anlatan "Bohemyalı Çiftçi"`dir (1400). Hümanizm, doruk noktası 1480`den 1530`a kadar geçen süre içindedir. İnsanlık için yeni idealler arayışı içinde hümanistler Eski Yunan`ın tarih ve felsefesini keşfe çıktılar. Eserlerinin çoğunu Almanca`dan çok Latince yazdılar. En ünlü Alman hümanistleri, İbranice`nin önde gelen ustalarından Johannes Reuchlin ve Reform`u başlatmada Martin Luther`in baş yardımcısı Philipp Melanchton`dur.
1517`de başlayan Reform hareketi, Alman kültür ve yaşamında hala etkisini gösteren bir etki bırakmıştır. Reformca etkilenen edebiyatın çoğu dinsel yazınlar ve bildirgelerdi. Reform lideri Martin Luther, İncil`i Saksonya Almancasi`na çevirmişti. Luther`in 1534`de bitirdiği İncil çevirisi, Alman edebiyatının en etkileyici olaylarından biridir. İncil`in Kral James versiyonu İngiliz yazarları ne kadar etkilemişse, Luther`in Almanca versiyonu da Alman yazarları o derece etkilemişti. Bu çevirisinin yanı sıra Luther daha birçok dini ve politik metinler yazmıştı.
Barok Edebiyatı genellikle fazla şişirilmiş ve abartılarla doludur. Barok şiiri ise inanç ve çaresizlik, maddecilik ve maneviyat, şiddet ve erdem arasında gidip gelmiştir. Andreas Griphius, Alman barok çağının en büyük lirik şairi olarak tanımlanır. İlahi yazarları ise en ünlü Alman ilahilerini bu dönemde yazmıştır.
Hans Jakob Christoffel von Grimmelshausen`ın "Simplicissimus" (1668)`u çok canlı ve gerçekçi bir romandır. Alman nüfusunun üçte birinin yaşamını yitirdiği Otuz Yıl Savaşları`ndaki (1618-1648) acıyı resmeder. Romanın kahramanı Simplicius Simplicissimus, en başta aptaldır ancak acı deneyimlerle zamanla erdem kazanır ve en sonunda dini bir keşiş olarak yaşamak için dünyadan elini çeker.
1700`lerin sonuyla 1800`lerin başı, Germen dünyasında “Alimler Çağı” olarak bilinir. Wolfgang Amadeus Mozart ve Ludwig van Beethoven gibi besteciler ve Immanuel Kant ve G. W. F. Hegel gibi filozofların çalışmalarıyla felsefe ve müzikte ilerleme kaydedilmiştir.
Diğer Avrupa yazarlarının ötesinde, Alman yazarlar sanatı eğitime giden bir yol olarak gördüler. Büyük Alman dramatisti Friedrich Schiller, görüşlerini sanatın kişiyi ve toplumu değiştirme gücüyle ifade eden "Mektup Serilerinde İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine" (1795)`de belirtmiştir. Aynı ruhla Immanuel Kant da modern estetiğin kuruluş yazını olarak kabul gören "Yargılamanın Kritiği" (1790)`nde bu şekilde davranmıştır.
Neden Çağı ya da Aydınlanma, gerçeği anlamanın en iyi yolunun nedenleri kullanma ve sorgulama olduğuna vurgu yapan tarihsel dönemdir. Bu çağ Almanya`da, Fransa ve İngiltere`de olduğundan daha kısa sürdü (1700`lerin ortasi). Aydınlanmış reformların ruhu Alman edebiyatının milli gururu yükselttiği gibi onu Fransız etkisinden de çıkarmıştır.
Almanya'nın ilk önemli edebiyat eleştirmeni Gotthold Efraim Lessing, 1700`lerin sonunda başlayan Alman milli edebiyatının hızlı gelişiminin temellerini atmıştır. Lessing ilk önce Antik Yunan ve Roma klasiklerini taklit eden Fransız Neoklasizm fikirlerini reddederek işe başlamıştı. Bunun yerine kendi oyunlarını İngiliz oyun yazarı William Shakespeare`in dramları üzerine modelledi. Lessing`in en bilinen oyunu "Bilge Nathan" (1779) dinsel toleransı tartışmaya açmıştı.
Alman Preromantizmi ya da daha iyi bilinen tanımıyla Fırtına ve Baskı hareketi, 1770`de başladı ve otoriteye karşı güçlü arzu, orijinallik ve başkaldırıya vurgu yaptı. İsa`nin yaşamını anlatan, Friedrich Klopstock`un "Mesih" (1748-1773) adlı dini destanı bir başyapıttır.
Fırtına ve Baskı, orta sınıf sosyal değerlerine, geleneğine ve politika, siyaset ve teolojideki otoritesine karşı isyankar, genelde kaotik bir hareketti. Genç Schiller ve Johann Wolfgang von Goethe bu akımın iki önemli dramatistiydi. Schiller`in ilk romanı "Soyguncu" (1781) iki kardeşin hikâyesini anlatır. Kardeşlerden biri babasını öldürmeyi hedefler, diğeri ise bir soyguncu çetesi kurar ve ormanları gezer. Schiller`in diğer gençli |
k romanları baskıcı sosyal kuralları, tiranlığı ve politik yozlaşmayı anlatır. Bir fahişeyi seven asilin hikâyesini anlatan "Merak ve Aşk" (1784), bir İspanyol prensinin babası Krala karşı duyduğu nefreti anlatan Don Carlos (1787) bu eserlerdendir. Goethe`nin melankolik ilk romanı "Genç Werther´in Acıları" (1774–1787`de tekrar gözden geçirildi) Avrupa`da fırtınalar estirdi. Romanın çoğunluğu, Werther adındaki genç bir adamın evli bir kadına yazdığı umutsuz aşk mektuplarından oluşmaktaydı.
Bu akımın felsefi ilham kaynağı, Goethe`nin de hocası büyük filozof ve tarihçi Johann Gottfried Herder idi. Herder, Alman yazarlarını, eski Yunan trajedilerini taklit eden Fransız Neoklasistlerin`in etkisinden çıkarmaya çalışmıştı. Shakespeare`in doğanın kanunlarını anlayan bir "alim" olduğunu düşünüyordu. Herder tüm dünyadan şiirler toplayıp onları Almanca`ya çevirip, her birinin kendi essiz gücünü kanıtlamasına yardımcı olmuştur.
Alman Klasizmi Goethe, Schiller ve Almanya`nın en büyük lirik şairi Friedrich Hölderlin tarafından idare ediliyordu. Klasizm yaklaşık 30 sene boyunca gelişti, ta ki 1787`de Goethe`nin İtalyan klasik antiklerini incelemek için yaptığı iki senelik bir geziye kadar.
Goethe`nin "Wilhelm Meister`in Çıraklığı" (1795-1796) romanı aktör ve oyun yazarı olarak doyuma ulaşmaya çalışan Wilhelm üzerine yoğunlaşır. Kitap Wilhelm`in olgunluk, kendini tanıma ve sosyal sorumluluk bilinci kazanması yolunda geçirdiği yavaş ve bazen sancılı süreci anlatır. Bu çalışma kişisel gelişim romanlarının ilk örneği sayılır.
Shakespeare`in yapıtları İngiliz Edebiyatı'nda ne ise Schiller`in büyük tarihsel dramları da Alman Edebiyatı'nda Klasik tarz olarak sahnede kalmıştır. Schiller`in sonraki oyunları çok tartışılan felsefi konuları, Avrupa tarihinin çalışmalarının karmaşık anlamasını, ari düşünceleri, ve büyük bir edebi tarzı birleştirmişti. En ünlü oyunları tarihsel dramalardır: İskoç hükümdari Mary, İskoç Kraliçesi`ni anlatan "Mary Stuart" (1800); Fransız kahramanı Joan d`Arc`i anlatan "Orleans Kızı" (1801); ve efsanevi İsviçre'li kahramanı anlatan William Tell (1804).
Hölderlin`in şiiri şiirsel güzelliği felsefi derinlikle birleştirir. "Ekmek ve Şarap" (1800-1801 – yeniden düzenlemesi ölümünden sonra 1894`te yapılmıştır) ve "Patmos" (1801-1803) gibi klasik güfte ve ağıtları, eski Yunan stilini ve ruhunu canlandırmıştır.
Romantizm, 1790`ların sonunda önemli ve etkileyici bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. Romantikler, düş gücünü ve güçlü duyguları konu alıp edebi ifadenin daha özgür biçimlerini ele aldılar. Belki de Romantiklerin en iyisi "Novalis" takma adıyla yazan Friedrich von Hardenberg idi. Yardımcısı Friedrich Schlegel ile beraber Novalis insane imgeleminin gücünü keşfe çıkmışlardı. "Geceye İlahiler" (1800) şiirlerinde geceyi, ölen nişanlısı ve tanrı arasındaki ruhani birliğe giden eşik olarak gördüğü ölüm ve sonsuzluk sembolü olarak görüyordu.
Diğer romantik yazarlar, özellikle Friedrich Tieck ve E.T.A. Hoffmann da bilinçsizlik dünyasını irdeliyorlardı. Bu iki yazar, 1800`lerin sonunda ortaya çıkan modern psikoanalizin Avusturyalı babası Sigmund Freud`un öncelleri olarak kabul edilirler.
Çoğu romantik, lirik şiirler yazdı. Novalis`ten sonra, bu şairlerin en ses getireni Joseph von Eichendorf`tu. Yüzeyde şiirleri çok basitti, ancak dikkatli incelendiğinde oldukça derindi. Eichendorf`unkilerin yanı sıra Wilhelm Müller gibi romantiklerin diğer romantiklerin şiirleri, içlerinde Franz Schubert`in de bulunduğu Alman romantik bestecilerince sıklıkla müziğe geçirilmiştir. Bu sanat şarkıları günümüzde de hala popülerdir.
Alman romantizminin önemli bir özelliği de yazarların tümünde görülen sıkı bir milliyetçiliktir. 1800`lerin başında Jakob Grimm ve Wilhelm Grimm tarafından derlenen Alman efsaneleri yalnızca Alman milliyetçiliğini değil ama aynı zamanda romantiklerin efsaneler ve folklore ilgisini de ifade etmiştir. Grimm kardeşler aynı zamanda linguistik (dil bilimi) çalışmalarının da kurucuları olarak kabul edilen bilgelerdi.
1800`lerin başlarındaki bazı yazarlar öylesine kişisel yazılar yazmışlardı ki onları belli bir sınıflandırmanın içine koymak çok da mümkün değildir. Bu yazarların içinde Goethe, Heinrich von Kleist ve Georg Büchner de vardır. 1808`de, Goethe, başyapıtı "Faust"`un ilk bölümünü bitirmişti. İkinci bölümü ise öldüğü 1832`de bitirmiştir. Faust, 1500`lerde ruhunu şeytana sihirli güçler karşılığında satan bir teolog efsanesinin Goethe versiyonudur.
Goethe aynı zamanda iki zor roman da yazmıştı: Evli bir çiftle iki arkadaşları arasındaki trajik ilişkiyi inceleyen "Seçme Yatkınlık" (1809) ve "Wilhelm Meister`in Çırağı"`nın devamı olan "Wilhelm Meister`in Seyyahlık Yılları" (1821, 1829`da gözden geçirildi).
Kleist, felsefi yansımanın psikolojik derinlikle biçimsel mükemmellikle birleştirilmiş dramalar da yazmıştır. "Penthesilea" (1808), Amazonlarin kraliçesi Penthesilea ile Antik Yunan`ın en cesur savaşçısı Archilles`in arasındaki aşk hikâyesini resmeder. Kleist`in Homburg`lu Prens Friedrich (1810) dramının kahramanı askeri emirlere uymayı reddederek idama mahkûm edilen bir prensin hikâyesidir. Kleist, intikam peşindeki üçkağıtçı bir at tüccarının hikâyesi "Michael Kolhaas" (1808), ve nasıl olduğunu bilmeden hamile kalan bir asil kadını anlatan "O… Markizi" (1808) gibi oldukça kısa romanlar da yazmıştır. Buchner`in draması Danton`un ölümü (1835) Fransız Devrimi`ni resmeder. Woyzeck (1835-1837) romanı ise üstlerince aşağılanan ve bu nedenle deliren bir ordu komutanını anlatır.
Yükselen Alman milliyetçiliğinin aksine Goethe yaşamının son yıllarında Asya edebiyatına dönmüştür. Çin romanlarını takdir etmiş ve eski Pers şairi Hafız`in şiirlerini taklit eden şiirler derlemesi "Doğu-Batı Divani"`ni (1819) yazmıştır.
Genç Almanya hareketi, 1830`larda etkin hale gelen ve edebiyatı politik düşünceleri ifade etmede kullanan radikal Almanlarca oluşturulmuştu. Bu yazarlar, dönemin muhafazakar prensi Klemens von Matternich`in politikalarını şiddetle eleştiriyorlardı. Birçok Genç Alman, başarısız 1830 ve 1848 devrimlerinde rol almıştı. 1848`de kurulan ve Almanya`yı birleşik ve liberal bir demokrasi yapmak isteyen seçilmiş konsey Frankfurt Birliği`ni desteklemişlerdi. Bu birlik sonradan dağıtılmıştır.
Bu dönemin en tanınan şairi Heinrich Heine`dir. Alman kültürünü o kadar aşağılık görüyordu ki yaşamının çoğunu Paris`te geçirmişti. Heine, Almanya`yı "Almanya: Bir Kış Masalı" (1844) gibi genişçe okunan ve tercüme edilen çalışmalarında şiddetle eleştirmiştir. Heine aynı zamanda mükemmel bir lirik şairdi.
Gerçekçilik (Realizm), günlük yaşamı inanılır kişiler ve her zamanki olaylar aracılığıyla olduğu gibi resmetmeyi amaçlar. Alman edebiyatında gerçekçilik, çoğunlukla "Şiirsel Gerçekçilik" biçimini almış ve günlük yaşamın sanatsal görünümünü yaratmayı amaçlamıştır.
Avrupa`nın diğer yerlerinde gerçekçilik özellikle kent toplumlarının gerilim ve çelişkilerini yakalamayı hedeflemişti. Alman Gerçekçiliği ise geniş ölçüde kırsal ve bölgesel kalmıştır. Gerçekçiler, Adalbert Stifter`in bilim adamı olmayı hedefleyen bir gencin hikâyesi olan "Hint Yazı" (1857) gibi romanlarla "Bildungsroman"`a devam etmişlerdi. Bir diğer gerçekçi Bildungsroman Gottfried Keller`in İsviçreli bir ressamın mücadelesi ve gelişimini anlatan "Yeşil Henry"`dir (1854-1855). Bu dönemin tipik güçlü bölgeciliğine atıfla, Stifler ve Keller`in romanları sırasıyla Avusturya ve İsviçre köylerinde geçer.
1890`dan sonra gerçekçilik, sosyal adaletsizlik, suç, varoş koşulları ve kalıtımın insane gelişimindeki rolünü konu alan edebi hareket olan Naturalizm`e yol vermiştir. Gerhart Hauptman`ın "Dokumacılar" (1893) romanı belki de bu dönemdeki Naturalist dramın en iyi yapıtıdır.
Empresyonizm (İzlenimcilik), Neoromantizm (Yeni romantizm), ve Sembolizm gibi resimde daha çok bilinen kavramlar aynı zamanda yazın biçimlerini tanımlamada da kullanılmıştır. Empresyonistler, nesnelerin ve olayların izleyici üzerinde yarattığı etkilenimlere baskı yaparak bir tavır ve beyin hali yaratmaya çalışmışlardı. Neoromantikler, insani duyguları ve tutkularını takdir eden Romantik hareketi yeniden canlandırmışlardı. Sembolistler ise şiirsel semboller, fantaziler ve psikanalizden büyülenmişlerdi. Doğrunun mantıksal düşünüşle resmedilemeyeceğini, ancak sembollerle önerilebileceğini öne sürmüşlerdir. Bu dönemin terimleri bulanıktır ve yazarları ise eleştirmenlerce yalnızca bir kategoriye konamamaktadır.
Huge von Hoffmansthal ve Rainer Maria Rilke`nin şiirleri o atmosferi çağrıştırdığı için empresyonisttir. Hoffmansthal aynı zamanda bir neoromantik olarak kabul edilir çünkü naturalizme karşı çıkmıştır. Hoffmansthal büyük ölçüde Alman besteci Richard Strauss'un yazdığı opera - özellikle "Der Rosenkavalier" (1911) – "libretto"ları (söz) ile tanınır.
Thomas Mann`ın romanları geniş ölçekli biçimler ve temaları sunar. İlk sosyal romanlarından "Buddenbrooks" (1901), tüccar bir ailenin yaşamını anlatmasıyla tamamen gerçekçidir. Mann`ın Bildingsromanı "Sihirli Dağ" (1924) daha felsefidir ve hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta, tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900`lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder.
Arthur Schnitzler`in Viyana`da yazdığı empresyonist dram ve hikâyeler, kısa romanı "Rüya Hikayesi"`nde (1926) cinsel kıskançlığı anlattığı gibi, insani hislerinin psikolojisini keşfe çıkar. Schnitzler`in çalışmaları, Sigmund Freud psikanaliz'inin derinliklerini edebiyata ithal etme denemelerini temsil eder.
Ekspresyonizm tüm sanat dallarındaki ana bir hareketti. Ekspresyonistler yaşamı gerçeğin kendi kişisel yorumlamalarınca değiştirilmiş olarak resmetmeye çalışmışlardı. Ekspresyonizm, I. Dünya Savaşı`na (1914-1918) ve geleneksel sosyal ve politik yapıların çözülmesi sonucu ortaya çıkan kaosa tepki olarak sahneye çıkmıştı. Expresyonist eserlerin çoğu kâbus gibi bir niteliğe sahipti. Her şeyin ötesinde Ekspresyonizm, tüm geneleksel sanat standartlarının reddedildiği radikal bir deneysellik hareketiydi.
Bel |
ki de en büyük ekspresyonist yazar Franz Kafka`ydı. Onun hayalsi stili, garip görüntüler, kilik değiştirmiş referanslar ve psikolojik işkence ile yanıltıcı basitlikteki betimlemeleri harmanlar. Sonuç ise edebiyat tarihindeki eşsiz bir stil olmuştu. Kafka`nın "Duruşma" (1925) romanında bir adam, gizemli bir mahkeme tarafından tutuklanır, suçlanır ve idam edilir.
Ekspresyonist dramların en iyi örneklerinden bazıları da Bertolt Brecht`in özellikle 1940`larda yazdığı piyesleridir. Bunların içinde Otuz Yıl Savaşları`nın tarihi kaydı niteliğindeki "Cesaret Ana ve Çocukları" (1941) ve İtalyan astronom Galileo ile onun bilimsel teorilerini dini temelde suçlayan Roma Katolik kilisesi arasındaki savaşımı anlatan "Galileo`nun Yaşamı" (1943) de vardır. Brecht`in yanı sıra Georg Kaiser ve Ernst Toller de önde gelen ekspresyonistlerdendir. Bu dönemin şairlerinden Georg Trakl ve Gottfried Benn de üne sahiptir.
Adolf Hitler`in Nazi Partisi Almanya`daki iktidarı 1933`te ele geçirdi. Naziler hiç zaman geçirmeden ahlaksız ve siyaseten güvenilmez buldukları ekspresyonistleri yargılamaya giriştiler. Yaptıkları ilk işlerden biri ekspresyonist kitapları Berlin`de bir kütüphanenin avlusunda halkın gözleri önünde yakmak oldu.
Hitler`in Üçüncü Reich`ı (1933-1945) bitmek tükenmek bilmeyen propagandanın yanında çok az değerli edebi eser üretebilmiştir. Özellikle bu dönemde Leo Weisgerber düşünceleri en çok tutulan ve Nazilerce yüceltilen dil bilimci ve edebiyatçıdır. Bertolt Brecht ve Thomas Mann gibi önemli yazarlar ABD`ye göç ettiler ve Almanca yazmaya orada devam ettiler. Diğerleri ise yakalandılar ve toplama kamplarında katledildiler.
İkinci Dünya Savaşı`ndan sonra (1939-1945), Alman edebiyatı ana olarak savaşla yerle bir edilen Almanya`nın psikolojik travmalarla dolu yaşamı ile ilgilendi. Bu dönem, ""Trümmerliteratur"" (Almanca: Enkaz edebiyatı) olarak isimlendirilir. Savaştan sonra Almanya, SSCB tarafından kontrol edilen Doğu Almanya ve Batı ve özellikle Amerika güdümündeki Batı Almanya olmak üzere iki devlete bölünmüştü. Dönemin en önde gelen Alman yazarları Heinrich Böll ve Günter Grass`tı. Böll`ün romanları "Bayanla Grup Resmi" (1971) ve "Katharina Blum`un Kayıp Onuru" (1974) toplumdaki itibarlarını kaybetmiş kadınları anlatır. Grass ise edebi biçimlerdeki korkusuz yorumlarıyla öne çıkmıştı. "Teneke Trampet" (1959), "Kedi ve Fare" (1961) ve "Köpek Yılları" (1963)`ndan oluşan Danzig üçlemesi, şimdiki adı Gdansk olan Alman-Leh şehrindeki savaş sonrası zenginlik ve Nazi iktidarının bir taslamasıdır.
Savaş sonrası edebiyat, Almanya`nın Nazi tarihiyle yüzleşmek için çaba sarfetmişti. Faust efsanesinin Thomas Mann versiyonu "Doktor Faustus"`ta (1947) bir bestecinin, aşk ve ahlaki sorumluluğu sanatsal yaratıcılık uğruna reddedisini anlatır. Hikayeleri, Alman edebiyatının tüm geçmişinin Nazilerin ortaya çıkmasında sorumlu olduğunu anlatmaya çalışır. Carl Zuckmayer`in "Şeytan`ın Generali" (1946) dramı Nazi rejiminde suçlanan Alman ordu kahramanı Ernst Udet`in yaşamı üzerineydi. Rolf Hochhuth`un piyesi "Vekil" (1963) Papa 12. Pius`u Nazilerin Yahudileri katletmesine göz yummakla suçlar.
Savaş sonrası drama yazarlarının en önemlileri Almanlar değil, İsviçreli Friedrich Durrenmatt ve Max Frisch ile Avusturyalı Thomas Bernhard ve Peter Handke`dir. İsviçreli yazarlar, Brecht tarzındaki sosyal eleştiriyi devam ettirdiler. İki Avusturyalı ise daha çok psikolojik dramlar yazmıştı.
Doğu Alman edebiyatı, Batı`dakinden farklıydı. Doğu yazarları genelde sosyalist bakış açısına sahiptiler ve Batı`nın değerlerini eleştiriyorlardı. Christina Wolf`un romanı "Cassandra" (1983) savaştan bitap olmuş şehri Doğu Almanya`ya benzeterek Troya`nın düşüşünü yeniden anlatır. 1959`da Doğu Almanya`dan Batı Almanya`ya geçen Uwe Johnson, politik olarak bölünmüş Almanya`nın yorgunluklarına işaret ediyordu. Johnson`un romanı "Jakop Hakkındaki Dedikodular" (1959) Sovyet ajanlarıyla işbirliği yapmayı reddeden bir adamın öldürülmesini konu eder.
1989`da, toplum baskısı nedeniyle Doğu Alman hükümeti çöktü. 1990`da Doğu ve Batı Almanya tekrar birleşti. Birleşmeden sonra Wolfgang Hilbig, Erich Loest, Monika Maron ve Christa Wolf gibi eski Doğu Alman yazarları otobiyografiler, romanlar ve denemelerle geçmişleriyle hesaplaşma içine girdiler. "Maron`un Küllerin Uçuşması" (1981) romanında bir güç santralinin çevreyi kirlettiğini keşfettikten sonra bir gazetecinin yüz yüze kaldığı ahlaki açmaz konu edilir. Romanya`nın Almanca konuşan azınlığından Herta Müller Komünist rejimdeki yaşamı romanları "Yeşil Eriklerin Ülkesi" (1994) ve "Randevu"`da (1997) anlatır. Christoph Hein`ın romanları "Tango Dansçısı" (1989) ve "Willenbrock" (2000) kendilerini bir kâbusun içinde bulan normal insanları kaleme alır.
Öküz Mehmed Paşa
Öküz Kara Mehmed Paşa veya Öküz Damad Mehmed Paşa I. Ahmed saltanatı döneminde 17 Ekim 1614-17 Kasım 1616 ve II. Osman saltanatı döneminde 18 Ocak 1619-23 Aralık 1619 tarihleri arasında toplam üç yıl, yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
"Öküz" lakabı bazı kaynaklarda iddia edildiğinin aksine "Oğuz" kelimesinin değişikliğe uğramış hali olmayıp, babasının Karagümrük'te öküz nalbantlığı yapmış olması ile alakalıdır.
Türk asıllı olup İstanbul'da Karagümrük semtinde doğmuştur. Babasının bir öküz nalbandı olduğu bildirlmektedir.
Fakat 1567'de bir yolunu bulup Saray Enderun Okulunda eğitim yapmıştır. Önce sarayda iç kiler kethudası, Hasoda ağası ve sonra (1606/1607'de) silahdarlığa yükselmiştir. Nisan 1607'de Saray'dan çıkma yapıp kubbe vezirlik rütbesi ile Mısır Valisi olarak görev verilmiştir.
Mısır'a gemiyle gitmiş ve İskenderiye limanına çıkmıştır. Mısır valileri orada karaya çıktıkları zaman yörel mal tahsil memuru görevleri olan "keşşaflar" tarafından karşılanırlardı. Yeni vali onlardan derecelerine ve kudretlerine göre "keşşafiye" adı verilen 10,000; 20,000; hatta 40,000 altın para alıp onları tekrar görevlerine memur ederlerdi. Bu keşşaflar da gerçekte halktan açık artırma ile vergi toplama görevini yüklenen (Mısır'da "emin" -çoğulu "umena"- adı verilen) mültezimlerden tahsil ettikleri paralarla bu keşşafiye ödemelerini karşılarlardı. Bu yetmezmiş gibi kessaflar, "emin" adlı mültezimlerin maiyetlerinde bulundurdukları (kul taifesi) askerlerden de para alırlar ve kul taifesi askerler de "külfe" ve "taibe" adı altında vergi mükelleflerinden topladıkları ekstra vergi ile bunları karşılardı. Öküz Mehmet Paşa İskenderiye'ye geldiği zaman keşşaflardan (toplamı 100.000 altını geçen) keşşafiye almadı. Bundan başka "eminler" ile "keşşaflar" arasındaki bağlantıları ortadan kaldırdı ve eminleri doğrudan doğruya Mısır valiliğinin merkezi eyalet divanına bağladı. Ayrıca eminlere bağlı kul taifesinin kessaflara ödediği paralar ve halktan topladıkları "külfe" ve "taibe" vergileri de ortadan kaldırıldı. Böylece Mısır'da vergi toplaması süreci içinde bulunan aracılar ortadan kaldırıldı ve bunlar için vergi mükellefinin verdiği paralar artıp bu aracıların Mısır vergilerinden aldığı payı azaltıldı.
Öküz Kara Mehmed Paşa Mısır'a geldiğinde Mısır eyalet askeri (kul taifesi) olarak adları altında 7 Ocak'ta organize edilmiş eyalet askeri bulunmaktaydı. Bunlar
idi. Çeşitli sebeplerle bu asker ocaklarının disiplini bozulmuştu. Bu disiplin bozulmasına baş neden kül taifesinin halktan vergi toplayan "eminlere" refakat etmesi; bu refakat için '"keşşaflara" para ödemesi yapması gerekmesi ve bunun karşılığını almak için halktan "külfe" ve "taibe" adlı vergi toplamaları idi. Askerin bu vergi toplama görevi halkın büyük hoşnutsuzluğu ve şikayetine neden olmaktaydı. Ayrıca ocak subayları, kul taifesinin kendilerine devlet maaşından değişik bir gelir buldukları için emir ferman dinlemediklerinden şikayetçi idiler. Öküz Kara Mehmet Paşa'nın Mısır eyaleti vergi toplaması reformu ile eminleri eyalet divanına bağlaması ve "külfe" ile "taibe" toplanmasını kaldırması bu kul taifesinin menfaatlerine dokunmuştu. Kul taifesinden "Gönüllüler", "Tüfekçiler" ve "Çerkesler" ocakları buna karşı isyan ettiler ve validen "külfe" ile "taibe" vergilerinin yeniden koyulmasını istediler. Öküz Kara Mehmet Paşa gayet azimle ve şiddetle davranıp isyan etmeyen diğer dört kul taifesi ocağı askerlerini kullanarak, isyancı ocaklarının elebaşlarını yakalatıp öldürttü ve diğer isyancı ocakları mensuplarını da sürgüne göndertti. Böylelikle birkaç bin kişilik kul taifesini askerlikten bertaraf etti. Bu azimli şiddet hareketi ile ortalık sükunete geldi ve Mısır'da emniyet ve asayiş kurulmuş oldu. Bu nedenle Öküz Kara Mehmet Paşa Mısır'da "Kulkıran Mehmet Paşa" olarak anılmaya başlandı.
Öküz Kara Mehmet Paşa vergi toplama reformları yaptıktan sonra Mısır vilayetinde diğer reformlara geçti. Mısırda hazine gelirlerini ve giderlerini yoluna koymaya çalıştı. Bu mali reform yanında Mısır'da bir para reformuna da girişti. Ekonomik hayatı büyük bir sekteye uğratan eksik, bozuk ve kırpık sıkkeleri tedavülden kaldırtıp eyalette dolaşan sıkkeleri ıslah ettirdi.
Mısır valileri Kahire'de "Ka'latül-cebel" adı ile tanınmış bir tepe üzerinde bulunan bir sarayda oturmakta idiler. Bu tepe etrafındaki surlar bakımsızlıktan yıkılıp yıpranmışlardı. Öküz Kara Mehmet Paşa bu kale duvarlarını yeniden yaptırdı. Ayrıca bu kale içinde Mısır askeri için kışlalar inşa ettirdi. Böylece askeri sınıfın bu kışlalarda kalıp eğitimli ve disiplinli olmalarını sağladı.
Öküz Kara Mehmed Paşa dört buçuk yıl Mısır valiliği yaptıktan sonra Agustos 1611'de İstanbul'a çağrıldı. İstanbul'a karadan gitti.
İstanbul'a vardıktan sonra Ocak 1612'de Sultan I. Ahmet'in (o zaman 7 yaşında bulunan) kızi "Gevherhan Sultan" ile evlendi ve saraya Damat oldu.
O yıl Maraşlı Damat Halil Paşa yerine Kaptan-ı Derya olarak tayin edildi. 1612'de ve 1613'de sefer mevsimlerinde donanma ile iki defa Akdeniz'e sefere çıktı. 1613'de ikinci Akdeniz seferini Malta'lı ve Toskana'li korsanların Silifke civarında bulunan "Ağa Limanı"'na yaptıkları hücumu önlemek veya karşı hücum yapmak için başlattı. Bu denizci Avrupa devletleri ile işbirliği yapan Durzi emiri M |
aanoglu Fahreddin'i mağlup etti. Sakız Adası civarında Mısır'dan gelmekte olan ve şeker, zahire ve barut yüklü ticaret gemileri ile karşılaştı ve onlara karakol görevi yapmadan Sakız adası yakınlarına gönderdi. Bu civarda pusuda bulunan Napoli Krallığı taht naibi İspanyol Ottaviano d'Aragona'ya ait korsan gemileri bu ticaret gemilerine saldırdılar. Hemmer Tarihi Öküz Mehmet Paşa'nın donanma ile bu korsanlara saldırdığı ama yenilip geri çekildiğini bildirir ama o dönem ait Osmanlı tarihçileri bu deniz savaşından bahsetmezler. Fakat ticaret gemilerinde büyük zayiat verildiği üzerinde tarihçiler anlaşmaktadırlar. Bundan Mehmet Paşa hatalı görülüp 1613'de Kaptan-ı Derya görevinden azledildi ve yerine tekrar Maraşlı Damat Halil Paşa kaptan-ı derya tayin edildi.
Mehmet Paşa böylece 1613'de İstanbul'a döndü ve ikinci vezirliğe atanarak kubbealtı vezirliğine başladı ve bu arada sedaret kaymakamlığı da yaptı. O yıl 17 Ekim 1614'de sadrazam olan Gümülcineli Damat Nasuh Paşa Sultan I. Ahmet tarafından azledilerek idam ettirildi. Yerine padişahın damadı olan Öküz Kara Mehmet Paşa birinci kez sadrazam olarak atandı.
Şah Abbas'a karşı yapılmakta olan 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı yeniden başlamak üzere idi. O yıl elçi olarak İran'a gönderilmiş olan İncili Mustafa Çavuş'un geri dönmemesi ve Nasuhpaşa Antlaşması'na göre yıllık tazminat olarak İran'ın göndermesi gereken 200 yük ipeğin de gelmemesi nedeniyle 1615'de Sultan I. Ahmet tarafından İran'la barış sona erdirildi. Sadrazam Öküz Kara Mehmed Paşa İran Serdar-ı Ekremi tayin olarak olarak Mayıs 1615' İran cephesine gitmek üzere Haleb'e doğru yola çıktı.
Fakat o yıl askeri hareketa başlamak için mevsim çok geç olduğu kabul edildi. Öküz Kara Mehmet Paşa ordusunun birlikleri Kahramanmaraş, Malatya ve Sivas'ta kışladılar. Nisan 1616'da ordu Erzurum, Göksun, Yayla ve Kars yoluyla Revan ve Nihavend üzerine yöneldi. Ordu ile yolda karşılaşılan İranlı birlikleriyle yapılan çarpışmaları kazanarak İranlılar elinde geçmiş bulunan Revan'a vardı ve şehri kuşatmaya aldı. Şah Abbas yeni bir ateşkes antlaşması yapmak için bir heyet göndererek barış müzakerelerine başladı. Fakat Şah Abbas'ın bu müzakereleri sonuçlandırma hedefi yoktu ve sadece müzakereleri uzatmak istemekteydi. Sonunda uzayan müzakereler dolayısıyla kış mevsimi geldi. Öküz Kara Mehmet Paşa bu mevsimde askeri harekat yapamayacağı için Revan kuşatmasını bırakıp geri geçildi. Şah Abbas böylelikle Revan'ın Osmanlılar tarafından işgal edilmesini önlemiş oldu. Öküz Kara Mehmet Paşa o kışı Soğanlı Yayla'da geçirdi. Fakat İstanbul'daki rakiplerinin bu Revan kuşatması başarısızlığını tenkit ettikleri haberleri gelmeye başladı ve 17 Aralık'ta sedaretten istifa edeceği hakkında bir haberi başkente gönderdi. Ocak 1617'de birinci kez sadrazamlığından azledilip yerine Maraşlı Damat Halil Paşa sadrazam tayin oldu.
Öküz Kara Mehmet Paşa bundan sonra ikinci vezir olarak kubbealtı vezirliği görevine devam etti. Sadrazam Maraşlı Damat Halil Paşa İran cephesi serdar-ı ekremi iken İstanbul'da sedaret kaymakamlığını Sofu Mehmed Paşa yapmaktaydı. Bu sırada İstanbul büyük olaylara sahne oldu. Sultan I. Ahmet birden hastalanıp 22 Kasım 1617'de öldü. Sofu Mehmed Paşa ve saray ilerigelenleri sultanlığın "babadan-oğla geçme" prensibini bozarak yeni olarak "ekberiyet" prensibini getirdiler. Bu yeni prensibi uygulayarak I. Ahmed'in genç oğlu Şehzade Osman yerine, o zaman en yaşlı padişah oğlu (III. Mehmed'in oğlu ve I. Ahmed'in kardeşi) olan I. Mustafa'yı tahta çıkardılar. Fakat I. Mustafa üç ay kadar süren bir saltanattan sonra, akli dengesi yerinde olmadığı nedeniyle, 26 Şubat 1618'de tahttan indirildi. Yerine 15 yaşında olan I. Ahmed'in oğlu II. Osman tahta geçirildi.
II. Osman ilk önemli ataması 9 Temmuz 1618'de İstanbul'da Sadrazam Kaymakamı olan Sofu Mehmed Paşa'yı azledip ikinci vezir olan Öküz Kara Mehmed Paşa'ya bu görevi vermesi oldu. Ertesi yıl Sadrazam ve İran cephesi Serdarı olan Maraşlı Damat Halil Paşa, İran'da 1681'de Şah Abbas'ın boşalttığı Tebriz'i ele geçirdi; ama oradan Erdebil'e yürümekte iken Pul-i Şikeste'de İran ordusunun bir pususuna düştü ve Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğradı. Bundan sonra İran'la, 26 Eylül 1618'de Serav Antlaşması imzalandı. Serdar-ı Ekrem Sadrazamın doğu cephesindeki bu başarısızlıkları üzerine II. Osman 18 Ocak 1619'da Maraşlı Damat Halil Paşa'yı görevinden aldı ve yerine Öküz Kara Mehmed Paşa ikinci defa sedarete getirildi.
29 Eylül 1619'da Şah Abbas'ın elçisi Yadigar Ali İstanbul'a geldi. Yanında hediye olarak 100 yük ipek, 4 fil, 1 gergedan ve diğer değerli hediyeler getirmişti. Paraya ve hediyelere çok düşkün olan II. Osman bu hediyelerden gayet memnun oldu. Yine o yıl Kaptan-ı Derya olan İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa Akdeniz'de Hıristiyan korsanlara ait olan 6 kalyon ele geçirmişti. Mevsim icabı İstanbul'a dönen donanma ile bu kalyonları İstanbul'a getirdi. Bu kalyonlarda bulunan 200 esiri, her bir esirin omuzuna 1 kese gümüş kuruş ve diğer değerli mallar koydurarak, Padişah'a sundu. Padişah Güzelce Ali Paşa'nın bu jestinden pek memnun olup onu altın zencir ve hilat ile taltif etti. Fakat sadrazam Öküz Mehmet Paşa bu eşyanın Osmanlı devleti ile ticaret anlaşması yapmış olan Venedik ve Fransa devletleri tüccarlarına ait olduğunu bildirip buna itiraz etti. Ayrıca Öküz Mehmet Paşa kaptan-i deryanın Venedik haraçlarının büyük bir oranını hazineye vermediğinden şikayetci oldu. Venedik Elçisi divana gelip devletinin şikayetini sundu. Fakat paraya çok düşkün olan II. Osman, bu ganimetlerin deniz hukukuna uygun olduğuna ait danışman fikri aldığı için, hiçbir netice alınmadı. Ayrıca İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa padişaha daha yeni hediyeler verme ve hazineye daha çok varidat temin etme vaatleri vermişti. Bunun üzerine 23 Aralık 1619'da Öküz Kara Mehmed Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa sedarete geçirildi.
Ali Paşa hazineye yeni varidat bulmayı eski devlet adamlarının mallarını müsadere etmekle gerçekleştirmeye çalıştı. Bu arada Öküz Kara Mehmet Paşa'nın tüm "mallarını müsadere ettirip üryan ve püryan" ' onu Halep'e vali tayin etti. Öküz Kara Mehmet Paşa Halep'e gitti ve aynı yıl 1619'de orada öldü. Halep'te Şeyh Bekir Zaviyesi yanında bulunan türbesinde gömüldü.
Öküz Kara Mehmet Paşa Mısır valiliği sırasında yaptığı icraat ve reformlar ile isim yapmıştır.
Uzunçarşılı'ya göre:
Devlet hizmetlerinde doğruluğu, haksinaslığı, cesareti ve cömertliği ile tanınmıştır. Vakur ve ciddi olup hükümet reisliğinde orta derecede iktidarı haizdi.
Mısır valiliği sırasında Mekke'de ve hac yolu üzerinde olan Şam ve Hicaz yolları üzerinde sular getirmesi ve kaleleri tamir ettirmesi icraatı vardır.
İlk sadaretinden, 1616'da çıktığı İran Seferi'nde Safevilere yenik düşmüş olmasından ötürü azledilmesi sonrasında tayin edildiği Aydın Valiliği esnasında Batı Anadolu ticaretinin gelişmesini teşvik için Kuşadası'nda inşa ettirdiği kervansaray (sonradan ticari merkez yabancı tacirlerin tercihiyle İzmir'e kaymıştır) adını taşımaktadır.
Ayrıca, ikinci sadaretinde, İran Seferi esnasında, Niğde'nin Ulukışla ilçesinde de bir kervansaray, cami, mektep, medrese, çeşme ve köprü inşa ettirmiştir. Yaptırdığı kervansaray sonradan Faruk Nafiz Çamlıbel'in "Han Duvarları" şiirinin ilham kaynağını oluşturmuştur.
Doğum yeri olan Karagümrük'te cami, çeşme ve mektep yaptırmıştır. Sakız'da camii ve gezdiği bazı diğer yerlerde hayırlı kurumları bulunmaktadır.
Çevresindekilerce gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet Paşa'nın komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti kışlak çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden geçirirlerken, birliklerin iaşesi ve taşıma işleri için getirilmiş öküzlerden biri çadırın aralığından kafasını uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş. Çevresindekiler gülmemek icin kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, öküz gitmiş. Ancak bir süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine uzun uzun Öküz Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık kendilerini tutamayıp kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Öküz Mehmet Paşa, "Bu hayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş. "'Hadi senin kim olduğunu anladım da, bu yanındaki eşekler neyin nesi?' diye soruyor."
Ethel ve Julius Rosenberg
Ethel Greenglass Rosenberg (d. 25 Eylül 1915 – ö. 19 Haziran 1953) ve Julius Rosenberg (d. 12 Mayıs 1918 – ö. 19 Haziran 1953), Amerikalı vatandaşı ve Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi (CPUSA) üyesiydiler. Sovyetler Birliği adına casusluk yapmakla ve atom bombasıyla ilgili bilgileri Ruslara vermekle suçlanıp yargılandılar, suçlu bulundular ve idam edildiler.
SSCB'ye atom içerikli gizli bilgiler sızdırmakla ilgili suçlamaların doğruluğu o zamanlarda tartışmalıdır. On yıllarca sonra Sovyet haberleşmeleri Venona projesi ile deşifre edilmiş ve kamuya açılmıştır. Bu haberleşmelerde Julius Rosenberg'in aktif olarak casusluk yaptığı yer almakta ancak, suçlu bulunduğu casuslukla ilgili ya da Ethel Rosenberg'in ilgisi olduğuna dair herhangi bir delil bulunmamaktadır. Çift Ethel Rosenberg'in kardeşi David Greenglass'ın çalıştığı New Mexico'daki araştırma merkezinden edindikleri nükleer silah sırlarını Rus ajanlara ileten casuslar olarak suçlanmışlardı. İdam kararına bütün dünya tepki gösterdi. Amerikan yetkilileri "yalan söyledik" diye ifade verin idamınızı 30 yıla hapis cezasına indirelim diye teklif götürmüş fakat kabul görmemiştir. Daha sonra yapılan 20 yıl teklifi de kabul edilmedi. Sanıklar yalan söylemediklerini ifade etmişlerdir. Son yapılan teklif ise, Bayan Rosenberg'in bütün şuçu eşine yüklemesi karşılığında serbest bırakılması şeklindeydi ancak bu da reddedildi. Bu teklifler idam gününe kadar devam ettirildi. İdamlarının 18 Haziran tarihinde gerçekleştirileceğinin bildirilmesi üzerine çift, 18 Haziran'ın evlilik yıldönümleri olmasını gerekçe göstererek idamı 19 Haziran tarihine aldırdı. Çift elektrikli sandalyede idam edildi.
Venona projesi kapsamında yayınlanan |
haberleşmelerin Amerika Birleşik Devletleri tarafından yayınlandığı ve bu davada Amerika Birleşik Devletleri'nin taraf olduğu gerçeği suçlamalar ve dava sonucu hakkındaki tartışmaları sürdürmektedir.
Julius Rosenberg, 12 Mayıs 1918'de New York'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1939'da City College of New York'dan elektrik mühendisi derecesi ile mezun oldu. 1940'da "Ordu İşaret Alayı"'na katıldı, orduda radar ekipmanları üzerinde çalıştı. Genç Komünist Derneği'nde lider oldu ve 1936'da orada üç yıl sonra evleneceği Ethel ile tanıştı.
Ethel Greenglass, 25 Eylül 1915'de New York'ta Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Oyuncu ve şarkıcı olmayı çok arzuluyordu ancak sonunda bir nakliye firmasında sekreter olarak çalışmaya başladı. İşçi anlaşmazlıkları ile ilgilendi ve Genç Komünist Derneği'ne katıldı ve ilk kez Julius ile tanıştı. Rosenberglerin iki oğlu vardı.
Şair Melih Cevdet Anday'ın Rosenberg'ler için yazdığı ve Zülfü Livaneli tarafından bestelenen "Bir çift güvercin havalansa" adlı bir şiiri de vardır.
Damat Halil Paşa
Damat Halil Paşa veya Maraşlı Damat Halil Paşa, 17 Kasım 1616-18 Ocak 1619 tarihleri arasında, I. Ahmed saltanatının son döneminde, I. Mustafa'nın ilk saltanatında ve II. Osman saltanatının ilk döneminde iki yıldan biraz fazla bir süre ve daha sonra IV. Murad saltanatı döneminde 1 Aralık 1626-6 Nisan 1628 tarihleri arasında bir buçuk yıla yakın bir süre olmak üzere, iki kez toplam üç yıl yedi ay yedi gün sadrazamlık yapmış devlet adamıdır.
Kahramanmaraş, "Zeytun" (günümüzde Süleymanlı) kasabasında doğmuş Ermeni asıllı devşirmelerdendir. Ağabeyi III. Murat'ın yakın danışmanlarından olan Beylerbeyi Mehmet Paşa idi. Eğitimini Sarayda Enderun okulunda tamamladı. Sarayda önce "doğancıbaşı" , 1595 yılında da "Çarkacıbaşı" görevine atandı.
Saraydan çıkması Temmuz 1607'de "Maryol Hüseyin Paşa" yerine Yeniçeri Ağası olarak tayin edilmesi ile olmuştur. Bu görevde iken Celali isyanları'nın bastırılmasında bulunmuş; Kuyucu Murat Paşa'nın baş yardımcısı olarak bu başarıları ile Sadrazam Kuyucu Murat Paşa tarafından tutulmaya başlanmıştır. Kuyucu Murat Paşa Celaliler isyanı ile uğraşmayı bitirir bitirmez İstanbul'a gitmeden İran Serdar-ı Ekremi tayin edilmişti. Kuyucu Murat Paşa, kendinin İstanbul'a dönmesini istemeyenlerin başında kaptan-ı derya Hafız Ahmed Paşa bulunduğunu öğrenmişti. Sadrazam olan ve İran cephesinde bulunan Kuyucu Murat Paşa kendi adamı olarak kabul ettiği Maraşlı Damat Halil Paşa'yı 6 Şubat 1609'da Hafız Ahmed Paşa yerine Kaptan-ı Derya olarak tayin ettirmiştir.
Maraşlı Damat Halil Paşa'ya Kaptan-ı Derya görevi Cezayir beylerbeyi unvanı da verilmiştir. Halil Paşa bu ilk kaptan-ı deryalık görevi sırasında ilk yılını Maltalı ve Floransalı korsanların Doğu Akdeniz'de Osmanlı ticaret gemilerine yaptıkları hücumları önlemeye çalışmakla geçirmiştir. Avrupalıların "Kırmızı Kalyon" Türklerin "Kara Cehennem" adını verdikleri ama asıl adı "de Fraissinet" olan Malta Şövalyeleri filosu komutanının 4 veya 5 kalyonluk bir filo ile Kıbrıs adası etrafında dolaşarak Mısır'dan gelecek ve Mısır vergilerini ve Mısır eşyalarını İstanbul'a taşıyan Türk ticaret gemilerine hücuma hazırlandığı haberini almıştı. Bu filonun üzerine gitti ve Maltalılar idaresinde bu kalyon filosu ile 2 gün süren bir deniz savaşına girişti. Bu muharebede korsan Kara Cehennem'e karşı galip gelen Halil Paşa bu filonun kalyonlarının hepsini teslim alarak ve 500 esir, 2,000 tüfenk ve 160 top eline geçirdi. Bu savaşta Cezayir kaptanlarından Cafer Kaptan İspanyol Sicilya Valisi'nin oğlunu da esir aldı ve daha sonra bu çocuk Enderun'da yetiştiridi. Bu kalyonları ve ganimet mallarını Halil Paşa İstanbul'a getirdi. Bu başarısından dolayı kendisine vezirlik rütbesi verildi. Halil Paşa 1610 ve 1611 yıllarında da donanma ile Akdeniz seferleri yaptı ama bu seferlerde büyük deniz savaşlarına girişmedi. Ancak bu seferlerde irili ufaklı 50'den fazla gemiyi eline geçirmeyi başardı.
Bu yıllarda Akdeniz'de Faslılar ve İspanyollara karşı bağımsızlık savaşları veren Hollandalılarla birlikte İspanya aleyhinde bir ittifak kurmak için faaliyetlerde bulundu. Bu ittifak için müzakerelerin açılması için 10 Temmuz 1610 tarihli Lahey'e Hollanda hükümetine gönderdiği bir name Hollanda arşivlerinde bulunmaktadır.
Fakat Halil Paşa'nın hamisi olan Kuyucu Murat Paşa 1611'de öldü. Çok başarılı olan Mısır valisi Öküz Kara Mehmet Paşa İstanbul'a çağrılıp I. Ahmet'in çocuk yaşında kızı ile nikah yapıldı ve saraya "damat" oldu. Sadrazam Gümülcineli Damat Nasuh Paşa da hem Kara Mehmet Paşa'yı ödüllendirmek ve hem de İstanbul'dan uzaklaştırmak isteğindeydi. Böylece 1612'de Halil Paşa Kaptan-ı Derya görevinden azledildi ve yerine Öküz Kara Mehmet Paşa'ya Kaptan-ı Deryalık görevi verildi.
Halil Paşa İstanbul'da vezirlik görevine devam etti. Bu görevde iken kendinin büyük katkı yaptığı İspanya'ya karşı Fas ve Hollanda ile ittifak konusunu da konuşmak üzere "Cornelius Haga" adlı bir Hollanda elçisi 17 Mart 1612'de İstanbul'a geldi. Halil Paşa ve diğer divan vezirleri ile görüşmeler yaptı ve Padişah huzuruna çıktı. Fakat Akdeniz'de İspanyollara karşı Osmanlı-Fas-Hollanda ittifakı konusunun sonuç verici olmayacağı aşikardı. Bir taraftan Osmanlı tarafındaki Halil Paşa'nın Osmanlı politikasına etkisi çok azalmıştı ve diğer taraftan Hollandalılar 1609'da İspanya ile bir ateşkes imzalamışlardı. Bu ateşkes ta 1621 sonuna kadar yürürlükte kalıp İspanya ve Hollanda arasında bir nebze barış sağladı.
1613'de Öküz Mehmet Paşa'nın yerine ikinci defa Kaptan-ı Derya görevine getirildi. Bu görevle Mayıs 1614'de 45 parça kadırga ile sefere çıktı. Bu seferde Malta adasına asker çıkarıp etrafı vurdu. Oradan sonra Trablusgarp'a yöneldi. Burada "Dayı" olan ve merkezden gönderilen Osmanlı valilerini eyalet işlerine karıştırmayan "Safer Dayı"'yı ele geçirip idam ettirdi. Bundan sonra İstanbul'a döndü.
1617'de Damat Halil Paşa Öküz Mehmet Paşa'nın azledilmesi üzerine 1. kez sadrazamlık görevine getirildi. Bu sırada doğuda devam eden Şah Abbas'a karşı yapılmakta olan 1603-1618 Osmanlı-Safevî Savaşı için serdar-ı ekrem tayin edildi ve doğuda cepheye gitti. Sadrazam İran cephesinde iken iken İstanbul'da sedaret kaymakamlığınını Sofu Mehmed Paşa yapmaktaydı.
Bu sırada İstanbul'da çok önemli olaylar ortaya çıktı ama Sadrazam olan Damat Halil Paşa bunlara hiç etki yapamadı. Sultan I. Ahmet birden hastalanıp 22 Kasım 1617'de oldu. Sofu Mehmed Paşa ve saray ileri gelenleri sultanlığın "babadan-oğula geçme" prensibini bozarak yeni olarak "ekberiyet" prensibini getirdiler. Buna göre III. Mehmed'in oğlu ve I. Ahmed'in kardeşi olan I. Mustafa'yı tahta çıkardılar. Fakat I. Mustafa üç ay kadar süren bir saltanattan sonra, aklı dengesi yerinde olmaması nedeniyle, 26 Şubat 1618'de tahttan indirilip 15 yaşındaki I. Ahmed'in oğlu II. Osman tahta geçirildi. Temmuz 1618'de İstanbul'da Sadrazam Kaymakamı olan Sofu Mehmed Paşa azledildi ve Öküz Kara Mehmed Paşa İstanbul'da sedaret kaymakamlığına getirildi.
1618'de sadrazam ve serdar-ı ekrem olan Damat Halil Paşa, İran'da 1618'de Şah Abbas'ın boşalttığı Tebriz'i ele geçirdi. Ama oradan Erdebil'e yürümekte iken Pül-i Şikeste'de İran ordusunun bir pususuna düştü ve Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğradı. Bundan sonra İran'la, 26 Eylül 1618'de Serav Antlaşması imzalandı.Bu başarısızlığı üzerine II. Osman 18 Ocak 1619'da Damat Halil Paşa'yı sadrazamlık görevinden aldı.
Damat Halil Paşa İstanbul'a dönüp Üsküdar'da Pir Aziz Mahmut Hüdai Efendi dergahına çekildi. Pir Aziz Mahmut Hüdai aracılığı ile II. Osman'nın I. Ahmet ölümü ile kendisine padişahlık verilmemesi dolayısıyla olan küskünlüğü giderildi.
1620 yılında Damat Halil Paşa üçüncü kez Kaptan-ı Derya olarak görevlendirildi.
Bu görevde iken Genç Osman olayı ile II. Osman'ın katli ve I. Mustafa'nın ikinci defa tahta çıkarılması ve bunlara dolayısıyla çıkan keşmekeş ve karışıklıklar sırasında I. Mustafa'nın annesi Valide Sultan 3 defa Damat Halil Paşa'ya sadrazamlık teklif etti. Ama Damat Halil Paşa bu anarşik durumda sadrazam olmayı reddetti. 1620 yılı sonlarına doğru kaptan-ı derya görevinde de azledildi.
Altı ay sonra 1621'de 4. kez kaptan-ı derya oldu. 1623'de bu görevden azledilerek yerine Topal Recep Paşa kaptan-ı deryalık görevine getirildi. Bu azilden sonra Damat Halil Paşa Malkara'ya sürgüne gönderildi.
8 Şubat 1626'da yeni bir sadrazam tayin edilmesi için sedaret kaymakamı olan Topal Recep Paşa konağında bir meşveret meclisi toplanıp buna devlet ricali vezirler ve ulema katıldı. Bu toplantıda ilk defa bu devlet ricalinin oylaması ile bir sadrazam adayı seçildi. Müezzinzade Filibeli Hafız Ahmed Paşa sadrazamlıktan azledilerek yerine Damat Halil Paşa seçilmesi önerisi padişah IV. Murat'a sunuldu. Padişah bunu kabul ederek Damat Halil Paşa 2. kez sadrazamlığa getirildi. Damat Halil Paşa kışın çok soğuk olmasına aldırmayarak alayla Üsküdar'a giderek o yaz İran'a sefer yapmak için hazırlıklara başlamak üzere orada ordugaha çekildi.
Damat Halil Paşa orduyla İran cephesine hareket edip yolda iken Erzurum'da Abaza Mehmet paşa'nın isyan etmiş olduğu haberini aldı. Bunun üzerine Damat Halil Paşa'nın ordu ile Abaza Mehmed Paşa isyanını bastırmak için Erzurum'a yürüdü. Erzurum'u 70 gün kuşatmaya aldı ama Abaza Mehmed Paşa'nın direnmesi dolayısıyla bu şehri almada başarısız kaldı. Doğuda kış mevsiminin erken gelmesi nedeniyle, kış harekatına hazır olmadığı için, Damat Halil Paşa Erzurum kuşatmasını kaldırıp ordu ile Tokat ordugahına çekildi. Bu başarısızlığı dolayısıyla 16 yaşına girip ilk defa devlet kararları almaya yetişkin olduğu kabul edilen IV. Murat'ın ilk politik icraatı olarak 6 Nisan 1628'de Damat Halil Paşa sadrazamlıktan azledildi.
Bundan sonra Damat Halil Paşa emekli yapıldı ve İstanbul'da yaşamaya başladı. 1629'da bu şehirde vefat etti. Üsküdar'da şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdayı Efendi dergahı yanında yaptırmış olduğu türbesine defnedildi.
Damat Halil Paşa, Uzunçarşılı'ya göre
Orta dereced bir hükümet başkanı olup, iki defaki sedaretinde başarılı bir iş göremedi... Dö |
rt defa tayin edildiği Kaptan-ı Deryalıkta yüz ağartmıştır.
Yaşayıp görev yaptığı dönemlerde Genç Osman olayları anarşisi devirlerinin tehlikelerinden mürşiti olduğu Şeyh Aziz Mahmud Hüdayı'nın koruyup desteklemesi ile kurtulmuştur.
İkinci defa sedaretinde İran seferine çıktığını Üsküdar'da mürşidi olan Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi'ye bildirmek için gittiğinde Şeyh ona "A beyim bir defa daha serdar olmuş idin" deyip daha önceki serdarlığı sırasındaki başarısızlığını öne sürüp yeni görevinde de başarısız olacağını ima etmiştir. Damat Halil Paşa buna çok üzülüp Şeyh'in huzurundan hüzünlü olarak ayrılmıştı.
Fatih'te Millet Kütüphanesi civarında camii, çeşme ve sebili vardı. Üsküdar'da Hüdai Efendi Dergahı yakındaki "Kapıcı Tekkesi"'ni de Damat Halil Paşa yaptırmıştır. Hüdayı Dergahı yakında olan türbesi, çeşmesi ve sebili Sultan Ahmet Camii mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa'nın eseridir.
Hakkında Vasafi tarafından yazılmış "Tarih-i Halil Paşa" adlı tercüme-i hali ve yine aynı yazar tarafından hazırlanmış ve muhaberelerini anlatan "Gazaname-i Halil Paşa" adlı yazma eserler İstanbul kütüphanelerinden Esat Efendi kütüphanesinde bulunmaktadır.
Star TV'de yayınlanan Muhteşem Yüzyıl Kösem adlı dizide Halil Paşa karakterini Şener Savaş canlandırmaktadır.
İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa
İstanköylü Çelebi Ali Paşa II. Osman saltanatı döneminde 23 Aralık 1619 - 9 Mart 1621 tarihleri arasında toplam bir yıl iki ay on yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Aslı Türktür. "Güzelce" lakabı çok "yakışıklı" olmasında dolayı verilmiştir.
Babası Tunus Beylerbeyi Ahmet Paşa idi. Babası bu görevde iken Tunus'ta ortaya çıkan mehdilik iddia eden Yahya adlı bir isyancı üzerine gitmiş ve bu çarpışmada hayatını kaybetmiştir. Annesi, Kaya Paşa'nın kızıdır ve peygamber sülalesindendir.
İyi bir eğitim alan Ali Paşa önce İstanköy sancak beyi, sonra sırasıyla Dımyat Beylerbeyliği, 1602'de Yemen Beylerbeyi ve sonra Tunus Beylerbeyliği yapmıştır. Tunus Beylerbeyi iken babasının ölümüne sebep olan Yahya'yı ve emrinde buluna askeri gücü ortadan kaldırıp babasının intikamını almıştır. Daha sonra Mora Beylerbeyi olmuş ve Kıbrıs Beylerbeyliği'nde bulunmuştur.
Kasım 1617'de vezirlik unvanı da verilerek Kaptan-ı Derya olarak atanmıştır. 1619'daki donanmanın deniz seferinde Kaptan-ı Derya olan İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa Akdeniz'de Hristiyan korsanlara ait olan 6 kalyon ele geçirdi. Mevsim icabı İstanbul'a dönen donanma ile bu kalyonları İstanbul'a getirdi. Bu kalyonlarda bulunan 200 esiri, her bir esirin omuzuna 1 kese gümüş kuruş ve diğer değerli mallar koydurarak, Padişah'a sundu. Padişah Güzelce Ali Paşa'nın bu jestinden pek memnun olup onu altın zencir ve hilat ile taltif etti. Fakat sadrazam Öküz Mehmet Paşa bu eşyanın Osmanlı devleti ile barış halinde olan ve bir ticaret anlaşması yapmış olan Venedik ve Fransa devletleri tüccarlarına ait olduğunu bildirdi. Venedik Elçisi de divana gelip devletinin şikayetini sundu. Ayrıca Sadrazam Öküz Mehmet Paşa ayrıca kaptan-ı deryanin Venedik haraçlarının büyük bir oranını hazineye vermeyip kendi servetine eklediği için şikayetçi oldu. II. Osman bu itirazlara aldırmadı. Ayrıca İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa padişaha daha yeni hediyeler verme ve hazineye daha çok varıdat temin etme vaatleri vermişti. Bunun üzerine 23 Aralık 1619'da Öküz Kara Mehmet Paşa sadrazamlıktan azledildi ve İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa yeni sedarete tayin edildi.
Ali Paşa devlet hazinesine yeniden varıdat temini için calisti ve bunda başarılı oldu. Fakat bu çabaları sırasında ileri gelen devlet adamlarının servet ve mallarını müsadere etti. Bunların başında eski sadrazam Öküz Mehmet Paşa gelmekteydi. Onun tüm serveti ve malları müsadere edildi ve gayet az bir maaşla Halep'e vali tayin edildi. Bundan başka Ali Paşa'nın mali icraatına itiraz eden Defterdar Baki Paşa ve kızlar ağası Mustafa Ağa'nın mallarına el konuldu. Birçok özel ticaret yapan zengin tüccarın da servetleri devlete geçirildi.
II. Osman'ı Lehistan seferine çıkmaya teşvik etti. Bu sefer sırasına Ali Paşa'nın tedarik ettiği yeni devlet varidatları da sarf edilip bitirildi. Fakat Ali Paşa hasta idi ve padişahın Lehistan seferine iştirak etmedi ve İstanbul'da kaldı.
Mart 1621'de safra kesesi iltihabı dolayısıyla öldü. Bir rivayete göre de Kösem Sultan'ın düzenlediği gizli bir divan sırasında Sultan Osman gizli divanı basıp veziriazam Güzelce Ali Paşa'yı kendi eliyle öldürmüştür. Öldüğünde yaşı daha 40'ı bulmamıştı. Mezarı Beşiktaş'ta Yahya Efendi Mezarlığı'nda bulunur.
adlı Türk dizisinde Yüksel Güçlü tarafından canlandırılmıştır.
Boğaziçi'nde Yeniköy'de ve Sakız'da camileri vardır. Kasımpaşa'da Kulaksiz'da Saçlı Emir Efendi tekkesinin köşesinde 1619 tarihli bir ceşmesi bulunur.
Ohrili Hüseyin Paşa
Ohrili Hüseyin Paşa (ö. 20 Mayıs 1622), II. Osman saltanatı döneminde 9 Mart 1621-17 Eylül 1621 tarihleri arasında altı ay dokuz gün ve 20 Mayıs 1622'de bir gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Günümüzde Makedonya'da bulunan Ohri şehrinde Arnavut asıllı olarak doğmuştur. Babası bir tımarlı sipahi idi. Bostancı ocağında yetişti ve Bostancıbaşı oldu. 1617'de Revan Seferi'ne iştirak etti ve bu sefer sırasında yeniçeri ağalığına tayin edildi. Sonra Rumeli Beylerbeyi olmuş ve kubbe vezirliği rütbesi verildi. Mart 1621'de Sadrazam İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa mesane hastalığından vefat edince onun yerine Sadrazam olarak atandı.
II. Osman'ın Lehistan Seferi'ne iştirak etti. Bu sefer sırasında Hotin kalesi kuşatması sırasında ünlü gazilerden olan "Karakaş Mehmed Paşa"'nın kaleye hücumunda ona yardım etmediği görülmüştü ve Karakaş Mehmed Paşa'nın ölümüne sebep olduğu sonucu çıkartılmıştı. Bu nedenle bu kale önünde sadrazamlıktan azledildi ve yerine Diyarbekir Dilaver Paşa sadrazam tayin edildi. Fakat padişah II. Osman'ın kendi hakkında çok iyi yargıları olduğu için yine de ikinci vezirlik görevini korudu.
Sadrazam iken ve vezirliğinde Ohrili Hüseyin Paşa II. Osman'a ocaklı kullara zıt gitmemesini devamlı tavsiyede bulunmaktaydı. Ama Mayıs 1622'de ocaklıların II. Osman aleyhinde yaptıkları ayaklanma içinde 19 Mayıs 1622'de II. Osman, ocaklıların isteği üzerine Sadrazam Dilaver Paşa'yı azledip, onu asi ocaklılara teslim etti ve asiler onu öldürdüler. Bunun üzerine II. Osman sarayda bulunan Ohrili Hüseyin Paşa'yı ikinci defa sadrazam yaptı. II. Osman asilerin hiç olmazsa bir kısmını kazanmak için yeni sadrazamı ve yeniçeri ağası Kara Ali Ağa'yı askere para dağıtıp onları kendi yanına çekmeyi denedi. Fakat asiler bunları taşa tuttular. II. Osman Üsküdar'a geçip oradan da Bursa'ya gitmek istemekteydi. Fakat Ohrili Hüseyin Paşa ve bostancıbaşı buna itiraz ettiler ve Sultan'ın Ağakapısına gidip yeniçerilere sığınmasını daha uygun gördüklerini bildirdiler.
Ohrili Hüseyin Paşa kol dolaşmak vesilesi ile saraydan çıkıp Şehzadebaşı Camii'ne geldi. Orada Eski odalarda yeniçerilerle görüştü. II. Osman hava kararınca zırh giyip kıyafet değiştirerek birkaç has adamı ve Ohrili Hüseyin Paşa ve birkaç vezirle Ağakapısına gitti. Yeniçeri ağası Kara Ali Ağa II. Osman'ı Ağakapısındaki harem dairesinde misafir etti. Kara Ali Ağa sonra dışarı çıkıp etrafta bulunan asilere II. Osman'ın yerine I. Mustafa'nın getirilmesini "Akıllı padişah varken akılsızından vazgeçin." diye nasihatler verdi; ama asiler bunu itirazla karşıladılar. Kara Ali Ağa Rumeli Kazaskeri olan Kethüda Mustafa Efendi ile asilerin I. Mustafa'yi götürmüş oldukları Etmeydanı'ndaki Orta Camii'ye gittiler ve orada isyancılara öğüt vermek istediler. Ama asi askerler yeniçeri ağası Kara Ali Ağa'ya hücum ederek onu orada öldürüp ayağına ip bağlayarak cesedini sürükleyerek Aksaray Çarşına götürüp ortaya attılar.
Asilerden bir bölük II. Osman'ın Ağakapısı hareminde olduğunu öğrenmişti. 20 Mayıs sabahı gidip o mevkiyi bastılar. Sultan Osman'ı avluya çıkartarak ona çok hakaretlerde bulundular ve Yeni Odalara götürmek için harekete geçtiler. Bu sırada sultanın yanında bulunan Ohrili Hüseyin Paşa oradan kaçmaya başladı. Arkasından ona yetiştiler ve Saka Karhanesi önünde onu yakalayıp öldürdüler. Böylelikle Ohrili Hüseyin Paşa'nın ikinci sedareti sadece 1 gün sürdü.
Ohrili Hüseyin Paşa'nın naaşı Beşiktaş'ta Yahya Efendi türbesi mezarlığında gömülmüştür.
Ohrili Hüseyin Paşa doğum yeri olan Ohri'de hayırlı eserleri bulunmaktaydı. Çırağan Sarayı'nın bugünkü yerinde bir Mevlevihane yaptırmıştır.
adlı Türk dizisinde İsa Telci tarafından canlandırılmıştır.
Joseph Raymond McCarthy
Joseph Raymond McCarthy (14 Kasım 1908 – 2 Mayıs 1957) 1947 ve 1957 yılları arasında Wisconsin eyaleti Cumhuriyetçi parti üydü. Senatodaki 10 yıllık görev süresinde McCarthy ve çalışanları, komünist parti ya da komünist sempatizanları hakkında sorumsuz suçlamalarla kötü bir şöhret kazandılar. Bu suçlamalar ABD hükümetindeki insanlara özellikle Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığında ve denizaşırı ülkelerde hükümet kütüphanelerinde çalışanlara yöneltilmişti.
Komünizm korkusu yaratan McCarthy'nin iddiaları dönemin birçok ismini zor duruma soktu, bazı kimselerin mesleki hayatının sonunu getirdi.
Dilaver Paşa
Dilaver Paşa (ö. 19 Mayıs 1622) II. Osman saltanatı döneminde 17 Eylül 1621- 19 Mayıs 1622 tarihleri arasında sekiz ay iki gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hırvat asıllıdır. Enderun'da yetişti. Sırasıyla zuluflu, baltacı ve casnigar oldu. Bir süre Mısır'da kullarağası, Desise nazırı ve çizye emini görevlerinde bulundu. Daha sonra İstanbul'a getirilerek sarayda çaşnigarbaşılığa tayin edildi. Bu görevde iken 1610'da Kırım Hani Selamet Giray'ın ölümü üzerine, İstanbul'da bulunan CaniBeg Giray'la birlikte Kırım'a giderek, onun han olmasında rol oynadı.
Dilaver Paşa, 1613 yılında Kıbrıs Beylerbeyiliği, ardından Bağdat beylerbeyliğine getirildi. Revan Seferine katıldı. 1616'da vezir unvanıyla Diyarbakır beylerbeyliğine getirildi. Bu görev sırasında vakıf ve timar meselelerindeki haksızlıkları, eyaleti dahilindeki isyan hareketlerini ve bazı anlaşmazlıkları halletti. Su |
ltan II. Osman'ın tahta çıkışından sonra Rumeli beylerbeyliğine getirilen Dilaver Paşa, beraberindeki kuvvetlerle İran seferine katıldı. Osmanlı Ordusunu yenilgisiyle sonuçlanan Serav Savaşı'ndan sonra imzalanan Serav Antlaşması'nın akdinde önemli rol oynadı.
Daha sonra ikinci kez Bağdat beylerbeyliği görevine tayin edilen Dilaver Paşanın görevi kısa bir süre sonra Diyarbakır beylerbeyliği'ne çevrildi. Lehistan savaşında, Hotin Seferi sırasında Dinyester nehrine dayanan sağ kolda yer aldı. 17 Eylül 1621'de Ohrili Hüseyin Paşanın yerine sadrazam oldu.
18 Mayıs 1622 günü Sultan II. Osman Kabe'yi ziyaretle hac yapmak ve bu arada yolda Celali eşkıya tenkil etmek olarak açıklanan niyetle otağ-ı humayun İstanbul'dan Üsküdar'a geçirilecekti ve Dilaver Paşa ve Nişancı ve Defterdar paşalara bu görev verilmişti. II. Osman kendine hac seferinde refakat etmek için sadece 1.000 sipahi ve 500 yençeri seçilmesini ve kapıkulu ordusunun İstanbul'da kışlalarında kalmasını planlamıştı. Bu haber ve Üsküdar'a geçiş kapıkulu kışlalarında tepki uyandırdı ve kazan kaldırdılar. Bu isyan haberi Paşakapısı'na yetişdiğinde Dilaver Paşa Çavuşbaşı Halıcizade'yi askere nasihat vermeye yolladı. Asi askerlere ulema sınıfı mensupları da katıldı. Büyük bir asker ve sivil kalabalık Süleymaniye Camii'nde toplandılar ve kapıkulları ise Etmeydanı'nda ve Atmeydanı'nda Sultan Ahmet Camii'nde toplandılar. İstanbul çarşıları kapandı. Bu arada Saraya asi kapıkullarının isteklerini Sultan'a anlatmak için gönderdikleri ulema heyetini Sultan azarlayıp asileri ölümle tehdit etti. Asiler Saraya doğru yürüyüşe geçtiler. Dilaver Paşa'nın gönderdiği Çavuşbaşı asilerin tam yola çıkacakları sırada önlerine çıktı; asilerin kendini taşlamaları üzerine nasihat veremeden saraya döndü.
Ayaklanmacılar Şeyhülislam'a bir heyet gönderip padişahı kötü işlere sevkedenlerin idam edilmesi için bir fetva aldılar. Bu fetvayı Sultan Osman'a göstermek için bir ulema heyeti saraya gönderildi. Fetvayı okuyan Sultan onu yırtıp bir kenara attı ve böylece asileri iyice tahrik edecek ve onları çileden çıkaracak bir harekette bulundu. O gün silahsız olan bir grup ayaklanmacı Paşakapısına gitti. Dilaver Paşa'nın kapı halkı savunmaya geçip attıkları oklardan eylemcilerden bazılarını öldürdüler ve epey yaralı oldu. Bu silahlı savunma ertesi gün ayaklanmacıların silahlı olarak hareketlerine devam etmelerine bir vesile yarattı.
19 Mayıs Perşembe günü seher vakti silahlanmış kapıkulu eylemcileri Odalar Meydanı'nda toplanıp Fatih Camii'ne yürüdüler ve orada büyük bir ulema kalabalığı onlara katıldı. Atmeydanı'na gidildi ve burada Sultanahmet Camii'nde büyük bir toplantı yapıldı. Ayaklanmacılar burada idamını istedikleri devlet erkanının bir listesini çıkardılar ve bu listenin başında sadrazam Dilaver Paşa, kızlar ağası, Rumeli kazaskeri, defterdar, İstanbul kadısı'nın isimleri bulunmaktaydı. Ulemadan bir grup Saraya istekleri bildirmek üzere gönderildi. Sultan Osman idamlara razı olmadı ve istekleri getiren ulema temsilcilerini de tutuklattı.
Kendilerine katılan büyük halk kitleleri ile birlikte heyeti Sultanahmet'te boşuna bekleyen ayaklanmacılar sonunda Saraya yürümeye karar verdiler. Saray avlusunda bir direnme hazırlığı olmadığı Ayasofya minarelerine çıkarılan gözcüler tarafından bildirilince çoğu silahlı asi kalabalık saray avlusuna; oradan da Orta Kapı'dan geçerek değişik bölüklere ayrılarak Kubbealtı'na, mutfaklara ve Babüsaade'ye yöneldiler. Asi kapıkulu askerleri Babussade'yi de geçip Arzodasına zarar verdikten sonra Endürün avlusuna doluştular. Vezirler ve ulema önce Hastalar Sarayı önünde "tanıklık etmek üzere" toplandılar. Sonra asiler Endurun avlusunda beklerken vezirler ve ulema arka Hasbahçe'den dolaştırılıp Sofay-ı Humayun'da bir sedefkar tahta oturmuş II. Osman ile karşikarşıya görüşmeye başladılar. . II. Osman haca gitmekten vazgeçtiğini tekrar belirtti. Ama vezirler asilerin listede ismi bulunan devlet ricalinin idamında gayet kararlı olduklarını ve asilerin artık önlerinin alınmasının imkansız olduğunu Sultan'a inandırıcı olarak ifade ettiler.
Avluda üç saattir bekleyen silahlı kapıkulu ayaklanmacılarını eylemden caydırmak için öğüt vermek hedefi ile Sadrazam Dilaver Paşa ile ulemadan bir grup arka yollardan geçerek bekleyen asilerin önüne çıktılar. Fakat asiler kılıçlarını çıkarıp bu nasihatları dinlemekten kaçındılar ve Dilaver Paşa burada tartaklandı. Hayatlarından korkan heyet geri kaçtı. Asiler Hırkay-ı Saadet ve Sofay-ı Humayun kapılarını zorlamaya başladılar ve Arzhane'ye girip kutsal emanetleri yağmaladılar. II. Osman korumalı bir kasra sığındı. Bir kısım kapıkulu I. Mustafa'yı haremdeki tutuklu olduğu dairesinden çıkartıp Divanhane'ye gördüler.
Sultan Osman sonunda asilere karşı duramayacağını anladı ve başta Sadrazam Dilaver Paşa ve Kızlarağası Süleyman Ağa agakapısından dışarı çıkartılıp avluda kalan asilere teslim edildi. Asiler Dilaver Paşa'yı ve Süleyman Ağa'yı katlettiler.
Dilaver Paşa'nın naaşı Mayıs 1622'de Üsküdar'daki Miskinler Mezarlığı'na gömüldü.
adlı Türk dizisinde Oğuz Okul tarafından canlandırılmıştır.
Yaprak Dökümü
Yaprak Dökümü, Reşat Nuri Güntekin'in ilk baskısı 1930 yılında yapılan toplumsal romanı.
Osmanlı Devleti'nin batılılaşma çabasına girdiği bir dönemdeki toplumsal bunalımları aile düzeyinde irdeleyen bir roman. Eser, 33 bölüm ve bir ""Netice"" bölümünden oluşur. Toplumsal değişimler, romanın başkişisi olan eski mutasarrıf "Ali Rıza Bey" ve ailesi model alınarak yansıtılır. Olaylar, II. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı sonrasında başlar; hâkim bakış açısı ile üçüncü tekil şahısla anlatılır.
Yazar, eseri tiyatro oyununa dönüştürmüş ve tiyatro eseri olarak da yayımlamıştır.
İkinci baskısı 1941 yılında Muallim Ahmet Halit Kitabevi tarafından yapılan eserin üçüncü ve dördüncü bask
ıları da aynı yayınevi tarafından; 5. baskısı ise Semih Lütfi Kitabevi tarafından yapıldı. Daha sonra eserin yayın haklarını İnkılâp Kitabevi satın almış ve 2008 yılında 56. baskısını gerçekleştirmiştir.
Eser, 1957 ve 1967’de sinema filmi, 1988’de ve 2006’da televizyon dizisi olarak uyarlanmıştır.
Kara Davud Paşa
Kara Davud Paşa Sultan I. Mustafa'nın ikinci padişahlık döneminde, 20 Mayıs 1622 - 13 Haziran 1622 tarihleri arasında 24 gün Veziriazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Aslı Boşnaktır.Enderun'da eğitim yaptı. Çuhadar olarak atandı. III. Mehmed döneminde kapıcıbaşılık görevi ile saraydan çıktı. 1604'te Rumeli Beylerbeyi, 1605'te Anadolu Beylerbeyi olarak görevlendirildi. Anadolu'da Celali isyanlarının bastırılmasında, 1612'de İran seferinde, 1621'de II. Osman'ın Lehistan seferinde bulunmuştur.
1618'e İstanköylü Çelebi (Güzelce) Ali Paşa yerine kaptan-ı derya görevine getirildi.
Davut Paşa padişah I. Mustafa'nın kız kardeşiyle evlenerek Osmanlı Hanedanına damat girmişti.
I. Mustafa kısa bir süre tahtta kaldıktan sonra yerine tahta çıkan Genç Osman'a karşı yeniçeriler isyan ettiler. Yeniçeriler I. Mustafa'yı ikinci bir kez tahta çıkarttıkları gibi eniştesi olan Kara Davut Paşa'yı da 19 Mayıs 1622 tarihinde sadrazam yaptılar. Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevi'ye göre Kara Davut Paşa kendisi, yeniçeri ağası Derviş Ağa ve bölük ağaları ile birlikte bir pazar arabasına bindirip Genç Osman'ı Yedikule zindanlarına götürdü. Ertesi gün orada II. Osman Kara Davud Paşa huzurunda öldürüldü. Kara Davud Paşa'nın II. Osman'ın bir kulağını kesip "nişan" olarak saraya gönderdiği bildirilir..
I. Mustafa'nın ikinci saltanatı yeniçerilerin isteklerine göre sadrazamların değiştirildiği bir anarşi dönemiydi. Kara Davut Paşa'nın sadrazamlığı ancak yirmi yedi gün sürdü. I. Mustafa zihin özürlü olduğu için bu süre boyunca I. Mustafa'nın annesi Halime Sultan ile birlikte devletin kontrolünü ele geçirmeye çalıştı. Ancak bunda başarılı olamadı. 13 Haziran 1622'de sadrazamlıktan azledildi.
II. Osman'ın öldürülmesi nedeniyle Anadolu'da ayaklanmalar çıkmıştı. Timarlı sipahiler, İstanbul'daki kapıkulları aleyhine eyleme geçmişlerdi. Bunlar asi yeniçerileri ve kapıkulu sipahilerini kaygılandırmaya başladı ve aklanmak için çeşitli taşkınlıklarda bulunmaya başladılar. 31 Aralık 1622'de sipahiler II. Osman'ın kan davası ile ayaklandılar. Ocak ayının ilk haftası boyunca Divanhane önüne gelip gürültülü eylemlerde bulunup II. Osman katillerinin cezalandırılmasını istediler. I. Mustafa kısaca "tiz kaatiller bulunsun" kelimelerinden oluşan bir hattı-humayun yayımladı. Diğer katiller aranıp yakalanmakta iken, 5 Ocak günü Eyüp'te bir samanlıkta saklanmış bulunan Kara Davut Paşa da ele geçirildi ve hemen Yedikule zindanına hapis edildi. Cellad Süleyman Usta'ya karısı rüşvet teklif ederek onun idamını geciktirmeye çalıştı. Ama 7 Ocak'ta Divan-ı Hümayun Kara Davut Paşa'nın idamı için karar aldı. Davut Paşa'nın II. Osman'ın Yedikule'ye götürülürken su içtiği çeşme başında idamı uygun görüldü. Kara Davut Paşa bu çeşme başına getirilince koynundan II. Osman'ın katli için Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin verdikleri fetvaları ve I. Mustafa'nın verdiği fermanı çıkartıp etraftakilere gösterdi. Orada bulunan yeniçeriler paşayı korumak için onu ata bindirip Orta Camii'ne götürdüler. Fakat Sadrazam buna karşı tedbir almıştı ve 200 asker ile Orta Camii'ni bastırıp Kara Davut Paşa'yı ele geçirip tekrar Yedikule'ye götürttü. Burada Kara Davut Paşa ile II. Osman'ın katlinde rol oynamış olan diğer yakalananlardan vezir Derviş Paşa, Kalender Uğrusu ve Meydan Bey 8 Ocak'ta idam edildiler.
Naaşı Aksaray'da Murat Paşa Camii mezarlığına gömülmüş idi. Fakat sonradan 19. yüzyılda yol genişletilmek üzere mezarlık istimlak edilince mermerden olan lahdi açılmıştır. Yapılan tıbbî incelemelerden sonra verilen raporda lahitteki iskeletin başsız olduğu ve uzun boylu olduğu belirtilmiştir.
Star TV'de yayınlanan dizisinde Mustafa Üstündağ tarafından canlandırılmıştır.
Andreas Gryphius
Andreas Griphius, (d. 2 Ekim 1616 - ö. 16 Temmuz 1664) Glogau'da doğmuş ve ölmüş olan, 17. yüzyıl Alman Barok edebiyatı şairi. Daha çok lirik şiirleri ile bilinir.
Mere Hüseyin Paşa
Mere Hüseyin Paşa, Genç |
Osman'ın Yeniçeriler tarafından tahttan indirilerek idam edildiği ve amcası I. Mustafa'nın ikinci kez tahta geçirildiği anarşi sırasında 13 Haziran 1622 - 8 Temmuz 1622 ve 5 Şubat 1623 - 30 Ağustos 1623 tarihleri arasında iki kez toplam yedi ay on sekiz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavut asıllıdır.Osmanlı Devleti tarihinde Türkçe bilmeyen tek sadrazam olduğu rivayet edilir. Lakabının da, kellesini istediği kişiler için söylediği ve Arnavutça "alınız" anlamına gelen "mere" sözcüğünden kaynaklandığı söylenir.
Önce Macaristan serdarı olan Satırcı Mehmet Paşa'nın yanına ahçıbaşı olarak girmiştir. Satırcı Mehmet Paşa'nın desteği ile kapıkulu süvarisi olarak yazılmıştır. Ama yetenekli görülüp önce "divan-ı hümayun çavuşu", sonra "koyun emini", "çavuşbaşı", "kapıcıbaşı", "imrahorluk" görevlerine getirilmiştir. 1620'de Mısır Valisi olarak Mısır'a gönderilmiştir. Sonra 1622'de İstanbul'a dönmüştür. II. Osman olayları sırasında II. Osman'ın Sadrazam Kara Davut Paşa tarafından katledilmesinden sonra asi kapıkulu askerlerine büyük paralar vermek vaadiyle 13 Haziran 1622'de ilk kez sadrazam olarak göreve geçirilmiştir. Kaçmak isteyen Kara Davut Paşa yakalanıp konağında göz altına alınmıştır.
I. Mustafa'nın döneminde devlet asi kapıkulu askerlerinin devamlı tesiri altında iken bir grup askeri koruyup diğerini kırdırma politikası uygulamaya başlamıştır. 21 Haziran'da kapıkulu askerleri arasında büyük kargaşalık çıktı. "Koyun akçesi" adı verilen toplu bir parayı yeniçeriler Sultan Ahmet Camii içinde üleştirmekte iken camiiye eli bıçaklı bir sipahi girip birkaç yeniçeri subayını yaralamış ve oradaki yeniçerileri paniğe düşürmüştür. Fakat sonunda toparlanan yeniçeriler bu hücumcu sipahiyi yakalayıp başını kesmişlerdir. Sadrazam'ın yeniçeri ocağı ağalarından olan Bektaş Ağa'yı öldürme komplosu hazırlamakta iken bu haber alınmış ve ağa lehindeki ocaklının ayaklanması dolayısıyla 8 Temmuz1622'de sadrazamlıktn azlolunmuştur.
Bu sefer özellikle sipahileri tahrik ederek, 5 Şubat1623'te tekrar sadrazam olarak göreve geçmiştir. Bu ikinci sedareti elde etmek için ocaklılara 100.000 altın rüşvet vermiş ve yeniçerilere yaranmak için kendisini yeniçeri yazdırmıştır. Bu ikinci sedareti sırasında Mere Hüseyin Paşa kentte bir terör havası oluşturmuş ve ortalığı sindirme politikası uygulamıştır. Bazı ayaklanmacılar Defterdar Hasan Paşa'nın sadrazam olmasını istemeye başladılar. Sadrazam bir Divan-ı Humayun toplantısında sinirlenip "seyyid" olduğu kabul edilen bir kadıyı falakaya yatırınca ulema ile arası açılmıştır. İstanbul Kadısı Hasan Efendi, yüksek ulemadan Karaçelebizade Abdülaziz Efendi ve Uşakkizade Aziz Efendi elebaşılığı altında ulema sadrazamı kınamak için Fatih Camii'nde toplanmışlardır. Bu güruh Mere Hüseyin Paşa'nın "kafir" olduğuna ve öldürülmesinin helal olduğuna dair bir fetva hazırladılar. Ayrıca Sultan Mustafa'da zihin hafifliği olduğunu ve onun halifeliğinin caiz olmadığını bu nedenle padişah hükümlerinin geçersiz olduğunu ilan ettiler. Şeyhülislam Yahya Efendi'nin de şeriat hükümlerini uygulatmadığı için görevinden azli istendi. Şeyhülislam saraya gidip padişahla görüştükten sonra bu hususta bir fetva verebileğini iddia edince onu Sultan'ın bulunduğu Üsküdar Sarayı'na gönderdiler. Ama Mere Hüseyin Paşa asi kapıkulu askerleri tarafından tutulmakta idi. Fatih Camii'nde toplanan ulema üzerine Acemioğlan ocakları mensuplarından birlikler gönderildi. Bu askerden korkan ulama Fatih Camii'inden dağılınca, tertip ettikleri isyan bastırılmış oldu. Sonra Mere Hüseyin Paşa Fatih Camii toplantısına iştirak eden ulemadan müderris ve kadıları Anadolu'ya sürgüne gönderdi.
Sadrazam sonra bir grup yeniçeri ve bostancı desteği ile, şehirde muhaliflerini elemine etmeye başladı. Bir beylerbeyini Divan-ı Humayun toplantısı sırasında sopa ile dövdürtüp öldürttü. Sadrazamın bir grup yeniçeri kapıkulu askerini kullanarak sipahileri kırdırıp azaltma planları yaptığı haberleri alındı. Bu haber sipahi ocağına erişince tüm sipahiler birleşip onun konağına yürüdüler. Mere Hüseyin Paşa kaçıp saklandı ve sadrazamlıktan azledilmiş kabul edildi. Yerine 30 Ağustos 1623'te Bağdat valisi olan Kemankeş Kara Ali Paşa sadrazam tayin edildi.
10 Eylül 1623'de IV. Murat'ın tahta geçirilmesinden sonra II. Osman'ın katlinde başrolü oynayanların birer birer yakalanıp idam edilmeleri süreci içinde Temmuz 1624'te Mere Hüseyin Paşa da yakalanıp idam edilmiştir.
Mezarı Karacaahmet Mezarlığı'nda bulunmaktadır.
Lefkeli Mustafa Paşa
Lefkeli Mustafa Paşa II. Osman'ın katlinden ve I. Mustafa'nın ikinci defa tahtta çıkartılmasından hemen sonra 8 Temmuz 1622 - 21 Eylül 1622 tarihleri arasında iki buçuk ay sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Bilecik'in Osmaneli ilçesi olan Lefke doğumludur. Enderun'da yetişmiştir. Sonra Silahtar görevine atanmıştır. Aralık 1617'de saraydan çıkmayla Mısır valiliği görevi verilmiştir. Sultan II. Osman olayının çıkması olan tarihi olan 1622'den önce İstanbul'a dönmüştü ve bu olaylar sırasında vezir olarak görev yapmakta idi.
8 Temmuz 1622'de I. Mustafa'nın tayasının kocası olduğfu için Mere Hüseyin Paşa yerine sadrazam olarak tayin oldu. Sultan Mustafa devlet işleriyle ilgilenecek akıl ve dirayeti olmadığı için ancak zihninden noksan bir kişinin yaptıkları ile meşgul olmaktaydı. Örneğin ceplerini altın ve akça ile doldurup bir ata binip yoldaki kişilere "balıklara altın saçma niyetiyle" bu paraları dağıtmakta idi. Ramazan bayramı kutlaması sırasında kurulan tahtta oturmayıp önünde durmuştu. Sadrazam da iktidarsız idi ve asi kapıkulu askerleri ve elebaşıları zaten her devlet işine sekte koymaktaydılar. İstanbul'da egemen olan zorba kapıkulu asileri çok geçmeden sadrazamı istemediklerini ilan ettiler. I. Mustafa ve annesi Davut Paşa Sarayı'nda bulunmakta iken asilerin ileri gelenleri ona bir name gönderip sadrazamın rüşvet yediğini ve herkese yumuşak davrandığını ileri sürerek onu istemediklerini bildirdiler. Bunun üzerine 21 Eylül 1622'de Lefkeli Mustafa Paşa sadrazamlıktan azledildi ve tecrübeli bir vezir olan Gürcü Hadim Mehmed Paşa sadrazamlığa atandı.
Sonraları Lefkeli Mustafa Paşa'ya İzmit ve Kastamonu sancakları arpalık olarak verilerek İstanbul'da konağında oturdu. 1648 yılı sonlarına doğru İstanbul'da hayat gözlerini yumdu. Divanyolu üzerinde bulunan Ali Paşa Camii mezarlığına defnedilmiştir.
Gürcü Hadım Mehmed Paşa
Gürcü Hadım Mehmet Paşa (ö. Temmuz 1626) I. Mustafa'nın ikinci kez tahtan indirilmesinden hemen önce 21 Eylül 1622 - 5 Şubat 1623 tarihleri arasında dört ay on gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminin son sadrazamlarından olan Semiz Ali Paşa'nın kölesi idi. Saraya verildikten sonra akağalık görevini yaptı. Enderun hasodabaşılığa atandı..
III. Mehmed'in saltanatının sonlarına doğru Ekim 1603'de üçüncü vezir unvanı verilip kubbealtı veziri oldu. Pek az sonra ise Mısır eyaleti valığı ile İstanbul'dan ayrıldı. Önden önce Mısır Valisi olan Maktul Sufi İbrahim Paşa Mısır'da bulunan askeri sınıfın bir isyanında öldürülmüş idi. Gürcü Hadim Mehmed Paşa Mısır'a geldiğinde bu isyanla uğraşmaya başlayıp isyancı askeri sınıfı yola getirip ve Mısır'da asayişi sağladı. Orada 7 ay kaldıktan sonra Mısır Valiliği'nden azlolundu.
1605'de ise Bosna Eyaleti valisi tayin edildi ve Belgrad kalesi ve Tuna muhafızlığı görevi de verildi. 1609'da İstanbul'a döndü ve divan-ı humayun'da kubbealtı veziri olarak çalıştı. Bu dönemde yapılan seferler dolayısıyla sadrazamların serdar-ı ekrem olarak ordu başında İstanbul'dan ayrılmaları nedeniyle, Gürcü Mehmet Paşa üç defa İstanbul'da sedaret kaymakamlığı yaptı.
Genç Osman'ın öldürülmesi sonunda ikinci defa tahta geçirilen I. Mustafa sadrazam Lefkeli Mustafa Paşa zorba isyancılar tarafından istenmesi üzerine azletti ve deneyimli bir vezir olan Gürcü Hadım Mehmed Paşa'yı 21 Eylül 1622'de sadrazamlığa tayin edildi.
İzleyen günlerde Rus Elçisi geldi ve sadrazam ile Rus elçisi Parmakkapı'da görüşmelerinde savaş üzerinde tartışmalar çıktı.
Erzurum valisi olan Abaza Mehmet Paşa Genç Osman'ın kan davasını güden timarlı sipahilerden destek alarak isyan etti. Bundan kaygılanan İstanbul'da bulunan kapıkulları Genç Osman cinayetini üzerlerine almamak için şehirde taşkınlıklarda bulunmaya başladılar. Bunlar 21 Aralık 1622'de Divanhane önünde bu cinayeti reddetmek için yaptıkları eylemlere başlayıp; taşra kadıları tarfından canı olarak isimlendirilmelerini kınayıp cinayeti yapanların ortaya çıkarılıp cezalandırılmasını istediler. Divanhane önünde yapılan bu eylemler
Ocak başına kadar sürdü.
Ocak başında I. Mustafa sadece "Tiz katiller bulunsun" cümlesi ihtiva eden bir hatt-ı humayun yayınladı. Sadrazam Gürcü Hadım Mehmed Paşa da Genç Osman cinayeti ile yakın ilişkisi olanları yakalatıp onların idam edilmesi işlerine eğildi. Cebecibaşı Kara Mazak kaçarken yakalanıp Yedikule yolunda Genç Osman'ın şu içtiği çeşme önünde boynu vuruldu. Eski sadrazam Kara Davut Paşa 5 Ocak günü Eyüp'te bir samanlıkta saklanmış olarak yakalandı ve Yedikule zindanında tutuklandı. Karısı Cellad Süleyman Usta'ya rüşvet teklif edip idamını geciktirmeyi denedi. Ama 7 Ocak'da Kara Davut Paşa'nın idamı için karar Divan-ı Humayun'dan çıkıp; onunda Genç Osman'ın şu içtiği çeşme başsında idamı uygun görüldü. İdam yerine getirlen eski sadrazam koynundan Genç Osman'ın katli için Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin verdikleri fetvaları ve I. Mustafa'nın verdiği fermanı çıkartıp etrafa gösterdi. Orada bulunan yeniçeriler paşayı idamdan kurtarmak için onu ata bindirip Orta Camii'ne götürdüler. Fakat Sadrazam Gürcü Hadım Mehmed Paşa buna karşı tedbir almıştı. 200 asker ile Orta Camii'ni bastırıp Kara Davut Paşa'yı tekrar tutuklatıp Yedikule zindanına gönderdi. Kara Davut Paşa ve padişah katlinde rol oynayıp o zaman kadar yakalananlardan vezir Derviş Paşa, Kalender Uğrusu ve Meydan Bey 8 Ocak'ta Yedikule'de idam edildiler.
İstanbul'da şehir yönetimini ellerinie geçirmiş olan yeniçeri zorbaları bundan sonra Sadrazam Gürcü Hadim Mehmed Paşa'yı hedef aldılar. O |
nun divan toplantısı için saraya geldiğinde, Mere Hüseyin Paşa tarafından tahrik edilmiş bir kapıkulu sipahi güruhu, saray bahçesine girip onu istemediklerini ilan ettiler. Bunun üzerine 5 Şubat 1623'de Sadrazam mühr-ü humayun kapıcılar kethudası ile Sultan I. Mustafa'ya göndererek sadrazamlıktan çekildi. Yerine ikinci kez Mere Hüseyin Paşa sadrazamlığa tayin edildi. Gürcü Hadım Mehmed Paşa Bursa'ya sürgüne gönderildi.
9 Eylül 1623'de I. Mustafa akıl dengesizliği dolayısıyla Sadrazam Kemankeş Ali Paşa ile Şeyhülislam Yahya Efendi tarafından tahttan indirilip daha 12 yaşında çocuk olan IV. Murat tahta çıkartıldı. Padişahın küçüklüğü dolayısıyla kendi başına buyruk olan sadrazam Kemankeş Ali Paşa pozisyonu güçlendirmek için baş rakipleri olan Gürcü Hadim Mehmed Paşa ile Damat Halil Paşa'yı karalamak için onların Abaza Mehmed Paşa'y arka verdiklerini ileri sürdü. Tam buna dayanan icraata başlayacakken , Bağdat'ta hakimiyeti eline alan "Bekir Subaşı" Olayını ve onun vesilesi ile İran'ın Bağdat'ı eline geçirdiği gerçekgini devlet ricalinden ve güçlü Büyük Valide Kösem Sultan'dan sakladığı için sadrazamlıktan azledildi.
Yeni sadrazam olarak Çerkes Mehmet Paşa 'ya görev verildi. Yeni sadrazam Doğu sorunların halletmek için bir orduyu Nisan'dan itibaren hazırlamaya başlayarak bu ordu ile 17 Haziran'da Üsküdar'dan Anadolu'ya hareket etti.
İstanbul'da sedaret kaymakamı olarak Nisan 1624'den itibaren Gürcü Hadım Mehmet Paşa görev yapmaya başladı. Ta Temmuz 1624'de kadar para reformu ile uğraştı. Bu reformla tedavüldeki sikkelerin rayiçleri değiştirildi ve bir altın 120 akçeye ve 1 kuruş 80 akçeye düşürüldü. Bu reformlarla uğraşırken Doğu'da beklenmedik şekilde ölen Sadrazam Çerkes Mehmet Paşa yerine Sadrazam ve serdar-ı ekrem olan Hafız Ahmet Paşa'nın istediği lojistik ve para desteğini veremedi.
Fakat kaptan-ı derya olup Karadeniz'de Kazaklara karşı başarılı donanma seferi yapan Topal Recep Paşa yaptığı seferden geri dönünce İstanbul sedaret kaymakamı olmak istemekteydi. Yaptığı tahrik ile yeniçeriler tekrar eyleme geçtiler ve bu sefer şikayetleri Gürcü Hadım Mehmed Paşa'nın akçe rayici düşürmesi ve Bağdat önüne gitmekte olan orduya destek sağlamaması oldu. Tarihçi Hammer'ın Venedik balyosu mektubundan aktardigi bilgilere göre, kapıkulu askeri isyanın bir başka vesilesi sedaret kaymakamının devleti ayaklanmacı kapıkullarından kurtarmak için bir seri tedbirin açıklamasını ihtiva eden Padişah'a gönderdiği mektubun Topal Recep Paşa tarafından kapıkulu askerine sızdırılması olduğu belirtilmektedir.
Bu asi yeniçeri istekleri çocuk IV. Murat'ın naiplik görevini yapan "Büyük Valide Kosem Sultan tarafından da uygun görülmüştür. Sedaret kaymakamı olan Gürcü Hadim Mehmet Paşa kendi konağında boğularak idam edilmiştir. Yerine İstanbul sedaret kaymakamlığına Topal Recep Paşa getirilmiştir.
Eyüp Camii ikinci avlusunda bulunan türbesinde gömülmüştür.
Aynı dönemde yaşayan tarihçi Atayi Gürcü Mehmet paşayı
dindar, hayır-hah ve işinde sebatlı
olarak değerlendirmektedir. 20. yy. tarihçisi Uzunçarşılı'nın eğerlendirmesi de şöyledir:
Sadaret kaymakamlığında ayarı bozulmuş olan sikkeyi ıslah ederek hem iktisadi durumun hem de devlet itibarının düzelmesinde muvaffak olmuştur.
Halıcılar'da 1628 tarihli bir çeşmesi vardır. Hırka-i Şerif mezarlığı ile Şehzadebaşı civarında iki çeşmesi de bulunmaktadır. Eyüp Camii ikimci avlusunda bulunan türbesi ve bu türbenin kıymetli çinilerle süslü duvarları 17. yy. ilk yarısının önemli sanat eserlerinden olduğu kabul edilmektedir.
Kemankeş Kara Ali Paşa
Kemankeş Ali Paşa (ö. 3 Nisan 1624) I. Mustafa'nin ikinci kez padişahlığının son döneminde ve IV. Murad saltanatının devlet idaresinin annesi Kösem Sultan'ın elinde olduğu ilk dönemlerinde 30 Ağustos 1623 - 3 Nisan 1624 tarihleri arasında yedi ay dört gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Isparta civarlarında doğmuş Türk asıllıdır. Eğitimini Enderun'da yapmıştır. Saraydan çıkması vezirlik rütbesiyle beraber Bağdad Beylerbeyi görevi verilmesiyledir. Sonra Diyarbakır valiliği yapmıştır. Bu valilikten azledildikten sonra İstanbul'a dönmüş ve divanda dördüncü vezir olarak görev yapmaya devam etmiştir.
Eylül 1623'de I. Mustafa'nın ikinci padişahlık döneminde Mere Hüseyin Paşa'nın kendisine karşı çıkan ulema ve kapıkulu askerine karşı dengesiz davranışları yüzünden ortaya çıkan bir sipahi ayaklanmasında, isyancıların sadrazam konağına yürümeleri üzerine sadrazamın kaçması ve sadrazamlıktan ayrılmasından sonra sadrazam oldu. Yeni sadrazam olarak İstanbul'da olan keşmekeş ve I. Mustafa'nın dengesiz tutumları dolayısıyla ortaya çıkan sorunları halletmenin padişahın tahttan indilirilmesi ile mümkün olacağı önerisini vezirler, Şeyhülislam Zekeriyazade Yahya Efendi gibi yüksek rütbeli ulema ve kapıkulu ocağı ağaları ile konuştu. Başkentte 1,5 yıldan beri asayiş temin edilememişti; Rumeli ve Anadolu'daki valiler merkez fermanlarına kulak asmamakta ve yarı özerk hareket etmekteydiler. Fakat yeni sultanın tahta çıkarılışı kapıkulu askerine verilecek 2-3 milyon altın değerinde culus bahşişi için finansman temin etmesini gerektiyordu. I. Mustafa'nın annesi olan Valide Sultan oğlunun dengesizliği dolayisiyla bir padişahın yapması gereken bütün işleri yüklenip kendi yapmaktaydı. Ulemadan bir heyetin Valide Sultan'la görüşüp danışması ve ondan alacakları yanıtlara göre padişaha karşı alınacak tedbirler tavsiye etmeleri kabul edildi. Valide Sultan oğlunun tahttan indirilmesine aleyhtar olmakla beraber, ülkenin bulunduğu güç durumdan haberdar oldudğu için "Hali sizce de malum" diye bir yanıt verdi. Ama oğlunun hal edildikten sonra öldürülmemesi için de güvence istedi. Devlet ricali I. Mustafa'nin halledilmesine karar verdi. Yapılan hazırlıklardan sonra 9 Eylül 1623'de I. Mustafa tahttan indrildi. 10 Eylül'de sabık padişah I. Mustafa eski kafes dairesine kapatıldı; annesi Eski Saray'a gönderildi ve 12 yaşında çocuk olan IV. Murat tahta geçirildi.
Bu padişah değişikliğinin ortaya çıkardığı cûlus akçesi ödemesi sorununu Kemankeş Kara Ali Paşa'nin çözmesi gerekti. 1617'den beridir 6 yılda 4 defa sultan cûlusu yapıldığı ve her seferinde kapıkulu askerine cülus akçesi ödenmesi gerektiği için Hazine tamtakırdı. Sadrazam Ocak ağalarıyla konuşarak onlara kapıkulu askerine cûlus akçesi verilmemesini kabul ettirdi ve Ocak ağalarının bu konuda sözlerini aldı. (Fakat sonradan bu sözden cayıp IV. Murat'ın ilk saltanat yıllarında problemler çıkardılar.)
Sadrazamın böylece istiklali arttı ve başına buyruk bir devlet yönetimi uygulamaya koyuldu. Kendine rakip olarak gördüğü eski sadrazamlar olan Damat Halil Paşa ile Gürcü Hadim Mehmed Paşa'ları ortadan kaldırmak için onların Anadolu'da isyancı olan Abaza Mehmet Paşa'yı desteklediklerini ileri sürdü. Tam buna dayanan icraata başlayacakken, Bağdat'ta hakimiyeti eline alan "Bekir Subaşı" olayi çıktı ve İran Bağdat'ı eline geçirdi. Fakat Sadrazam bu olayı ve sonucunu devlet ricalinden ve IV. Murat'a taht naibi olan Kösem Sultan'dan gizledi. I. Mustafa'nın halinde çok önemli rol oynayan ve sadrazamı gayet ince bir ifade ile rüşvet almaktan menetmek isteyen Şeyhülislam Zekariyazade Yahya Efendi'yi ise onun Mere Hüseyin Paşa ile ittifak yaparak Mustafa'nın halledilmesine engel olmakla suçlayıp onun seyhülislamlıktan azledilmesini sağladı. Diğer taraftan rüşvet almakta ve irtikap yapmada çok ileri gittiği söylentileri İstanbul'a yaygın hale geldi.
Sonunda aleyhtarları bunları vesile göstererek taht naibi olan Kösem Sultan'ı sadrazamın azledilmesi gereğine inandırdılar. Onun oğlu IV. Murat'ı yönlendirmesi ile Sadrazam'ın azil edilmesine karar verildi. 3 Nisan 1624 günü Sadrazam Kemankeş Kara Ali Paşa saraya davet olundu. Orada sadrazamlıktan azledilerek boğulmak suretiyle idam edildi.
Cesedi Divanyolu üzerinde bulunan Eski Ali Paşa Camii mezarlığında gömülüdür.
Uzunçarşılı onu şöyle değerlendirir:
Kendisi vakarlı, işbilir bir hükümet başkanı (idi)... kendisine rakip vezirleri birer bahane ile haps ve nfefi ve katlettirmek (istemişti)... irtikab ve irtişada pek ileri gitmişti.
Çerkes Mehmed Ali Paşa
Çerkes Mehmet Paşa IV. Murad saltanatının devlet idaresinin Valide Kösem Sultan'ın elinde olduğu ilk dönemlerinde 3 Nisan 1624 - 28 Ocak 1625 tarihleri arasında dokuz ay yirmi beş gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Çerkes asıllıdır. Enderun'da yetişmiştir. Önce padişah silahtarı olmuştur. Saraydan çıkması 1618'de Şam Beylerbeyliği'ne atanması ile olmuştur. Sonra 1621'de İstanbula' gelmiş ve kubbe veziri olarak Divan-ı Hümayun'da görev yapmıştır.
3 Nisan 1624'de Kemankeş Ali Paşa sadrazamlıktan azledilip idam edilmesinden sonra sadrazam olarak görev verilmiştir. Bu sırada, önce II. Osman'ın intikamı almak üzere isyan eden eski Erzurum valisi Abaza Mehmet Paşa Orta Anadolu'ya sarkmış idi. Abaza Mehmed Paşa'yı tenkil için serdar olan Sadrazam önce Konya ve Niğde'yi bu Celali isyancılarının elinden kurtarmıştır. Sonra 3 Eylül 1624'de Abaza Mehmed Paşa'yı Kayseri yakınında "Karasu Köprüsü Muharebesi"'nde mağlup etmiştir. Diğer taraftan doğu'da İran'la savaş devam etmekteydi. Çerkes Mehmet Paşa İran'a karşı serdar-ı ekram olarak da görevlendilmişti. O kış ertesi yıl yapılması planlanan İran seferine hazırlık yapmak için Tokat'a gelmiştir. Burada 28 Ocak 1625'de hastalanıp vefat etmiştir.
Naaşı İstanbul'a getirilmiş ve Bayezid Camii mezarlığına gömülmüştür.
Uzunçarsılı'ya göre
orta derecede iktidarlı, hamiyetli ve iyi ahlaklı bir vezir olarak tanınmıştır.
Hafız Ahmed Paşa
Müezzinzade Hafız Ahmed Paşa (d. 1564 - ö. 1632, İstanbul) IV. Murad saltanatının devlet idaresinin annesi Valide Kösem Sultan'ın elinde olduğu ilk dönemlerinde, 28 Ocak 1625- 1 Aralık 1626 ve 25 Ekim 1631-10 Şubat 1632 tarihleri arasında iki kez toplam iki yıl bir ay yirmi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
İkinci sadaretinde ayaklanan kapıkulu askerleri tarafından padişahın gözleri önünde linç edilmiş olması IV. Murat'ı derinden etkilemiş, sonradan asayişi kurmak için başvuracağı çok sert önlemlerde belirle |
yici olmuştur.
Türk asıllı olup Filibeli bir müezzinin oğludur. Enderun'da eğitim aldı. Hasodada bulunduktan sonra I. Ahmed döneminde muhasip oldu. Sonra "Doğancıbaşı" görevi verildi. Saraydan 1608 başlarında Cafer Paşa'nın yerine kaptan-ı derya olarak atanarak çıktı. Fakat Kuyucu Murat Paşa 1608'de Anadolu'da Celalilere karşı seferden döndüğü zaman bu görevden çıkartılarak yerine sadrazamın koruduğu Damat Halil Paşa kaptan-ı derya oldu. Bundan sonra Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa Şam Beylerbeyi görevine atandı ve burada 7 yıl valilik yaptı. Daha sonra Van, Erzurum, Bağdat, Anadolu Beylerbeyliklerinde bulundu.
1622'de II. Osman'ın katlinden hemen önce Diyarbakır beylerbeyi görevi verilmişti. O tarihte Diyarbakır defterdarı olan İbrahim Peçevi yazdığı tarihte, Hafız Ahmet Paşa'nın II. Osman'ın katillerine karşı harekette bulunmak hedefiyle (sonradan bu katliamının intikamını almak için isyan eden) Erzurum valisi Abaza Mehmet Paşa ile mektuplaştığını ve aynı fikirde olan diğer Anadolu tarafı valileriyle müteffikan birleşip bu intikamı sağlamak için komploya girdiği bildirmiştir.
Celali isyancısı olarak kabul edilen Abaza Mehmet Paşa'ya karşı ve İran'a karşı serdar-ı ekrem olarak sefere çıkmış olan Sadrazam Çerkes Mehmet Paşa Ocak 1625'te Tokat'ta kışlakta iken birden öldü. Yerine Sadrazam ve İran Seferi için serdar-ı ekrem olarak Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa getirildi.
Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa aldığı emir üzerinde Bağdad'da isyan etmiş olan ve şehrin hakimi olan "Bekir Subaşı" üzerine yürüdü. Bekir Subaşı'nın fazla direnmiyeceğini kabul edip kurmaylarının tavsiyelerini uyup daha güçlü bir ordu kurmaya çalışmadı. Fakat bunda yanılmıştı. Bağdad'ı geri alamadan 9 ay kuşattı. Bu kuşatma sırasında Bekir Subaşı'nın İran Safevileri ile müzakerelere geçip şehri onlara bırakma istediği öğrenildi. Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa Bekir Subaşı'ya Osmanlı devleti Bağdad Valisi olmasını teklif etti. Ama Safevi İran kuvvetleri şehir önüne gelince Bekir Subaşı şehir onlara bıraktı. Zaten yıl çok geciktiği için de Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa Bağdad kuşatmasını kaldırımak zorunda kaldı.
Aralık 1626'da bu başarısızlık dolayısıyla Sadrazamlıktan ve İran serdar-ı ekremliğinden azil edildi ve yerine Damat Halil Paşa getirildi. Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa İstanbul'a döndü ama ikinci vezir olarak Kubbealtı vezirlik görevine devam etti. Bu dönemde eski nikahlısı Nasuh Paşa olan I. Ahmed'in kızı ve Sultan IV. Murat'ın kızkardeşi olan Ayşe Sultan ile nikahlandı ve saraya damad oldu.
Sadrazam ve İran serdar-ı ekremi olan Gazi Ekrem Hüsrev Paşa da 1629'da Bağdad'ı kuşatmaya aldı ama kuşatma da başarısız oldu. Ordusu ile Hüsrev Paşa Mardin'e çekildi. Hüsrev Paşa 1630 yılı ve 1631 yılının büyük bir kısmında Bağdad üzerine gitmekten kaçındı ve Hüsrev Paşa'nın halka yaptığı zalimlik şikayetleri İstanbul'a yetişti. Bu İstanbul'daki Sultan IV. Murat ve merkezi devlet tarafından uygun görülmedi ve Eylül 1631'de Hüsrev Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine ikinci defa Müezzinzade Hafız Ahmed Paşa sadrazam oldu.
Doğuda orduda bulunan kapıkulu ocak askerlerinin kış gelmeden ile biran evvel İstanbul'a dönmeleri için Divan'da karar alındı. Tokat'a geçen Hüsrev Paşa İstanbul'a geri dönecek kapıkulu güçlerini İstanbul'a dönünce kendi lehinde ayaklanma çıkartmaya teşvik etmekteydi. İstanbul'a geri dönen askerler ise doğuda sanki bir zafer kazanmışlarca hareket edip ve taşkınlıklar yapmaktaydılar. Sadrazam olmaya çok hırslı olan Topal Recep Paşa da faaliyete geçip özellikle Boşnak ve Arnavut asıllı asker zorbalarını şehirde karışıklık çıkartmaya teşvik etmekteydi.
7 Şubat 1632'de ilk asker ayaklanması başladı. Atmeydanı'nda toplanan sipahi ve diğer kapıkulu askerleri Hüsrev Paşa'nın azledilmesi aleyhinde de olarak isyan ettiler. Topkapı Sarayı üzerine binlerce asker, ulema ve şehirli insan yürüdü. Sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa, Şeyhülislam Yahya Efendi ve yeniçeri ağası Hasan Halife'nin adları başta olmak üzere 17 tane devlet ricali ismi bulunan bir liste hazırlanmıştı ve bu listedekilerin görevlerinden azledilerek idam edilmeleri istenmekteydi. Bu ayaklanma eylemi 3 gün sürdü. Çarşılar kapandı ve halk evlerine kapandı. Ayaklanmacılar çok şiddetli kış havası altında Sultanahmet Camii'nde kalmaktaydılar.
Asiler isyanın üçüncü günü 10 Şubat'ta Topkapı'nın dış kapısını geçip Orta Kapı'ya geldiler ve orada gösterilerine devam ettiler. Vezir Bayram Paşa Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa'yı bir mektupla olaylardan bahsederek Saray’a gelmemesini bildirdi. Fakat Sadrazam yanında korumaları ile birlikte atla Saray'a geldi. Önce iki tarafa açılarak ona yol veren asiler sonra ona taşlar atarak atından düşürdüler. Korumaları zorla onu Orta Kapı'dan içeri sokabildiler. Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa mühr-ü humayunu eniştesi Sultan IV. Murad'a teslim etti. Kıyafet değiştirerek Yalı Köşkü'ne inip oradan Üsküdar'a geçti.
Ayaklanmacılar Orta Kapı'yı açtırıp meydana girdiler ve sultanı ayak divanına çağırdılar. Silahlı saray mensubları refakatinde IV. Murat Babussaade önünde bir tahta oturarak isyancıların hezeyanlarını dinledi. Sultan bunlara uzun uzun bu hâllerinin din ve devlete münâsib olmadığını anlattı. İsyancılar listelerini verdikten sonra
Cümle askerin çevâbi; pâdışâhim, devletine fenalık edenleri elbette verirsiz, pareleriz, yoksa iş gayri olur
diyerek edepsizce laflar ettiler. Sonra güruh ona karşı bir hamle yapınca Sultan silahlı saray mensubları tarafından saraya geri çekildi.
Ayaklanmacılar gürültülü gösterilerine devam ettiler. Sarayda bulunan Topal Recep Paşa istifa etmiş sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa'nın hemen saraya geri getirilmesini ve sonra IV. Murat'ın ikinci defa ayak divanına çıkmasını tavsiye etti. İkinci defa ayak divanına çıkan IV. Murad'ın öğütlerinin asiler güruhu tarafından dinlenilmediği ve kalabalığın yatıştırılmasının imkansızlığı aşikar olmuştu. Bu sırada abdest alıp Bâbüssâde önüne gelen Müezzinzade Hâfiz Ahmed Paşa, bunların pâdışâh sözünü dinlemediklerini görünce;
Pâdişâhim! Hezâr (bin) Hâfiz gibi kulun yoluna fedadır. Ancak ricâm budur ki, beni sen katletmeyip bu zâlimler haksız yere kanımı döküp beni şehit etsinler ve lütfedip cesedimi Üsküdar’da defnettiresin ve yetimlerime lütf ve inayetini ricâ ederim”
diye yer öptükten sonra âsî güruhunun içerisine daldı. Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa, meydana girince yer yer ayaklanmacılar önüne çıkıp hücum ettiler ve ellerinde hançer ve kılıçlarla hep birden Hâfiz onun üzerine çullandılar. Basına, göğsüne ve vucûdünün her bir yerine hançerlerle vurdular. Sultan’ın gözü önünde on yedi yara ile kana bulayıp şehid ettiler.
Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa’nın soğukkanlı hareketini ve âsîlerin arasına atıldığını ve fecî surette şehîd edildiğini gören Sultan Murat ağlayrak diyerek içeri gitti. Asileri yatıştırması için Topal Recep Paşa'yı sadrazam tayin etti.
Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa’yı vasiyeti üzerine Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
"Hülasat-ül" adlı eserde bulunan bir biyografisine göre ilim ve fazilet sahibi olup Arap ve Fars edebiyatını iyi bildiği bildirilmektedir. Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa, hem hafız, hem sesi güzel bir hanande ve aynı zamanda bir şair ve edipti. Ancak toplu olarak şiirleri elimizde bulunmamaktadır. Sonradan basılmış olan "Rıza Tezkiresi"nde şair olarak belirtilmekle beraber eser örnekleri bulunmamaktadır. Elimize geçen şiirleri bazı tarihçilerin olaylardan bahsederlerken yazdığı birkaç beyitten ibarettir. Örneğin Bağdat Seferi'ne giderken yazmış olduğu "gelsün" matlahlı bir şiirinden bir beyit şudur:
"Bizimle Kerbelâ vâdişine hem-derd olan gelsün"
"Sinansun arsa-i ferzânelerde merd olan gelsün"
Müezzinzade Hafız Ahmed Paşa ayrıca Bağdat kuşatması sırasında söylediği ve IV. Murat'ın da cevap verdiği bir beyiti ile çok meşhurdur.
"Aldı etrafı adû (düşman) imdada asker yok mudur?"
"Din yolunda baş verir bir merd-u server yok mudur?"
Sultan IV. Murât buna;
"Hafızâ Bağdâd’a imdâd etmeye er yok mudur?"
"Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur?"
beyti ile başlayan manzûm bir cevab yazmıştır.
Topkapı Sarayı'ndaki I. Ahmet kütüphanesi içindeki yemek odasında bulunan çeşme üzerinde bulunan kitabeleri Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa yazmıştır.
Hüsrev Paşa
Gazi Ekrem Hüsrev Paşa veya kısaca Hüsrev Paşa (ö. Mart 1632) IV. Murad saltanatının devlet idaresinin annesi Kösem Sultan'ın elinde olduğu ilk dönemlerinde 6 Nisan 1628 - 25 Ekim 1631 tarihleri arasında üç yıl altı ay on dokuz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Boşnak asıllıdır. Enderun'da eğitimini yaptı. Silahdar olarak görev verildi. Saraydan çıkması yeniçeri ağalık görevi verilmesi ile oldu. 1625'de Hafız Ahmed Paşa sadrazam iken kendisine vezirlik payesi verildi ve kubbealtı veziri olarak görev yapmaya başladı.
1627'de Sadrazam Damat Halil Paşa azılı Celali lideri olan Abaza Mehmet Paşa'yı tenkil için hazırlanan sefere serdar oldu, ama Anadolu'da yaptığı askeri kampanya sonunda Abaza Mehmet Paşa'ya yenilip Tokat kışlağına çekilmek zorunda kaldı. 16 yaşında genç olan IV. Murat Valide Kösem Sultan ve saraylılardan ayrı olarak otoritesini ilk göstermesi Nisan 1628 başında Damat Halil Paşa'yı sadrazamlıktan azil etmesi ile oldu.
Sultan'ın emri ile yeni sadrazamın belirlenmesi için yeni bir meşveret meclisi toplandı. Bu mecliste yapılan görüşmeler ve tartışmalar sonunda Sultan Murat görüşmeler sırasında önerilen ve en genç vezir olan Hüsrev Paşa 6 Nisan'da sadrazam olarak Sultan Murat tarafından seçildi. Fakat siyasi gücü çok yüksek olan Topal Recep Paşa da bu meşveret meclisinde bulunmaktaydı ve Hüsrev Paşa'nın sadrazamlığa getirildiğinin bu mecliste açıklanması Recep Paşa'nın aksi müdahalesini doğuracağı düşünülerek sadrazamın Hüsrev Paşa olacağı kararı bu meşveret meclisinde açıklanmadı. Hüsrev Paşa'ya Diyarbakır Valiliği görevi verilerek hemen oraya doğru yola çıkartıldı. Arkasından daha hızlı olarak mühr-ü humayunu taşıyan kapıcılar kethüdası gönderildi. Kapıcılar kethüdası Hüsrev Paşa'ya İzmit'te yetişti ve mühr-ü humayunu onan teslim etti ve Hü |
srev Paşa sadrazam olarak İstanbul'a döndü.
Hüsrev Paşa'nın sadrazam olarak yaptığı ilk icraat Sultan İbrahim döneminde Erzurum Valisi iken 1622'de isyan etmiş ve bir Celali isyancı olarak devlet gücü ile o zamana kadar yıllardır bir türlü tenkil edilememiş olan Abaza Mehmet Paşa'ya karşı kendinin serdarı olduğu bir sefer tertip etme oldu. Hüsrev Paşa kurulan ordu ile Abaza Mehmet Paşa üzerine gitti ve onu Erzurum kalesinde buldu. Toplarla donatılmış Osmanlı ordusunun Erzurum kalesini kuşatmasından sonra Abaza Mehmet Paşa 18 Eylül'de teslim oldu. Sadrazam Hüsrev Paşa 9 Aralık 1628'de asi paşa ile İstanbul'a döndü ve büyük bir zafer alayı ile karşılandı. Bu alayda teslim olan Abaza Mehmet Paşa yanında Safevi hükümdarı Şah Abbas'ın Kars valisi olan ve aynı seferde esir edilen "Köse Sefer Paşa"'da halka gösterildi. Sultan Murat ağabeyi II. Osman'ın intikamını almak hedefiyle isyan etmesi ve gösterdiği şecaat ve mertlik dolayısyla Abaza Mehmet Paşa'yı beğenmekteydi ve onu affedip Bosna Beylerbeyliği'ne atadı.
Hüsrev Paşa bu galibiyetinden manevi destek alarak Safevi hükümdarı Şah Abbas eline geçmiş olan Bağdat'ı geri almak hedefiyle 1629'da yeni bir doğu seferine çıktı. Ordu Üsküdar'dayken bir sağanak fırtına ve kabaran seller yüzünden çadırlı ordugah büyük zarar gördü ve ordudaki batıl itikatlara inanlar bunu yeni seferin başarısız olacağına işaret olarak gördüler. Doğu'da Konya ve Halep arasında ordu ilerken bu yerelerde bulunan yerel ahalinin ordunun arkasından ihanet yapmaması için, özellikle Alevilere ve Alevi olduğu şüphesi veren her yerli şehir, kasaba ve köy halkına büyük bir kırım uygulandı. Bu nedenle Husrev Paşa'nın ünü "vurucu" ve "lüzumsuz yere kandökücü" olarak yayıldı. "Cüzi bir şüpheden adam öldürttüğü", "öldüreceği kimseleri önüne getirerek otağında iskemle üzerinde oturup katillerini seyrettiği" bildirilmektedir. Modern yabancı tarihçiler bu icraatı ile Hüsrev Paşa'nın binlerce Anadolu sakinini ve bu arada protesto eden yerel Osmanlı idarecilerini de öldürttüğü ve halkı Merkezi devletten daha da gocundurduğunu belirtmektedirler Fakat yerel Kürt şeyh ve aşiret liderlerinin desteğini sağladı ve Batı Irak'a yerel direniş görmeden girdi. 15 Ekim-15 Kasım 1629'da Bağdad'ı kuştama altına aldı. Fakat erzak ve levazım yetiştirilmesi zorlukları, Bağdad Safavi ordusunun ciddi direnişi ve zaman zaman çok etkili huruç hareketleri ve Osmanlı ordusunda olan disiplinsizlik dolayısıyla bu kuşatma başarılı olmadı. Hüsrev Paşa ordu ile Mardin'e çekildi ve o kış, 1630 yılı ve 1631 yılının büyük bir kısmında Mardin'de vakit geçirip tekrar Bağdad üzerine gitmekten kaçındı. Bu dönemde Hüsrev Paşa hakkında şikayetler İstanbul'a duyuruldu. Bu şikayetlere göre yerel halk ve hatta ta Anadolu içlerine kadar "yapmadığı kötülük bırakmayan ve en akla gelmeyen işkenceleri uygulamaktan" çekinmediği ve "Celalı başbuğlari gibi davrandığı" hakkında idi. Bu kımıldamazlık ve gittikçe artan şikayetler İstanbul'daki Sultan IV. Murat ve merkezi devlet tarafından uygun görülmedi ve Eylül 1631'de Hüsrev Paşa sadrazamlıktan azledildi ve yerine ikinci defa Hafız Ahmed Paşa sadrazam oldu.
Hüsrev Paşa azlolunduktan sonra Tokat'a geldi. Yeni sadarazam Hafız Ahmed Paşa bu orduda bulunan kapıkulu ocak askerlerinin kış gelmeden ile biran evvel İstanbul'a dönmeleri için karar aldı. Hüsrev Paşa'nın İstanbul'a geri dönen kapıkulu "güçlerini İstanbul'a dönünce kendi lehinde ayaklanma çıkartmaya teşvik ettiği ve Deli İlahi, Rum Mehmed, Baba Ömer, Kınalıoğlu, Kör Ali, Köşe Şaban gibi sipahi zorbalarını Anadolu'da yaygın olarak soygunlara yapmaya gönderdiği haberleri İstanbul'a yetişti.
İstanbul'a geri dönen kapıkulu ocak askerleri ise doğuda sanki bir zafer kazanmışlarca hareket etmeye ve taşkınlıklar yapmaya başladılar. Bu ortamı Sadrazam aleyhinde kullanma fırsatını gören Topal Recep Paşa harekete geçti ve özellikle Boşnak ve Arnavut asılli yağmacı zorbaları başkentte karişıklık çıkartmak için teşvik etti.
7 Şubat 1632'de ilk asker ayaklanması başladı. Atmeydanı'nda toplanan sipahi ve diğer kapıkulu askerleri Hüsrev Paşa'nın azledilmesi aleyhinde de olarak isyan ettiler. Topkapı Sarayı üzerine binlerce asker, ulema ve şehirli insan yürüdü. IV. Murat iki defa ayak divanına çıkma zorunda kaldı; sadrazam Hafız Ahmed Paşa atilan taşla atından düşürüldü ve Sultan ikinci kez ayak divanına çıktığında Hafız Ali Paşa isyancılar tarafından öldürülüp paramparça edildi. Sultan IV. Murat pek istemiyerek Topal Recep Paşa'yı sadrazam yaptı.
Fakat İstanbul'da olan askeri isyan ve zorbalık olaylarının Hüsrev Paşa ile Topal Recep Paşa'nın Sadrazam Hafız Paşa'ya karşı komplolarında ortaya çıktığını Sultan IV. Murat bilmekteydi ve Hüsrev Paşa'yı elimine etmek için tertip aldı. Diyarbakır Valiliği'ne tayin edilmiş olan Murtaza Paşa'nın eline verilmiş bir gizli hatt-ı humayun gönderildi ve bunun icabı olarak Mart 1632'de Hüsrev Paşa'nın Tokat'ta boyunu vurularak idam edildi.
Hüsrev Paşa katledildikten sonra bile politik karmaşıklığa katkıda bulundu! 2 Mart 1632'de Hüsrev Paşa'nın başı İstanbul'a vardığında yine Recep Paşa kışkırtması ile isyan eden kapıkulu askerinin elebaşısı olan zorbalar harekete geçtiler. Hüsrev Paşa'nın öldürülmesine neden olanlardan onun intikamını alınmasını istediler.
Yaşamış olduğu dönemde yazan tarihçi Atayi onu şöyle değerlendirmektedir::
Mağrur, gözüpek, vurucu, kan dökücü
Şair Nefi onun hakkında "kisver-gir" matlahlı çok beğenilen bir kaside yazmıştır. Bu kasideden örnek bir beyit şudur:
"Âferin ey alem efrâkte serdar-ı dilir"
"Saf-der-i kal'a-kuşa saf-şiken u kisver-gir"
Naima tarihi Hüsrev Paşa'nın hizmeti, seçiyesi, kan dökücülüğü hakkında ayrıntılı bilgiler sağlamaktadır.
Modern tarihçilerden Uzunçarşılı onu şöyle değerlendirmektedir:
Azim ve irade sahibi, orduyu zabt ve rapta muktedir, doğrulukla tanınmış bir vezir ise de fevkalade gazaplı, kendini beğenmiş, lüzumsuz yere çok kan dökücü idi.
Afyonkarahisar civarında bulunan "Hüsrev Paşa Hanı"'nı yaptırmıştır.
Topal Recep Paşa
Topal Recep Paşa IV. Murad saltanatında 10 Şubat 1632 - 18 Mayıs 1632 tarihleri arasında dört ay on beş gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Nikris (gut) hastalığından müzdarip olan Topal Recep Paşa aksak yürüyüşü dolayısıyla Topal ismini almıştı.
Boşnak asıllıdır. Bostancı ocağında yetişmiştir. Bostancıbaşı olmuştur Fakat nikris (gut hastalığı) olduğu için bir müddet sonra emekli yapılmıştır. Sonradan tekrar göreve alınarak Ruslar tarafından ele geçirilen Azak kalesini geri almak üzere Kırım'a yapılan sefere serdar tayin edilmiştir. 1625-1626 döneminde kaptan-ı derya görevi yapmıştır.
İran' karşı sefere serdar tayin edilip ve sefere hazırlıkları yapmak için Tokat'a giden ve burada ölen sadrazam Çerkes Mehmed Ali Paşa yerine 8 Şubat'ta Sadrazam ve İran seferi serdar-ı ekremi olarak Müezzinzade Filibeli Hafız Ahmed Paşa getirilmişti. Bu sırada Kaptan-ı Derya Topal Recep Paşa donanmayla İstanbul'a geldi ve Kırım Hanı ile Nogaylar arasında ortaya çıkan mücadeleyi ortadan kaldırmak ve nehirlerden şayaklarla Karadeniz'e inen ve Osmanlı devletinin Karadeniz kıyılarını vuran Kazak saldırılarını önlemek için tekrar donanma ile Karadeniz'e açıldı.
Karadeniz'de Topal Recep Paşa komutanlığı altında bulunan Osmanlı Donanması 350 şayaktan oluşan bir Kazak ince donanması ile "Karaharman Deniz Muharebesi"'ne girişti. Bu çarpışmada her Osmanlı kadırgası karşısında her biri 50 kadar tüfekçi ile silahlandırılmış 20-30 şayak bulunmaktaydı. Fakat Osmanlı donanmasının uygun manevraları ile şiddetli topçu ateşi dolayısıyla Kazak şayak ince donanması mağlup edildi. 172 şayak ve 781 Kazak tutsak ele geçirildi.
Bağdad'ı kuşatan Sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmed Paşa bu şehri ele geçirmeyi başaramadı ve orduyu geri çekerek İstanbul'a dönmeye karar verdi. Kaptan-ı Derya olan Topal Recep Paşa'nın İstanbul'da Temmuz 1626'da kapıkulu ocaklılarını kışkırtığı ve bunların eyleme geçtiği belirtilmektedir. Ama bu eylem elebaşıları yakalanarak eylem sona erdirilmiştir. IV. Murat'ın cülusundan beri İstanbul'da sedaret kaymakamı olan Gürcü Hadım Mehmed Paşa o yaz çok geçerli ve köklü akçenin devalüasyonu (1 altını 120 akçeye ve 1 kuruş 80 akçeye indirme şeklinde değiştirme) hedefli bir para reformu yapmak ile uğraşmakta idi. Bu nedenle Bağdat kuşatması için Serdar ve Sadrazam Hafız Ahmet Paşa'ya gerekli destek sağlanamıştı. Bu eksikliği bir bahane bulan Topal Recep Paşa ocaklı eylemcilere "Gürcü Paşa, Bağdat Seferine niye imdat etmemiştir?" diye slogan attırdı.
Venedik Balyosunun Venedik'e gönderdiği raporları inceleyen Avusturyalı tarihçi Hammer'e göre Gürcü Mehmet Paşa devleti kapıkulu ayaklanmacıların zorbalıklarından kurtarmak için planlar yapmıştı ve bunları cephede bulunan Sadrazam'a nektupla iletmişti. Bu mektupları eline geçiren Topal Recep Paşa bunları Sultan IV. Murat'a götürmüş ve ondan Gürcü Hadım Mehmet Paşa'nın azledilip katletilmesini istemişti. IV. Murat'ın bunu yapmakta tereddüd etmesini önlemek için de yeniçerileri kışkırtıp Fatih Camii'inde toplanıp eyleme geçmelerini sağlamıştı. Fakat Türk tarihçileri tarafından yazılan tarihlerde bu olaydan hiç bahis bulunmaktadır.
Her neden ve şekilde olursa olsun, Ağustos 1626'da IV. Murat İstanbul Sedaret Kaymakamı olan Gürcü Hadım Mehmed Paşa'yı bu görevden azletmiştir ve 90 yaşını aşkın olan Gürcü Hadım Mehmed Paşa'yı istemeyerek boğdurup idam ettirmiştir. Onun yerine İstanbul Sadaret Kaymakamlığı görevi, Kaptan-ı Derya görevini bırakan, Topal Recep Paşa'ya verilmiştir.
Aralık 1626'da Sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa İstanbul'a vardığında Bağdad Kuşatması'nda gösterdiği başarısızlık dolayısıyla Sadrazamlıktan ve İran serdar-ı ekremliğinden azil edildi. 1 Aralık'da Topal Recep Paşa'nın konağında devlet ricali ve yüksek ulamanın katıldığı bir meşveret toplantısı yapıldı. Bu toplantıda yeni sadrazamın kim olacağı görüşüldü. Osmanlı devleti için ilk defa bir "demokratik tipli uygulama" ile toplantıya katılanların oylamaları sonucu eski sadrazamlardan Damat Halil Paşa'nın sadrazamlığa getirilmesi uygun g |
örüldü ve onun sadrazam seçilmesi Sultan IV. Murad'a önerildi. Böylece ikinci kez sadrazam olan Damat Halil Paşa doğuda Celali isyanları tenkili ve İran seferi için serdar olarak göreve de başladı. Çok soğuk ve şidetli bir kış havasında bir alay tertip edildi ve Üsküdar'da ordugaha geçti ve sefer hazırlıklarını orada tamamladı.
Celali tenkili amacıyla sadrazam Damat Halil Paşa isyan etmiş olan ve Celeli olduğu kabul edilen eski Erzurum valisi Abaza Mehmet Paşa üzerine gitti. Ama yapılan çarpışmalarda yenilerek Tokat kışlağına çekildi. IV. Murat 16 yaşına gelmişti ve devlet işlerini kendi eline almak hedefi ile Sadrazam Damat Halil Paşa'yı azletti. Yeni sadrazamın belirlenmsi için bir yeni meşveret divanı toplantısı yapılmasını emretti. Görüşmeler sırasında önerilen ve en genç vezir olan Hüsrev Paşa 6 Nisan'da sadrazam adayı olarak IV. Murat'a önerildi ve onun tarafından seçildi. Fakat siyasi gücü çok yüksek olan Topal Recep Paşa da bu meşveret meclisine katılmıştı ve görevin kendine verilmesini beklemekte idi. Yüksek devlet ricali Hüsrev Paşa'nın sadrazamlık haberinin bu mecliste açıklanmasının Topal Recep Paşa'yı kızdıracağını ve onun buna müdahale edebileceğini düşünüp kararı meşveret meclisinde açıklanmadılar. Güya Hüsrev Paşa'ya Diyarbakır Valiliği görevi verilerek, oraya doğru yola çıkartıldı ama arkasından mühr-ü humayunu taşıyan kapıcılar kethüdası gönderildi. Hüsrev Paşa'ya Kapıcılar kethüdası İzmit'te yetişti ve ona mühr-ü humayunu teslim etti. Hüsrev Paşa da Sadrazam olarak İstanbul'a döndü.
1628'de Sadrazam Hüsrev Paşa Abaza Mehmet Paşa'ya karşı galip gelerek onu esir alıp İstanbul'a getirdi. 1629 yazında ise Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem olarak Hüsrev Paşa İran Seferi'ne çıktı. Hedefi olan Bağdad'ı alamadı; Diyarbakır kışlağına çekildi ve hiç İran'a karşıhücuma geçmeden orada 1631'e kadar kaldı. Bu dönemde yerli ve yörel halka yaptığı zulümler hakkında devamlı şikayet gelmeye başladı. 25 Ekim 1631'de Hüsrev Paşa sadrazamlıktan azil edildi. Yerini IV. Murat'ın eniştesi olan Hafız Ahmed Paşa ikinci kez sadrazam tayin edildi. Topal Recep Paşa bu karara da aksi tesir gösterip Tokat'a çekilmiş olan Hüsrev Paşa ile birlikte hareket ederek Doğu seferinden geri dönmekte olan kapıkulu askerini kışkırtmaya başladılar. İstanbul'a dönen ve sanki bir zafer kazanmış gibi şehirde taşkınlıklar yapan kapıkulu askerlerini Topal Recep Paşa'nın yönlendirmekte olduğu ve sadrazam olan Hafız Ahmed Paşa aleyhinde fesat çıkmasını sağladığı bildirilmektedir.
7 Şubat 1632'de büyük bir kapıkulu askeri ve halk ayaklanması başladı ve ayaklanmacılar Topkapı Sarayı'na yürüdüler; Sadrazam Hafız Ahmet Paşa ve şeyhülislamın da isimlerini ihtiva eden 17 kişilik bir listedeki devlet adamlarının başlarını istediler. Saray bahçesine girip Sultan IV. Murat'ı ayakdivanına çıkmaya zorladılar. 10 Şubat'ta isyancılar Topkapı Sarayı bahçesine gelen sadrazam Hafız Ahmed Paşa'ya hücum ettiler; korumacıları sadrazamı kurtadılar; ama sadrazam görevinden istifa etti. Ayaklanmacılar IV. Murat'tan yeni bir ayak divanı istediler. Bu ayakdivanına IV. Murad çıkarken Topal Recep Paşa'nın ona "Padişahım, abdest aldın mı?" sorusunu sorup güya ona gözdağı vermek istediği bildirilir. Topal Recep Paşa eski sadrazamın saraya geri getirilmesini de önerdi. Bu divan sırasında isyancılar padişaha lafla hücumlar yaptılar; buna karşılık Hafız Ahmet Paşa asiler üzerine kendini attı ve Hafız Ahmet Paşa zorbalar tarafından pala ve kılıç darbeleriyle paramparça edildi. Asileri yatıştırması göreviyle Topal Recep Paşa sadrazamlığa getirildi.
IV. Murat bu karışıkların Hüsrev Paşa ve Topal Recep Paşa tarafından kışkırtıldığını bilmekteydi. Diyarbakır valisi Murtaza Paşa'ya gönderdiği gizli bir emirle Tokat'ta bulunan Hüsrev Paşa'nın idam edilmesini sağladı. 2 Mart 1632de Hüsrev Paşa'nın başı İstanbul'a geldiği zaman Topal Recep Paşa kaygılandı ve yeni zorbalık isyanlarına teşvike başladı. Hüsrev Paşa'nın idamının intikamını almak isteyen isyancı kapıkulu askerleri Saray avlusunda toplandılar. Padişah üçüncü defa bir ayakdıvanına çıktı.
İsyancıların isteğiyle Şehzadeler de Topal Recep Paşa kefilliğiyle bu ayak divanına getirildiler.
İsyancılar başlarının vurulmasını istedikleri devlet adamlarını (örneğin yeniçeri ağası Hasan Halife, defterdar Mustafa Paşa vb.) şehirde arayıp bulup öldürüp cesetlerini Atmeydanı'na astılar. Bu karışıklık epey müddet devam etti. Yeniçeriler ve sipahiler sonradan cebeciler de ayaklanmaya katıldılar. O yılki ramazan bu isyancı zorbaların taşkınlıkları içinde geçti. Örneğin, ayaklanmacılar başta sadrazam Topal Recep Paşa olmak üzere, her devlet ricalinden balmumu ve saçı istediler.
En sonunda 25 Nisan'da isyancılar mülazım yazılmak dolayısıyla birbirlerine girdiler. İsyancıların bu zayıflığından faydalanan IV. Murat 18 Mayıs günü Topal Recep Paşa'yı saraya çağırdı. Sadrazam padişahın huzuruna çıktığında, ayak divanına çıkarken Topal Recep Paşa'nın "Abdest al padişahım" diye uyarısından mülhem olarak, IV. Murat "abdest al" emrini yönelti. Zülüflü baltacılar kemend atarak onu padişah önünde boğup idam ettiler. Ölüsü Bab-ı Hümayun önünde bekleyen düşmanlarına atıldı. Onun yerine Sadrazam olan Tabanıyassı Mehmed Paşa uzun bir müddet bu isyancı zorbalarla uğraşıp ancak Haziran sonunda asayişi sağlayabildi.
"Esmeru'-tevarih" Topal Recep Paşa'nın cesedinin denize atıldığını bildirmektedir. Fakat "Hadikatü'l-cevamı" cesedinin Doğancılar' daki camii mezarlığına gömüldüğünü bildirmektedir.
". 1981 yılında TRT'de yayınlanan IV.Murat dizisinde Lütfü Seyfullah tarafından canlandırılmıştır."
". 1996 yapımı İstanbul Kanatlarımın Altında filminde Recep Paşa karakterini Tuncel Kurtiz canlandırdı."
". 2016 yılında Fox Tv'de yayınlanmaya başlayan Muhteşem Yüzyıl Kösem dizisinde Kayra Şenocak tarafından canlandırıldı."
Tabanıyassı Mehmed Paşa
Tabanıyassı Mehmed Paşa IV. Murad saltanatında 18 Mayıs 1632 - 2 Şubat 1637 tarihleri arasında dört yıl sekiz buçuk ay sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavutluk'da Taşlıca'da doğmuştu. Kızlarağası Hacı Mustafa Ağa’nın hizmetinde yetişmişti. Mirahor oldu. Sonra vezirlikle Mısır valiliğine gönderildi.
18 Mayıs 1632’de bir yeniçeri isyanı çıkarmasi sebebi ile IV. Murat emriyle idam edilen Topal Recep Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirildi. Tabanıyassı Mehmet Paşa şehirde asayişi geri getirmek için tebdbirler almaya başladı. 9 Haziran günü mülazım yazılmak dolayısı ile isyan eden kapıkulu askerleri Okmeydanı'nda toplandılar ve hanlarda oda döşemeyenlere mülazımlık verilmemesi isteklerinde ısrar ettiler. Atmeydanı'nda yeni bir isyan başlayacağı haberi etrafa yayıldı. IV. Murat bir ferman yayınlayarak mülazımlık uygulamasının yasak oldugunu bildirdi. Bu durumu görüşmek üzere Sinan Paşa Köşkü'nde bir ayak divanı toplanacağını ilan etti. Bu toplantıya devlet ricalinden vezirler, ulema ve ocak ağaları katıldı. Atmeydanı'nda isyancıların elebaşısı olan ocak ihtiyarlari da geldiler ve halk sahili doldurdu. IV. Murat köşk önünde bir tahta oturup bu toplantıyı idare etti. Bu divana katılanlar Kuran üzerine yemin ederek padişaha sadık olacaklarını bidirdirdiler. Bir hüccet yazılarak isyanciların elebaşlarının yakalanıp otoritelere teslim edilmesi emredildi. Sadrazam her gün konağında toplantı yaptıktan sonra ya tebdil kiyafetle ya da açıkca şehirde kol gezmeye başladı. Bunu takip eden günlerde otoriteler isyan elebaşısı olan Saka Mehmed, Cin Ali ve diğerlerini yakalayıp idam ettirdiler. Kapıkulu askerlerinin bulunduğu hanlar boşaltıldı. Sehir sokaklarında görülen disiplinsiz, eğri sarıklı sipahi askerleri hemen idam edildiler. İsyan elebaşısı olduğu bildirilen ve yakalanmamış olan kapıkulları askerlerinin kayıtları silindi. Eyaletlere fermanlar gönderilerek celalilik yapanların hemen idam edilmeleri ve eyalette bulunup sırf ulufe elde etmek için kapıkulu askeri esamesi taşıyanların da elimine edilmeleri emredildi.
Böylece sadrazam kapıkulu isyanını bastırarak, kapıkulu ocaklarında temizlik yapıp ocaklarda disiplin ve ülkede, özellikle İstanbul'da, asayiş sağlandı.
Tabaniyassı Mehmet Paşa, 22 Ekim 1633'de doğu seferine çıkmak üzere Üskudar'dan ayrıldı. İstanbul'da sedaret kaymakamı olarak {Bayram Paşa kaldı. IV. Murat ise (sonradan Revan Seferi) adı verilecek olan) doğu seferine 28 Mart 1635'de başladı. Sadrazam da IV. Murat'ın Revan Seferi'ne katıldı. Bu seferde Revan kalesi kuşatılıp alındı ve yakınindaki Maku, Cors, Hoy ve Tebriz kaleleri de ele geçirilip bu yerlerdeki kalelelr yıktırıldı. Revan'ın ve bu kalelerin ele geçirilmesinde gösterdiği üstün hizmet dolayısı ile Sadrazama sedaret görevine ek olarak Rumeli beylerbeyliği verildi. IV. Murat İstanbul'a geri döndüğü zaman sadrazam Tabaniyassi Mehmet Paşa Diyarbakır'da bırakıldı.
İran Şahı çok geçmeden Revan'a hücum edip son seferde Osmanlılar eline geçmiş toprakları geri almaya başladı. Diyarbakır'da bırakılan ve Osmanlı güçlerinin serdarı olan Tabanıyassı Mehmet Paşa doğuda kışın çok şiddetli geçmesinden dolayı bu hücumları önlemeye imkan bulamadı ve İran kaybettiği arazileri geri almayi başardı. Bu nedenle Tabanıyassı Mehmet Paşsa Diyarbakır'da iken Şubat 1636'da sadrazamlıktan azledildi. Mayıs 1636'da İstanbul'a geri geldiği zaman Çinili Köşk'de tutuklandı ve idam edilmesi beklenmekteydi. Fakat hava ve iklimin bu başarısızlığına neden olduğu açıkça anlaşıldığı için affolundu.
Merkezi Silistre'de bulunan Ozi Valiliğine tayin edildi. Burada vali iken Eflak ve Boğdan voyvodaları ile arası açıldı. Ocak 1638'de Budin Valiliğine nakloldu.
IV. Murat 1639 yaz başlangıcında Bağdat Seferi sonunda İstanbul'a döndüğü sırada acele olarak İstanbul'a çağrıldı ve kaptan-ı derya olarak atanan padişahın ünlü silahtarı Mustafa Paşa yerine İstnabul'da sadaret kaymakamı olarak görevlendirildi. Bu görevde iken daha önceki görevi sırasında kendisiyle araları açılan Eflak ve Boğdan voyvodalarını görevlerinden azlettirdi. Fakat bunlar yeni kaptan-ı derya olan ve kaymakamlıkta ve başvezirlikte gözü olan Silahtar Mustafa Paşa'ya değerli hediyeler vererek onun bu değişiklikl |
eri IV. Murat'a söyleyip şikayet etmesini sağladılar. Bunun üzerine Tabanıyassı Mehmet Paşa sedaret kaymakamlığından azledildi ve yerine Deli Hüseyin Paşa kaymakamlığa getirildi. IV. Murat da Silahtar Mustafa Paşa'nın kışkırtması ile voyvodoların bu azilleri ile Tabanıyassı Mehmet Paşa'nin bir hainlik yapıp bu bölgelerde isyana sebep olmak ve devlete yeni gaileler çıkarmak istediğini düşünerek onu önce Yedikule'de tutuklattı. 1639 günü ise burada boğularak idam edildi.
Bayram Paşa
Bayram Paşa, Ladikli Bayram Paşa olarak da bilinir (ö. 21 Mart 1638), IV. Murad saltanatında 2 Şubat 1637 - 26 Ağustos 1638 tarihleri arasında bir yıl altı ay yirmi iki gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. İstanbul'un Bayrampaşa ilçesi onun adını taşımaktadır.
İstanbul doğumlu ve Türk asıllıdır.
Enderun'da eğitim gördü. Çıkışta çuhadar-ı şehriyari oldu. 1621'de ilk defa yeniçeri ağası olarak tayin edilmekle beraber bir gün sonra tenzil edilip "turnacıbaşı" olarak görev verildi. Sonra da "kul kethudası" oldu. Eylül 1623'de yeniçeri ağaligia terfi etti. Hemen o yıl vezirlik rütbesi verilip kubbealtı veziri oldu. Haziran 1626'da Mısır valiliğine atandı. 1628'de bu valilik görevineden alındı ve İstanbul'a dönüp kubbealtı vezirliğinde göreve devam etti
Gençliğinde çok yakışıklı olduğu kayda geçmişti. Daha yeniçeri iken dönemin padişahı I. Ahmed'in kızı Hanzâde Sultan ile evlendi. Saraya intisabından sonra kendine bir konak verilip önemli mevkilere getirildi.
IV. Murad saltanatında 2 Şubat 1637'de Tabanıyassı Mehmed Paşa'nın azli ile sadrazamlığa yükseldi. Bayram Paşa sadrazamlığı sırasında şair Nef'i'yi idamı ettirmesi ile de tanınmaktadır. IV. Murad'ın, Nef'i'den bir daha hicvıye yazmaması istemesinden sonra Nef'i, sözünü tutmamış ve IV. Murad'ın eniştesi Bayram Paşa'yı hicvetmiştir. Bayram Paşa'nın isteği üzerine padişah, Nef'i'yi idam ettirmiştir. Şair Nef'i, Bayram Paşa'nın evinde öldürüldükten sonra cesedi Sarayburnu'ndan denize atılmıştır.
Padişahın Bağdat Seferi sırasında, Eylül 1638'de Urfa yakınlarında Celab mevkinde beyin kanamasından ölmüştür. Cesedi İstanbul'a nakledilmiş ve İstanbul'da Cerrahpaşa'da o zamanki Avratpazarı mezarlığında defnedilmiştir.
Naima tarihinde IV. Murat'in onu çok takdir ettiğini ve vefatından sonra çadırına girip ağladığını bildirir ve sonra bu çadırda padişaha gelenek üzere takdim edilecek hediyeleri (zırh gömlek, miğfer, samur kürk takımlı giyecekleri) görüp yine ağlayarak
Hayıf sad hayıf ki böyle kadirşinas bir vezirden ayrıldım, Böyle bir vezir az bulunur.
deyip ruhuna dualar etmiştir.
Mehmet Süreyya Sicil-i Osmani'de şöyle değerlendirmektedir:
Tedbirli, gayretli, padişaha sadık ve doğru idi.
Uzunçarsılı'nın değerlendirmesine göre :
Tedbirli ve iyi idareli bir devlet adamı idi.
İstanbul'da günümüzde ilçe olan Bayrampaşa onun bu mevkide bulunan çiftliği adına ithaf edilerek kurulmuştur.
Büyük hayır sahibi olup şu hayır eserleri bulunmaktadır:
Türkçe-Yunanca ortak sözcük hazinesi
Türkçe ve Yunanca'nın ilk temasları Malazgirt Savaşı'nın çok öncelerine dayanmaktadır.
Aşağıdaki liste Türkçe ve Yunanca'da ortak olan sözcüklerin listesidir.
Alt ağ maskesi
TCP/IP'de iki cihaz aynı ağda olup olmadıklarını birbirlerinin IP adreslerinin ilk birkaç basamağına bakarak anlarlar. Bu basamağa IP maskesi veya Alt ağ maskesi ("IP mask" veya "Subnet Mask") denir. Örneğin IP maskesi 255.255.255.0 ise, ilk üç basamağı (yani ilk 24 bit'i) aynı olan iki makine aynı ağda demektir. Bu durumda, 192.168.0.1 ile 192.168.0.2 aynı ağda, 192.168.1.1 ise başka bir ağdadır.
Bazı IP adresleri ve maskeleri bazı kullanımlar için ayrılmıştır. Bunlar şu şekildedir:
Bu sayede, bir ağdaki TCP/Ip adreslerini mantıksal bir şekilde ve basitçe organize etmek mümkündür.
Daha fazla bilgi için, TCP/IP sayfasına bakabilirsiniz...
Ağ geçidi
Ağ geçidi (İng. ")", farklı ağ iletişim kurallarını kullanan iki bilgisayar ağı arasında veri çerçevelerinin iletimini sağlayan ağ donanımıdır. Bir başka deyişle aynı dili konuşamayan iki ağ arasında tercüman vazifesi görür.
İletişimi sağlayabilmek için ağ geçidi iletişim kurallarını dönüştürme işlemini gerçekleştirir. Hedef ağda iletilmesi mümkün olmayan verilerin silinmesi de bu dönüştürme sırasında gerekli olabilir. Dönüştürme işlemi OSI yedi katman modelinin yedisi için de geçerlidir. Mesela IPX/SPX tabanlı Novell ağındaki bir bilgisayar uygun bir ağ geçidi sayesinde, IP adresi olmadan İnternet ile iletişim kurabilir. VoIP uygulamaları, SMS ve faksların epostaya dönüştürülmesi ağ geçidi kullanımına örnek teşkil eder.
Genellikle bu iş için özel üretilmiş donanımlar varsa da, birden çok arayüzü olan ve bünyesinde farklı iletişim kurallarını barındıran bilgisayarlar da ağ geçidi görevini üstlenebilirler.
Her ne kadar günlük yaşamda ve bazı işletim sistemlerinde ağ geçidi ve yöneltici aynı anlamda kullanılıyorsa da ağ geçidi, daha çok OSI yedi katman modelinin dördüncü ve yukarısındaki katmanlarında uygulama bulur. Yönelticide ise OSI yedi katman modelinin üçüncüsü olan ağ katmanı kullanılır.
Ping
Ping programı, 1983 yılında Mike Muuss tarafından yazılmış bir programdır. Bir makineye genelde 32 baytlık bir ICMP pakedi gönderir ve aynı paketin geri gelmesini bekler. Bu basit program, birçok işe yarayabilir. Sunucu size ne kadar uzak ise, bu süre de o kadar artmaktadır. Örneğin Türkiye'deki sunuculara 40ms ile bağlanırken, Almanya'daki bir sunucuya bağlanmak istediğinizde mesafe arttığı için bu süre 90ms gibi seviyelere çıkabilir.
IPv6 da ping6 olarak kullanılır.
Kullandığınız bağlantı tipinin ping'e etkisi büyüktür. En kötü ping değeri 3G bağlantılarında görülmektedir. Paketler daha ilk başta kablosuz gittiği için baz istasyonuna ulaşana kadar gecikmeye uğrar. Aynı sunucuya 3G ile yapılan bağlantı ve ADSL ile yapılan bağlantı arasında ping değerlerine göre birkaç kat fark olabilir.
Fiber optik internetin bant genişliği ADSL' e göre yüksek olsa da ping olarak pek bir farkı yoktur. Bunun nedeni bağlantı tipimizin sadece bölgemizdeki santrale olan pingi etkilemesidir. Bu nedenle ADSL ve Fiberoptik internet arasında en fazla birkaç ms ping farkı görülebilir.
> ping tr.wikipedia.org
Lordlar Kamarası
Lordlar Kamarası ("House of Lords") Birleşik Krallık parlamentosunun üst kamarası. Üyeleri "Lord" unvanını taşır.
Evvelce üyeliği babadan oğula geçen asilzadelerden oluşan bu kurumda, günümüzde üyelik çeşitli yollarla ve tarzlarda Kraliçe veya partiler tarafından atanma yoluyla gerçekleşmektedir. Kamaranın 1 Temmuz 2008 itibarıyla 735 üyesi bulunmaktaydı. Bu sayı halen halk tarafından seçilmişlerin bir araya geldiği 646 üyeli Avam Kamarası'nın üzerindedir.
Lordlar Kamarası içindeki en kalabalık grubu, 617 üye ile, Kraliçe tarafından ömür boyu süre ile atanmışlar ("Life Peers") oluşturmaktadır. 26 üyeye denk gelen "Ruhani Lordlar" ("Lords Spiritual") grubu da, yine Kraliçe tarafından atanmış Anglikan Kilisesi ileri gelenlerinden oluşur. 75 Lord siyasi parti yönetimleri tarafından, 15 Lord da Lordlar Kamarası üyelerinin oyuyla işbaşına getirilmişlerdir. "Ruhani Lordlar" dışında kalan üyeler "Dünyevi Lordlar" ("Lords Temporal") olarak adlandırılır. 1999 yılında yapılan reformlarla üyelikleri babadan oğula geçen asilzadelerin pek çoğu Kamara dışında bırakılmışlar ise de, Dük, Marki, Kont, Vikont ve Baron gibi asalet unvanı taşıyanlar günümüzde de kurum içinde ağırlıklı bir kitle olarak kalmışlardır.
Lordlar Kamarası üç üyenin mevcudiyeti ile toplanabilmektedir. Bununla birlikte, 2007'de Lordlar Kamarası'nda kurumsal reform amacına dönük olarak hazırlanan bir raporda, üyelerin önemli bir bölümünün, özellikle de ömür boyu süre ile atanmış olanların oturumlara katılmadıklarını, ortalama katılımın yarıya yakın eksikle 400ler civarında seyrettiğini ortaya koymuştur.
Lordlar Kamarası'nın köklü bir reformdan geçirilmesine dönük çabalar sürdürülmekte ise de, bizzat bu kurumun üyelerinin muhalefeti nedeniyle henüz sonuç vermemiştir. Mart 2007'de Avam Kamarası üyeleri Lordlar Kamarası üyelerinin tamamının seçimle göreve getirilmesi ilkesini 337'ye karşı 267 oyla kabul ettiler. Ancak Lordlar Kamarası kısa bir süre sonra bu öneriyi reddetmiş ve üyelerinin tamamı atama yolu ile göreve getirilmesine dayalı statükoyu muhafaza etti.
9 Mayıs 2012'de gerçekleşen toplantıda yer alan Kraliçe, Lordlar Kamarasının üyelerinin gelecekte seçimlerle belirleneceğini belirtmiştir.
Avam Kamarası
Avam Kamarası (House of Commons), Birleşik Krallık'ta üyeleri (en çok) beşer yıllık dönemler için seçimle işbaşına gelen milletvekillerinden oluşan alt meclistir. Kamaranın toplanma yeri, Birleşik Krallık'ın üst meclisi olan Lordlar Kamarası ile aynı yer olan Westminster Sarayı'dır. Bu meclisi oluşturan 650 üye, parlamento dağılana kadar, ülkedeki her seçim bölgesinden oy çokluğu sistemi ile seçilip, seçildikleri bölgeyi temsil ederler.
İngiltere Avam Kamarası 13. ve 14. yüzyılda oluşmaya başlamıştır. 1707 yılında İskoçya ile siyasi birlik sağlandıktan sonra adı Büyük Britanya Avam Kamarası olarak değiştirilmiştir. 19. yüzyılda İrlanda ile siyasi birliğin sağlanmasından sonra adı "Büyük Britanya ve İrlanda Avam Kamarası" olmuştur. "Birleşik Krallık" kavramı 1800 yılından sonra Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallık için kullanılırken, 1922'den sonra Özgür İrlanda Devleti'nin bağımsızlığından sonra Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı adını almıştır. Günümüzde de bu isim kullanılmaktadır.
1911 Parlamento Yasası'ndan sonra Lordlar Kamarası'nın, Avamlardan gelen yasayı reddetme gücü geciktirme ile düşürülmüştür. Hükümet sadece Avam Kamarası'na karşı sorumludur ve başbakan da kamarada çoğunluğun desteğini sağladığı müddetçe makamında kalabilir.
Seçim sistemine göre 18 yaş ve üzeri Birleşik Krallık ve İrlanda vatandaşlarıyla İngiltere'de ikamet etmekte olan İngiliz Uluslar Topluluğu vatandaşları oy kullanabilirler.
Ali Fuat Aydın
Geleneksel Türk Halk Müziği’nin temel çalgılarından bağlamanın temsilcilerinden olup özellikle zeybek tavrı üzerine yoğunlaşmıştır |
. 1973’te Aydın – Karpuzlu - Ektirli Köyü’nde doğdu. Sırasıyla İzmir Mustafa Urcan İlkokulu (1984), İzmir Bornova Anadolu Lisesi (1991) ve Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Elektrik ve Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldu (1998).
ODTÜ’de öğrenim gördüğü yıllarda ODTÜ Türk Halk Bilimi Topluluğunda (THBT) iki dönem (1994 ve 1996) yönetim kurulu başkanlığı yanında çeşitli seviyelerde bağlama dersleri verdi, bu kurumun Türk Halk Müziği (THM) korosunu çalıştırdı (1995). Mezuniyetinden sonra askerliği süresince bağlama derslerine devam etti. Daha sonra iki yıl boyunca İzmir’den gelip gitmek suretiyle aynı koroyu çalıştırdı (2002, 2003).
Çeşitli yörelerden, özellikle Aydın, Muğla ve İzmir yöresine ait derlemiş olduğu ezgilerle THM dağarına katkıda bulundu. Daha çok “ağır zeybekler” üzerine inceleme ve araştırma çalışmalarında bulundu. Derlemelerinin ana öğesini ise Aydın – Germencik ve Muğla - Milas’taki “kaba zurna” kültürü oluşturmaktadır.
Derlemelerinden bazılarının Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) THM Repertuarı ve Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü (HAGEM) Türk Halk Ezgileri Repertuarına alınması ilgili kurullarca uygun bulunmuş, çeşitli yayınlarda bu derlemelere yer verilmiştir. Bunun yanında bazı besteleri de TRT Türk Sanat Müziği (TSM) Repertuarına kabul edilmiştir.
Zeybek kültürüne ilişkin çeşitli çalışmalarının yanı sıra özellikle ses sistemi, nota yazımı, akort, diyapazon, transpozisyon, çalgı yapısı ve standardizasyon, vb. Geleneksel Türk Müziği'nde henüz çözümü üzerinde tam bir görüş birliğine varılamamış konular üzerine çalışmalarda bulunmuştur. Ayrıca Anadolu Rum Müziğinin özellikle Smyrneika kolu üzerinde de çalışmalarda bulunmuş, bu kolla bağlantılı olarak Yunanistan'da ortaya çıkmış olan Rebetika türü ile ilgilenmiştir.
Çeşitli yayınlarda yayınlanmış makale ve röportajları da bulunan Ali Fuat Aydın, yurt içinde ve dışında katıldığı çeşitli panel, sempozyum, konferans vb. etkinliklerin yanı sıra müzikal çalışmalarına ilişkin toplu ve bireysel olarak pek çok konser, stüdyo çalışması ve radyo-televizyon programında yer almıştır.
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu (TKİ) bir İktisadi Devlet Teşekkülü olarak 6974 sayılı yasa ile 22 Mayıs 1957 yılında kuruldu.
TKİ' nin amacı devletin genel enerji ve yakıt politikasına uygun olarak linyit, turp bitümlü şist, asfaltit gibi enerji hammaddelerini değerlendirmek, ülkenin ihtiyaçlarını karşılamak, yurt ekonomisine azami katkıda bulunmak, plan ve programlar düzenlemek, takip etmek, uygulama stratejilerini tespit etmek ve bunların gerçekleşmesini sağlamaktır. Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu(TKİ)'nun genel merkezi Ankara'dadır. Bu genel müdürlüğe bağlı 4 adet Müessese Müdürlüğü ve bu kuruluşlara bağlı olarak çalışan 4 adet İşletme Müdürlüğü bulunmaktadır. Müesseseler, Ege Linyitleri İşletmesi Müessesesi (ELİ), Güney Ege Linyitleri İşletmesi Müessesesi(GELİ), Seyitömer Linyitleri İşletmesi Müessesesi (SLİ), Garp Linyitleri İşletmesi Müessesesi(GLİ)'dir.
Sonuç olarak TKİ'ye bağlı 2 Müessese Müdürlüğü ve 1 İşletme Müdürlüğü kalmıştır. ( Ege Linyitleri İşletmesi Müessesesi (ELİ)-[Bağlı Çan Linyitleri İşletmesi(ÇLİ)], Garp Linyitleri İşletmesi Müessesesi(GLİ) )
Şükrü Gülesin
Şükrü Mustafa Gülesin (14 Eylül 1922, İstanbul - 10 Temmuz 1977), Türk eski millî futbolcu, teknik direktör.
Futbola Kınalıadaspor'da kaleci olarak başladı. Kısa süre sonra forvet pozisyonuna geçti. İstanbul Erkek Lisesi'nde okuduğu dönemde Beyoğluspor'a geçti. Buradan 1940/1941 sezonunda Beşiktaş'a transfer oldu. 1943-44 sezonunda MKE Ankaragücü forması giydiği bir sezon dışında siyah-beyazlı formayı 1950'ye kadar giydi.
Geldiği sezon Millî Küme şampiyonluğu gördü. 1947'de bir Millî Küme şampiyonluğu daha yaşadı. İstanbul liginde 6 sezon şampiyonluk yaşadı. 1946'da İstanbul Kupası'na sahip oldu. Bunun dışında iki Başbakanlık Kupası şampiyonluğu yaşadı. 1944'te Beşiktaş'a geri dönen Gülesin, Türkiye'de düzenlenen ilk Başbakanlık Kupası finalinde forma giyen Gülesin, Beşiktaş'ın Fenerbahçe'yi 4-1 yendiği maçta takımının son golünü kaydetti. 1947'de ise Adanademirspor'u 4-0 yendikleri maçta 2 gol kaydetti.
Derbilerde Galatasaray'a 13 gol, Fenerbahçe'ye ise 9 gol atma başarısını gösterdi. Üstün futbol yeteneğinin yanı sıra kornerden attığı goller ile ün kazandı.
Beşiktaş'ta oynadığı yıllarda bir dönem İtalyan teknik adam Giuseppe Meazza tarafından çok beğenilen Gülesin, Meazza'nın İtalya'ya döndükten sonra Gülesin'i tavsiye etmesi ile İtalyan kulüplerinin dikkatini çekti. Böylece 1950'da İtalyan takımı SS Lazio'ya transfer oldu. Ancak burada teknik direktör Mario Sperone ile anlaşamadı. Sperone, Gülesin'i orta sahada oynatmak isterken Gülesin asıl mevkiisi olan forvette ısrar ediyordu. Bu nedenle 1950-51 sezonunda US Città di Palermo'ya kiralandı.
İtalya ligi Serie A'daki ilk maçına 8 Ekim 1950'da AC Milan'a 1-0 yenildikleri maçta çıktı. Sezonu Palermo lig 10.su olarak bitirdi. 38 maçın 28'inde forma giyen Gülesin 13 gol attı ve 15 golle takımın en golcü ismi olan Dante Di Maso'nun ardından geldi.
Palermo'da attığı goller sonrası Lazio, 1951-52 sezonunda Gülesin'i takımda tuttu. 29 maçta forma şansı bulan Gülesin, 3'ü penaltıdan 16 gol attı. Takımın en golcü ismi olan Gülesin, Lazio'nun lig dördüncüsü olmasında büyük pay sahibi oldu. Gol krallığında da 9. oldu.
1952-53 sezonunda tekrar Palermo'ya kiralandı. Palermo yine ligde bir başarı sergileyemedi ancak Gülesin, 30 maçın 22'sinde forma giyip 7 golle takımın en golcü üçüncü ismi oldu. Sezon sonunda Türkiye'ye geri dönmeye karar verdi. Şükrü Gülesin bu macerası ile yurt dışında oynayan ilk Türk futbolculardan biri olmakla beraber, İtalya'da oynayan ilk Türk futbolcu olmuştur.
Futbolculuğunun bir dönemi II. Dünya Savaşı'na denk geldiği için, fazla millî maçta forma giyemedi. İlk kez millî formayı Türkiye millî futbol takımının 11 yıllık aradan sonra millî maç yapmaya başlamasıyla giydi. 23 Nisan 1948'da Yunanistan'da oynanan Türkiye-Yunanistan hazırlık maçı ilk maçı oldu. Maçı Türkiye 3-1 kazanırken, Türkiye'nin üçüncü golünü kaydetti.
1948 Yaz Olimpiyatları'na katılan kadroda yer aldı. Türkiye ilk maçta Çin'i 4-0 mağlup ederken, 90 dakika forma giydi. Çeyrek finale yükselen Türkiye, Yugoslavya'ya 3-1 yenilerek elendi. Gülesin, maç 10 mağlup giderken durumu 1-1 yapan golü kaydetmişti. Maçın sonunda çıkan kavga nedeniyle Şükrü, 85. dakikada kırmızı kartla oyun dışında kaldı.
1949 Akdeniz Kupası kadrosunda da yer aldı. Türkiye, kupada ikinci olurken Gülesin 3 maçta da forma giydi ve Mısır'a ve final maçında İtalya B takımına birer gol attı. 20 Kasım 1949'da 1950 FIFA Dünya Kupası eleme maçı olan Suriye maçında da forma giydi. Türkiye maçı 7-0 kazanarak, kupaya gitme hakkı kazansa da Brezilya'da düzenlenecek kupaya maddi imkansızlıklar nedeniyle gidemedi.
Gülesin'in son millî maçı 21 Kasım 1951'de Federal Almanya ile oynanan hazırlık maçı oldu. İnönü Stadı'ndaki maçı Türkiye 2-0 kaybetti. Gülesin, bu maç için millî kadroya Lazio'dan gelip katılmıştı. Bunun dışında bütün millî maç kadrolarına Beşiktaş'ta oynarken çağrıldı.
Türkiye'ye dönünce Galatasaray'a transfer oldu. Ancak pek forma şansı bulamayan Gülesin, futbolu bıraktı. Jübile yapmadan futbolu bıraktığı için rahatsız olan Beşiktaş başkanı ve Gülesin'in eski takım arkadaşı Hakkı Yeten, Gülesin'in eski takımı Lazio ile 27 Ekim 1965'te bir jübile maçı ayarladı. Maçın başında önce ligin centilmen takımlarına ödülleri takdim edildi. Daha sonra Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin eski futbolcuları bir gösteri maçı yaptı. Gülesin'in son maçı olan bu karşılaşma 0-0 berabere bitti. Daha sonra ise Can Bartu'nun da formasını giydiği Lazio, Beşiktaş'ı 1-0 yendi.
Gülesin, futbolu bıraktıktan sonra Beşiktaş'ta yöneticilik yaptı. Ayrıca spor yazarlığı yaptı. Aktif futbol yaşantısı bittikten sonra, millî takım Teknik Komitesi'ne seçildi. 17 Ocak 1969'da Riyad'da oynanan Suudi Arabistan-Türkiye hazırlık maçında millî takımı yönetmiştir. Maçı, Türkiye 2-1 kazanmıştır.
1998 yılında Fanatik Gazetesi tarafından düzenlenen ve 123 kişilik jüri tarafından belirlenen Cumhuriyet tarihinin en iyi 11'i oylamasında tarihin en iyi sol açığı olarak Altın 11'e girdi.
Şükrü Gülesin, 10 Temmuz 1977 günü kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Cenazesi Emirgan Mezarlığına defnedilmiştir.
NOT:"Evsahibi olarak Türkiye baz alınmıştır."
Soğdca
Soğdca, Soğutça veya Soğdakça, Orta Asya'da Soğdların kullandıkları Hint-Avrupa dil ailesine bağlı, İran kökenli antik bir dil.
9. yüzyıla kadar İpek Yolu üzerinde konuşulan en önemli dil olmuş olan Soğdca, Soğdların gitgide daha çok Türklerin arasında kalmaları ve Türkçe konuşmaya başlamaları ile önemini kaybetmiş ve hatta sonunda tamamen kaybolmuştur. Türkçe konuşan Soğdlar Türklere karışıp bunların arasında eriyip gitmişlerdir.
Günümüzde bu dilin en son kalıntıları oldukları düşünülen, Afganistan'ın bazı dağ köylerinde, çok az insan tarafından konuşulan Soğdcaya benzer bir dil vardır. Afganistan ve Tacikistan'ın yüksek yaylalarında Soğd diline yakın bazı diller halen yaşamaktadır.
Türk Beşleri
Türk Beşleri özellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş döneminde eserleriyle kendilerinden söz ettirmiş aşağıdaki beş Klasik Batı Müziği bestecisini bir arada tarif etmek için kullanılan uluslararası bir deyimdir. Türk müziği için çok önemlidirler. Bu kişiler:
Hepsinin ortak özelliği 1900’lerin başında doğmuş olmalarıdır ve Atatürk'ün eğitim için yurtdışına gönderdiği sanatçılardır. Farklı ailelerde, farklı kültürlerde ve farklı ortamlarda yetiştirildiler. Doğdukları dönem Osmanlı’da padişahlık dönemiydi. Cumhuriyetin ilanı ve tekkelerin kapatılmasıyla birlikte, Türk müziği yapılmak istendi. Bu beş kişi devlet tarafından eğitim için yurt dışına gönderildi ve gelip Türk halk şarkılarını yeniden yorumladılar. Bu konuda bu uygulamayı daha önce yapan Rusya, Macaristan ve İspanya örnek alındı.
1904 – Babası yazar ve Osmanlı’da bir diplomat. 1904 yılında görev nedeniyle Ku |
düs’teler. Ekrem adında bir oğulları var. O yıl doğan oğullarına da Cemal ismini verdiler. Cemal Reşit Rey. Değişik görevler nedeniyle 1913’te Paris’e gittiler. Cemal henüz 9 yaşındaydı ve çok iyi piyano çalıyordu. 1914’de savaş nedeniyle Cenevre’ye gittiler. Cemal eğitimine konservatuvar’da devam etti.Bestecilik ve orkestra şefliği dersleri de aldı. 1923’te İstanbul'a dönüp konservatuvarda hocalık yaptı ve Şehir Orkestrasını kurdu.
Hayatında 3 dönem var.1930’a kadar dönemde Fransa’da: bu dönemde Fransız besteleri yaptı. 1950’lere kadar olan dönemde mistik müziğe yöneldi. Daha sonra doğu ve batı müziklerini birlikte işlemeye başladı. Kanto’lar batı’nın şarkılarıdır. Ekrem’le birlikte Türk kantoları bestelediler. En önemlisi Lüküs Hayat. Bir diğer önemli eseri : Enstantaneler. 81 yaşına kadar Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvar’ında bestecilik dersleri verdi.
1906 – Ulvi Cemal Erkin. Müzikle uğraşan İstanbullu bir ailede doğdu. İlk müzik derslerini annesinden, daha sonra da yabancı bir piyanistten aldı. 1925’de Paris’e eğitime gönderildi. 1930’da geri dönüp piyano ve beste eğitmeni olarak hocalık yapmaya başlamıştır. Köçekçeler yazmıştır (oyun havası tarzında Türk müziği).
1906 – Yine İstanbullu bir ailenin çocuğu: Hasan Ferit Alnar. Daha çok geleneksel müzikle uğraşan bir aile. Kanuna yeteneği olduğunu gören ailesi bu konuda eğitim aldırmış. Hasan Ferit Alnar, devlet tarafından farklı bir eğitim alması için Viyana’ya gönderilmiş. Dünyanın ilk kanun konçertosunu yazmıştır.
1907 – İzmirli müziksever bir ailenin çocuğu Ahmed Adnan Saygun. Müziğe yetenekli olduğunu gören ailesi 10’lu yaşlarının başında müzik eğitimine başlattı. Devlet tarafından Paris’e eğitime gönderildi. Daha sonra folklör ustası Bela Bartok ile halk müziklerini derlediler. Yazdığı Yunus Emre Oratoryo’su 1947’de Paris’te de seslendirildi.
1908 – İstanbullu müziksever bir ailenin çocuğu Necil Kazım Akses. İstanbul Erkek Lisesi’nde lise eğitimi almış ve viyolonsel çalmıştır. Devlet tarafından eğitim için Viyana’ya gönderilmiştir. Daha sonra piyano için minyatürler yazmıştır. Yani derinliği, perspektifi olmayan fakat bir olayı anlatan minimalist eserler.
Türk Süiti (büyük orkestra için, 1930), İstanbul Süiti (büyük orkestra için, 1937-38), Viyolonsel Konçertosu (1943) ve Kanun Konçertosu'dur (1951; 1958'de üzerinde bazı değişiklikler yaptı).
Piyano Konçertosu (1942), Köçekçeler (süit, 1943), Birinci Senfoni (1944-46), İkinci Senfoni (1948-51), Keloğlan (bale, 1950), Sinfonietta (yaylı çalgılar orkestrası için, 1951) ve Konsertar Senfonisi (piyano ve orkestra için, 1966).
Sultan Cem (opera, 1923), Zeybek (opera, 1926), Bebek Efsanesi (senfonik şiir, 1928), Köyde Bir Facia (opera, 1929), Birinci Senfoni (1941), Çelebi (opera, 1943), Piyano Konçertosu (1946), Çağrılış (senfonik şiir, 1950), Konsertan Parçalar (viyolonsel ve orkestra için, 1952), Fatih (senfonik şiir, 1953), Sazların Sohbeti (oda orkestrası için, 1957), Eski Bir İstanbul Türküsü Üzerine Çeşitlemeler (piyano ve orkestra için, 1961) ve İkinci SenfonVâir (iki yaylı çalgılar orkestrası için, 1963). Üç Saat (1932), Lüküs Hayat (1933), Deli Dolu (1934), Saz-Caz (1935), Maskara (1936) ve Hava-Cıva (1937) Cemal Reşit Rey'in operetleri; Adalar (1934), Alabanda (1941) ve Aldırma (1942) ise revüleridir.
En tanınmış yapıtı Yunus Emre Oratoryosu (1946) olan Saygun'un öbür yapıtları arasında Özsoy (ya da Feridun; opera, 1934), Taş Bebek (opera, 1934), Bir Orman Masalı (süit, 1939-43), Kerem (opera, 1947-52), Birinci Piyano Konçertosu (1952-58), Birinci Senfoni (1953), İkinci Senfoni (1958), Üçüncü Senfoni (1960), Gılgamış (opera, 1962-83), Keman Konçertosu (1967), Köroğlu (opera, 1973), Dördüncü Senfoni (1976), Viyola Konçertosu (1977), Beşinci Senfoni (1984), İkinci Piyano Konçertosu (1985) ve Viyolonsel Konçertosu (1987) sayılabilir.
Daha ilkokuldayken keman ve viyolonsel öğrenmeye başlayan Necil Kâzım Akses lise öğrenimi sırasında Cemal Reşit Rey'den armoni dersleri aldı. Devlet bursuyla Viyana Devlet Müzik ve Görsel Sanatlar Akademisi'nde viyolonsel ve kompozisyon (bestecilik) öğrenimi gördü. Daha sonra Prag Devlet Konservatuvarı'nda Joseph Suk'un da öğrencisi oldu. Ayrıca Âlois Haba'dan, çeyrek ve Vfe ton dizisi müziğinin kuramsal temellerini öğrendi. Türkiye'ye dönünce, Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kuruluşuyla ilgili çalışmalarda Paul Hindemith ile işbirliği yaptı. Bu okul öğrenime başlayınca da kompozisyon dersleri vermeye başladı. Bir ara konservatuvarın müdürlüğünü de üstlendi. Daha sonra Güzel Sanatlar genel müdürlüğü, Bern ve Bonn kültür ataşelikleri, Ankara Devlet Opera ve Balesi genel müdürlüğü gibi görevlerde bulundu. 1971'de kendisine "devlet sanatçısı" unvanı verildi.16 Şubat 1999 Salı günü hayata veda etti.
Türk Beşleri'nin öteki üyeleri gibi geleneksel müzik birikimimize dayanarak bestelediği yapıtlarıyla, çoksesli müziğin Türkiye'de yerleşmesine katkıda bulundu. Gençlik yapıtlarında daha çok halk ezgilerinden yararlanırken, olgunluk döneminde özellikle Klasik Türk müziğinden yararlandı.
Çiftetelli (orkestra için senfonik dans, 1934), Minyatürler (piyano için, 1936), Ankara Kalesi (senfonik şiir, 1942), Birinci Senfoni (1966), Itri'nin Neva Kâr'ı Üzerine Scherzo (büyük orkestra için, 1970), Senfonik Destan (1973), Viyola Konçertosu (1977), İkinci Senfoni (1978), Üçüncü Senfoni (1979-80), Dördüncü Senfoni (1983), Atatürk Diyor ki (1988).
Çok küçük yaşta kanun öğrenmeye başlayan Hasan Ferit Alnar 12 yaşındayken bir kanun virtüözü sayılıyordu. Darüttalim-i Musiki adlı dernekteki çalışmalara kanunuyla katıldığı yıllarda, özel olarak armoni, kontrpuan ve füg dersleri aldı. Müzik uğruna mimarlık öğrenimini yarıda bırakarak Viyana'ya gitti ve konservatu-varda Joseph Marx'ın sınıfında kompozisyon öğrenimi gördü. Viyana Devlet Müzik ve Görsel sanatlar Akademisi'nde ise orkestra şefliği derslerini izledi. Türkiye'ye dönünce İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda (bugünkü İstanbul Üniversitesi Devlet Konserva-tuvan) müzik tarihi öğretmenliğine ve Şehir Tiyatroları orkestra şefliğine atandı. 1936'da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın şef yardımcılığına getirilen Alnar bir yandan da Ankara Devlet Konservatuvarı'nda ders verdi. Orkestranın şefi Ernst Praetorius 1946'da ölünce Alnar onun yerini aldı. 1952-55 arasında Viyana'da kaldı ve çeşitli orkestraları yönetti. Yurda döndükten sonra bir süre Devlet Opera ve Balesi genel müdürlüğünde bulundu. Sonra yeniden Viyana'ya gitti. 1964'te Ankara' ya döndü ve zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nı yönetti.
Türk Beşleri içinde, Klasik Türk müziğini en yakından tanıyan besteci olan Alnar, çoksesli yapıtlarında bu kaynaktan çok geniş ölçüde yararlandı.
Türk Süiti (büyük orkestra için, 1930), İstanbul Süiti (büyük orkestra için, 1937-38), Viyolonsel Konçertosu (1943) ve Kanun Konçertosu'dur (1951; 1958'de üzerinde bazı değişiklikler yaptı).
Daha çocukken piyano öğrenmeye başlayan Ulvi Cemal Erkin Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra devlet bursuyla Fransa'ya gönderildi. Paris Konservatuvarı'nda ve Müzik Öğretmen Okulu'nda (École normale de musique) öğrenim gördü. Erkin 1930'da Türkiye'ye döndü ve Cumhuriyet döneminde kurulmuş ilk yüksek dereceli müzik okulu olan Ankara Musiki Muallim Mektebi'nde piyano ve armoni dersleri vermeye başladı. 1936'da Ankara Devlet Konservatuvarı açılınca bu okulun öğretim kadrosuna katıldı ve 1949-51 arasında bu kurumun müdürlüğünü üstlendi. Daha sonra, ölümüne kadar piyano yüksek bölümünde öğretmenlik ve bölüm başkanlığı yaptı. 1971'de "devlet sanatçısı" unvanını aldı.
Daha çok çalgı ya da çalgılar için besteler yapan Ulvi Cemal Erkin, geleneksel müzik birikimimizle modern beste tekniklerini birleştirmeyi amaçlamış; Klasik Türk müziği ezgilerinden olduğu gibi ritimlerinden de büyük ölçüde yararlanmıştır.
Piyano Konçertosu (1942), Köçekçeler (süit, 1943), Birinci Senfoni (1944-46), İkinci Senfoni (1948-51), Keloğlan (bale, 1950), Sinfonietta (yaylı çalgılar orkestrası için, 1951) ve Konsertan SenfonVdu (piyano ve orkestra için, 1966).
Cemal Reşit Rey çok küçük yaştayken piyano öğrenmeye başladı. İlk bestesini yaptığında yedi yaşındaydı. Ertesi yıl ailesi Paris'e yerleşince, Galatasaray Lisesi'nde başladığı ortaöğrenimini Buffon Lisesi'nde sürdürdü. Bu arada ünlü piyanist Marguerite Long'dan ders aldı. Ailesi Cenevre'ye taşındı; Cemal Reşit de hem Saint-Antoine Koleji'nde, hem de Cenevre Konservatuvarı'nda öğrenimini sürdürdü. Aile 192ü'de Paris'e dönünce müzik öğrenimini Paris Konservatuvarı'nda tamamladı. Ayrıca Gabriel Faure'den müzik estetiği, Henri Dufosse'tan orkestra şefliği dersleri aldı. Ekim 1923'te Türkiye'ye döndü ve bugünkü İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın çekirdeğini oluşturan Darülelhan'da piyano ve kompozisyon öğretmenliğine başladı. Okulun öğrencileri ile öğretmenlerinin yer aldığı bir yaylı çalgılar orkestrası kurdu ve yönetti. Cumhuriyet'in ilanının 10. yılı için Onuncu Yıl Marşı'nı besteledi. İki yıl Ankara'da kaldıktan sonra 1940'ta İstanbul'a döndü. Yaylı çalgılar orkestrası 1945'te İstanbul Şehir Orkestrası'na dönüştürüldü ve şefliği Cemal Reşit'e verildi. 1949'dan başlayarak Güney Avrupa, Balkan ve Ortadoğu ülkelerinde, "konuk şef" olarak konserler yönetti. Yaşamını çoksesli müziğin Türkiye'de yerleşip gelişmesine adayan Cemal Reşit, geniş kitlelerin kulağını çoksesliliğe alıştumak amacıyla, revüler ve ağabeyi Ekrem Reşit Rey'in librettoları üzerine birçok operet besteledi. 1982'de "devlet sanatçısı" unvanını aldı.
Gençlik yapıtlarında halk ezgilerinden, daha sonrakilerde ise Klasik Türk müziği motif ve melodilerinden yararlanan besteci, Gabriel Faure'nin izlenimci anlayışıyla geleneksel makam müziğimizi kaynaştırmıştır.
Sultan Cem (opera, 1923), Zeybek (opera, 1926), Bebek Efsanesi (senfonik şiir, 1928), Köyde Bir Facia (opera, 1929), Birinci Senfoni (1941), Çelebi (opera, 1943), Piyano Konçertosu (1946), Çağrılış (senfonik şiir, 1950), Konsertan Parçalar (viyolonsel ve orkestra için, 1952), Fatih (senfoni |
k şiir, 1953), Sazların Sohbeti (oda orkestrası için, 1957), Eski Bir İstanbul Türküsü Üzerine Çeşitlemeler (piyano ve orkestra için, 1961) ve İkinci SenfonVâir (iki yaylı çalgılar orkestrası için, 1963). Üç Saat (1932), Lüküs Hayat (1933), Deli Dolu (1934), Saz-Caz (1935), Maskara (1936) ve Hava-Cıva (1937) Cemal Reşit Rey'in operetleri; Adalar (1934), Alabanda (1941) ve Aldırma (1942) ise revüleridir.
Ahmet Adnan Saygun ilk müzik derslerini aldığı İsmail Zühtü Bey'in önerisiyle piyano öğrenmeye başladı. Kısa bir süre Hüseyin Saadettin Arel'den armoni dersleri aldı. Daha sonra kendi kendine kontrpuan çalıştı. Saygun 1925'te ilkokul müzik öğretmenliğine atandı; 1926'da ise bir sınavda başarı göstererek lise müzik öğretmenliğine yükseldi. 1928'de devlet bursuyla gönderildiği Paris'te dönemin ünlü öğretmenlerinden Vincent d'Indy ve Eugène Borrel'in öğrencisi oldu. 1931'de Türkiye'ye dönünce Ankara Musiki Muallim Mektebi'nde armoni ve kontrpuan dersleri vermeye başladı. 1936'da İstanbul Belediye Konservatuvarı'na geçti. O yıl Türkiye'ye gelen Béla Bartök ile birlikte Anadolu'da bir inceleme gezisine çıktı. Saygun 1946'da Ankara Devlet Konservatuvarı'nın kompozisyon ve modal müzik bölümlerinin başkanlığına getirildi. Kendisine 1971'de "devlet sanatçısı" unvanı verildi. 1973'ten sonra derslerini İstanbul Devlet Konservaturvarı'nda (bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı) sürdürdü. Konservatuvarların da Yükseköğretim Kurulu'na (YÖK) bağlanması üzerine 1985'te "profesör" unvanını aldı.
Türk Beşleri içinde, Türk halk müziğini en yakından tanıyan besteci olan Saygun yapıtlarında bu kaynaktan hem ritim, hem de ezgi bakımından geniş ölçüde yararlanmıştır.
En tanınmış yapıtı Yunus Emre Oratoryosu (1946) olan Saygun'un öbür yapıtları arasında Özsoy (ya da Feridun; opera, 1934), Taş Bebek (opera, 1934), Bir Orman Masalı (süit, 1939-43), Kerem (opera, 1947-52), Birinci Piyano Konçertosu (1952-58), Birinci Senfoni (1953), İkinci Senfoni (1958), Üçüncü Senfoni (1960), Gılgamış (opera, 1962-83), Keman Konçertosu (1967), Köroğlu (opera, 1973), Dördüncü Senfoni (1976), Viyola Konçertosu (1977), Beşinci Senfoni (1984), İkinci Piyano Konçertosu (1985) ve Viyolonsel Konçertosu (1987) sayılabilir.
Kemal Gülçelik
Kemal Gülçelik (1923 - 26 Nisan 1986) , profesyonellik öncesi futbolun en etkili santrforlarından biri olarak kabul edilen Beşiktaş'lı futbolcudur.
1923 yılında İstanbul'da doğdu. Rumelihisarı'nda oynarken Beşiktaş yöneticilerinden Fevzi Uman'ın dikkatini çekerek 1941 yılında transfer oldu. Beşiktaş'ın tarihinin en başarılı kadrolarından birinde santrafor olarak başarıyla görev aldı. Kendisine stili ve attığı goller sebebiyle "Keklik Santrafor" adı verildi.Galatasaray’a 14, Fenerbahçe’ye 7 gol kaydederek, derbilere de imzasını attı.2’si İstanbul Ligi, 1’i de İstanbul Kupası olmak üzere 3 resmi maçta 6’şar gol atarak kırılması güç bir rekorun sahibi oldu.
1949 yılında oldukça genç yaşta futbolu bıraktı. Ancak Ekim 1961'de yine Beşiktaş'ta antrenör yardımcılığına getirilmiş ve uzun bir süre genç yetenekler yetiştirmiştir.26 Nisan 1986 yılında vefat etti.
Beşiktaş'ın 2003 yılında BJK İnönü Stadyumu'nda yapılan 100.yılı kutlamalarında 100 yılın altın 11'inden biri olarak seçilmiştir.
Baharlı, Milas
Baharlı, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Köy adını resmi olarak 1971 yılında almıştır.Mahalleye ilk Muğla Baharlılar mahallesindeki yörükler yerleşmişlerdir.Denizli Tavas yörükleri de gelmiş ayrca sadece üç aile İstanköy den gelmiştir.Köy bahçeyeni mahallesinden ayrılmıştır.Yörüklerin buraya gelme nedeni köy üstünde bulunan ormandaki doğal kaynaktır.
Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.
Muğla iline 77 km, Milas ilçesine 8 km uzaklıktadır.Milas hava limanına 5 km. uzaklıktadır. Baharlı mahallesi hem bir orman mahallesidir hem de Bodrum-Milas ana yolu üzerinde yer almaktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. İnsanlar ilk geldiklerinde hayvancılık yaparken daha sonra tütüncülük ve tarımla uğraşmaya başlamışlardır. Tütüncülük şimdi tamamen bırakılmıştır. Son dönemdeki hayvancılık ise mandıracılığa doğru gitmektedir.
Mahallede, ilköğretim okulu 3. sınıfa kadar olup üzeri sınıflar taşımalı eğitimden yararlanmaktadır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Viski
Viski, İrlanda ve İskoçya lehçelerinde "yaşam suyu" anlamına gelen "uisge beatha"dan gelmektedir. Arpa, buğday, çavdar veya mısırdan damıtılarak yapılan ve meşe fıçılarda dinlendirilerek olgunlaştırılan bir tür alkollü içkidir.
Viski, sek olarak, sulu, buzlu ya da başka içecekler (sıcak kahve dahil) karıştırılarak içilir.
Tarihi kayıtlarda viski adına ilk kez 1494 yılında rastlanmıştır. John Corr adlı bir papaz defterine cenaze giderleri olarak viski yapılmak üzere 508 kg arpa yazmıştır.
Dünya genelinde birçok ülkede üretimi olmakla birlikte genel olarak İskoç (Scotch), İrlanda (Irish) ve Amerikan/Burbon (American/Bourbon) viskisi diye 3’e ayrılır.
Burbon viski, Amerika Birleşik Devletleri'nde üretilir ve bir kez damıtılır. Üretiminde genel olarak mısır kullanılır.
İskoç viskisi, İskoçya'da üretilir ve iki kez damıtılır. Üretiminde genel olarak arpa kullanılır. Yapımında kullanılan tahıllar, çimlendirildikten sonra çimlenmenin durdurulması için özel fırınlarda, açık ateşte kurutulur ve bu sebeple ateşin dumanı tahıllara siner. Yakıt olarak torf (turba) kullanılır. Bu yüzden, İskoç viskisinde is kokusu hissedilir.
İrlanda viskisi, İrlanda'da üretilir ve üç kez damıtılır. Üretiminde genel olarak arpa kullanılır. Tahılları da sac üzerine kurutulduğu için, ateşin dumanı sinmez ve İskoç viskisinde olduğu gibi yanık kokusu hissedilmez.
Viski bu 3 ülke dışında Kanada, Japonya, Hindistan, Galler, Avustralya, İngiltere, Finlandiya, Fransa, Güney Afrika, Yeni Zelanda ve Almanya'da da üretilmektedir.
Türkiye'de Tekel 1963 yılında Ankara viskisi markasıyla viski üretimine başlamıştır. Yıllık 200.000 litre üretilen bu viski çok uzun yıllar Tekel tarafından piyasaya sürülmüştür. 5 yıl bekletilerek olgunlaştırılan bu viskinin üretim ve pazarlaması Tekel'nin Mey içki'ye özelleştirilmesi sonrası Mey içki tarafından durdurulmuştur.
Bazı Viskilerde "Whisky" bazılarında ise "Whiskey" yazar. Bu kafalarda karşıklık yaratmaktadır. İskoçya'da viskiye "whisky", İrlanda ve Birleşik Devletler'de ise "whiskey" denir ve aralarında bir anlam farkı yoktur.
Viski yapımında kullanılan tahıllar, İrlanda, İskoçya, Kanada ve ABD arpa ve buğdayları, Kanada ve ABD çavdarı ile ABD mısırından oluşmaktadır. İrlanda'da halen malt ve malt olmayan arpaların birlikte kullanıldığı tür viskiler üretilmektedir. Çavdar viskisi, Tennessee viskisi ve Burbon ABD'de kavrulmuş meşe fıçılarda dinlendirilerek üretilir. Viski düşüldüğü gibi rengini kalitesinden, fıçılardan veya fıçılarda bekleme süresinden almaz. Farklı renkler üretici firmalar tarafından viskiye karamel ilave edilerek sağlanır.
Aeneas Coffey 1831’de “sürekli damıtım imbiği” denilen aleti icat etmeseydi, viski ne bugünkü kadar üretilebilecekti, ne de dünyanın dört bir yanına yayılabilecekti. Coffey imbiğinin bulunuşundan önce, viski yüzyıllar boyunca hep aynı şekilde üretildi. Maltlanmış arpanın birası bakır imbiklerde ağır ağır damıtılıyordu. Bu viski hem pahalıya çıkıyor, hem üretim fazla arttırılamıyordu, hem de ağır bir tada sahip oluyordu. Coffey imbiği sayesinde ise her türlü tahılın birasından, hızlı ve ucuz viski damıtılabildi.
Viski, çok geniş coğrafi üretim alanı, çok çeşitli tipleri, çok çeşitli varyasyonları olan ve yüzlerce damıtımevi ve marka tarafından üretilip pazarlanan bir üründür. Bu sebeple konuyu daha anlaşılır yapmak adına değerlendirmeler ana tipler olan İskoç viskisi, İrlanda viskisi ve Amerikan/Burbon viskisi başlıkları altında yapılmaktadır.
İskoçya'da viski üretimi başlı başına bir sektördür ve 100 civarında viski damıtımevi bulunmaktadır. Bir viskinin İskoç viskisi adını alabilmesi için İskoçya'da üretilmiş olması, içerisine su ve karamelden başka bir şey katılmamış olması, İskoçya sınırlarında ve 700 litreyi geçmeyen meşe fıçılarda en az 3 yıl bekletilmiş olması, 94.8 dereceden fazla, 40 dereceden az alkol içermemesi gereklidir. Ülke viski üretiminde 5 değişik bölgeye ayrılmış olup her bölgenin kendine has karakteristik tatları vardır. Bu bölgeler en fazla damıtımevine evsahipliği yapma sırasıyla Speyside, Highland, Islay, Lowland ve Campbeltown'dır. Island bölgesi ayrı bir bölge olayıp, Highland altında bir bölge olarak kabul görmektedir
En fazla damıtımevine sahip bölgedir.50 civarı damıtım evi burada yer alır. Üretilen viskiler hafif, tatlı ve çok zengin tatlar içermesiyle bilinir. Bölgedeki damıtımevleri : Aberlour, Ardmore, Auchroisk, Aultmore, Balmenach, Balvenie, Benriach, Benrinnes, Benromach, Brackla, Braeval, Cardhu, Cragganmore, Craigellachie, Dailuaine, Dufftown, Glen Elgin, Glen Grant, Glen Moray, Glen Spey, Glenallachie, Glendullan, Glenfarclas, Glenfiddich, Glenglassaugh, Glenlivet, Glenrothes, Glentauchers, Inchgower, Kininvie, Knockando, Knockdhu, Linkwood, Longmorn, Macallan, Macduff, Mannochmore, Mortlach, Speyburn, Strathisla, Speyside, Tamdhu, Tamnavulin, Tomintoul, Tormore
25 civarı damıtımevine ev sahipliği yapar. Kuvvetli, taze ve meyveli tada sahip viskiler üretirler. Bölgedeki damıtımevleri : Aberfeldy, Balblair, Ben Nevis, Blair Athol, Clynelish, Dalmore, Dalwhinnie, Deanston, Edradour, Fettercairn, Glen Garioch, Glen Ord, Glencadam,Glendronach, Glengoyne, Glenmorangie, Glenturret, Loch Lomond, Lochnagar, Oban, Old Pulteney, Teaninich, Tomatin, Tullibardine, Wolfburn
8 damıtımevinin bulunduğu ve Islay bölgesinden sonra fazlasıyla tutkunları olan alt bölge. Yüksek karakterli ve yüksek tuz oranına sahip viskiler üretilir. |
Bölgedeki damıtımevleri : Abhainn Dearg, Arran, Barra, Blackwood, Highland Park, Isle of Jura, Scapa, Talisker, Tobermory
(Ayla okunur) 8 damıtımevi olmakla birlikte en ünlü viskilerin üretildiği yerdir. Yüksek karakterli, isli ve hafif tuzlu viskiler üretilir. Okyanus tuz tadına, çimlendirilmiş arpanın kurutulması için yakılan turba'da is tadına neden olur. Bölgedeki damıtımevleri : Ardbeg, Bowmore, Bruichladdich, Bunnahabhain, Caol Ila, Kilchoman, Lagavulin, Laphroaig.
3 damıtımevinin olduğu bölge. Hafif, Tatlı ve kuru tada sahip viskiler üretirler. Auchentoshan, Bladnoch ve Glenkinchie halen üretim yapan damıtımevleridir.
3 damıtımevine evsahipliği eden bölge. İsli, odunsu ve kuru tada sahip viskiler üretilir. Glen Scotia, Glengyle ve Springbank bu bölgenin damıtımevleridir.
Ayrıca bu bölgelerde çeşitli sebeplerle kapanmış veya sadece şişeleme (monthballed) yapan birçok eski damıtımevi bulunmaktadır. Bunlar : Ballechin, Banff, Ben Wyvis, Brora, Caperdonich, Dallas Dhu, Finnieston, Glenflagler, Glenugie, Glenury, Hazelburn, Imperial, Kinclaith, Ladyburn, Littlemill, Lochside, Millburn, North Port, Parkmore, Pittyvaich, Port Charlotte, Port Ellen, Rosebank, St. Magdalene.
Damıtımevleri ürettikleri viskiyi single malt viski, harmanlanmış malt viski veya harmanlanmış İskoç viskisi olarak piyasaya sürerler. Kimi damıtımevleri sadece dünyaca ünlü harman viskiler için üretim yapıp, single malt olarak piyasaya viski sürmemektedirler.
İskoç viskileri 3 ana türden oluşur; Malt viskiler, Tahıl (grain) viskiler ve tahıl viskileri ile malt viskilerin harmanlanmasıyla yapılan “harmanlanmış” (blended) viskiler.
Malt viski, İskoçya’nın değişik yörelerine dağılmış yüzün civarındaki damıtımevinde, %100 arpa maltından daha önce kullanılmış meşe fıçılarda en az 8 sene bekletilerek yapılır ve bu sebeple fiyatları harman viskilere kıyasla daha pahalı olur.
Tahıl (Grain) viskisi Buğday, Çavdar veya Mısırdan üretilen viskiye denir.
Harmanlanmış viskiler ise %51 Malt viski olmak şartıyla çeşitli Malt ve Tahıl viskilerinin karıştırılmasıyla imal edilen viskilerdir.
Malt viskilerin yapılışı neredeyse bir “güzel sanat”dır ve her damıtımevinin büyük bir gizlilikle saklamaya çalıştığı bir sırdır. İmalat aşamasında fermantasyon için kullanılan maya her firmanın kendine has mayasıdır ve ne olduğu ya da içeriği firmalar tarafından sır olarak saklanır. Bu maya viskinin lezzetinde önemli bir yer tutar. Malt viskiler buz ve soda katılmadan, istenirse çok az miktarda su katılarak içilir çünkü viskinin meşe fıçılarda geçirdiği uzun yıllar, viskideki ateşi alır. Viskiye sadece içindeki tatları keşfetmek için alkol derecesine bağlı olarak birkaç damla veya çay kaşığı kadar su katılır. Böylece tadı temsil eden kokular en belirgin şekilde ortaya çıkacaktır. Malt viskileri tatmak için en iyi kadeh ise hafif tombul karınlı, ağzı yukarıya doğru daralan tadım kadehleridir. Bu kadehlerde aroma yavaş yavaş yukarıya çıkar ve içerde kalır ve burun tarafından daha iyi algılanır. İyot, yosun ve isli tadlı bir Lagavulin de, lezzeti elma brendisini ve tatlı şarabı çağrıştıran Macallan da birer malt viskidir ve çok değişik lezzetler sunar. Bunu değişik lezzetleri içlerinde bekletildiği ve daha önce başka içki imalatlarında kullanılmış fıçılardan ya da bulundukları yerlerin coğrafyasından da alırlar. Örneğin daha önce Porto şarabı yapılmış bir fıçıda bekletilen viski halen fıçının ahşap damarları içerisinde bulunan şarapla buluşur bambaşka bir lezzet kazanır. ya da Island bölgesinin viskileri ada ikliminin ve okyanusun etkisiyle tuzlu ve iyotlu tada sahip olurlar. Malt viskiler bir süredir özellikle Avrupa ülkelerinde yemekten sonra sindirime yardımcı içki olarak konyak yerine de içilmektedir.
Bir damıtımevinin ürettiği ve şişeleyip sattığı viskiye “Single Malt” viski denir ve Malt viski İskoçya genelinde neredeyse bu şekilde pazarlanır. Fiyatları diğer viskilerle kıyaslandığında yüksektir. Single Malt viskilerin dünya daki en meşhur örnekleri : Macallan, Talisker, Glendfiddich, Glenmoraige, Glenlivent, Laphroaig, Ardbeg'dir
Harmanlanmış malt viski (İngilizce Blended Malt veya Vatted malt denir) 2 veya daha çok malt viskinin harmanlanmasıyla yapılır. Johnnie Walker Green Lebel, Monkey Shoulder, The Big Smoke, Big Peat harmanlanmış malt viskilerdir.
İskoçya'da tahıl viskisi genel olarak Harmanlanmış viski üretimi için yapılır. Az sayıda damıtımevi viskilerini tahıl viskisi olarak piyasaya sunar. Bunlar Cameronbridge (Single Grain), Girvan, North British (Single Grain), Strathclyde'dir.
Çeşitli viski üreticilerinin çeşitli viskileri harmanlamasıyla üretilen viskiler harmanlanmış viski denir. Bir viskinin Harmanlanmış İskoç viskisi olabilmesi için en az %51 Malt içermesi gerekir. Harmanlanmış viskide harmana katılan en genç viski o viskinin yaşını belirler. Örneğin üzerinde 12 yazan bir harmanlanmış viskide en az 12 yıl dinlendirilmiş viskiler vardır. Dünya pazarında viski denince akla genellikle Harmanlanmış İskoç viskileri gelir. Bu viskiler buz ve sodayla içmenin yanı sıra kokteyl yapımında da kullanır.
Bailie Nicol Jarvie, Bell's, Beneagles, Black & White, Black Bottle, Black Dog, Buchanan's, Chivas Regal, Clan MacGregor, Cutty Sark, Dewar's, Dimple, Douglas XO, Dynamic Woman, The Famous Grouse, Grand Old Parr, Grand Macnish, Grant's, Haig, Hankey Bannister, Highland Axe, Highland Queen blended Scotch Whisky, Hunter's Glen, Jon, Mark, and Robbo's, Johnnie Walker, J&B (Justerini & Brooks), Label 5, Long John, Sandy Mac Old Scotch Whisky, MaQ Scotch, Morriston Gold, Old Inverness, Old Smuggler, Pig's Nose, Pinch, Passport Scotch, Queen Anne, Royal Salute, Sir Edward's, Sheep Dip, Sheep Dip Old Hebridean, Smith Sinclair, Something Special, Stewart's Cream of the Barley, Teacher's Highland Cream, Tè Bheag, Vat 69, William Lawson's, White Horse, Whyte & Mackay
Viski imalatı 5 aşamadan oluşur.
Arpa nişasta içerir ve bu nişastanın alkol yapılabilmesi için çözülür şekere dönüştürülmesi gereklidir. Bunu sağlayabilmek için arpa çimlendirilir ve buna malt hale getirme denir. Her üretici firmanın kendi arpa türü tercihleri olmakla birlikte genel anlamda yüksek çözünür şeker verimi olan arpalara ihtiyaç vardır. Arpa sıcak su ile 2-3 gün ıslatılır ve sonra geleneksel yöntem olan düz bir zemine yayılarak bekletilir. Bu esnada ısının sabit tutulabilmesi (soğutabilmek) için sürekli çevrilir. Isının 18 derecede tutulması gereklidir. Günümüzde bu işlem mikser gibi olan çok büyük varillerde yapılmaktadır. Çimlendirme işlemi 6 gün sürer. Arpa çimlenmeye başladığında fırınlanarak (12-15 saat sürer) çimlenme durdurulur. Geleneksel fırınlarda yakıt olarak Turba kömürü (turf) kullanılır ve dumanı malta sinerek bir lezzet yaratır. Meydana gelen malzeme (Malt) değirmende öğütülerek kabuklarından ayıklanır. Buna ezilmiş malt (grist) denir. Grist una benzer bir şeydir. 7 ton arpadan 5.5 ton grist elde edilir.
Ezilmiş malt (Grist) sıcak suya (63.5 derecede en iyi çözülme olur) koyularak çözülür şekerin çözülme işlemi başlatılır. Kullanılan su lokal temiz bir su olmalıdır. Bu sebeple damıtım evleri genelde bir su kaynağının yanında olurlar. Bu su viskinin tadını içerdiği mineraller, taşlar veya turba kömürleri sebebiyle etkileyebilir. Su ile karıştırılmış ezilmiş malta püre (Mash) denir. Bu püre mikser benzeri büyük kaplara (Mash tun) konur ve bir müddet karıştırılır. Maltın içinde çözülen şeker kabın dibine çöker ve kabın dibinden süzülerek başka bir tanka alınır. Süzülen şekerli mataryele arpa mayası (wort) denir. Bu işlem her seferinde daha sıcak su ile toplam 3 kere yapılır ve en fazla şeker elde edilmeye çalışılır. Bu işlemlerin sonunda kalan malzeme (Tortu, kabuk gibi malzeme) hayvan yemi (pelet) üretiminde kullanılır.
Arpa mayası (wort) tanklara (washbank) konur ve içerisine fermantasyonun başlaması için her firmanın sırrı olan maya katılır. Maya şekerin alkole dönüşmesine neden olur. Bu işlem 2 gün sürer. Başlarda fokurdayan eriyik fermantasyonun (mayalanma) sonunda fokurdamayı keser. Fermantasyon işlemi bitmiş demektir. Bu işlem sonunda bulanık sarı bir sıvı (Wash) elde edilir. Bu sıvı 8.5 derece alkol içeren bira kıvamında bir sıvıdır. Bundan birada yapılır. Bu eriyik damıtılmaya hazırdır.
Damıtma işlemi damıtımhanede (Stillhouse) yapılır. Ön damıtım imbiği (wash still) ve son damıtım imbiği (spirit still) kullanılır. Prensip olarak birbirlerine benzeyen imbiklerdir fakat ön damıtım imbiği daha büyük olur. Bu imbikler malt viski damıtımevlerinde yoğun olarak "pot still" tipi kuğu şeklinde boyna sahip bakır imbiklerdir. Coeffey imbiği özellikle malt viski üreticileri tarafından tercih edilmez. İlk önce işlem ön damıtım imbiğinde (wash still) yapılır. İmbik ısıtılır ve eriyiğin kaynaması sağlanır. 5.5 saat süren damıtma sonunda 35% alkol içeren madde (Low Wine) elde edilir. Geri kalan malzeme artık kullanılmaz. "Low wine" daha sonra son damıtım imbiğinde (spirit still) ilk destilasyon işlemine tabi tutulur ve bu işlem 45 dakika sürer. Sonra ikinci destilasyon yapılır ve 75-80 derece civarında alkol elde edilir. Son damıtım imbiğinde iki kere damıtım yapılmasını İskoç viskisinin özelliğidir. İrlanda viskisinde 3 kere damıtılma yapılır.
Viskiler meşe fıçılara doldurulur ve burada bekletilir. Bu esnada viski sahip olduğu tadların bir kısmını alır. Bu kullanılan fıçıları türleri ve daha önce kullanım şekilleriyle sağlanır. Örneğin daha önce şarap yapımında kullanılmış fıçılar ile farklı tadlar sağlanır.
Viski sadece meşe fıçılarda yaşlandırılır ve bu fıçılar daha önceleri başka tip içkilerin imalinde de kullanılmış olabilir. Örneğin daha önce burbon, viski, şarap, sherry (tatlı ispanyol şarabı), madeira (Madeira adasına özgü şarap), port ( porto şarabı), rom, calvados (elmadan yapılan Fransız Brendi’si) vs yapılmış fıçılar viski imalatında kullanılabiirler. Bu fıçıların halen damarlarında bulunan bu içkiler viskiye değişik lezzetler katar.
Viski eğer tüm yaşlandırma işlemini tek bir fıçıda alırsa (aged) ya da (matured) denir. Örneğin 8 sene daha önce Sherry yapıl |
mış fıçıda bekletilen viskiye “sherry aged" denir. Eğer viski yaşlandırma işleminin sonunda kısa bir süre başka bir fıçıya konulduysa “Port finished ya da sherry finished” denir. Viski için 6 Aylık bir süre bile yeni aromalar alabilmesi için yeterli bir süredir.
Viski fıçılarda bekletilirken her yıl içindeki alkol %1.5-2 civarında buharlaşır. Bu buharlaşan kısma "Meleklerin Payı" (angels share) denir. Bu oran sıcak iklime sahip ülkelerde daha çoktur. Yaşlanmış viskileri bu denli pahalı yapan en nemli unsurlardan biri Meleklerin Payıdır.
İrlanda'da viskiye "Whisky" denmez. İrlandalılar, Amerikalılar gibi "Whiskey" sözcüğünü kullanırlar. İki kelimenin arasında anlamsal bir fark yoktur.
İskoç viskilerindeki torf (turba) ve is kokusunu sevmeyenler İrlanda viskilerini tercih ederler. İrlanda viskileri genelde sek ya da seyrek olarak çok az su katılarak içilir.
İrlanda viskileri, İskoç viskileri gibi 3 türde üretilir. Single malt viski, Tahıl viskisi ve Harmanlanmış viski. Üretim aşamaları İskoç viskisiyle büyük benzerlik gösterir. En temel farklılıklar arpanın çimlendikten sonra sac üzerinde kurutulması ve 3 kere damıtılmasıdır. Sac üzerinde kurutulduğu için İrlanda viskisinde İskoç viskilerindeki is kokusu olmaz ayrıca 3 kere damıtılması İrlanda viskisini daha yumuşak içimli yapar.
Viski üretiminde İrlanda'yı İskoçya'dan ayıran bir diğer özellikte İrlanda'da "Single pot still whiskey" denilen bir viskinin üretilmesidir. Bu viski çimlendirilmeden mayalanan arpa ile, çimlendirip mayalanmayan arpanın karışımıyla yapılır.
Jameson, Bushmills, Kilbeggan ve Tullamore dünyaca tanınmış İrlanda viskileridir.
Brogan's Legacy Irish Single Malt, A Drop of the Irish, Bushmills Single Malt, Cadenhead's Peated Single Malt, Clonmel Single Malt, Clontarf, Connemara, Erin Go Bragh, Inish Beg Turk Single Malt, Knappogue Castle, Locke's Single Malt, Merrys Single Malt, Michael Collins Single Malt, Preston Millennium Malt, Shanahans, Shannon Grain Single Malt, Slaney Malt, Suir Peated Malt, The Irishman Single Malt, The Wild Geese Single Malt Irish Whiskey, Tullamore Dew Single Malt, Tyrconnell
Old Comber, Daly's of Tullamore, Dungourney 1964, Dunville's VR, Dunville's Three Crowns, Green Spot, Jameson 15 Year Old Pot Still, Midleton, Redbreast, Willie Napier 1945
Greenore, Teeling
Avoca, Ballygeary, Brennans, Bushmills, Cassidy's, Clontarf 1014, Coleraine, Concannon, Crested Ten, Dunphys, Erin's Isle, Feckin Irish Whiskey, Finian's Five Provinces, Golden Irish, Grace, Hewitts, Inishowen, Jameson Irish Whiskey, John L. Sullivan Irish Whiskey, Kilbeggan, Locke's, Michael Collins Blend, Midleton Very Rare, Millars, Murphy's, Old Kilkenny, O'Briens, O'Neills, Old Dublin, Paddy, Powers Gold Label, Red Breast Blend, Slane Castle, Strangford Gold, Tullamore Dew, Writers Tears
Amerikan viskileri, her yönüyle İskoç Viskilerinden çok farklı viskiler. Üretimlerinde arpa maltı yerine mısır, çavdar, buğday ve maltlanmamış arpa kullanılıyor. Yıllandırılma ise içleri yakılmış beyaz meşe fıçılarda yapılıyor. Yasalara göre bu fıçılar sadece bir kez kullanılabiliyor. Amerikan viskilerinin en önemli kategorisi ise Bourbon viskiler.
Bourbon viskiler içleri yakılmış beyaz meşe fıçılarda iki yıl bekletildikten sonra şişeleniyor. Kendine özgü vanilya kokusu ve tadını, bu içi yakılmış fıçılar veriyor Bourbon’a. Yine bundan dolayı Bourbon’ların rengi İskoç viskilerinden daha koyu ve kırmızımtrak oluyor. Bir viskiye Bourbon denilebilmesi için damıtıma giren biranın en az yüzde 51 oranında mısırdan yapılmış olması gerekiyor.
Aslında Tennessee viskileri de Bourbon viskiler olarak tanınırlar. Aradaki tek fark bu viskilerin damıtıldıktan sonra fıçılara konulmadan kömürden süzülmesidir. Jack Daniel’s bu tür viski üretmektedir.
Kanada, dünyanın dördüncü büyük viski üreticisidir. Kanada’da ilk lisanslı damıtımevi 1769’da rom üretimi için kurulmuş, zamanla viski üretimine de geçmiştir. 1920-1933 yılları arasında Amerika’da yasaklanan içki üretimi Kanada viski endüstrisini canlandırmış ve hızla büyümesini sağlamıştır. Kanada viskileri sek içilmekten çok sodayla ya da kokteyllerde tercih ediliyorlar. Bol buzla içilen yaz viskisi imajına sahip Kanada viskileri hakkıyla damıtılmış kendine özgü nefis bir tadı olan saf çavdar viskileridir. Kanada viskilerinden dünyaca ünlüsü Canadian Club’dır.
Nikka Coffey Grain Whisky: Misirdan yapilan Japon viskisi.
İktisadi Devlet Teşekkülü
İktisadi Devlet Teşekkülü, sermayesinin tamamı devlete ait, iktisadi alanda ticari esaslara göre faaliyet göstermek üzere kurulan, kamu iktisadi teşebbüsüdür. Türkiye'de İktisadî Devlet Teşekkülleri TBMM adına Sayıştay'a bağlı Yüksek Denetleme Kurulu tarafından denetlenmektedir.
Türkiye Taşkömürü Kurumu
Türkiye Taşkömürü Kurumu, 1983 yılında 96 sayılı kanun hükmünde kararname (KHK) ile kuruldu. Fakat kurumun tarihi daha da eskilere dayanır. Kurumun amacı taşkömürü madenciliğidir. Kuruma bağlı 5 adet müessese vardır. Bunlar Armutçuk Müessesesi, Kozlu Müessesesi, Üzülmez Müessesesi, Karadon Müessesesi, Amasra Müessesesi'dir.
Calla
Calla, Konya ve Karaman yöresine ait, koyun eti, patlıcan, domates ve baharatlarla güveçte yapılan bir et yemeğidir.
Kuzu eti tencereye konur. Orta ateşte karıştırılarak suyunu verip tekrar çekene kadar kavrulur. 2 yemek kaşığı tereyağı eritilir. Sarımsaklar 2-3 parça şeklinde doğranıp tencereye ilave edilir. Bir miktar kavrulduktan sonra az tuz ilave edilir. Tencerenin altı kısılır. Pijama şeklinde soyulup kuşbaşı büyüklüğünde doğranan patlıcanlar etin üzerini kaplayacak şekilde tencereye döşenir. Biraz tuz ilave edilir. Kabukları soyulup ince ince doğranmış domatesler patlıcanın üstünü kaplıyacak şekilde döşenir. Az tuz ilave edilir. Soğanlar söğüş şeklinde doğranıp domatesin üstüne döşenir. İçleri temizlenen biberler uzunlamasına 2-4 şekilde şerit olarak kesilir. Kesilen şeritler 2-3 parça olacak şekilde yatay tekrar kesilip soğanların üstüne serpilir. 2 yemek kaşığı kadar sıvı yağ üzerinde gezdirilir. Az tuz ilave edilir. Tencerenin kapağı kapatılıp orta ateşte 40 dakika kadar pişirilir. Hiçbir şekilde kesinlikle karıştırılmaz ve su eklenmez. Ara sıra kontrol edilerek kıvama gelmesi beklenir ve etlerin yanmaması sağlanır.
Arabaşı
Arabaşı ya da Arabaşı çorbası, Türk mutfağının İç Anadolu'ya özgü çorbasıdır.
Yozgat Belediyesi tarafından 2012 yılında Türk Standartları Enstitüsü'ne tescil ettirilmiştir ancak Karaman, Konya, Kayseri, Kırşehir, Afyon, Nevşehir gibi illerin mutfak kültüründe de yer alır.
Arabaşı isminin nereden geldiği konusunda farklı rivayetler olmakla birlikte kesin bir bilgi yoktur. Çorbanın özelliği ekmek ile birlikte değil, beraberinde hamur yutularak yenmesidir. Çorbası ile hamuru birbirinden ayrılamaz bir yemek olan arabaşı çoğu yörede bir ritüeldir.
Yalnızca un, su ve biraz da tuz eklenerek pişirilen hamur, ilk örnekleri keklik etiyle, sonraki örnekleri horoz etiyle yapılan bu çorbayla yutularak tüketilmektedir. Eskiden çorbası aynı tastan ortak olarak içilirdi ve çorbaya hamuru ilk defa düşüren kişinin evinde bir sonraki Arabaşı yapılırdı.
Arabaşı, yaygın olarak İç Anadolu Bölgesi'inde görülür. Türkiye'de Nevşehir, Ankara, Antalya, Burdur,Denizli,Muğla,Niğde Sivas, Konya, Aksaray, Afyonkarahisar, Mersin, Eskişehir, Karaman, Kütahya, Çankırı, Kırıkkale, Kırşehir, Yozgat, Isparta ve Kayseri'nin Türkmen ağırlıklı ilçelerinde bilinir.
Bunların dışındaki illerin bazı ilçelerinde yapılır. Örneğin Afyon'da Emirdağ civarında sıklıkla yapılırken bu ilçe ve yakın ilçeleri dışındaki kesimlerde pek bilinmez. Sivas'ta Yozgat ve Kayseri'ye yakın olan Gemerek ve Şarkışla ilçelerinde yapılır. Ankara'da Polatlı Şereflikoçhisar ve Evren ilçelerinde yapılırken Kırıkkale'de ise Yozgat'la komşu ilçe Delice'de yapılır. Delice'nin hemen yanındaki komşu ilçe Balışeyh'te bilinmez.
6 büyük su bardağı su,
1 büyük su bardağı un,
1 tatlı kaşığı tuz.
1 büyük tavuk,
1 adet soğan,
1 kahve kaşığı karabiber,
1 çay kaşığı tuz,
4 litre su,
1.5 çorba kaşığı domates salçası,
1 yemek kaşığı biber salçası,
3 yemek kaşığı un,
2 yemek kaşığı tereyağ,
1-2 adet limonun suyu.
Büyük bir tencereye su konur ve kaynamaya bırakılır. Bu sırada diğer bir tarafta ise un ve 1 bardak su pütürsüz hale gelene kadar karıştırılır. Kaynayan sudan 1 bardak su kasede karıştırılmış olan un karışımın üzerine dökülerek ılıması sağlanır. Ocakta kaynayan suyun üzerine tuz ilave edilir. Kase içindeki ılımış olan unlu su çok yavaş bir şekilde tencerenin içindeki suyun içine boca edilmeye başlanır. Bu sırada tenceredeki karışım oklava ile devamlı karıştırılmalıdır. 5 dakika kaynatılan unlu su, önceden su ile ıslatılmış olan tepsilere 1 cm kalınlığında ve her yerde eşit kalınlıkta olacak şekilde dökülür ve soğuk bir yerde bekletilir.
Bir tencereye konan bütün tavuk ve kabukları soyulan bütün soğan, tavuğun üzerinden 1 parmak geçene kadar su ve üzerine kimyon, karabiber, tuz ilave edilerek pişmeye bırakılır. Pişen tavuk etinin kemikleri ayıklanır ve etlerinin yarısı büyük bir kabın içine didiklenir. Diğer bir tarafta ise, 1 yemek kaşığı tereyağı tencerede eritildikten sonra üzerine un dökülerek kavrulur. Kavrulan unun üstüne kaynatılmış olan tavuk suyu ve 4 litre su dökülür ve un pütürsüz hale gelene kadar tahta kaşıkla karıştırılır. Ayrı bir tavada salça 1 yemek kaşığı tereyağı içinde kavrulur ve tenceredeki unlu tavuk suyunun içine boca edilir. Kaynamakta olan çorba suyunun içine limon suyu ve parçalanmış tavuk etleri de ilave edildikten sonra, ateş kısılarak
en az 1 saat boyunca ara ara karıştırılarak kaynatılır.
Bu işlem çorbanın özleşmesi ve lezzetli olması içindir. Pişmiş olan sıcak çorba, sofraya getirilmiş soğuk hamur ile birlikte yenir.
Keşkek
Batı Anadolu, Trakya, Doğu Anadolu, Karadeniz ve Orta Anadolu yemeği olan keşkek, genellikle düğün ve bayramlarda yapılan, Anadolu'da yörelere göre farklılıklar göstermekle birlikte temel olarak yarma buğday ve etten oluşan geleneksel bir yemektir.
2011 yılında Endonezya'nın Bali kentinde düzenlenen 6. oturum sonucunda |
UNESCO tarafından Türkiye'nin Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesine dahil edildi. Ayrıca Merzifon Belediyesi Türk Patent ve Marka Kurumu'na yaptığı coğrafi tescil kaydı ile, 2015 yılında "coğrafi işaret belgesi" almıştır. Bu belge ile yemeğin adı Merzifon keşkeği olarak tescil edilmiştir.
Keşkek yemeği özellikle Amasya, Sivas, Manisa, Çanakkale, Edirne, Keşan, Balıkesir, Kandıra, Sinop, Tokat, Muş, Samsun, Ordu, Çankırı, Denizli, İzmir, Uşak, Aydın, Muğla, Afyonkarahisar, Amasya, Çorum, Yozgat, Silifke, Karabük, Ağrı ve Antalya gibi şehirlerde bilinir ve tüketilir. Ağrı'da "Helise" adıyla da bilinir. Anadolu'da keşkek daha çok düğün yemeği olarak bilinir.
Düğünden bir gün önce ıslatılan buğday, düğün günü sabahtan büyük kazanlar içinde kaynatılmaya başlanır. Kaynatılan buğdaylar ve etler büyük kazanlar içine alınıp tokmaklar yardımıyla kazanın içine vurarak malzemenin iyice erimesi sağlanır. Bu işleme keşkek dövmek denilir. Geleneksel olarak düğün aşçıları tarafından hep birlikte imece usulü ile yapılır. Yorucu bir iş olan keşkek dövme işlemi sonucu etler ve buğday eriyerek özdeşleşir. Et, tahıllarla iç içe geçmiş, neredeyse tamamen yemeğin içinde erimiş durumdadır. Ne kadar uzun süre ve kuvvetle dövülürse o kadar iyi olduğu söylenir. Çok iyi dövülmüş keşkeğe "sakız gibi keşkek" benzetmesi yapılır. Lifleri iyi ayrılmış etin buğday özüyle birleştiği, bulamaç gibi değil ama kaşıkla tabaktan çekince uzayan bir keşkek, gerçekten de sakız gibi uzar. Günümüzde sırf keşkek dövmek için tasarlanmış keşkek mikserleriyle dövülüyor olsa da geleneksel yöntemlerle dövüleni her zaman daha makbul sayılır. Bu yüzden köylerde genellikle geleneksel olarak tokmaklarla dövülmeye devam etmektedir. Güveç, tencere veya büyük kazanlarda odun ateşinde pişirilir. Yine yöreye göre değişmekle birlikte kırmızı biber, salça, soğan ve yağdan oluşan bir sosla servis yapılır.Genellikle dana etiyle yapılır ama tavuk etiyle de yapılabilir. Yöresine göre keşkek, yanında haşlanmış tavuk, salçalı nohut yemeği, pirinç pilavı, bulgur pilavı ve ayran ile servis edilir. Genellikle kemikli dana etinden yapılan keşkeğin üzerine, kırmızı biber ve tereyağından hazırlanmış sos dökülür. Bazı yörelerde etsiz pişirilir ve üzerine tereyağı sosu dökülür. Sinop Ayancık ve çevresinde kurutulmuş kırık mısır ve barbunyadan yapılan farklı bir keşkek türü de pişirilir. Kastamonu, Çanakkale ve Bafra'da yaygındır.
Osmanlı Türkleri
Osmanlı Türkleri, 13. yüzyılla 20. yüzyıl arasındaki dönemde, bölge değişiklikleriyle beraber, en geniş kapsamıyla Hazar Denizi batısında yer alan Urmiye Gölü civarından Balkanlar’a kadar yayılmış olan Türklerdir. Temelde Oğuzların çeşitli boylarına mensup olmuşlardır. İlk aşamada Anadolu’nun kuzeybatısında kurulan Osmanoğulları Beyliği’nin (veya "Osmanlı Beyliği") kurucusu Osman Gazi’nin etrafında toplanan Türkleri belirtmiştir. Beylik sınırlarının genişlemesi, devlet ve imparatorluk süreçlerinin yaşanmasıyla "Osmanlı Türkleri" tabiri, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Türklerin tamamını kapsar hâle gelmiştir. 1922 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışı sonrasında, imparatorluğun doğal devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Türkler, Osmanlı Türklerinin devamı olarak Türkiye Türkleri şeklinde adlandırılmaya başlanmışlardır. Osmanlı Türklerinin Türkiye dışında kalan kesimleri için "Osmanlı Türkleri", "Türkler", "Türkmenler" gibi tabirler kullanıma girmiştir.
Osmanlı Türkleri, Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensup, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu olan Türk boyudur. Bugünkü Türkiye Türklerinin atalarıdırlar. Aynı zamanda, günümüzde eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında yaşayan Türkler için (daha dar kapsamıyla Anadolu, Balkanlar ve Kıbrıs’taki Türkler) de kullanılmaktadır.
Şerefname adlı tarihte şunlar yazılıdır:
1258 yılında Söğüt’te doğmuş, 1 Ağustos 1326 tarihinde Bursa’da vefat etmiş olan Osman Gazi, Osmanlı Beyliği ve Osmanlı Hanedanı'nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahıdır.
1299 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’nin uçbeyi olmaktan çıkıp bağımsızlığını ilan etmiştir. Moğol istilalarından kaçan Müslümanların, beyliğine sığınması ile siyasi ve askerî gücü artmıştır. Çöküş döneminde bulunan Doğu Roma İmparatorluğu'ndaki karışıklıkların da etkisiyle kısa sürede Anadolu ve Doğu Roma'nın hâkimi durumuna gelmiştir. Öldüğü zaman beylik, Eskişehir ile Bursa arasındaki topraklarda hüküm sürüyor, Doğu Roma İmparatorluğu'na ait İznik ve Bursa'yı abluka altında tutmaktaydı.
Osmanlı Türklerinin yaşamış oldukları ülke olan Osmanlı İmparatorluğu, 1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş Türk devletidir. Toprakları Doğu Avrupa, Balkanlar, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika'yı kapsamıştır. 16. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluğu hâlini almıştır.
13. ile 20. yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun yayıldığı topraklarda kullanılmış olan tarihî Türk yazı dilidir. Alfabe olarak Arap alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış bir biçimi kullanılmıştır.
XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyada birçok alandaki üstünlüğü ve yaygınlığına bağlı olarak Osmanlı Türkçesi de İmparatorluk sınırlarını aşan bir yaygınlığa sahip olmuştur. İncil’in dili olan Latince başta Fransa olmak üzere Avrupa’da XVII. yüzyıl ortalarına kadar eğitim dili olarak varlığını korudu. Fransa’da anadilde eğitim ancak XVII. yüzyıl sonunda yapılabilmiştir ve yine söz konusu ülkede, Almanca ve İngilizce gibi yabancı dillerin öğrenim ve öğretimi ancak XIX. yüzyılda yaygın olarak gerçekleşebilmiştir. O nedenle Fransa’nın 1670’lerde Türkçenin yabancı dil olarak öğrenim ve öğretimine duyduğu ilgi, yabancı dil eğitimi tarihçileri açısından da dikkate alınması gereken bir durumdur. Fransa için XVII. ve XVIII. yüzyıllar, yoğun olarak Osmanlı medeniyeti ve kültürüne ilgi duyduğu yüzyıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu eğilimin kaçınılmaz sonucu ise Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış el yazmalarının Fransızcaya çevrilmesidir.
Ermeniler
Ermeniler (Ermenice: հայեր - Hayer), bir Hint-Avrupa halkı olan Ermenilerin tarih sahnesine çıktığı ilk yer Anadolu'dur. 7 ile 10 milyon arasında olduğu tahmin edilen toplam nüfusun çoğunluğu bugün dünyanın farklı noktalarına dağılmış durumda olup Ermenistan'da ise 3 milyon civarındadır.
20. yüzyılın başlarına dek Anadolu'da yaşayan halk 1915'te çıkarılan Tehcir Kanunu ile Anadolu'dan Orta Doğu'ya sürgün edilmiştir. Sürgün boyunca nüfusun önemli bir kısmı yolda yaşamını yitirmiş, diğerleri ise Rusya, İran gibi ülkeler ile Azerilerin yoğun yaşadığı (Gürcistan'ın Kvemo Kartli bölgesi, Ermenistan ve Dağlık Karabağ) yakın coğrafyalara ve Fransa, ABD, Kanada ve Avustralya gibi uzak ülkelere göç etmişlerdir. Bu uzak göçlerle birlikte Ermeni diasporası meydana gelmiştir. Türkiye ve İran'da bulunan Ermeni azınlıklar diaspora tanımı içerisine girmemektedirler.
Ermenice, Hint-Avrupa dil ailesi içinde bağımsız bir koldur. Yukarı Fırat ve Aras havzasında MÖ 5. yüzyıldan itibaren varlığı kaydedilmiş ve 405 yılından itibaren Ermeni alfabesi ile yazılmaya başlanmıştır. Din adamı Mesrop Maştots (y. 361-441) tarafından geliştirilerek günümüze dek kullanılan Ermeni alfabesi 38 harften oluşur.
Modern Ermenice yazı lehçeleri, İstanbul merkezli olarak gelişen Batı Ermenicesi ile, İsfahan merkezli olarak yayılan Doğu Ermenicesidir. Ermenistan Cumhuriyeti'nin resmî dili Doğu Ermenicesidir. Batı ülkelerindeki Ermeni diasporası bünyesinde Batı Ermenicesi daha yaygın olmakla birlikte, son yıllarda Ermenistan Cumhuriyeti'nin kültürel etkisinin artmasıyla birlikte Doğu Ermenicesi giderek ön plana çıkmıştır.
Ermeni toplumu, geleneksel tarih anlatımına göre MS 301 yılında "Aydınlatıcı" (Lusavoriç) lakabıyla anılan Aziz Gregor'un önderliğinde Hristiyan dinini kabul etmiştir. Yaygın bir kanıya göre dünyada Hristiyanlığı resmi olarak kabul eden ilk devlet Ermeni Krallığı'dır. Ancak 451 yılında Kalkedon Konsili'nde Roma Kilisesi ile Doğu kiliseleri arasında doğan doktrin farkları ve siyasi çekişmeler nedeniyle Ermeni Kilisesi, Ortodoks/Katolik dünyasıyla yolunu ayırarak Oryantal Ortodoks kiliselerinden biri oldu. Hristiyanlığı Ermenilere ilk tanıtanlar olduklarına inanılan, İsa Mesih'in havarileri Taday ve Bartalmay'a dayanarak Ermeni Apostolik Kilisesi adını alan ulusal kilise, Batılı kaynaklarda (Ermeni kilisesinin kurucusu olan Aziz Gregor'a atfen) Gregoryen adıyla da anılır.
Ermenilerin çoğunluğu Ermeni Apostolik Kilisesi'ne mensuptur. Bunun yanı sıra 17. yüzyılda ortaya çıkan Katolik Ermeni cemaati ve az sayıda Protestan Ermeni de mevcuttur.
5. yüzyılda (428 yıl) eski Ermeni Krallığı'nın yıkılması ile birlikte Ermeni Apostolik Kilisesine mensup olmak Ermeniliğin başlıca tanımlayıcı unsuru olarak değerlendirilmeye başlandı. Böylece, ulusal mezhebi terkederek mesela Ortodoks kilisesine bağlanan Ermeniler, Rum olarak kabul edilmişler, yine aynı şekilde Malazgirt Savaşı'ndan önce ve sonra Müslümanlığı kabul eden Ermeniler de zamanla Arap, Fars, Türk ya da Kürt kimliklerini benimsemişlerdi.
Tarihin babası olarak adlandırılan Hellen tarihçisi Heredot; Ermeniler'i, Trakya kökenli bir halk olan Frigler'in (Frigyalılar) doğuya, Urartu bölgesine yönelen bir kolu olduğunu söylemiştir.
Ermeniler; Balkanlar'dan Anadolu'ya gelen, Hint-Avrupa kökenli ve Trak-Frig soyundandırlar. Frigler'in bir kolu, İlliryalılar(Arnavutlar)'ın baskısıyla M.Ö. 6. yüzyılda Doğu Anadolu'ya göçederek yerleşmişlerdir. Böylece bölgenin eski halklarının kalıntıları (Urartular, Hurriler) ve bazı Kafkas kökenli yerli halklarla beraber bugünkü Ermeni toplumunu meydana getirdiler.
Ermeniler kendilerine "Hay" ve ülkelerine "Hayastan" veya "Hayk" adını verirler. Yabancı ulusların Ermeni ülkesi için kullandıkları bir terim olan Armina veya Arminiya ilk kez M.Ö. 510 tarihli Eski Farsça (Persçe) Bisutun yazıtında kaydedilmiştir.
Eski Pers İmparatorluğu'nun "Arminiya" eyaleti (satraplığı) Van Gölü havzası merkez olmak üzere Ağrı Dağı yöresi ve Aras ve Arpaçay vadileri ile en Batıda Elâzığ ve Erzincan yöresini içerecek şekilde Yukarı Fırat havzasını kapsamaktaydı. Aynı bölge Antik |
Çağ boyunca Eski Yunan ve Latin kaynaklarında "Armenia", İslamiyet dönemine ait Arap kaynaklarında ise "Armaniyya/Ermeniyye" olarak adlandırılır. Erken dönem Türkçe metinlerde coğrafi bölge adı olarak "Ermeniyye" terimine 15. yüzyıl başlarına dek rastlanır.
Bölgede M.Ö. 1. binyılın ilk yarısında Urartu Krallığı hüküm sürmüştür. Urartu uygarlığının M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren zayıflayıp çökmesiyle, aynı bölgede birbirinden bağımsız hareket eden çeşitli Ermeni beyleri güçlenerek Antik Ermeni Krallığını meydana getirmişlerdir.
Eski Fars (Pers) İmparatorluğunun son döneminde Arminiya eyaletinin siyasi öneminin arttığı ve bölgenin imparatorluk bünyesindeki iktidar mücadelelerinde ön planda rol oynadığı görülür. Fars İmparatorluğunun Makedonyalı III. Aleksander tarafından yıkılmasından (M.Ö. 331) bir süre sonra bölgede, biri Aras Vadisinde, diğeri Sophene (Elazığ) havalisinde odaklanan iki ayrı krallık ortaya çıkmıştır. Her iki devletin hükümdar sülaleleri İran yönetici sınıfı kökenli olduklarını iddia etmekle birlikte, Suriye ve Anadolu'da egemen olan Helenistik devletlerle yakın ilişkiler kurmuşlardır.
M.Ö. 1. yüzyıl başında Suriye'de Selevkoslar Krallığının çöküşü üzerine Ermenistan Kralı II. Tigran (M.Ö. 95 - 55) Yukarı Mezopotamya ve Suriye'ye doğru yayılma siyaseti izleyerek egemenliğini bugünkü Lübnan'ın güneyine dek genişletmeyi başarmıştır. Tigran, başkentini de Amida (Modern Diyarbakır) yakınlarında kurduğu Tigranakert (Tigranocerta) kentine taşımıştır. Ancak Doğu Akdeniz'de güçler dengesinin bozulmasından rahatsız olan Roma İmparatorluğunun müdahalesi üzerine Tigran, Pompeius komutasındaki Roma kuvvetlerine yenilmiş ve fethettiği toprakları terke mecbur bırakılmıştır.
M.Ö. 1. yüzyıldan MS 4. yüzyıla dek Ermeni krallığının, bir yandan Roma, diğer yandan İran'da kurulan Part ve daha sonra Sasani imparatorlukları arasında bir tür "tampon bölge" görevi üstlendiği görülür. Krallar sık sık dış güçlerin müdahaleleriyle değişmiş, hatta kraliyet hanedanı dışından yabancı asıllı kişiler zaman zaman Roma veya İran baskısıyla kral atanmışlardır. Kraliyet makamının zayıfladığı bu dönemde yerel bey hanedanları ("nakharar" 'lar) güçlenmiş ve çok sayıda beylikler ortaya çıkmıştır. En önemli "nakharar" hanedanları Muş'ta Mamigonyan'lar, Kars'ta Gamsaragan'lar, İspir'de, daha sonra Kars, Ardanuç ve Muş'ta Bagratuni'ler, Başkale ve Van'da Ardzruni'ler, Gevaş'ta Rştuni'ler, Tekman'da Vahevuni'ler, Erciş'te Abahuni'ler, Malazgirt'te Knuni'lerdir.
387 yılında Ermenistan, Doğu Roma İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu arasında ikiye bölünmüştür. Bu tarihte çizilen ve Erzurum-Silvan-Nusaybin hattından geçen sınır, yaklaşık 300 yıl boyunca Bizans-İran sınırını oluşturmuştur. Batı Ermenistan bu tarihten itibaren Bizans tarafından atanan (fakat çoğunlukla yerel "nakharar" ailelerinden gelen) askeri valilerce yönetilirken, Doğu Ermenistan'da kraliyet hanedanı 421 yılına kadar hüküm sürmüş, bu tarihten sonra doğuda da İran tarafından atanan valiler ("vostikan" 'lar) dönemi başlamıştır. Ancak 451 yılında, İran Sasanid imparatorlugu Ermenilerin dini seçimlerini zor kullanarak değiştirmek istediğinde, Ermeni beylerinin temsilcisi ("sparabed") Vartan Mamigonyan önderliğinde İran'a karşı başlatılan savaş yenilgi ile sonuçlanmıştır. Ermeniler yenildiği halde İranlilar Ermeniler'e dinde özerkliklerini geri vermişlerdir. Bu nedenle Ermeniler arasında bu yenilgi aslında bir başarı olarak adlandırılır.
Ermeni ülkesi 640-653 yılları arasında gerçekleştirilen seferler sonucunda Arap egemenliğine girmiştir. Ancak Halifelik yönetimi bölgede doğrudan bir İslamlaştırma veya Araplaştırma politikası uygulamayarak, yerel "nakharar" sülalelerine geniş özerklik tanıyan bir düzen kurmuştur.
9. yüzyıl sonunda Abbasi Halifeliğinin zayıflaması üzerine, Bizans'ın Ermeni beylerini kazanmaya yönelik politikalar geliştirdiği, buna karşılık Bağdat yönetiminin de Arap yanlısı olarak tanınan Bagratlılar ve Ardzruniler gibi "nakharar" ailelerini destekleme yoluna gittiği görülür. 806'da Halife Harunürreşid Bagratlılar´dan "Et Yiyen" lakabıyla anılan Aşot'u "Ermenistan Emiri" ilan etmiştir. Kendisinin torunu olan bir başka Aşot Bagratuni 886'da "Şehinşah-ı Armen" sıfatıyla Ermenistan tacını giymiştir. Kars ve Ani kentlerinde hüküm süren Bagratuni'lere karşılık, Gevaş ve Akdamar Adası'nda yerleşik olan Ardzruni hanedanı onlara rakip bir Ermenistan Krallığı iddiasına girişmişlerdir. Her iki krallık iç kavgalar ve hanedan mücadeleleriyle bölündüğü halde, 10. yüzyılda ve 11. yüzyılın ilk yıllarında, bugüne kadar kalıntıları görülen bayındırlık ve sanat eserleri ortaya koydular. Akdamar Adası'ndaki Surp Haç Kilisesi ve Kars, Ani ve Artvin yöresindeki birçok anıtsal yapı bu dönemin eseridir.
11. yüzyıl başında tamamen parçalanan Arap imparatorluğunun bıraktığı boşlukta Bizans İmparatorluğu atağa geçerek bölgedeki Ermeni devletlerini teker teker egemenliği altına almıştır. Malazgirt 993'te, Ardanuç ve Yusufeli 1000'de, Ardzruni Krallığı 1020'de, Ani 1045'te, Kars 1064'te Bizans'a boyun eğer. Yenilgiye uğrayan Ermeni beyleri Bizans Devleti tarafından Fırat'ın batısındaki eski Rum topraklarına göç ettirilerek, maiyetleri ile birlikte Sivas, Kayseri, Maraş, Antep ve Kilikya bölgelerine iskân edilirler.
Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'da Bizans egemenliğinin iflası üzerine, Bizans toprakları içindeki Ermeni askeri şeflerinin bazıları İç-doğu Anadolu'da bağımsız veya özerk(yarı-bağımsız) beylikler kurmuştur. Bu beyliklerin çoğu 1080'den sonra Türkler tarafından tasfiye edildi ya da küçük bir bölümü Müslümanlığı kabul ederek Türkleşirken,Kilikya (Çukurova) bölgesinde Sis (Kozan) ve Anavarza kalelerinde yerleşik olan Rupenyan Beyliği yaklaşık 300 yıl boyunca bağımsız kimliğini korumayı başardı.
Ermeniler'in vatanı 11. yüzyıldan itibaren çeşitli Türk ve İran devletlerinin egemenliği altında paylaşıldı. Eski Ermeni yerleşim merkezleri 13. yüzyıldaki Moğol istilası ve özellikle 16. yüzyıldaki Osmanlı-İran savaşları sonucu büyük tahribata uğrarken, bölgeden Türk ve İran devletlerinin siyasi ve ekonomik merkezlerine doğru önemli bir Ermeni göçü vuku bulmuştu.
15. yüzyılda Akkoyunlu Devleti, Ermeni kilisesine yönelik aktif bir himaye politikası izlemiş, Ermeni Kilisesi'nin ruhani başkanlığı olan "Gatoğigosluk" makamının Eçmiadzin'de (bugünkü Ermenistan Cumhuriyeti içinde, antik Vağarşapat kenti yakınında) 1441'de yeniden tesisine önayak oldu. II. Mehmed'in 1476'da İstanbul'da Ermeni Patrikhanesini kurdurmasında, Akkoyunlu Devleti ile Osmanlı Devleti arasındaki güç mücadelesinin etkisi vardı.
1606'da Safevi Şahı I. Abbas İsfahan yakınında Yeni Culfa kentini kurarak Nahçıvan ve Kars'tan getirdiği 150.000 Ermeniyi buraya iskân ettirdi. Bu tarihten itibaren Yeni Culfa, İstanbul ile birlikte Ermeni kültürünün başlıca iki merkezinden biri olarak öne çıktı.
Osmanlı Ermenileri arasında Batılılaşma ve reform hareketlerinin başlangıcı 18. yüzyılın ilk yıllarına dayanır. 1701 yılında Sivas'lı Mkhitar Vartabed öncülüğünde İstanbul'da başlayan reform hareketi, kız ve erkek çocuklar için modern okullar açılması, eski kilise Ermenicesi yerine İstanbul halk diline dayalı yeni yazı dilinin geliştirilmesi, Batı dillerinden kitaplar çevrilmesi, ve reformlara direnen Kilise yönetimine karşı sivil siyasi örgütlenmelerin kurulmasını hedeflemiştir. Zaman zaman sert mücadelelere sahne olan reform hareketi, 1860'ta Padişah Abdülmecid tarafından Ermeni Milleti Nizamnamesi ile gerçekleşti. Bu Nizamname ile kurulan Ermeni Millet Meclisi Osmanlı Devletindeki ilk temsili parlamenter organ niteliğinde olup, 1876 Kanun-u Esasi'si ile kurulan Osmanlı Mebusan Meclisi'ne de örnek teşkil etmiştir.
İstanbul Ermeni entelijensiyası özellikle 1826-1876 yılları arasında, II. Mahmut ve Tanzimat'ın reform politikalarıyla özdeşleşerek, Osmanlı siyasi ve kültürel yaşamında daha önce sahip olmadığı aktif bir rol oynamaya başlamıştır. Ermenice basın 1860'tan itibaren hızla gelişerek Türkçe basınla rekabet edebilecek bir toplam tiraja ulaşmıştır. 1856 Islahat Fermanı'ndan sonra Ermeniler çeşitli devlet kademelerinde görev alarak, askeri ve sivil vezaret (paşalık) rütbesine ve nazırlık görevine kadar yükselmişlerdir.
Ermeni toplumu içinde devrimci ve milliyetçi akımlar 1870'lerin sonunda II. Abdülhamid'in gayrimüslimlere karşı yürüttüğü baskıcı hareketler sonucu olarak, özellikle Avrupa'da eğitim gören üniversite gençliği arasında boy göstermiştir.
Sosyalist ve devrimci nitelikteki ilk örgüt olan Hınçak ("Çan") 1887'de İsviçre'nin Cenevre kentinde üniversite öğrencisi Avedis Nazarbekyan ve arkadaşları tarafından kurulmuştur. 1890'da Tiflis'te Kristapor Mikaelyan, Stepan Zoryan ve Simon Zavaryan tarafından kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu ya da yaygın adıyla Taşnaksutyun ("Federasyon"), kısa zamanda Hınçak'çıları ikinci plana iterek, ulusçu hareketin ana örgütü olarak öne çıkmıştır.
1895'te Taşnaksutyun önderliğinde Doğu Anadolu'da girişilen protesto yürüyüşü, II. Abdülhamid'in yönetimince sert bir şekilde bastırılmıştır. Protestonun amacı azınlıklara yapılan baskının durudurulmasının istenmesi idi. 1895 olayları çoğu zaman "Birinci Ermeni Katliamı" olarak adlandırılır.
Abdülhamid saltanatının son yıllarında Ermeni Devrimci Federasyonu rejime karşı direnişin önemli bir nüvesini oluşturmuş ve bu niteliğiyle İttihat ve Terakki örgütüne de model ve müttefik olmuştur. 1908 Devrimi'nde İttihat ve Terakki ile Taşnaksutyun beraber hareket etmişlerdir. Ancak ihtilalden kısa bir süre sonra iki örgüt arasında anlaşmazlık çıkmış, ve iktidar partisinin eski müttefikleri hakkındaki kuşkuları, İttihat ve Terakki'nin 1912'den itibaren belirginleşen Ermeni aleyhtarı politikasında rol oynadı.
I. Dünya Savaşı öncesinde, 1914 sayımına göre Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam nüfusu 18.520.016 kişiydi. Bunun 15.044.846’sı (%81,23) Müslümandı. Müslüman nüfus, Türkler, Kürtler, Lazlar, Araplar, Çerkesler ve diğer Müslüman milliyetlerden oluşmaktaydı. Kalan 3,475,170 kişinin 1.729.738’i (%9,34) Rum Ortodoks, 1.162.169’u (%6,27) Ermen |
i Gregoryen, 62.468’i (%0,34) Rum Katolik, Gürcüler (Kartveli ırkı), 65.844’ü (%0,35) Protestan, 24.845’i (%0,13) Latin, 187.073’ü (%1,01) Yahudi, 47.406’sı (%0,26) Maruni, 195.617’si (%1,06) diğerleriydi.
Nüfusun ana dile göre dağılımıyla ilgili olarak Osmanlı tarihçisi Kemal H. Karpat, 1914 yılı nüfus çalışmasıyla ilgili olarak şu gruplandırmayı yapmaktadır (Karpat, age, sayfa, 208-227):
Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Katolikler, Ermeni Katolikler, Protestanlar, Latinler, Süryaniler, Eski Süryaniler, Keldaniler, Jakobiler, Maroniler, Samiriyeliler, Nasturiler, Yezidiler, Çingeneler, Dürziler, Kazaklar, Bulgarlar, Sırplar ve Ulahlar.
Rum Katolik ve Rum Ortodoks nüfusları toplamı, 1 milyon 792 bin 206’dı. Ermeni Gregoryen ve Ermeni Katolik toplamı ise 1 milyon 230 bindir. Bu halde etnik köken itibarıyla 1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu nüfusunun yüzde 9,68’i Rum ve yüzde 6,64’ü Ermenidir. (Kaynak: Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Tarih Vakıf Yurt Yayınları, İstanbul, 2003, sayfa 226-227; birçok kaynaktan aktaran DİE, Cilt 2, sayfa 46.)
Cumhuriyet döneminin ilk sayımı olan 1927 nüfus sayımında Türkiye'de anadili Ermenice olan nüfusu 64.745 kişi olarak belirtilmiştir. (Kaynak: İstatistik Umum Müdürlüğü ve Devlet İstatistik Enstitüsü, 1927 nüfus sayım sonuçları.)
I. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen bu büyük nüfus hareketi sırasında yaşananlar Ermeni kaynaklarında genellikle "Medz Yeğern" (Büyük Felaket) veya "Çart" (Kırım) olarak adlandırılmakta ve modern Ermeni tarihinin dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir.
Carnot çevrimi
Carnot çevrimi, Sadi Carnot tarafından 1820’lerde ortaya konmuş özel bir termodinamik çevrimdir ve Emile Clapeyron tarafından 1830 ve 1840’lı yıllarda geliştirilmiştir.
Her termodinamik sistem özel bir durum içinde varolmuştur. Sistem, farklı durumları sırası ile takip ediyor ve en sonunda önceki haline geri dönüyorsa termodinamik bir çevrim oluşur. Bu çevrim boyunca işlem içinde, sistem çevresine iş yapabilir, bu yolla bir ısı makinesi olarak rol oynayabilir.
Bir ısı makinesi enerjinin sıcak bölgeden, soğuk bölgeye aktarılmasını sağlar, bu işlem içinde enerjinin bir kısmı mekanik işe dönüşür. Çevrim tersinirdir (yani tersine de gerçekleşebilir). Sistem bir dış kuvvet ile çalışabilir ve işlem içinde soğuk sistemden, sıcak sisteme ısı aktarılabilir, bu şekilde bir ısı makinesinden çok bir soğutucu olarak çalışır.
Carnot çevrimi, termodinamik çevrimin özel bir tipidir. Özeldir çünkü, verilen ısı enerjisinin işe çevrilme miktarı ya da tersi için (verilen işin soğutma amaçları için kullanımı) mümkün olan en verimli çevrimdir.
Carnot çevrimi ısı makinesi olarak şu adımları takip eder :
Carnot çevriminin mümkün olan en verimli çevrim olmasının sebebi, tamamen tersinir adımlardan oluşmasıdır. Adımların hiçbirinde, aralarında sıcaklık farkı bulunan iki sistem arasında ısı alış-verişi gerçekleşmez. Dolayısıyla, toplamdaki entropi değişimi sıfırdır.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, ( ya da kısaca: GYV) 1994 yılında Fethullah Gülen öncülüğünde TGC'ye alternatif olarak kurulmuş mesleki kurum.
Kuruluşa üye çoğu gazetecinin 15 Temmuz Darbe Girişimi'ne destek verdiğinin anlaşılmasından sonra 23 Temmuz 2016 tarihli KHK/667 karar sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kurum ve ilgili tüm platformlarının faaliyetlerine yasal olarak son verilmiştir.
Vakıf, faaliyetlerini;
Abant Platformu,
Diyalog Avrasya Platformu (DA Platform),
Kültürlerarası Diyalog Platformu (KADİP),
Kadın Platformu,
Medialog Platform ve
Araştırma Merkezi gibi platformlar vasıtasıyle yürütmekteydi.
GYV' nin kapatılmadan önce her yıl düzenli olarak gerçekleştirdiği bazı organizasyonlar:
Vakıf kuruluş gayesine uygun olarak yönetim kurulu kararı ile her sene "Hoşgörü ve Diyalog Ödülleri" vermektedir. Vakıftan ödül alanlar arasında şu isimler bulunmaktadır:
Abant Platformu
Abant Platformu, 1998 yılında kurulan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın desteklediği bir çalışma grubuydu. İsmini doğal güzellikleri ve gölüyle Bolu dağları arasında yer alan Abant'tan almıştır.
Toplumda bir soruya cevap teşkil edecek ya da ihtiyacı karşılayacak aktüel ve kültürel nitelikli bütün konuları gündemine alabiliyordu. Abant Platformu, yerel bir platform olmasına karşın, uluslararası programlar düzenlemekteydi.
Abant toplantıları aydınlar için bir kavşak noktasıydı. Bu toplantılarla aydınlar, küresel sürece katkı sağlamaktaydı. 34 ve son Abant toplantısı 31 Ocak-2 Şubat 2016 tarihleri arasında yapılmıştı.. Abant Platormunun varlığı, 15 Temmuz 2016'da yaşanan darbe girişimi sonrasında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın FETÖ'yle bağlantılı olduğu gerekçesiyle 23 Temmuz 2016 tarihinde yayınlanan 667 sayılı KHK'yla kapatılmasıyla son bulmuştur.
devamı...
www.abantplatform.org
Kenan Gürsoy
Prof. Dr. Kenan Gürsoy (d. 29 Aralık 1950, Ankara), Felsefeci, Akademisyen, Emekli Büyükelçi.
1950 yılında Ankara'da dünyaya geldi. Babası, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof.Dr. Kemal Tahir Gürsoy; annesi, son dönem Osmanlı maarifçi ve mutasavvıflarından Kenan (Rifâî) Büyükaksoy'un kızı Hikmet Kainat Büyükaksoy'dur. İlkokulu, İstanbul Hırka-İ Şerif İlkokulu'nda, ortaokul ve lise eğitimlerini ise, Saint Benoit Fransız Lisesi’nde tamamladı (1970). Yükseköğrenimini, Fransız Hükümeti’nin Türkiye'de Fransızca eğitim öğretim yapan okullardan mezun, başarılı öğrencilere verdiği öğrenim bursuyla Fransa’da Rennes Üniversitesi ve Paris, Sorbonne Üniversitesi’nde tamamladı (1970-1974).
Yurda dönüşünde, askerlik görevinin hemen sonrasında, Ocak 1977'de Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde asistan olarak göreve başladı. 1979'da Felsefe Doktoru, 1982'de Yardımcı Doçent, 1983'de Sistematik Felsefe-Mantık alanında Doçent unvanlarını aldı. Bu arada, bir yıl daha Fransa’da Paris Felsefe Bölümü’nde araştırmalarda bulunmak üzere görevlendirildi (1981-1982). 1984 yılı Kasım ayından itibaren ise, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde, Felsefe Tarihi Anabilim Dalında Doçent olarak vazifeye başladı; 1989 yılı Ocak ayında, burada Profesör oldu. 1994 -1997 yıları arasında aynı Anabilim Dalının başkanlığını yaptı. 1997'den 2009'a kadar Galatasaray Üniversitesi‘nde önce İletişim Fakültesinde, sonra Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde Öğretim Üyesi ve Felsefe Bölüm Başkanı, 1999-2002 yılları arasında bu Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, 2000-2009 yılları arasında Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. 2005-2009 yılları arasında TRT 2 kanalında yayınlanan Düşünce İklimi programının danışmanlığını yürüttü ve programın sunumunu gerçekleştirdi.
2009-2014 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti'nin Vatikan nezdindeki Büyükelçisi olan Prof. Dr. Kenan Gürsoy, 2014'te yurda döndükten sonra Dışişleri Bakanlığı kadrosunda bir süre daha göre yaptı ve Emekli Büyükelçi olarak Devlet hizmetinden ayrıldı. Hâlen İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Batı (Garbiyat) Araştırmaları Merkezi Müdürü olarak akademik hayatına devam etmekte, ayrıca Cenan Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini sürdürmektedir.
Çalışmaları daha ziyade Etik (Ahlâk Felsefesi), Karşılaştırmalı Dinî Etik, Fenomenoloji, Ekzistans Felsefesi ve Tasavvuf alanlarındadır. Türk Kültür hayatında ve Milli Eğitim sistemimizde felsefi tutum ve düşüncenin yaygınlaşması için uğraş verenlerden biri olmaya gayret eden Gürsoy, yurt içinde ve yurt dışında pek çok seminer ve toplantıya katıldı, konferans verdi, lisansüstü seviyede tamamlanmış ve hâlen sürmekte olan doktora ve yüksek lisans tezlerine danışmanlık yaptı. Resmi olarak danışmanı olmamakla birlikte, pek çok akademisyenin tez çalışmalarına destek oldu, yetişmelerine katkıda bulundu.
Ali Bulaç
Ali Bulaç (d. 1951, Mardin), sosyolog, ilahiyatçı, gazeteci, yazar.
İlk ve orta öğrenimini Mardin’de, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladı (1980). "Hareket" dergisinde bir süre çalışmasının ardından 1976’da "Düşünce" dergisi ve Düşünce Yayınları’nı kurdu. Kitap Dergisi’ni çıkardığı 1985-1992 yılları süresince üç aylık Bilgi ve Hikmet dergisini de çıkardı ve yönetti. Zaman Gazetesi’nin kurulma aşamasında İstanbul bürosunu teşkilatlandıran isim olup gazetenin İstanbul büro şefliğini bir yıl kadar yürütmüştür. 1987’nin sonlarına doğru gazete el değiştirince bu gazeteden ayrılmış, 1993-94 döneminde tekrar Zaman'a dönmesine karşın kısa bir süre sonra yeniden ayrılmıştır. 1998 yılında ise bir kez daha Zaman Gazetesi'nde yazmaya başlamıştır. Bu gazetenin dışında çeşitli dergilerde, Millî Gazete, Yeni Şafak dahil birçok gazetede çok sayıda yazı ve araştırmaları yayımlanmıştır. 1988 yılında "İnsanın Özgürlük Arayışı" adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Fikir Ödülü”ne layık görülmüştür. Evli ve beş çocuk babası olan yazar, halen Zaman Gazetesi, Today's Zaman ve Özgün Duruş'ta köşe yazıları yazmakta ve Mehtap TV ile Hilal TV kanalında haftalık tartışma programları yapmaktadır. Bunun yanında Fatih Üniversitesi'nde ders vermektedir. tvnet'te Ekrem Kızıltaş ve Cevat Özkaya ile birlikte Konuşmak Lazım isimli haftalık entellektuel tartışma programını yapmaktadır.
15 Temmuz 2016'da gerçekleştirilen askerî darbe girişimine ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında hakkında gözaltı kararı çıkarıldı. 31 Temmuz 2016 tarihinde çıkarıldığı Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliğince "silahlı terör örgütü üyeliği" suçlamasıyla tutuklandı.
Çağdaş İslâm dünyası, düşünce sorunları, toplumsal değişme ve yenileşme gibi konulardaki araştırma ve incelemeleriyle tanınmıştır.
Yazdığı kitaplarda özellikle modern dünyada Müslüman olmanın getirdiği ve gerektirdiği tavırlar üzerinde durmaktadır. Müslümanların Müslüman olmayanlarla birlikte aynı toplumda dışlamadan ve dışlanmadan, çatışmasız bir şekilde yaşayabilmeleri açısından "Medine Vesikası" örneğine vurgu yapmakta ve bu konudaki fikirlerine temel referan |
s noktası olarak almaktadır. Müslümanları sağ-sol gibi kavramlarla açıklamaya karşı durmakta ve İslâm'ın kutsallığını vurgulamaktadır. Hazırladığı Ku'ran meali, birçok Ku'ran çevirisine göre daha sade dil kullanımı ve çevirisi nedeniyle ön plana çıkmıştır.
Bekir Karlığa
Bekir Karlığa (d. 1947, Besni),
1965'te Kahramanmaraş İmam-Hatip Okulu'nu bitirdi. 1972'de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden, 1977'de İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. Fakültedeki görevine, Yüksek İslâm Enstitüsü döneminde 1977 yılında Felsefe ve Mantık asistanı olarak başladı. 1980 yılında İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde İslâm Kaynakları Işığında Pythogoras ve Pre-Sokratik Filozoflar adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslâm Enstitüsünün fakülteye dönüştürülmesinden sonra 1983'te yardımcı doçentliğe yükseltildi ve Kelâm-Felsefe Bölümü başkanlığına atandı. 1985-1986 yılları arasında bir yıl süre ile Paris'te bilimsel araştırmalar yaptı. 1987'de doçent, 1993'te profesör oldu. 2009'da başbakan'ın danışmanı oldu.Türkiye Eşgüdüm Başkanı ve Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi Başkanıdır.
18 Nisan 2004 tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde yer alan röportajında "Kuran’da ateistlerle ilgili ne gibi hükümler var?" şeklindeki soruya vermiş olduğu cevap çok tartışılmıştır. Burada Fethullah Gülen'in ateist ile teröristi aynı kefeye koyan ifadesinin yanlışlıkla söylenmiş olduğunu belirtiyordu.
Cemal Uşak
Cemal Uşak (d. 1953, Bursa- ö. 25 Ağustos 2016), Türk yazar ve gazetecisi.
1977 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oldu. Mezuniyet sonrası, öğrencilik yıllarında amatör olarak ilgilendiği basın-yayın dünyasına, profesyonel olarak girdi. Muhabirlikten editörlüğe; köşe yazarlığından yöneticiliğe değişik sahalarda görev yaptı. 1979-1980 yılları arasında TRT Genel Müdürlük Danışmanı olarak çalıştı. Türkiye'nin demokratikleşmesine katkı sağlayacak olan çözüm sürecinin Akil adamlar listesinde olup İç Anadolu grup sözcüsüdür.
Islami yazıları Köprü, Zafer dergileri; Yeni Asya, Yeni Nesil, Zaman ve Bugün gazetelerinde yayınlandı. Rotaheber Web sitesinde de yazmakta olan Cemal Uşak, 1995 yılından bu yana Gazeteciler ve Yazarlar Vakfında Başkan Yardımcısı olarak görev yapmakta. Cemal Uşak, ayrıca 1995 yılına kadar yönetici ve programcı olarak çalıştığı Moral FM radyosunda, şu sıralarda Cuma ve Cumartesi akşamları yayınlanmakta olan PANORAMA programında Haluk İmamoğlu, Ömer Faruk Uysal ve Safa Mürsel'le birlikte Türkiye ve Dünya gündemine ilişkin olan görüşlerini dinleyicilerle paylaşır.
Hayrettin Karaman
Hayrettin Karaman (d. 1934, Çorum), Türk ilâhiyatçı ve yazar.
1959 yılında Konya İmam-Hatip Lisesi'nden, 1963 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nden mezun oldu. 1965 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde asistan olarak çalışmaya başladı. “Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar İslam Hukukunda İçtihad” konulu tezi vermesiyle fıkıh öğretmenliğine başladı.
1980 yılında okulun İlahiyat Fakültesi'ne dönüştürülmesiyle birlikte önce doçentliğe, sonra da profesörlüğe yükseltildi.
2001 yılı başı itibarıyla emekliye ayrılan Hayrettin Karaman, bilimsel eser çalışmaları yanında halen günlük Yeni Şafak Gazetesi'nde köşe yazıları yazıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Hayreddin Karaman'ın periyodik yazıları, Gerçek Hayat Dergisi ve Eğitim-Bilim Dergisi'nde de yayınlanmaktadır. Kitap ve makalelerinin yer aldığı bir İnternet sitesi de mevcuttur.
Hayrettin Karaman’ın "Polemik değil, diyalog" adlı eserinde [bugünün] Yahudi ve Hristiyanlarının da Cennet’e girebileceğini yazması, şiddetli tepki aldı.
Lugalbanda
Lugalbanda, Sümer mitolojisi ve edebiyatından bir karakterdir. Adı genç kral anlamına gelir ("lugal": kral; "banda": genç; küçük). Sümer Kral Listesi'ne göre Uruk şehrinin üçüncü kralıdır. Eski Çağ Mezopotamya edebiyatında Gılgamış'ın babası olarak yer alır, ve karısı tanrıça Ninsun'dur.
Arkeolojik bulgular ışığında, Lugalbanda'nın kahramanı olduğu iki destan metni bulunmuştur, bilim insanları bu metinleri Lugalbanda I (veya "Lugalbanda Dağ Mağarasında") ve Lugalbanda II (veya Lugalbanda ve Anzu Kuşu) olarak adlandırmıştır. Bu iki metin, Uruk kralı Enmerkar ve Aratta kralı Ensuhkeşdanna arasındaki çekişmeyi anlatan Sümerce destanlar serisinin bir parçasını oluştururlar. Lugalbanda Kral Enmerkar'ın ordusunda bir asker olarak öne çıkar ancak bu iki destanda Lugalbanda'nın ileride Uruk kralı olacağına yönelik bir ibare bulunmamaktadır. Bu destanları belgeleyen çivi yazılı tabletler Eski Babil dönemi olarak nitelenen MÖ İkinci bin yılın ilk yüzyıllarına ait olsa da, destanlar büyük ihtimalle Üçüncü Ur Hanedanı (yaklaşık MÖ 2100-2000) zamanına aittir.
Lugalbanda Uruk kralı olarak Sümer Kral Listesi'nde, tufan sonrası dönemde listelenmiştir. Kendisinden önceki kral Enmerkar, sonraki iki kral ise Dumuzi ve Gılgamış'tır. Ancak Lugalbanda ismi daha MÖ Üçüncü binyıl ortalarına ait tabletlerde bile tanrılaştırılmış olarak görülür. Bu döneme ait bir destanda tanrıça Ninsun'un eşi olarak bahsedildiği gibi, gene aynı döneme ait tanrı listelerinde de adı geçer. Çeşitli Sümer şehirlerinde bulunan tabletlerden, Üçüncü Ur Hanedanı'nın bütün krallarının adak adadığı tanrılar arasında Lugalbanda'nın da olduğu görülür. Hatta Eski Babil döneminde Lugalbanda ve Ninsun'a adanmış bir tapınak da inşa edilmiştir.
Kendilerine tanrısal yakıştırmalar yapan Üçüncü Ur Hanedanı kralları Ur-Nammu ve Şulgi'ye ait methiye tarzı şiirlerde, bu krallar Lugalbanda ve Ninsun'dan ebeveynleri olarak bahseder ve aynı çerçevede kendilerini Gılgamış'ın kardeşleri olarak görürler. Nitekim, Gılgamış ile ilgili destanlarda da Lugalbanda ve Ninsun Gılgamış'ın ebeveyni olarak tanıtılır.
Mete Tunçay
Mete Tunçay (27 Haziran 1936, İstanbul), siyaset bilimi ve tarih profesörüdür.
1954'te Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi'ni bitirdi. 1958'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olduktan sonra aynı yıl Âmme Hukuku ve Siyaset Nazariyeleri kürsüsünde asistan oldu. 1961'de Özgürlük Kavramı üstüne yazdığı tezle doktora derecesini aldı. 1961-63 yıllarında Rockefeller bursuyla London School of Economics and Political Science’ta incelemeler yaptı. 1966’da "Türkiye'de Sol Akımlar 1908-1925" adlı çalışmasıyla Siyasal Teoriler Doçenti oldu.
1972'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden istifa etti. 1974-1975 yılları arasında Kültür Bakanlığı Yayınlar Daire Başkanı oldu. 1975-1977 yılları arasında Millî Kütüphane'de müşavirlik yaptı. 1978'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki görevine döndü. Aynı yıl Sovyet Bilimler Akademisi’nin konuğu olarak Moskova, Leningrad ve Bakü’de; 1979-80’de de Fulbright bursuyla ABD Stanford Üniversitesi’nde araştırmalarda bulundu.
1981'de "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931" adlı kitabı yayımlandı. 1983 yılında 1402 sayılı yasa uyarınca üniversiteden uzaklaştırıldı. 1987-88’de Freie Universitaet Berlin’de Carl von Ossietzsky Profesörü oldu. 1984-93 yıllarında aylık "Tarih ve Toplum", 1994-96 yıllarında da "Toplumsal Tarih" dergilerinin editörlüğünü yaptı. 15 Haziran 1990'da Danıştay kararıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki görevi iade edildi ancak kendisi 18 Eylül'de istifa etti.
Hâlen İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Tarih Vakfı yönetim kurullarının da başkan yardımcısıdır. Bunlara ilaveten Abant Platformu Eş Başkanlığı görevini de sürdürmektedir.
Özellikle siyasal düşünceler tarihi disiplininin Türkiye'de gelişmesinde katkısı büyüktür,iktisadi konularda şerh düşmekle birlikte liberal geleneğe bağlı bir politik duruş sergiledi,sosyalizmi net bir dille savunurken bile liberal-demokrat duruşa saygısını ifade etti. Bu alanda özellikle hocası olan 20.asrın en önemli filozoflarından liberal-demokrat Karl Popper'dan etkilendiği bilinmektedir. Bugün sosyalist çizgiden ziyade sol-liberal bir entelektüel çizgidedir. Murat Belge ile birlikte sol-liberal çizginin Türkiye'deki en önemli ismidir.
Mithat Melen
Mithat Melen (3 Ocak 1947, Ankara, Türkiye), Türk iktisat profesörü ve siyasetçi
Maliye ve Milli Savunma eski bakanlarından ve başbakanlardan Ferit Melen'in oğludur. 1971 yılında , Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin İşletme Muhasebe bölümünü bitirdi. 1973 yılında Brüksel'de NATO Sekreteryası’na uluslararası memur olarak girdi.
Askerlik görevinin ardından 1977 yılında Türkiye Cumhuriyeti Brüksel Maliye Ataşesi oldu. 1979 yılında Brüksel Maliye Müşavirliğine yükseldi. Hazine Müsteşarlığı adına uluslararası ikili ekonomik ilişkileri yürüttü. Ardından Hazine Müsteşarlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğünde Daire Başkanı oldu. 1991 yılında ise Hazine Müsteşar Müşaviri görevini ifa etti.
Aynı zamanda 1992 yılından bugüne, Dünya Bankası, Sanayi ve Ticaret Odaları, belediyeler ile özel ve resmi kuruluşlara, başta ekonomi, uluslararası ilişkiler, finans, insan kaynakları, eğitim olmak üzere çeşitli konularda danışmanlık yapmıştır.
3 Kasım 2002 tarihli Milletvekili Genel Seçimlerinde MHP'den İstanbul 1. Bölge 1. sıradan milletvekili adayı oldu, ancak seçilemedi. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde 23.dönem MHP İstanbul milletvekili olarak seçilmiştir.
Dünya Gazetesi köşe yazarıdır.
Niyazi Öktem
Prof. Dr. Niyazi Öktem (d. 1944, Elâzığ), Türk yazar ve akademisyen.
1964’de Galatasaray Lisesi'nden, 1971’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. 1972’de Hukuk Felsefesi ve Sosyoloji Asistanı oldu. 1977’de doktorasını tamamladı. 1981’de Doçentliğe, 1988 yılında ise Profesörlüğe yükseltildi.
1989 yılında Fransız Palmes Académiques tarafından Légion d'honneur Şövalye unvanına layık görüldü. 1994-1997 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanlığını yürüttü. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi ve Toplum Bilim derslerine girdi. Bilgi Üniversitesi'nde Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi okuttu.1998 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde de Hukuk Felsefesi derslerine girdi 2010 yılından beri Fatih Üniversitesi'nde Hukuka G |
iriş ve Hukuk Felsefesi dersleri vermeye devam etmektedir ayrıca Doğuş Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölüm Başkanlığı görevlerini yürütmekte iken buradaki görevinden istifa ederek ayrılmıştır. Şu an aktif olarak Fatih Üniversite'sinde hocalık yapmaktadır.
Azra Akın
Azra Akın (d. 8 Aralık 1981, Almelo), Türk manken, model ve oyuncu. Akın, 2002 Türkiye güzeli seçilmiş ve ardından da 2002 Miss World'de Dünya Güzeli unvanını kazanmıştır.
Babası aslen Uşak'ın Karahallı ilçesinden bir zamanlar Eskişehirspor'da futbol oynamış Yıldız Teknik Üniversitesi'nden mezun ve şimdi tercümanlık yapan Nazım Akın, annesi ise Afyonkarahisar'ın Emirdağ ilçesinden Hollanda'da öğretmenlik yapan Ayda Akın'dır. Aile 1971 yılında Hollanda'ya yerleşmiştir. Akın'ın kendisinden iki yaş küçük Doruk adlı bir kız kardeşi vardır.
Azra Akın, Hollanda'da bale, resim ve müzik gibi sanat dallarında eğitim görmüştür.
1998 yılında Elite Model yarışması Türkiye ayağında birincilik kazanmıştır. Daha sonra 2002 yılında Star TV'nin düzenlediği Türkiye güzellik yarışmasında birinci olmuştur. Bu yarışma sonucu Miss World yarışmasına katılmaya hak kazanmıştır. İlk olarak Nijerya'da düzenlenmesi planlanan yarışma, bu ülkede Amina Lawal adlı kadının evlenmeden çocuk sahibi olması ve bunun sonuncunda ölümle cezalandırılmasını protesto için birçok ülke tarafından boykot edilme tehlikesiyle karşılaşınca Londra'ya alınmıştır. Yarışma sonucunda Miss World unvanını 1932'de Keriman Halis'in ardından Türkiye'ye Istanbulma ikinci defa getiren kişi olmuştur. Bu unvan 1954'te bir Mısırlı güzele verilen dünya güzelliği ödülünden bu yana nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeye gitmemişti.
Manken - modellik yapmaya devam eden Azra Akın, aynı zamanda reklamlarda ve TV dizilerinde oyunculuk da yapmaktadır.
2004'te başrolü Tamer Karadağlı ile paylaştığı "Yağmur Zamanı" adlı dizide Eylül karakterini canlandırmıştır. 2009'da Sadri Alışık Tiyatrosu'nda Kemal Başar'ın yönetmenliğinde, "72. Koğuş" adlı oyunda rol almıştır. Acun Medya tarafından Show TV'de düzenlenen "Yok Böyle Dans" yarışmasında yarışmacı olarak bulunmuştur. 2011 yılında Star TV'de yayınlanan Geniş Aile dizisinde rol almıştır. 2012'de "M.U.C.K." dizisinde müzik öğretmeni olan Elif Hoca karakterini canlandırmıştır. 2014 yılında Kanal D'de yayınlanan Galip Derviş dizisinde konuk oyuncu olarak Gülten rolünü canlandırdı. Son olarak 2014 yılında konuk olarak Arkadaşım Hoşgeldin'e katılmıştır. Eylül 2014'te vizyona giren Çilek isimli filmde başrol olarak oynamıştır. 2015'te başrollerini İlker Kaleli ve Burçin Terzioğlu'nun paylaştığı Poyraz Karayel adlı diziye, Çiğdem karakteriyle katıldı.
Krizopras
KrizyoprasChryzopraz 2, bir kalsedon çeşidi, değerli taş. Küçük miktarlarda nikel ihtiva eder ve ihtiva ettiği bu nikel nedeniyle rengi yeşildir. Genelde rengi elma yeşiliyken, koyu yeşile kadar değişiklik gösterebilir.Heliotrop ile karıştırılabilir, zira birbirlerine benzemektedirler. Krizopras kriptokristalindir. Kriptokristalin kuvars ailesinin diğer üyeleri akik, karneliyen ve onikstir. Kuvars ailesinin şeffaf olmayan üyelerinden farklı olarak, krizoprası değerli kılan desen ve tabakalar değil de rengidir.
Krizopras sözcüğü Yunanca "chrysos" yani "altın" ve "prason" yani "pırasa" sözcüklerinden türemiştir. Antik Roma öncesi dönemlerden beri kameler veya mühürtaşları halinde yüzük ve takılarda kullanılmış olan krizopras, hoş yeşil rengi ve diğer kuvarslara oranla daha nadir oluşu ile tarih boyunca en değerli kuvars çeşitlerinden biri olmuştur.
Güzel yeşil rengini ihtiva ettiği kromdan alan zümrüdün aksine, krizoprasın rengi yapısında bulunan küçük miktarlardaki nikelden gelir. Yapısında klorit ve hornblende içeren açık yeşil renkli, şeffaf krizoprasa praz denir. Praza açık yeşil rengini ihtiva ettiği bu iki mineral vermektedir.
Diğer kuvars çeşitleri gibi krizoprasın sertliği 6-7 civarındadır. En ünlü krizopras yatakları, Queensland, Batı Avustralya, Almanya, Polonya, Rusya, Arizona, Kaliforniya ve Brezilya'dadır.
Tatarlı, Ceyhan
Tatarlı, Adana ilinin Ceyhan ilçesine bağlı bir mahalledir.
Mahallenin adı "durak yeri" anlamına gelen 'Tatar' kelimesinden gelir. Mahallede su kaynaklarının olması önceleri postacı, kervancı gibi kişilerin burada durup ihtiyaçlarını giderir. "Tatarlı" ismi de burdan kalmıştır. Tatarlı mahallesinde Cerit Türkmenleri 1800'lü yılların başından beri boy edinmektedir. Kullanılan bir diğer ismi de "Yedioluk"tur. Bu isim de mahallenin çevresinde yer alan 7 ana pınardan gelmektedir.
Köyde, Tatarlı Höyük adı verilen bir de höyük bulunmaktadır.
Adana iline 80, Ceyhan ilçesine 35 km uzaklıktadır. Osmaniye iline de 18 km uzaklıktadır.
Mahallede "Çataklı Tatarlı Bakırlı İlköğretim Okulu" vardır. Mahallenin hem içme suyu şebekesi hem kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık evi vardır ancak sağlık ocağı yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Çuval Olayı
Çuval olayı veya "Çuval hadisesi", (İngilizce'de The Hood event) 4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak'ın Süleymaniye kentinde karargâh kurmuş bulunan (bir binbaşı komutasında) 11 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubunun ve Türkmen mihmandarlarının Irak'taki işgal kuvvetlerinin bir parçası olan Amerikan 173. Hava İndirme Tugayı'na bağlı askerlerce ve yanlarında peşmergelerin de bulunduğu bir ortamda, sürpriz bir baskın sonucu derdest edilmeleri ve başlarına çuval (kukuleta) geçirilmek suretiyle götürülüp 60 saat süresince alıkonularak sorguya çekilmeleri hadisesini tanımlamak için kullanılan terimdir.
Operasyon için ABD'nin en önemli millî bayramı olan 4 Temmuz (Bağımsızlık Günü - Independence Day) tarihinin seçilmiş olması, günün Cuma'ya denk gelmesi, bu şartlarda konuyu süratle ve diplomatik tarzda çözüme kavuşturabilecek yetkili Amerikan makamlarına ulaşmanın uzun sürmesi ve Türk askerlerinin bu yüzden 60 saat gözaltında bekletilmeleri, Amerikan askerlerince küçük düşürücü kasıtlı hareketlere başvurulmuş olması, "Çuval hadisesi"nın bir provokasyon olduğu görüşlerinin dile getirilmesine sebebiyet vermiştir.
Hadisenin kaynağı, ABD başkanı George W. Bush ve yardımcısı Dick Cheney'in ekibini oluşturan Amerikan Girişim Enstitüsü (AEI, American Enterprise Institute) kuruluşundan ABD Savunma Bakanlığı'na getirdiği şahinler (Neo-Conlar) adıyla anılan kişilerin Irak'ı işgal etmek istemesi ve Türk hükümetinden ABD silahlı kuvvetlerinin Kuzey Irak'a serbest geçiş yapabilmesi ve Adana'da bulunan İncirlik Hava Üssü'nün Amerikan keşif ve ağır bombardıman uçaklarına açılması talebinin TBMM tarafından 1 Mart tezkeresi olarak adlandırılan tezkere ile reddedilmesidir. Bu olayın sonrasında ise Irak'taki direnişin uzaması, işgalin ABD Hazinesine 3 trilyon dolar'a patlaması, Amerikan dolarının büyük değer kayıpları ve petrol fiyatlarının kısa zamanda varil başına 20 dolardan 100 dolara çıkması neticesinde Bush'un Cumhuriyetçi Parti'sinin 2006 Meclis ve Senato seçimlerinde yenilgiye uğraması sonucunda ABD Savunma Bakanlığı'na Robert Gates getirilerek, Neo-conlar tasfiye edilmiştir.
Gazeteci-yazar Turan Yavuz baskının, dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve Amerikan Girişim Enstitüsü'nün (AEI, American Enterprise Institute) üst-düzey mensuplarından olan Paul Wolfowitz’in emriyle başlatıldığını iddia etmektedir. 4 Temmuz günü yapılmasının nedeni; o günün cuma olması ve 3 günlük ‘Kurtuluş Günü’ tatili ile Amerikalı yetkililerin işbaşında olmayacakları, dolayısıyla Türkiye’den gelen tepki telefonlarının da cevapsız kalacak olmasıydı. Wolfowitz’den Irak İşgal Yönetimi (Coalition Provisional Authority) Başkanı Paul Bremer’e ve oradan da Wolfowitz'in AEI'dan Irak'a gönderdiği Michael Rubin'e uzanan yeşil ışığın son adresi, Kerkük’teki Albay William Mayville oldu. Süleymaniye’deki operasyon, IKYB lideri Celal Talabani’nin Bağdat’ta Amerikalılara verdiği bir bilgi ile başladı ve Amerikan istihbaratı, operasyon için Kuzey Irak’taki ‘Türkçe konuşmaları’ dinlemeye aldı. Bu dinlemeye bölgedeki tüm Özel Kuvvetler'in haberleşmeleri de dahildi. Wikileaks belgelerine göre Celal Talabani, Amerikalı işgal güçlerinin Kerkük Valisi olarak atadığı bir Kürt'e Türkler tarafından suikast düzenleneceğini ihbar etmişti. Olay Celal Talabani'nin oğlu, Bafel Talabani tarafından kameraya alındı.
Olayda Türk askerleri ve Türkmen mihmandarları ile birlikte Süleymaniye'de kızını aramakta olan bir İngiliz sivil de tutuklanmış, Bağdat'ta 15 gün hapiste tutulduktan sonra salıverilmiştir. Michael Todd isimli bu İngiliz ülkesine dönüşünde Amerikan hükümetine karşı 10 milyon dolarlık bir tazminat davası açmıştır.
Bu olaydan sonra "...Eyleme kolaylıkla karşılık verebilecek eğitime ve cesarete sahipken, Türk binbaşı bilinçli bir şekilde emrindeki askerlerin en doğal tepkilerini frenlemeyi başarmış, bir çatışma yaratmanın kolaylığını ve sıradanlığını aşmış, bunun bir eziklik olmadığını, davranışının muhatabıyla kıyaslanmayacak kadar büyük bir cesaret ve özgüven gerektirdiği sonraki gelişmelerle ortaya çıkmıştır." görüşü ile, "...Bir Türk subayı hiçbir durumda teslim olmamalıydı, emrindeki askerlerle beraber sonuna dek gerekeni yapmalıydı." gibi iki ayrı görüş oluşmuştur.
Irak'ın işgalinin ardından 10 Nisan 2003 tarihinde Kerkük, 11 Nisan 2003 tarihinde de Musul'da tapu kayıtlarının tutulduğu devlet dairelerinin peşmergelerce basılarak büyük ölçüde Türkmenlere ait olan kayıtların yakılması öncesinde bu kayıtların Süleymaniye'deki Türk özel kuvvet mensuplarınca kopyalanarak Türkiye'ye gönderildiği, baskının asıl nedeninin bu olduğu iddia edilmiştir.
Genelkurmay İstihbarat Daire eski Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin'in, “Dikkat Cemaat Çıkabilir KOZMİK ODA” isimli kitabında belirttiği iddia, baskında ele geçirilen, Türkmenler ile ilgili arşivde yer alan yerel liderlerin suikastler ve şaibeli trafik kazaları ile yaşamlarını yitirdiği yönündedir.
Sitrin
Sitrin, "sitrin kuvarsı" veya "sitrin topazı" olarak da anılan, amber renginde bir değerli taştır. Sarımsı, kahver |
engimsi veya kırmızımsı olabilir. Şeffaf olmayan bir kuvars çeşididir. Doğal olarak nadir bulunan bir kuvars çeşidi olan sitrinin renginin kaynağı yapısındaki demir katışıkları; hematit veya limonittir.
Ticari kullanımdaki sitrinlerin çoğu aslında suni olarak fırınlanmış ametist veya dumanlı kuvarstır. Bu şekilde suni olarak üretilmiş olan sitrinlerin rengi, genellikle açık/soluk sarı renginde olan doğal sitrinlerden farklı olarak, daha çok turuncu veya kırmızımsıdır. Doğal sitrinin en büyük ve önemli üreticisi ise Brezilya'dır. Bu üretimin çoğu Brezilya'nın Rio Grande do Sul eyâletinde yapılır.
Sitrin çoğu kez çok daha değerli bir taş olan topaz ile karıştırılır. Hatta bazen sitrin ismi topazın bir başka ismi olarak hatalı bir şekilde kullanılır. Bunun nedeni topazın turuncu veya sarımsı örneklerinin renk olarak sitrine benzemesidir.
Antik zamanlarda sitrin kötü düşüncelere ve yılan zehrine karşı, bir tür koruyucu özelliği olduğuna inanılarak takılır ve taşınırdı. Ayrıca sitrin geleneksel olarak Kasım ayının iki doğum taşından birisi olarak kabul edilir.
Kupffer hücresi
Kupffer hücreleri veya Browicz-Kupffer hücreleri karaciğerde bulunan ve retiküloendotelyal sistemin bir bölümünü oluşturan özelleşmiş makrofajlardır. İlk kez Karl Wilhelm von Kupffer tarafından 1876'da gözlemlenmişlerdir. Kupffer, hücreleri "sternzellen" (yıldız hücreler veya stellat hücreler) olarak adlandırmış ve yanlışlıkla karaciğerdeki kan damarlarının endotelinin bir bölümü olduklarını düşünmüştür. 1898 yılında Tadeusz Browicz hücreleri doğru bir şekilde makrofaj olarak tanımlamıştır.
ABS
ABS aşağıdaki anlamlara gelebilir:
TEMA
Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı ya da kısaca TEMA, 11 Eylül 1992 tarihinde kurulmuş olan çevreci vakıftır. Erozyon ile mücadele, ağaçlandırma ve doğal varlıkların korunması temel amaçlarındandır.
Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA), 11 Eylül 1992 tarihinde Hayrettin Karaca ve A. Nihat Gökyiğit tarafından, Türkiye'nin geleceğini tehdit eden erozyon, çölleşme tehlikesine karşı toplumsal duyarlılığı arttırmak ve bu mücadelenin devlet politikası haline gelmesini sağlamak için kuruldu.
TEMA Vakfı'nın 1998 yılından beri sürdürdüğü Meşe Projesi, Türkiye genelinde 1 milyon hektar alanda sağlıklı meşe ormanları oluşturmayı hedeflemektedir. Çevre ve Orman Bakanlığı'nın işbirliği ile gerçekleştirilen projenin toplam maliyeti 1.8 milyar Amerikan doları civarındadır.
Çevre ve Orman Bakanlığı Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü ile TEMA Vakfı arasında bir protokol düzenlenmiştir. Bu protokol gereği, çeşitli illerde kişi ve kuruluşlar adına fidan dikim çalışmaları gerçekleştirilmektedir. Bugüne kadar Malkara, Mudanya, Konya, Samsun, İzmir, Şanlıurfa, Antalya, Kızılcahamam ve Adıyaman gibi hatıra ormanlarında 389 bin 718 adet fidan dikilmiştir.
Bodrum ilçesinin Türkbükü ve Gündoğan köyleri hudutlarında olan 130 hektarlık alanın çevresi, doğal bitki türlerinin korunması ve geliştirilmesi amacıyla dikenli ve kafes telle çevrilmiştir. Bu alana 43 bin 450 adet meşe, kızılçam, yalancı akasya, sakız, kaktüs,badem, at kestanesi ve dallı servi olmak üzere ağaç ve çalı türlerinde fidanlar dikilecektir.
Karayolları Genel Müdürlüğü, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü, TEMA Vakfı iş birliği ile Ankara - İstanbul TEM otoyolunun 333 km'lik bölümü ağaçlandırılmıştır. Bu kapsamda, İstanbul - Edirne otoyolu Kınalı kavşağında 49 bin 231 adet, Ankara - İstanbul otoyolu Susuz kavşağında 241 bin 844 adet değişik türde fidan, süs bitkileri ve meşe tohumu dikilmiştir.
Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün Kavacık çıkışının sağ tarafındaki kara yolu alanında ağaçlandırma ile ilgili çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu alanda doğal bitki türleri, biyolojik çeşitlilik faktörü göz önüne alınanak örnek bir peyzaj projesi uygulanmıştır. Estetik değeri yüksek 15 bin adet değişik türde çalı, ağaç ve ağaççık dikilmiştir. Burada halka açık olarak hizmet verilmekte ve çeşitli fidanlar ile süs bitkileri satışı yapılmaktadır.
TEMA'nın başlattığı "Bir Milyon Fidan Kampanyası" hedefine ulaştı. Halkın büyük ilgi ve desteği ile 1 milyon 11 bin 71 fidan toprakla buluştu.
TEMA, UNCCD Sekreterliği tarafından 2012 yılında ilk kez verilen "Land for Life" ödülünü almaya hak kazanmıştır.
Alaşımlı çelikler
Çelik, demir, karbon, az miktarda fosfor, silikon, sülfür ve % 1.5’u geçmeyecek oranda manganez içerir. Bu tip çeliklere "sade karbonlu çelikler" denilir. "Alaşım çelikler" ise % 1’den az karbon içeren çelikler olup, çeliğin özelliklerini değiştirmek için diğer metallerden yeterli miktarlarda çeliğe ilave edilir. En önemli alaşım elementleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Alaşım elementlerinin çeliklere iki önemli etkisi vardır; bunlar:
Alaşımlı çeliklerde kullanılan elementlerin çoğu birbirinin yerine geçecek katı çözeltiler oluştururlar. Yani kafes hücresindeki bir veya daha fazla atom yer değiştirebilir. Bu durum alaşımın vuruş ve çekme dayanımını artırır. Düşük karbonlu çelikler ferrit fazında ise, malzemenin sünekliğinde hiçbir azalma olmaksızın dayanımı artar. Süneklikte kayıp olmadan dayanım ve toklukta iyileştirme imkânları vermesi alaşım elementlerinin, çeliklere ilavelerinin en önemli etkilerinden biridir.
Alaşım elementleri, demir-karbon termal denge diyagramında dönüşüm sıcaklıklarını da değiştirir. Elementlerin çoğu oda sıcaklığında östenit olduklarından, yüzey merkezli kübik kristalleri etkilemektedirler. Elementler birbiri içinde çözünerek, yüzey merkezli kafes yapısına sahip olurlar. Böylece alaşım elementleri F.C.C. (gama) fazından, B.C.C. (ferrit) fazına ters yönde dönüşüm yaparlar. Alaşım elementleri östeniti dengeleyip, mevcut sıcaklık aralığını arttıracaklardır. Bundan dolayı elementlerin çoğunda denge oluştuğundan, östenit karbid oluşturmak için mevcut karbon ile reaksiyona girmez. Karbon östenit içinde katı çözelti olarak kalmaya meyillidir. Bu durum A3 dönüşüm sıcaklığındaki baskıyı daha ileri seviyeye götürmeye yardım eder. Alaşımlarda yeterli miktarda alaşım elementleri mevcut olduğu takdirde, gama fazı oda sıcaklığında dengeli hale gelebilir.
Geniş aralıklarla üretilen alaşımlı çeliklerin en verimli şekilde sınıflandırılması; çeliklerin önce uygulama alanlarına göre, daha sonra ise alaşım elementlerinin özelliklerine göre alt gruplara ayrılması ile sağlanır.
Jean Harlow
Jean Harlow (d. 3 Mart 1911, Kansas City, Missouri - ö. 7 Haziran 1937, Los Angeles), ABD'li sinema oyuncusu. Gerçek adı Herlean Carpenter'dır.
1928'de komedi filmlerinde küçük rollerle sinemaya adım attı. Ünlü iş adamı ve film yapımcısı Howard Hughes'un film şirketi adına çevirdiği "Hell's Angels" (Cehennem Melekleri - 1930) ile yıldızı parladı. Gerek dram, gerekse komedi filmlerinde oyunculuk yeteneğinin yanı sıra güzel fiziği, platin rengi saçlarıyla döneminin cinsellik simgelerinden biri oldu. Özellikle Clark Gable ile çevirdiği filmler büyük iş yaptı.
Genç yaşta böbrek yetmezliği sonucu ölünce, Hollywood'un efsane adları arasına girdi. Irving Shulman'ın 1964'te kaleme aldığı "Harlow" adlı özyaşam öyküsünün sinema uyarlamasında (1965), Caroll Baker tarafından canlandırıldı.
Fredericton, New Brunswick
Fredericton, Kanada'nın New Brunswick eyâletinin başkenti, eyâletin kültürel, sanatsal ve eğitsel merkezlerinden biridir.
Kentte New Brunswick Üniversitesi ve özellkile sanat üzerine yoğunlaşmış eğitim veren St. Thomas Üniversitesi bulunur. Kent ayrıca Beaverbrook Art Gallery (Beaverbrook Sanat Galerisi) ve York-Sunbury Museum (Yok-Sunbury Müzesi) gibi kültürel kurumların da evidir. Harvest and Jazz and Blues Festival'i her sene düzinelerce yerel ve uluslararası sanatçıyı kente çeker. Kentte yaşayanların üniversite mezunu olma oranları ve gelir seviyeleri New Brunswick'teki en yüksek şehirlerden biridir.
Kent merkezinde nüfus 50.000 kadar olsa da, etrafıyla birlikte Fredericton'ın nüfusu 85.000'e yakındır. Kentin sahip olduğu eğitim olanakları "(bu denli küçük bir kentte iki üniversite bulunması oldukça şaşırtıcıdır)", kalabalık bir öğrenci kitlesinin kentte yaşamasının nedenidir. Öyle ki, yoğun öğrenci nüfusu dolayısıyla, ev kiraları Toronto ve Montréal gibi büyük kentlerle karşılaştırılacak kadar pahalıdır.
Sürdürülebilirlik
Sürdürülebilirlik daimi olma yeteneği olarak adlandırılabilir.
Ekoloji bilimindeki anlamı ise biyolojik sistemlerin çeşitliliğinin ve üretkenliğinin devamlılığının sağlanmasıdır.
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılı tanımına göre: "İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir."
Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme ve refah seviyesini yükseltme çabalarını, çevreyi ve yeryüzündeki tüm insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemidir.
Sürdürülebilir Kalkınma insan ve çevre merkezli olmak üzere iki ana başlık altında değerlendirilmektedir. Doğal çevreninin korunması kadar ekonomik ve sosyal kalkınmanın da birbirinden ayrılmaz parçalar olduğunu kabul etmektedir.
Çevresel, ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik sağlandığı takdirde sürdürülebilir gelişme gerçekleşebilmektedir. Yenilenemeyen enerji kaynakları yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının verimli kullanımı ve doğaya karşı sorumlu davranılması çevresel sürdürülebilirliğin gereksinmelerini oluşturmaktadır. Doğal enerjinin verimli kullanımı sonucu ülke ekonomisinde gelişme gözlenir. Ekonomideki kalkınma sürdürülebilir ekonomi kavramını gerçekçi kılmaktadır. Çevreye duyarlı bir yaklaşımla yaşamanın sonucunda sağlıklı toplumlar oluşur. Sağlıklı toplumların ekonomik refah içinde yaşantısı sosyal sürdürülebilirlik olarak adlandırılmaktadır.
Yeryüzü Şartı “sürdürülebilir küresel bir toplumun saygı ve kaygı, ekolojik bütünlük, evrensel insan hakları, ekonomik adalet, demokrasi, ve barış kültürünün üzerinde kuruluşunu” anlatıyor.
ISO 9126 kapsamında sürdürülebilirlik yazılımın de |
ğiştirilmeye yatkınlığının ölçülmesidir ve 5 alt nitelik (karakteristik) ile inceler.
Irak Savaşı
Irak Savaşı, 20 Mart 2003'te Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık önderliğinde oluşturulmuş Çokuluslu Koalisyon Kuvvetlerinin bir askeri harekâtla Irak'a girmesiyle başlayan ve devam eden savaş. Ayrıca İkinci Körfez Savaşı, Irak'ın İşgali ve koalisyon ülkelerince Irak'ı Özgürleştirme Operasyonu olarak da adlandırılır. 21 Ekim 2011 tarihinde ABD Başkanı Barack Obama yaptığı açıklamada, ülkedeki ABD askerlerinin 31 Aralık 2011'e kadar geri çekileceğini açıkladı. 15 Aralık 2011 tarihinde Bağdat'ta bulunan Amerikan Üssü'nden son Amerikan Bayrağı'nın indirilmesiyle savaş resmen sona ermiştir. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry savaşın vahim bir hata olduğunu belirtmiştir.
Savaş öncesinde, ABD ve Britanyalı hükümetlerinin Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve bu silahların koalisyon ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkenin güvenliğini ciddi şekilde tehdit ettiği gerekçesiyleBirleşmiş Milletler Doğrulama ve Teftiş Komisyonu yetkililerinin kimyasal silahların varlığı konusunda kanıtlarının olmadığı, işgal sonrasında, ABD-Iraklı İnceleme Grupları Irak'ın kitle imha silahı programına 1991'de son verdiği fakat ambargo kalkmazsa tekrar faaliyete geçirebileceği belirtti.
Polonya Silahlı Kuvvetleri ve Amerika Birleşik Devletleri Ordusu Irakda kimyasal kitle imha silahı buldu.
Buna rağmen terk edilmiş veya konulduğu yerin belirsiz olduğu kimyasal silah kalıntıları olacağı gerekçesiyle koalisyon kuvvetleri harekat düzenlemiştir. Bazı Amerikalı görevliler Saddam Hüseyin'i, el-Kaide'ye destek vermek ve barıdırmakla suçladılar fakat bu ilişkiler hiçbir zaman kanıtlanamadı. Bir söylentiye göre dönemin ABD başkanı George W. Bush Filistinli bir görevliye Tanrı'nın kendisine Saddam'ı devirerek Irak'ı baskıdan kurtaracağına yönelik ilham verdiğini söylemiştir. İşgalin diğer sebepleri ise Irak'ın Filistinli intihar bombacılarına parasal destek sağladığı, Irak hükümetinin insan haklarını suistimal ettiği, ve demokrasinin ülkede ve bölgede yaygınlaştırılmasıydı. Bazı görevliler işgal kararında Irak'ın petrol rezervlerinin önemli bir etmen olduğunu belirtmiştir. fakat bu görüş Amerikalılarca yalanlanmıştır.
İşgalin başlamasından kısa süre sonra düzenli Irak ordusu yenildi, neticede Saddam Hüseyin yakalanarak idam edildi. ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri Irak'ta yeni bir demokrasi inşa etme denemelerine başladı. Bazı tarikat ve diğer çeşitli silahlı gruplardan oluşan direnişçilerle koalisyon güçleri arasında bir asimetrik savaş başlamış, Şii ve Sünni gruplar arasında sorunlar çıkmış ve Irak'ta El-Kaide operasyonları başlamıştır. 2007 yılında yapılan araştırmalara göre Irak'ta tahmini 1.000.000 sivil yurttaş hayatını kaybetmiştir. UNHCR Nisan 2008 tarihli verilerine göre 4.7 milyon Iraklı yer değiştirdi (Irak nüfusunun %16'sı), bunların iki milyonu komşu ülkelere sığındı Kızıl Haç Mart 2008'de Irak'taki insani durumu "dünyada diğerlerine göre en kritiği" olarak tanılamıştır. Haziran 2008'de ABD savunma resmi kaynakları güvenlik ve ekonomik göstergelerde düzelme işaretleri görüldüğünü açıkladı. Ağustos 2008'de Irak ile ABD arasında SOFA antlaşması tasarlandı. Bu anlaşma ABD'nin beş yıl içinde Irak'tan tamamen çekilerek güvenliği Irak yönetimine bırakacağını belirtiyordu. 2008'in sonlarına doğru SOFA yürürlüğe girdi. Bu anlaşmaya göre ABD askerleri 30 Haziran, 2009 tarihinde Irak şehir merkezlerinden muharip güçlerini çekti ve 30 Haziran Irak'ta resmi tatil ilan edildi. Ancak anlaşma dahilinde 2009 yılını ortalarında bir halk referandumu yapılarak ABD güçlerinin konumu tekrar değerlendirildi. Anlaşmanın maddeleri arasında, Irak mahkemelerinin, Amerikan askeri personel ve ABD ordusuna iş yapan şirketlerin çalışanlarını yargılayamayacağı, 10 yıllığına savunma ve içişleri bakanlığı gibi bazı bakanlıklar ile istihbarat gibi stratejik noktaların, ABD gözetimine bırakılacağı, ABD`nin Irak`ta özel cezaevleri olacağı, Amerikalı askerlerinin, Irak'tan `terörist grupları destekleyen herhangi bir ülkeye operasyon düzenleyebileceği gibi maddeler yer alıyor. Anlaşma çeşitli Iraklı gruplar tarafından protesto edildi. Büyük Ayetullah Ali Hüseyini el-Sistani anlaşmanın yabancı varlığını sona erdirmesi gerektiğini söyledi. Irak Parlamentosu ve ABD, Stratejik Çerçeve Anlaşması imzaladı. Bu anlaşma; ülke içindeki etnik grupların ve siyasi oluşumların haklarının garantiye alınması, öğrenci takasları; eğitim, enerji sahalarının geliştirilmesi, çevresel temizlik, sağlık bakımı, bilgi teknolojisi, iletişim ve infaz hukuku gibi konuları içeriyordu.
İlk CIA ekibinin Irak'a giriş tarihi 10 Temmuz 2002'dir. Bu ekip CIA'nın özel eylem bölüğü üyelerinden oluşuyordu. Bunlar işgal için çeşitli hazırlıklara başladılar. İşgale karşı gelebilecekleri ikna etmek bazı Iraklı komutanları direnişten vazgeçirmek ve yüksek risk bölgelerinde keşif yapmakla görevliydiler.
Daha önemlisi, Kürt Peşmergeleri örgütleyerek işgalin kuzey cephesini oluşturdular. Bununla birlikte kuzeyde bulunan El-Kaide bağlantılı Ensar el-İslam örgütü ve Irak ordusunu bölgeden çıkarttılar.
Uydu dan,telsiz sistemini ekarte ederek 3 saat boyunca işgal ordusunu mağdur etmiştir.
Bağdat saati ile 20 Mart, 2003 saat 5:34 (9:34,19 Mart EST) Irak'a askeri işgal başladı. 2003 Irak işgalini, ABD ordu komutanı General Tommy Franks, "Irak Özgürleştirme Operasyonu" kod ismiyle duyurdu. Koalisyon güçleri kuzeyde Kürtleri yanına alarak işgale başladı ve yaklaşık kırk ülke işgale destek verdi.
İşgalin belirlenen amaçları: Saddam Hüseyin rejimini bitirmek, kitle imha silahlarına ulaşmak, bölgedeki terörist grupları tasfiye, petrol altyapısını güvenceye almak, Irak'ı Orta Doğu ülkelerine model yapmak gibi bir dizi eylemlerdi.
İşgal koalisyon güçlerinin beklentisinin aksine süratle ve büyük bir direnişle karşılaşmadan ilerledi.
43. ABD Başkanı George W. Bush, 11 Ocak 2007 sabahı Türkiye saati ile 04.00'te ABD'nin yeni Irak stratejisini açıkladı. Bush, ABD halkına ve dünyaya seslendiği konuşmasında Irak Savaşı'nda birtakım hataların yapıldığını kabul ederek, "Hataların yapıldığı yerlerde sorumluluk bana aittir." dedi. Bush, direnişle mücadele ve mezhep çatışmalarının önlenmesi konusunda başarısız olmalarının sebebi olarak asker sayısını daha önce artırmamayı gösterdi. Bush'un itirafının ardından açıkladığı yeni Irak stratejisinin temel unsuru asker artırımı. Bu strateji çerçevesinde Irak'a 21.500 Amerikan askeri daha gönderilecek. Bunların 17.500'ü Bağdat'a, 4000'i de Sünni direnişin kalesi El Anbar eyaletine konuşlandırılacak. Bu askerlerin Irak'ta ne kadar süre kalacağı belli değil. Yapılan açıklamaya göre ilk birlikler 15 Ocak'tan itibaren yola çıkacak. ABD'nin yeni Irak stratejisi ulusal uzlaşıyı sağlaması için Irak hükümetine daha fazla baskı yapılmasını da içeriyor. Sünnilerin siyasi sürece katılımının artırılması için bir an önce eyalet seçimlerinin yapılması, petrol yasasının çıkarılması, eski Baasçılar'ı yasaklayan kanunun yumuşatılması isteniyor.
Bush, konuşmasında Irak Başbakanı Nuri El-Maliki'yi uyararak "Irak hükümeti verdiği sözleri tutmazsa, Amerikan halkı ve Irak halkının desteğini kaybeder. Amerika'nın Irak için taahhütleri açık uçlu değildir." dedi. Yeni strateji uyarınca, Irak'a 1,2 milyar dolar ekonomik yardım yapılacak. Bush, ayrıca Irak hükümetinin de toplam 10 milyar doları kalkınma projelerine ayırmayı kabul ettiğini açıkladı. Bush yeni stratejisini açıklarken Suriye ve İran'ı da ağır şekilde suçladı. İran'ın Irak'taki mezhep çatışmalarını körüklediğini ileri süren Bush Suriye'nin de yabancı direnişlerin Irak'a geçmesine izin verdiğini savundu. Bush, Irak hükümetini desteklemeleri için Suudi Arabistan, Ürdün ve diğer Körfez ülkelerine de çağrıda bulunarak onları "Bizim başarısızlığımız sizin için de tehdit oluşturur." diyerek uyardı. Bush konuşmasında sınırdaki sorunların çözülmesi konusunda PKK sorununa atıfta bulunarak Türkiye ve Irak ile birlikte çalışacaklarını söyledi ancak ayrıntı vermedi. Ancak PKK ile mücadelenin yoğunlaştırılması ve Kerkük konusunda Türkiye'nin hassasiyetlerinin dikkate alınmasının da ABD'nin yeni Irak stratejisinin bir parçası olduğu belirtiliyor.
Chilcot raporu, Irak Savaşı'nın ardından hazırlanmış en kapsamlı rapordur. Yedi yılda hazırlanan ve 2,6 milyon kelimeden oluşan 12 ciltlik bu rapor, 6 Temmuz 2016 tarihinde emekli bürokrat John Chilcot tarafından Londra'da yayınlandı. Komisyonu başkanı John Chilcot, İngiltere başbakanı olan Tony Blair'e karşı "Askeri harekat son seçenek değildi" ifadelerini kullanmış ve Saddam Hüseyin'in o dönem için tehdit olmadığını söylemiştir.
Doğu Anadolu Kalkınma Programı
Doğu Anadolu Kalkınma Programı (DAKP), Bitlis, Hakkari, Muş ve Van illerini kapsamakta olup, AB MEDA Fonu'ndan 45 milyon Euro hibe kaynak ile desteklenmektedir. Programın Finansman Anlaşması 5 Ağustos 2003 tarihinde Avrupa Komisyonu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı koordinasyonunda yürütülecek olan programı uygulamak üzere Van’da bir Program Koordinasyon Merkezi kurulmuştur. Program yerel kalkınmayı ön planda tutacak stratejiler geliştirerek bölgenin azgelişmişlik durumunu ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Altındere Millî Parkı
Altındere Millî Parkı, Trabzon'un güneyinde Maçka yakınlarındadır. Bu millî parkın içinde, neredeyse bulutların bile üzerinde yer alan muhteşem Sümela Manastırı bulunur. 270 m yükseklikteki bir uçurum fasadında bulunan manastır en görkemli konuma Kommagene Kralı Alexius III. Komnenos döneminde getirilmiştir. III. Alexius'un taç giyme töreni (1349) burada yapılmıştır. Manastırın içinde kütüphane, kilise, rahip odaları, şapel, ayazma ve mutfak bölümleri bulunmaktadır.
Sam Mendes
Sam Mendes (d. 1 Ağustos 1965, Reading), İngiliz sinema ve tiyatro yönetmeni.
Portekizli bir protestan baba ve İngiliz yahudi bir annenin oğlu olarak Reading'de doğdu. Cambridge Üniversitesi'nde eğitim gördü. İngiltere'de tiyatro yönetmeni olarak, özellikle ünlü müzikal C |
abaret'i yöneterek, ün kazandı.
1999 yılında ilk sinema filmi olan American Beauty isimli filmi çekti. Bu film o sene en çok konuşulan ve en çok ödül alan filmlerden oldu. Sam Mendes, bu filmle Oscar ve Altın Küre başta olmak üzere pek çok festivalde en iyi yönetmen ödülü aldı.
NP (karmaşıklık)
NP, belirsiz Turing Makinesi ile çokterimli (polinomsal) zamanda çözülebilen karar problemlerini içeren karmaşıklık sınıfıdır.
Bu sınıftaki problemler belirli Turing Makinesi ile çokterimli zamanda doğrulanabilirler ve bu şekilde doğrulanabilen her problem NP sınıfındadır. Bu nedenle NP, (belirli Turing Makinesi ile) çokterimli zamanda doğrulanabilen problemlerin sınıfı olarak da tanımlanabilir.
Belirli Turing makinesi aynı zamanda belirsiz Turing makinesi olduğundan, P sınıfındaki bütün problemler aynı zamanda NP'dedir.
En az her bir NP problem kadar "zor" olan problemlerin bulunduğu sınıfa NP-Zor (NP-hard) denir. Daha resmi bir şekilde,
Burada formula_2, "L" probleminin, "H" problemine çokterimli zamanda indirgenebildiği anlamına gelir.
Bir başka deyişle, NP-Zor sınıfındaki herhangi bir problem çok terimli zamanda çözülebilirse, NP sınıfındaki bütün problemler çok terimli zamanda çözülebilir.
NP-Tam (NP-complete), hem NP olup hem NP-Zor olan problemlerin sınıfıdır. Dolayısıyla bu sınıftaki problemler NP sınıfının en zor problemleridir. Yukarıdaki tanımdan yola çıkarak, herhangi biri çokterimli zamanda çözülebilirse, bütün hepsi çok terimli zamanda çözülebilir.
Bunlardan CNF-SAT ya da kısaca SAT, tarihsel olarak NP-Tam olduğu ispatlanan ilk problemdir.
Zahirilik
Zahiri mezhebi bir İslam dini fıkıh (İslam hukuku) mezhebidir. İslâmî hükümleri Kur'ân ve Sünnet'in zahirî (açık görünen söz) anlamlarından çıkarmayı temel aldığı için Zahiriye olarak adlandırıldı. İbni Hazm, ayet ve hadislerin zahir yani görünen mânâlarından başka hiçbir delili ve kıyası kabul etmezdi.
Genel kabule göre kurucusu Davûd el-Isbehânî olan Zahiri mezhebi, fıkıh ve İslam hukukunun tek kaynağının nasslar, yani Kur'an ve Sünnet, olduğunu iddia eder ve bunlar üzerinde yorum anlamına gelen re'yin mümkün olmayacağı görüşü üzerine kuruludur. Bu mezheb tüm re'y çeşitlerine karşı çıkar; kıyas, güzel görme (istihsan), genel fayda (mesalih-i mürsele) veya zararların önlenmesi (Sedd-i zerâyi') prensibini reddeder, delil olarak kabul etmez. Sadece nassı kabul eden Zahiri mezhebi, hakkında nass bulunmayan konularda "istishab" denilen "mübah olmak" (ibahat-i asliye) prensibini uygular.
Zahiri mezhebinin kurucusunun Davûd olduğu kabul edilse de, mezhebin en büyük ve ünlü alimi İbn Hazm'dır. Davûd, İmam Şâfiî'nin öğrencilerinden ders almış ve İmam Şâfiî'den genel olarak oldukça etkilenmiştir. Bununla birlikte Zahiriliğin fıkhı ile Şafiîliğin fıkhı birbirinden oldukça farklıdır; Davûd şeriatta re'yin söz konusu olmayacağının üstünde durmuştur. Davûd dönemin hadise ağırlık veren özelliklerinden de yararlanarak mezhebini yaymaya çalışmış fakat mezhebinin birçok konudaki farklı görüşleri sebebiyle birçok muhalif edinmiştir. Zahiriliğin bu ilk yayılma döneminde aldığı tepkilerin temelinde Davûd'nin taklidi tamamen ve kesinlikle reddetmesidir. Herkesin içtihat etmesi fikrini doğuran bu görüş diğer birçok mezhep ve alimin görüşleriyle çelişir ve Zahiriliğin birçokları tarafından eleştirilmesine sebep olur. Bununla birlikte Zahirilik yayılmaya devam etmiş, özellikle Hicri 3. ve 4. yüzyıllarda önemli bir yere gelmiştir; öyle ki Hanefîlik, Şafiîlik ve Malikîlik'ten sonra 4. büyük fıkıh Sünnî mezhebi konumuna gelmiş, sonradan Hanbelîliğin yükselişi ve diğer sebeplerden bu konumunu kaybetmiştir.
Bundan sonra Doğu'da gücünü kaybeden Zahirilik Batı'da, Endülüs'te yükselişe geçmiş, bu yükselişin de en önemli faktörü ve ismi İbn Hazm olmuştur. İbn Hazm'da Zahiriliğin fıkıh görüşünde re'ye yer olmadığını belirtmiş, genel olarak fıkıhta re'yin yer almaması için Kur'an'dan çeşitli ayetleri (örneğin En'am Suresi 38. ayeti), bazı hadisleri ve sahabe sözlerini delil olarak ortaya atmıştır.
İbn Hazm şer'i delillerin dört çeşit olduğunu öne sürer;
Dördüncü şeri delil türü olarak geçen delil kıyasa benzemekle birlikte kıyas değildir. Bu Zahiriliğin ve İbn-u Hazm'ın diğer birçok mezhep ve fakihten ayrıldıkları noktadır: diğerlerine göre dördüncü şeri delil kıyastır. Zaman zaman bu dördüncü şeri delil çeşidi kıyasa benzemekle eleştirilmiş veya yorumlanmışsa da bu Zahiriliğe göre söz konusu olamaz, nitekim İbn-u Hazm da bunu reddetmiştir.
Hakkında hiçbir nassın bulunmadığı hususlarda İbn-u Hazm tüm re'y çeşitlerini reddettiği için farklı bir yol seçer ve istishab ile ibahat-i asliyeyi, yani eşyanın aslda mübah oluşunu, temel alır. Buna göre hakkında nass bulunmayan bir durumda, karşıt bir nass ortaya çıkıncaya kadar, durum mübah olarak ele alınır. Zahiri mezhebi İbn-u Hazm'ın ölümünden sonra da öğrencileri ve kitapları sayesinde yayılma fırsatı bulmuş, gerek Endülüs gerekse de Doğu'da yayılmış, Muvahhidîler döneminde yaygınlığının doruğuna ulaşmıştır.
Zahiriye mezhebi, Prof. Dr. Hayrettin Karaman
Semerkant
Semerkant (Özbekçe: Samarqand / Самарқанд; Farsça: سمرقند ; Rusça: Самарканд; Eski Türkçe: Semizkend), Özbekistan'da Semerkant ilinin yönetim merkezi olan şehir.
Zeravşan Irmağı vadisinde, Taşkent'in 275 km. güneybatısında yer alan Semerkant'ın 2001 yılı resmi nüfusu 361.339'dir.. Önemli bir sanayi (otomotiv sanayisi; traktör yedek parçaları yapımı; besin sanayisi; gübre fabrikaları; dokuma sanayisi; vb.) ve öğretim (Semerkant Üniversitesi) merkezi olan kent, Timur döneminden kalma tarihsel anıtlarıyla (Bibihanım Medresesi, 1399-1404; Timur'un türbesi Gur Emîr, 1405; Uluğ Bey, vb.) çok sayıda turist de çekmektedir.
"Semerkant" sözü eski Farsçada "asmara": "taş", "kaya" ve Soğdça "kand": "kent", "kale" birleşmesinden gelir.
"".. Yine böylece "صآمِز كآند Semiz kend" denir; büyük olduğu için böyle denilmiştir. Farsçada سمرقند derler.""
Kent kelimesi hala gunümüz Türkçesi'nde aynı anlamda kullanılmaktadır. Kadim zamanlarda Semerkant'tan büyük bir dış göç yaşanmıştır. Halen Çin de dahil olmak üzere çevre ülkelerde Türk boyları bulunmaktadır. Bu Türk boylarından azınlıkta olanlardan ornegin Salar Türkleri Türkiye Türkçesi'ne çok yakın kelimeler ile konuşur. (Küçük bir örnek olarak "serçe parmak" tabirini aynen kullanır.)
Bu Semerkantlı kimseler Türkçe konuştuğu gibi bir kısmı Tibet dilini de konuşabilmektedir.
Dünyanın en eski şehirlerinden biri olan Semerkant, antik Yunanların Marakanda (eski Yunanca: Μαράκανδα) isminde tanıdığı, M.Ö. 14. yüzyıllarında Zeravşan'nın (Yunanca: Polytimetos) verimli ovasında bir vaha şehri Persler tarıfından kurulmuş ve uzun süre Ahameniş İmparatorluğu'nda önemli bir rol oynamıştır. Eskiçağ'da Soğdlar'ın yaşadığı, M.Ö. 329'da Büyük İskender tarafından alınmştır. Semerkant 6. yüzyılda bir Türk Yabguların etki alanları içindeydi.
İpek Yolu'nun önemli bir kavşağında kurulan kent, tarih boyunca gezginlerin uğrak noktası olmuştur. 14-15. yüzyıllar Semerkant'ın altın dönemi olarak kabul edilir.
Semerkant, 712'de Müslüman Araplar tarafından fethedilip, Abbasiler zamanında bir mucize olur . Çok gizli olan kâğıt imalâtı 751 yılında Talas savaşından iki Çin tutuklusundan öğrenilir ve İslâm dünyasında ilk kâğıt değirmeni Semarkant'ta yapılır. Bu icat diğer İslâm ülkelerine, daha sonra da Avrupa'ya yayılır. Semerkant, Samanoğulları döneminde iktisadi açıdan hızla gelişmiştir.
1220'de Cengiz Han'ın kontrolüne geçti, şehri tamamen harap etti. Timur'un Semerkant'ı başkent ilan etmesiyle şehir önemli ölçüde gelişti ve önemli bir kültür merkezi haline geldi.
1500'de göçebe Özbekler'den Muhammed Şiban (Şeyban) tarafından Şiban Hanedanlığı kurulmuştur. Muhammed Şiban Cengiz Han'ın ilk karısı olan Börte Ujin Hatun'dan olan en büyük oğlu Cuci'nin (Moğolca: Зүчи, Züchi) beşinci oğludur. 1282 yılında Şiban (Şeyban) sülâlesi İslâm dinini benimsediler, basamak ve basamak Özbek adını aldıkları varsayılır. Şiban sülâlesinin kurduğu bir başka Şiban Hanlığı olan Sibir Hanlığı (Tatarca: Себер ханлыгы / Seber xanlığı, Себер йорты / Seber yortı) İbak tarafından kurulmuş, ve onların en son Hanı Kuchum 1598 yılında görevinden alınıp Rusların kontrolüne geçti.
1499 yılı içinde Özbek Türkleri Semerkant'ı kontrolüne aldı . Şiban sülâlesi Özbekler'e yaklaşık olarak bu zamanda liderlik yapmıştır.
1784 yılında Semerkant Buhara emiri'nin buyuruğuna girmiştir.
Semerkant, 1868'de Ruslara geçerek Türkistan'a bağlandı. 1924'ten 1930'a kadar Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başkenti oldu.
İklim tipinin siması güneşli, sıcak, bazen rüzgarlı ve genellikle kurudur. Kışları yumuşak geçer ve hafif don görülür. Yaz ayları sıcak ve kurudur. Temmuz'daki ortalama gündüz sıcaklığı + 34 °C, ortalama gece sıcaklığı + 18 °C'dir. Ocak ayında en sıcak + 7 °C ve en soğuk - 4 °C olur
Semerkant'ta İslâm Mimarisinin en güzel örnekleri bulunur. Şehir UNESCO Dünya Miras Alanları Listesi'ne eklenmiştir.
Registan antik Semerkant'ın kalbidir. Anlamı ""Kumlu yer"" demektir.
Horasan'daki Kardeş Şehirler;
Diğer Şehirler:
Fergana
Fergana (Özbekçe: Farg'ona [Фарғона], Rusça: Фергана), Özbekistan'da Fergana ili'nin yönetim merkezi olan şehir.
Şehir, ülkenin doğusunda Fergana Vadisi'nde, Kırgızistan ve Tacikistan sınırları yakınında yer alır. 2001 yılı resmi nüfusu 183.037'dir.. 420 km. batısında Taşkent, 75 km doğusunda Andican şehirleri vardır. Büyük İskender'in ulaştığı en son bölge olduğu tahmin edilmektedir.
"Divân-ı Lügati't-Türk"e göre Oğuzlarla Oğuzlara uyanlara göre "köy", Türklerin büyük bir kısmına göre "şehir" demektir. Bundan alınarak Fergana kasabasına "Özkend" adı verilmiştir ve "kendimizin şehri" demektir. Yine aynı eserde burada Ala (الا) adında bir yayla olduğunundan söz edilir.
Bejshu'nun Çince Kronik üçüncü bölümünde (7. yüzyıl başlarında) Fergana, 'Bokhan' ismiyle tanınır.
Fergana, eski kuzey İpek Yolu güzergahı üzerinde 2600 km. uzunluğunda olan yol, Kaşgar, şimdiki Kansu Eyaleti'ndeki Wuwei (武威市) ve Wushao Ling Geçidi üzerinden eski Çin'in baş |
kenti olan Xi'an'a ulaşırdı.
Fergana, eski Zerdüşt edebiyatında Zerdüşt'ün vatanı kabul edilmektedir. Coğrafi konumu itibarıyla eski devirlerde bölgede hüküm sürmeye çalışan komutanların ilk hedeflerinden biri olmuştur. Babür İmparatorluğu'nun kurucusu Babür Şah burada doğmuş ve devletini burada kurmuştur.
1873 yılında Rusların hakimiyeti altına giren şehir o dönemde bugünkünden 20 km kuzeydoğuda yer almaktaydı. Kısa süre sonra bugünkü yerine taşındı ve Ruslar tarafından 'Yeni Margelan' adı verildi. 1910 yılında dönemin valisi Skobelev tarafından kendi ismi verilen şehir, 1920 yılında Bolşeviklerin kontrolüne geçti ve bugünkü adıyla anılmaya başlandı.
Andican
Andican (Özbekçe: Andijon), Özbekistan'da Andican ili'nin yönetim merkezi olan şehir.
Ülkenin doğu uçunda yer alan şehrin 2005 yılı resmi nüfusu 338.366'dir. Ülkenin üçüncü büyük şehridir.
Doğu Özbekistan'da Fergana Vadisindedir. Mayıs 2005'te bu şehirde yönetime karşı bir ayaklanma çıkmış ve bu ayaklanma 745 kişinin hayatına mal olarak bastırılmıştır.
Şehirde Andican Havalimanı adlı bir havalimanı da bulunmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda kölelik
Osmanlı'da kölelik kurumunun mevcudiyetiyle birlikte, Müslüman Türklerde Batı toplumlarına benzer, sınıf ayrımına dayalı bir kölelik sisteminden söz etmek mümkün değildir.
Osmanlı'da kölelik vardı, fakat köle Osmanlı topraklarından alınamazdı. Kölelik devamlılık arz eden bir nitelik taşımıyordu. Âzad edilip hürriyetine kavuşarak devlet kademelerinde görev alabilirdi. En önemlisi; köylüler hür olup, Avrupa’da feodalizm çağlarında hüküm süren sisteme benzer bir serflik (toprağa bağlı kölelik) düzeni kendisine Osmanlı topraklarında yer bulamamıştır. Bu durum temel olarak İslamın ve diğer inançların kölelik ve köleleri azat etme konularına farklı şekilde yaklaşmalarından kaynaklanmaktadır.
Osmanlı'nın kurucusu Osman Bey dönemine baktığımızda, gerek saray hizmetlerinde gerekse orduda köle kullanımının pek de yaygın olmadığı görülmektedir. Kölelerin saraya hizmetli olarak istihdam edilmeleri ve özellikle cariyelerin sarayın devamlı üyeleri haline gelmelerinin başlangıç noktası olarak Orhan Bey dönemi kabul edilebilir.
Osmanlı İmparatorluğu kölelik sistemini Ortadoğu İslam devletlerinden alarak, zaman içerisinde kendi toplum ve devlet hayatına adapte ve entegre etmiştir. Köleler başta saray olmak üzere, devlet ve ordu hizmetinde yoğun olarak kullanılmıştır. Osmanlı sarayında haremin ayrı bir kurum olarak ortaya çıkması II. Mehmed (Fatih) dönemine rastlar. Harem, cariyelik sisteminin kurulup gelişmesinde ve rağbet görmesinde en büyük etken olmuştur. Cariyelik kurumuyla birlikte Osmanlı padişahları Türk kızlarıyla evlenme geleneğini terk ederek daha ziyade cariyelerle evlenme yoluna gitmişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan ile evlenmesiyle başlayan cariyelerle evlenme geleneği, II. Osman (Genç) tarafından kaldırılmaya çalışılmışsa da, trajik sonu Genç Osman’ın bu geleneği kaldırmasını engellemiş ve halefleri cariyelerle evlenmeye devam etmişlerdir.
İlk adımlarını saray içerisinde atmış olan kölelik sistemi, orduda da işletiliyordu. Selçuklu Devleti döneminde görülen gulam sistemi, 1362’de kabul edilen Pençik Kanunu neticesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Acemi Oğlanlar adı altında vücut bulmuştur. pençik sistemini I. Murat başlatmıştır. Fetihlerde ele geçirilen esirlerin bir bölümü acemi teşkilatına alınıp ordu için yetiştirilirken, diğer bir bölüm de devlet hizmetinde görev almaları amacıyla eğitilmek üzere saraya gönderiliyorlardı. Saraya ayrılanlar; Edirne Sarayı, Galata Sarayı ve At Meydanı’ndaki İbrahim Paşa Sarayı’nda eğitiliyorlardı. Bosnalı müslümanlar ise doğrudan saray hizmetine alınıyorlardı.
Devlet hizmetinde kullanılan kölelerin yanı sıra; konak, köşk ve çevrelerinde de kölelik görülmekteydi. Halkın daha alt tabakalarına inildiğinde ise köleliğin pek de rağbet görmediğine şahit olmaktayız. Genel İslâm ahlâkına uygun olarak, efendilerin kölelerine iyi muamele etmeleri gerekmekteydi. Köşk – konak çevrelerinde, kadın köle olan cariyeler odalık olarak alınırken, erkek köleler daha ziyade fizikî güç gerektiren ayak işlerinde çalıştırılırlardı.
İslâm dışı olan toplumların aksine, Osmanlı İmparatorluğu'na İslâmiyet’ten geçen Âzadlık kurumu sayesinde köleler özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Burada üç ana yöntem bulunmaktadır. Birincisi, efendisi köleye “ben öldükten sonra hürsün” derse; ikincisi, efendisi köleye daha sağlığındayken “bundan sonra hürsün” derse; üçüncü ve son olarak da kölenin efendisiyle anlaşması neticesinde bir bedel ödemesi sonucunda hürriyetine kavuşabiliyordu. Bunların dışında efendisi cariyesiyle evlenerek veya onu başka hür birisiyle evlendirerek hürriyetine kavuşmasını sağlayabiliyordu.
Yine İslâm dışı toplumlarda görülen kölelik sistemine göre en temel farklardan birisi de köleliğin süreklilik arz etmemesidir. Osmanlı İmparatorluğu'nda da köleliğin belli bir süresi vardı. Belirlenen süreler sonunda köleler hür hale geliyorlardı. Sarayda ve toplumsal hayatta beyaz köleler dokuz, siyah köleler ise yedi yıllık çalışmalarının sonucunda azatlık kâğıdı almaya hak kazanıyorlardı. Siyah kölelere gösterilen bu iltimas gerçekten de kayda değerdir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda kölenin kaynağı, ticaret yoluyla elde edilen köleler ile büyük ölçüde savaş esirleriydi. Savaş esirlerini köle haline getirme ilk olarak Orhan Bey döneminde başlamıştı. Özellikle Orhan Bey döneminin sonlarına doğru bu yöndeki gelişme daha belirgindir. Onun öncesinde Osman Bey döneminde ise savaş esirleri öldürülür, fidye karşılığı serbest bırakılır veya hür insanlara verilen ücretin yarısına tarlalarda çalıştırılırlardı. Esirler; kadın - erkek, güzel - çirkin, yaşlı - genç vb kriterlere göre sınıflandırılıp değer biçildikten sonra diğer ganimetlerle birlikte beş hisseye ayrılır ve devlet payı olarak beşte biri alındıktan sonra geriye kalan beşte dördü savaşa iştirak edenlerin arasında pay edilirdi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nda, devlete ait kölelerin kaynağı bu beşte birlik kesime dayanmıyordu. Sık sık köle ihtiyacı ortaya çıkıyor ve devlet böyle durumlarda özel şahıslardan ihtiyacı nispetinde köle satın alır ya da kiralardı. Akıncıların savaş esnasında yaptıkları harekâtlar, esir elde etmenin bir başka yoluydu. Güz aylarında devletin gösterdiği hedeflere yapılan akınlar neticesinde elde edilen esirler, satılmak üzere esir pazarlarına gönderilirdi. Bazı yeniçeriler bu işi bir geçim aracı haline getirmişlerdi. Kalelerde görevli olan yeniçeriler, bey ve hanlıklarla anlaşarak esir toplarlardı. Bu durum, 1699 Karlofça ve 1700 İstanbul anlaşmalarıyla yasaklanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bir diğer köle kaynağı, köle ticaretiydi. Ticaret yoluyla gerçekleşen kölelik sistemi de kendi içinde üç farklı noktaya dayanmaktadır: Kaçırma, hediye etme ve bizzat ailelerin satışıyla köleleştirme.
Kişilerin kaçırma yoluyla kölelik sistemine sokulması hukuken yasak olmasına rağmen, insanlar çeşitli yollarla kaçırılarak esir pazarlarına satılırlardı. Ölüm cezası dahi bu durumun önüne geçememiş, kaçırma yöntemi uzun dönemler boyunca devam etmiştir. Kölelik sistemini kaçırılma yöntemi dahilinde besleyen başlıca üç bölge bulunuyordu:
Kaçırılma yönteminde deniz korsanların da büyük payı bulunuyordu. Bu konuda çok çeşitli, ilginç örneklerle karşılaşılmaktadır. Doğu Anadolu’da bazı köylere baskınlar düzenleyen insanlar, aldıkları bu esirleri daha sonra Yezidî diyerek satmaktaydılar.
Öte taraftan, hediye etme yoluyla kölelik pek sık görülmemekteydi. Güçsüz devletlerin himaye edilme amacıyla bağlandıkları Osmanlı İmparatorluğu'na; padişah ve devletin ileri gelenlerine hediye amacıyla gönderdikleri köle ve cariyeler, bu tür kölelik sisteminin kaynağını oluşturmaktadır. Ayrıca komutanlar, savaş esnasında ele geçen esirler arasında bulunan güzel kız ve oğlanları satmaz, fidyeyle serbest bırakmaz; genellikle padişah veya vezirlere hediye olarak sunarlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun de, elçiler aracılığıyla İslam ülkelerine köle ve cariye gönderdiği görülmüştür.
Osmanlı döneminde devlete ve özel şahıslara ayrı olarak iki tür köle olarak ayrılır.
Ortakçı kullar, devlete ait hassa çiftliklerinde çalışırlardı. Bunlar genellikle sultanların ve yönetici sınıf üyelerinin mülk ve vakıflarında çalıştırdıkları savaş esirleri ya da satın aldıkları kölelerdi. Ortakçı kullar ilk kez Orhan Bey döneminde görülmüşlerdir. Bu dönemden itibaren, tarım toprakları ve köylere yerleştirilen ortakçılar servaj usulüyle çalışmışlardır. II. Mehmet (Fatih) döneminde sarayın meyve, sebze ve tahıl ihtiyacını karşılamak üzere Sırbistan ve Mora seferinden getirilen otuzbeş bin köle, İstanbul civarında bulunan otuzbeş farklı köye yerleştirilmiştir. Ortakçı; beylikten, vakıf idaresi veya toprak sahibi özel şahıstan aldığı tohumu eker, biçer ve üründen öşür ve tohum bedeli çıkarıldıktan sonra arta kalan miktarı vakıf idaresi veya toprak sahibi ile paylaşırdı. Ortakçılara kalacak yer verilir, tarlada kullanacağı araç gereç temin edilirdi. Çiftliklerde yaşayan ortakçılar kendi aralarında evlenebilir, çocuk sahibi olabilirlerdi.
Ortakçı kullarla hukuki yönden farkı olmayan ve ortakçı kesim olarak adlandırılan ayrı bir grup daha vardı. Ortakçı kullar mahsulden öşür ve tohum bedeli çıktıktan sonraki bölümü hizmet ettiği vakıf veya kişiyle paylaşırken, kul kesimciler ne ekerlerse eksinler belli bir miktar ürün vermek zorundaydılar. Ayrıca, özel şahsa ait kesimciler de bulunmaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda, devlete ait küçük ve büyük baş hayvanların korunması, bakımı ve otlatılmasıyla ilgilenen köleler de bulunuyordu. Bunlara genel olarak sığırcı kullar veya koyun kâfirleri denmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu, kurulduğu ilk yıllardan itibaren artan fütühat hareketleri sebebiyle zaman içerisinde daha fazla sayıda askere sahip ve düzenli bir ordu yapısına ihtiyaç duymaya başlamıştır. Osman ve Orhan Bey dönemlerinin ardından, mevcut ordu yapısının gittikçe artan ihtiyaçları karşılayamadığı, I.Murad döneminde kendisini iyice hissettirmeye başlamıştır. |
Bu ihtiyaçtan dolayı, savaş esirlerinin arasından askerlik yapmaya elverişli olan hıristiyan çocuklar belirlenip, bunların beşte biri alınarak bir Türk - İslâm terbiyesinden geçirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirilmiştir. Ve bu teşkilatlanma “Kapıkulu Ocakları”nın temelini oluşturmuştur. Kapıkulu Ocakları ve bunun içerisinde başat bir kuvvet durumunda olan Yeniçeri Teşkilatı, Osmanlı ordusunun en önemli vurucu güçlerinden biri haline gelmiştir.
Osmanlı sisteminde Kapıkulu; padişaha bağlı olan, daimi ve maaşlı, yaya ve atlı ordudur. Kapıkulu askerlerinin temelini Yeniçeriler oluşturur. Avrupa'nın ilk daimi ordusu olarak kabul edilebilen Yeniçeriler, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş alanında büyük bir üstünlük sağlıyordu. Yeniçeriler’in Osmanlı İmparatorluğu'nun genişlemesinde büyük katkıları olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'na 464 yıl gibi uzun bir süre hizmet eden Yeniçeri Ocağı zaman içerisinde ilk dönemlerindeki etki ve verimini kaybetmiş ve II. Mahmud döneminde, 1826 yılında Vaka-i Hayriye olarak adlandırılan operasyonla kapatılmıştır.
Yeniçeri Teşkilatı’na asker temin edilmesinde başlıca iki kaynak bulunmaktadır:
Karamanlı Rüstem’in teklifiyle I. Murad döneminde çıkarılmış olan pençik kanununa göre, savaş esirlerinin beşte biri asker ihtiyacını karşılamak üzere devlet hesabına alınıyorlardı. Yeniçeri ocağının temel asker ihtiyacı, Ankara Savaşı’na (1402) kadar pençik oğlanları vasıtasıyla karşılanmıştır. Tatarlar bu sisteme son vermiştir
II. Murad zamanında kanunlaştırılan bu sistem, Osmanlı tebaası durumundaki bazı Hristiyan çocuklarının toplanması esasına dayanmaktaydı. Devşirme kanununa göre, devşirilen çocuklar önce Müslüman olur ve adları Türkçe olarak değiştirilirdi. Kabiliyetli ve belli bir seviyenin üzerinde olanlar saray için seçilirken, diğerleri genel Türk örf ve adetlerini öğrenmeleri amacıyla Türk köylerine dağıtılırlardı. Bu çocuklar; Türk ailelerin yanında hizmet ederler, İslâmiyeti ve Türkçe’yi öğrenirler, daha sonra da acemi oğlanı yazılırlardı. Devşirme sistemi, kanuna uygun yapıldığı müddetçe son derece başarılı sonuçlar vermiştir. Daha sonraları bu sisteme bir takım usulsüzlükler karışmış ve devşirme sistemi bozulmuştur. Bu durum, Yeniçeri Ocağı’nın da bozulmasını beraberinde getirmiştir.
Sarayda padişahın ailesinin ve evinin bulunduğu yer ve girilmesi yasak anlamına gelen “harem” olarak adlandırılmaktadır. Harem’de; padişahın annesi valide sultan, padişahın eşleri, hasekiler, şehzadeler, padişah kızları, ustalar, kalfalar ve cariyeler bulunurdu. Harem’in efendisi padişah iken; valide sultan ise Harem’in reisi olarak kabul görmüştür.
Osmanlı sarayında cariyeler, Orhan Bey döneminden itibaren görülmeye başlanmıştır. II. Mehmed döneminden itibaren ise saraydaki cariyelerin sayısı hızla artmıştır. Haremde iki tür cariye bulunmaktaydı. Hizmetçi konumundaki cariyeler ve padişahın eşi durumundaki cariyeler.
Hizmetçi konumundaki cariyeler sarayda para karşılığı çalışırlardı. Bunlar başkasıyla evli olabilirlerdi. Evli olmayan cariyelerin ise başkasıyla evlenmesi mümkün olmadığından bunlar padişahın veya şehzadelerin haremine girebilirdi. Başkasıyla evli olan cariyelerin ise saraydan herhangi bir kişiyle cinsî münasebeti olamazdı. Acemiler, cariyeler, kalfalar ve ustalar olarak adlandırılan dört cariye grubu incelendiğinde, Harem’deki cariyelerin yaklaşık %90’ının bugünkü kadın hizmetçi konumunda oldukları ve aldıkları belli bir ücret karşılığında haremde hizmet etmekte oldukları görülmektedir.
Eş konumundaki cariyeler ise; padişahın nikah yaparak ya da nikah yapmadan karı - koca hayatı yaşadığı cariyelerdir. Nikah yapılmayan bu tür cariyelerin sayısı çok azdır. Osmanlı tarihinde padişah tarafından nikahlanan ilk cariye Hürrem Sultan'dır. Eş konumundaki cariyeler de bu şekilde kendi içinde ikiye ayrılırlar.
Âzad edilerek nikahlanmış cariyelerdir. Bunlara haseki sultan veya kadın efendi denirdi. Haseki sultan unvanı ancak padişahtan çocuk doğuran cariyelere verilirdi. Sayıları toplamda yediye kadar çıkardı. Harem içindeki konumlarına göre baş kadın, ikinci kadın şeklinde sıralanırlardı..
Padişahın nikah kıymaksızın birlikte yaşadığı cariyelerdir. Bunlar; gözde, ikbal ve peyk olarak adlandırılırlardı. Kadın efendi olabilecek ilk dört cariyeye gözde, ikbal adayı olabileceklere de peyk denirdi. Padişahların en fazla dörder adet ikbal, gözde ve peykleri bulunabilirdi. Bunun dışında sahip olabileceği cariye sayısı sınırsızdı.
II. Mehmed’ten itibaren Osmanlı padişahları genelde âzadlı cariyelerle evlenmeyi tercih etmişlerdir. Buna sebep olarak Saray ile akrabalık bağları bulunan ailelerin ortaya çıkmasını engelleme isteği gösterilmektedir. Bunun yanı sıra, o dönemde dünya sahnesinde küresel bir aktör olarak yer alan Osmanlı İmparatorluğu'nun idarecilerinin çok çeşitli milletlerden eşlerinin olması son derece tabii karşılanmalıdır.
Şahıslara ait köleler ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi, gerçek şahıslara ait kölelerdir. Bunlar genellikle özel şahısların çobanlığını yapar; ev, tarla, bahçe işleriyle uğraşırlardı. Kadın köle durumundaki cariyeler ise; köşklerde, konaklarda ve zengin ailelerin evlerinde hizmetçi olarak görev yapıyorlar, temizlik ve yemek gibi ev işlerini yürütüyorlardı. Alt kesime inildikçe, kölelik sisteminin pek olmadığı görülmektedir. Zaten konak vb yerlerde köle kullanılması genelde bir gösteriş vesilesi durumundaydı. Zaman zaman zengin kesimin nüfuz göstergesi, yanında bulundurduğu köle sayısı olmaktaydı.
Şahsî kölelerin ikinci grubu ise; vakıf ve yarı resmî kurumlarda, yine buraların hizmetini gören ve bu kurumlara ait olan kölelerden oluşmaktaydı.
Esirciler olarak adlandırılan ve Osmanlı topraklarında köle ve cariye ticareti yapan kişiler özellikle I.Murad döneminden itibaren görülmeye başlanmıştır. Savaşların akabinde devletin beşte birlik payının dağıtılmasının ardından kalan esirler, savaş meydanlarında tacirlere satılıyorlardı. Burada satılamayanlar ise merkez şehirlerde esircilere ya da satın alma gücüne sahip olan kişilere satılıyorlardı. Kaçırma yoluyla köle yapılanlar da yine merkez şehirlerdeki esir tacirlerinde toplanırlardı. Esir alıp - satmak serbest olduğundan, esircilik bir meslek haline gelmiş ve bu meslek grubunun başına “Esirciler Kethüdası” getirilmişti. Esircilik kârlı bir işti ve bu işi yapanlar zengin tüccar grubundan sayılıyorlardı. Her isteyen esirci olamıyordu. Esirci esnafının iyi tanınması gerekiyordu. Kanuna aykırı hareket eden veya kölelere kötü muamelede bulunanlar bu meslekten atılıyordu. Meslekten atılmanın hafif bir ceza kabul edildiği durumlarda, suçluların esir pazarının kapısına asıldıkları da görülüyordu. Özellikle kadın esircilerin hareketleri çok sıkı kontrol ediliyor, kanuna aykırılıklar önlenmeye çalışılıyordu. Alınan tüm tedbirlere rağmen köle ticaretindeki suiistimaller engellenememiştir.
Diğer esnaf grupları gibi esirciler de bir loncada toplanmıştı; kethüdaları, yiğitbaşıları vardı. Ünlü bestekâr ve musikî ustası Mustafa Itrî Efendi de, Esircilik Kethüdalığı yapmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda; kölelerin alınıp satıldığı yerlere esir pazarları deniyordu. İlk dönemlerde yerleşik olmayan esir pazarları bulunuyordu. Panayırların bir bölümünde esir ticareti yapılmaktaydı. İlk esir pazarı Bursa’da kurulmuştur. II.Mehmed dönemine kadar dağınık ve düzensiz bir şekilde sürdürülen esir ticareti, İstanbul’un fethinden sonra düzene girmiştir. Sınırlar genişledikçe; Edirne, Macar - Osmanlı sınırına yakın şehirler, Midilli, Batı Afrika’da Dorfur şehri ve Mısır esir ticaretinin merkezleri olarak ön plana çıkmıştır. İstanbul’da ise; ilk esir pazarının bugünkü Haseki semtinde kurulduğu ve esir ticaretinin III. Murad döneminde eski ve yeni bedestenler içerisinde merkezileştiği tahmin edilmektedir.
Bir ilke olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nda gayrımüslimlere müslüman köle satmak yasaktı. Ancak buna rağmen gayrımüslimlerin müslüman köle aldıkları görülmekteydi. Gayrımüslimlerin, müslüman olmayan köleleri alıp - satmaları ise serbestti.
Osmanlı tarihi hakkında ortalama bir bilgi seviyesine sahip insanların, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili yapacakları bir sohbette belki de üzerinde en az fikir beyan edebilecekleri konuların başında gelmektedir kölelik. Özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru gündeme iyice oturan “insan hakları” kavramı, bizlerin Osmanlı’da kölelik kavramını iyiden iyiye unutmamıza veya unutmak istememize sebep olmaktadır. Bir ihtimal; kölelik kavramı algılaması Batı şartları çerçevesinde şekillenmiş olan insanımız, böylesine bir kurumun varlığını Osmanlı’ya yakıştıramamaktadır. Oysaki söz konusu toplumsal kurum özel olarak Batı, genel olarak da İslâm dışı uygulamalara göre çok farklı niteliklere sahiptir. Batı’nın aksine Osmanlı’da köleler, birer hizmet ve üretim aracı olarak görülmemiş; toplumun içine entegre edilmiş, insanî şartlarda yaşamaları sağlanmış ve en önemlisi belli şartlar dahilinde kölelik kurumunun tamamen kalkması teşvik edilmiştir. Dünya üzerinde kölelik uygulamasının kaldırıldığı ilk devlet olarak 1807 tarihiyle İngiltere olarak bilinmektedir. 1833'te İngiltere, kendisine bağlı olan tüm sömürgelerinde de kölelik uygulamasının ilga edildiğini ilan etmiştir. İngiltere’yi takip eden ilk devlet ise, 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’nın açtığı yoldan Sultan Abdülmecid’in liderliğinde ilerleyen Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. 1847’de yayımlanan bir fermanla kölelik Osmanlı topraklarından da tamamen uzaklaştırılmış oluyordu.
Osmanlı Devleti’nde Köleleştirme ve Azat Etme Yöntemleri
Biyoenformatik
Biyoenformatik, biyolojinin çeşitli dalları, ancak özellikle moleküler biyoloji ile bilgisayar teknolojisini ve bununla ilişkili veri işleme aygıtlarını bünyesinde barındıran bilimsel disiplin. Bir diğer tanımla, karmaşık biyolojik verilerin derlenmesi ve analiz edilmesi bilimidir.
1960'larda başlayan bilgisayar uygulamalarının biyolojide kullanılması girişimi, her iki alandaki teknolojik gelişime paralel olarak hızla ilerlemiş ve böylelikle ortaya çıkan Biyoenformatik dalı bugün en popüler akadem |
ik ve endüstriyel sektörlerin başına geçmiştir.
Bilgisayarların moleküler biyolojide kullanımı üç boyutlu moleküler yapıların grafik temsili, moleküler dizilimler ve üç boyutlu moleküler yapı veritabanları oluşturulması ile başlamıştır. Kısa sürede çok yüksek miktarlarda veri üreten, endüstri düzeyinde gen ekspresyonu, protein-protein ilişkisi, biyolojik olarak aktif molekül araştırmaları, bakteri, maya, hayvan ve insan genom projeleri gibi biyolojik deneylerin doğurduğu talep sonucunda, bu alandaki bilişim uygulamaları neredeyse takip edilemez bir hızda gelişmiştir. Biyoenformatik dalının ayrı bir (disiplinlerarası) bilim dalı olarak tanınması da son 10 yılda gerçekleşmiştir.
Biyoenformatik genel olarak biyolojik problemlerin çözümünde bilişim teknolojilerinin kullanılması olarak tanımlanabilir. En dar tanımı ile "genomik sekansları destekleyen biyolojik veritabanlarının oluşturulması ve işletilmesi", en geniş tanımı ile de "mevcut tüm bilgisayar uygulamalarının biyolojik problemlerin çözümünde kullanılması" olarak anlaşılır.
Biyoinformatik modern biyolojinin iki temel bilgi akışını kapsar:
1.Genetik bilgi akışı: Bir organizmanın DNAsı incelenerek özelliklerinin belirlenmesinden, incelenen bu organizma türünün oluşturduğu toplulukların karakteristik özelliklerine kadar olan bilgi akışı. Elde edilen DNA bilgisi tekrar genetik havuzun tanımlanması için kullanılır.
2.Deneysel bilgi akışı: Biyolojik olaylar gözlenerek elde edilen enformasyon, açıklayıcı matematiksel modeller ile tarif edilir, daha sonra bu modellerin doğruluğu yeni deneyler ile test edilir.
Son yirmi yılda temel biyolojik araştırmaların klinik tıp uygulamaları ve klinik tıp bilgi sistemleri üzerindeki etkisi daha da belirleyici olmuş ve bugün yeni kuşak epidemiyolojik, tanı, teşhiş ve tedavi amaçlı modüllerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Biyoenformatik çalışmalar temel bilimsel araştırmalara yönelik görünmekle beraber önümüzdeki on yıl içinde klinik bilişim için vazgeçilmez olacaktır. Örneğin hastaların tıbbi kayıtlarında giderek artan bir sıklıkla DNA dizilim bilgileri yer almaya başlayacaktır. Bugün ABD'de bazı sigorta şirketleri, risk primleri belirlenirken mevcut genetik tarama test sonuçlarını talep edebilmektedir.Biyoenformatik araştırmalar için geliştirilen algoritmaların çok yakında klinik bilişim sistemlerine entegre olması beklenmektedir.
Bu alanı kısaca tanımlamanın bir yolu da, biyoinformatik araçların kullanıldığı genel araştırma konularını özetlemek olabilir:
Erzincan Muharebesi
Erzincan Muharebesi, (2 Temmuz 1916), I. Dünya Savaşı esnasında bir Rus İmparatorluğu ordusu ile Osmanlı Ordusu arasında geçen ve Rus Ordusu'nun zaferiyle sonuçlanan bir muharebe. Muharebeden sonra Rus kuvvetleri Erzincan'ı ele geçirdi.
Cenk Akyol
Cenk Akyol, (d. 16 Nisan 1987, Kadıköy İstanbul), Türkiye Basketbol 1. Ligi takımlarından Acıbadem Üniversitesi SK'de forma giyen Türk Millî profesyonel basketbolcudur. 1.98 metre boyundaki oyuncu şutör gard ve kısa forvet pozisyonlarında görev almaktadır.
Cenk Akyol, voleybolcu ailesinden ötürü ilk olarak bu spora yöneldi. Zamanla basketbola geçiş yapan Cenk basketbol kariyerine 8 yaşında Efes Pilsen altyapısında başladı.
Aralık 2003'te lacivert beyazlı formayla Türkiye Basketbol Ligi'ndeki ilk maçına Pınar Karşıyaka önünde 17 yaşında çıktı. Akyol, bir sonraki sezon daha fazla süre alarak, genç yaşında kısa süreli de olsa EuroLeague tecrübesi edinme şansını yakaladı. Birçok dünya devinin radarına takılan Cenk Akyol, 2005 yazında NBA Draftı'na katıldı ve Atlanta Hawks tarafından, 2. Tur 59. Sıra'dan seçilme başarısı gösterdi. Cenk, 3 Kasım 2005'te Euroleague normal sezon birinci maçında Mediolanum Forum'da AJ Milano karşısında yaklaşık 25 dakika süre alıp 15 sayı üretti ve bu organizasyondaki kariyer rekorunu elde etti.
Dört sezon boyunca Efes Pilsen için ter döken ve iki lig şampiyonluğu, iki Türkiye Kupası ve bir Cumhurbaşkanlığı Kupası'nda pay sahibi olan Cenk Akyol 2007-08 sezonunda Murat Özyer'in çalıştırdığı Galatasaray Cafe Crown'a kiralık olarak geçti. EuroCup'ta dördüncü olup tarihi bir başarıya imza atan takımın parçalarından biri olan Cenk, Son 32 turu ikinci maçında ASVEL Basket'e karşı 17 sayı kaydetti. Akyol, 2008-09 sezonunda Ergin Ataman'ın göreve geldiği Efes Pilsen'e döndü. 10 Ocak 2009'da oynanan Antalya Büyükşehir Belediyespor maçında 6/7 üç sayı isabetiyle 22 sayı buldu ve ligdeki kariyer rekoruna ulaştı. Cenk bu sezonda lig şampiyonluğu, Türkiye Kupası ve Cumhurbaşkanlığı Kupası zaferleri gördükten sonra yaz aylarında Atlanta Hawks ile denemelere katıldı. 2009-10 sezonunda İtalya'nın SS Scandone Avellino takımına transfer olan Cenk Akyol, 23 maça çıkıp 11,8 sayı ortalaması yakaladı.
2010-11 ve 2011-12 sezonlarını Anadolu Efes'da geçiren Cenk Akyol, bir Cumhurbaşkanlığı Kupası sevinci daha yaşadı. 2011-12'de ligde 6,8 sayı ortalamasıyla oynayan Akyol, Banvit karşısındaki play-off yarı final serisinde 10,8 sayı ortalamasına kadar çıkarak takımını finale taşıyan isimlerden biri oldu.
7 Haziran 2012'de ise eski hocası Ergin Ataman'ın çalıştırdığı Galatasaray'a transfer oldu. Galatasaray ile şampiyonluk görürken, yükselttiği şut yüzdesi ile takımın Türkiye'de ve Avrupa'da önemli bir parçası oldu. 2012-2013 sezonu şampiyonluğundan sonra maç sonu röportajında, Gezi Parkı eylemlerindeki duruşu nedeniyle NTV mikrofonunu yere atması ile gündeme gelmiştir.
2014-15 sezonu başında eski takımı Anadolu Efes'e geri döndü ve 1 yıllık sözleşme imzaladı. Fakat sakatlığı nedeniyle sezon içerisinde fazla forma şansı bulamadı.
2015 yazında Beşiktaş Integral Forex ile 2+1 yıllık sözleşme imzaladı.
Cenk Akyol, 2003'ten beri forma giydiği TBL'de 250'den fazla maça çıkmış ve bu maçlarda, 1500 sayı, 500 ribaund barajını geçmiştir. EuroLeague'de toplamda 83 maça çıkmış ve maç başına 4,1 sayı, 1,6 ribaund ortalamaları ile oynamıştır. 2 sezon oynadığı Eurocup'ta ise 21 maçta 7 sayı, 1,7 ribaund ortalamaları ile oynamıştır.
Kariyerinde genç millî takım ile Avrupa şampiyonluğu kazandı. Türkiye formasını A millî düzeyde ilk defa 2005 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda giydi ve forma giydiği iki karşılaşmada 2 sayı ortalaması yakaladı. 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası'nda sekiz maçta forma giydi ve turnuvayı 6.2 sayı ortalaması yakaladı.
Cenk, 2010 FIBA Dünya Şampiyonası'nda Türkiye millî basketbol takımı ile dünya ikincisi oldu ve gümüş madalya kazandı. 2011 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda da millî takım forması giydi ve sahaya çıktığı 5 karşılaşmada 2.8 sayı ortalaması yakaladı. Cenk, 30 Ağustos 2014 tarihinde İspanya'da başlayan 2014 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası kadrosunda Türkiye millî basketbol takımı forması giydi ve turnuvayı 5.9 sayı ortalamasıyla tamamladı.
Gülşah Akkaya
Gülşah Akkaya (d. 6 Ekim 1977; Bornova, İzmir), kadın millî basketbolcudur. Forvet pozisyonunda görev almaktadır.Ayrıca şu an Galatasaray Liv Hospital'da forma giyen A Millî Basketbolcu Ender Arslan'ın eşinin kız kardeşidir.
Basketbola 13 yaşındayken Denizli'de Spor Okulunda başladı. Deniz Nakliyat'ta oynadıktan sonra Fenerbahçe'ye transfer oldu. 1997'de ABD'ye gitti ve Lynn Üniversitesi'nde 2 yıl oynadı. 23,8 sayılık bir ortalama yakalayarak takımının halen tüm zamanların en iyi 4. skoreri oldu.
2000-01 sezonunda Türkiye'ye geri döndü. Hemen ardından Selanik takımı Panserraikos ve Tel Aviv takımı YES Ramat HaSharon'da oynadı. Bu takımlarda da hem sayı kraliçesi oldu, hem de şampiyonlukta önemli rol aldı.
2003 yılında Erdemirspor'a transfer olarak tekrar KBL'ye döndü. Bir yıl sonra Mersin BB'ne transfer oldu. Mersin'de 22.0 sayı ortalaması ile bir kez daha sayı kraliçesi unvanı kazandı.
2005-06 sezonu başında Beşiktaş'a transfer oldu. Ancak sezon başında sakatlanarak sezonun ilk bölümünde uzun süre oynayamadı. 2006-07 sezonunda tekrar Mersin Büyükşehir Belediyespor'a döndü ve sezonu 17.0 sayı ortalamasıyla kapadı.
2009-10 sezonu için Samsun Basketbol Kulübü ile ile anlaştı. Samsun ekibinde iki sezon forma giydikten sonra, Ankara ekibi TED Ankara Kolejliler'e transfer oldu. Burada bir sezon forma giydi. 2012-13 sezonu başında bir başka Samsun ekibi Canik Belediyespor'la sözleşme imzaladı. Ancak devre arasında takımdan ayrıldı.
2012-13 sezonunun ortasında, Ocak ayında tekrar Beşiktaş'a döndü ve sezonun ikinci yarısında 12,4 sayı 4,3 ribaundluk bir performans sergiledi. Bu performansıyla ligde ilk yarıda son sırada yer alan Beşiktaş'ın, galibiyetler alarak ligde kalmasında başrol oynadı. 2013-14 sezonu başında Beşiktaş ile olan sözleşmesi 1 yıl uzatılarak, takım kaptanlığına getirildi.
Gülşah Akkaya, Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Kupası, Gençlerde Türkiye Şampiyonluğu yaşadı. Oynadığı Türkiye Kadın Basketbol Ligi, İsrail ve Yunanistan liglerinde en çok sayı atan oyuncu olmuştur.
200'den fazla millî oldu. İspanya, Almeria'da düzenlenen 2005 Akdeniz Oyunları'nda Türkiye kadın millî basketbol takımı ile altın madalya kazandı. 2011 Avrupa Şampiyonası'nda ise Türk millî takımı ile gümüş madalya kazandı.
Roger Penrose
Sir Roger Penrose OM FRS (8 Ağustos 1931'de doğdu) İngiliz matematiksel fizikçi, matematikçi ve bilim felsefecidir. Oxford Üniversitesi Matematik Enstitüsü'nde Matematik Fahri Profesörüdür aynı zaman Wadham Koleji'nde Fahri Akademi Üyesidir.
Penrose matematiksel fizik alanında olan çalışmalarıyla tanınmıştır, bilhassa genel görelilik ve kozmolojiye olan katkılarıyla. Birçok ödül almıştır. Bunların içerisinde 1988 fizik alanında Wolf ödülünü ile evreni anlamamıza olanak sağlayan katkıları nedeniyle Stephen Hawking ile paylaşmıştır.
İngiltere Colchester, Essex'te doğmuştur. Roger Penrose psikiyatrist ve matematikçi olan Lionel Penrose ve Margaret Leathes'ın oğlu ve psikolog John Beresford Leathes'ın torunu olarak dünyaya gelmiştir. Amcası Roland Penrose sanatçıdır. Penrose, bir matematikçi olan Oliver Penrose'un ve satranç ustası olan Jonathan Penrose'un kardeşidir. Penrose Londra Üniversite Akademisi'ne başladı ve burdan matematikte birincilik derecesiyle mezun oldu.1955'te, hala bir öğrenci |
yken, E.H.Moore ile birlikte Moore-Penrose tersi olarak da bilinen 1951'de Arne Bjerhamm tarafından yeniden oluşturulan genelleştirilmiş ters matris fikrini ortaya atmıştır.Geometri ve astronomi profesörü olan W. V. D. Hodge yanında araştırmalarını sürdürürken, Penrose 1958'de Cambridge'de doktorasını tamamlamıştır. Tezini cebir uzmanı ve geometrici olan John A Todd'un yönetimi altında "cebirsel geometride tensör metotları" üzerine yazmıştır. 1950'de Penrose üçgenini bulmuş ve bunu "kendi en doğal formundaki imkansızlık" olarak tanımlamıştır ve bir sanatçı olan M.C Escher ile malzemeleri değiş tokuş yapmıştır. Escher'ın Waterfall, ve Ascending and Descending'i Penrose'tan etkilenerek yapılmıştır.
Manjit Kumar şöyle söyler:
1954'de bir öğrenci olarak Penrose, Amsterdam'da bi konferansa katıldı ve şans eseri Escher'ın çalışmalarının bulunduğu bir sergiye denk geldi.
1964'te Birkbeck Üniversitesi'nde okutman olarak görev aldı Caltech'ten Kip Thorne onun hakkında şunları söylemektedir."Roger Penrose uzay zamanın özelliklerini anlayabilmek için kullandığımız matematiksel araçları kökten değiştirdi."O zamana kadar. genel göreliliğin eğimli geometrisi üzerine yapılan çalışmalar,Einstein'ın denklemlerinin çözümlenebilir olması amacıyla, yüksek simetri ile sınırlandırılmıştı ve bu tarz durumların karakteristik olduğuna dair şüpheler vardı.Bu soruna yaklaşım olarak düzensizlik teorisi kullanıldı.Princeton'da John Archibald Wheeler'ın önderliğinde bu teori geliştirildi.
Penrose tarafından ortaya atılan başka bir yaratıcı yaklaşımsa uzay zamanın detaylı geometrik yapısını gözardı etmek ve bunun yerine dikkati sadece uzayın topolojisine ya da uzayın konform yapısına vermektir. Bu ışıksal jeozediklerin yörüngesini ve bunun sonucu olarak da nedensel ilişkilerini belirler.Penrose'un çağ açan bildirisinin önemi Yerçekimsel çöküş ve uzay zaman tekilliğinin bunun bir sonucu olmamasıdır.Eğer ölen bir yıldız gibi bir obje belirli bir noktanın ötesinde şiddetle içeriye çökerse o zaman hiçbir şey yerçekimsel alanın bir tür tekillik oluşturmak amacıyla gitgide güçlenmesini önleyemez.Bu yaklaşım aynı zamanda diğer durumlarda da benzer olarak genel bir çıkarımda bulunmak için bir yol gösterici oldu.Özellikle Dennis Sciama 'nın öğrencisi Stephen Hawking ile birlikte çalıştığı kozmolojik Büyük Patlama bunlardan biridir."
Zayıf kozmik sansür hipotezinin takibinde,1979'da Penrose daha güçlü bir versiyonu olan güçlü sansür hipotezini formüle etmeye başladı.BKL varsayımıyla ve doğrusal olmayan kararlılık sorunlarıyla birlikte,sansür varsayımı genel görelilikte en çok göze çarpan problemlerden biridir.Ayrıca 1979 tarihlerinden Penrose'un etkili Weyl eğim hipotezi ,evrenin gözlemlenebilen kısmının başlangıç şartlarına ve termodinamiğin ikinci yasasının kökenine dayanır. Penrose ve James Terrell bağımsız olarak yaptıkları çalışmalarda ışık hızına yakın bir hızda hareket eden objelerin olağandışı eğri bir yol izleyeceğini veya dönmeye başlayacığını farkettiler.Bu etki Terrel dönüşü veya Penrose-Terrel dönüşü olarak adlandırıldı.
1967'de Penrose, twistor kuramını yarattı.Bu Minkowski uzayındaki geometrik objelerin 4 boyutlu kompleks uzayda haritasını çıkarmaya yarıyordu.
Penrose 1974'deki keşfi olan Penrose karoları ile tanınmaktadır.Penrose en önemli özelliği düzlemi sonsuza kadar kaplayabilmeleri fakat periyodik olarak kaplamalarının imkânsız olmasıdır.Penrose bu fikirlerini Deux types fondamentaux de distribution statistique makalesinden yararlanarak geliştirdi. 1984'te bu tarz desenler yarı kristallerin içerisinde bulunan atomların diziliminde gözlemlendi . Penrose'un kayda değer başka bir katkısı ise 1971'deki dönen ağ buluşudur.Bu daha sonrasında uzay zaman geometrisinin döngü kuantum yerçekimi içerisinde oluştuğu fikrine önayak olmuştur.
Penrose diyagramları olarak bilinen diyagramların popülerleşmesinde etkili olmuştur.
1983'te Houston'daki Rice Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olması için davet edilmiştir ve orada 1983'ten 1987'ye kadar çalışmıştır.
2004'de Penrose 'ü yayımladı .1,099 sayfalık kitap fizik yasalarına kapsamlı bir kılavuz olmayı amaçlıyordu.
Kuantum mekaniklerini yorumlamayı içeren bir roman yazdı.
Penrose Pennsylvania Devlet Üniversitesi'nde Fizik ve Matematik Profesörüdür ve ayrıca Astronomik İnceleme yayın kurulunun bir üyesidir. He is also a member of the editorial board of "The Astronomical Review".
2010'da Penrose CMB gökyüzünun WMAP datalarında bulunan konsantre halkalardan yola çıkarak Büyük Patlama9'dan önce varolan erken evrenin muhtemel delilini rapor etti.2010'da yazdığı Cycles of Time kitabının son sözünde bu delilden bahsetti.(Bu kitapta Einstein'ın alan denklemlerinden ,Weyl eğimine ve Weyl eğim varsayımına kadar birçok şeyden bahsediyordu.)Büyük Patlamadaki geçiş bir önceki evrenin kurtulması için yeteri kadar sorunsuz olmuş olabilirdi .C ve WCH hakkında birçok varsayımda bulundu bunlardan bazıları başkaları tarafından da desteklendi.
Basitçe, Büyük Patlamadaki Einstein'ın alan denkleminin eşsizliğinin kara deliklerin olay ufkunun belirgin eşsizliği gibi sadece görünüşte bir eşsizlik olduğuna inanıyordu.
İkinci eşsizlik kordinat sisteminin değişimi tarafından ortadan kaldırılabilir ve Penrose Büyük Patlama'daki eşsizliği kaldıracak farklı bir kordinat sistemi değişikliği önerisinde bulundu.
Bundan çıkarılabilecek sonuç Büyük Patlamadaki önemli olaylar, genel göreliliği ve kuantım mekaniğini birleştirmeden de anlaşılabilir ve bu nedenle zamanı bölen Wheeler-DeWitt denklemini kullanmak zorunda kalmayız.Alternatif olarak, Einstein–Maxwell–Dirac denklemini kullanabiliriz.
Penrose temel fizik ve insan(veya hayvan) bilinci arasındaki ilişki hakkında kitaplar yazdı. The Emperor's New Mind (1989) kitabında fiziğin bilinen yasalarının bilinç fenomeninin açıklamak için yetersiz kaldığından bahsetti.Penrose yeni fiziğin karaktersitiki özellliklerinin klasik ve kuantum fiziği arasında köprü için gerekenleri karşılayabileceğini öngördü.Bir sistemin algoritmik olmadan deterministik olabileceğini göstermek amacıyla ]]Turing's halting teoremi]]nin değişkenlerini kullandı.(Örneğin sadece iki halden oluşan bir sistem düşünün,açma ve kapama.Eğer Turing makinası durduğunda sistem açıksa ve Turing makinası durmadığında sistem kapalıysa,o zaman denebilir ki sistemin durumu tamamen makina tarafından belirlenmektedir.Bununla beraber Turing makinasının durup durmadığını belirlemek için herhangi bir algoritmik yol bulunmamaktadır.)
Penrose bu tarz algoritmik olmayan deterministik işleyişin kuantum mekanik dalga fonksiyon indirgemesinde rol alabileceğine ve de belki de beyinle ilişkilendirilebileceğine inanmıştır.
Şu anki bilgisayarların algoritmatik olarak deterministik sisteme sahip olduklarından dolayı bir zekaya sahip olmak için yeterli olmadıklarını savunmuştur.Aklın rasyonel işleyişinin tamamen algoritmik olduğu ve böylelikle kompleks bir bilgisayar tarafından kopyalanabileceği görüşüne karşı çıkmıştır.Bu güçlü yapay zeka savunucularının fikirleriyle tezatlık gösterir.Çünkü onlar düşüncelerin algoritmiksel olarak oluşturulabileceğini savunurlar.Penrose bunu halting probleminin çözülmezliği ve Gödel'in noksanlık teoreminin algoritmik temele dayandırılmış mantığın matematiksel kavramlar gibi nitelikleri çoğaltamayacağı gibi şeylerin bilincin formel mantığın sınırlarını aşabileceği iddiaları üzerine oturttu.Bu tarz iddialar filozof Merton Üniversitesi'nden John Lucas tarafından ortaya atılmıştır.
Penrose/Lucas'ın Gödel'in insan zekasının hesaba dayalı teorisi olan noksanlık teoreminden yaptıkları çıkarımlar birçok matematikçi,bilgisayar uzamanı ve felsefeci tarafından eleştirildi ve bu alanlardaki birçok fikir birliği tarafından bu fikrin başarısız olduğu görüşünde bulunuldu. Özellikle yapay zekanın büyük bir destekçisi olan Marvin Minsky bu konuya fazlasıyla eleştrisel yaklaşıyordu ve şunları söylemiştir:"Penrose bölümler boyunca insan fikrinin bilinen herhangi bir bilimsel prensibe dayanamayacağını savunuyor."Minsky bu konu hakkında tam da tersini düşünüyordu.İnsanlar fonksiyonları oldukça karmaşık olmasına rağmen birer makinelerdir ve de fizik tarafından açıklanabilirler.
Penrose Emperor's New Mind kitabına olan eleştirilere 1994'te Shadows of Mind ve 1997'de The Large, the Small and the Human Mind kitaplarıyla karşılık verdi.Bu çalışmalarında anestezi uzmanı Stuart Hameroff ile birlikte gözlemlerini bir araya getirdi.
Penrose ve Hameroff bilincin mikrotübüllerdeki kuantum yerçekim etkisinin bir sonucu olduğu tartışmalarında bulundu.(Buna Orch-OR adını verdiler).Tegmark'ın yazısına birçok atıfta bulunuldu.
Fizikçi Scott Hagan, Jack Tuszynski ve Hameroff Tegmark'ın yazısına itafen Pysical Review'da bir yazı yayımladılar ve Tegmark'ın Orch-OR modeline hitap etmediğini,bunun yerine kendi inşa ettiği bir model üzerinden yürüdüğünü savundular.
Bu kuantumların süperpozisyonları Orch-OR için öngörülen ayrıştırmadan çok daha büyük olan 24 nm ile ayrılmıştır.Bunun sonucu olarak,Hameroff'un takımı eşfazlılığın kaybolma zamanının Tegmark'ınkinden 7 kat daha fazla olduğunu savundular ama yine de, teorideki kuantum işleyişinin 40 Hz gama eşzamanlılığına bağlandığu takdirde, 25 ms olması gerekiyordu.(Orch-OR un da söylediği gibi).Bu boşluğu doldurmak için takım birçok öneride bulundu.
Nöron içlerinin sıvı ve jel halleri arasında değişim gösterebileceği varsayımında bulundu.Daha ileriki zamanlarda,mikrotübül tubülin altbirimlerinin dış kenarları boyunca jel halindeki sıvı elektrik dipollerinin aynı yönde oryante olduğu varsayımında bulunuldu.
Hameroff bu düzenli sıvının,beynin geri kalanının çevresindeki mikrotübüllerin tübüllerinde kuantum bağdaşlığı gösterebileceğini savundu.Herbir tubülin,mikrotübüllerin dışındaki kuyruk uzamaları vardır ve bunlar negatif olarak yüklüdür ve bu nedenle pozitif yüklü iyonları çekerler.Bunun ileriki görüntülemeleri sağlayabileceği görüşünde bulunulmuştur.Bunun ötesinde,mikrotübüllerin biokimyasal enerji sayesinde eşevreli hallere pompalanabileceği görüşü de vardır.
Sonunda mikrotübül örgün |
ünün yapısının kuantum hata düzeltimine elverişli olabileceği fikrini ileri sürdü.Bu, kuantum eşevresinin çevresel etkileşime rağmen bir arada tutulabileceği anlamına geliyordu.Son 10 yılda .Penrose'un fikirlerine taraftar olan bazı araştırmalar tubülin kuyruklarının mikrotübül -ilişkili protein ,motor protein ve presinaptik yapı iskele proteinlerine sahip tubülin kuyruklarının etkileşimine dayanarak,mikrotübüllerdeki kuantum işleyişine bazı alternatif tasarılar sundular.
Hameroff, kuantum biyolojisini araştıran Google Tech Talks serisinin bir parçasındaki konuşmasında, bu alandaki son zaman araştırmaları hakkında genel değerlendirmelerde bulundu ve Orch-OR modeline olan eleştirileri cevaplandırdı.
Buna ek olarak, Roger Penrose ve Stuart Hameroff 2011'de yayımlanan bir yazıda Orch-OR teorisinin geliştirilmiş bir modelini eleştiriler ışığında anlattılar ve evren dahilindeki bilincin yerini tartıştılar.
2014'de Hameroff ve Penrose Japonya'daki National Institute for Materials Science ın bünyesinden Anirban Bandyopadhyay tarafından gerçekleştirilen mikrotübüllerdeki kuantum titreşimlerinin keşfini duyurdular confirms the hypothesis of Orch-OR theory. bu keşif Orch-OR teorisini destekliyordu.Teorinin gözden geçirilmiş ve yenilenmiş versiyonu Mart 2014'de Physics of Life Reviews'da yayımlandı.
Penrose Cokethorpe Okulunun Akademik Gelişim yönetmeni ve Abingdon Okulunun matematik eski başkanı Vanessa Thomas ile evlendi ve bir oğulları oldu.1959 da evlendiği eski eşi Amerikalı Joan Isabel Wedge'den ise çocuğu vardır
Penrose ateisttir. Zamanın Kısa Tarihi adlı filmde şöyle demiştir:"Sanırım evrenin bir amacı olduğunu söyleyebilirim,birdenbire şans eseri varolmamıştır...bazı insanlar,bence, evrenin sadece birden varolduğunu ve yaşamaya devam ettiğini düşünüyor- bu sanki hesaplamalara dayanıyor gibi ve bazen biz rastlantı sonucu kendimizi bu şeyin içinde buluyoruz.Ama düşünmüyorum ki evreni algılamanın kazançlı veya faydalı bir yolu olsun.Bence bunun altında daha derin şeyler yatıyor."Penrose İngiliz Humanist Derneği'nin destekçilerinden biridir.
Penrose bilime olan katkılarından dolayı birçok kez ödüle layık görüldü.1972'de Kraliyet Cemiyeti'ne seçildi.1975'te Stephen Hawking ve Penrose Kraliyet Astronomi Derneği tarafından Eddington Madalyası ile ödüllendirildiler.1985'te Kraliyet Cemiyeti tarafından Kraliyet Madalyası ile ödüllendirildi.Stephen Hawking ile birlikte 1988'te fizik alanında Wolf Foundation Prize ile ödüllendirildi.1989'da İngiliz Fizik Enstitüsü tarafından Dirac Madalyası ile ödüllendirildi .1990'da Albert Einstein'ın çalışmalarıyla ilişkili üstün çalışmaları için Albert Einstein Derneği tarafından Albert Einstein Madalyası ile ödüllendirildi. 1991'de Londra Matematik Derneği tarafından Naylor Prize ile ödüllendirildi.1992'den 1995'e kadar Genel Görelilik ve Yerçekimi Uluslararası Toğluluğu'nun başkanı olarak görev yaptı.1994'te bilime yaptığu katkılardan dolayı şovalyelik nişanı verildi.Aynı yıl içinde Bath Üniversitesi tarafından Fahri Doktorluk ünvanına layık görüldü.1998'te Birleşmiş Milletler Ulusal bilim Akademisi'ne seçildi.2000 yılında devlet üstün madalyası ile ödüllendirildi.2004'te matematiksel fiziğie olan orijinal katkılarından dolayı DeMorgan Madlyası ile ödüllendirildi.
Londra Matematik Derneği'nden yapılan bir alıntıda şöyle söylenir:
Onun Genel Göreelilik üzerine olan derin çalışmaları bizim karadelikleri anlamamızda en önemli faktör olmuştur.Twistor Teoremi'ni geliştirmesi matematiksel fiziğin klasik denklemlerine güzel ve yaratıcı yaklaşımlar getirmiştir.
2005'te Penrose Warsaw Üniversitesi ve Katholieke Universiteit Leuven (Belçika) 2006'da York Üniversitesi tarafından Fahri Doktorluk ünvanına layık görülmüştür.2008'deCompley Madalyası ile ödüllendirimiştir.Aynı zamand aPenrose İngiliz Humanist Derneği'nin kıymetli üyelerinden biridir ve Oxford Üniversitesi Bilimsel Topluluğu'nun da müdavimlerinden biridir.2011'de Santiago de Compestela Üniversitesi tarafından Fonseca Prize ile ödüllendirilmiştir.2012'de ETH Zürich tarafından bilime olan katkılarından ve bilim ve toplum arasındaki bağları kuvvetlendirdiği için Richard R.Ernest madalyası ile ödüllendirilmiştir.2015'te CINVESTAV-IPN (Meksika) tarafından Fahri Doktor ünvanına layık görülmüştür.
Ersan İlyasova
Ersan İlyasova (d. 15 Mayıs 1987; Eskişehir, Türkiye), NBA takımlarından Atlanta Hawks ve Türkiye millî basketbol takımının forması giymekte olan Türk profesyonel basketbolcudur. 2.08m boyunda, 109 kg ağırlığında bulunan Ersan, uzun forvet pozisyonunda görev almaktadır. Kırım Tatar asıllı Türk.
2005 NBA Seçmeleri'nde Milwaukee Bucks tarafından draft edilmeden önce profesyonel kariyerine 2004 yılında Ülkerspor'da başlayan Ersan, 2005-06 sezonunu ise NBA Gelişim Ligi'nde Tulsa 66ers takımında geçirdi. 2006-07 sezonunu Bucks forması altında geçirerek NBA'e ilk adımını attı. Geçirdiği bir sezon sonrası 2007-2009 yılları arasında İspanya’nın Barcelona takımında görev yapan Ersan, daha sonra gösterdiği performansla NBA’deki eski takımı Milwaukee Bucks’a döndü. 2015 yılının Haziran ayında Ersan, Caron Butler ve Shawne Williams karşılığında Detroit Pistons'a takas edildi.2015-2016 sezonunda Orlando Magic'e transfer olan İlyasova 2016 yazında Oklahoma City Thunder'e takas oldu
Aynı zamanda Türkiye forması giyen İlyasova, Türkiye millî takımında oynamadan önce 16, 19 ve 20 yaş altı seviyelerinde oynadı. 20 yaş altı millî takımın ikinci olup gümüş madalya kazandığı 2006 FIBA 20 Yaş Altı Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda MVP seçildi. A millî formayla ilk turnuvasına aynı sene düzenlenen 2006 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda çıktı. 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda Türkiye'nin ev sahibi olduğu turnuvada millî takımıyla gümüş madalya kazandı.
Ülkerspor alt yapısında yetişen Ersan, profesyonel kariyerine 2003-04 sezonunda kiralandığı ikinci lig takımı Yeşilyurt'da başladı. 2004 yazında sağ ayak bileğinden ameliyat olduktan sonra üç ay sahalardan uzak kaldı ve 2004-05 sezonu'nun ilk sekiz karşılaşmasında forma giyemedi. Ersan, Ülkerspor formasıyla ilk resmi maçına Türk Telekom'a karşı çıktı ve 4 dakika süre aldığı mücadeleyi 3 ribaundla tamamladı.
Sezondaki en verimli performasını İstanbul Teknik Üniversitesi'ne karşı 16 sayı atarak gösterdi. İlyasova, 2004-05 sezonunda takımıyla beraber TBL'de yarı finale kadar yükselme başarısı gösterdi. Ayrıca takımıyla beraber sezonun tek kupasını Türkiye Basketbol Kupası şampiyonluğunu kazanarak kaldırdı. TBL'de 2004-05 sezonunda çıktığı 11 maçta ortalama 12.5 dakika sahada kalarak 4.4 sayı 3.1 ribaunt ortalamaları yakaladı. Ayrıca ilk kez forma giydiği EuroLeague'de sınırlı süreler alarak 1.7 sayı ve 3 ribant ortalamalarıyla oynamıştır.
İlyasova, 2005 NBA Draftı'nda Milwaukee Bucks tarafından 2. tur 36. sıradan seçildi. Birçok otorite tarafından bir sene daha Basketbol Süper Ligi'nde tecrübe kazanması gerektiği yorumu yapılmış olsa da 23 Ağustos 2005 tarihinde Milwaukee Bucks ile iki yıllık kontrat imzaladı. Ancak sezon başlamadan, tecrübe kazanması amacıyla, NBA takımlarının daha çok genç oyuncularını yetiştirmek için kullandığı "NBA Development League"'de Milwaukee Bucks'ın takımı olan Tulsa 66ers'a gönderildi. 2005-06 sezonunda gelişim ligindeki en iyi maçını Roanoke Dazzle takımı ile oynanılan karşılaşmada 28 sayı atarak gösterdi. Bu takımda bir sezonda forma giydiği 46 maçta maç başına 12,5 sayı ve 7,0 ribaund ortalamalarıyla oynayarak başarılı bir performans sergiledi.
İlyasova gelişim liginde gösterdiği iyi performansıyla 2006-07 sezonunda Milwaukee Bucks takımının kadrosuna alındı. Bucks formasıyla ilk kez 1 Ekim 2006 tarihinde oynanılan Detroit Pistons karşılaşmasında kadroya dahil edilse de oyunda hiç süre alamayarak kenarda beklemek zorunda kaldı. İlyasova, 2006-07 sezonunun en verimli performansını 17 Ocak 2007 tarihinde oynanılan Chicago Bulls karşılaşmasında 22 sayı ve 9 ribauntluk performansıyla gösterdi. 9 Nisan tarihinde Orlando Magic'e karşı 18 sayı atarak başarılı bir performans sergiledi. İlyasova, NBA'deki çaylak yılında 2006-07 sezonunda maç başına aldığı 14.7 dakika sürede 6.1 sayı 2.9 ribaunt ortalamalarıyla sezonu noktaladı.
İlyasova, 2007 yılının yaz aylarında Liga ACB takımlarından Barcelona'ya transfer olarak bu takıma transfer olan ilk Türk basketbolcu oldu. Burada özellikle ikinci sezonunda çok başarılı bir performans göstererek bir kez daha NBA takımlarının dikkatini üzerine çekti. İlk sezonunda kendisininden beklenenleri veremeyerek vasat bir oyun sergiledi. Türk oyuncu EuroLeague'deki ilk maçına KK Partizan ile oynanılan grup karşılaşmasında çıktı. Real Madrid ile oynanan karşılaşmada 12 sayı üretti. İlyasova sezondaki en başarılı performansını ise play-off'larda 3-0'lık skorla yenilip elendikleri Maccabi Tel Aviv takımına karşı serinin 3. maçında 8/12 saha içi isabetiyle 21 sayı 9 ribauntluk harika performansıyla sergiledi. Barcelona formasıyla geçirdiği ilk yılda Liga ACB'de maç başına 7.4 sayı ve 4.0 ribaunt EuroLeague'de ise 6.1 sayı 4.7 ribaunt ortalamaları ile oynadı.
İlyasova kariyerinin en iyi dönemlerinden birini geçirdiği 2008-09 sezonunda ilk Euroleague maçında SLUC Nancy takımı ile oynanılan karşılaşmada 23 dakika sürede 18 sayı 12 ribaunt ile iyi bir performans sergileyip double-double yaparak sezona çok iyi bir giriş yaptı. Ayrıca grup karşılaşmalarında Montepaschi Siena ve Asseco Prokom Gdynia takımlarına karşıda 14 sayı 10 ribauntluk performanslarıyla iki kez daha double-double yapma başarısı göstermiştir. Türk oyuncu grup karşılaşmalarında gösterdiği iyi performanslarıyla EuroLeague'de ekim ayının MVP'si seçildi. Euroleague TOP 16 turunda Alba Berlin ile oynanılan karşılaşmada 6/7 üçlük atarak 30 sayı 12 ribaunt istatistikleriyle başarılı bir performans ortaya koyarak duble-double yaptı ve Euroleague'de kariyer sayı rekorunu kırdı. Ayrıca ortaya koyduğu başarılı grafik sonucunda Euroleague TOP 16 turunda üçüncü haftanın MVP'si seçilme başarısı gösterdi.
İlyasova playoff'larda Caja Laboral ile oynanılan ve 5 maç süren seride tam |
3 kez double-double yapıp takımının final-foura yükselmesinde önemli bir pay sahibi olmuştur. İlyasova serinin beşinci ve son maçında 3/3 üçlük isabetiyle kaydettiği 19 sayı 10 ribaunt ve 4 asistlik başarılı performansıyla takımına maçı kazandıran isim oldu ve playoff'ların MVP'si seçilme onuruna erişti. Harika oynadığı bir sezonun sonlarına doğru takımın final-foura yükselmesinde en büyük pay sahiplerinden biri olan İlyasova dörtlü finalde istediği süreleri alamadı. Takımı yarı finalde PBK CSKA'ya yenilerek üçüncülük maçına kaldı. Ersan, Olympiakos'la oynanan üçüncülük karşılaşmasında aldığı 10 dakikalık sürede 7 sayı attı. Barcelona bu maçı 95-72 kazanırken İlyasova takımıyla Euroleague üçüncülüğü yaşadı. İlyasova aynı zamanda takımıyla Liga ACB, Supercopa de España ve Katalan Ligi şampiyonluklarını kazandı. İlyasova 2008-09 sezonunda ligde maç başına 9.7 sayı 6.6 ribaunt EuroLeague'de ise maç başına 20.5 dakika sürede %40 üçlük %49.5 ikilik yüzdeleriyle 10.5 sayı ve 7.1 ribaunt ortalamalarıyla oynadı.
Avrupa'daki başarılı performansından sonra takımı Milwaukee Bucks onu NBA'ye geri çağırmıştır ve 2009'un Temmuz ayında Barcelona'nın 5 yıllık kontrat teklifini reddederek Bucks ile $7.5 milyon dolar karşılığında 3 yıllık sözleşme imzalamıştır.
İlyasova ilk maçına 29 Ekim 2009 tarihinde Philadelphia 76ers ile oynanılan karşılaşmada çıkmıştır ve bu maçta 11 sayı 4 ribaunt istatistikleriyle oynamıştır. Türk oyuncu Denver Nuggets'a karşı 17 sayı 8 ribaunt ile oynayarak double-double yapmaya çok yaklaşmıştır. Nitekim 16 Kasım tarihinde Dallas Mavericks'e karşı 19 sayı 12 ribauntluk harika performansıyla NBA kariyerinde ilk kez double-double yapma başarısı göstermiştir. İlyasova 28 Kasım tarihinde Orlando Magic takımına karşı 40 dakika süre aldığı maçta 20 sayı 16 ribauntluk istatistikleriyle oynayarak harika bir oyun çıkarmasına rağmen takımının maçı 98-100 uzatmada kaybetmesine engel olamamıştır. Türk oyuncu 17 Aralık tarihinde oynanan Los Angeles Lakers karşılaşmasında 24 sayı üreterek kariyer sayı rekorunu kırmış, fakat takımı maçı 1 sayı farkla 107-106 kaybetmekten kurtulamamıştır.
İlyasova 14 Ocak 2010 tarihinde Portland Trail Blazers'a karşı 30 dakikada 24 sayı 5 ribaunt istatistikleri ile oynayarak kariyer sayı rekoru olan 24'ü egale etmiştir ve buna rağmen takımı maçı 120-108 kaybetmiştir. 5 Şubat 2010 tarihinde New York Knicks ile oynanılan karşılaşmada 18/10 saha içi isabetiyle 25 sayı atarak kariyer rekorunu kırmıştır ayrıca buna 9 ribaunt eklemiştir. 4 Mart tarihinde Washington Wizards ile oynadıkları maçta 19 sayı 10 ribaunt 6 asist ile harika bir oyun ortaya koyarak takımının maçı 100-87 kazanmasında yardımcı olmuş ve bu performansıyla kariyerinin ilk triple-double'na çok yaklaşmasına rağmen double-double yapmıştır. İlyasova 11 kez double-double yapma başarısı gösterdiği 2009-10 NBA normal sezonunda maç başına 23 dakika süre alıp toplam 81 maçta 10.4 sayı 6.4 ribaunt 1.0 asist %44 ikilik %33 üçlük ortalamalarıyla oynamış ve takımıyla beraber sezonda 46 galibiyet 36 mağlubiyet alarak sezonu 5. sırada bitirip 2010 NBA Playoffları'na kalmayı haketmişlerdir.
NBA Play-off'larda ilk turda rakipleri çok güçlü kadrosu olmayan ama önemli oyunculara sahip Atlanta Hawks olmuştur. Türk oyuncu serinin 2. maçında 13 sayı 15 ribaunt ile oynayarak double-double yapmasına rağmen takımı maçı 96-86 kaybetmiştir. Serideki ilk 2 maçı Atlanta alıp seride 2-0 öne geçse de İlyasova'nın takımı Bucks toparlanınca sonraki 3 maçı alarak seride durumu 3-2'ye getirerek büyük bir avantaj yakaladı. Ancak Atlanta Hawks kalan maçları 2 maç daha kazanmayı başarınca seriyi 4-3 kazanarak turu atlayan taraf olmayı başarmıştır. Türk oyuncu takımı için başarısız geçen 2010 NBA Playoffları'nda maç başına 9.7 sayı 7.6 ribaunt istatistikleriyle oynayarak sezonu noktalamıştır.
İlyasova sezondaki Bucks formasıyla ilk NBA maçına 27 Ekim 2010 tarihinde oynanılan New Orleans Hornets karşılaşmasında çıktı ve bu maçta 4 sayı 3 ribaunt istatistikleri ile oynadı. 11 Kasım tarihinde oynanan Atlanta Hawks maçında 17 sayı 10 ribaunt 2 asistlik performansı ile sezondaki ilk double-double'ını yapmış oldu. Bu maçtan 15 gün sonra Detroit Pistons'a karşı 14 sayı 11 ribaunt istatistikleri ile bir kez daha double-double yaptı. Türk oyuncu 9 Aralık tarihinde Indiana Pacers ile oynanılan karşılaşmada 40 dakika sürede 21 sayı 10 ribaunt 3 asist istatistikleriyle harika oynayarak double-double yaptı ve takımının maçı 97-95 kazanmasında pay sahibi oldu. İlyasova 1 Ocak 2011 günü oynanan Dallas Mavericks maçında tam 17 ribaund çekerek NBA kariyerinin ribaund rekorunu kırmıştır ayrıca bu maçta 16 sayıda atarak double-double yapmıştır. 8 Ocak 2011 tarihinde Brooklyn Nets ile deplasmanda oynanılan karşılaşmada 22 sayı 13 ribaunt 4 asist ile müthiş bir oyun ortaya koyarak double-double yapma başarısı gösterip daha da önemlisi takımına maçı 115-92 kazandıran isim oldu.
28 Ocak tarihinde Toronto Raptors ile oynanan maçta 5/5 üçlükle 25 sayı 7 ribauntluk harika performansıyla yine takımına maçı 116-110'luk skorla kazandıran 2 isimden birisi olmuştur ve maçta attığı 25 sayıyla önceki kariyer sayı rekorunu egale etmiştir. İlyasova 4 Şubat tarihinde oynanılan Golden State Warriors karşılaşmasında 23 sayı 13 ribauntluk harika performansıyla takımının en skorer ismi olup double-double yapsa da takımının maçtan 100-94 mağlup ayrılmasına engel olamamıştır. Türk oyuncu sezonda toplam 8 kez double-double yapma başarısı göstermiştir, ayrıca toplam 4 kez de 20 sayının üzerine çıktığı maç oynamıştır. İlyasova 2010-11 sezonunda çıktığı toplam 60 NBA maçında maç başına 25 dakikada 9.5 sayı 6.1 ribaunt 1.0 asist istatistikleriyle oynayarak sezonu noktalamıştır.
Ağustos 2011'de 2011 NBA lokavtından dolayı Basketbol Süper Ligi takımlarından Anadolu Efes ile 1 yıllığına anlaştı. NBA'de lokavtın bittiği an takımdan ayrılmak şartıyla bir yıllık sözleşme imzaladı. İlyasova Euroleague'deki en verimli performansını Spirou Basket takımı ile oynanan maçta 3/5 üçlükle 21 sayı atarak sergilemiştir. Türkiye Basketbol Ligi'nde oynadığı son maçta ise Tofaşspor karşısında 19 sayı ve 10 ribaundla double-double yaptı. İlyasova lokavt dönemi boyunca Anadolu Efes formasıyla çıktığı sekiz lig karşılaşmasında %43.5 şut yüzdesiyle 13.4 sayı, 6.8 ribaund 1.4 top çalma ortalamalarıyla oynarken Euroleague'de ise maç başına 9.5 sayı ve 5.5 ribaund istatistiklerini yakaladı.
2011 NBA Lokavt'ının bitimiyle NBA'ye Milwaukee Bucks takımına geri dönen İlyasova, ilk başlarda kötü performans sergiledi. İlk 5'teki yerini de kaptırdı. Ama daha sonra harika bir çıkış yakaladı ve kariyerinin en parlak dönemini yaşadı. Mart ayında haftanın oyuncusu seçilme başarısı gösterdi. Lokavttan sonra sezondaki ilk maçına 26 Kasım 2011 tarihinde oynanan Charlotte Bobcats karşılaşmasında çıktı ve bu maçta 2 sayı atabildi. 25 Ocak 2012 tarihinde Houston Rockets ile oynanılan karşılaşmada tam 19 ribaunt alarak kariyer rekorunu kırdı. İlyasova 19 Şubat 2012 tarihinde oynanılan Brooklyn Nets karşılaşmasında 29 sayı 25 ribauntluk olağanüstü performansıyla NBA'deki kariyerinin en iyi maçını çıkardı ve iki kategoride de hem sayı hem ribaund konusunda kariyer rekorunu kırdı. Ayrıca bu müthiş performansıyla Kareem Abdul-Jabbar ve Swen Nater ile birlikte NBA tarihinde bir maçta 25 sayı ve ribaund barajını aynı anda iki kategoriyi birden geçen tarihteki 3. oyuncu olmayı başardı. Türk oyuncu ayrıca bu performansıyla takımının maçtaki en skorer ismi olup maçı takımı Milwaukee Bucks'a 102-95 kazandıran oyuncu olmuştur. 28 Şubat tarihinde oynanan Washington Wizards takımıylaki maçta son saniyelerde attığı sayıyla takımına maçı kazandıran isim olmuştur
1 Mart tarihinde Boston Celtics ile oynanılan karşılaşmada 25 sayı 10 ribaund ile oynayarak double-double yapıp takımının en skorer ismi olup harika bir performans sergilese de takımı maçı 92-86 kaybetmesine engel olamamıştır. İlyasova 7 Mart 2012 tarihinde Chicago Bulls ile oynanılan ve 106-104 kıl payı kaybettikleri karşılaşmada 42 dakika sahada kalıp attığı 32 sayıyla harika bir performans gösterip kariyer sayı rekorunu kırmıştır. Ayrıca bu harika performansına 10'da ribaund ekliyerek double-double yapma başarısı göstermiştir. Türk oyuncu 9 Mart tarihinde New York Knicks'e karşı 26 sayı ile oynamıştır. İlyasova 11 Mart tarihinde oynanan maçta 31 sayı 12 ribaund ile müthiş bir performans sergilemiş double-double yapmıştır, ayrıca takımının en skorer ismi olup Milwaukee'ye maçı 105-99 kazandıran isim olmuştur. Sezon sonlarına doğru bu yaptığı büyük inanılmaz çıkışla NBA En Çok Gelişme Gösteren Oyuncu Ödülü için aday oldu ve Taylandlı Jeremy Lin ile ödül için kapıştı. Jeremy Lin, sezon sonuna doğru sakatlanınca İlyasova'nın ödülü alma şansı artmıştı; ancak sezon sonunda verilen kararla ödül Ryan Anderson'a gitti. İlyasova 2011-12 sezonunda normal sezonda maç başına 27.6 dakika süre alıp 13.0 sayı 8.8 ribaund 1.2 asist ortalamalarıyla sezonu noktalamıştır. 12 Mart 2012 tarihinde Bucks ile 40 milyon dolar karşılığında 5 yıllık yeni sözleşme imzalamıştır.
İlyasova sezondaki ilk maçına 2 Kasım 2012 tarihinde oynanılan 99-88 deplasmanda kazandıkları Boston Celtics karşılaşmasında çıktı ve bu maçta 10 sayı 11 ribaund ile oynayarak sezona double-double yaparak giriş yaptı. 8 Aralık günü Charlotte Bobcats ile oynanılan maçta 19 dakika sürede 21 sayı 12 ribaundluk harika performansıyla double-double yapıp takımının en skorer ismi oldu ve takımının maçı 108-93 kazanmasını sağlayan isim olmayı başardı. Türk oyuncu 31 Aralık tarihinde Detroit Pistons'a karşı 24 sayı atarak başarılı bir performans ortaya koysa da takımının maçı 96-94 kaybetmesine engel olamadı. İlyasova'nın süresi bir ay boyunca koçu Scott Skiles tarafından azaltılsa da 19 Şubat 2013 tarihinde Portland Trail Blazers'a karşı 27 sayı 16 ribaund ve 22 Şubat'ta Philadelphia 76ers takımına ise 27 sayı 14 ribaund istatistiklik harika performanslarıyla iki maç üst üste double-double yaptı ve gösterdiği performansıyla takımına maçları kazandıran isim |
oldu. Bu maçtan 3 gün sonra deplasmanda oynanılan Cleveland Cavaliers karşılaşmasında 39 dakika sahada kalıp 30 sayı 7 ribaund istatistikleri ile iyi bir performans sergilese de takımının maçı 113-108 kaybetmesine engel olamamıştır.
Türk oyuncu 3 Mart günü oynanan Toronto Raptors karşılaşmasında 42 dakika süre alıp 29 sayı 11 ribaunt ile oynayarak takımının en skorer ismi oldu ve uzatmaya giden maçı 122-114 kazandıran isim oldu. İlyasova 13 Mart tarihinde oynanan Washington Wizards karşılaşmasında 21 sayı 12 ribaund ile iyi bir performans sergilese de takımı maçtan mağlup ayrılmıştır. 15 Mart'ta Miami Heat'e kendi evlerinde 107-94 kaybettikleri maçta 26 sayı 17 ribaund ile çok iyi bir performans sergilemiştir. Türk oyuncu 13 Nisan tarihinde Atlanta Hawks'a karşı 6/8 üçlük isabetiyle 25 sayı atsa da takımı mağlup olmuştur. 30 Nisan tarihinde Oklahoma City Thunder ile oynanılan karşılaşmada 29 sayı 14 ribaund istatistikleri ile double-double yapsa da takımının maçı kendi evinde 109-99 kaybetmesine engel olamamıştır. İlyasova 3 Nisan günü oynanılan Minnesota Timberwolves maçında 29 sayı 12 ribaund ile iyi bir performans sergilemiştir. Sezon boyunca toplam 18 kez double-double yapma başarısı gösteren Ersan İlyasova 17 kez de 20 sayının üstüne çıkmayı başardı. İlyasova 2012-13 NBA normal sezonunda çıktığı 77 maçta maç başına 27 dakika süre alıp 13.2 sayı 7.1 ribaunt 1.6 asist %47 ikilik %44 üçlük isabeti istatistikleriyle oynamıştır. Takımı normal sezonu 38 galibiyet ve 44 mağlubiyet alarak konferansı 8. bitirdi ve 2013 NBA Playoffları'na kalmayı başardı.
Playoff'un ilk turundaki rakipleri sezonu şampiyon olarak tamamlayan Miami Heat oldu. Serideki ilk maç 22 Nisan tarihinde oynandı ve maçı Miami Heat kendi evinde oynadığı serinin ilk karşılaşmasında Lebron James'in başarılı performansıyla 110-87'lik skorla kazanıp seride 1-0 öne geçti. Ersan İlyasova bu maçta 28 dakika süre almasına rağmen 2 sayı 6 ribaundla oynayıp kötü bir performans sergiledi. İlyasova Miami Heat'in 98-86 kazanıp seride 2-0 öne geçtiği maçta 29 dakika süre alıp 9/14 saha içi isabetiyle 21 sayı ve 6 ribaunt yaparak başarılı bir maç çıkarttı. 26 Nisan 2013 tarihinde oynanan serinin üçüncü maçında 15 sayı 8 ribaunt ve 4 asist ile iyi bir performans sergilese de Miami Heat maçı deplasmanda 104-91'lik skorla galip gelerek seride durumu 3-0'a getirdi ve çok büyük bir avantaj elde etti. Serideki dördüncü maçta İlyasova oyuncu 8 sayı ve 9 ribaunt istatistikleriyle oynad. Milwaukee maçı kendi evinde 88-77'lik skorla kaybederek seriden 4-0 mağlup ayrıldı ve play-off'lara veda etti. İlyasova ve Bucks için sezon bitmiş oldu. Ersan, 2013 NBA Playoffları'nda maç başına 29.3 dakika süre alarak 11.5 sayı 7.3 ribaund 1.6 asist ortalamaları ile oynayarak sezonu noktaladı.
Milwaukee Bucks 2013-14 NBA Sezonu'na yeni koçu Larry Drew yönetiminde başladı. Ersan sezonun ilk maçında New York Knicks'e karşı kenardan gelerek 19 dakika süre aldı ve 19 sayılık performansıyla sezona başladı. Sezonun üçüncü maçında bileğinden sakatlanan Ersan altı maçta forma giyemedi. Sakatlığı geçmesinin ardından oynadığı Philadelphia 76ers karşılaşmasında ilk beş başladı ve 19 sayı 6 ribaund 6 asist 3 top çalmalık performansla maçı tamamlayarak başarılı bir oyun ortaya koydu. Sezonun ilk double-double'ını 4 Aralık 2013 tarihinde oynanan Detroit Pistons karşılaşmasında yaptı. Ersan ilk beş başladığı bu maçta 36 dakika 33 saniye sahada kalarak 22 sayı ve 10 ribaund yaptı. 19 Aralık 2013'te bileğindeki sakatlıktan dolayı birkaç maç oynamayacağı haberi geldi. Bu sakatlık nedeniyle üç maç kaçırdıktan sonra yeniden formunu yakalama çabasına giren Ersan 31 Aralık 2013 tarihinde oynanan Los Angeles Lakers karşılaşmasında 15 sayı 12 ribaund yaparak sezonun ikinci double-double'ını yaptı. İlyasova, takımının Toronto Raptors'a 116-94 mağlup olduğu karşılaşmada 29 sayı ve 9 ribaund yaparak sezonun en parlak performanslarından birini sergiledi. Ersan 29 Ocak 2014 tarihinde oynanan Phoenix Suns karşılaşmasında 32 dakika 32 saniye sahada kalarak 27 sayı attı ancak takımı karşılaşmadan 126-117 mağlup ayrıldı.
İlyasova, sezonun en yüksek sayı rakamına 3 Mart 2014 tarihinde oynanan Utah Jazz maçında attığı 31 sayıyla ulaşmıştır. İki gün sonra Milwaukee Bucks'ın Sacramento Kings ile karşılaştığı maçta Ersan rakibi Reggie Evans'a yaptığı sert faul sonrası oyundan ihraç edilip 1 maç ceza aldı. Bu cezanın ardından çıkığı Washington Wizards maçında 13 sayı ve 8 ribaund yapan Ersan takip eden Orlando Magic karşılaşmasında 16 sayı 11 ribaund ve Atlanta Hawks maçında 22 sayı 10 ribaundla oynayarak double-double yaptı. 2013-14 sezonunda çıktığı son maç olan Sacramento karşılaşmasını 14 sayı 4 ribaundla tamamladı. 27 Mart 2014 tarihinde İlyasova'nın bileğinde devam eden sakatlıklar nedeniyle sezonun geri kalanında forma giyemeyeceği açıklandı. İlyasova 2013-14 sezonunda oynadığı son 23 karşılaşmada 27.3 dakika ortalamasıyla 14.2 sayı 7.7 ribaund 1.3 asist ortalamaları yakaladı. Sezonun tamamında ise 47'si ilk beş olmak üzere 55 maçta görev aldı ve 11.2 sayı 6.2 ribaund 1.3 asist ortalamalarıyla sezonu tamamladı, 8 maçta da double-double yaptı. Takımı Milwaukee ise 15 galibiyet 67 mağlubiyet aldığı bu sezonu lig sonuncusu olarak bitirdi.
Milwaukee 2014-15 sezonuna Jason Kidd yönetiminde girerken Ersan, ilk maçlarda pozisyonundaki oyuncu fazlalığı nedeniyle istediği süreleri alamadı ve sezonun ilk 10 maçında sadece 5.7 sayı ortalaması yakaladı. Devamında oynanan 9 maçta %55 saha içi isabet oranıyla 15 sayı ortalamasına ulaşarak istediği ritmi yakalayan Ersan'ın 2 Aralık 2014 tarihinde oynanan Cleveland Cavaliers karşılaşmasının ilk yarısında ribaund mücadelesi sırasında yüzüne aldığı darbe nedeniyle burnu kırıldı ve maça devam edemedi. Ersan İlyasova bu sakatlık nedeniyle üst üste 9 maçta forma giyemedi. 23 Aralık 2014 tarihinde oynanan Charlotte Hornets karşılaşmasıyla parkelere geri döndü ancak 16 dakikada 4 sayı attığı bu karşılaşma sonrası sakatlığını atlatamadığının görülmesi üzerine takip eden 10 maçta da oynatılmadı. Son olarak 27 Ocak'ta oynanan Miami Heat karşılaşmasında sağ kasığından yaşadığı sakatlık nedeniyle 10 dakika sahada kalan Ersan İlyasova bu maçın ardından arka arkaya 4 maçta forma giyemedi.
Sakatlıklarla geçen sezonun büyük bölümünü ritim yakalamak için harcayan Ersan İlyasova normal sezonun son 27 maçında yaşadığı sakatlıkların beraberinde getirdiği sıkıntılardan kurtulmuş göründü. Bu maçlarda %43'lük üç sayı yüzdesiyle 14.9 sayı ve 6.3 ribaund ortalamaları yakaladı. En başarılı performansını ise Indiana Pacers karşısında 12/14 saha içi isabetiyle 34 sayı atarak sergiledi. Normal sezonu altıncı sırada bitiren Milwaukee'nin playoff ilk turundaki rakibi Chicago Bulls oldu. İlyasova'nın 8.7 sayı ve 3.8 ribaund ortalamalarıyla oynadığı 6 maçlık seride Bulls 4-2 ile Bucks'ı eledi. Ersan İlyasova için sezonu zorlaştıran bir diğer gelişme de eski menajeri tarafından 5 milyon Türk lirası değerindeki malı üzerinde çıkartılan haciz kararı oldu. 27 Mart 2015 tarihinde mallar üzerindeki satış kararı kaldırılsa da davanın devam ettiğini belirten Ersan bütün konsantrasyonunun dağıldığını söyledi. Bu durum aynı zamanda İlyasova'nın millî takımda oynayıp oynamayacağı konusunda spekülasyonlara neden oldu.
11 Haziran 2015 tarihinde Ersan, Caron Butler ve Shawne Williams karşılığında Detroit Pistons'a takas edildi. Detroit Pistons ile ilk maçına 27 Ekim tarihinde 106 - 94 yenmiş oldukları Atlanta Hawks'e karşı çıktı ve 34 dakika boyunca saha kaldı. Bu süre boyunca 16 sayı, 7 ribaund, 3 asist ve 1 blokla oynadı.
16 Şubat 2016 tarihinde Brandon Jennings ile birlikte Tobias Harris karşılığında Orlando Magic'e takas oldu. Orlando Magic formasıyla ilk maçına 110 - 104 yenmiş oldukları Dallas Mavericks'e karşı çıktı. 23 dakika sahada kaldığı süre boyunca 16 sayı, 5 ribaund, 2 asist ve bir top çalmayla oynadı.
23 Haziran 2016 tarihinde Victor Oladipo ile birlikte Serge Ibaka karşılığında Oklahoma City Thunder'e takas oldu. Ayrıca bu takas karşılığında Orlando Magic, Domantas Sabonis'in draft hakkını Oklahoma City Thunder'e vermiştir.
1 Kasım 2016 tarihinde Jerami Grant karşılığında Philadelphia 76ers'a takas oldu.
2017 Şubat takas döneminde Tiago Splitter ve ikinci tur seçme hakkı karşılığında Atlanta Hawks'a transfer oldu.
İlyasova 2003 Avrupa Yıldızlar Şampiyonası'nda ilk kez amatör olarak Türkiye millî takımına çağrılmış ve turnuvada takımıyla beraber gümüş madalya kazanma başarısı göstermiştir. Ayrıca turnuvada maç başına 10.5 sayı 8.8 ribaunt ve 1 top çalma istatistikleriyle oynamıştır.
Ersan, Genç Erkekler 2004 Avrupa Şampiyonası'nda millî takım formasını giymiş ve maç başına 25 dakika sahada kalıp 17.4 sayı 9.0 ribaund 1 top çalma istatistikleriyle oynayarak oldukça başarılı bir turnuva geçirmiştir. İlyasova turnuvadaki en iyi performansını Slovenya'ya karşı 21 sayı 15 ribaund ile double-double yaptığı karşılaşmada sergilemiştir.
Genç ve yıldız kategorilerinde birçok başarıya imza atmış olan oyuncu son olarak 2006 yılında İzmir'de düzenlenen 2006 FIBA U-20 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda gösterdiği başarılı performansla MVP ödülünün sahibi olmuştur. Bu turnuvada gösterdiği başarılı performans sonucu Bogdan Tanjevic tarafından A millî takıma çağrılmıştır.
İlyasova A millî takım formasını ilk kez 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası'nda giydi. Maç başına 9.6 sayı 3.9 ribaund ve 1 asist ortalamalarıyla oynadığı turnuvayı ülkesinin altıncı sırada bitirmesinde pay sahibi oldu. En iyi performansını ise 17 sayı attığı Avustralya karşılaşmasında sergiledi ve karşılaşmayı takımının 76-68 kazanmasında önemli rol oynadı. Aynı zamanda şampiyonadaki başarlı performansı nedeniyle şampiyonanın internet sitesinde yapılan en iyi genç oyuncu oylamasında ilk sırada yer almayı başardı. Aynı zamanda 2007'nin Ocak ayında FIBA tarafından açıklanan "Avrupa'da Yılın Genç Oyuncusu" listesinde üçüncü sırada yer aldı.
2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası'na hazırlık için İngiltere'de yapılan GameOn turnuvasında oynanan maçlarda ba |
şarılı bir performans ortaya koydu. Özellikle Polonya karşısında gösterdiği performans sonucunda MVP ödülünü kazanma başarısı gösterdi. İlyasova, 2009 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda maç başına 30 dakika süre alıp 16.1 sayı 7.3 ribaunt 1.2 top çalma ortalamaları yakalayarak başarılı bir turnuva geçirdi. Sayı ve ribaund krallığında dördüncü sırayı alan İlyasova şampiyonadaki en iyi performansını 39 dakikada 22 sayı ve 12 ribaundla oynadığı Sırbistan karşılaşmasında gösterdi.
Efes Pilsen World Cup 8'de de çok iyi bir peformans sergiledi. Turnuvanın en çok ribaund yapan oyuncusu olmayı başardı. Ersan, turnuvadaki son maç olan İngiltere karşılaşmasında 18 sayı ile oynayarak hem takımının hem de sahanın en skorer ismi olmayı başarmıştır.
Türkiye'de düzenlenen 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda ev sahibi Türkiye'nin en önemli silahlarından biri olarak görev almış ve çok başarılı bir performans ortaya koyarak takımın finale yükselip gümüş madalya kazanma başarısında büyük pay sahibi olmuştur. Turnuvadaki en iyi oyununu 31 Ağustos tarihinde oynanan Yunanistan karşılaşmasında 26 sayı atarak oynamış ve takımının maçı 76-65 kazanmasında başrolü oynamıştır. Ayrıca turnuvada iki kez double-double yapma başarısı göstermiştir. Ersan şampiyonayı maç başına 13.4 sayı ve 7.6 ribaund ortalamalarıyla tamamlamıştır.
İlyasova 2011 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda mücadele eden Türkiye millî takımının kadrosunda yer almıştır. Türkiye'nin başarılı olamadığı turnuvada Ersan maç başına 27.1 dakika süre almış ve 9.3 sayı, 6.5 ribaunt 1.3 top çalma ortalamalarıyla turnuvayı kapatmıştır. Turnuvadaki en iyi maçını ise Litvanya karşısında 20 sayı ve 4 ribaunt yaparak çıkartmıştır.
Ersan İlyasova, 2013 Avrupa Basketbol Şampiyonası'nda da millî takım forması giymiştir. D Grubu'nu beşinci sırada tamamlayarak ikinci tura kalamayan ve oldukça başarısız bir derece alan Türkiye'de İlyasova turnuvada maç başına 26 dakika süre alıp 12.2 sayı, 5.0 ribaund, 1.4 top çalma istatistikleriyle oynamıştır. En başarılı performansını ise İsveç'e karşı takımının turnuvadaki tek galibiyetini aldığı maçta 21 sayı atarak göstermiştir.
İlyasova, NBA'de normal sezonun son 12 maçını kaçırmasına neden olan bilek sakatlığı nedeniyle 2014 FIBA Basketbol Dünya Kupası'nda millî takımda oynayamadı. 2015 yazında Detroit Pistons'a takas olan İlyasova bu takasın ardından millî takımda oynayıp oynamayacağı konusunda kararsızlık yaşadığını ifade etti. Ardından Pistons koçu Stan Van Gundy, Ersan İlyasova'nın millî takımda oynayacağını açıkladı. Türkiye, 2015 Avrupa Basketbol Şampiyonası'na ikinci turda Fransa karşısında aldığı 76-53'lük mağlubiyetle veda ederken Ersan, çıktığı altı karşılaşmada 15.2 sayı, 4.5 ribaund ve 1.3 asist ortalamaları yakaladı. Turnuvadaki en yüksek skoruna ise İzlanda karşısında attığı 19 sayıyla ulaştı.
ABD'de "Turkish Thunder (Türk şimşeği)" lakabıyla çağrılan Ersan, profesyonel basketbol kariyerine henüz 15 yaşına geldiğinde başlamıştır.Boğa burcudur. Bir kız kardeşi vardır. Yuliya adında Beyaz Rus bir eşi ve de üç çocuğu vardır. İlyasova'nın en sevdiği yemekler ise İtalyan yemekleri, Türk yemekleri ve biftektir. İlyasova'nın basketbol dışında yapmayı en sevdiği sporlar beyzbol ve yüzmedir. Türk oyuncu küçükken basketbola başlamadan önce yüzme yarışlarına katılmış 400 metre ve diğer kısa mesafe yarışlarda yer almıştır. Ayrıca PlayStation oynamaktan hoşlanmakla beraber en sevdiği müzik türü klasik müziktir. İlyasova'nın en sevdiği şarkıcı Sarah Brightman olarak bilinmektedir. En sevdiği film ise filmidir.
Teksas (anlam ayrımı)
Teksas, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Anadolu yapı geleneği
Anadolu'daki yerleşmeler, gelenekler, bölgesel veriler, uygulama ilkeleri ve koşullara bağlı olarak biçimlenirler. Bu oluşum ve biçimlenmede Anadolu insanının yaşamının ve toplum yapısının etkisi açıkça görülür.
Anadolu'daki geleneksel konut yerleşmeleri, planlama ilkeleri ve mekânsal örgütlenmeler açısından benzerlikler gösterir. Bölgesel özellikler yerleşmelerin dağınık ya da toplu dokuda oluşmasında etkendir. Yerleşmelerde yalın ve doğal biçimler etkilidir.
Geleneksel Anadolu evi dış çevre ve iç çevre olarak ele alınabilir.
Bazen bir çeşme ya da bir dinsel merkezin bulunduğu meydanı çevreleyen sokaklarla oluşan mahalleler yerleşmenin özelliğini yansıtırlar. Sokaklar topografik özelliklere uyar ve genellikle insanla beraber yüklü bir hayvanın geçebileceği ölçektedir. Bazı yerleşmelerde sokak üzerine taşan saçaklar kapalı, samimi ve değişken perspektifli mekân etkileri oluştururlar. Bu organik sokakları bölgesel özelliklere göre bazen ahşap payandalı ya da taş konsollu çıkmaları ile yapı kütleleri, bazen de yüksek bahçe ya da avlu duvarları sınırlar.
Bahçe, avlu ve avluyu çevreleyen mekânlardan oluşur. Her şey kullanıcının yaşama biçimi ve günlük eylemlerine göre tasarlanmıştır. Genel özellikler şöyle özetlenebilir:
Pratiklik ;işlevsellik ; çevre koşullarına uyum ; çözüme iç mekânla başlayıp dışa doğru geliştirmek ve bütünleştirmek ; malzeme ve gereçleri en yakından seçmek; çözümde, strüktürde, görünüşte yalınlık; işlevsel çözümlerin planlamadaki önceliği.
İç ve dış çevre arasında plan düzeninden doğan sıkı bir ilişki vardır. Zemin kat genelde sokak cephesinde kapalı tutulmuştur. Üst katlarda çıkmalarla sokağa açılır. Evler yaşamın yoğun olarak geçtiği bahçe ya da avluya yönelirler.
Evlerin plan şemaları ve kullanılan malzemeler Anadolu'nun değişik bölgelerinde değişik koşul ve bileşenlerde ortaya çıkmaktadır. Bunda iklim, çevresel koşullar, yöresel topografik durum gibi pek çok etken söz konusudur.
Yerleşmelerle ilgili bölgesel veriler şu yapım gruplarını karşımıza çıkarmaktadır:
Güneydoğu Anadolu'nun taş konut mimarisi ; Doğu Anadolu'nun ahşap hatıllı taş mimarisi ;Doğu Karadeniz Bölgesi'nin tipik ahşap iskeletli ev mimarisi ; Marmara Bölgesi'nin ahşap konut mimarisi ; Ege ve Akdeniz Bölgesi'nin kübik düz damlı, taş konut mimarisi ; Orta Anadolu'nun özellikle Kapadokya yöresine özgü taş ve kerpiç konut mimarisi ; İç Batı Anadolu ve Orta Anadolu küçük yerleşmelerindeki kerpiç dolgulu kagir ahşap konut mimarisi.
Yaşam biçimi ve geleneklerin, yöresel doğa koşullarıyla birlikte oluşturduğu bir mimari. Safranbolu bir vadi yerleşmesidir. Yamaca yerleşen evler birbirlerini kapamazlar. Evler, sokaklar ve bahçe duvarları birbirini tamamlar. Zemin kat ile bütünleşen bahçe duvarı sokağın devamıdır. Üst katlarda çıkmalar ve geniş saçaklar cepheyi oluşturur. Safranbolu geleneksel nitelikleri koruyan bir yerleşimdir.
Düz arazinin azlığı dağınık yerleşimi ortaya çıkarır. Yöresel malzeme mimarinin oluşmasındaki en önemli etkendir. Ahşap çatkı yapı ve arasındaki dolgu tipik mimeri öğelerdir
Taş kaplı sokakları, evlerin üst katlarından taşan çıkmaları, küçük pencereleri ve kafesleri, çıkmaları taşıyan payandaları ile geleneksel bir yerleşimdir. Sokak evin bir parçasıdır, evler üretim ve yaşamın sürdürüldüğü iç avluya açılırlar.
Sokağa taşan çıkmalarıyla, geniş saçaklarıyla, yüksek duvarlarla çevrili iç avlularıyla, değişken sokak perspektifleriyle geleneksel Türk evi özelliklerini taşıyan bir yerleşim. Osmanlı mimarisinin 18. ve 19. yüzyıl örneklerini en iyi şekilde yansıtmaya çalışır yorgun yapısıyla kula.
Beyaz badanalı dış duvarları, küçük pencereleri, yüksek bahçe duvarlarından sarkan çiçekleri, dar, gölgeli taş kaplı sokakları ile tipik bir Akdeniz mimarisi.
Hemen hemen tamamında Başoda (iç sofa) denilen mekân tüm ailenin yaşadığı, yemek yaptığı ve yediği ana mekândır. Başoda, evin merkezinde bulunmakta, yatma mekânları genellikle bu mekâna açılmaktadır. Hayvancılık ve tarımla uğraşılan bölgelerde bu birimler üst kata çıkmakta, alt kat ahır ve depo olarak değerlendirilmektedir.
Hayat (Dış Sofa) : Yazın insanların dışarıda yaşadıkları ve tüm yaşama ve yemek yeme işlevlerini gerçekleştirdiği üstü kapalı yarı açık mekânlardır. Bu mekân bir iç avluya açılmakta ve oradan da sokakla buluşmaktadır.
Bodrum Sivil Mimarisinde konut yapıları geçmiş süreçte 4 tip ile ön plana çıkmışlardır. Bunlar :
Dar sokakları, karakteristik evleri ve tarihi eserleri iç içe olan, Akdeniz kıyısında küçük bir yerleşim. Beyaz badanalı dış duvarlar, ahşap çıkmalar, küçük pencereler, cephedeki arşitrav tipik mimari öğelerdir.
Taş, toprak gibi yöresel malzemeyle üretilmiş birim konutlardan oluşan bir yerleşim. Birkaç konut birimi bir ailenin yaşadığı bütünü oluşturur. Piramit şeklindedirler. Tepede göz deliği dedikleri pencereleri vardır.
John Zerzan
John Zerzan (1943,-) Amerikalı anarko-primitivist yazar. ABD'deki küreselleşme karşıtı hareketin önde gelen aktivistlerinden biri olan Zerzan, Stanford Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi ve San Francisco Eyalet Üniversitesi Tarih Bölümünü bitirmiştir.
Üniversite yıllarında öğrenci hareketi içinde yer alarak Vietnam Savaşı karşıtı eylemlerinden dolayı tutuklanıp bir süre hapis yatan Zerzan, daha sonra akademik çevreleri terk ederek kamyon şoförü ve marangoz olarak San Francisco bölgesindeki sendikal çalışmalar içinde yer aldı.
68 hareketinin durulmasıyla birlikte, 1960'lı yıllardaki yükselişin sınırlılığını ve sisteme yönelik eleştirinin yeterince derin olmadığını fark eden Zerzan, devrim olgusunu sorgulamaya başladı. 1970'li yıllarda sanayileşmenin kökeni ve teknolojinin doğası üzerine başladığı tarih çalışmalarını modern tarih ve antropoloji üzerine yoğunlaştırdı. 1980'li yıllarla birlikte bir bütün olarak uygarlığı ve sembolik kültürü sorgulayan Zerzan, yabancılaşmanın ve uygarlığın kökenlerine inerek, zaman, dil, sayılar, sanat ve tarım üzerinde yoğunlaşmaya başladı.
Halen ABD'nin Eugene kentinde yaşayan Zerzan, bir bütün olarak uygarlığı ve sembolik kültürü sorgulayan genel çalışmalarının yanı sıra, yerel anarşist hareket içinde de aktif bir şekilde yer almaktadır.
Amerika'daki başlıca anarşist yayınlardan biri olan Anarchy dergisinin sürekli yazarları arasında yer alan Zerzan'ın başlıca çalışmaları şunlardır:
Future Primitive, Elements Of Refusal (Reddedişin Unsurları), Alice Carnes ile birlikte |
derlediği Questioning Technology (Teknolojiyi Sorgulamak) ve Against Civilization (Uygarlığa Karşı).
Eserlerinde uygarlığı ve sembolik kültürü sorgulayan Zerzan, halen ABD'de yaşamaktadır.
General
General, kara ve hava kuvvetlerinde albaydan sonra gelen ve mareşale kadar olan yüksek rütbeli subaylara verilen unvan. Deniz Kuvvetleri'ndeki dengi "amiral"dir. Hitap ederken yalnızca korgeneral ve orgenerale "General" denilmekle birlikte, tuğgeneral ve tümgeneral rütbeli subaylar, doğrudan bu rütbeleriyle anılırlar.
General rütbeleri sırasıyla şöyledir:
Ancak askerî görevlerin yanı sıra idarî görevlere yapılan atamalar nedeniyle her Tuğgeneral bir Tugay Komutanı veya her Tümgeneral bir Tümen Komutanı değildir. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı'nın İletişim Dairesi Başkanlığı görevini yürüten bir Tümgeneral'e bağlı bir tümen yoktur.
Lamine ahşap
Lamine ahşap, değişik ölçülerdeki bağımsız ahşap tabakaların, kontrollü endüstri koşullarında ve özel bağlayıcılarla tutkallanıp birleştirilmesinden oluşur. Lamine ahşap ile kolon, kiriş, kemer, makas ve bunun gibi birçok değişik formlarda eleman üretilebilir.
Avrupa Birliği Komisyonu, küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine karşı önemli çözümlerden biri olarak sloganı ile ahşap kullanımını teşvik etmektedir.
Lamine ahşap teknolojisi, Otto Hetzer ile dünyada tanınmış, 1901 ila 1906 arasında İsviçre ve Almanya'da; 1907 ila 1930 arasında ise tüm Avrupa'ya yayılmıştır. 1914 yılında Danimarka'da Hetzer lisansı ile, 1918'de Norveç’de, 1919'da İsviçre'de Brekke lisansı ile lamine kiriş üretimine başlanmıştır.
1910 Brüksel Dünya fuarı ve 1913 Lipsia Dünya fuarı'nda tanıtılmış ve büyük ilgi görmüştür. Hanisch ve Thompson Boat Manufacturing Firması ile bu teknolojiyi ABD'de yaygınlaştımıştır.
Kısa zamanda sivil yapılarda, kilise inşaatlarında, köprülerde kendini gösteren teknoloji, II. Dünya savaşıyla birlikte askeri yapılarda da yaygın olarak kullanılmaya başlandı. North Dakota Uçak hangarı yapısı, 1947 yılında, 46,8 m açıklık geçen kemer kirişlerle inşa edildi.
942'de Minnesota'da 52,7 m açıklıklı kirişlerle bir dizi uçak hangarı inşa edildi.
1980'li ve 1990'lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nde köprü yapımı çok yaygınlaştı. Birçok tali yol köprüsü, tutkallı ahşap olarak yenilendi. Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde geliştirilerek uygulanmaktadır.
Avrupa'da DIN 1052 genel şartnamesine göre üretilen lamine ahşap elemanlar için, metal bağlayıcılara ait özel şartname DIN 68141, deprem , statik ve dinamik mukavemet hesapları için DIN 1052 referans alınır.
Çok çeşitli boy ve kesitte üretmek mümkündür. Lamine kirişler, beton, çelik ve diğer kargir yapı elemanlarıyla kolayca birleşir. Özgün mekan tasarımına imkân tanır. Auditoryum, tiyatro, konser salonları, eğitim yapıları ve ürün teşhir/satış yapıları gibi geniş ve tek açıklıklı yapılarda geodezik kubbe, normal kubbe, piramit, tonoz, vb tüm geometrik strüktürler inşa edilebilir.
Bizatihi kendisi dekoratif bir elemandır. Kaplama ihtiyacı göstermez. Endüstriyel ve homojen bir malzeme olması, mukavemet değerlerinin bilinmesi ile kolayca hesapları yapılabilir. Hafiftir. Depreme karşı çok başarılı bir yapı malzemesidir. Yangına direnci yüksektir. Taşıma özelliğini uzun süre kaybetmez. (Çelik, yangın sürecinde 15 dakikada doğal şeklini ve taşıma yeteneğini kaybeder. Aynı zamanda çok iyi bir iletici olduğu için ısının yayılmasını da hızlandırır. Beton, çelikten iyi olmasına karşın, demir donatının beton içindeki pas payı ortadan kalktığında, inşaat demiri çelik yapıdaki gibi iletken olmakta ve yaklaşık 30 dakika sonra taşıma özellikleri ortadan kalkmakta ve bir daha kullanılamamaktadır. Ancak, ahşabın statik hesaba göre aldığı minumum kesit yangın anında minumum 30 dakika (R30) yangın direnci sağlamaktadır. 30 dakikadan sonra 0.7mm/1 dakika kesit azalması olmaktadır. Yani,ilk mimari/statik planlamada yapı elemanının kesitini baştan artırıp R30 veya R90 dirençlerine ulaşmak mümkündür.)
Paslanmaz, nefes alır. Bu yüzden, özellikle su buharı veya kimyasal gazların yer aldığı ortamlar için idealdir. Mükemmel bir ısı yalıtım değerine sahiptir. Bakım maliyeti çok azdır. Uygun ve periyodik bir şekilde bakılması onu ölümsüz bir yapı elemanı yapmaktadır. Akustik özelliği yüksek bir malzemedir.
Stone Temple Pilots
Stone Temple Pilots (STP) alternatif rock yapan Amerikalı bir müzik grubu.
1986 yılında Black Flag grubunun konserinde, aynı kızla beraber olduklarını anlayarak tanışan Scott Weiland ve Robert DeLeo, daha sonra bu kızın şehri terketmesiyle, onun evine yerleşir ve Scott’un Edison Lisesi’nden iki arkadaşı, Corey Hicock (gitar) ve David Allen (davul) ile birlikte bir grup kurarlar. Daha sonra Allen’ın yerine davulcu Eric Kretz geçer. Nihayetinde, Robert DeLeo’nun kardeşi, Dean DeLeo, Hicock’un yerine grupta gitar çalmaya karar verir ve dörtlü tamamlanmış olur. Gruba Mighty Joe Young adını verirler. 1990 sıralarında, grup bir demo kaydeder.
Grup Brendan O’Brien ile ilk albümleri üzerinde çalışmaya başlar. Kayıtlar sırasında, avukatlarından gelen telefon onlara Mighty Joe Young adında bir blues sanatçısının olduğunu bildirir. Grubun ismini Shirley Temple’s Pussy olarak değiştirip kısa bir süre bu isimle devam ederler, ancak bu ismi plak şirketinden gelen baskılar sonucu değiştirmek zorunda kalırlar. STP kısaltmasını beğendiklerinden, 1992 yılında Core’un kayıtlarının sonlarına doğru Stone Temple Pilots ismini alırlar
İlk albümleri Core 1992 Eylül ayında yayınlanır ve Sex Type Thing, Plush, Wicked Garden, Creep, Dead & Bloated gibi şarkılar hit olur. Albüm satışının başarısına rağmen, müzik basını grubu grunge taklitçileri olarak yorumlar. The New York Times’dan Jon Pareles 1993’teki konser izlenimleri yazısında, Stone Temple Pilots’ın slow parçalarını 2. Kalite Pearl Jam, orta-tempo parçalarını da Nirvana kopyası olarak değerlendirir. Ocak 1994’te Rolling Stone dergisi anketinde grup okurlar tarafından En İyi Yeni Grup seçilirken, derginin yazarları tarafından En Kötü Yeni Grup olarak anılır. Bir sonraki ay, Amerikan Müzik Ödüllerinde STP, En İyi Yeni Pop/Rock Sanatçısı ve Yeni Heavy Metal/Hard Rock Sanatçısı unvanını alır. Mart 1994’te , grup En İyi Hard Rock Performansı dalında Plush adlı parça ile Grammy Ödülü alır.
Stone Temple Pilots 1994 baharında ikinci albümleri Purple için stüdyoya girer. Bir ay dan kısa sürede kayıtları biten albüm, Haziran 1994’te yayınlanır ve Amerika listelerine 1 numaradan girer. Interstate Love Song adlı parçaları hemen büyük bir hit olur ve on beş hafta gibi rekor bir zaman süresince Rock listelerinin üst sıralarında yer alır. Bu albümde Vasoline ve Big Empty (The Crow fiminin soundtrack’inde yer almıştır) gibi hitler yer alır. Yayınlanmasından henüz dört ay geçmesine rağmen, Purple albümü üç milyon kopya satmıştır.
Grubun başarısı devam etmesine rağmen, 1995 iyi bir yıl olarak geçmez. İki haftalık yoğun kayıt çalışmaları Şubat ve Mayıs aylarında, Weiland’ın Pasadena, Kaliforniya’da polis tarafından çantasında uyuşturucu bulundurma suçundan tutuklanmasıyla bölünür. Üç yıl hapis cezasıyla karşı karşıya kalan Weiland suçsuz olduğunu iddia eder ve duruşma bir yıl sonraya ertelenir. Weiland’ın tutuklanmasından sonra, grup dağılır. Weiland, Tank Girl filminin soundtrack’ine ve John Lennon Tribute Albümü’ne birer şarkı yapan Magnificent Bastards adında geçici bir grup kurar. Fakat Ekim 1995’te grup tekrar birleşir ve üçüncü albümlerinin kayıtlarına başlar.
Stone Temple Pilots üçüncü albümleri Tiny Music… Songs from the Vatican Gift Shop’u Nisan 1996 da yayınlar. Albüm Amerika listelerine dört numaradan girer fakat albüm hakkındaki yorumlar genelde negatif yönde olur. Weiland’ın uyuşturucu bağımlılığı grubun başarısına tekrar köstek olmaktadır. Tiny Music… albümü için Amerika’da çıktıkları kısa tur tamamlanamaz. 1996 sonbaharında, turun sonlarına doğru, grup Weiland’ın uyuşturucu bağımlılığı yüzünden provalarda ve dolayısıyla sahnede de bulunamayacağını ve bir tıbbi merkezde doktor kontrolü altında olduğunu bildirir.
Mekanik tasarım
Fikir ve hayallerle oluşturulan soyut kurgunun, somut kurguya dönüştürülmesi.
Bir ürünle ilgili olarak; fonksiyon, renk, ebat, performans, görsellik gibi talepleri, üretilebilir ürün olarak "sınır şartlar" çerçevesinde karşılama faaliyetidir.
Sınır şartlar, standartlar, regülasyonlar ve patentler gibi yasal çerçevelerle birlikte; fizik, kimya ve matematik bilimlerinden alınan verilerle ortaya çıkar.
Karakalemle eskiz olarak çizilmiş bir sürahinin; sürahilerle ilgili yasal mevzuata uygun,
içinde su taşıyabilecek bir hacme, sürahiyi ve içindeki suyu taşıyabilecek bir kulpa ve
uzun bir kullanım ömrüne sahip, ekonomik olarak kabul edilebilir proseslerle üretilebilen,
insanlığa ve emek verenlere, fayda veya katma değer sağlar hale getrilmesi ile örneklendirilebilir.
Rankine çevrimi
Rankine çevrimi, termodinamik bir çevrimdir. Diğer termodinamik çevrimler gibi, Rankine çevriminin maksimum verimi de, Carnot çevriminin maksimum verimli hesaplanması ile elde edilir. Rankine çevrimi adını William John Macquorn Rankine’den alır.
Rankine çevrimi buhar kullanılan enerji santralleri için ideal çevrimdir. Bu çevrimde yapılan suyun kızgın buhar haline getirilmesi ve tekrar kondenserde doymuş sıvı haline getirilmesi Carnot çevriminde uygulamada karşılaşılan pek çok zorluğu da ortadan kaldırır.
Rankine çevriminin adımları dört aşama ile gösterilir, her adımda çalışma akışkanının hal değişimleri ifade edilir.
Burada çevrimin ideal şartlarda olduğu varsayılır. Ama gerçek şartlarda çevrimin pompa ile sıkıştırma ve türbinde genişleme aşamaları izentropik değildir. Bu aşamalarda izentropide artış meydana gelir. Bundan dolayı gerçekte pompa için gereken güç ihtiyacı artar ve türbinden elde edilen iş azalır.
Malikilik
Malikilik veya "Maliki mezhebi" (Arapça: المذهب المالكي veya المالكية) bir İslam dini fıkıh (İslam hukuku) mezhebi. Adını kurucusu olan İmam Malik'ten alır.
İmam Malik'in kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere ve gösterdiği yo |
la "Maliki Mezhebi" denir. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Maliki denir. "Malikilik" olarak da anılır. Maliki mezhebi, İmam Malik bin Enes'in görüşleri çerçevesinde ortaya çıkmış fıkhi bir yorumdur. Ehl-i sünnet'e bağlı dört büyük fıkıh mezhebinden birisidir. Maliki mezhebi İmam Malik'in içtihatlarına dayanır. Zaman içerisinde İmam-ı Malik'in talebeleri de onun rivayet ettikleri hadisleri ve görüşleri toplayarak benimsemiş ve sistemleşmiştir. Onun talebeleri de karşılaştıkları meselelerde onun metoduna uygun şekilde fetva verdiler. Böylece Maliki mezhebi ortaya çıktı.
Malikilik mezhebi; Fas, Cezayir, Tunus, Sudan gibi bazı Afrika ülkelerinde yayılarak varlığı günümüze kadar gelmiştir. Daha çok Berberiler'in yaşadığı bölgelerde ve Afrika'da yaygındır.
Hanbelilik
Hanbeli mezhebi veya Hanbelilik (), İslam dini fıkıh (İslam hukuku) mezhebi. Hanbeli mezhebine bağlı olan kişiye "Hanbeli"denir.
İmam-ı Hanbeli (Ahmed bin Hanbel)'in kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere ve gösterdiği yola Hanbeli Mezhebi denir. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Hanbeli denir. Hanbelilik olarak da anılır.
Hanbeli mezhebi'nde Kur'an ve Hadis kaynağı önde gelir. Kitap ve sünnet te kesin bilgi yoksa, karşıtı bulunmayan sahabi sözü ile doğrultusunda uygulanır. Karşıtlık varsa, Kur'an ve sünnete en yakını tercih edilir. Daha kuvvetli bir delil yoksa, gönderilmiş haber, kıyas'a tercih edilir. Kıyasa en son başvurulur. Hanbeli mezhebi nakil ve rivayete ağırlık veren bir ekoldür. Günümüzde körfez ülkelerinde Irak, Kuveyt, Bahreyn ve Suudi Arabistan'da mensupları bulunmaktadır.
Ahmed bin Hanbel, islam devletinin sınırlarının genişlemesi ve artık islami kuralların saf haliyle yeterli olmamasından dolayı gerekli yerlerde aklın kullanımını savunan Mutezililere karşı çıkmıştır. Ahmed bin Hanbel'e göre "Kur'an'da yazılanlar ya da hadisler dışında hiçbir şey yoktur." Her konunun çözümü için gerekli olan şeyler bu ikisinde vardır. Ahmed bin Hanbel'in Halife Me'mun'un adamları tarafından sorguya çekildiğinde yalnız Kur'an'dan ayetler ve hadisler okuyarak cevap verdiği, onlardan anlam çıkarmaları redettiği, kendisine deliller gösterilmek istendiğinde sustuğu, böylece bunu dini itikad bakımından bir "bid'at" telakki ederek karşı koyduğu bilinmektedir.
NOT: İmam Hanbel'in ölümünden sonra ağırlığı azalan mezhep, Abdülkadir Geylani, İbni Teymiyye gibi İslam Alimlerinin bu mezhepte ibadet yapmasıyla tekrar canlanmıştır.
TTNET
TTNET Anonim Şirketi, Türkiye'de internet sağlayıcısı iletişim ve teknoloji şirketi olarak 26 Nisan 2006 tarihinde Türk Telekom Grubu'nun bir üyesi olarak kurulmuştur. 14 Mayıs 2006 tarihinde 'İnternet Servis Sağlayıcı Lisansı' alarak faaliyetlerine başlamıştır. 26 Ocak 2016 tarihinden itibaren Türk Telekom markası altında hizmet vermektedir. Türkiye'de üç evden ikisinin kullandığı internet sağlayıcı markasıdır.
TTMail , TTNET'in ücretsiz eposta servisidir, sadece ADSL üyelerinin yararlanabildiği bu servis 1 GB alan vermektedir. Eskiden uzantısı ttnet.net.tr iken şimdi ttmail.com olarak değiştirilmiştir.
Dorlar
Dorlar "(Doris)" (Yunanca: Δωριεῖς, Dōrieis), Antik Yunanistan asıllı, Hint–Avrupa kökenli göçebe kabilelerdir. Yaklaşık olarak MÖ 12. yüzyıl ortalarından itibaren Yunan yarımadasına dalgalar halinde akınlar düzenleyerek bu bölgedeki tunç çağı Miken uygarlığını yıkmışlardır. Demir çağı silahlarıyla kısa sürede askeri – feodal Miken krallıklarının siyasi gücünü etkisiz hale getiren Dorlar, Miken etkisi altındaki batı Anadolu,Girit ve Rodos’un da dahil olduğu adalara yayılmışlardır.
Yayılma bölgelerinde bir siyasi birlik oluşturmayan Dor istilasının sonucunda söz konusu bölgelerdeki yerleşimler arası kültürel ve ticari sıcak ilişkiler de son bulmuştur. Böylece Dor istilasının ardından 4 asır süren bir “karanlık devir” yaşanmıştır.
Rodos'un ilk sakinleri olan Dor'lar, Argos'tan gelen denizci bir kavimdi ve güneş ilahı olan Helios'a taparlardı. Dor'lar Rodos'ta en parlak devrini MÖ 3. asırda yaşayan bir medeniyet kurdular. Mısır ve Fenike'nin ürünlerini alıp satarak zengin oldular. Adayı kültür-sanat merkezi, güzel konuşma ve felsefe okulu haline getirdiler. Batı Anadolu'da da şu anda Datça yarımadasının ucunda bulunan Knidos antik kentini hem ticari hem de kültürel açıdan devrin en önemli liman şehri yaptılar.
Makedonya Kralı Demetrios, Rodos’u uzun süre kuşatma altında tutmuştu. Dor'lar, Demetrios'la yaptıkları bir savaşı kazandıktan sonra, kuşatmanın kalkması anısına zafer anıtı olarak ve ilahları Helios'a şükran borçlarını ödemek için, Rodos limanının girişine büyük bir Helios heykeli yaptılar. MÖ 281-280 yılında yapılan 32 metre yüksekliğindeki bu tunç heykel, elinde bir meşale tutuyordu. Bugünkü New York limanındaki Özgürlük Anıtı Rodos Heykeli'ni andırmaktadır.
Rodoslular bu heykelin kendilerini ve adayı koruduğuna inanırlardı. Bu heykel Herodot'un belirlediği 7 harikadan biridir. Bu nedenle her yıl "Helicia" denilen şölenler düzenler, bu heykelin dibinde dört atlı bir arabayı denize atarlardı. İnanışlarına göre, Helios böyle bir arabayla dünyayı dolaşarak insanları gözetlerdi.
İcma
İcmâ (Arapça: إجماع), bir İslam hukuku terimi.
İcmâ İslam hukukuna göre, herhangi bir çağ veya dönemde yaşamış İslam bilgini ve müctehidlerin Kitap (Kur'an), Sünnet ve bazı mezheplere göre kıyasın delillerinden birine dayanarak, şeriatın (İslami hükümlerin) bir meselesi konusunda aynı hükmü vermeleri, aynı hükümde birleşmeleridir.
Kıyas
Kıyas (Arap: قياس), analoji, bir İslâm hukuku terimi, fıkhın dördüncü kaynağı.
Kıyas, hükmü hakkında nass (ayet ve/veya sünnet) bulunmayan bir meseleyi, aralarındaki ortak sebep-sonuç bağından dolayı hükmü ayet veya hadisler ile çözülmüş bir konuya benzeterek çözmektir.
Kıyas yoluyla hükme varan hukukçuya müçtehit denilir. Müçtehit, kıyas yaparken ayet ve hadisleri yorumladığı için müçtehitlerin hükümleri birbirinden farklı hatta birbiriyle çelişen hükümler (içtihatlar) olabilir.
Hicretin 3. yılına kadar ortaya çıkan problemler kıyas yoluyla çözümlenebilmişse de bundan sonra kıyas yapılmadığı çeşitli kaynaklarda ifade edilmiştir.
Kıyası bazı İslâm hukuku, yani fıkıh, mezhepleri kabul ederken, bazı İslam hukuku mezhepleri kabul etmez. Örneğin, Şii-İsnaaşeriyye mezhebi içtihatta kıyas yerine direkt olarak aklı esas alıp içtihatta kıyasa başvurmaz.
İstishâb
İstishâb (Arapça: اﻹﺳﺘﺼﺤﺎب), bir İslam hukuku terimi.
İstishab kısaca; geçmişte sabit olan bir hükmün, sonradan değiştiği bilinmiyorsa ve/veya değiştiğine dair bir delil bulunmuyorsa, aynı kalmasına hükmetmektir. Örneğin, "tersi bir haber gelinceye kadar bir çiftin evliliklerinin devam ediyor kabul edilmesi gibi." Bu fer'i bir delildir.
Sözlükte, birini kendine yakın bulmak ve onun dostluğunu istemek gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise daha önce varlığı bilinen bir durumun aksine delil bulunmadıkça varlığını koruduğuna hükmetmek demektir.
İstishab, daha çok savaş, deprem, yangın gibi bir felaket sonrasında kayıp olan insanların kazanılmış haklarının korunmasını amaçlar. Ölüm haberi alınıncaya kadar o kimsenin mevcut hakları korunur. Ancak o esnada bu kişi, yeni haklar elde edemez.
Dumanlı kuvars
Dumanlı kuvars (İngilizce: "Smoky quartz" veya "Cairngorm", Almanca: "Rauchquarz") kahverengimsi bir makrokristalin kuvars çeşidi. Bir dağ kristali (necef taşı) türü olan dumanlı kuvars koyu duman renginde ve yarı şeffaftır. Çok koyu kahverengiden opak siyah renge kadar olan bir çeşidine morion denir.
Kimyasal formulü SiO'dir. Özgül ağırlığı 2.65, kırılma katsayısı (indeksi) 1.54-1.55, sertliği ise 7'dir. Dumanlı kuvars bir makrokristalin kuvars çeşididir. Diğer makrokristalin kuvarslardan bazıları: Ametist, Kedigözü, Sitrin, Dağ kristali ve Pembe kuvarstır.
Dumanlı kuvars binlerce yıldır süs, dekoratif ve dini nesnelerde değerli taş olarak kullanılmıştır. Dumanlı kuvarsın bağlı olduğu burçlar Oğlak ve Yay'dır. Eski zamanlardan beri dumanlı kuvarsın gerginliği giderdiği, korku, panik ve kızgınlığı olumlu duygulara, huzur ve neşeye değiştirdiğine inanılmıştır. Bazıları pankreas ve böbreklerin daha iyi çalışmasına ve zehirli maddelerin vücuttan atılmasına yardım ettiğine inanır.
Dumanlı Kuvars ve onun tam siyah türü olan MORİON dünyada en güzel ve bol miktarda Brezilya'da ve Türkiye'de çıkartılır. Türkiye'de Aydın ili, Koçarlı-Çine-Karacasu ilçelerinde dumanlı kuvars yatakları bulunmaktadır. Yaklaşık 30 yıldır Koçarlı ilçesine bağlı Mersinbeleni Köyü ve civar köyleri tarlalarında topladıkları dumanlı kuvars kristallerini satarak ek gelir elde etmektedirler.
Nestor Mahno
Nestor Mahno, (Ukraynaca: Нестор Іванович Махно, d. 7 Kasım 1888 – ö. 6 Temmuz 1934) Ekim Devrimi'nde Bolşevik çizgiyi kabul etmeyen Ukraynalı anarko-komünist devrimci.
Anarşist ilkeler ve değerleri gerçekleştirmek üzere giriştiği yoğun çaba Bolşeviklerin iktidarını pekiştirmesi ardından kesintiye uğramıştır. Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu isimli, anarşizm için önemli tartışmalar açan metnin yazarlarındandır. Ayrıca, Ukrayna'daki anarşist hareket Mahnovşçina'nın da fikir babasıdır.
7 Kasım 1888'de Ukrayna da Dinyeper Nehri ile Azak Denizi arasında bulunan Ekaterinoslav vilayetindeki gulyai polye de yoksul bir köylü ailesinden doğdu. Küçük yaşlarda çobanlık yaptı. 12 yaşında okulu ve ailesini terk etti. 1906 da Gulyai Polye de bir anarşist gruba katıldı. İki yıl sonra bölgedeki bir polis memuruna yönelik terörist saldırıya katıldığı için yargılandı. Mahkemenin idama mahkum etti fakat yaşının küçüklüğü nedeniyle cezası süresiz hapse çevrildi. Hapis yıllarında hücresini anarşist Peter Arşinov ile paylaştı. Arşinov ona özgürlükçü öğretinin ilkelerini öğretmekle birlikte Bakunin ve Kropotkine olan inancını geliştirmiştir.
1917 Şubat Devrimiyle hapishaneden serbest bırakılmıştır. Köyünde halkı örgütleyip komünler kurmuş ve kendisi de halkla bi |
rlikte çalışmıştır. Kısa süreliğine de olsa Ukrayna kırsallarında anarşizm yönetim sisteminin hüküm sürmesini sağlamıştır. Malatesta ile birçok defa mektuplaşmış, ona fikirler ve bilgiler verrmiştir. İsyancı çeteleriyle İspanya İç Savaşına örnek olmuştur. Kırımda çıkan olaylarda hapishanelerdeki anarşistlerin özgürlüğü karşılığında kızıl orduya yardım etmiştir. Kızıl Ordu verdiği sözü tutmamış ayrıca Mahno ve çetesini tehdit olarak görüp 26 kasım 1920 de Troçki'nin emriyle Mahno'nun Gulyai-Polye'deki karargahına saldırılmasını emretmiştir. Baskın sonucu Mahnonun adamları ele geçirilmiş yakalandıkları yerde mahkum edilmiş veya kurşuna dizilmişlerdir. Mahno ise baskından kurtulup Ukrayna da bir süre dolaştıktan sonra Dinyeper nehrinden Romanya'ya geçip sonunda Paris'e gelmiştir. Paris'te onu İspanyol anarşist Buenaventura Durruti karşıladı. Hayatı Paris'te veremden dolayı son bulmuştur. Mezarı ünlü Père Lachaise Mezarlığına defnedilmiştir.
Mahno'nun savaş teknikleri, pusuya ve sürpriz çıkışlara dayalı gerilla taktikleri için, Küba, İspanya ve Vietnam'da kullanılacak savaş yöntemlerine bir ön işarettir.
Tayyar Mehmed Paşa
Tayyar Mehmed Paşa (d.? Ladik - ö. 24 Aralık 1638, Bağdad), IV. Murad saltanatında 26 Ağustos 1638 - 24 Aralık 1638 tarihleri arasında 3 ay 28 gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Tayyar Mehmed Paşa, Osmanlı İmparatorluğu Sivas Eyaleti Amasya sancağına bağlı Ladik kasabasındandı. Babası Nasuh Paşa'nın kethüdası ve sonra Bağdad valisi olan ve bu görevde iken 1625'te öldürülen Vezir Mustafa Paşa'dır. Tayyar lakabını olasılıkla süratli askeri harekatlarından almıştır. Bu lakabın babasından gelmiş olduğu da bildirilmektedir.
Tayyar Mehmet Paşa iyi bir eğitimle yetiştikten sonra çeşitli sancakbeyliklerinde bulundu. 1620 Lehistan Seferi'nde yararlıklar gösterdi. 1621'de vezirlik rütbesi verildi ve Halep valisi oldu ve ardından sıra ile Sivas valisi, 1630'da 1.kez Diyarbakır valisi, 1631'de Anadolu beylerbeyi; 1632'de 2.kez Diyarbakır valisi görevlerine getirildi. İkinci kez Diyarbakır valiliği ile birlikte Musul mühafızlığı görevi de verilmişti.
IV. Murat'ın Bağdat Seferi sırasında sadrazam Bayram Paşa yolda vefat edince ruznameci İbrahim Efendi'nin tavsiyesi üzerine sultan tarafından orduya çağrıldı ve kendisine 27 Ağustos 1638 tarihinde sadrazamlık görevi verildi. Bağdad kuşatması 15-16 Kasım'da başladı ama Aralık sonlarına kadar şehrin düşmesi gecikti. Bundan sinirlenen IV. Murad sadrazama şidetli bir emir göndererek surlara yapılacak şiddetli genel hücumla kalenin biran evvel ele geçirilmesini istedi. 24 Aralıkta surlara bir genel hücum başlatıldı ve Sadrazam Tayyar Mehmed Paşa şahsen serdengeçtilerin başına geçerek kalenin en önemli birkaç burcunu bu birlikle eline geçirdi. Ancak bu arada elinde kılıcı ile öldürüldü. Kuşatmanın 40. gününde ağır kayıplara uğramış bulunan Safevî kale komutanı Bektaşhan, vire ile teslim oldu.
Tayyar Mehmed Paşa'nın mezarı, aynı şehirde savaşta ölen babası Mustafa Paşa'nın mezarı yanında, İmam-ı Azam Türbesi Mezarlığı'ndadır.
Sultan IV. Murad'ın onun savaşta ölmesine çok üzülmüş olduğunu gizleyememiş ve
Ah Tayyar, Bağdad kalesi gibi yüz kaleye değerdin..
diye hayıflandığı bildirilmiştir.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Akıllı, olgun ve cesurdu.
Kemankeş Kara Mustafa Paşa
Kemankeş Kara Mustafa Paşa (ö. Ocak 1644) IV. Murad saltanatının son yıllarında ve Osmanlı Padişahı İbrahim saltanatının ilk yıllarında, 23 Aralık 1638 - 31 Ocak 1644 tarihleri arasında beş yıl bir ay sekiz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavut asıllı olup Elbasan'lı veya Avlonya'lıydı. Devşirme olarak İstanbul'a getirildi. Yeniçeri Ocağı'na katıldı. Bu ocakta iken Ferhad Ağa'dan okçuluk dersleri aldı ve okçulukta büyük bir yetenek göstererek "Kemankeş" lakabı ile anılmaya başlandı. Bu ocakta çorbacılığa, kul kethüdalığına terfi ettirildi. Önce kul kethüdalığından azledildi ise de 1634'de Sekbanbaşı yapıldı.
IV. Murat'ın Revan Seferi'ne iştirak etti. Abaza Mehmet Paşa, af edildikten sonra padişaha intisab ettiği sırada Kara Mustafa Ağa'nın ehliyeti hakkında bazı sözler söylendiğini bilen IV. Murat ocakta temizlik yapmak istediğinde, Revan Seferi'ne başlarken Nisan l635'de Mustafa Ağa'yı Yeniçeri Ağası olarak tayin etmiş ve onun vasıtasıyla Yeniçeri Ocağı'nda istediği gibi temizliğin yapılmasını sağlamıştır.
Revan seferinden dönüşten sonra 17 Ekim 1635'de Kara Mustafa Ağa, Deli Hüseyin Paşa'nın yerine kaptan-ı derya görevine getirilmiştir. Burada da temizlik yapmıştır. Sultan Murat'ın Bağdat Seferi'ne başlamasından önce sadrâzam Bayram Paşa'nın padişahtan önce Anadolu'ya, geçmesi sırasında da kaptan-ı deryalık üzerinde kalmak üzere sadaret kaymakamı olmuştur. Kaptan-ı derya görevi yine üzerinde bulunduğu halde padişahla birlikte Bağdat seferine hareket etmiştir.
Sadrazam Bayram Paşa'nın Urfa civarında vefat etmesi ile sadaret görevi açılmıştır ve bu göreve en uygun kişinin Kemankeş Kara Mustafa olduğu bilinmekle beraber Silâhtar Mustafa Paşa ile Ruznameci İbrahim Efendi IV. Murat üzerinde etkili olarak sadrazamlık görevi Tayyar Mehmet Paşa'ya verilmiştir. Aralık 1638'de ise Tayyar Paşa'nın Bağdat kuşatması sırasında şehit olması üzerine Kemankeş Kara Mustafa Paşa vezir-i âzam yapılmıştır. Bağdat kalesinin düşmesi Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın sadrazamlık zamanında olmuştur. Padişahın İstabul'a dönüşünden sonra sadrazam arkada kalarak Mayıs 1639'da İranlılarla Kasr-ı Şirin Antlaşması'nı imzalamıştır. Aynı zamanda sınır kalelerini tamir ettirmiş, hudut işlerini düzeltmiş ve gerekli idari reformları tamamladıktan sonra İstanbul'a dönmüştür.
Kara Mustafa Paşa, IV. Murat altındaki sadaret döneminde Silahdar Mustafa Paşa ile Deli Hüseyin Paşa rekabeti ile karşılaşmıştır. Bu iki rakip Kara Mustafa Paşa'nın azledilerek ya Yemen valiliğine veya kadılık görevine getirilmesi için padişahı etkilemeye çalışmışlar ama başarılı olamamışlardır.
IV. Murat'ın ölümünden sonra Sultan İbrahim dönemi başlangıcında da Kemankes Kara Mustafa Paşa sadrazamlık görevine devam etmiştir. Bu sırada eski iki rakibinden intikam aldığı belgelidir. Silahdar Mustafa Paşa'yı önce Budin valiliğine tayin ettirmiş ve ardından idam edilmesine neden olmuştur. Deli Hüseyin Paşa'ya ise Özi valiliği verdirip onu İstanbul'dan uzaklaştırmıştır.
Bundan sonra çok kapsamlı askeri, idari ve mali reformlar uygulamaya girişmiştir. Askeri reform olarak kapıkulu askeri sayılarının azaltılması ile uğraşmış; sadareti zamanında yeniçeri mevcudu 17,000'e ve sipahi ocağı mevcudu da 12,000'e inmiştir. Donanma için ise her yıl 40 kadırga yapılması kanununu uygulamaya geçirmiştir.
Uyguladığı parasal ve mali reformlar gününde kabul edilen klasik ve Merkantalist ekonomi kurallarına göre başarılı olmuştur. Ama modern ekonomi bilimine göre Osmanlı ekonomisini geriye götürdüğünün kabul edilmesi gerekir. Modern ekonomi bilimi prensiplerine göre piyasalarda fiyatlar her ne kadar (monopoli yaratmadan) serbestçe tayin edilirlerse o ülkenin ekonomik refahı o kadar fazla artacağı beklenmektedir. Halbuki Kemankeş Kara Mustafa Paşa piyasalarda fiyatların antik Romalılardan kalma narh usulüne göre merkezi olarak idare edilmesini zorlamak hedefi almıştır. Böylece "narh meselesi" olarak gördüğü merkezi sabit fiyatlama için gereken kanunsal kuralları daha sıkı uygulanmasını başarı olarak görmüş ve narhlarda düzenlemeler yaparak alım-satım fiyatlarını denetleme altına almıştır. Hedefinin piyasada ucuzluk ve bolluk sağlamak olmasına rağmen, modern ekonomi bilimine göre bu sabit fiyatların sabitliğinin geçici olacağı ve çok geçmeden ortaya darlıklar çıkacağı aşikardır. Kendi anlayışına göre eşya ve hayvan satışlarını "normal şekle" sokmuştur. Bu uygulamayı müfettişler kullanmak suretiyle ve nizam ve kanuna aykırı hareket edenleri pek ağır cezalara çarptırmak suretiyle, ekonomi bilimi esaslarına aykırı olarak, zorlamaya çalışmıştır. Ekonomide sirküle eden sikkelerin ayarını değiştirmemeye kararlı olarak yeni ve tam ayarlı sikkeler kestirmiştir. Devletin en önemli harcamalarından olan kapıkulu ocaklarının maaşlarını her biri 80 "akçeye" eşit olan safi "riyal kuruş" üzerinden vermiş ve kesinlikle ne akça ne de riyal kuruş sikkelerinde bulunan maden alışımı karışım oranlarını değiştirmemiştir.
O maliye meselelerine gelince bunda paralı devlet işlemlerinde modern devlet maliyesine esas sağlayan hazine senetleri kullanılmasından ayrılarak eski ekonomi anlayışına uygun olarak tüm devlet işlemlerinin nakit ile yapılmasını sağlamıştır. Vergi tahsilinde de adaletli düzen sağlamak ve halka büyük acımasızlık yapılmasını önüne geçmek için tüm ülkeyi yeniden tahrir ettirmiştir. Bu suretle devlet bütçesinin gelir ve giderini dengeli hale sokmaya çalışmıştır. Bu reformları başında uzun zamandır ilk defa Osmanlı devleti bütçesi 6 bin kese "fazla gelir" sağlamıştır. Bu sağlanan fazla geliri iç hazineye koydurmak suretiyle harcama fırsatlarını atıl yapıp, battal edip hazineyi doldurmuştur. Bu kadar parayı piyasadan çekip, piyasalarda para darlığı ve bunun neticesinde eksik toplam talep yaratması ve bu paranın hiç ekonomiye katkısı olmadan atıl olarak hazinede saklanması ile modern ekonomi bilimi kurallarına göre büyük istihdam problemleri yaratması gayet aşikardır. Modern iktisat bilimi kurallarına uygun olarak bakılırsa, sonradan Sultan İbrahim'in hiç rasyonel olmayan saray harcamalar yapması ortaya çıkmasaydı, Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın "reformlar"ının Osmanlı ekonomisini büyük işsizliğe ve darlıklara sokması ihtimal dahilindeydi.
Bu dönemde de kendine rakip olan diğer devlet adamları ile uğraşmaya başlamıştır. Bunlar Sultan İbrahim'in silâhdarı olan "Yusuf Paşa" ile meşhur Cinci Hoca Hüseyin'dir. Kemankeş Kara Mustafa Paşa gerek bu iki rakibinin ve gerekse asabi ve rasyonel olmayan Sultan İbrahim'in her işe karışmasından dolayı iki defa vezir-i âzamlıktan istifa etmiştir ama bu istifalar kabul edilmemiştir.
Rakiplerini saf dışı bırakmak için bu sefer kapıkulu askerini isyana teşvik etmiştir. Bu isyan teşviki |
gerçeği Sultan İbrahim'e yetişince padişah Kemankeş Kara Mustafa Paşa'yı 31 Ocak 1644 sadrazamlıktan azletmiş ve idam edilmesini emretmiştir. İdam edildiğinde 50 yaşlarındaydı. İki padişah döneminde yaptığı sedareti 5 yıl 1 ay sürmüştür.
Cenazesi İstanbul'da Bayezid semtindeki Parmakkapı'da, Çarşıkapısı'nda 1641 yılında yaptırmış olduğu medresesi yanındaki türbesine gömülmüştür. Günümüzde hem türbesi ve hem de medresesi İstanbul'da 1950'lı yıllarda "imar" adıyla genişletilen yol dolayısıyla ortadan kaybolmuşlardır.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Yiğit, cesur, tedbirli, ummî idi
Uzunçarşılı şöyle değerlendirme yapmaktadır:
Yüksek himmetli, hamiyyetli ve faal bir vezir olduğunda tarihler müttefik gibidir. Bazı hasımlarını affetmemek gibi hataları felâketine sebep olmuştur.
Hadıselerin tetkiki neticesinde kendisine hasım olanlarla kendisine üstün gelecek olanları birer suretle İstanbul'da uzaklaştırdığı görülüyor.
Tarihsel belgelere göre Kemankeş Kara Mustafa Paşa, "Körkadı" diyecek kadar doğru sözlü, aynı zamanda asabi ve hırçın, işlerinde titiz olduğundan dolayı epey düşman peydah etmişti; kendisi okumak yazmak bilmediği için -lüzumu halinde pâdişâh tarafından huzura kabul âdeti olmadığından- pâdişâha gizli olarak arzedilecek şeyleri başka birisine yazdırmak suretiyle bunun duyulmasından sıkılır ve :
Ben bu makama lâyık değilim; bir kaht-i rical (adam kıtlığı) olduğu için beni tayin ettiler; zira sadaret makamının şartı okuyup yazmaktır, pâdişâh ile vezir arasında esrara müteallik nice umur vardır ki kâtibin ona vakıf olmaması icap eder"
derdi.
İstanbul'da Çarşıkapı'da bir medrese ve türbe yaptırmıştı. Ama günümüzde bu medrese ve türbe, meydan ve yol açılmak gereği ile hiç iz bırakılmadan yıkılıp yok edilmiştir. Galata'da Kurşunlu Mahzen'de bulunan kapalı kiliseyi camiye dönüştürtmüştür. Karagümrük ile Balat arasında bulunan "Salma-tomruk" semtinde yaptırdığı bir başka mescid de vardır.
Sivas ile Tokat arasında bulunan "Mehmed Paşa Hanı (Yenihan)"'nın onarlanmasını sağlamış ve bunun yanına cami ve hamam yaptırmıştır. Buraya 500 yeni göçmen getirip yerleştirek "Yenişehir" adı ile yeniden bir kadılık kurmuştur. Edirne'de Kösemihal Köprüsü'nü yeniden inşa ettirmiştir. Macaristan'da Eğri kalesinde büyük bir hamam, mektep ve baruthane yaptırmıştır. Çok sayıda çeşmeler yaptırmıştır. Üsküdar'da ve Pendik'te çeşmeler yaptırmıştır. Kıztaşı yakınındaki İskender Paşa Camii karşısındaki 1637 tarihli çeşme de hayır eserlerindendir. Mekke'ye Arafat'tan gelen suyu akıttıran da bu kişidir. Anadolu ve Rumeli'de yollar, köprüler yaptırmıştır. Hicaz'da Zerka kalesini yaptırıp buraya koyduğu muhafızlarla Harameyn fukarasına kendi vakfından maaş tahsis etmiştir.
Kendisinden sonra, vakfına kızı Fatma Hanım mütevelli olmuştur. Serezli Şeyhzâde Mehmed Abdurrahman Efendi, "Nahlistan-ı turab fî mehaşin-i arzu'l-arab" isimli Mısır tarihini Kemankeş Kara Mustafa Paşa adına yazmıştır.
Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın kardeşi Elbasanlı Mevlevi ve şair Sinecâk Munzevî Osman Dede (1640 veya 1645), Gülşen-i İrfan isminde hüsn-i ahlâk ve nasihatlardan bahseden 10 cüzlük bir eserini Mustafa Paşa'ya hediye etmiştir. Kara Mustafa Paşa, kardeşini görmek istemişse de Munzevi Osman Dede kabul etmemiştir.
Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, "Zafer-nâme" ismindeki tarihî risalesini Kemankeş Kara Mustafa Paşa'ya ithaf etmiş ise de sonradan yazdığı tarih eserinde Mustafa Paşa'yı yermiştir. Yine Kara Mustafa Paşa'yı yakından tanıyan Kâtip Çelebi ile şair Vecihi onu övmüşlerdir.
Muhteşem Yüzyıl Kösem adlı tarihi-Türk dizisinde İsmail Demirci tarafından canlandırılmaktadır.
Sultanzade Mehmed Paşa
Sultanzade Civankapıcıbaşı Mehmed Paşa (d. 1603 - ö. Temmuz 1646) Osmanlı Padişahı Sultan İbrahim saltanatında 31 Ocak 1644 - 17 Aralık 1645 tarihleri arasında bir yıl on ay on yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Sultanzade Civankapıcıbaşı Mehmed Paşa yaklaşık 1603 tarihinde doğmuştur. Babası Damat Rüstem Paşa'nın torunlarından olan Abdurrahman Bey'di. Annesi Ayşe Hanım Sultan Cığalzade Sinan Paşa'nın kızıydı. Babasının Osmanlı hanedanına yakın bağlantısı nedeni ile "Sultanzade" lakabı ile anılmıştır. Sarayda Enderun'da eğitim gördükten sonra genç yaşta iken Sultan II. Osman'ın Lehistan seferi sırasında kapıcıbaşı olup saraydan çıkmıştır. Bu nedenle "Civankapıcıbaşı" adıyla şöhret yapmıştır.
1630'da kubbe veziri oldu. Fakat Ekim 1633'de sefer hazırlıkları sırasında ihmali görüldüğünden Rodos'a sürgüne gönderildi. Sonra afedildi ve 1637'de Mısır valisi olarak görevlendirildi. Orada üç yıl kaldıktan sonra Osmanlı Padişahı İbrahim döneminde İstanbul’a döndü ve yine kubbe veziri oldu. 1641 yılında Özi bölgesi valisi olarak atandı. Burada Azak Kalesi alınması serdarlığı görevi de kendine verildi. Bir süreli savaş sonrası kaleyi almayı başarmıştır. 1643 yılında İstanbul'a döndüğünde kendisini sadrazamlığına rakip gören sadrazam Kara Mustafa Paşa tarafından İstanbul'dan uzaklaştırmak için Şam valisi görevi verildi.
Aynı yıl Sadrazam Kara Mustafa Paşa'nın azledilip idam edilmesinden sonra 16 Ocak 1644'de sadrazam olarak görevlendirildi ve mühr-ü humayun Şam'a gönderildi. Şam'dan dönüşü uzun sürüp göreve Mart 1644'de başladı. Sadrazamlık döneminde Cinci Hoca'nın Sultan İbrahim'e en çok etkili olduğu döneme rastladı. Sultanzade Mehmed Paşa'da kendinden önce gelen Kara Mustafa Paşa gibi azledilip idam edilmemek için Sultan İbrahim'e dalkavukluk yapmayı tercih etmiş ve Cinci Hoca'nın Sultan'a olan etkisini olduğu gibi kabul etmişti. Sultanzade Mehmed Paşa'nın dalkavuk tutumu Sultan İbrahim tarafından bile hissedildiği bildirilmektedir.
Naima Tarihi bu tutumlarını göstermek için şu geçrek olayları anlatmaktadır:
Sultan İbrahim bir gün sadrazama dönüp "Lalam Mustafa Paşa bazen bana itiraz ederdi ve bu iş doğru değildir derdi. Senden hiç böyle bir söz işitmedim. Bunun sebebi nedir?" demiş.
Buna Sultanzade Mehmet Paşa'nın cevabı şöyle olmuştur: "Siz yeryüzünün halifesi ve Allah'ın dünyada gölgesisiniz. Kalbinize sunuh eden şeyler ilham-ı rabbanidir. Sözle ve fiil ile sizden hata olmaz ki itiraza mahal ola. Görünüşte muvaffik değil gibi görünen işlerin altında bir hikmet vardır. O bize malum değildir."
Bundan sonra kendisinin delice hareketlerine karşı itiraz edenlere Sultan İbrahim:"Benden hata şudur etmez. Öyle görünse de altında bir hikmet vardır. Bana lalam söyledi. Siz bilmemezsiniz." dermiş.
Bir gün ecdadının Medine'ye gönderdiği mücevherlerin geri getirilmesini isteyen Sultan İbrahim sadrazama şöyle başlayan bir hatt-ı humayun göndermiştir:
Bre mütevelli yapılı kodos. Bre karpuz kıyafetli pezevenk
Sultanzade Mehmet Paşa 1644 günü divan-ı hümayun toplantısına başkanlık etmekte iken hiç beklemediği bir anda kendisinden mühr-ü hümayun geri alındı. Sadrazamlıkta 20 ay kadar kalmıştı. Önce sadrazamlık Hanya fatihi eski kaptan-i derya Silahdar Yusuf Paşa'ya verilmek istendi. Ama Silahdar Yusuf Paşa sadrazamlık görevini üzerine almaktan sultanin tum israrina rağmen çekindi. Bunun üzerine divan toplantısinda bulunan defterdar Nevesinli Salih Paşa'ya onu arzodasına davet eden bir haber gönderildi. O buna uyarak arz odasına geldiğine kendisine mühr-ü humayun verilerek sadrazam görevine getirildi.
Sultanzade Mehmet Paşa'ya Girit serdarlığı görevi verilip birkaç sancak da kendine arpalık olarak verildi. Sultanzade Girit'e donanma ve kaptan-i derya Kara Musa Paşa eşliğinde gōtürüldü. Girit'e vardığında hasta oldu. Temmuz 1646'da orada iken vefat etti. Öldüğünde yaşı 50'ye yaklaşmıştı.
Cenazesi Girit'den Üsküdar'a nakledilerek Hudâi Tekkesi yakında annesi Ayşe Hanım Sultan mezarının yanına defnedildi. Yaşı 50'ye yaklaşmıştı.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirmektedir:
sıcak kanlı, yumuşak huylu ve güler yüzlüydü
Buna karşılık Uzunçarşılı Sultanzade Mehmet Paşa'ye karşı çok serttir:
Zevk ve sefaya meclub, riyakar, karektersiz bir vezirdi. Sultan İbrahim'i çılgınca harekete teşvik (etmekte idi). Her hafta padişaha ağır hediyeler takdimini adet haline getirmişti. Kendi verdiklerini çıkarmak üzere memuriyete tayinlerinden lüzumundan fazla caizeler alır(dı). Bunları az zamanda azleder yenilerini tayin ederdi.
Günümuz Osmanlilar Ansiklopedisi ise onu şöyle değerlendirir:
Zevk ve sefaya düşkün olan Mehmet Paşa'nın riyakar, kıskanç ve şahsiyeti oturmamış bir kişi olduğu kaydedilmektedir.
Nevesinli Salih Paşa
Nevesinli Salih Paşa (d. 1607, Nevesin, Bosna - ö. 17 Eylül 1647, İstanbul) Osmanlı Padişahı İbrahim saltanatında 17 Aralık 1645 - 16 Eylül 1647 tarihleri arasında bir yıl dokuz ay sadrazamlik yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Hersek sancağına bağlı Nevesin'lidir. Boşnak asıllıdır. Önce defterdar Niğdeli Mustafa Ağa'ya intisap etmiştir. Sicill-i Osmani ise onun Niğdeli Mustafa Paşa'nın oğlu olduğunu bildirir. Defterdar Mustafa Ağa'nın ölümünden sonra Ruznameci İbrahim Ağa'ya intisap edip maliye mesleğinde yetişmiştir. Sırasıyla baş-muhasebeci, cizye
muhasebecisi, matbah emini, defter emini, tersaney-i hümayun emini ve kapıcılar kethüdası; 1643'de ikinci imrahor; Haziran 1644'de Yeniçeri Ağası olmuştur. 1644'de vezirlik rütbesi verilerek başdefterdar görevine geçmiştir.
17 Aralık 1645'de Sultanzade Mehmed Paşa sadrazamlıktan azledildikten sonra sadrazam olmuştur.
Bu dönemin başında Girit savaşında Hanya kalesinin fethedildiği haberi geldi ve bunun için Haliç'te ve Galata'da günlerce donanma ve şenlik düzenlendi. Sultan İbrahim Hanya fatihi Yusuf Paşa'ya kendisine özel hediyeler getirmediği için sinirlenmişti. Şubat 1646'da Sultan Yusuf Paşa'yı huzuruna çağırarak hemen Girit'e gitmesini emretti. Yusuf Paşa hazırlıksız olması ve mevsimin uygun olmaması dolayısı ile bunun imkânsız olduğu cevabını verince Sultan'ın sinirleri daha da depreşti. Yusuf Paşa'ya bu kaleyi fethinden sonra kale savunucularını serbest bırakması nedeniyle serzenişte bulundu. Yusuf Paşa buna gayet dik yanıt verince Sadrazam Salih Paşa'nın onun hayatını bağışlaması için yalvarmalarına rağmen Sultan, Yusuf Paşa'yı boğdurup katlettirdi. Deli |
Hüseyin Paşa Girit serdarlığına atandı.
Bundan sonra Sultan İbrahim ruhsal bunalımlar içine girdi. Fakat iki yaşında olan kızını Fazlı Paşa ile evlendirerek büyük bir düğün eğlentisi yaptı. Sadrazam Salih Paşa sağdıç oldu. Hazırlanan büyük nahılların Eski Saraya gidişi için yolların genişletilmesi ve diğer düğü ve eğlence hazırlıkları büyük masraflara yapıldı. Sadrazam 50 bohça giysi, çeyiz yüklü hayvan katarları, şekerden yapılma maket ve ağaçlar için yapılan masraflar için 50 bin kuruş harcadı.
Sultan İbrahim şehrin çeşitli semtlerinde bulunan şeyhler, imamlar ve üfürükçülerden sağlık ummaktaydı ve onları ziyaret eder olmuştu. İstanbul'da araba ile dolaşıp Sultan'ın yolunu geciktirmeyi yasakladı ve bunu uygulaması için Sadrazam Salih Paşa'ya kati emir verdi. Sultan, 17 Eylül 1647'de Davutpaşa'da bulunan bir üfürükçüye gitmekte iken Etyemez'de önüne bir araba çıktı. Bu durum, araba yasağına dair verdiği emrin yerine getirilmemesinden dolayı Sultan İbrahim'i çok öfkelendirdi. Sadrazam Salih Paşa'yı ikindi divan toplantısında önüne getirtti. Görmek istediği üfürükçü imamın evinin önünde onu kuyu ipi ile boğdurttu. Bazı tarihçiler bu idama asıl nedenin o yılki savaşlarda olan başarısızlık ve sadrazam aleyhtarlarının devamlı aksi telkinlerine bağlarlar. Bir yıl dokuz ay sadrazamlık yapmıştı ve yaşı 40'a varmamıştı.
Kara Musa Paşa
Kara Musa Paşa, (ö. 1649. İstanbul) İbrahim saltanatında 16 Eylül 1647 - 21 Eylül 1647 tarihleri arasında beş gün sadrazam unvanını taşımış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Rum asıllı bir devşirme olduğu bildirilir. Enderun'da eğitilmiştir. IV. Murat'ın muhasipliği ve silahdarlığı görevlerinde bulundu.
Sultan İbrahim döneminde Müsahibe Şekerpare Hatun ile nikahlandı. Kapıcıbaşı görevine getirildi. 1640'da tersane emini; sonra sipahiler ağası; şehremini; kapıcıbaşı; bölük ağası; 1645'de Yeniçeri Ağası oldu. Aralık 1645'de vezir rütbesi verilerek başdefterdar görevine tayin edildi.
Kaptan-ı derya Koca Musa Paşa Eğriboz önünde Venediklilere karşı yaptığı deniz savaşında şehit olduktan sonra Ocak 1647'de kaptan-ı derya olarak tayin edildi. Fakat donanma ile yaptığı Akdeniz seferinde Kandiye kalesi kuşatmasını geciktirdiği ve herhangi bir başarı göstermediği nedeni ile bu görevden azledildi. Eşi Şekerpare Hatun Saray'da Sultan İbrahim üzerinde olan nüfuzunu kullanarak Kara Musa Paşa'nın cezalandırılmasını önledi.
Kaptan-ı deryalık azlinden hemen sonra Girit'ten dönmekte iken 16 Eylül 1647'de sadrazam Nevesinli Salih Paşa'nın idamı edildi. Onun yerine İstanbul'a gelmekte olan Kara Musa Paşa sadrazam tayin edildi. Bu haber istanbul'a dönmekte olan donanmaya acele bildirildi. Sadaret mührü ise kapıcılar kethudası tarafından donanmaya deniz yolu ile gönderildi. Kara Musa Paşa İstanbul'da beklenirken Hezarpare Ahmed Paşa sedaret kaymakamlığı yapmaktaydı. Hazerpare Ahmet Paşa Sultan İbrahim'e tesir ederek Kara Musa Paşa'nın, tayininden 5 gün sonra, sadaret haberini almış ancak mührü henüz alamamış iken, 21 Eylül 1647 günü gıyaben azledilmesini sağladı. Sadrazamlık görevi Hezarpare Ahmed Paşa'ya asaleten verildi.
İstanbul'a sadrazam olduğu haberini öğrenmiş olarak dönmekle beraber mühr-ü hümayunu eline geçirmediği için Kara Musa Paşa birçok sadrazam listesinde bulunmamaktadır.
İstanbul'a eriştiğinde, sedaret makamına oturamadan, ikinci vezir olarak görevlendirildi. Aralık 1647'de Bağdad valiliğine gönderildi. Ocak 1649'da azledilerek İstanbul'a döndü. Yetişkin olmayan IV. Mehmet'in naibi Kösem Sultan, onun danışmanları ve sadrazam kararı ile 1649'da idam edildi.
Sicill-i Osmani onu
diyerek değerlendirmektedir.
Osmanlılar Ansiklopedisi şunları bildirir:
Cundiler ocağından yetiştiğinden gayet iyi bir silahşor ve ünlü bir pehlivandı. IV. Murad'ın mahir bir silahşor olarak yetişmesinde büyük tesiri olmuş; kendisiyle sık sık gürese tutuşarak IV. Murad'ı eğitmiştir.
Bahçeburun, Milas
Bahçeburun, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Mahallenin adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur.
Atahuru olarak bilinen bölgesi olduğu bilinmektedir.Aşağıköy,Atahuru ve Bahçeburun yukarı kısımlar olarak geçmekte olup, köy son zamanlarda başka illerden göç almaktadır.
Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.
Bahçeburun mahallesinde diğer köylerde olduğu gibi düğün ve mevlitlerde keşkek,ekşili köfte,makarna,pilav,yaprak sarma,kakaolu helva ve kabak tatlısı gibi yemekleri verilmiktedir.
Muğla iline 77 km, Milas ilçesine 8 km uzaklıktadır.Mahallenin içinden Sarıkaya, Çomakdağ Kızılağaç ,Ketendere,Çınar gibi köylere ulaşmak mümkündür.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
İklim seracılığa elverişli olup yılda 2-3ürün alınabilmektedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağıYoktur (sağlık evi Vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır.
Kultak, Milas
Kultak, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Kultak mahallesi Milas'ın 60 km. güneydoğusunda Ören beldesine bağlı bir yerleşim yeridir. 1965 yılına kadar Muğla merkeze bağlı bir köy iken, köy yolunun Ören'den gelmesinden dolayı Milas'a bağlanmıştır. Çok eski bir köy olduğu merkezinde bulunan kavak ağaçlarının ve mezarlıkların çokluğundan ve eski tarihi kalıntılardan anlaşılmaktadır. Kultak ismi ansiklopedilerde ibadet edilen yüksek yer,tepe olarak belirtilmektedir. Tarım, halıcılık, madencilik,hayvancılık ve fazla yaygın olmasa da arıcılık geçim kaynaklarıdır. Ayrıca son yıllarda zeytincilik giderek önem kazanmaktadır. Kultak mahallesinde sağlık evi, cami, ilköğretim okulu, telefon santralı, içmesuyu, bunlarla ilgilenen devlet görevlileri mevcuttur. Son yıllarda Ören'den Muğla'ya dolmuş işlediğinden ve köy Bodrum-Akyaka-Marmaris arası sahil yolunun üzerinde olduğundan, doğal güzelliği ile ün salan Sedir Adası'nın, Akbük Koyu'nun yolu üzerinde doğal güzellikleri ile turizme hitap edecek özellikleri bulunan bir yer haline gelmiştir. Milas ilçe merkezine uzaklığı 60 km., Muğla ile merkezine olan uzaklığı 50 km.dir.
KULTAK mahallesi ayrıca GÖKOVA KÖRFEZİ ÖZEL KORUMA ÇEVRE KORUMA BÖLGESİ sınırları içerisinde olup; 1. ve 3. derece doğal sit alanı ilan edilmiş olmasına rağmen, mahallede hala açık işletme usulü kömür çıkartılmaktadır
Kultak Köyü; 37.040928 Enlem - 28.043976 Boylam koordinatları arasında yer alır.
Mahallenin adının tam olarak nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur.Köy eski bir yerleşim alanının üzerine daha sonradan gelen yörüklerle kurulmuştur.İlk önce Zeytinköy'ün bir mahalllesi iken 1960'dan sonra köy kimliğine kavuşmuştur.
Mahallenin gelenek,görenek ve adetleri fazla yoktur.Ancak düğünler 3 gün sürer.İlk önce kına gecesi vardır.Ertesi gün misafirler ağırlanır takılar takılır.Üçüncü gün ise davul ve zurna ile damat tarafı gelini almaya gelir.Eğer bir erkek askere gidecekse ona mevlit okunur ve ne zaman yola çıkacaksa köy insanları toplanıp onu uğurlarlar.Burada gence herkes gönlünden ne koparsa bir miktar para verilir.Bu gence biraz olsun harçlanmasını sağlar.Bayramlarda çevre şehirlerde çalışan insanlar gelir bayram namazını kılar,bayramlaşmaya başlanır.İlk önce mahallenin yaşlı ve hastaları ziyaret edilir.
Muğla iline 50 km, Milas ilçesine 60 km uzaklıktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.Yaz sıcaklığı güneş ışınlarının düşme açısına, kuraklık ise alçalıcı hava hareketlerine bağlıdır. En sıcak ay ortalaması 28-30 °C, en soğuk ay ortalaması 8-10 °C dir. Yıllık sıcaklık ortalaması 18 °C dir. Kar yağışı ve don olayı çok ender görülür. En fazla yağış kışın, en az yağış yazın düşer. Kışın görülen yağışlar cephesel kökenlidir. Cephesel yağışlar en fazla bu ikimde görülür. Yıllık yağış miktarı yükseltiye göre değişir. Ortalama 600–1000 mm arasındadır. Yağış rejimi düzensizdir.
Bitki örtüsü maki'dir. Maki yaz kuraklığına dayanabilen; mersin, defne, kocayemiş, zeytin, zakkum, keçiboynuzu gibi kısa bodur ağaççıklardan meydana gelen bir bitki topluluğudur. bitki örtüsüde fazladır.
TÜİK (Türkiye istatistik enstitüsü kurumu)nun 2010 yılında yapmış olduğu adrese dayalı nüfus verilerine göre mahalle nüfusu 392 dir.ERKEK=196
KADIN=196
TÜİK (Türkiye istatistik enstitüsü kurumu)nun 2007 yılında yapmış olduğu adrese dayalı nüfus verilerine göre mahalle nüfusu 386 dır.ERKEK=196 KADIN=190 olarak belirlenmiştir.
TÜİK (Türkiye istatistik enstitüsü kurumu)nun 2008 yılında yapmış olduğu adrese dayalı nüfus verilerine göre mahalle nüfusu 367 dır.ERKEK=186 KADIN=181 olarak belirlenmiştir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi vardır. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. ayrıca ADSL bağlantisı mevcuttur.
Hezarpare Ahmed Paşa
Hezarpare Ahmed Paşa veya ölümünden önceki ismi Tezkereci Ahmed Paşa Osmanlı Padişahı İbrahim saltanatında 21 Eylül 1647 - 7 Ağustos 1648 tarihleri arasında on ay on altı gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Kapıkulu süvarilerindan birinin oğludur. İstanbul'da Tavşantaşı semtinde doğmuştur.
Eğitiminden sonra katiplikle maliye hizmetine girmiştir. Yazısı işlek ve güzel olduğu için katiplikte ilerleyerek Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya tezkereci olmuştur. Hayatında sağ olduğu yıllarda bu işi nedeniyle "Tezkereci Ahmet Paşa" olarak anılmıştır. Sonra mevkukatçı defteremini olmuştur. 1646'da sipahi bölüğü ağalığı verilmiştir. Fakat Divan-ı Humayun'daki işine gittiği ikinci gün Osmanlı Padişahı İbrahim'in gözünü çekmiştir. Ekim 1646'da defterdar olmuştur.
1647'de Sultan İbrahim'in şehir dolaşımları sırasında bir ot arabasının yolu kesmesinden gazabe gelmesi sonucu Sultan sadrazaman olan Nevesinli Salih Paşa'yı orada buluna |
n bir imamın evindeki kuyu ipi ile idam ettirdi. Sadrazamlık için mühr-ü humayun Girit'te seferde bulunan Kaptan-ı Derya Kara Musa Paşa'ya verilmesi kararlaştırıldı. O istanbul'a gelinceye kadar o zaman defterdar olan Tezkereci Ahmet Paşa'ya İstanbul sedaret kaymakamı görevi verildi. Mühr-ü hümayun Girit'e bulunan kaptan-ı deryaya deniz yolu ile gönderildi. Ancak 5 gün sonra Kara Musa Paşa, sadarete tayininin haberini almış ama mühr-ü humayun daha Girit'e varmamış iken, 21 Eylül 1647 günü kuşatma altında bulunan Kandiye kalesi önünde şehit düştü. Bu ölüm üzerine mühr-ü humayunu Girit'e götürmekte olan gemiler geri çevrilerek mühür İstanbul'a geri getirildi. Sadrazam kaymakamlığı yapmakta olan Tezkerci Ahmed Paşa asaleten sadrazamlığa atandı. Aynı zamanda Tezkerci Ahmed Paşa'nin sultanın henüz iki yaşında olan kızı Beyhan Sultan ile evlilik namzetliği yapılıp yeni sadrazama saraya "damat" olma şerefi verildi.
Sadrazam olarak Tezkerci Ahmed Paşa'nin ilk icraatı eyalet valilerinden ve sancak beylerinden devlete yeni varidat sağlamak için yeni ek vergiler toplamaları için ferman gondermek oldu. Sivas Valisi olan Varvar Ali Paşa istenilen ek verginin yoksul halktan toplanamayacağını İstanbul'a bildirdi. Aynı sıralarda Sivas'da bulunan İbşir Paşa'nın nikahında bulunan namuslu karısının güzelliğini duyan Sultan İbrahim Sivas valisine bu namuslu kadını İstanbul'a göndermesi için bir emir de göndermişti. Bunları kötü yönetime çok önemli işaretler olarak gördüğünü ilan eden Vardar Ali Paşa Sivas'da merkezi hükümete karşı ayaklandı ve devlet tarafından Celali olarak kabul edildi. Onu tenkil için üzerine gönderilen askeri güçlere serdar olarak da İbșir Paşa görevlendirildi.
Sedareti sırasında Sultan İbrahim'in kadınlara düşkünlüğü daha da artmıştı. Paraya çok düşkün olan cariyeler dolayısiyla saray, büyük savruk harcamalar yapmaya devam etmekte idi. Askere ulufe vermek çok güç hale gelmişti. İlmiye ve ordu rütbeleri alınması ve yeni tayinleri için yapılan ödemeler çok büyük meblağlara varmıştı. İstanbul dışındaki eyalet valileri ve taşra ayanları İstanbul'a durmadan hediye ve rüşvet akıtır oldular. Sultan İbrahim sarayına aldığı cariyelerden bıkınca onları saraydan çıkma cariye olarak vezirler, beylerbeylerine nikahlatıp onlardan hediyeler ve paralar almaktaydı. Saraydan çıkma cariyelerle evlenen ileri gelenler de rüşvetsiz iş yapmaz olmuşlardı. Sadrazamın kardeşi olan İbrahim Ağa'nın sadrazama rüşvet aracısı olduğu İstanbul'da çok yaygın olarak bilinmekteydi. İbrahim Ağa'nın sarayla ilişkisini ise karısı Hubayar Kadın yürütmekteydi.
Girit'te savaş devam etmekteydi. Nisan 1648'de Vendikliler Çanakkale Boğazı önüne 60 kadar gemiden oluşan bir filo göndererek Boğazı Osmanlı gemilerine kapattılar. Çoğunluğu Hollandalılar ve İngilizlerden kira ile tutulan ve onlar tarafından çalıştırılan gemilerden oluşan, Venedik amirali Giacomo Riva komutası altındaki bu filo kış mevsimi 13 gemiye indirildi; 1649 ilkbaharında yeniden takviye alarak 19 gemiye çıkartıldı.
İstanbul'da Sultan İbrahim'in savruk haracamalarını karşılamak için Sadrazam zenginlerin mallarını müsadere etmeye koyuldu. Tezkereci Ahmet Paşa'nın kethüdası Arnavut Ahmed, tezkerecisi Sanizade Mehmet Efendi, çavuşbaşısı Durak, selamağası Sarı Mustafa İstanbul zengin esnafı arasında ek vergi geliri toplamak için terör havası estirmekle tanınmaktaydılar. Müsadere edilen mallardan sadrazamın pay aldığı bilinmekte idi ve onun Anadoluhisarı, İncirli, İstanbul'da yaptırdığı yeni konaklar ve Küçükçekmece'de yaptırdığı yeni köşk bu gelirlerden finanse edilmiş idi.
Tezkereci Ahmet Paşa yalancılıkla meşhurdu. Bosna'nın kilidi mevkinde bulunan gayet müstahkem "Kilis" kalesi Venedikliler eline geçtiğinde bunun haberini Sultan'a verirken Venediklilerin eline geçen mevkinin alelade bir kilise olduğu yalanını gayet ciddi olarak söylemiş ve Sultan'ı böylece kandırmış olduğu hakkında anlatılanlardandır.
Sultan İbrahim'in son bir yeni tutkusu samur kürkü ve amber oldu. Eyalet valilerine yazılan fermanlarla onlardan samur ve amber göndermeleri emredildi. İstanbul'daki zenginlerin kethüdalarından zorla samur ve amber bedelleri alınmaya başlandı. Harem odaları duvarları birer ikişer samurla kaplanmaya başlandı. Örneğin Sultan İbrahim bir gece ani kararla 8. hasekisinin dairesini samurla kaplama kararı aldı. Sadrazam gece yarısı Bedesten'i zorla açtırdı ve dükkân ve mahzenlerde bulunan samur kürkleri ve ipekli kumaşlar toplatıldı ve saraya gönderildi. Ama yeniden döşenilen daireyi Sultan beğenmedi; Başdefterdarı azletti ve kız kardeşinin mallarına el koydu. Samur ve amber vergisi devlet ricali, yüksek ulema ve sonunda ocak ağalarına da teşmil edildi. Girit seferinden yeni dönen Yeniçeri Ocağı kethudası Kara Murad Ağa kendisinden samur ve amber vergisi istemeye gelen memuru Ben Girit'den geldim. İnce perdaht barut ve yağlı kurşundan gayri nesnem yoktur. Samur ve amberin adını biz elden işitiriz, görmemişiz!diye kovması hikâyesi İstanbul'a yayıldı. Bu vergilere karşı tepkiye bir büyük odak oldu.
Sultan İbrahim savruk harcamaları tamamen mücevher işli yeni bir saltanat kayığı yaptırması isteği ile daha da arttı. Bunun için esnaftan, ulemadan, ocak ağalarından ve devlet ricalinden ek vergiler istenildi ve buna muhalefet edecek olanların cezalandırılacakları duyuruldu. Valide Kösem Sultan, bunun bir patlamaya yol açacabileceğine dair Sultan İbrahim'i uyarmak istemesi dolayısıyla saraydan atılarak İskender Bahçesi'ne sürgün edildi. Sadrazam Tezkereci Ahmet Paşa ise kendi savruk haracamalarına devam etmekte ve oğlunun düğünü için yaptığı eğlentiler ve ve harcamalar hakkındaki haberler şehirde herkese yayılmakta idi.
7 Ağustos 1648'de ulema Fatih'de ve (başlarında yeniçeri ağası) kapıkulu ocakları ağaları Etmeydanında Orta Camii'de toplandılar. Sultan İbrahim'in sefahatine ve koyduğu samur ve amber vergisine karşı olarak bir ayaklanma üzerinde anlaştılar. Sabahleyin silahlanmış kapıkulu askerleri Fatih Camii avlusuna geldiler. Bunu haber alan sadrazam Tezkerci Ahmet Paşa korkup saklandı. O zaman başdefterdar olan Sofu Mehmed Paşa Fatih Camii'ine çağrıldı ve burada isyancıların liderleri olan ocak ağaları ve ulema liderleri tarafından geniş tecrübesi nedeniyle kendisinin sedarete getirildiği ilan edildi.
O zamana kadar sadrazam olan Tezkereci Ahmet Paşa saklandığı için kendisinden mühr-ü humayun alınamamıştı. O akşam geç saatlerde Tezkereci Ahmet Paşa saklandığı konağında yakalandı. Konağı yağmalandı. Eski sadrazam, Fatih Camii'ne isyancı kapıkulu askeri komutanları; ulema liderleri ile olarak bunlarin veziriazam seçtikleri ve sarayın da bunu teyit ettiği Sofu Mehmed Paşa önüne getirildi. Orada Cellat Kara Ali tarafından boğularak idam edildi. Öldürüldüğü yaşının 50'yi geçtiği bildirilir.
Cesedi bir beygire bağlanıp Atmeydanı'na çınar altına atıldı. Bu çınar ağaci altına atılmış cesedi yeniçeriler tarafından parça parça edildi. Tarihçilerce bu tarihten itibaren, sağlığında "Tezkereci Ahmed Paşa" ismi kullanılmış iken, bu tarihten sonra Farsça "bin parça" anlamına gelen "Hezarpare" lakabıyla anılmıştır. Bir rivayete göre de, öldürüldükten sonra, çok şişman bir kimse olan sadrazamın yağları "Şehm-i ademi vecai mefaşika deva (mafsal ağrılarına iyi gelmektedir)" reklamıyla parça parça edilip, cahil ahaliye para karşılığı satılmıştır. Bu olaydan sonra kendisine " bin parça" anlamına gelen "Hezarpare" lakabı takılmıştır.
Modern tarihçi Uzunçarşılı onu şöyle değerlendirmektedir:
Kendisi ehliyetli bir vezir idiyse de şedit ve mühevvir ve aynı zamanda çok haris idi... Kalleşlik ve yalancılıkla da meşhurdur. Talakat-ı lisanı sebebiyle aleyhdarlarını ilzam ederdi.
Modern tarihçi Abdulkadir Özcan'ın TDV İslam Ansiklopedisi'nde değerlendirmesi şöyledir:
Kaynaklarda akıllı, ikna edici, fakat çabuk öfkelenen, meşveret ve nasihate önem vermeyen, sert mizaçlı, hırslı ve gaddar bir kişi olarak tanıtılır.
Kara Murad Paşa
Kara Dev Murad Paşa (d. 1611 - ö. 19 Ağustos 1655) IV. Mehmed saltanatında 21 Mayıs 1649 - 5 Ağustos 1650 ve 11 Mayıs 1655 - 19 Ağustos 1655 tarihleri arasında iki kez, toplam bir yıl, beş ay, yirmi dört gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavut asıllıdır. Devşirme olup I. Ahmed döneminde (1603-1611) yeniçeri ocağına alınmıştır. 1644'de'de kul kethüdası olmuştur. Bir grup yeniçeri ile yeniçeri ağasına vekaleten Girit'e göndermiştir. Burada Venediklilerle çarpışmalara katılıp bazı kallelrin alınmasında (özellikle Hanya) kahramanlık gösterip mühim rol oynamıştır. Bu nedenle 1645'de sekbanbaşı görevlerine yükselmiştir. Deli Hüseyin Paşa Girit serdarı iken bir dönem Hanya muhafızlığı görevi de verilmiştir. Sekbanbaşı iken yeniçeri ocağı işlerine çok karışması ile İstanbul'a dönünce azledilmiştir.
İstanbul'a döndüğünde Sultan I. İbrahim samur ve amber satın almak için özel samur vergisi ve amber vergisi toplatmaya başlamıştı. Bu vergileri vermek istemeyen Kara Murat Ağa kendisinden bu vergileri almaya gelen görevlileri
"Ben Girit'ten geldim. İnce perdaht barut ile yağlı kurşundan gayri nesnem yoktur. Samur ve amberin adını biz ilden ışıtırız, görmemişsiz"
diyerek kovduğu bildirilir. Bu olay İstanbul içinde yaygınca duyulmuş ve Sultan İbrahim'in hal edilmesine başlangıç olan 7 Ağustos 1648'de oraya çıkan yeniçeri ve ulema isyanı içinde Kara Murad Ağa önemli rol oynamıştır.
Çocuk yaşta IV. Mehmed tahta geçirildikten sonra, Aralık 1648'de Kara Murad Ağa Yeniçeri Ağası olmuştur. Bir müddet sonra sadrazam Sofu Mehmet Paşa ile Kara Murad Ağa'nın arası bozulmuştur. O yıl donanmanın Venediklilere mağlup olmasının kusuru sadrazama bağlandığı için Sofu Mehmet Paşa sadrazamlıktan azledilmiş ve kendisine vezirlik verilen Kara Murad Paşa 21 Mayıs 1648'de sadrazam olmuştur.
Kara Murad Paşa o dönemde çok sorunlarla dolu olan devletin içişleri ve dışişleri idaresini yürütecek eğitimde ve tecrübede değildi. Sadrazamlığının başlangıç döneminde devlet işlerini diğer ocak ağalarıyla ve kendi menfaatleri için çalışan diğer devlet ricali ile birlikte yürütmek zorunda kalmıştır. Uğraşmak z |
orunda kaldığı ilk sorun Celali ayaklanmacılarından olan Gürcü Abdunnebi'nin İstanbul'a yürüyüp ta Üsküdar'a kadar gelmesi olmuştur. Sadrazam'ın komutasında ocak ve kulluk güçleri Üsküdar'a geçirilmiş ve 17 Temmuz' 1649'da yapılan bir çarpışmada Celali Gürcü Abdunnebi yenilip Anadolu'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Sultan İbrahim'in tahttan indirilmesinde önemli rol oynayan Şeyhülislam Abdurrahim Efendi (ve oğlu Galata kadısı Mehmet Çelebi)'nin servet toplamak için sayısız yolsuzluğu ve kendi menfaatleri için devlet işlerine karışmaları yaygınca dedikodu konusu olmaya başlamıştır. Bu baba-oğul zorla Hicaz'a hacca gönderilip İstanbul'dan uzaklaştırılarak bu soruna bir çare sağlanmıştır. 15 Ekim 1649'da ulufe alamayan sipahiler isyan etmişlerdir ve verilmesi gereken bu ulufelerin finansmanı için İstanbul ve Galata tüccarlarından avârız akçesi toplanarak bu ödemeler yapılmıştır. Divan toplantılarında ilmiye mensupları ile diğer vezirler arasında protokol sorunları yaşanıp bu toplantılar itiş kakış kavgalarına sahne olmuştur. Sadrazamın göreve getirilmasinde önemli rol oynamış olan Müneccimbaşı Hüseyin Efendi ise her türlü atamalara ve hatta elçi ilişkilerine karışmakta ve kendini halkın maslahatgüzarı olarak tanıtmaktaydı. Kara Mehmed Paşa çocuk İV. Mehmed'e gerçekte taht naibi olan büyukvalide Kösem Sultan'ın devamla desteklenmekte idi. Fakat bir müddet sonra sadrazam özellikle ocaklıların devlet işlerine karışmasından gayet tedirgin olmya başlamıştır. Sadrazamlıkta gözü olan yeniçeri ağası Kara Çavuş Mustafa'nın küçük valide Turhan Sultan ile birlikte kendini öldürmek için komplo kurduğu söylentisini duyunca Kara Mehmed Paşa sadrazamlıktan ayrılmaya karar vermiştir. Taht naibi Büyük Valide Sultan'a ocaktan sadrazam yapılmamasını ve tam o srada Bağdat valisi olma tayini çıkan Melek Ahmet Paşa'yı sadrazamlığa tayin etmesini tavsiye etmiştir. Kendine de Budin valiliği görevi verilmesini rica etmiştir. Böylece Kara Murad Paşa birinci kez sadrazamlığından 19 Ağustos 1650'da istifa ederek ayrılmıştır.
İstifasından sonra Budin valisi tayin olunan Kara Mehmed Paşa 1653'de bu görevden ayrılarak İstanbul'a dönmüştür.
Aralık 1653'de Kara Murad Paşa kaptan-ı derya görevine getirilmiştir. Bu sırada Venedik donanması Osmanlıların Girit'e asker, donatım ve ıaşe yardımı göndermesini önlemek için Çanakkale Boğazı'nı bloke etmekteydiler. Kara Murad Paşa komutanlığında Osmanlı donanması bu Venedik abluka filosuna hücum edip 6 saat süren bir deniz savaşı sonucu Venediklileri mağlup edip onları blokajı bırakıp çekilmeye mecbur etmiştir. Sonra Ege Denizi'ne açılan donanma Değirmenlik adası yanında daha ufak çaplı bir çarpışma ile Venedik filosunu yenmiştir. Donanma bir müddet Ege Deniz batı kıyılarında seyretikten sonra iaşe ve asker ile yüklü gemilerle Girit'e gitmiştir. Burada Kara Murad Paşa Girit serdarı Deli Hüseyin Paşa ile görüşmüştür. Donanma yüzlerce esir ve esir alınan bazı Venedik gemileri ile birlikte 1 Kasım 1654'de İstanbul'a dönmüştür.
Bu sırada sadrazam olan İbşir Mustafa Paşa başarıları ile isim yapan kaptan-ı derya Kara Murad Paşa'yı büyük bir rakip olarak görmeye başlamıştır ve onu İstanbul'da uzaklaştırmak için tedbirler almaya girişmiştir. Bunlardan haberdar olan Kara Murat Paşa karşı tedbirler alarak İpşir Mustafa Paşa'yı görevden attırmaya çalışmaya başlamıştır. İlk olarak sipahi ocağı ilerigelenlerini kışkırtmış; Mart 1665'de sipahi lideri Kürt Mehmet Üsküdar'da bir ayaklanmaya başlamıştır. Kara Murad Paşa, kışkırtması ile ortaya çıkan bu olaylarla hiç ilgisi yokmuş gibi tavırlar almıştır. Mayıs'da tüm kapıkulu askerleri Atmeydanı'nda toplanıp Sadrazam İbşir Mustafa Paşa'nın başını istemeye başlamışlardı.
11 Mayıs 1655'da istifa edip idam edilen İbşir Mustafa Paşa'nın yerine Kara Murad Paşa ikinci kez sadrazamlık görevine getirilmiştir.
Koca Murad Paşa ocaklıları bol para vaadleri ile isyana kışkırtmıştı. Fakat sadrazam olunca bu ekstra para vaadlerini karşılamak devlet hazinesinin imkanı olmadığını ve karşıladığı vaadlerden sonra da para isteklerinin durmadığını görmüştür. Diğer taraftan devamlı olarak dışarıdan devlet idaresine yapılan müdahalelerden de bıkkınlık getirmiştir. Bu nedenlerle bir yıl üç ay kadar süren ikinci kez sedaretinden de 19 Ağustos 1650'de istifa ederek ayrılmıştır.
İkinci kez sadrazamlığından istifa ettikten sonra kendisine Şam valiliği görevi verilmiştir. Oraya doğru Ağustos 1655'de hareket etmiştir. Fakat yolda Suriye'ye geldiği zaman humma hastalığına tutulmuştur. Hama şehrine geldiği zaman hayat gözlerini yummuştur. Ölümünde 65 yaşında bulunmaktaydı. Mezarı (günümüzde Suriye'de bulunan) Hama şehrinde İmamzâde Mehmed Paşa'nın yaptırdığı türbededir. Evvelce o türbenin yapıldığını işittiğinde "hınzır (domuz) defnedeyim" demişti.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Yeniçerilerin azmanlarından ve nüfuzlularından olup hafifliği ve içkisi olmasa, vakur olsaydı, zamanı uzardı. Zira heybet ve yüce himmet erbabından olup yıkıma hizmetten istidadı fazlaydı.
Uzunçarşılı'ya göre
Cesur ve iyi görüşlü idi. İcabında telakat-ı lisanı ile etrafını tahrike mahareti vardı. Her iki sedaretinde de aleyhine olan tehlikeli durumu görünce işin içinden sıyrılmasını bilmiştir.
Melek Ahmed Paşa
Melek Ahmed Paşa (d. ? - ö. 1 Eylül 1662, İstanbul) IV. Mehmed saltanatında 5 Ağustos 1650 - 21 Ağustos 1651 tarihleri arasında bir yıl on yedi gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Asılının Abaza olduğu bildirilmektedir. Babasının adı Pervane Kaptan'dı. I. Ahmet döneminde küçük yaşta saraya alınmış ve Enderun'da eğitim görmüştür. Saraydan çıkışı Silahtar görevi ile olmuştur.
1639'da vezirlik rütbesi ile Diyarbakır eyaletı valisi oldu. Mart 1641'de Bağdat valiliğine nakloldu. 1642'de Şam eyalet valisi tayin edildi. 1644'de İstanbul'a geldi ve IV. Murat'ın kızı İsmihan Kaya Sultan ile nikahlanıp saraya "damad" oldu. 1645'de ikinci kez Diyarbakır valisi oldu ise de yıl sonu gelmeden görevden azledildi. 1646'da üçüncü defa Diyarbakır valiliği görevi verildi. Kasım 1648'de oradan nakledilip ikinci defa Bağdad valisi oldu ise de Kasım 1649'da azledildi. Kasım 1650'de üçüncü kez Bağdat valisi olarak tayini çıktı ise de bu göreve gitmedi.
Sadrazam olan Kara Murat Paşa ocaklıların, özellikle yeniçeri ağası Kara Çavuş Mustafa'nın, devlet işlerine karışmasından tedirgindi ve bu kişinin küçük valide Turhan Sultan ile bir komplo hazırladığını duyunca büyük valide ve taht naibi olan Kösem Sultan'la görüşerek ona Kapıkulu ocağından kişileri sadrazam tayin etmemesini, tam o sırada Bağdat valiliğine tayini çıkan Melek Ahmet Paşa'yı sadrazamlığa getirmesini tavsiye etti. Böylece Melek Ahmet Paşa yeni valiliğine gitmeden 5 Ağustos 1650'de sadrazam olfu. Melek Ahmet Paşa'nın sadrazamlığı ancak bir yıl sürdü. Sadrazamlığı başında hazine açığını kapatmak için bir sıra sosyo-ekonomik tedbirler almaya başladı ama bu kararlar olumlu sonuç vermedi. Girit sorunu devamlı para ve asker bulma gerektirmekteydi. Ulema arasında bir doktirin savaşı çıkmışti ve koyu tutucu Kadızadeler ile Sivasiler devamlı birbirleriyle çatışmaktaydılar. Ayrıca kapıkulu ocak ağaları da her devlet işine karışmaktaydılar. Daha 10 yaşında olan padisah IV. Mehmet saray bahçelerinde, Kağıthane'de sadece av eğlenceleri ile uğraşmakta idi; av köpekleri, şahinler ve doğanlar baş meşguliyeti haline gelmişti.
Haziran'da 6 mavna, 30 kalyon, 8 kadırga, 6 burton ve çok sayıda ateş gemisinden oluşan donanma-i humayun takviye yeniçeri askeri ve tedarik taşıyarak Kaptan-ı Derya Husambeyzade Ali Paşa komutanlığında İstanbul'dan Çanakkale Boğazı üzerinden boğaza blokaj uygulayan Venedik filosu üzerine gönderildi ve bu filo Ege Denizi'ne açılmayı ve Girit'e varıp takviye güçler ve tedarik sağlamayı başardı.
Mali dengeyi bulmak için Sadrazam kapıkulu askeri ulufelerini geçiktirmeye ve paranın ayarı ile oynamaya başladı. Bunun bir sonucu olarak enflasyon, (yaklaşık olarak 4 misli), arttı. Ulufeleri geciken sipahiler sipahi ağasının konağını taşladılar ve Defterdar'ın konağına hücum ettiler. Yakalanan isyancı sipahilerin birkaçı sadrazam emri ile bir gece boğduruldu. Ertesi gün sipahiler boğdurulan yoldaşlarının kan davasını güderek Üsküdar'a geçip orada sivillere karşı taşkınlıklar yaptılar. Bu arada piyasalara çıkartılan düşük ayarlı akçelere "meyhane akçesi" adı verilmişti. Esnaf da bu "meyhane akçesi" ile ödeme almak ve yapmaktan usanmıştı. 21 Ağustos 1651'de bu meyhane akçesi aleyhine İstanbul'da ilk defa olarak bir esnaf ayaklanamsi başladı. IV. Mehmet esnafın karşısina ayak divanına çıkmak zorunda kaldı. Bu hatt-ı humayun çıkartılarak hiçbir kanuna aykırı vergi alınmayacağını ilan edildi. Melek Ahmet Paşa da o gün sadrazamlıkta azledilip yerine Siyavuş Paşa getirildi.
Melek Ahnet Paşa Eylül 1651'de Silistre muhafızlığına atanıp İstanbul'dan uzaklaştırıldı. 1652'de Rumeli Beylerbeyliğine tayin edildi. İstanbul'da ortalık sakinleştiği için Ekim 1653'de görevden azledip İstanbul'a kubbealtı veziri göreviyle döndü. 1654'de İstanbul sedaret kaymakamlığı yaptı. 1654 sonlarında Van eyaleti valisi yapıldı. 1658'de Bosna beylerbeyi olarak görevlendirildi. 1660'da emekliliğe ayrıldı.
1659'da ölmüş olan karısı Kaya Sultan'ın konağına yerleşti. Bu dönemde I. Ahmet'in kızı olan Fatma Sultan'la da bir evlilik daha yaptı. Bunun üzerine Melek Ahmet Paşa'ya tekrar kubbe vezirliği görevi verildi. Sarayda verilen bir ziyafetden sonra bir kalp sorundan dolayı komaya girdi ve 1 Eylül 1662'de vefat etti. Eyüp'de Keçi Mehmet Efendi yakınında defnedildi.
Evliya Çelebi Melek Ahmet Paşa'ya yıllarca yol arkadaşlığı yapmış ve vezirlik görevlerinde ona yardım etmiştir. Evliya Çelebi yazısında onu gizemlerin efendisi ve vezirlerin şeyhi olarak tasvir etmiştir.
Sicill-i Osmani'de şöyle değerlendirilmektedir:
Edepli, vakur, yumuşak huylu, şefkatliydi.
Çağdaş bir biyografya ansiklopedisinde bulunan Melak Ahmet Paşa maddesinde şöyle demektedir:
Faziletli, olgun, iyiliksever ve hoşsohbet bir kişi olduğu kaydedilmektedir.
Gürcü Mehmed Paşa
Gürcü Mehmed Paşa, (ö. 1665 B |
udin) IV. Mehmed saltanatında 27 Eylül 1651 - 20 Haziran 1652 tarihleri arasında sekiz ay yirmi üç gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Gürcü asıllıdır. Beş kez sadrazamlık yapan Koca Sinan Paşa'nın kölesi idi. Onun yanından Enderun'a verildi ve eğitimini orada tamamladı. Orada cebecibaşı göreviyle çıkış yaptı. Sonra çavuşbaşı görevi verildi. Devlet idari hizmetine bazı sancakbeyliği görevleri ile girdi. 1625'de Diyarbakır Valisi olarak atandı. Oradan Halep Eyaleti valiliğine nakledildi. 1634'de Anadolu Beylerbeyi olarak Kütahya'ya geldi. O gorevdde iken eyalet askeri ile IV. Murad'in Revan Seferine katıldı. 1637'de Erzurum Eyaleti valisi tayin edildi ve yine eyalket askerinin başında Bağdat Seferi'ne katılıp 1638'de Bağdad'ın ele geçirilmesinde görev yaptı. Aynı yıl sonlarında Maraş (Zülkadiriye) Eyalet valiliğine nakledildi. Sonra ikinci defa Anadolu Beylerbeyi olarak Kütahya'ya gitti. Sonra İstanbul'da kubbeveziri yapıldı. 1643'de Şam Eyalet Valiliği verildi. Takiben ikinci defa İstanbul'da kubbevezirliği görevi verildi. 1651'de Darussade Ağası ve kızlar ağası Büyük Valide Sultan Kösem Sultan ve Valide Sultan Turhan Hatice Sultan'a ve onlar vasıtasıyla da padişaha tesir ettiler ve Sıvayus Paşa yerine Gürcü Mehmet Paşa'yı sadrazam yapma izni aldılar. 27 Eylül 1651'de Gürcü Mehmet Paşa'ya sadrazamlık görevi verildi.
Sadrazam olduğu zaman Gürcü Mehmet Paşa'nın yaşı 80'i geçmiş bulunuyordu. O zamanki vezirlerden en ihtiyari olup "Şeyh ül Vezir" olarak anılmaktaydı. Yaşı dolayısıyla en üst seviyede devlet idaresi görmekten tamamiyle acizdi. Saray entrikaları ile sedarete gelmişti. Gerçek iktidar onu bu göreve getiren saray hadımları ve saray kadınları elinde idi. Gürcü Mehmet Paşa kendini sedarete getirenlere dalkavukluk ederek ve onların her isteklerini yerine getirerek iktidardaki yerini korumayı tercih etmekteydi. Valide Turhan Sultan'ın mutemedi görevi yapan Anadolu Kazaskeri Hocazade Mesud Efendi'nin kendine bildirdiği gibi icraat yapmadığı anlaşıldığı zaman esas iktidar gücüne sahip olan Valide Turhan Sultan'in daha yaşı küçük olan padişah IV. Mehmet huzurunda sadrazamı şöyle azarladığı bildirilmektedir:
Baka paşa ak sakal kara sakal akıl ve dirayet için bir numune değildir. İşleri idarede gaflet ve ihmalin anlaşıldı. Bundan sonra kazasker efendinin emrine muhalefet etme.
Sadrazam güçsüzlüğünü karşılamak için "Ben sakalımı devlet hizmettinde ağarttım" demeyi kendine slogan yapmıştı.
Gürcü Mehmet Paşa çok geçmeden Sadrazamlıktan atılmamak için kendisine en ufak rekabet edip kendi yerine gelmesi olası bütün vezir ve devlet ricalini bir bahane bularak azil edip sürgüne gönderip İstanbul iktidar odaklarından uzaklaştırmaya başladı. Mısır valiliği yapmış olan Tarhuncu Ahmet Paşa'yı önce tutuklattı ama Anadolu kazaskeri olan ve Valide Turhan Sultan'in mutemet adamı olan Hocazade Mesut Efendi'nin araya girmesiyle katledilmeyip Selanik sancağı verilerek İstanbul'dan uzaklatırdı. Boynueğri Mehmet Paşa'yı Kanije kalesi muhafızlığına gönderdi. Köprülü Mehmet Paşa'njn vezirliğini üzerinden aldı ve sanki ona hakaret edercesine onu Köstendil sancağına gönderdi.
Sadrazamın bir taraftan icaratındeki acizliği; buna karşılık rakiplerini elimine etmede büyük başarısı onun bu sadrazamlık mevkine gelmesine baş amil olan Valide Turhan Sultan ile kızlarağası Süleyman Ağa'yı hayrette bırakmaktaydı. Ama sonunda onu sadrazamlık görevinden ayırmaya karar verdiler. Selanik'te bulunan Tarhuncu Ahmet Paşa'ya Sadrazam olarak görev verilmek olarak gizlice davet gönderildi. Tarhuncu Ahmet Paşa İstanbul'a ulaşınca mühr-ü humayun Gürcü Mehmet Paşa'dan alınıp Haziran 1652'de yeni sadrazam olarak Tarhuncu Ahmed Paşa atandı.
Yeni sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşa, Gürcü Mehmet Paşa'nın kendine gösterdiği fena muamelenin intikamını almak istemekteydi. Bundan dolayı sabık sadrazam Gürcü Mehmed Paşa'yı iki ay Yedikule zindanında hapiste tuttu. Fakat Şeyhülislam Bahai Efendi'nin araya girip ricası üzerine Ohri Sancağı kendine verilerek İstanbul'dan çıkması sağlandı.
1653'de sadrazam Bıyıklı Koca Derviş Mehmed Paşa ricasıyla İstanbul'a döndü ama Eyüp'da bulunan bahçesinde oturmaya mecbur bırakıldı. Fakat ileri yaşına rağmen Gürcü Mehmet Paşa'nın iktidara geçme hırsı azalmamıştı. Eyüp'te mecburi olarak oturmakta iken sadrazam makamına yeniden gelmek için bazı girişimlerde bulunarak yüksek devlet ricaline kendinin yeniden sadrazamlığa gelmek istediğini bildirdi.
Bunun haberi ortaya çıkınca Temeşvar Valiliğine atanıp İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Yeniden İstanbul’a döndü ise de bir yıl geçmeden Nisan 1656'da Kıbrıs mutasarrıfı olarak atandı.
Bundan sonra hayatı hakkında değişik tarihçiler farklı bilgiler verirler. Dönemin kronik tarih kaynaklarından olan Vecîhî Hasan Efendi ve onu takip eden Silâhdar Mehmed Ağa, Gürcü Mehmet Paşa'nın Kıbrıs mutasarrıfı iken orada Haziran 1660'de ölduğünü bildirirler. Tarihçi Abdurrahman Abdi Paşa ise Budin muhafızlığına tayin edildiğini ve orada öldüğü haberinin İstanbul’a 7 Nisan 1666)'da ulaştığını belirtir, Bu Uzunçarsılı tarafından kabul edilmiştir. Fakat TDV İslam Ansiklopedisi hazırlayanlar kurulunca Budin'de ölen kişinin aynı adı ve lakabı taşıyan başka bir Mehmed Paşa, Vâlide Kethudâsı Gürcü Mehmed Paşa, olduğu iddia edilmektedir..
Ölüm yaşı da tarihçilerce tartışmalıdır. Bazıları 90 yaşında iken öldüğünü bildirirlerken diğerleri vefatı sırasında yaşının 100’u geçtiği, hatta 110 veya 113 yaşında öldüğü de söylemektedirler.
TDV İslam Ansiklopedisi hazırlayanlar kurulu (DİA) tarafından verilen değerlendirilmede şöyle denilmektedir:
Devrin kaynaklarında valilikleri sırasında ve savaşlarda gösterdiği yararlılıkların övülmesine karşılık yaşlılık dönemindeki kısa süreli sadâretinde kudretsiz, iş yapamaz, okuma yazma bilmez bir devlet adamı şeklinde nitelendirilir. Hatta birçok kimseyi sürdürdüğü için kendisine "habbü’s-selâtîn" denilerek alay edildiği de yazılır.
Tarhuncu Ahmed Paşa
Tarhuncu Sarı Ahmed Paşa (? - ö. 21 Mart 1653 İstanbul) IV. Mehmed saltanatında 20 Haziran 1652 - 21 Mart 1653 tarihleri arasında dokuz ay yirmi bir gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Arnavutluğun Mat kasabasındandır. Eğitimini Enderun'da yaptı. Silâhdar Bosnalı Musa Ağa'nın 1633 tarihinde Mısır valiği ile saraydan çıkması sırasında o da kapıkulu süvariliği ile çıktı. Önce Musa Paşa'ya sonra da Hezarpâre Ahmed Paşa'ya kethüdalık etti. Hezarpare Ahmed Paşa'nın katlinden sonra kardeşi Oruç da, Sofu Mehmet Paşa'ya karşı olan sipahilerin isyanında öldürüldü. Ama Ahmed Ağa, şeyhülislâm Hacı Abdurrahim Efendi tarafından himaye olunarak hayati kurtarıldı. Kendisine Diyarbakır valiliği verildi. Daha sonra Hicaz'a hacca gitti. Diyabakır'da valiliğe dönmeden önce, Ocak 1649'da Mısır valiliğine nakledildi.
Tarhuncu Ahmed Paşa, Ocak 1651'de Mısır'dan azlolunarak İstanbul'a geldi. Naima tarihi Mısır'a yerine vali olarak tayin edilen Hadım Abdurrahman Paşa, aslının sipahi olması dolayısıyla onu tahkir edince, Tarhuncu Ahmed Paşa tarafından gayet usta bir lisanla, ama küçük düşürücü bir şekilde, cevaplandırıldığını bildirir. İstanbul'a döndüğü zaman, sadrâzam olan Gürcü Mehmed Paşa Tarhuncu Ahmed Paşa'nın büyük yetenekleri dolayısıyla sadrazamlıkta kendine rakip olabilaceğini düşündü. Önce Mısır Eyaleti hesaplarında bulunan bazı hatalar dolayısıyla Tarhuncu Ahmed Paşa'yı Yedikule'de hapse gönderdi. Sonra da onu İstanbul'dan uzaklaştırmak hedefiyle, ona Yanya Sancakbeyliği görevini verdi; ama sürgün olarak Selanik'de oturması emredildi.
Bu sırada hükümet işleri, Valide Sultan'ın mutemedi Anadolu kazaskeri Hocazâde Mesud Efendi'nin nezareti altında görülmekteydi. Gürcü Mehmed Paşa'nın yerine sadrazam olarak icraatının güçlülüğünü pratikte göstermiş bir vezir aranmaktaydı. Şeyhülislâm tarafından Siyavuş Paşa sadrazam olarak teklif edildi. Ama Valide Sultan onun tavsiyesini kabul etmedi. Anadolu kazaskeri Hocazâde Mesud Efendi ise Tarhuncu Ahmet Paşa'nın sadrazam olmasını tavsiye etti. Bunun üzerine Tarhuncu Ahmed Paşa İstanbul'a davet olundu. Tarhuncu Ahmed Paşa gizlice İstanbul'a gelip Hocazade Mesud Efendi'nin Süleymaniye'deki konağına indi ve geldiği Valide Sultana bildirildi. Tarhuncu Ahmed Paşa burada Padişah ve diğer devlet erkânı ile görüştü. Bu görüşmelerde Tarhuncu Ahmed Paşa devletin problemli işlerini (yani Girit sorunu, donanma sorunu ve maaş sorunu) bazı şartlarla uygun şekilde çözümlemeyi taahhüd etti ve buna karşılık kendinin üzerine eğileceği sorunları da açıkladı. İki taraf bu önemli sorunlar üzerinde anlaşınca 19 Haziran 1652'de Tarhuncu Ahmed Paşa sadrâzam olarak tayin edildi.
Tarhuncu Ahmed Paşa hazine açığını kapatmak, para değerindeki istikrarsızlığı kaldırmak, gümrük gelirlerini artırmak, saray ve tersane harcamalarını azaltmak ve yolsuzluğu önlemek için gayet ciddi ve dürüstlükle gece gündüz çalışmaya koyuldu. Bundan dolayı hem devlet içinden hem de devlet dışından Tarhuncu Ahmed Paşa icraatından menfaatleri zarar görenler ona düşman olup diş bilemeye başladılar.
Önce bir kısım ulema sadrazamın aleyhine harekete geçti ve bunların yanında çarşı esnafı ve günün hükümetine karşı her türlü eyleme katılmayı alışkanlık haline getirmiş kapıkulu sipahileri de bu harekate katıldılar. Bu olaylar şeyhülislamlığa Bahai Efendi getirilmekle biraz yatıştırıldı.
Osmanlı Devletinde ilk defa olarak devletin gelirlerini ve harcamalarını ayrıntılarla öğrenip bir devlet bütçesi hazırlamak için bir kurul kuruldu. Bu kurul Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın son sadrazamlık yılı olan 1643 ile 1652 yılı arasındaki yaklaṣık 10 yıl için devletin defterlerini inceledi. Bu dönemde devlet gelirleri, yeni vergiler (özellikle "değirmen vergisi" ve "hane vergisi") ihdası ile 5.329 (yük) olmuştu; devlet harcamaları ise 1643'de yaklaşık 6.000 (yük) iken 1650'de yaklaşık 5.500 (yük)e indirilmişti.
Ayrıca Osmanlı Devleti maliye sisteminde ilk kez olarak gelecek yıl için, yani 1652 yılında başlayan Hicri 1060 yılı için, "Tarhuncu bütçesi" adı verilen bir bütçe defteri hazırlandı. Bu bütçeye göre Hicri 1060 yılında bir yılda |
taşra eyaletlerinden gelen toplam cizye, avarız, mukataat bedelinden oluşan devlet gelirinin 5.329 yük olacağı hesaplanmıştı. Devlet harcamaları olarak yeniçeri ocağı, acemioğlan ocakları, bostancı ve baltacı ulufeleri ile saray, tersane, donanma, istabl-i amire, cebecihane, tophane vb giderleri 6.872 yük olacaktı. Devlet bütçe sorunlarının devamlı olarak çıktığı bilinmekteydi. "Tarhuncu Bütçesi"'ne göre Hicri 1060 yılı için devlet bütçesi açığının yaklaşık 1.600 yük olacağı hesaplandı.
Bütçe sorunlarının büyük bir kısmı bu bütçe açıklığından ortaya çıkmakla beraber, bir kısmının da kısa dönem likidite sorunu olduğu, yani devlet harcamalarının devamlı olmasına rağmen, eyaletlerde gelirlerinin tam olarak zamanında toplanamaması, planlanan zamanda merkeze sevkedilmemesi ve gelirlerin düzenli olmamasına bağlı olduğu da anlaşılması gerekmekteydi.
Tarhuncu Ahmed Paşa ayrıntılı bütçe defteri hazırlandıktan sonra, özellikle sarayın ve sonra devlet ilerigelenlerinin harcamalarında kesinti yapmaya koyuldu. Bu harcamalar kısıntısı ona çok düşman kazandırdı.
20 Kasım 1652'de İstanbul çarşılarına yakın Esir Hanı'nda çıkan bir yangın başkent çarşılarının yoğun olduğu Çarşıkapı, Gedikpaşa, Çemberlitaş, Mahmutpaşa, Beyazıt ve Mercan mahallelerinde büyük zararlar verdi. Bu zararlar başkentte para darlığı sorununu tekrar gündeme getirdi. Defterdar kısa vadeli finans bulmak için 15 kese borç alıp "Mum Eminliği" imtiyazını "Devletoğlu" adlı bir gayrimüslime verdi. Saraydan ve rical konaklarından baltacılar Devletoğlu'nun idare merkezi olan dûkkanını kahve, mum, şeker istekleriyle aşındırmaya başladılar. Bu yuzden baltacılar ile Devletoğlu adamları arasında çatışmalar çıktı ve Devletoğlu şahsen dayak atılmakla tehdit edildi. Sonunda sorunlarla baş edemeyeceğini anlayan Devletoğlu defterdara verdiği nakit krediyi geri alamadan ortadan kayboludu.
Padişah IV. Mehmet daha çocuk yaşlarında idi ve avcılık dışında övünecek bir yeteneği bulunmamaktaydı. Devlet erkanı, hatta padişah huzurunda bile, devamlı birbirleriyle kıyasıya rekabet hatta çatışma halindeydiler. Tarhuncu Ahmed Paşa'nın düşmanları, başta Valide Sultanı ve hatta çocuk padişahı sadrâzam aleyhine harekete sevk etmekteydiler. En sonunda bu düşmanların sadrazamın padişahı tahttan indireceği iftirası saraylıları birleştirdi ve Tarhuncu Ahmed Paşa'nın sadrazamlıktan uzaklaştırılmasına dair bir hatt-ı hümayun çıkartıldı.
Nevruz günü olan 21 Mart 1653'de sadrazam yılbaşı hediyelerini pâdışâha takdimden sonra donanma işleri için tersanede bulunduğu sırada saraya davet olunarak deniz yoluyla Hasbahçe'ye girdikten sonra kendisini kızlar ağası (darüssaâde ağası) karşılayıp sadaret mührünü geri aldı. Vezir-i âzamlığı 9 ay kadar sürmüştü.
Sonra Tarhuncu Ahmed Paşa bostancılara teslim edilip onlar vasıtası ile boğuldu. Cesedi, ilk efendisi Hocazâde Musa Paşa'nın zevcesi tarafından gönderilen adam vasıtasıyla saraydan alınarak Üsküdar'a miskinler mevkiine defnedildi. Ölümünde yaşı 60'i geçmişti.
Uzunçarşılı'ya göre
Tarhuncu Ahmet Paşa iffeti, doğruluğu ile tanınmış olup icraatinde hiç hâtıra ve gönüle bakmadığından bütçeyi dengelemek gayretiyle çok düşman kazanmış, Valide Sultanın tekliflerini bile reddetmiş ve bu yüzden hayatını kaybetmiştir. Tarihlerde adı geçen "Tarhuncu Bütçesi" bunun zamanında yapılmıştır.
Devlet mâliyesi alanında topladığı objektif istatistik verilere dayanarak ıslâhat yapmaya girişen ilk Osmanlı devleti reformcusudur.
Yedi (film)
Yedi (Orijinal adı Seven), senaryosu Andrew Kevin Walker tarafından yazılmış olan, Hıristiyanlık'ın 7 ölümcül günahını işleyenleri kendi vahşi yöntemleriyle öldüren bir seri katili ve onun peşindeki iki polis dedektifinin çabalarını konu alan, Hollywood yapımı bir gerilim filmidir. Sürekli yağmur yağan bir şehir, küf rengi tonlar, karanlık mekanlarda çekilen sahneleri ile sinema klasikleri arasında gösterilmektedir.
1995 yapımı olan film, David Fincher tarafından yönetilmiştir ve başrollerde Brad Pitt, Morgan Freeman ve Gwyneth Paltrow rol almıştır.
"Yedi" ABD'de 100.125.643 $, uluslararası olarak 227.186.216 $ hasılat ile toplam kazancı 327.311.859 $'a ulaşmıştır. Film ABD'de gösterime girdiği ilk hafta 13.949.807 $ gelir elde etmiştir.
En iyi kurgu dalında 1996'da Oscar ödülüne aday olmuştur.
Ermeni Süleyman Paşa
Ermeni Süleyman Paşa veya "Damat Süleyman Paşa" (d.1607 - ö. 28 Şubat 1687) IV. Mehmed saltanatında 19 Ağustos 1655 - 28 Şubat 1656 tarihleri arasında altı ay on gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Malatya'lıdır. Ermeni asıllı olduğu da bildirilmiştir ama bu iddia tartışmalı olup zayıf ve şüpheli bir rivayet olarak görülmektedir. "Koca" lakabıyla da anılır. >
Sarayın kapı ağalığının olan ak-ağa İsmail Ağa'nın Yakın akrabası idi. İsmail Ağa aracılığı ile ilk defa İbrahim Paşa sarayına verildi ve sonra da Enderun'da eğitim gördü., Önce Hasodada "tülbent ağalığı" görevi verildi; sonra rikapdarlığa atandı ve 1640da Sultan İbrahim döneminde "silahtarlığa" çıktı.
1644'te Rumeli Beylerbeyi görevi verildi ve kubbealtı vezirliği rütbesine atandı. Sonra kubbealtı vezirliği görevi değişmeden "Yeniçeri Ağası" olarak göreve getirildi. Daha sonra yine vezirlik rütbesi ile Erzurum valisi olarak atandı. Bu görevi yapmakta iken Erzurum'da 10 yıl önce idam edilmiş Abaza Mehmed Paşa olduğunu iddia eden bir düzmece kişinin çıkarttığı karışıklıklarla uğraştı. Onu yakalatıp 24 Mayıs 1646'de idam ettirip kellesini İstanbul'a gönderdi. Gönderilen kellenin Abaza Mehmed Paşa'ya ait olup olmadığı hakkındaki şüpheleri gidermek için de İstanbul'a çağrıldı. Takiben Haziran 1847'de Ceşme'den Girit adasına Anadolu askerini gönderme görevi verildi. Sonra Sakız Muhafızı olarak atandı.
İstanbul’a dönüşünde vezâret hasları ile tekrar kubbe veziri oldu. Mayıs 1655'te İpşir Mustafa Paşa idam edildikten sonra ondan dul kalan I. Ahmet'in kızı ve padişah IV. Mehmet'in halası olan Ayşe Sultan'la evlenip saraya damad oldu. Onunla beş ay nikâhlı kaldı. Ayşe Sultan 6 ay Süleyman Paşa'nın zevceliğinden sonra onun nikahında vefat etmiştir.
Sadrazam Kara Dev Murat Paşa Ağustos 1655'te sadrazamlıktan azledildiğinde sedarete geçirildi. Altı ay süren sadrazamlığı sırasında Girit Savaşı ve Kandiye Kuşatması devam etmekteydi. Anadolu'da ve Kırım'da isyanlar almış yürümüştü.
Devlet maliyesi bozuktu ve tedavülde olan para enflasyon dolayısıyla devamlı değer kaybetmekte idi. Mali sıkıntıyı gidermek için iki, ūç yıl gelecekte toplanması gereken devlet vergileri peşin olarak vergi iltizamcılarına satılmakta; yahudi sarraflardan zuyuf akçe alınarak kapıkulu halkına ulufe olarak dağıtılmskta idi. Devlet memuriyetleri altı yedi ayda bir satışa çıkartılmakta idi. Her ulufe dağıtımı için istikraz olarak Enderun hazinesinden birkaç yuz kese alınmaktadı. Tevcihler, müsadereler ve istikrazlarla devlet geliri aranılmakta idi. Buna rağmen bu gelirler ulufe ve maaşlara yetişmemekteydi. Süleyman Paşa defterdar Halıcızade Mehmed Paşa'nın tavsiyesine uyarak tedavüldeki parayı ıslah etmek bahanesi ile piyasadaki sahih akçeleri toplantip onlar yerine gümüş içeriği daha düşük bir yeni akçe bastırdı. Ama bu yeni kızıl (bakırı çok) akçalara ahali arasında verilen "çingene akçası" veya "meyhane akçası" isiminden anlaşılacağı üzere bu para ıslahı başarılı olmadı.
1656 başlarında Girit'den dönen yeniçerilerin ulufelerini almak için Saray'a gönderdikleri temsilcileri Ağa Kapısı'na başvurduklarında Kulkethüdası Osman Ağa tarafından tahkir edilip uzaklaştırıldılar. Kapıkulu askerleri zaten bu yeni akça ile ulufe almayı kabul etmemekteydiler. Sarayın ilerigelenleri ve Valide Turhan Hatice Sultan kararı ile 28 Şubat 1656'da sadrazamlıktan azledildi. Yerine sadrazam olarak getirilmesi istenen Girit'te bulunan Gazi Deli Hüseyin Paşa'ya daha haber gitmeden Kaptan-ı Derya ve İstanbul Sedaret Kaymakamı Zurnazen Mustafa Paşa kışkırtması ile 29 Şubat 1656'de sonradan Vaka-i Vakvakiye adı verilen büyük bir kapıkulu askeri ayaklanması ortaya çıktı.
Süleyman Paşa azlindan sonra Silistre'ye valilikle yollandı. Daha sonra Süleyman Paşa iki defa İstanbul'da "Sedaret Kaymakamlığı" görevini yaptı. 1659'da başlayan sedaret kaymakamlığı sırasında 1660'ta İstanbul'da büyük bir yangın çıktı. Eyaletine döndüğü zaman eyalet askerleri ile Don Kazakları üzerine bir sefer yapıp onların Osmanlı topraklarına girmelerini bir müddet için durdurdu. 1665'te yeniden İstanbul'da sedaret kaymakamlığı yaptı ve yine bu sırada daha küçük olmakla beraber bir daha İstanbul yangını ile uğraştı.
Yaşı ilerlediği için İstanbul'da oturtuldu ve kendisine gelir sağlamak üzere Çankırı sancağı arpalık olarak verildi. 1666'da bir ara Erzurum Valiliği görevi de verildi ise de pek ihtiyar olduğu için bu uzak mevkiye gidemeyip bu görevden azledildi. Sonra yine Çankırı sancağı arpalığı ile uzun müddet Üsküdar'da konağında oturdu. Yaşı 80'i geçtiği bir zamanda Üsküdar'daki konağında 28 Şubat 1687'de hayata gözlerini yumdu. Vefatından sonra evinin bahçesine gömüldü.
Uzunçarşılı onu şöyle değerlendirmiştir:
Halim, selim ve makus talihi idi. Sedareti devletin en buhranlı zamanına rastlamıştır.
TDV İslam Ansiklopedisi'ndeki maddede hakkında şunlar denilmektedir:
Kaynaklarda yumuşak tabiatlı, saf, dindar, ancak şanssız bir devlet adamı olarak nitelendirilir.
Deli Hüseyin Paşa
Deli Hüseyin Paşa (ö. 1659) Osmanlı padişahları IV. Murad, Sultan İbrahim dönemlerinde iki kez toplam 5 yıl süreyle Kaptan-ı Deryalık, IV. Mehmed döneminde de 28 Şubat 1656 - 5 Mart 1656 tarihleri arasında altı gün sadrazamlık yapmış; çeşitli eyalet valiliği, uzun yıllar Girit Serdarlığı ve üç kez Kapatan-ı Deryalık dahil yüksek devlet görevlerinde bulunmuş bir Osmanlı devlet adamı ve askeridir.
Hüseyin Paşa Bursa Yenişehir Akçapınar köyünde doğdu. İstanbul'a gelip önce Osmanlı Eski Sarayı'na odun işleri ile ilgilenmek için alındı. İran şahı tarafından gönderilen ve bozulup kırılması çok zor olan bir yayı kırıp atması ile kendini gösterdi. Bunun üzerine Topkapı Sarayı'nda Enderûn’da eğitildi. Saray'da Zülüflü Baltacılar sınıfına gi |
rerek ağa dairesinde hizmet gördü. Önce küçük imrahorluk ve takiben büyük imrahorluk görevlerine atandı.
1634 yılında vezirlik rütbesiyle Kaptan-ı derya'lığa getirildi. Bir müddet sonra açılan Sultan IV. Murad'ın Revan Seferi'ne donanma işlerini donanma kethüdâsı olan Uzun Piyale Bey’e bırakarak "derya kalemi"ne bağlı zeâmet ve timar sahipleri ve askerleriyle birlikte Kaptan-ı derya olarak katıldı. Revan kalesinin fethinde gösterediği büyük gayret ve özellikle topçuluktaki mahareti ile Hüseyin Paşa sultanın dikkatini çekti. Daha sonra Tebriz üzerine yapılan Azerbaycan Seferi harekâtına katıldı.
Dönüşte Diyarbekir’deyken 1635 yılında devletin önemli eyaletlerinden biri olan Mısır’a Beylerbeyi tâyin edildi. 1 yıl 9 ay Mısır Valisi gorevinde kaldı. Mısır Valisi iken adı bazı suistismallere karıştığı için valilikten ve vezirlikten azledilip İstanbul'a çağırıldı.
İstanbul’a gelince, bir müddet Çinili Köşk'de hapise atıldı. Mal ve emlâkına el konulma ile cezalandırıldı. Ancak bir dönem sonra eski itibarını kazanıp vezirlik rütbesi iade edildi.
1638'de Sultan IV. Murad'ın nedimi olarak onun Bağdad Seferi'ne katıldı. Bu sefer sırasında ordu Konya’ya yaklaşırken Anadolu Beylerbeyliği'ne atandı. Kuşatma devam etmekte iken kendi tarafına düşen iki kaleyi kolaylıkla zaptetti. Bağdat sokaklarındaki çarpışmalarla Bağdat’ın içinde sükûnu sağlamada büyük rolü oldu. Ayrıca iç kaledeki Narin Kuleyi bir bölük asker ile ele geçirdi.
Sultan IV. Murat bu başarılarından dolayı onu, sefer dönüşü tekrar İstanbul'da kubbe vezirliğine tâyin etti. O zaman Sadrazam olan Kemankeş Mustafa Paşa aleyhindeki entrikalarda önemli rol oynadı. Sadâret kaymakamı olan Tabanıyassı Mehmed Paşa’nın katledilmesi olaylarında etkili oldu. 16 Aralık 1639'da ondan boşalan Sedaret Kaymakamlıği'na tayin edildi.
Sultan İbrahim’in tahta geçmesinden sonra Ocak 1640'ta ikinci kez Kaptân-ı deryalığa getirildi. Bu sıralarda Karadeniz ticâretine engel olan Rus-Kazak korsanlarına karşı Karadeniz Seferine çıktı. Çok geçmeden 30 kadar Rus-Kazak gemisini ele geçirerek İstanbul’a gönderdi.
Sonra sırasıyla 1641’de 8 ay Özi muhafızı oldu. Bu görevi yapmakta iken Azak Kalesi Ruslar tarafından isgal edildi. Bu kaleyi kurtarmak görevi Özi Muhafızı olan Hüseyin Paşa'ya verildi. Emri altında Silistre eyalet askeri güçleri; Kaptanıderyâ Siyavuş Paşa, yeniçeri kethüdâsı Haydar Ağazâde, Kırım Hanı Bahadır Giray ve Kefe Valisi Yûsuf Paşa ve bunların askeri birlikleri ile Azak kalesini kuşatma altına aldı. Lakin hemen mühimmat kıtlığı ortaya çıktı ve yeni tedarik gelmedi. Ayrıca Kaptanıderya Siyavuş Paşa ile Husyin Paşa arasinda anlaşmazlık çıktı. Bu nedenlerle kuşatma ancak 3 ay kadar sürdü. Sonra başarısız olarak kuşatmayı bırakmak zorunda kaldı.
Şubat 1642’de Bosna valisi tayin edildi. Takiben Bağdad valiliğine getirildi. Bağdat’ta bir süredir bozulmuş olan asayişi sagladi ve Şat üzerindeki Kameriye Camii’ni onarttı. Burada başarılı hizmetlerde bulundu. Bunun üzerine padişah musahipliği ile İstanbul'a çağrıldı. Fakat rakiplerinin çabaları sonucu hemen 1644 yılında Budin beylerbeyi atanıp İstanbul'dan uzaklaştırıldı.
1646’da Girit Seferi başlangıcında tayinler de hızlanmıştı. Ele geçen Hanya Muhafızlığına getirildi ve kendisine ikinci vezir rütbesi verildi. Mevsimin kış olmasına rağmen bu görevine gitmek için Hüseyin Paşa Anadolu'dan emrine verilen birliklerle Girit'e gitmeye harekete geçti. Fakat büyük bir fırtana dolayısıyla Benefşe Limanı'na sığınmak zorunda kaldı. Burada kışlayacağı söylentilerinin yayılmasını sağlayarak Venedik donanması saldırısıdan kurtuldu. İstanbul'dan gönderilen 7 kadırgalık ve Rodos filosundan gönderilen 10 kadırgalık bir filo eşliğinde 3 gün içinde Hanya'ya ulaşmayı başardı.
Adada kaybettikleri arazileri geri almak için saldırılara devam etmekte olan Venediklileri geri püskürttü ve Hanza-Tuzla arasında emniyeti sağladı. Venedikliler’in teşvikiyle çeteler kurarak etrafı rahatsız eden atlı Rum dağ köylülerine karşı adada 300 kişilik bir süvari birliği kurdu. Savaşlarda gösterdiği cesareti sebebiyle Hüseyin Paşa “deli” lakabını aldı. Girit Serdarı olan Sultanzade Civankapıcıbaşı Mehmed Paşa maiyetinde Suda kuşatmasına katıldı. Burada serdarın ölümü üzerinde Deli Hüseyin Paşa Girit Serdarı tayin edildi. Deli Hüseyin Paşa hemen ordu komutanlarını toplayarak çok muhkem olan ve donanmanın deniz tarafından kuşatmada yetersiz kalmasi nedenleri ile Suda Kalesi kuşatamasının kaldırılmasını teklif etti ve bu teklifi kabul edildi. Sonra Resmo’nun kuşatılması kararlaştırıldı.
Resmo ve Sivrihisar başta olmak üzere, doğu Girit’in bütün şehirlerini Osmanlılar eline geçirdi. Karargâhını Resmo’da kuran Deli Hüseyin Paşa, kan ve barut içinde kalmış olan Resmo kalesini yeniden tâmir ettirdi. Şehirdeki bir kiliseyi Sultan İbrahim adına câmiye çevirdi. Kendi adına da bir cami, medrese ve hamam inşa ettirdi. Ayrıca şehrin imarı için çeşitli tedbirler aldı.
Deli Hüseyin Paşa, bir taraftan îmâr faâliyetlerini sürdürürken, diğer taraftan müstahkem Kandiye Kalesini zaptetmek üzere hazırlıklara girişti. Ancak bu sırada yardıma gelmekte olan Osmanlı donanması Kandiye Boğazı önünde Venediklilere yenilince, kuşatma saldırısından bir netice alınamadı. Hüseyin Paşa, buna rağmen kuşatmayı kaldırmadı. Gerekli destek ve yardımı alamaması kalenin düşmesini engelledi.
Uzun müddet Girit Serdarı olarak adada kalan Deli Hüseyin Paşa ada Rum halkının Osmanlı Devleti idaresine alışması için tedbirler alıp Venediklilerinin gaddar idaresinden gocunmuş olan Rum halkını âdil vergi sistemiyle Osmanlı devleti idaresine ısındırma siyaseti uygulamaya başladı.
Fakat hakkında malî suistimal şikayetleri İstanbul'a erişmişti ve bu nedenle İstanbul merkezî idaresi adanın özellikle gelirlerini incelemek üzere adaya müfettiş gönderdi. Deli Hüseyin Paşa bundan çok alındı. Bunun yanında adada bulunan yeniçerilere ulufe vermek icin yeterli gelir bulunmamakta ve ulufeler ödenmemekte idi. Ulufe alamayan askerler Deli Hüseyin Paşa'nın otağına saldırıp otağı talan ettiler. Deli Hüseyin Paşa istifa etmek istedi; ama bu istifa istiği kabul edilmedi.
Şubat 1656'da Sadrazam Ermeni Suleyman Paşa sedaretten azledilince Deli Hüseyin Paşa'nin sedarete getirilmesine karar verildi. Sedaret mühr-ü hümayunu gemi ile ona Girit'e gönderildi. Fakat haber Girit'e erişmeden Kaptan-ı Derya ve İstanbul Sedaret Kaymakamı olan Zurnazen Mustafa Paşa kışkırtması ile 29 Şubat 1656'de (sonradan Vaka-i Vakvakiye adı verilen) büyük bir kapıkulu askeri isyanı ortaya çıktı. Bu isyanı sona erdirmek amacı ile daha mühr-ü humayun Girit'e yarıyola bile varmadan bu kararı bozduran (Deli Huseyin Paşa'nin rakibi olan) Zurnazen Mustafa Paşa asaleten sadrazam olarak tayin edildi. Böylece Deli Hüseyin Paşa haberi bile olmaksızın 6 gün sadrazamlık yaptıktan sonra azledilmiş kabul edildi.
15 Eylül 1656'de Köprülü Mehmed Paşa özel imtiyazlara sadrazam tayin edildi. Bu sırada Girit Serdarı olan Deli Hǜseyin Paşa Kandiye Kuşatması ile uğraşmakta idi. Bu kuşatma 1 Mayıs 1648'da başlamış ve 1656'da küçük çatışmalar; lağım kazıp mayınlamalar halinde devam etmekteydi. Yeni sadrazam Köprülü Mehmed Paşa bu kuşatmayı başarısız olarak kabul etmekte idi. Girit’teki kuvvetlere gönderilen parayı da Deli Hüseyin Paşa'nın kötüye kullandığına da inanmıştı. Onun için Deli Huseyin Paşa'yı Girit Serdar'lığından alıp devlet merkezine çağırdı.
Deli Hüseyin Paşa merkeze gelip Edirne'de Sultan IV. Mehmed huzuruna çıktı ve iltifat gördü. Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa bundan hoşlanmadı; kendisine rakip olarak gördüğü Hüseyin Paşa’yı ortadan kaldırmak için çabalara başladı. Fakat Hüseyin Paşa devlet ilerigelenleri arasında popülerdi. Sadrazam onu saf dışı bırakmak için dönemin şeyhülislâmı Bolevî Mustafa Efendi’den fetva istemişti; ama şeyhülislam buna yanaşmamıştı. Dârüssaâde ağası ve Vâlide Turhan Sultan da Deli Hüseyin Paşa'yı himaye etmekteydiler. Sadrazam kendine rakip olacak gördüğü Deli Hüseyin Paşa'yı bertaraf edemedi.
Onu üçüncü kez Kaptanıderya olarak atamak zorunda kaldı. Deli Hüseyin Paşa, sadrazamın kendi aleyhinde emelleri olduğunu bilmekteydi. Bunun için kaptaniderya gorevi sirasinda gayet davranmaya baslayip herhangi bir şikâyete fırsat vermemeye çalıştı. Örneğin derya beylerinin yeni kaptan-ı deryâya hediyeler sunmaları bir gelenek haline gelmişken Huseyin Paşa böyle hediyeleri almaktan kaçındı.
Bunun üzerine Sadrazam 13 Aralık 1658’de Hüseyin Paşa'yı geniş yetkilerle Rumeli beylerbeyi olarak atadı. Bu görevi sırasında kapı halkının masraflarını karşılamak üzere Hüseyin Paşa, halktan bir miktar cerîme talep etti. Bu talep üzerine Filibe Kadısı Süleyman Efendi merkeze bir şikâyetnâme gönderdi. Ayrıca Rumeli’den diğer şikâyetler de yapıldı. Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa Hüseyin Paşa'nin her hareketini yakından takip ettirmekte idi. Bu şikayetler Sadrazam tarafından birer firsat olarak görüldü. Hüseyin Paşa görevden alınarak İstanbul’a çağrıldı. Bu şikayetlerin birer sadrazam tertibi olması aşikar görünmekte iken Sultan IV. Mehmed'in huzurunda Hüseyin Paşa sorgulandı ve suçu sabit görüldu. Yedikule zindanına hapis edildi, 29 Aralık 1658'de dostlarının af edilmesi ricalarına rağmen Yedikule Zindanı’nda idam edildi.
Bu olay halk arasında büyük bir infiale sebep oldu.
Deli Hüseyin Paşa’nın mezarı Yedikule dahilindeki has bahçede Yaldızlı (Mücevher) kapıdadır. Mezartaşı Üsküf serpuşlu olup kitâbesizdir.
Halk arasında “gazî” ve bilhassa gözünü budaktan sakınmaz tavrı ve hareketleri neticesinde “deli” lakabı ile tanınmış olan Hüseyin Paşa, kuvvetli bir vücut yapısına sâhip, cesur bir vezirdi. Özellikle Revan ve Bağdat seferleri ile Girit’in fethinde gösterdiği kahramanlıklar, kendisine büyük bir şöhret kazandırdı.
Girit’te 12 yıl geceli gündüzlü cephede kalmış ve bütün parasını adanın îmârına harcamıştı. Bu sebeple halk arasında ziyâdesiyle sayılıp seviliyordu. Bilhassa Girit Rumları arasında İslâmiyetin yayılmasına gayret etmiş ve onun gösterdiği adâlete hayran kalan Hıristiyanlar, kitleler halinde İslâm'a girmişlerdir. Bu, Arnavutluk ve Bosna-Hersek’te |
kinden sonra Balkan kavimleri arasında üçüncü toplu İslâmlaşma hareketidir. Bâzı kiliseleri câmiye çevirtip, Hanya ve ele geçilirince Kandiye başta olmak üzere pek çok yerde câmi yaptırdı.
Hüseyin Paşa, son derece kuvvetliydi. Rivâyete göre İstanbul’a gelen İran elçisi memleketinden getirdiği bir yayı Sultan IV. Murâd’a takdim etmişti. Kurulu bir vaziyette bulunan yayın özelliği, boşaltıp yeniden kurmanın son derece zor olmasıydı. Nitekim sarayda tertip olunan bir müsabakada hiçbir şahıs bu yayı boşaltamamış ve pâdişâh yayın Ağa Kapısına asılmasını ve bu işi yapacak olan şahsın kendisine bildirilmesini istemişti. Bu arada Ağa dâiresinde hizmet etmekte olan Hüseyin Paşa, yayı kurup boşaltmış ve durum Sultan Murâd’a bildirilmişti. Hüseyin Paşa, daha sonra aynı hareketi Sultan’ın ve İran elçisinin huzurunda birkaç defa tekrarlayınca, Sultan, pek beğendiği bu genci bir daha yanından ayırmamıştı.
Boğdurularak idam edilen Baltaoğlu Deli Hüseyin Paşa'nın düşmanları tarafından bir fitneye kurban gittiği Devrin Padişahı tarafından anlaşılınca , Bu durumdan üzüntü duyan devrin padişahı Girit'e yapılan ikinci camiye Baltaoğlu Deli Hüseyin Paşa Camii adını vermiştir.
Oğlu Sarı Mustafa Paşa Sultan III. Ahmed’in kızı Sâliha Sultan’la evlenmiştir.
Eski nüfus kayıtlarına göre Akçapınar köyü, Yenişehir, İnegöl ve Bursa'da yaşayan Uysal Sülalesi Deli Hüseyin Paşa'nın günümüze ulaşan torunlarıdır.
Zurnazen Mustafa Paşa
Zurnazen Mustafa Paşa, IV. Mehmed saltanatında 5 Mart 1656 tarihinde dört saat boyunca sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Osmanlı tarihinin en kısa süre sadrazamlık yapan devlet adamıdır. 1655-1656 döneminde kaptan-ı derya görevi de yapmıştır.
Arnavut kökenlidir. Enderunlu değildir. Devlet hizmetine "kapıcıbaşılık" görevi ile girmiştir. 1648 yılı sonlarında Rumeli Beylerbeyi olan Küçük Hüseyın Paşa Girit'te şehit olunca Rumeli Beylerbeyliği'ne atanmıştır. 1650'de İbrahim Paşa yerine başdeftedar olmuştur. Bu görevde iken padişaha bir tezkere sunarak Sadrazam Melek Ahmet Paşa yerine sadrazam olarak atanmasını istemiştir. Bu tezkere sadrazam eline geçtiğinde Zurnazen Mustafa Paşa başdefterdarlıktan atılmıştır.
Haziran 1652'de yöre ahalisi Karaman Valisi olan Katırcıoğlu Mehmet Paşa'nın zulümlerinden dolayı bir şikayetnameyi İstanbul'a göndermişler ve bunun üzerine Katırcıoğlu Silifke valiliğine tayin olmuştur. Onun yerine Karaman Valisi olarak Zurnazen Mustafa Paşa gönderilmiştir. 1652 yılı sonunda ise ikinci defa başdeftedarlığa getirilmiştir. Fakat Bıyıklı Koca Derviş Mehmed Paşa sadaretinde defterdarlıktan azil edilmiş yerine Moralı Mustafa Efendi başdefterdar atanmıştır.
Zurnazen ise Venediklilerin hücumu tehdidi altında bulunan Bozcaada muhafızlığına getirilmiştir. 1655'te Kara Dev Murad Paşa sadrazam olunca Zurnazen Kaptan-ı Derya yapılmıştır. Bu görevde iken Bozcaada'ya hücum eden Venedik donanmasına karşı adayı korumuş ve Venedik eline geçmesini önlemiştir. Sonra Mora yarımadası doğusunda bulunan Menekşe kalesinin Venedikliler tarafından kuşatmasını kırmayı başarıp kaleyi kurtarmıştır.
Sadrazam olan Ermeni Süleyman Paşa 28 Şubat 1656'da bu görevden azledilmişti. Yerine Girit'te Osmanlı orduları serdarı olarak bulunan Gazi Deli Hüseyin Paşa sadrazam olarak atanması kararı alınmıştı ve mühr-ü humayun gönderilmesi kabul edilmişti. İstanbul'da sedaret kaymakamı olarak Kaptan-ı Derya Zurnazen Mustafa Paşa bulunmaktaydı. Zurnazen Mustafa Paşa büyük çabalar göstererek 6 gün sonra, daha Girit'e haber yarıyola bile varmadan bu kararı bozdurdu. 5 Mart 1656'da Zurnazen Mustafa Paşa sadrazam olarak tayin edildi. Fakat buna reaksiyon çok hızlı oldu. O zaman isyanda olan sipahi ocak ağaları padişahtan hemen bir Alay Köşkü önünde bir ayak divanı istediler ve Zurnazen Mustafa Paşa'yı sadrazam olarak kabul edemeyeceklerini açıkladılar. Bu ayak divanında verilen söze uyan Padişah tayininden 4 saat sonra Zurnazen Mustafa Paşa'yı sedaretteen azletti ve isyancılara daha uygun görülen eski sadrazam Siyavuş Paşa ikinci defa sedarete atandı.
Zurnazen Mustafa Paşa Kaptan-ı Derya olma görevinde devam etti. Fakat Nisan 1656'da bu görev de ondan alındı ve kendisine Erzurum valiliği verildi. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesine göre Erzurum'a görevi gereği gitti, Ocak veya Şubat 1666'da Erzurum'da öldü.
Uzunçarşılı onu şöyle değerlendirmiştir:
İşten anlar, hilekar, kurnaz, içten pazarlıklı tehlikeli bir şahıstı... Deli Hüseyin Paşa'nın sadaretine mani olmuştur.
Boynuyaralı Mehmed Paşa
Boynuyaralı Mehmet Paşa, veya "Boynueğri Mehmed Paşa" IV. Mehmed'in saltanatında 26 Nisan 1656 - 15 Eylül 1656 tarihleri arasında dört ay on dokuz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Canik (günümüzde Samsun) yörelerindendir. İstanbul'a genç yaşta gelip Demirkazık Halil Paşa yanına girmiş ve ona kethüda olmuştur. IV. Murat'ın Bağdat Seferi'ne katılmış ve bu seferlerde gayreti ve cesareti ile isim kazanmıştır. Bu seferlerde birçok yara almış ve bunlardan biri boyuna isabet etmiş ve bu yara sonraki hayatı devamınca onu etkilemiştir. Bu nedenle "Boynuyaralı" veya "Boyunueğri" lakabı ile tanınmıştır.
Kethüdası olduğu Demirkazık Halil Paşa IV. Murat döneminde bir iftira yüzünden idam edildiği zaman, Mehmet Ağa IV. Murat'ın silahdarı olan Mustafa Paşa yanına girmiştir. Önce Mustafa Paşa'nın kethüdalığını yapmıştır. Sonra birkaç defa Çavuşbaşı görevi yapmıştır. Bu görevlerin birinde ünlü şair Nefi'nin tutuklanmasını ve idamını sağlamıştır. Sonra Kastamonu sancak beyi, Halep Beylerbeyi, Şam Beylerbeyi ve 1648'de Anadolu Beylerbeyi görevleri yapmıştır.
1649'da Anadolu Beylerbeyliğinden azil olunmuş; ama ünlü Celali isyancısı Katırcıoğlu'nu tenkile görevli serdar tayin edilmiştir. Fakat Katırcıoğlu'nu yakalayamamıştır. Ayrıca serdarlık görevini kötüye kullanıp halka zulüm ettiği hakkında şikayet başkente gönderilmiştir. Bunun üzerine İstanbul'da Boynuyaralı Mehmed Paşa'nın idamı için emir çıkarılmış ve bu emiri ifa için Boynuyaralı Mehmed Paşa'yı yakalamak için Köprülü Mehmed Paşa tayin edilmiştir.
Bundan dolayı Boynuyaralı Mehmed Paşa isyan için etrafında asker toplamaya başlamıştır. Bunu haber alan Köprülü Mehmed Paşa ona bir nasihat mektubu yazmış; ondan asker toplamaktan vazgeçmesini, İstanbul'a gidip af dilemesini nasihat vermişti. Bu nasihatı kabul eden Boynuyaralı Mehmed Paşa İstanbul'a gitmiş ve birkaç bin altınlık mücevherat vererek Valide Sultan aracılıyla ve bazı ocak ağaların da buna katılmasıyla af olunmuştur. 1650'de kubbe vezirliğine tayin edilmiştir.
Bu arada İbşir Mustafa Paşa ile Abaza Hasan Ağa devlete karşı isyankar duruma gelmişler ve Celali oldukları kabul edilmişlerdi. 1651'de kubbe veziri olarak Boynuyaralı Mehmed Paşa bunlara nasihatla görevlendirilip isyanlarının önünü alması için bunlarla üzere Anadolu'ya gönderilmiştir. Boyunuyaralı Mehmed Paşa bu görevinde başarı kazanıp bu iki kişinin isyan çıkarmasını önlemiştir.
Bu hizmet başarısı üzerine ona Diyarbakır valiliği verilmek istendi. Fakat Boynuyaralı Mehmed Paşa Şam Beylerbeyliği'ni istemekteydi. Bunun için İstanbul'a geldi. Şam Beylerbeyliğine yeni sadrazam Gürcü Mehmed Paşa kardeşi Cafer Paşa'yi atamıştı. Fakat Boynuyaralı Mehmed Paşa Diyarbekir Valisi olmayı kabul etmeyip ya İstanbul'da kalıp kubbe vezirliği ya da Şam Valiliği üzerinde ısrar etti. Sonunda Kasım 1651'de Kanije Beylerbeyliği görevini almaya ikna edildi ve böylece İstanbul'dan uzaklaştırıldı.
Gürcü Mehmed Paşa azledildikten sonra Kanije Valiliği'nden Şam valiliğine verildi.
Nisan 1656'da ise Şam valisi iken Şeyhülislam Hocazade Mesut Efendi'nin tavsiyesi ile Sadrazamlık görevi verildi.
Yaklaşık dört buçuk ay sadrazamlığı olaylı geçti. 26 ve 27 Haziran 1656'da Kaptan-ı derya Sarı Kenan Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması ile Amiral Lorenzo Marcello komutasındaki bir Venedik-Malta filosu arasında yapılan III. Çanakkale Deniz Muharebesi'ni Osmanlı donanması büyük bir zayiatla kaybetti. Venedikliler Çanakkale Boğazı'nı kapamayı ve böylece Girit'eki ordunun ikmalini ve Ege üzerinden İstanbul'a gelen ticareti, özellikle Mısır üzerinden şeker gibi bazı özel besinlerin gelmesini, önlemeyi başardılar. Ayrıca Bozcaada, Semadirek ve Limni adalarını ellerine geçirdiler. Bu denizde bozgun haberi İstanbul halkı arasında büyük bir panik yarattı ve acayip tedbirler alınmaya başlandı. Bunlar arasında İstanbul limanı önüne gelecek Venedik donanmasının gözünü boyamak için şehir surlarının badana ile beyaza boyanması gelmektedir. Bu paniğin Boynuyaralı Mehmed Paşa'yı hayrete düşürdüğü bildirilmektedir.
Bu kriz sıralarında Boynuyaralı Mehmed Paşa'yı meşgul eden işlerin başında, Köprülü Mehmed Paşa'nın Valide Sultan'la görüşüp sadrazamlığa atanması olasılığını imkansız hale getirecek planlar yapmak gelmekteydi. Bu plana göre Köprülü Mehmed Paşa'ya Trablusşam valiliği verilecekti. Fakat bu plan gerçekleşmedi ve 15 Eylül 1656'da Boynuyaralı Mehmed Paşa sadaretten azledilerek yerine çok geniş yetkilerle Köprülü Mehmed Paşa sadrazam oldu.
Sultan IV. Mehmed, Boynuyaralı Mehmed Paşa'nın azlinden sonra onun idam edilmesi için irade çıkartmıştı. Ama yeni sadrazam rica ederek onun idam edilmesini önledi. Boynuyaralı Mehmed Paşa Malkara'ya sürgüne gönderildi. Sonra İstanbul'a dönmesine izin verildi. Bundan sonra 10 kadar yıl emekli olarak Boynuyaralı Mehmed Paşa Eyüp'de bulunan yalısında yaşadı. 1665'te orada hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde yaşının 80'i geçtiği bilinmektedir.
Gençliğinde cesareti ve gayreti ile isim yapmış ve devlete iyi hizmet etmişti. Ancak Sadrazam olduğu zaman 70 yaşına gelmiş ve çok buhranlı bir zamanda idare gücünden yoksun görünmüştü. Onun sedaretinden sonra devlet işleri büyük yetkilerle Köprülülere bırakılmak üzere idi. Zaten dört buçuk ayda yapıp gösterecek kalıcı bir şey yapmasına imkan olduğu çok şüpheli idi.
Köprülü Fazıl Ahmed Paşa
Köprülü Fazıl Ahmed Paşa veya "Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa" (d. 1635, Vezirköprü - ö. 3 Kasım 1676, Edirne) Osmanlı Devleti'nde IV. Mehmed döneminde, 30 Ekim 1661 ile 3 Kasım 1676 tarihleri arasında on beş yıl dört gün s |
adrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Köprülü Mehmed Paşa'nın oğludur. Girit, Uyvar, Podolya, Kamaniçe fatihidir.
Köprülü Fazıl Ahmed Paşa 1635 yılında Amasya Vezirköprü'de doğdu. Annesi Voyvoda Yusuf Ağa'nın kızı Ayşe Hanım'dır.
Babası Köprülü Mehmet Paşa'nın okuma yazmasının olmadığı bilinmektedir. Fakat oğlunun iyi bir eğitim almasını ve bir alim olmasını çok istediğinden 7 yaşında babası ile İstanbul'a gelen Fazıl Ahmet Paşa çok iyi bir eğitim almıştır. Devrin en seçkin ulemalarından, kitaplarıyla ünlü Osman Efendi'den, Ahmed Bey ve Tarihçi Şeyhülislam Çelebizade Aziz Efendi'den dersler almış, Çelebizade Aziz Efendi'den mülazım almıştır. Üstün zekasını genç yaşında göstermiştir. 16 yaşında bir rekora imza atarak müderris (profesör) olarak akademik kariyerine başlamış, İstanbul medresesinde "paşazade" unvanıyla müderrislik yapmıştır. Muhtemelen babasının nüfusundan faydalandığı yönündeki eleştiriler ve bazı ilim adamları arasındaki itilaf ve dedikodulardan dolayı rahatsızlık duymuş ve kendi isteği ile akademik kariyerini yarım bırakmış, medreseden ayrılarak mülkiyeye geçmiştir.
24 yaşındayken 1658'de Erzurum'a 1660'da da Şam'a vali tayin edilmiş, bu iki şehirde halka karşı tutumu ve özellikle halkın yükünü hafifleten vergi indirimleriyle takdir kazanmıştır. Şam'da Dürziler'in otoriteye karşı tutumları ve isyanlarından dolayı, ordusuyla bir takım seferler düzenlemiştir. Sayda, Beyrut, Safed bölgesindeki eşkıyaları temizleyerek bölgeyi bir beylerbeyliği statüsüne getirip merkeze bağlamıştır. Kazandığı başarılarla padişah IV. Mehmed ve Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. 1660'da babasının rahatsızlığından dolayı merkeze çağrılmış, Edirne'ye giderek 25 yaşında Sadaret Kaymakamlığı (Başbakan Vekili) görevine getirilmiştir. Bu göreve getirilen en genç diplomat olarak tarihe geçmiştir.
Köprülü Mehmet Paşa'nın son yılları yaşlılığa bağlı rahatsızlıklarla dolu geçecektir. Hastalığı artınca padişah IV. Mehmed ona sadrazamlığından duyduğu memnuniyeti dile getirmiş, ölümünden sonra kendisi gibi ikinci bir sadrazam bulamayacağından dolayı endişeli olduğunu söylemiştir. Mehmet Paşa ise yaptığı icraatların ve sağladığı huzur ortamının zor şartlarda sağlandığını, kalıcı olabilmesi için kendisi gibi çalışkan ve güvenilir birisinin göreve getirilmesini bu işi de ancak oğlu Fazıl Ahmet Paşa'nın yapabileceğini söylemiştir. Padişah yaşlı sadrazamın bu önerisini kabul ederek ölümüyle birlikte Fazıl Ahmet Paşa'yı sadrazam yapmıştır. Babasının baskıcı ve infazlarla dolu sadrazamlığı ölümüyle son bulunca büyük bir üzüntü ve memnuniyet aynı anda yaşanmıştı. Fazıl Ahmet Paşa, muhtemel bir rehavetin doğmaması için otoriter bir sadrazam profili çizmiştir.
Babası Köprülü Mehmet Paşa'nın vasiyeti üzerine, Sultan tarafından sadrazamlığa getirilen 15 yıl bu görevde kalan Fazıl Ahmet Paşa Osmanlı tarihinin en önemli sadrazamlarından ve devlet adamlarından biridir. 26 yaşında sadrazam olmasıyla da yine Türk tarihinin bu göreve getirilen en genç sadrazamı (Başbakan) olmuştur.
Sadrazam olduktan sonra ilk iş olarak Avusturya üzerine sefere çıktı. Avusturya'nın Osmanlıların elindeki Erdel'e akınlar düzenlemesi ve Macaristan'ın Osmanlılar'a bağlı bu bölgesinde çıkarılan iç karışıklıklar nedeniyle Zitvatorok Anlaşması ihlal edilmiş oluyordu. Kısa sürede hazırlanan ve Kırım kuvvetlerinin de desteklediği 120 bin kişilik bir kuvvet, 200 kadar top ve "Serdar-ı Ekrem" unvanıyla yola çıkan Fazıl Ahmet Paşa, Belgrad'a vardığında Avusturya'nın barış isteği ile karşılaştı.Elçiye, Avusturya'nın işgal ettiği kaleleri boşaltması, sınırdaki bazı kalelerin yıkılması, Müslüman esirlerin tamamının serbest bırakılması ve Kanuni dönemindeki gibi Avusturya'nın Osmanlı üstünlüğünü kabul ederek yılda 30 bin altın vergi ödemesi şartını getirdi. Şartları ağır bulan elçi geri dönecek, ordu Budin'e vardığında ikinci bir görüşme gerçekleşecektir. Burada da Fazıl Ahmet Paşa isteklerini yenilediği gibi yapılmakta olan seferin masrafları karşılığında bir defaya mahsus Avusturya'nın 200 bin kuruş ödeme yapması şartını ekleyecektir. Elçiler, Avusturya imparatorunun bu şartları kabul edemeyeceğini bildirmesi üzerine ordu Ağustos ortalarında Avusturya - Macaristan sınırında bulunan, İtalyan mühendislerce Türk ilerleyişine karşı özel olarak geliştirip tahkim ettikleri, Kanuni Sultan Süleyman'ın kuşatıp alamadığı Uyvar kalesini kuşattı. Kırım Kuvvetleri'nin Viyana önlerine kadar düzenledikleri akınlar ve kalenin aldığı yardımlara rağmen direnemeyecek duruma gelmesi üzerine kale komutanı Forgacs kaleyi bazı şartlarla boşaltmayı kabul etmiştir. Uyvar kuşatması esnasında yağan yağmurlar sonucu bölgenin bataklığa dönüşmüş olması Osmanlı ordularını zorlamıştı, buna rağmen Fazıl Ahmet Paşa'nın askerlerine karşı tutumu ve ihsanları, şehri ele geçirdikten sonra Hristiyan halka tanıdığı can, mal ve yaşama güvencesi, centilmenliği ile ona Avrupa'da büyük bir ün kazandırdı. Avrupa'da adından çokça söz ettiren Fazıl Ahmet Paşa, Fransızca "Fort Comme Un Turc" yani "Türk gibi güçlü" deyiminin doğmasına neden oldu. Bugün hala Fransızcada kullanılan bu deyim, güçlü ve dayanıklı anlamlarıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Uyvar'ın fethinden sonra Viyana'ya yürüyen Fazıl Ahmet Paşa, Avrupa'da büyük bir paniğe sebep oldu. Avusturya bunun üzerine Avrupa'dan yardım istemiş Papalık, İspanya, Saksonya ve Brandenburg askeri ve nakdi yardımlarda bulunmuştur. Fransa kralı 14. Louis'in bile 5000 kişilik bir kuvvetle Avusturya'ya yardım göndermesi Fazıl Ahmet Paşa'yı rahatsız etmiş ve Osmanlı - Fransız dostluğuna zarar verdiği gerekçesiyle Fransız elçisine huzurunda ciddi bir tepki göstermiştir. Avusturya'nın ünlü İtalyan kumandanı Raimondo Montecuccoli'nin komutasında toplanan ordu 1664'te hazır hale gelir. Osmanlı orduları kışı hazırlık yaparak geçirdikten sonra ilkbaharla beraber Alman Seferi'ne çıkar. İrili ufaklı birçok kale fethedilerek Tuna'nın bir kolu olan Raab nehri kıyısına ulaşılır. Temmuz sonlarında St. Gotthard'da karşı karşıya gelen birlikler birbirlerine üstünlük sağlayamazlar, Raab nehri üzerindeki köprülerin yıkılmasıyla Osmanlı ordusu geri çekilmiş ve taraflar masaya oturmak zorunda kalmıştır. Vasvar Anlaşması adıyla bilinen 10 Ağustos 1664 tarihli anlaşmada Osmanlılar, Avusturya'ya üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Fazıl Ahmet Paşa, Erdel'deki Osmanlı hakimiyetini pekiştirdikten sonra kendi payına düşen ganimeti burada bir vakıf kurarak buraya hayır amaçlı bağışlar. Viyana üzerine yürümek isteyen Fazıl Ahmet Paşa, dağılmayan Avusturya ordusuna ikinci kez saldırmış ve taraflar karşılıklı olarak bir takım kayıplar vermiştir. Ulaşımdaki eksikliklerden ve kışın yaklaşmasından dolayı vazgeçen ama Vasvar Anlaşmasının geçerliliğini koruyan Fazıl Ahmet Paşa İstanbul'a dönmüştür.
Köprülü Fazıl Ahmet Paşa daha sonra 21 yıldır alınamayan Girit'in fethine yöneldi. 15 Mayıs 1666'da Edirne'den ayrılan Sadrazamın padişah'a Girit'i almadan dönmeyeceğine ve Girit'in fethini haber veren mektubuna kadar da kendisine bir mektup yazmayacağına dair yemin ettiği söylenir.Fazıl Ahmet Paşa 3 yıl sadaretten ayrı Girit'te bulunmuş, makam ve mansıp düşkünü olmadığını göstermiştir. Sadaretten ayrı geçen bu 3 yıl Osmanlı tarihinde bir sadrazamın aralıksız en uzun süre seferde geçirdiği zamandır. Ege adalarından ve Yunanistan kıyılarından toplanan birliklerle ve Mısır'daki Osmanlı donanmasıyla desteklenen kuşatma 25 Mayıs 1666'da Fazıl Ahmet Paşa komutasında tekrar başlar. Girit'teki 70 bin kişilik Osmanlı kuşatmasına karşılık adadaki Venediklilere Papalık, Floransa ve Malta'dan destek gelir. kale komutanlığını Venedik başkomutanı Morosoni üstlenir. Yapılan görüşmelerde Kandiye kalesinin Osmanlılara teslimi gerçekleşmedikçe barış yapmayacağını bildiren Fazıl Ahmet Paşa, lağım ve tünel faaliyetlerine ağırlık verdi. Lağım savaşları şehrin iki katı büyüklüğünde yer altında sayısız tünelde cereyan etmiş, Fazıl Ahmet Paşa da gazilerine destek vermek için yer altında açtırdığı 2 küçük hücrede aylarca kalmıştır. 1668'de zor duruma düşen kale komutanı Morosini Venedik'e haber vermeden Fazıl Ahmet Paşa'ya barış teklifinde bulunmuş, paşa da bu görüşme talebini "Kendisi gibi kale alıp vermeye yetkili biri tarafından görüşebileceğini" bildirerek reddetmiştir. Kandiye önlerinde yeni toplar döktürerek kuşatmaya devam eden Fazıl Ahmet Paşa'ya Venedik'ten yılda 20 bin altın vergi verme şartıyla kuşatmayı kaldırması teklif edilmiş ama Fazıl Ahmet Paşa sadece Kandiye'nin teslimi şartıyla barış yapacaklarını yenilemiştir. Kuşatmasının uzaması üzerine Padişah 4. Mehmet, sadrazamına bir mektup göndererek "Kuşatmanın uzaması halinde gelecek seneye kendilerini askeri ve ekonomik olarak desteklemek de zorlanacağını" bildirmiş bu mektup üzerine Fazıl Ahmet Paşa çok büyük bir üzüntü yaşamış ve padişaha "Fetih gerçekleşmeden kendisinin Girit'ten geri dönmeyeceğini" bildirmiştir. Fazıl Ahmet Paşa ayrıca İstanbul'dan kendisine destek vermek için gelen annesi Ayşe Hanım'dan, mektuplar göndererek İstanbul'daki Şeyhülislam Yahya Efendi ve Vani Mehmet Efendi'den başarısı için dua istemiştir. 1668'de padişahla görüşen Venedik elçileri yıllık 24 bin altın vergi ve Adriyatik kıyılarındaki bazı kaleleri vermeyi vadetmiş isteği sadrazamına ileten Padişah'a Fazıl Ahmet Paşa'dan yine ret cevabı gelmiştir. Kışı siperlerde geçirerek kararlılığını gösteren Fazıl Ahmet Paşa, 5 Eylül 1669'da Kandiye başta olmak üzere Girit'i teslim almayı başarmıştır. İmzalanan 18 maddelik anlaşmaya göre Venedikliler haraç ödemeye şartı getirilmiş, kale içerisindeki gayrimüslimlere adayı mallarıyla birlikte terk etme ve yaşama hakkı verilmiştir. Bu fetihle birlikte Girit fatihi unvanını alan Fazıl Ahmet Paşa, Türk tarihinin Akdeniz'deki en büyük fetihlerinden birini gerçekleştirerek İstanbul'a dönmüştür.
Fazıl Ahmet Paşa, kendisi Girit'teyken başlayan Lehistan (Polonya) sorununu çözmek için ayağının tozuyla yeni bir sefere çıkma kararı aldı. Ukrayna kazaklarını himayesine alan Osmanlı devleti Lehistan'ın bölgedeki müdahalelerinden rahatsız |
lık duyuyordu. Fazıl Ahmet Paşa, seferin önemli bir kısmında yanında bulunmak ve kendisine destek vermek isteyen Padişah IV. Mehmed'le birlikte Lehistan seferine çıktı. (4 Haziran 1672) Fazıl Ahmet Paşa, Lehistan'ın Podolya eyaletinin merkezi olan Kamaniçe başta olmak üzere İzvança ve Bucaş'la beraber birçok kaleyi fetheder. Lehistan'la Bucaş Anlaşması'nı yapar, 220 bin duka altın vergi şartı ki Lehistan'a göre ağır bir vergidir, getirilerek Lehistan'ın Osmanlı üstünlüğünü kesin bir şekilde kabul etmesi sağlanır. Fazıl Ahmet Paşa, Hotin şehrinin Lehler tarafından ele geçirilmesi üzerine 1674'te Lehistan seferini tekrarlar. Ukrayna'nın başkenti Çehrin üzerine yürür. Ruslara karşı birçok kaleyi zapt ve tahrip ederek, küçük ölçekli birçok kaleyi de ele geçirerek Rusların Ukrayna'dan çıkarılması üzerine seferini tamamlayarak geri döner. Bu seferler Osmanlı tarihinin en uzun menzilli kara seferlerinden biridir. Başta Bucaş anlaşması olmak üzere kazanılan başarılar Osmanlıların kuzeyde ulaştıkları en uç noktalar olmuştur.
Lehistan seferinden dönen Fazıl Ahmet Paşa'nın sağlığı bozulmuştur. Divana başkanlık edemeyecek duruma gelir. Sefer hazırlığı yaptığı sırada İstanbul'dan Edirne'ye hareket ederken Çorlu - Karıştıran arasında Karabiber Çiftliği'nde 1 Kasımı 2 Kasım'a bağlayan gece 1676'da en verimli çağında ve çok genç bir yaşta 41 yaşındayken vefat etmiştir. Cenaze namazı burada kılındıktan sonra İstanbul'a getirilmiş ve İstanbul Divanyolu'nda bulunan Çemberlitaş'ta babasının türbesine defnedilmiştir. Ölümü Osmanlı tarihi için büyük bir kayıp olmuştur. Kaynaklardan anlaşıldığına göre ölüm nedeni olarak aşırı çalışmaya bağlı yorgunluk ve yıpranma gösterilmiştir.
Aralıksız 15 yıl sadrazamlık yaparak Türk tarihini bu görevde en uzun süre bulunmuş başbakanlarından ve en önemlilerinden biridir. Görev yaptığı 15 yılın 9 yılını bir fiil seferde geçirmiştir. Yerli ve yabancı tarihçilerce iyi huylu, merhametli, sabırlı, azimli ve ileri görüşlü olarak tasvir edilmiştir. Yumuşak huylu, anlayışlı ve fazilet sahibi olduğu için kendisine "Fazıl" lakabı takılmıştır. İcazetli bir hattat, nesir alanında iyi bir kalem, fıkıh ve felsefe alanında da akademisyendi. Babasının Rumeli ve Anadolu'da yarım kalmış vakıflarını kendisi tamamlamış ve birçok hayır kurumunu ve adını taşıyan vakıfları Osmanlı sosyal hayatına kazandırmıştır. Kurduğu ve kendi adını taşıyan İstanbul, Çemberlitaş'taki kütüphanesi Osmanlı tarihi açısından çok önemli bir kaynak kütüphane olmuştur. Askeri ve mali alanlarda büyük reformlar yapmıştır. Saray erkanına ve devlet görevlilerine özel günlerde verilen hediyeleri yasaklamıştır. Osmanlı maliyesi babasının döneminden başlayarak yapılan büyük seferlere rağmen kendisinin döneminde fazla vermeye devam etmiştir. Ölümü üzerine kendisinden duyulan memnuniyetin ve güvenin bir göstergesi olarak üvey kardeşi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazamlığa getirilmiştir.
Stardium
Türkiye'de 15 Haziran 2002 tarihinde kurulmuş olan bir müzik yapım şirketi.
İlk olarak 2005 yılında Redd'in ilk albümü olan 50/50 yapımcılığını üstlenen şirket daha sonraları, Bomb, Murat Boz, Cüneyt Çakım ve Ayça Tekindor, Grup Hepsi, Özgür Çevik, Nükhet Duru gibi sanatçıların ve grupların albümünü çıkarmıştır.
2011 yılı itibarıyla Deha,Murat Güneş,Sevtap Ünal,Ediz,Mişa,Cüneyt Ergün Stardium Müzik'e bağlı sanatçılardır.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (d. 1634/1635 – ö. 25 Aralık 1683), Osmanlı padişahı Avcı Mehmet saltanatı sırasında 3 Kasım 1676 - 15 Aralık 1683 tarihleri arasında yedi yıl bir ay on iki gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. 1672-1676 Osmanlı-Lehistan Savaşı ve 1676-1681 Osmanlı-Rus Savaşında kazandığı başarılara rağmen, II. Viyana Kuşatması ile özdeşlemiş olan sadrazamdır ve kuşatmanın hüsranla sonuçlanması üzerine idam edilmiştir.
Kara Mustafa Paşa 1634 yılında Merzifon’un ilçeye en yakın köylerinden biri olan Mirince (Karamustafapaşa, Merzifon) köyünde dünyaya gelmiştir. O bölgenin sipahi ileri gelenlerinden Oruç Bey’in oğludur. Annesi Abide Hatundur.
4 yaşında yetim kalmıştır. Babasının yakın arkadaşı Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaşıtı Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ile birlikte yetiştirilmiştir. Daha sonra Köprülü Mehmet Paşanın kızı ile evlenerek damadı olmuştur.
1672-1677'de Lehistan Seferleri sırasında Osmanlı orduları serdar-ı ekremliğini önce Köprülü Fazıl Ahmed Paşa yapmıştır ama sonra Merzifonlu Kara Mustafa Paşa serdar olmuştur. Sonradan Kamaniçe Seferi olarak anılan 1672 yılı seferine Sultan IV. Mehmet de katılmıştır.
Lehistan-Litvanya Birliği Kralı Mihal Visevetski (Michał Wiśniowiecki) Ukrayna'da Kazakların aleyhinde hücuma geçip büyük bir arazi, birçok kale ellerine geçirmişti. Bunun üzerinde Osmanlılara tabi olan Zaporog ve Sarıkamış Kazakları Hetman'i Durosenko'ya destek sağlamak üzere Osmanlı ordusu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa serdarlığında Sultan IV. Mehmet'in ve Kara Mustafa Paşa'nın katıldığı sefer başlatıldı. 5 Haziran-9 Aralık 1672 döneminde süren bu seferde Podolya üzerine gidildi ve Kamaniçe dahil birçok Kazaklardan Lehistan eline geçmiş olan şehir ve kale Osmanlılar eline geçirildi. Bu seferde Osmanlı güçleri, Lehistan Kralı Mihal Visevetski (Michał Wiśniowiecki)'nin merkez yaptığı Lemberg (Türkçesi "İlbav") şehrini muhasara ettiler. Padişah IV. Mehmet şahsen bu kaleye 2 saat mesafeye kadar gitti. Bu Osmanlı başarıları Lehistan kralı ve hükümetni şaşırttı ve Lehler Kırım Hanı aracılığı ile barış istediler.
Ekim 1672'de Bucaş sahrasındaki ordugahta başlayan müzakereler sonunda Osmanlı ve Lehistan devletleri arasında barışı sağlayan Bucaş Antlaşması imzalanmıştır. Türkçe ve Latince iki lisan üzerinde yazılmış olan antlaşmanın Türkçe metni Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından mühürlenip Lehistan elçisine verilmiş ve onlar da Latince metni imzalayıp Kara Mustafa Paşa'ya teslim etmişlerdir. Bu galibiyet ve Bucaş Antlaşması ile Osmanlı'lar güney Ukrayna'da bulunan Kazak bölgelerinin koruyucuları haline geçmişlerdir. Podolya'da alınan topraklar ile Kaminice merkezli "Podolya Eyaleti" kurularak Osmanlı devletinin sınırı tarihinin en kuzey noktalarına erişmiştir ve topraklar üzerindeki Osmanlı idaresi 99 yıl 1699'a kadar sürmüştür. Ayrıca Lehistan-Litvanya Birliği yıllık vergi vermeye mecbur bırakılmışlardır.
1673'te Ukrayna 'da Zaporog ve Sarıkamış Kazakları Hetmanı Döresenko Osmanlı güçleri ile birlikte olmuştu.
1674'te Ruslar Ukrayna Kazaklarına hücum etmişler ve onlara ait birkaç palanga ele geçirmişler ve Kazak Hetmanı'nın merkezi olan Çehrin (Lehçe: "Czehryń" ve yeni ismiyle Çığırın) kalesini sarmışlardı. Kara Mustafa Paşa serdarlığında ve Sultan IV. Mehmed'in katılması ile yeni bir Lehistan seferi için Ukrayna'ya yürüdü. Bu sefer esnasında Kırım Hanı Selim Giray hetmanı kötümek için Çehrin üzerine gönderildi. Bunu haber alan Çehrin'i kuşatan Rus generali çekildi ve Çehrin kuşatmasını kaldırdı. Kazak Hetmanı Dorsenko Osmanlı karargahına gelerek Osmanlılara bağlı Ukrayna bölgesi hükümdarı olarak kabul edildi ve kendine bir altın topuz hediye edildi.
Lehistan Kralı Mihal 1673'te öldü. 1671-1676 Osmanlı-Lehistan Savaşı'nın devam etmekte olduğu bu sırada Lehistan-Litvanya Birliği ordularının kumandanlık görevini Jan Sobieski yüklendi. Lehistan-Litvanya Birliği ordusu 11 Kasım 1673 tarihinde Hotin yakınlarındaki yapılan bir muharebede Sarı Hüseyin Paşa komutasındaki bir Osmanlı ordusu kolunu büyük bir yenilgiye uğrattı. Bu Osmanlı yenilgisi 1672'de imzalanmış olan Bucaş Antlaşması'nın koşullarını değiştirmedi. Fakat Jan Sobieski'nin ismini yaydı ve nihayet Jan Sobieski Mayıs 1674'te Avusturya'lıların gösterdiği krallık adayına karşı olarak Lehistan-Litvanya Birliği Kralı seçildi.
Jan Sobieski Avusturya'lılar aleyhinde Fransa'ya yaklaştı. Fransız arabuluculuğu ile Osmanlılarla savaşı sona erdirmeye çalıştı. Haziran 1675'te Fransa'yla Jaworow Antlaşması'nı imzalayıp bu anlaşmanın bir gizli maddesinde Osmanlılarla barış yapıldıktan sonra Habsburg Avusturya Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na savaş açacağına söz verdi. Ekim 1676'da Osmanlılarla Lehistan arasında İzvança Antlaşması'nı imzaladı. Bu antlaşma koşulları Lehistan için Bucaş Antlaşması'ndan biraz daha elverişli idi.
Kara Mustafa Paşa 3 Kasım 1676'da Edirne'de Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa'nın ölmesi ile sadrazamlığa getirildi.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın sadrazam olduktan sonra uğraştığı ilk sorun Ukrayna'da bulunan Kazak Hetmanlığı'nın kime bağlı olacağı ile ilgiliydi.
Zaporog ve Sarıkamış Kazakları Hetmanı Doroşenko 1675'e kadar Osmanlılara tabi olmuştu. Fakat kendine tabi olan Kazak cenkçi ve askerlerini baskısıyla 1675'dan itibaren Rus taraftarlığına döndü. Doroşenko Ruslarla anlaşıp 19 Eylül 1676'da Sağ Ukrayna Kıyıları (Pravoberezhna Ukrayına) Kazakları Hetmanlığını bıraktığını ilan etti ve Rusya'ya sürgüne çekildi. Merkezi olan Çehrin kalesini Ruslara teslim etti. Bunun üzerine Osmanlı Sadrazamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Doroşenko'nun azledildiğini bildirdi; yerine Sağ Ukrayna Kıyıları (Pravoberezhna Ukrayına) Kazakları hetmanlığına İstanbul'da eğitilen Yuri Himelnitskiyi adlı bir papazı atandığını ilan etti. Temmuz 1677'de Şeytan İbrahim Paşa serdarlığı altında bir Osmanlı-Kırım Tatar Hani ordusu I. Çehrin Seferi'ne başladı ve bu ordu Ağustos'da Çehrin kalesini kuşatma altına aldı. Çehrin Kalesi Osmanlılar tarafından 23 gün kuşatmaya alındı. Fakat kaleyi kurtarmak için büyük bir Rus ordusu geldiği haberi gelince 29 Ağustos'ta serdar ve Kırım Hani kuşatmayı bırakarak geri çekildi. Şeytan İbrahim Paşa İstanbul'a dönünce vezirlikte atılıp tutuklandı ve Kırım Hani Selim Giray hanlıktan azledildi.
Bu başarısızlık dolayısıyla Rus çarı anlaşmak için İstanbul'a bir elçi gönderdi. Sadrazam Kara Mustafa Paşa Ruslarla harp taraftarıydı ve bir sefer hazırlığına başlamıştı. Ama Çehrin kalesinden Rusların çekilip bu kalenin Osmanlılara tabi Kazak Hetmanı'na verilirse sulh yapılabileceğini bildirdi. Rus elçisi buna yanaşmadı. Rus elçisinin elinden nağme alınıp elçi Sultan huzuruna çıkarılmadan İst |
anbul'a gelmesinden 12 gün sonra Rus elçisi geri gönderildi.
1678'de Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa serdarlığında başlayan yeni bir sefer, İkinci Çehrin Seferi başlatıldı. Sultan IV. Mehmet de orduya Silistre'ye kadara katıldı. Kara Mustafa Paşa serdarlığında Osmanlı ordusu Ukrayna'da ilerleyerek Çehrin önüne geldi. 21 Ağustos 1678 tarihinde Çehrin Osmanlıların eline geçti. Bu yenilgi, Ruslar için kötü oldu. Çünkü; önemli bir bölgeyi kaybetmişlerdi. Rus Çarı Aleksey yeni bir strateji olarak Sağ Ukrayna Kıyıları arazilerinde yaşayan Kazakları zorlayıp Dinyeper Nehri batısındaki bölgelerin nüfusunun küçülmesini hedef almıştı. Diğer taraftan da Rusla Çehrin'i tekrar fethetmek için hazırlığa başladıkları söylentilerini yaymaya başladılar. Bu söylentileri haber alan Sadrazam Kara Mustafa Paşa Osmanlı Ordusunu yeni bir savaş açmak hedefiyle Edirne'de toplamaya başladı. Rusya Çarı Aleksey ile yeni Lehistan Jan Sobieski arasında Osmanlıların aleyhinde bir dostluk antlaşması imzalandı. Rusya Çarı, güçlü olmadığını bilip çok toprak kaybetme riskini göze alamadı. Bunun üzerine Rusya Çarlığı barış istedi ve Sadrazam Kara Mustafa Paşa da barışı kabul edip. yeni savaş, son anda önlendi. 31 Ocak 1681'de Rusya Çarlığı ve Osmanlı Devleti ile Kırım Hanlığı arasında Bahçesaray Antlaşması imzalandı. Buna göre Dinyeper Nehri Osmanlı Devleti ile Rusya Çarlığı arasında sınır olup sağ yakası (batısı) Osmanlı Devletinin elinde kaldı ve Çehrin kalesi Osmanlılara ait olduğu kabul edildi. Dinyeper Irmağı'nın sol yakasının ise, yani Ukrayna'nın doğuşu ve Zaporogya Kazaklar bölgelerinin, Rusya Çarlığı idaresinde olduğu Osmanlılar tarafından onaylandı.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Avusturya seferine çıktıktan sonra diğer önde gelen paşalarla savaş divanı kurup Yanıkkale (bugün Macaristan sınırları içinde kalan Győr-Moson-Sopron şehri) mi yoksa Viyana üzerine mi gidilmesini tartışmıştır. Birçok paşanın bu sene Yanıkkale'nin alınıp seneye daha iyi hazırlanılarak Viyana'nın üzerine gidilmesi fikrine karşı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana üzerine gidilmesine karar vermiştir ve bunun üzerine Osmanlı ordusu Viyana'yı kuşatma altına almıştır.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın amacı şehri vire (teslim) ile ele geçirmek böylece yeniçerilerin şehri yağmalamalarını önleyerek Viyana hazinelerini korumak idi. Böylece kuşatma uzadı.
Bu da Polonya kralı Jan Sobieski komutasındaki 100.000 kişilik Lehistan ordusunun vakit kazanarak Viyana'nın imdadına yetişmesine sebep oldu. Haçlı ordusunun Viyana önlerine gelmesi üzerine askerleri siperlerden çıkararak kuşatmayı kaldıran sadrazam, savaş pozisyonu aldı. Haçlıların ilk saldırısı üzerine Osmanlı hatları yarıldı ve askerler kaçmaya başladılar.
Bunun üzerine sadrazam ordunun tüm ağırlıklarını geride bırakarak Belgrad'a çekildi. Viyana bozgunu üzerine Sultan IV. Mehmet bir hatt-ı şerifle kapıcılar kahyasını Belgrad'a göndererek Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı idam ettirdi.
Kara Mustafa Paşa tarafından idam ettirilen, Budin Beylerbeyi Koca Arnavut Uzun İbrahim Paşa'nın idam öncesi sözleri:
"Padişah, yenilgi ve bozgun nedeniyle böyle güçlü bir Sadrazamı öldürülerek cezalandırmayı sakın düşünmesin. Bu işin iyi bir şekilde sonuçlandırılması yine onun güçlü yönetimine verilmelidir. Çünkü, çevresindeki ve yönetimindeki pek çok makam sahibine ancak o sözünü dinletebilir. Gayretli bir Sadrazamdır. Ondan başka hiçbir Sadrazam bu karışıklığın ve düşman saldırılarının önünü alamaz.
Raşit Tarihinde anlatılanlara göre uğranılan yenilginin acısını belki de çok fazlasıyla ödetebilecek güçte olan bu şanssız Sadrazamın öldürülmesiyle Osmanlının Avrupa’daki "Fetih Dönemi" de kapanmış oldu.
"Cevdet Paşa tarihi” de Kara Mustafa Paşanın öldürülmesini şöyle değerlendirmektedir:
O zaman düşmanları, eğer Sadrazam Kara Mustafa Paşa yaşarsa gelecek yıl yanlışlarını düzeltir, bu yenilgiyi düşmana ödetir ve parlayıp yükseklerde uçar, bizde onunla baş edemeyiz.” Düşüncesiyle onu katlettirdiler. Ama böyle bir devlet adamının yerini kimin doldurabileceğini düşünmediler. Kişisel kin ve çıkarlarını devlet çıkarlarından üstün tuttular. İhanet ettiler. O da sonuçta bir insandı. Yanlışları olabilirdi. Öldürülmesi ise daha büyük bir yanlıştır.”
Edirne’deki mezarının kitabesinde şunlar yazılıdır:
Ser-i Serdar-ı Ekrem Sadrazam Mustafa Paşa
Edip rihlet cıvar-ı evliyada eyledi meva
Kusuru yoğ iken say-ü gazade min vech-i nevan
Şehidü hem sait oldu firdevs-i ebed sükna
1095-1684
Türkçesi:
Başkomutan, Sadrazam Kara Mustafa Paşa, çevresini ermişlerin sardığı bir makama gitti. Çok çaba gösterdiği savaşta yaptıklarından ötürü suçu yokken öldürüldü. Şimdi ebediyen kalacağı, Cennetin Altıncı Bahçesinden sesi duyulan bir şehit oldu.
Tarihçiler Kara Mustafa Paşa'yı korkusuz, atak, kararlı, kendini beğenmiş, saplantılı, saltanat ve gösterişe düşkün bir devlet adamı olarak tanıtırlar. Kimileri ise onu bu özelliklerde biri olarak tanıtmakta, düşünce ve işbirliği içindedirler. Hiçbir belgeye dayanmaksızın yabancı devletlerden gelen büyükelçilere karşı gösterdiği sert, şedit davranışlarıyla ünlendirmeye çalışsalar da birkaç yabancı dile ve klasik dillere hakim olması dolayısıyla yabancı diplomatlarla, kendi dillerinde iletişim kurabilmesi ve dostluklarının olması, bu konuda yazılan makaleler ve arşiv kayıtları kimi tarihçilerin iddialarının aksini ispatlamaktadır. Bazı tarihçilerimiz ise onu okumamış, kültürsüz, bilgisiz olarak tanıtmaya çalışmakta, acımasızca saldırmaktadır. babası Sipahi Oruç Reis'in yakın dostu olan, kendisini evladı gibi yetiştiren ve daha sonra da kayınpederi olan Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa'nın oğlu Fazıl Ahmet Paşa ile birlikte yetiştikleri bu konuyla ilgili tüm kaynaklarda belirtilmektedir. Enderûn eğitimi almıştır ve bu yüzden Türk olmadığı, devşirme olduğu iddia edilse de annesi Abide Hatun ve babası Sipahi Oruç Reis köklü Müslüman Türk ailelerine mensupturlar. Ayrıca estetiğe, sanata ve dinler tarihine karşı doymak bilmeyen bir ilgisi vardır. İnşa ettirdiği devasa kütüphane ve kervansaraylar, görev almış olduğu makam, yabancı diplomatlarla yazışmaları ve aile kayıtları da bunun bir kanıtıdır.
Hakkında yaratılmaya çalışılan olumsuz algının kaynağı, Sabetay Sevi'nin Müslümanlığı kabul etmesine sebep olmasından kaynaklanmakta ve belirli bir zümre tarafından sürdürülmeye çalışılmaktadır. Profesör Dr. Erhan Afyoncu, "Sahte Mesih: Sabatay Sevi ve Yahudiler" isimli kitabında bu konuyu ayrıntılarıyla açıklamıştır:
""Sabetay Sevi 16 Eylül 1666’da devlet ileri gelenlerini önünde sorguya alındı. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Girit’in fethi ile meşgul olduğundan Sabetay, Sadaret Kaymakamı, yani başbakan vekili Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın karşısına çıkarıldı. Mecliste ayrıca Şeyhülislam Minkarzade Yahya Efendi ve Padişahın imamı Vani Efendi de vardı. Türkçeyi iyi bilmeyen mesihin tercümanlığını, Yahudi iken Müslüman olan Hekim Hayatizade Mustafa Fevzi yapıyordu. IV. Mehmed de olup bitenleri pencere arkasında gizlice takip ediyordu."
"Bir süre sorgulandıktan sonra, Sabetay’a, denildiği gibi gücü varsa mucize göstermesi emredildi. Göstermesi istenen mucize de belliydi. Mesih çırılçıplak soyulacak ve okçular tarafında ok yağmuruna tutulacaktı. Eğer oklar vücuduna işlemezse Osmanlı yöneticileri Sabetay’ın dediklerinin doğru olduğuna inanacaklardı. 'Bu teklifi duyan Sabetay, hemen Mesihlikten vazgeçti. Kendisini basit bir haham olduğunu, Mesihlik işini Yahudilerin yakıştırdığını söyledi. Bu cevap üzerine tek kurtuluş yolunun Müslüman olmasıyla mümkün olacağı söylendi. Tercümanlığını yapan Hayatizade'den bu teklifi duyan Sabetay, müterciminin kulağına rezil olacağını, cemaatini zor durumda kalacağını fısıldadı. Hayatizade’de Müslüman olmazsa başın her türlü işin gelebileceğini, ancak Müslüman oldum deyip eski faaliyetlerine yeni kimliğiyle devam edebileceği cevabını verdi. Bunun üzerine Sabetay Sevi Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu ve Mehmed ismini aldı. Sevi, sonradan yeni ismine ruhani bir anlam katmak için “Aziz”i de ekledi. Müslüman olan Sabetay, içoğlanlar hamamına götürülüp temizlendikten sonra, Müslüman elbiseleri ve hil’at giydirildi. Kapıcıbaşı rütbesi verilerek, emekli statüsüyle 150 akçe maaş bağlandı"".
İmanlı, kararlı, kudretli, taviz vermeyen ve hayırsever kişiliği ile güçlü bir komutan ve devlet adamı olarak anılmaktadır. Mevkiinin de gerektirdiği bu özellikleri barındıran karakteri, lider olarak askerleritarafından büyük bir saygı ve sevgi görmesini ve iletişimde bulunduğu yabancı devletler tarafından korkuyla karışık bir saygı ve sevgi görmesini sağlamıştır. Ancak eğitimi ve bitmek bilmez okuma sevgisi ile sürekli desteklediği bu güçlü kişilik özelliklerini sadece devlet çıkarları için kullanması ile kaynaklarda idamına sevindiği anlatılan tüm düşmanlarına rağmen, günümüzde bile şu anektod ile saygı ile anılmakta ve örnek teşkil etmektedir:
"Belgrad'da (Sırbistan) bulunan Kara Mustafa Paşa'ya önce padişahın azil fermânı tebliğ edilir. Paşa ise, bunu hürmetle karşılar ve şu mukabelede bulunur:
"'Hakkımızda azilden başka bir emr û fermân var mıdır?'"
Tebliğci; "'Belî paşam, vardır.'" der ve üzüntü ile ölüm fermânını Serdar-ı Ekrem'e uzatır.
Merzifonlu, bunu da metanetle karşılar ve fermanları öperek başına koyar. Sıra infaza gelir. Cellatlar hazırda beklemektedir.
Paşa, hemen oracıkta abdest tazeler, iki rekât namaz kılar ve "Gelin, ben hazırım" der.
Cellatlar gelirken de halının kaldırılmasını emreder; son nefesini verirken damlayacak kanının devlet malı olan halıyı kirletmemesini ve cansız vücudunun toprağa düşmesini ister."
Dürüstlüğü ve cesareti ona "Kara" sıfatını kazandıran başlıca özellikleridir. Kaptan-ı Derya'lık yaptığı sırada gemilerinden birinde patlayan fişeklerin üzerine koşarak gemisini ve askerlerini kurtarmaya koşması ile yaralanmışsa da devletin malını ve askerini canı pahasına savunmuş, cesaretinden ve devlet adamlığından hiçbir şartta caymamış, çok güçlü bir karakterdir. Ailesinde kendisinden sonra birçok devlet adamının yer alması da bu karakterin bir ya |
nsıması olarak değerlendirilebilir.
Uğradığı tek ve son başarısızlık Viyana Kuşatması'nda aldığı yenilgidir. Bilindiği gibi Viyana’yı Kanuni Sultan Süleyman da kuşatmış ama alamamıştır. Kara Mustafa Paşa’nın böylesine zor ve güç bir işe girişimi bile alkışlanacak bir davranıştır. İşin sorumluluğunu yalnızca ona yüklemek ise acımasızlıktır. Savaş başarıyla sonuçlanıp Viyana alınsaydı Osmanlının gelmiş geçmiş en önemli Sadrazamı olarak tarihe geçmeyecek miydi? Kuşkusuz onunda pek çok devlet adamında olduğu gibi, kusurlu yönleri vardır. Şunu da belirtmek gerekir: Osmanlılar döneminde kırk kadar Sadrazam ölümle cezalandırılmış; ancak, hiçbiri hakkında Kara Mustafa Paşa konusunda olduğu kadar yazılmamış, tartışılmamış ve konuşulmamıştır. Saltanat düşkünlüğünü sarayındaki savurganlık ve gösterişli yaşantıyı tarihçilerin bazıları abartarak anlatmaktadır. Bununla kimi tarihçinin "kibirli" oluşuna bağladığı fakat aslında Tatar Hanı Giray Han'ın kendi kibri ve kıskançlığı yüzünden Osmanlı'ya yardıma gelmemesi, saldırıda geç davranması sonucu Viyana'da ilerlenmesine rağmen son anda şehrin kaybedilmesine ve seferin başarıyla tamamlanamamasına sebep olmuştur. Bunun içindir ki adından en çok bahsedilen sadrazam olmuştur.
Bunun haricinde padişahla yaraşır ve hatta yer yer onu aşan bir zenginliğinin olması (Kaşıkçı Elması'nın Avcı Mehmed'e Merzifonlu tarafından hediye edildiği rivayet edilir.), Mekke ve Medine'ye aşırı hassasiyet göstermesi, güçlü imanı dolayısıyla hayır hasenatta gönlü geniş olması; IV. Mehmed'in, Merzifonlu'yu sevip, koruyan, destekleyen annesi Turhan Hatice Sultan'ın erken vefatının yanı sıra, başından beri Sadrazam'ın düşmanı olan Tatar Hanı'nı ve saray içinde Paşa'ya karşı haset içinde kinlenmiş olan kimi ağaların dedikodularını dinlemesi, Sadrazam'ı idam ettirmesine yol açan başlıca sebepler arasında yer almaktadır.
Sofa Köşkü gibi benzersiz bir yapı da onun kudreti hakkında bir fikir vermeye yardımcı olacaktır; Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Topkapı Sarayı içinde konağı olan tek sadrazamdır.
Viyana Kuşatması sonrasındaki bozgun sırasında otağını yağma eden ve Kara Mustafa Paşanın değerli çadırını ele geçiren Leh Kralı Sobieski, eşi Mari Kazmir’e yazdığı mektupta çadırda gördüklerini şöyle anlatıyor:
Osmanlı Sadrazamı, Alman İmparatorunun şatosundan alınan devekuşu yeniden Hıristiyanların eline geçmesin diye başını koparttırmış. Sadrazamın çadırındaki değerli takıları anlatamam. Yağmadan payıma düşenleri saymakla bitiremedim. Bir elmas kemer, iki elmas saat, çok değerli dört-beş kılıç. Beş tane yakut mink ve incilerle süslenmiş tirkeşler, yorganlar, halılar, binlerce ufak tefek eşya, dünyanın en değerli samur kürkleri. Askerler birçok değerli elmas kemer elde ettiler. Bunlar neye yarayacaktı bilmiyorum. Çünkü, Osmanlılarda böyle bir gelenek yoktu. Som altından bir çekmece vardı ki içinde gizemli resimlerle süslü ve parşömen kağıdı kalınlığında üç altın sayfa bulunuyordu. Büyük hazineye gelince; bunun ne olduğu belli değil. Sadrazam çadırlarına önce girdim ve orada hazinenin yağma edildiğini gösteren bir belirti göremedim. Bu durumda hazine ya Osmanlı askerlerine dağıtılmış, ya orduyla birlikte getirilmemiş ya da savaş öncesi cephe gerisine gönderilerek güvence altına alınmıştır.
“Merzifon Vakıflar Yönetimindeki Vakfiyesinde”, toplumsal yaşamda ortaklaşa kullanılması için değişik yerlerde yaptırarak kullanıma sunduğu yapıların türü ve sayısından söz edilirken Süleymaniye Camii yöresindeki sarayın ve içindekilerin kısa bir tanıtımı vardır ve üç sayfaya yakın tutmaktadır. Sarayının büyüklüğü ve görkemi şaşırtıcı boyutlardadır.
Fransa Kralı XIV. Louis'nin elçisi Marquis de Nointel İstanbul’dan Paris’e yolladığı raporda Kara Mustafa Paşanın sarayını ve harcamalarını şöyle anlatmaktadır:
Sarayın harem dairesindekiler: Hazinedar, Silahtar, İki Çuhadar, Mühürdar, Kaftancı, Kilercibaşı, Kahvecibaşı, Peşkircibaşı, İbriktar, Şarkıcı, Şamdancı, Seccadeci, Kitapçı, Divitçi, Mendilci, Sofracı, Berberbaşı, Hamamcıbaşı, Dellakbaşı, Tırnakçı ve yüzyirmibeş İçoğlan.
Sarayın Dışındaki adamları: Kahya Bey, Büyük Tezkereci, Kapıcılar Kayhası, Padişahla iletişimi sağlayan Telhisçi, kırk Saraç, otuzaltı Seyis ve bunların başı olan Miharur, Vekilharç, yirmibir yardımcısı olan Aşçıbaşı, kırk Küçük Ağa, Arpa Emini, Sancaktar, Tuğcular, yirmibeş Mızrakçı ile başları savaş zamanlarında kendisinden ayrılmayan iki özel alay. Ahırında 500 cins at, kırk tanesi Paşanın seçme binek atlarıdır. Yük taşıyan beş yüz deve ve yüzelli katır ile altmış kısrak, dört saltanat arabası, iki yataklı mahfe, saraydaki adamları için dört takım çadır, dışındaki adamları için iki yüzden çok beylik çadır.
Tımar ve zeamet gelirleri dışındaki özel varlığı: İstanbul’da bir saray, iki bahçe, Edirne’de iki saray ve iki çiftlik, Merzifon’da bir konak, para olarak da iki yüz elli bin sikke değerinde mücevher.
Günlük Mutfak Giderleri: Günde beş yüz okka ekmek, iki yüz on altı okka et, yüzyirmi okka pirinç, otuzsekiz okka yağ, oniki okka şeker, oniki okka süt, on okka un, yüz okka sebze, on okka kahve, yetmiş tavuk, yüzyirmi yumurta vb.” (Bir okka = 1,282 Kg'dır.) (Not: Bu rakamların ne denli sağlıklı olduğu bilinemez.)
Ahmet Refik de bu konuda şunları yazıyor:
Saraydaki tereyağları, gülsuları, zağferan giderleri çok para tutuyordu. İstanbul, Edirne, Yenişehir ve Merzifon’da sarayları, çiftlikleri vardı.
Selahattin Batu’nun “Türk Atları ve At yetiştirme Bilgisi” Say.86. de:
Ahırlarında beş yüz küheylan, asker ve hizmetlileri için altı yüz at, paşa bir yere göç ettiğinde eşyalarını taşıyan, beş yüz katır ve beş yüz deve, Merzifon’da büyük bir harae kırk saraç ile elli at bakıcısı vardı."
Yıl 1933, Mustafa Kemal Atatürk, Ankara Konservatuvarını gezmektedir. Bir sınıfa girer, ders tarihtir, konu da Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın II. Viyana Kuşatmasında aldığı yenilgidir. Öğretmen Merzifonlu ile ilgili olumsuz sözler kullanmaktadır. Paşanın bozguna uğradığından ve Osmanlıların bundan sonra gerilemeye, toprak yitirmeye başladığından söz etmektedir. Mustafa Kemal, öğretmenin bu sözlerine sinirlenerek:
Öğretmen Bey, Öğretmen Bey! 173.000 kişilik bir orduyu İstanbul’dan alıp Avrupa’nın göbeği olan Viyana önlerine götürmek her komutanın yapabileceği bir iş değildir. Bu büyük tarih olayını, o büyük adam gerçekleştirmiştir. Viyana’yı ancak Padişah, Kanuni Sultan Süleyman kuşatabilmiştir. Merzifonlu onun derecesinde büyük bir adamdır. Siz nasıl olur da böyle bir başkomutanı kötülersiniz? Gençler! Merzifonlu değerli bir komutandır. Bunu böyle biliniz. Bu şekilde yenilenler, yenik sayılmazlar.
demiştir.
Raşit Tarihi:
Ulusun yönetilmesini, din işlerini ve bunların inceliklerini iyi bilen, doğru yolda, çabalı, cömert, ağırbaşlı, yasaların uygulanışında Aristo gibi davranan biri idi.
Hadiketül-Vezüra:
Dekaik-i ümur-u alema vakıf, akil, reşid, gayyur, fehim, kerim ve vakur bir vezir-i sahipşuur idi. Ancak tevhir-i male meyl ile meşhur idi. Rahmetullahi Teala.” (Din işlerinin inceliklerini iyi bilen, akıllı, doğru yoldan ayrılmayan, çabalı, anlayışlı, cömert, ağırbaşlı, bilinçli bir vezir idi. Ancak; dünya malına düşkünlüğü ile ünlü idi. Allah Rahmet Eylesin.
Netaicul Vukuat:
Maktulün (Kara Mustafa Paşa) uğradığı başarısızlık, yanlışlık hoş görülür cinsten değilse de güçlü, yararlılıkları görülmüş, onurlu bir kişi olduğundan yerinde bırakılması gerekirdi. Tarih yazarları giderilmesi olanaksız bir kayıp olduğu görüşünde birleşmektedir.
Kamus-ul Alem:
H. 1095’de her şeyin başı ve önü olan devlet fermanı ile (savaşta) kötü önlemler aldığı için suçlanan kusurlu bulunan (Kara Mustafa Paşa) akıllı, ileri görüşlü, onurlu, cömert bir insandı. Mal toplamaya düşkündü. Öldüğünde elli yaşlarında idi.
Hadikat-ül Cevami:
Müşarünileyn dekaik-i umür-ü aleme vakıf, akil, gayyur, kerim ve sahip-i şuur bir vezir olup lakin vakar-ı ve tevfir-i male rağbeti ziyade idi.Şerefli, sıhrıyete dahi nail olmuştur. Rahmetullah-ü aleyh.
Sicil-i Osmani:
Kara Mustafa Paşa savaş konusunda uzman idi. Sadrazamlık günleri gaza ve harb ile geçmiştir. Viyana’ya kadar dayanmış, ancak alması günlük bir olay durumuna gelmişken Polonyalılar ve Almanların yardıma gelmesiyle sonuçsuz kalmıştır. Bu nedenle çok üzülmüş ve kaygılanmıştır. Zeki, önlem almayı bilen, ağırbaşlı birisi idi.
Kara Mustafa Paşa öldükten sonra Divan'dan çıkartılan "1095 Safer" tarihli bir fermanla Süleymaniye'deki sarayı, Eyüp'teki bahçesi, Edirne'de sarayı ve Timurtaş'daki çifliği dışında Rumeli ve Anadolu'da bulunan çiftlik ve akarı oğlu Ali Paşa'ya ve ahvadına ihsan olunmuştur. Oğlu Vezir-i azam Ali Paşa "Maktulzade" olarak anılmaya başlanmıştır. Kızı Fatma Hanım İbrahim Paşazade İbrahim Bey ile evli idi ve "Kaymak Mustafa Paşa" ise torunudur. Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa Paşa sonradan ünlü sadrazam olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın kızı ile evlenmiştir. 1675 yılında IV. Mehmed ile Emetullah Rabia Gülnuş Sultan'ın kızı Ümmü Gülsüm Sultan'la evlendi ve saray'a damat oldu. Bu evlilikten Mihrişah isimdeki bir Hanim Sultan dünyaya geldi.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfı (Oruç Oğlu Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vakfiyyesi) hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin en taşınmaz zengini olan vakıflarının başında gelir. TC Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Vakıflar Müdürlüğü kayıtlarına göre Vakıf'ın Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti Dönemi arasındaki geçiş periyodunda aileden olan yöneticileri şu şekildedir: Mülkiye Nazırı Ahmed Asım Bey (d. 1844, İstanbul)(Yeman/Kevkeban Mülkiye Kaymakamı); Suriye'de ve farklı illlerde de devlet görevinde bulunmuş Ahmed Asım Bey'i oğlu Mehmed Nebil Merzifonlu Kara Mustafa(Paşa)oğlu Bey (d. 1888, İstanbul) ve akabinde Doğan Yılmaz Merzifonlu Kara Mustafa(Paşa)oğlu izlemiştir.
Ailenin Ahmet Asım Bey'den yürüyen erkek soyu soyadı kanunu ile Merzifonlu Kara Mustafaoğlu soyadını, Ahmet Asım Bey'in kız kardeşi Zehra Hanım'dan süren kısmı ise Akyurt soyadını almıştır. Vakıf son olarak ünlü Türk ressam ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde görev almış olan Mehmed Nebil Bey'in oğlu Do |
ğan Yılmaz Merzifonlu Karamustafaoğlu (Yılmaz Merzifonlu olarak ünlenmiştir.) tarafından yönetilmiştir. Vakfın son mütevellisi olan Doğan Yılmaz Merzifonlu Kara Mustafaoğlu'nun 1976 yılında mütevellilikten istifası sonucu, Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yönetilmektedir.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Ailesi'nin "Merzifonlu Karamustafaoğlu" soy adı, ailenin erkek soyundan gelen son Vakıf mütevellisi ve evladı Doğan Yılmaz Merzifonlu Karamustafaoğlu'nun tek çocuğu olan, kızı Abide Tuğçe Merzifonlu Kara Mustafaoğlu'nun (Abide Tuğçe Mit) evlenmesi ve Çerkes asıllı Mit soyadını alması ile son bulmuştur, aile sürmektedir.
Ailenin Ahmet Asım Bey'in kızkardeşi Zehra Hanım'dan devam eden diğer kolu olan Akyurtlar da halen devam etmekte olup (Yusuf Akyurt ve Yalın Akyurt) vakıf evladı olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarında bulunup secerelerinin kayıtları ayrıntılı olarak tutulmaktadır.
Karabağ (anlam ayrımı)
Karabağ, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Karabağ kullanımında Dağlık Karabağ'dan da bahsediliyor olabilir:
Trail Blazer (albüm)
Trail Blazer, Türk metal grubu Pentagram'ın 1992 yılında Alman firma Nuclear Blast Records etiketiyle yayınlanan albümüdür. Trail Blazer, Pentagram'ın ikinci stüdyo albümüdür. İlk kez beş kişilik kadrosuyla bir albüm yayınlayan Pentagram'ın bu kadrosunda solo gitarda Demir Demirkan, vokallerde ise Ogün Sanlısoy vardır. "Fly Forever", Doğu'da askerliğini yapan grubun ilk gitaristi Ümit Yılbar için yazılmıştır. Yılbar, albüm yayınlandıktan bir yıl sonra şehit düştü. Albümün "Living On Lies" parçasında Gür Akad solo gitarda yer almıştır.
1994'te Almanya'da çıkan CD versiyonunda "Holiday in the Sun" yorumu çıkarılmış ve "Vita es Morte" ve ilk albümden "Powerstage" adlı parçaların konserler versiyonları eklenmiştir. Bu yorumlarda solo gitarı gruba albüm kayıtları bittikten sonra katılan Metin Türkcan çalmaktadır. Bu CD baskısında grup fotoğrafında da Demirkan yerine Türkcan yer almaktadır. Albüm 2008'de Sony Music etiketiyle tekrar yayınlandı.
Belirtilenler dışında söz ve müzikler Hakan Utangaç, Cenk Ünnü, Tarkan Gözübüyük, Demir Demirkan ve Ogün Sanlısoy tarafından yazılmıştır.
Pentagram - Prodüktör, kayıt, mix
Bayburtlu Kara İbrahim Paşa
Kara İbrahim Paşa; (ö. 1687 Rodos) IV. Mehmed saltanatında, 15 Aralık 1683 - 18 Aralık 1685 tarihleri arasında iki yıl dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Türk asıllıdır. Gümüşhane'nin (günümüzde Kelkit kazasının) köylerinden birinde doğdu. Babasının adı "Katırcı Ahmet" idi. Gençliğinde "Celali Hasan" adlı bir isyancının yanında levendlik yaptı. Bu eşkıya tenkil edilince İran'a kaçtı.
Yakalanma tehlikesi geçince bir müddet sonra geri memleketine döndü. Sonra Mısır Valisi olan "Firari Mustafa Paşa" hizmetine katıldı. Bu görevde iken paşanın çuhadarı ve sonra kethudaşı oldu. Daha sonra Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yanında göreve başladı. Kara Mustafa Paşa Silistre Valiliği yaptığı zaman onun kethudası ve sonra da büyük imrahoru oldu. Yanında görev aldığı "Kara Mustafa Paşa" devlet rütbelerinde ilerlemeğe başlayınca Kara İbrahim de devlet memuriyetinde ilerledi. Önce 1607'de üçüncü vezirliğe atanmıştır. Bu sırada İstanbul'da sedaret kaymakamlığı görevi yaptı.
1677'de Seydizade Mehmet Paşa yerine Kaptan-ı Derya olarak 1678'e kadar bu görevde bulundu.
Yanında yetiştiği Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa serdar-ı ekrem olarak 1683'de Avusturya seferine çıktığı zaman yine İstanbul'da sedaret kaymakamlığı görevi yaptı. "Viyana Bozgunu" sonunda Kara Mustafa Paşa Belgrad'a çekildiği zaman, Bayburtlu Kara Mehmet Paşa velinimeti yerinde olan yenik sadrazam Kara Mustafa Paşa aleyhine döndü. Kara Mustafa Paşa'nın baş düşmanları olan kızlar ağası "Yusuf Ağa" ve o zaman büyük imrahor olan Sarı Süleyman Ağa sedaret kaymakamı olan Kara İbrahim Paşa'yı velinimeti aleyhinde tahrik ettiler. Kara İbrahim Paşa'nında bu gruba katılması ile Sultan Avcı Mehmet'ten sadrazamın azledilmesi ve katledilmesi için bir hatt-ı humayun aldılar. Böylece Kara İbrahim Paşa'nın ihaneti ile Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 25 Aralık 1683'de Belgrad'da azil edilip idam edildi.
Kara İbrahim Paşa daha Belgrad'da Kara Mustafa Paşa idam edilmeden önce, sedarat mühr-ü humayunu daha Belgrat'ta Kara Mustafa Paşa elinde iken, 15 Aralık 1683'de Sultan Avcı Mehmet huzuruna çıkarak ondan sadrazamlık için hatt-ı hümayun aldı. Hatt-ı Hümayun'u verirken Sultan IV. Mehmet
İbadullahin hizmetini sana ve seni Allah'a ısmarladım. Gözünü aç. Sonra da seni selefinden beter ederim.
diye Kara İbrahim Paşa'yı uyarmıştır.
Kara İbrahim Paşa'nın sedareti Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nın başında Osmanlı devletinin üç cephede (Avusturya, Lehistan ve Venedik) savaşlar yapmak zorunda kaldığı bir dönemde olmuştur. Kara İbrahim Paşa savaşın olduğu cephelere gitmemeye ve savaş işlerini de diğer devlet işleri gibi merkezden idare etme kararı almış ve bunu sedaret döneminde uygulamak istemiştir.
Bu dönemde Avusturya orduları Macaristan'da fetihler yapıp çok zayıf Osmanlı direnişi karşında 1684 ve 1685 yazlarında kuzey Macaristan'ın çoğunu ve Peşte kalesini ellerine geçirmişlerdi. Macaristan'ın başkenti Budin kalesi önüne gelmişlerdi ve bu kale ancak Haziran 1686'da Budin Kuşatması ile Kara İbrahim Paşa'nın azledilmesinden sonra ellerine geçmişti. 1684 ile 1687'de Lehistan'ın Kazaklar desteği ile Moldavya'ya girme hücumları Osmanlı direnişi, Kirim Tatarları akınları ve Osmanlılarca başarı ile uygulanan geri çekilirken herşeyi yakıp yıkıp geride düşmana hiçbir şey bırakmama taktiği dolayısıyla başarısız kaldı. Lehistan cephesindeki bu nisbi başarı Lehistan serdari olan Sarı Süleyman Paşa'nın iyi hizmeti dolayışyla oldu. Venedik cephesinde ise Venediklilerin Dalmaçya kıyısına asker çıkartıp Bosna'ya doğru ilerlemeleri Nisan 1685'de Sing Muharebesi'nde Osmanlıların galibiyeti ile Venedik ordusunun hezimeti ile sona erdi.
Kara İbrahim Paşa sadrazam olmasından hemen sonra bir hastalık geçirdi. Bu durumda ona vekalet etmek için Lehistan cephesinde serdar olan Sarı Süleyman Paşa Edirne'ye getirildi. Kara İbrahim Paşa bunu kendi sadrazamlığına bir tehdit olarak gördüğü için yeni vekilini serdar olarak Avusturya cephesine gönderip böylece başkentten uzaklaştırmak istedi. Fakat bu icraatında bir alt maksat oldiğü açıktı ve Aralık 1688'de sadrazamlıktan azledildi. Yerine Fazıl Ahmet Paşa'nın eski kethudası olan ve Lehistan cephesi serdari olarak başarıları görülen Sarı Süleyman Paşa'ya sadrazamlık görevi verildi.
Kara İbrahim Paşa sadrazamlıktan ayrıldıktan sonra hacca gitmek için devletten izin istedi. Önce bu izin verildi ve Kara İbrahim Paşa bunun için hazırlıklar yapmaya başladı. Bu arada yolda kendine muhafız olarak refakat etmek üzere askerlikten olan kişileri kendine muhafız yazdırmak için girişime başladı. Kendine aleyhtar olanlar bu özel asker yazdırmayı padişaha karşı bir ordu kurmak hedefle olduğunu padişaha jurnal ettiler. Bunun üzerine padişah onun yaklaşık 3.000 kese parasının müsadere edilmesine, kendisinin de Rodos adasına sürgüne gönderilmesi hakkında bir ferman çıkartıldı. Çok geçmeden 1687'de sürgünde bulunduğu Rodos Adası'nda boğdurularak idam edildi. Vefatında yaşı altmış sekiz idi.
Silahdar tarihinin değerlendirmesine göre Kara İbrahim Paşa
ayyaş, tamahkar, kendisini ve kendi fikirleini beğenmiş, zalim, kibirli, aynı zamanda zengin ve hayırsız
bir kişiydi.
"Hadikat ül Vüzera"'da ise
muktedir fakat haris ve kibirli
olarak nitelendirilir.
Hava Harp Okulu
Hava Harp Okulu, Türk Hava Kuvvetleri'ne pilot adayı subay yetiştiren, akademik eğitim ve öğretim veren askeri üniversite. 2016 yılında getirilen kanun hükmünde kararname ile Milli Savunma Üniversitesi'ne bağlanmıştır.
Batıdaki askeri havacılık alanındaki gelişmelere paralel olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda, 1912 yılında, "Hava Harp Okulu"nun bugünkü bulunduğu bölgede, Tayyare Mektebi adıyla ilk havacılık eğitim kurumu açıldı. Uzun bir süre, bir dizi aşamalar geçiren ve yer değiştiren okulda çoğunlukla Kara Harp Okulu mezunu subaylar uçucu olmak üzere eğitilmişler ve daha sonra bu subaylar, Türk Hava Kuvvetleri'nin çekirdeğini oluşturmuşlardır. 1951 yılında kurulan Hava Harp Okulu ve yerleşkesi Yeşilyurt, Bakırköy'dedir. Hava Teknik Okullar Komutanlığı yerleşkesi ise 17 Eylül 1954 tarihinde İzmir'e taşınmıştır.
Gerekli şartları sağlayarak "Hava Harp Okuluna" girmek için başvuruda bulunan aday öğrenciler spor, sağlık, psikomotor ve mülakat aşamalarını başarı ile tamamladıktan sonra öğrenci seçme uçuşuna tabi tutulurlar. Pilotaj eğitimleri pervaneli uçaklar kategorisindeki T-41D ile yapılmaktadır. Öğrenci seçme uçuşunu başarı ile tamamlayanlar bir aylık intibak eğitimini de başarı ile geçenler sonrasında yemin ederek okulun öğrencisi olurlar. Hava Harp Okulu'ndaki dört yıllık öğrenimleri süresince öğrenciler, sınıflarına göre şu uçuş aktivitelerinde bulunurlar. Ayrıca ara sınıf öğrencileri kampında ve yaz tatilinde Yalova'da bulunan Hava Astsubay Meslek Yüksekokulu'nda düzenlenen Türk Hava Kurumu'nun planör eğitimini alırlar. Uçus eğitiminin amacı ise "Hava Harp Okulu" öğrencisini pilotaj eğitimine hazırlamak, uçuş disiplini, uçuş emniyeti ve brifing usullerini öğretmek, çeklist, uçuş el kitabı ve teçhizat kullanma alışkanlığı kazandırmak, zamana riayet, uçuculuk örf ve adetlerini aşılamak, temel havacılık bilgilerini uygulama ortamında öğretmektir. Erasmus Programı'nın aktif olduğu okulda ayrıca 1992 yılından beri farklı ülkelerden misafir askeri personele eğitimde verilmektedir.
Okul öğrencileri ya da mezunları içerisinden yetenek keşfi sonrası yapılan özel sınavla Türk Yıldızları ve Solo Türk uçuş ekibine katılmak üzere yetiştirilmek üzere öğrenciler seçilmektedir.
Frozen Scars
Frozen Scars Türk Black Metal ve Drone grubu. 2004 yılında Ankara'da “Frozen” adıyla Black Metal projesi olarak kuruldu. Bu isimle yayınlanan iki demonun ardından ismini Frozen Scars olarak değiştirdi ve 2005 yazında “The Seth With War” EP’sini yayınladı. EP’nin ardından albüm için çalışmalara başlayan |
Frozen Scars, ilk albümü Ancient Slaves'i, Kasım 2005’te self produced olarak yayınlandı. Aralık 2006'ya gelindiğinde Drone-Ambient sounddaki ilk Frozen Scars kaydı olan "In The Embrace Of Winter" EP'si yayınlandı. Frozen Scars bu EP ile Drone soundunda geçiş yapmıştır. Ayrıca bu EP Türkiye'de yayınlanan ilk Drone kaydıdır.
1 Ocak 2007'de EP'yi takip eden ikinci Frozen Scars albümü Time yayınlandı. Time, Ambient öğeler barındıran Drone tabanlı sounduyla, “In The Embrace Of Winter” EP’sinin devamı niteliğindeydi ve EP’de bulunan parçalardan üçünü barındırmaktaydı.
Üçüncü Frozen Scars albümü Silver Sound Forest, Mayıs 2007'de yayınlandı. İki parçadan oluşan ve toplam süresi bir saat olan albüm, diğer Frozen Scars kayıtları gibi web sitesinden ücretsiz olarak yayınlandı. Bu albüm bir öncekine göre daha sert ve soğuk bir sounda sahiptir.
Albümden kısa bir süre sonra Graveyard Industry EP'si yayınlandı. Toplam süresi 24 dakika olan Drone soundundaki iki parçalık EP, halen web sitesinden ücretsiz download edilebilmektedir.
Frozen Scars albümleri (Türkiye dışında), Funeral Moonlight Productions tarafından Çin'de, Infernal Kommando Records tarafından Fransa'da yayınlanmakta; birçok ülkede farklı yayıncılar tarafından dağıtılmaktadır.
Andre Marie Ampere
André Marie Ampère (20 Ocak 1775 - 10 Haziran 1836), Fransız fizikçi ve matematikçi. Elektromanyetizmayı ilk bulan kişiler arasında gösterilir. Elektrik akımı birimi Amper onun adına ithafen verilmiştir.
Ampere Lyon'da doğdu. Babası ona Latince öğretmek istiyordu ancak matematiğe olan ilgisini ve yatkınlığını görünce bundan vazgeçti. Ancak Ampere, Latincesini, Euler ve Bernoulli'nin konularını izleyip uzmanlaşacak derecede ilerletti.
Fransız Devrimi sırasında, Ampère'in babası Lyon'da güvende olacağını düşünerek orada kalmaya devam etti. Fakat ihtilalcilerin şehri ele geçirmesinden sonra idam edilmiştir. Babasının ölümü Ampère üzerinde derin bir etki bırakmıştır.
1799'da Julie Carron ile evlendi. 1796'yı izleyen yıllarda Lyon'da özel matematik, kimya ve dil dersleri verdi. 1801'de bir fizik ve kimya profesörü olarak Bourg'a taşındı. Hasta eşini ve küçük oğlunu (Jean Jacques Ampère) Lyon'da bıraktı. Eşi 1804'te öldü. Aynı yıl Ampere, Lyon Lisesi'nde matematik profesörü oldu.
1809'da Paris Politeknik okulunda matematik profesörü olarak göreve başladı ve bilimsel çalışmalarını sürdürdü. 1814'de enstitü üyeliğine kabul edildi. Elektrik ile manyetizma arasındaki ilişki ve dolayısıyla elektromanyetizma bilimi (kendi deyişiyle "elektrodinamik") ile çok yakından ilgileniyordu. 11 Eylül 1820'de Örsted'in, Volta akımına maruz kalan bir iğnenin manyetikleştiğini keşfettiğini öğrendi. Aynı ayın 18'inde akademiye bu ilişkili kavramlar hakkında oldukça açıklayıcı bir makale sundu. Aynı gün akım taşıyan paralel tellerin üzerinden geçen akımın yönüne göre tellerin, birbirini iteceklerini veya çekeceklerini ispat etmiştir.
Yalnızca elektromanyetizma kavramını açıklayan matematik teorileri oluşturmakla kalmadı ve pek çok yenilerini de öne sürdü. Marsilya'da ölmüş olup mezarı Paris'tedir. Ölümünden 45 yıl kadar sonra matematikçiler tarafından resmen tanınmıştır.
Sarı Süleyman Paşa
Sarı Süleyman Paşa (ö. 14 Ekim 1687, İstanbul), IV. Mehmed'in saltanatında, 18 Aralık 1685-23 Eylül 1687 tarihleri arasında bir yıl dokuz ay altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Boşnak asıllıdır. Doğum yeri Hersek sancağında Prepölye kasabasıdır. Boşnak Süleyman Paşa olarak da bilinir. Vakfiyede babasının adı Mürüvvet'tir. Saraya alınıp Helvacılar Ocağında yetiştirildi. Sonra padişah müsahibi Dilsiz Tavşan Ağa'nın hizmetinde bulunup kethudaşı oldu. Takiben kapıcıbaşı' Eylül 1669'da çavuşbaşı, 1672'de sedaret kethudaşı, 1676'da büyük imrahor oldu. Bu görevde iken Mekke'ye Kabe'yi tamirle görevle gönderildi.
Daha sonra sadrazam Fazıl Ahmed Paşa'nın kethudalığına getirildi. Yine büyük imrahor görevi almıştı. Viyana Kuşatması ve bozgunundan sonra kızlar ağası "Yusuf Ağa" ve sedaret kaymakamı Kara İbrahim Paşa ile birlikte olup Sultan IV. Mehmed'den sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın azledilmesi ve katledilmesi için bir hatt-ı humayun alıp Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 25 Aralık 1683'de Belgrad'da azil edilip idam edilmesine neden oldular. Yeni sadrazam Bayburtlu Kara İbrahim Paşa oldu. Sari Süleyman Pasa ise 1684'de ikinci vezir rütbesi verilip Lehistan cephesinde ordu seraskeri oldu. Bu cephede III. Jan Sobieski'nin komutasındaki Lehistan orduları ile yapılan çarpışmaları kazandı. Başarılı askeri komutan olarak isim yaptı. Sadrazam Bayburtlu Kara İbrahim Paşa ise cepheye gitmeden İstanbul'daki rakiplerini ortadan kaldırtarak (örneğin Melek İbrahim Paşa) sedaretini sürmekte ise de kudretli askeri komutan ünü olan "Sarı Süleyman Paşa"'yı elimine etmeyi başaramadı. Sonunda Bayburtlu Kara İbrahim Paşa padişahın gayet kâti emrine uymayarak hastalık bahanesi ile cepheye gitmekten kaçınınca 18 Aralık 1685'de sadrazamlıktan azledildi ve Sarı Süleyman Paşa'ya sadrazam ve serdar-ı ekrem görevleri verildi.
Sarı Süleyman Paşa 1686'da yazında Avusturya üzerine sefere çıktı. Fakat bu sefer gayet başarısız oldu. Lorrain Dükü V. Karl komutasındaki Kutsal ittifak kuvvetlerinin Osmanlı hakimiyetindeki Budin Kuşatması'nı kaldırmak için yaptığı birkaç askeri taarruz sonuç vermedi ve Avusturyalıların üç buçuk aylık kuşatmasında 18 taarruzu püskürtülmekle beraber sonunda 2 Eylül 1686'de Budin düştü. Avusturya orduları o yıl Samaturna, Peçuy, Kaposvár, Siklos kalelerini de ellerine geçirdiler. 1686-87 kişini Sarı Süleyman Paşa ordu ile Belgrad kışlağında geçirdi. Ertesi yıl Avusturyalıların Osijek üzerine yaptıkları saldırısını önledi. Fakat Avusturya ordusu sonunda bir köprübaşı kurarak Drava Nehrini geçmeyi başardı ve Mohaç yerleşkesinin 24 km güneybatısında Siklós kalesi önünde 5 Eylül 1687'de yapılan İkinci Mohaç Muharebesi adı verilen muharebede komutası altındaki Osmanlı ordusu büyük bir hezimete uğradı. Osmanlı ordusu bu muharebede 10.500 kadar zayiat verdi. Sarı Süleyman Paşa morali bozulan orduyu Eğri kalesine destek vermek için harekete geçme emri vermesi ordunun askerlerini gayet rahatsız etti.
Ordu Varadin ordugahında Sadrazam ve serdar-ı ekrem Sarı Süleyman Paşa'ya karşı ayaklandı. Sarı Süleyman Paşa askerler tarafından öldürüleceğinden korkarak, sancağı-i şerifi alıp cepheden gizlice kaçtı. Yanında Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa ile defterdar Seyyid Mustafa Paşa ile birlikte Belgrad'a geldi. Sonra Rusçuk üzerinden 18 Eylül 1687'de İstanbul'a geldi. Bu asker ayaklanmasına elebaşılık yapanlar arasında Yeğen Osman Paşa ve Halep Valisi olan Abaza Siyavuş Paşa'da bulunmaktaydı. Sarı Süleyman Paşa'nın kaçtığı anlaşılınca ayaklanmayı idare eden askerler toplanıp kendilerinden olduğunu bildikleri Abaza Sıvayus Paşa'yı serdar ve "Sadrazam" olarak seçtiler. Orduda disiplin kalmamıştı ve ordunun serdar ve Sadrazam seçtiği "Abaza Siyavuş Paşa" orduyu disiplin altına alamadı ve ordu bir keşmekeş içinde cepheden ayrılıp İstanbul'a dönmeye başladı. Asilerin elebaşıları olan sipahilerden Küçük Mehmed, Mülazımbaşı Ahmed, Kethuda-yeri Çolak Hüseyin, Ebu Yusufoğlu Hamza, Baltacı Kürt Hüseyin ve levent bölükbaşıları, güya komutan olacak, Abaza Siyavuş Paşa'yı istedikleri gibi idare etmekteydiler. İsyancı ordu bir keşmekeş halinde Balkanlardan Edirne'ye geri dönmeye koyuldu. İstanbul'da padişah IV. Mehmed asi ordunun kendini tahttan indirebileceği endişeleri içine girdi.
İstanbul'a Ekim 1687'de varan Sarı Süleyman Paşa sancak-ı şerif ve mührü hümayunu sedaret kaymakamı Recep Paşa'ya teslim etmişti. Konağı yakınında yakın komşusu ve eski dostlarından olan "Salomon" adlı bir Yahudi'nin evine saklanmıştı. İstanbul'daki otoriteler onu aramaya başladılar ve çok geçmeden yakalandı. Kapılar arasına bir müddet tutuklandıktan sonra 14 Ekim'de idam edildi. Katlinde 60 yaşlarında bulunmaktaydı. Kesilen kafası Balkanlarda yolda bulunan orduya gönderildi. Padişah isyancı ordunun emrivakisini de kabul edip isyancıların "Sadrazam" seçtikleri Abaza Siyavuş Paşa'ya mühr-ü humayun göndererek onun sadrazam olduğunu resmen kabul etti.
Gövdesi Üsküdar'da Doğancılar yakınında yaptırdığı cami yanına defnedildi.
Üsküdar'da Doğancılar yakınında yaptırdığı kendi camiinin duvarındaki kitabede
musfik, halim ve insafli
olduğu zikredilmektedir. Ama Silahdar tarihi ve "Hadikatü'l-vüzera"'ya göre
hilekar, sinsi ve tamahkar
idi.
Kuruçeşme 'de bir yalısı vardı. Üsküdar Doğancılar yakınında cami, mekteb ve çeşmesi bulunur.
Köprülü Damadı Abaza Siyavuş Paşa
Abaza Siyavuş Paşa, II. Süleyman saltanatında, 23 Eylül 1687 - 2 Şubat 1688 tarihleri arasında beş ay dokuz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Köprülü ailesi damadıdır.
Abaza asıllıdır. Sivayuş Paşa Köprülü Mehmet Paşa'nın kölesi idi. Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın sadrazamlığı sırasında kapıcılar kethüdası oldu. Köprülü Mehmet Paşa'nın bütün seferlerindeKöprülü Fazıl Ahmed Paşa ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile birlikte bulundu. Köprülü Mehmed Paşa'nın kızı ile evlenip onun damadı oldu. 1681'de kapıkulu sipahi ocağından Silahdar Bölüğü'ne ağa olarak atandı ve Viyana Kuşatması esnasında da cebecibaşı oldu. Viyana Kuşatması bozgunundan sonra 1684'de kapıkulu sipahi ağası olarak tayin edildi.
Bu görevde sadece iki ay kalan yine 1684'de Abaza Sivayuş Paşa vezirlik rütbesi ile Diyarbakır valisi olarak görevlendirildi. Fakat Sivayuş Paşa Diyarbakır'a gitmeyip bu eyalet timarlı sipahi askerleri ile Macaristan'da kaldı. Bu sırada düşman tarafından kuşatmaya alınmış olan Budin kalesine asker sokmakla görevlendirildi ve askeri yetenekleri dolayısıyla bu görevi başardı.
1687'de Halep Valisi olarak görev verildi ama yine o eyaletin timarlı sipahi askeri ile Macaristan'da kaldı.
5 Eylül 1687'de Avusturya cephesinde bulunan ordu İkinci Mohaç Muharebesi'ni kaybeden Sadrazam ve serdar-ı ekrem Sarı Süleyman Paşa'ya karşı ayaklandı. Sarı Süleyman Paşa askerler tarafından öldürüleceğinden korkarak, cepheden gizlice kaçıp, önce Belgrad'a ve sonra da İstanbu |
l'a geldi. Bu askeri ayaklanmada elebaşılık yapanlar arasında Halep Valisi rütbeli Abaza Sivayuş Paşa'da bulunmaktaydı. Sarı Süleyman Paşa'nın kaçtığı anlașılınca ayaklanmayı edare eden askerler toplandılar. Bu toplantıda kendilerinden olduğunu bildikleri Halep Valisi Abaza Sivayuş Paşa'yı serdar ve "Sadrazam" olarak seçtiler. Fakat orduda disiplin kalmamıştı. Ayaklanmacıların kendilerine serdar ve "Sadrazam" seçtikleri Abaza Sivayuş Paşa orduyu disiplin almaya yetenekli değildi. Ordu bir keşmekeş içinde cepheden ayrılıp İstanbul'a dönmeye başladı. Asilerin elebaşıları olan sipahilerden Küçük Mehmed, Mülazımbaşı Ahmed, Kethuda-yeri Çolak Hüseyin, Ebu Yusufoğlu Hamza, Baltacı Kürt Hüseyin ve levent bölükbaşıları, güya komutan olacak, Abaza Sivayuş Paşa'yı istedikleri gibi idare etmekteydiler.
İsyancı ordu Balkanlardan Edirne'ye geri dönmeye koyuldu. İstanbul'da padişah IV. Mehmet asi ordunun kendini tahtan indirebileceği endişeleri içine girdi. İstanbul'a kaçıp saklanmış Sarı Süleyman Paşa bulununca idam edilip kesilen kafası Balkanlarda yolda bulunan orduya gönderildi. Padişah isyancı ordunun emrivakisini de kabul edip isyancıların "Sadrazam" seçtikleri Abaza Sivayuş Paşa'ya mühr-ü humayun göndererek onun sadrazam olduğunu resmen kabul etti. Yoldaki orduya gönderilen mühr-i hümayun Abaza Sivayuş Paşa eline isyancı ordu Niş'e geldiği zaman erişti.
Ordu Edirne'ye vardığı zaman padişah İstanbul'un idaresini İstanbul Sedaret Kaymakamı olarak tayin etmiş olduğu Boğaz Muhafızı görevini yapan ve Abaza Sivayuş Paşa'nın kayınbiraderi olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'ya verdi. İsyancı ordu içinde padişah IV. Mehmed aleyhinde büyük bir çoğunluk bulunmaktaydı ve bunlar IV. Mehmed'in tahttan indirilmesini istemekteydiler. Bunun haberini alan IV. Mehmed isyancı orduya bir hatt-ı hümayun göndererek eğer kendisi hal'edilirse oğlu olan Şehzade Mustafa'nın yerine geçirilmesini istediğini belirtti.
Ordu Edirne'den ayrılıp Silivri'ye erişdiğinde, Abaza Sivayuş Paşa İstanbul Kaymakamı olan kayınbiraderi Fazıl Mustafa Paşa'ya askerlerin IV. Mehmed'in haledilmesini ve yerine Şehzade Süleyman'ın çıkartılmasını istediklerini bildirdi. İsyancı ocak ağalarının imzalarını taşıyan bu konuyu içeren bir mazharı ona gönderdi. Ordu daha İstanbul'a girmeden 8 Kasım 1687'de İstanbul Kaymakamı Fazıl Mustafa Paşa tertibat alıp IV. Mehmed'i hal ederek yerine II. Süleyman'ı tahta geçirdi.
Ordu İstanbul'a geldiğinde şehrin dışında Davutpaşa sahrasına yerleşti. Bu Balkanlardan gelen ocaklar halkı ve diğer askerlere şehirden çıkan ve Çırpıcı Çayırı'na yerleşen levent taifesi ve kapıkulu sipahileri de katıldılar. Yeniçeriler ve sipahiler kendilerine verilen ulufeleri az bularak Davutpaşa'da bulunan Sadrazam'ın çadırına saldırdılar. Abaza Sivayuş Paşa bu hücumdan hayatını çok zor olarak kurtarabildi.
Sonra Abaza Sivayuş Paşa güya zafer kazanmış bir komutanmış gibi büyük bir alayla İstanbul girdi; yeni padişahın huzuruna çıkıp onun ayağını öptükten sonra Sancak-ı Şerif'i ona geri teslim etti.
Bunu izleyen günlerde Fetvacı Hüseyin Çavuş tarafından yönlendirilen yeniçeriler Etmeydanında ve Küçük Mehmet tarafından yönlendirilen sipahiler de Atmeydanında ayrı ayrı toplantılar yaptılar. Sipahiler kendi elebaşları olan Küçük Mehmed'in tutumunu beğenmedikleri için onu öldürüp parça parça ettiler. Sonunda her iki meydanda bulunan askerlerde de koordineli bir yönelim buldular. Bayrak açıp kente yayıldılar ve zengin ve servetli buldukları kişileri tespit edip onların konak ve büyük evlerine girip evi yağmalama işlemine koyuldular. İstanbul'da yaşayan servetliler ve konak ve büyük ev sahipleri çare olarak kendilerine destek sağlayacak bir asker zorbası ve onun emri altında kapıkulu askeri grubu bulmakta ve bunlara verdikleri epeyce yüksek paralar ile kendi ikametlerini korumakta buldular. Şehirde bu terör 15 Kasım'a kadar devam etti.
15 Kasım'da II. Süleyman'ın tahta çıkması şerefine kapıkulu askerine çulus bahşişi verme töreni için askerler Atmeydanı'nda toplandılar. Yaklaşık 38.130 yeniçeri ve sınır kalelerinde bulunan 32.263 kapıkulu askerine cülus bahşişi olarak hazineden 3.905 kese altın çıkarıldı. Cebeci, topçu, top arabacıları ve silahdar ocakları mensuplarına da aynı miktarda bahşiş verildi. Toplam olarak 4.557 kesenin 1.256 kesesi Endurun hazinesinden ve kalanı Mısır gelirinden verildi. Bu kadar gümüş kuruş bulabilmek için Saraydaki değerli gümüş kapkacak ve süs eşyası; İç Hazinede bulunan murahassa kılıç ve silahlar ve hatta Has Ahır'da bulunan değerli tahtlar elden çıkartılıp gümüş para darpedilmesi için Darphane'ye gönderildi. Fakat bunlarda yetişmedi. İstanbul'un servetlilerinden "imdadiye" adlı özel ek bir vergi alınmasına karar verildi. Fakat bunun tahsil görevi ayaklanan askerin içinde bulunan zorba-başlarına verildi. Bir kısım İstanbul zengini hayatlarından korkarak İstanbul'u terk etmeye başladılar.
Sadrazam iş yaptığını göstermek için ayaklanmacı kapıkulu askerlerinin elebaşılarından Fetvacı Hüseyin'i, yeniçeri ağası Harputlu Ali Ağa vasıtası ile katlettirdi. Ama bu isyancı askerleri daha da körükledi. İsyancılar 28 Şubatta, önce kola çıkmış olan Harputlu Ali Ağa'yı kılıçla öldürdüler. Ertesi 1 Mart günü de Defterdar Hüseyin Paşa'nın konağını ele geçirip yağmaladılar. Sonra Abaza Sivayuş Paşa'nın konağını kuşattılar. Konakta şeyhülislam ve kazaskerlerin de katıldığı bir toplantı yapılmaktaydı. Abaza Sivayuş Paşa'dan zorla mühr-üi hümayunu aldılar. Bu konak isyancılar tarafından 1 gün 1 gece kuşatmada kaldı. Çevresinde olan Atmeydanı ve Paşa Sarayı cehenneme döndü. İsyancılar ertesi sabaha doğru konağa girdiler ve karanlıkta ellerine geçirebildikleri her şeyi talan ettiler. Abaza Sivayuş Paşa önce dışarı çıkmayı denediyse de isyancıların hareme girdiklerini görüp geri döndü ve içoğlanları ile haremini korumaya koyuldu. Bu sırada vurularak öldürüldü.
Mezarı Üsküdar'dadır.
Uzunçarşılı'ya göre
Siyavuş Paşa fevkalade cesur, silahşör ve vakar sahibi bir vezir idiyse de saf-dil olup hükümet reisliğine liyakatı yoktu.
Nişancı İsmail Paşa
Ayaşlı Nişancı İsmail Paşa (ö. 1690, Rodos) II. Süleyman saltanatında, 2 Mart 1688 - 2 Mayıs 1688 tarihleri arasında iki ay bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Ankara yakınlarında olan Ayaş'ta bir Türk ailede doğmuştur. Enderun'dan saray eğitimi alıp devlet memuriyetinde ilerlemeye başlamıştır. Bu arada Rumeli Beylerbeyliği yapmış ve bundan sonra bir müddet devlet memurluğundan ayrılmıştır. Fakat 14 Mart 1678'te nişancı olarak tekrar devlet idareciliğine girmiştir. Köprülü Fazıl Ahmet Paşa sefere çıktığı zaman 7 Ekim'de geçici olarak İstanbul muhafızı ve sadaret kaymakamlığı yapmış ve bu görev sonunda vezir rütbesi verilmiştir.
1687'de beşinci vezirlik ile Kubbealtı veziri olmuştur. Şubat 1688'de "fetvacı" adı ile bilinen isyancı "Başçavuş Hüseyin Ağa"'nın idamı üzerinde İstanbul'da çıkan asker ve halk karışıklıklarını bastırmak üzere 1 Mart 1688'de Sultan II. Süleyman tarafından İstanbul kaymakamı olarak görevlendirilmiştir.
Köprülü Damadı Abaza Siyavuş Paşa'nin kapıkulu askerlerinin büyük isyanı sonucu 2 Mart1688'de öldürülmesi üzerine bir hafta sadaret kaymakamlığı yaptıktan sonra sadrazam olmuştur. 2 ay gibi çok kısa sadaret döneminde Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları devam etmiştir. Nisan 1688'de Venedikliler Eğriboz Adası'nı kuşatmaya almışlardır.
Ayrıca karışıklık ve mali problemlerle uğraşmaya devam etmiştir. Kısa sadaret döneminde aleyhdarları arasınde saraylılar olduğu gibi sivil idarede hala çok önemli yeri olan Köprülüler'den Köprülü Fazıl Mustafa Paşa da bulunmaktaydı. Bu aleythar grup gizliden ve hatta açıktan sadrazamın politikasını devamlı olarak tenkit etmekteydiler. Nitekim 2 Mayıs 1688 tarihinde azledilmiştir.
Azledildikten sonra tutuklanarak Kavala'ya gönderilmış ve oradan da Rodos'a sürgün edilmiştir. Rodos'ta iken yeni sadrazam olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, Ayaşlı İsmail Paşa'yı kızkardeşinin kocası olan Abaza Sivayuş Paşa'nın mallarını müsadere edip kendi eline geçirmekle itham etmiştir. Ayaşlı İsmail Paşa bu ithamı reddetmiştir. Fakat zaten kendine düşman olduğu için Fazıl Mustafa Paşa'nın isteğiyle idamı için bir ferman çıkarılmış ve Mayıs 1690'da Rodos'ta idam edilmiştir.
Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa
Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa ya da Tekfur-Dağlı Bekri Mustafa Paşa, II. Süleyman saltanatında, 2 Mayıs 1688 - 25 Ekim 1689 tarihleri arasında bir yıl beş ay yirmi dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Yeniçeri ocağında yetişmişti. Tanınmış yeniçeri ağası Bektaş Ağa'nın hazinedarı oldu. Sonra "çorbacı", yani bir orta (bölük) komutanı, olarak yeniçeri subayı oldu. Ocakta bu suretle ilerliyerek 1679'da yeniçeri ağası oldu. 1681'de vezir rütbesi verildi.
Viyana Kuşatması'ndan sonra Merzifonlu Kara Mustafa Paşa' nın Belgrad'da idam edilmesinden sonra sadrazam olan Bayburtlu Kara İbrahim Paşa sedareti döneminde 1683'de Avusturya cephesinde Macaristan'da bulunan Osmanlı orduları serdarı tayin edildi. Fakat yeteneksiz ve güçsüz bir kişi olduğu için yaptığı harekat devamlı olarak düşmandan çekilmek ve kaçmak oldu.
Bu komuta yeteneksizliği nedeniyle serdarlıktan azledildi. Kanije valiliği görevi verildi.
1687'de ise ikinci defa yeniçeri ağalığına getirildi. Sonra Çanakkale Boğazı koruyucusu olarak Seddul-bahir Boğaz Muhafızlığına tayin edildi.
2 Mayıs 1688'de Ayaşlı Nişancı İsmail Paşa'nın sedaretten azli üzerine sadrazam oldu.
Bekri Mustafa Paşa sedaret döneminde Avusturya ordularına karşı çok kötü yenilgiler ortaya çıktı. 6 Eylül 1688'de İstoln-i Belgrad kalesi düştü; bunu 8 Eylül'de Belgrad'ın düşmesi takip etti. Ertesi yıl Sadrazam ve padişah II. Süleyman 6 Haziran 1689'da Avusturya Seferi'ne çıktılar. Ama Bekri Mustafa Paşa ve padişah Sofya'dan ileri gidemediler. Avusturya orduları Balkanlarda Niş'e doğru sarkmaya başlamışlardı. 30 Ağustos 1689'da Osmanlı ordusunun öncü kuvvetleri Batuçina Bozgunu'na uğradı; bunu 24 Eylül 1688'de Niş Bozgunu takip eti ve Niş kaybedildi.
Bu arada Lehistan'a karşı Kaminiçe Kalesi 4 Ağustos 1688'de kuşatmad |
an kurtarıldı. Venediklilerin Eğriboz kuşatması 10 Ekim 1688'de kaldırıldı ve Venedikliler 20 Mayıs 1689'da Eğriboz'dan tamamem sökülüp atıldılar. Kırım'a ilerleyen Rus ordularını Ur-Kapı Perekop' da Kırım Hanı Selim Giray 10 Haziran 1689'da durdurdu. 8 Temmuz 1689'da Orsova kalesi ele geçirildi.
Bu askeri harekat ve genellikle gerileme döneminde özellikle ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için gereken yüksek mali fonları bulmaya çare olarak Osmanlı tarihinde ilk defa tütün vergisi getirildi. Daha sonra da içki vergisi, imdadiye adlı hanelere salgın akçesi, avarız angaryaları adıyla yeni vergiler koyduruldu.
Bir yenilik de ilk defa "mangir" adlı ufak değerde bir bakır sikkenin darp edilmesi idi. İlk darpedilişte 2 mangir 1 akçeye eşit kabul edilmekte idi.
Aldığı bu mali tedbirlerin ağırlığının yarattığı hoşnutsuzluk ve kendi döneminde birçok önemli kalenin (Belgrad, Nis kaleleri gibi) düşman eline geçmesiyle birlikte görevinden azledilmiştir.
Bekri Mustafa Paşa azledildiği zaman Sofya'da bulunmakta idi. Çok geçmeden Sadrazam tayin edilen Köprülü Fazıl Mustafa Paşa ondan mühr-ü humayunu almak için kapıcılar kethüdasını Sofya'ya göndermişti. Fakat kapıcılar kethüdası Bekri Mustafa Paşa'yı Sofya'da geri bırakıp mühürü İstanbul'a sadrazam Fazıl Mustafa Paşa'ya getirdiğinde niçin eski sadrazamı da getirmediği sorulup yeni sadrazam tarafından dayakla cezalandırılmıştı. Böylece anlaşılmıştır ki Fazıl Mustafa Paşa eski sadrazamın idam edilmesini istemişti.
Fakat Bekri Mustafa Paşa azledildikten sonra emekliye ayrıldı ve Sofya'dan Bostancıbaşı ve 50 kadar bostancı ile birlikte Malkara'ya sürgüne gönderildi.
Bekri Mustafa Paşa Ocak 1690'da Malkara'da ansızın beklenmedik bir şekilde öldü. Ölümünde yaşının 70'ini geçkin olduğu bildirilmektedir.
Biyografiler eseri olan "Hadika't-ül Vüzera" adlı eserde onun
iyş ve işretle vakit geçirmiş kalender ve laubali-meşreb, cömert, halim ve selim olduğu bildirmektedir.
Uzunçarsılı ise
Mustafa Paşa idaresiz, iktidarsız, zevk ve sefaya ve sefahate düşkün olup... kuvvetli bir şahsiyete kati ihtiyaç olması nedeniyle, Sofya'dan ileri gidemeyen vezir-i azam'ın tebdili zaruret oldu
demektedir.
Köprülü Fazıl Mustafa Paşa
Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, (d. 1637, Vezirköprü - ö. 19 Ağustos 1691, Salankamen), II. Süleyman saltanatında, 25 Ekim 1689 - 19 Ağustos 1691 tarihleri arasında bir yıl dokuz ay yirmi beş gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, 1637 yılında Vezirköprü'de doğdu. Köprülü Mehmed Paşa'nın ikinci oğlu, Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nın küçük kardeşidir. 4 yaşında İstanbul'a getirildi. Uzun müddet çok iyi bir medrese eğitimi gördü. Babasının sadrazam olduğu dönemde 1659'da "dergah-ı ali" (padişah) mütefferikaları arasına girdi ve kendisine bu görev dolayısıyla Kocaeli'nde icmallı zemaat verildi. Bununla beraber ulema ile birlikte ilmi çalışmalarını aksatmadı. Ağabeyi Fazıl Ahmet Paşa'nın sadrazamlık döneminde de yüksek ulema olarak görev yaptı ve ulema olarak kendine verilen zemaatle geçindi.
Fazıl Mustafa'ya 29 Haziran 1680'de kayınbiraderi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazamlığı döneminde vezirlik görevi verildi. Padişah tarafından kabul edilip kürk hilat giydirilerek kubbealtıda devlet idaresi görevine başladı.
1683'te Niğbolu Sancakbeyliği ile birlikte Silistre'de merkezi olan Özi Eyaleti Valiliği'ne atandı ve Babadağı'da Lehistan serdarı oldu.
İkinci Viyana Kuşatması'ndan sonra Belgrad'a çekilen Osmanlı ordusunun komutanı kayınbiraderi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa saray entrikaları sonucu 15 Aralık 1683'te sadrazamlıktan azledip Belgrad'da idam edilince 1684 başında Fazıl Mustafa Paşa da Özi valiliğinden ve Lehistan serdarlığından azil edildi. Kendisine Azaz ve Kilis Sancakbeylikleri arpalık olarak verilerek emekliye ayrıldı. 1684 sonunda ise Sakız Muhafızı olarak görev verildi. Mart 1686'da "Boğaz Muhafızı" olarak tayin edildi.
5 Eylül 1687'de Avusturya cephesinde bulunan ordu Sadrazam ve serdar-ı ekrem Sarı Süleyman Paşa'ya karşı ayaklandı ve ordu bir keşmekeş içinde cepheden ayrılıp kapıkulu birlikleri İstanbul'a dönmeye başladı. Serdar-ı ekrem de cepheden kaçıp gizlice İstanbul'a geldi ve orada saklanmaya çalıştı. İstanbul Sedaret Kaymakamı olan Recep Paşa olacaklardan korkup kaçmıştı. İstanbul'da saklandığı yerde yakalandı; boğdurularak idam edildi ve kesilen başı cepheden dönen isyancı ordunun Edirne'ye gelmekte olan elebaşılarına gönderildi. Halep Valisi olarak orduya katılmış olan Köprülü Damadı Abaza Siyavuş Paşa kendini isyan eden ocaklılara kabul ettirmiş ve onlar tarafından sadrazam ilan edilmişti. IV. Mehmed bu emrivakiyi kabul edip Abaza Siyavuş Paşa'yı sadrazam tayin etti ve mühr-i hümayun ona ordu artıkları ile geldiği Niş'te yetiştirildi. Keşmekeş ordunun birlikleri Edirne'ye doğru gelmeye devam etti.
Ordu içinde IV. Mehmet'in hali için bir harekat bulunmaktaydı ve bu IV. Mehmet'i büyük bir telaşa düşürmüştü. Boğaz Muhafızı olan Fazıl Mustafa Paşa ise İstanbul'a davet edildi ve İstanbul'da Sadrazam Kaymakamı olarak görevlendirildi. Ordu içinde IV. Mehmet'in hal edilip tahttan indirilmesi için bir akımı karşılamak üzere IV. Mehmet orduya gönderdiği bir hatt-ı hümayunda kendisi hal edilirse yerine oğlu Şehzade Mustafa'nın geçirilmesini istedi.
Deniz yoluyla gelen Fazıl Mustafa Paşa'yı IV. Mehmet ikram olarak Sarayburnu'na at gönderip onu Alay Köşkünde kabul etti. Padişah ondan daha önce yaptığı hakaretlerden dolayı özür diledi ve ona Sadrazam Kaymakamlığı kürkünü giydirdi. Yine de Fazıl Ahmed Paşa padişaha gücenikti.
Ordu birlikleri Edirne'den çıkıp İstanbul'a yöneldiler. Yeni sadrazam olan Köprülü Damadı Abaza Siyavuş Paşa fevkalede cesur silahşor ve vakar sahibi olmakla beraber safdil olduğu bilinmekteydi ve Orduyu idare etme gücünden yoksundu. Ordu Silivri'ye geldiği Abaza Sivayuş Paşa İstanbul Kaymakamı olan kayın biraderi Fazıl Mustafa Paşa'ya askerlerin IV. Mehmed'in hal edilmesini istediklerini bildirdi ve bu koçak ağalarının imzalarını taşıyan bu konuyu içeren bir mazharı ona gönderdi. Fazıl Mustafa Paşa 8 Kasım 1687 sabahı Ayasofya'da vezirleri yüksek rütbeli ulemayı topladı; durumu onlara açıkladı. IV. Mehmed'in tahttan indirilip yerine Şehzade Süleyman'ın tahta geçirilmesinin gereğini açıkladı. Topkapı Sarayı önünde önlemler alınmıştı. Çavuşbaşı ve Kapılarağası Enderun halkını güçsüz hale getirmek için Babusaade önünde ayak divanı olacak gerekçesiyle cülus tahtını oraya çıkarttılar. Ayasofya'da toplanan Devlet Ricali ve ulema grubu Topkapı Sarayı'na geçti. Kızlar Ağası Şehzade Süleyman'ın göz hapsinde bulunduğu Şimşirlik Kasrına gidip öldürülmeye götürülmekten korkan şehzadeyi yeni padişah olduğuna zorla inandırıp Sofa Köşkü'ne getirdi. Sofa Köşkü'nde havuz başında saray mensupları tarafından iç biat yapıldı ve dış biat için Babusaade'ye kurulan cülus tahtına geçirildi. Burada Ayasofya toplantısından gelen Devlet Ricali ve ulemalar biat ederek cülus töreni tamamlandı. Halledilen IV. Mehmet Şimşirlik Kasrına kapatıldı.
II. Süleyman tahta geçtikten sonra isyancı ordunun birlikleri İstanbul'a geldiler.
Avusturyalıların Serasker Recep Paşa'yı Belgrad önlerinde yenilgiye uğratmasından sonra, Köprülü Fazıl Mustafa Paşa devletin her açıdan zor durumda olduğu bir ortamda, 1689 yılında sadrazamlığa atanmıştır.
Sadrazam olur olmaz iç karışıklıkları bastırmakla işe başlayan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, halkı ezen gereksiz vergileri ortadan kaldırmış, saraydaki değerli eşyaları darphanede paraya çevirerek maliyeyi düzeltmiş ve ordudaki asker sayısını azaltarak orduyu yenilemiştir.
Avusturyalıların üzerine yürüyerek Niş, Semendire ve Belgrad'ı geri almış, 19 Ağustos 1691 tarihinde Salankamen Muharebesi'nde şehit düşmüştür.
Bahadırzade Arabacı Ali Paşa
Bahadırzade Arabacı Ali Paşa, ("Kadı Ali Paşa", "Arap Kulu Ali Paşa" olarak da anılır) (d. Ohri - ö. 1693 Rodos) II. Ahmed saltanatında, 19 Ağustos 1691 - 27 Mart 1692 tarihleri arasında altı ay yirmi dokuz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Ohri'lidir. Arabacı Ali Paşa medrese tahsili görüp icazet almıştır. İmamlıktan başlayarak bazı nahiyelerde naiplik ve sonra kadılık yapmıştır. Daha sonra önce Koca Halil Paşa kethudalık yapmış ve ondan sonra Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'ya intisap ederek kethudalık ve sedarat kethudalığı yapmıştır. Kasım 1689'da Yeniçeri Ağası olmuştur. Fazıl Mustafa Paşa cepheye serdar-ı ekrem olarak gittiğinde rikap kaymakamlığı görevi verilmiştir.
19 Ağustos 1691'de Slankamen Savaşı'nda şehit düşen Köprülü Fazıl Mustafa Paşa yerine Şeyhülislam Ebusaitzade Feyzullah Feyzi Efendi ve Kazasker "Yahya Efendi" himaye ve tavsiyeleri ile sadrazamlığa getirilmiştir. Devam etmekte olan Avusturya-Osmanlı Savaşı'na serdar-ı ekrem olarak gitmesi uygun gelirken, çeşitli bahaneler bularak cepheye gitmekten sakınmıştır. Savaşta galip gelen Avusturyalılar Eylül 1691'de Varat Kalesi’ni kuşatmışlar; ama bu kale 12 Haziran 1692'ye kadar Avusturyalılara karşı dayanmıştır.
Slankamen Savaşı'nda Osmanlı süvarileri komutanlığı yapan ve Osmanlılar tarafından Erdel Kralı olarak kabul edilen Tökeli İmre, 14 Ocak 1692'de sadrazamın daveti üzerine Edirne’ye gelmiştir.
Bu arada Arabacı Ali Paşa kendisine muhalefet edenleri ve rakip gördüğü ileri gelenleri azil, sürgün ve idam ettirmeye başlamıştır. Arabacı Ali Paşa sürgüne veya ölüme mahkum edilen kişileri önce huzuruna getirtir; sonra da sarayının binektaşı önüne getirilen bir araba ile gidecekleri yere gönderirdi. En son olarak hasım olarak gördüğü kızlar ağası Uzun İsmail Ağa'yı sürgüne göndermek için II. Ahmet'e baskı yapmış ve geleneklere aykırı olarak onu sürgüne götürmek için saraya bir araba göndermişti. 27 Mart 1692'de olan bu "araba vakası" dolayısıyla II. Ahmet, Arabacı Ali Paşa'ya çok kızmış ve onu sadrazamlıktan azil etmiştir. Sonra da Arabacı Ali Paşa, Uzun İsmail Ağa'yı sürgüne göndermek için saraya gönderdiği arabaya konularak kendisi sürgüne gönderilmiştir. Bu nedenle lakabının "Arabacı" olduğu bildirilir.
Görevinden azlinden sonra ilk önce Gelibolu'ya, ardından da Rodos'a sürül |
müştür. 1693 yılında ise tekrar sadrazam olacağı yolunda söylentiler İstanbul'da yayılınca bir fitne çıkarması ihtimal dahilindedir diye düşünülerek Rodos'ta boğularak idam edilmiştir. Edirne ve İstanbul'da bulunan taşınır eşyası ve emlakları devletçe müsadere edilmiştir.
"Osmanlılar Ansiklopedisi"ne göre.
Çağdaşlarınca yalancılık, düzenbazlık ve garazkarlık gibi kötü sıfatlarla itham edilmiştir.
Hacı Halil Paşa
Hacı Halil Paşa, (ö. 1733 Girit) III. Ahmed saltanatında, 5 Ağustos 1716 - 26 Ağustos 1717 tarihleri arasında bir yıl yirmi iki gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Arnavut asıllı olduğu bildirilmiştir. Ağabeyi Sinan Ağa bostancıbaşı iken bostancı ocağına kaydoldu. Fakat 1694'de ağabeyi ölünce bostancı ocağından ayrıldı ve Șatırlar kethudalığı ile Bağdad valisi Kalaylıkoz Ahmet Paşa'ya yanına girdi. Sonra tekrar bostancı ocağına dönerek bostancıbaşı oldu. Halil Ağa bu görevi 4.5 yıl ifa etti. Silahdar Damat Ali Paşa sadrazam olduğu zaman Avusturya ile savaş olasılığı arttığı için kendisine vezirlik ve Erzurum Eyaleti valiliği rütbeleri verildi ama doğuya gönderilmedi; acele olarak Niş kalesinin tamirini sağlaması için Niş tarafına gönderildi. Sonra da Belgrad muhafızlığına tayin olundu.
Silahdar Damat Ali Paşa'nın 5 Agustos 1716'da Petrovaradin Muharebesi'nde yenik düşüp şehit olmasında yenik ordunun kalan kısmı Hacı Halil Paşa'nın muhafızı olduğu Belgrad'a geri çekildi. Burada ordu erkanı orduya komuta edecek yeni bir geçici serdar-ı ekrem seçmeleri gerekti ve Hacı Halil Paşa ittifakla bu göreve seçildi. İstanbul'da sadaret kaymakamlığı yapan Nevşehirli İbrahim Paşa'nın tavsiyelerine uyan III. Ahmet ordunun seçtiği serdar-ı ekremi Ağustos 1716 ayında tasdik etti ve ayrıca mühr-ü humayunu da Hacı Halil Paşa'ya gönderip ona sadrazamlık görevini verdi.
O yıl Osmanlılar Banat yaylasını kaybettiler ve Avusturya ordusu Temeşvar kalesini 21 Ekim 1716'de ele geçirdi. Ordu ve sadrazam ise kış geçirmek üzere Edirne'ye döndü. Diğer taraftan yenilgi Edirne ve İstanbul'a kadar Balkanlardaki müslüman ve Türk halkı arasında panik çıkardı.
Haziran 1717'de yeni sadrazam ve serdar-ı ekrem yeniden Avusturya'ya sefere çıktı. Avusturyalılar tarafından Haziran ortasından itibaren kuşatma altında bulundurulan Belgrad'ı kurtarmak için ordu o şehre yöneldi. Fakat Ağustos 1717'de Hacı Halil Paşa'nın komutasının yetersizliği ve beceriksizliği dolayısıyla Osmanlı ordusu Belgrad önünde yapılan muharebede tekrar Savoy Prensi Eugen tarafından komuta edilen Avusturya ordusunun sis altında yaptığı beklenmedik bir taarruza karşı koyamadı ve yenilgiye uğradı. 23 Ağustos'ta Belgrad kalesi düştü. Balkanların Belgrad'dan ta Niş'e kadar müslüman Türk halkı ya aç yarı çıplak yollara düşüp Edirne ve İstanbul'a göçmeye başladı. Padişah III. Ahmet'in Sofya'ya gitmesine rağmen bu panik önlenemedi.
Ordunun erkanı ise kendi aralarında çatışmalara başladılar. Mağlubiyetin yetkilisi Hacı Halil Paşa olarak görüldü ve yapılan harp divanlarında o erkanını kontrol edemedi. Ordu komutanları kendisine hakaret ederek yakışıksız hareketlerde bulundular. Bunun üzerine Hacı Halil Paşa'nın sadrazamlık ve serdarlık yapma imkanı kalmadı. 26 Ağustos 1717'de sadrazamlıktan azledildi ve yerine Tevkii Nişancı Mehmed Paşa'ya sadrâzam ve serdar-ı ekrem görevleri verildi.
Hacı Halil Paşa azledildikten sonra tüm malları müsadere edildi; ama Selanik sancağı arpalık verilerek Selanik yakınında olan Sultaniye kalesinde kalebent olarak ikamet etmesi emrolundu. Fakat çok geçmeden İstanbul'da idam edilmesi için bir ferman çıkartıldı ve sabık çavuşbaşı İsmail Ağa bu idamı infaz etmek için Selanik'e gönderildi. Selanik'e varan İsmail Ağa önce bölgenin ileri gelen idarecileri ile görüşmekteyken bunun haberini alan Hacı Halil Paşa kıyafet değiştirerek ve vaktin geçliğinden istifade edip kaleden ayrılıp İstanbul'a kaçtı. Burada bostancı hasekilerinden "Kirli Kasımoğlu Abdi Haseki"'nin evinde saklanmaya başladı. Fakat evin bostancı hizmetkarlarından biri onun saklanma yerini ihbar ettiği için Haziran 1720'de Sadrazam tarafından yakalatıldı. Fakat bazı devlet ileri gelenleri araya girerek onu idam edilmekten kurtardılar. Böylece bu sefer Hacı Halil Paşa Midilli adasına sürgüne gönderildi.
Haci Halil Paşa o yıl affedilip 17 Ağustos 1720'de Ömer Paşa'nın yerine Seddülbahir muhafızlığı görevine geçirildi. Hacı Halil Paşa kendini saklayan Abdi Haseki'yi kendine kethüda yapmasıyla can borcunu ödedi. Fakat görevi sırasında halka zulüm yaptığı hakkında şikayetler İstanbul'a yetişti. Bunun üzerine 22 Kasım 1720'de Hacı Halil Paşa muhafızlık görevinden atıldı; vezirlik rütbesi geri alındı ve kendisi de ya tekrar Midilli'ye veya Limni adasında sürgüne gönderildi. Bu sürgünde 7 yıl kaldı.
22 Aralık 1727'de affedilip Karlıeli sancağı ile birlikte Eğriboz muhafızlığına tayin edildi. Sonra sırasıyla Ocak 1728'de Girit'te Kandiye muhafızlığı; Ağustos 1728'de Hanya muhafızlığı ve Haziran 1733'de Girit valiliği görevleri verildi.
1733'de Girit Valisi iken vefat etti. Ölümünde yaşının seksen civarında olduğu belirtilmiştir.
Şahsiyet olarak ağır başlı, güler yüzlü ve derviş mezhepli olarak övülmektedir.
Fakat devlet idaresi için çok güçsüz olduğu belirtilmektedir. Sedareti ve serdar-ı ekremliği döneminde yeni personel alımı ve azilleri reis-ül kittap Süleyman Efendi elinde olup bu kişinin bu görevleri yapmak için epey yüksek hediye ve diğer gelir topladığı bilinmektedir. Hacı Halil Paşa azledilip sürgüne gönderilmesi üzerine Süleyman Efendi, bu yolsuzlukları dolayısıyla idam edilmek üzereyken servetinden büyük meblağları devlete harb imdadiyesi olarak ödeyerek hayatını kurtarmıştır.
Komutanlıkta, askerlikte ve ordunun sevk ve idaresinden aciz olduğu kabul edilmektedir. Petrovaradın bozgunu sonunda bozulmuş orduyu bir süre Belgrad'da durdurabilmesi ve ordu erkanın ittifakiyle geçici olarak serdar seçilmesiyle beraber, ertesi yılki seferde Belgrad önünde Avusturyalılara yenilip Belgrad'ı kaybedip Niş'e kadar çekilmesi ve yapılan ordu harp divanında erkanın hakaretlerine maruz kalması bu acizliğine göstergelerdir.
Bozoklu Mustafa Paşa
Bozoklu (Bıyıklı) Mustafa Paşa, (d. 1638 Bozok - ö. Kasım 1698 Edirne) II. Ahmed saltanatında, 27 Mart 1693 - 14 Mart 1694 tarihleri arasında on bir ay on sekiz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Bozok, Yozgat taraflarındandır. Babasının adı Derviş Mehmed'dir. "Küçük Sipahi" lakabı ile de anılır.
Yozgat bölgesinde görev yapan paşalar onu gayet usta bir binici (cundi) olarak tanıdılar. O zaman "Küçük Sipahi" lakabı verilmişti. Bu üstün mahereti dolayısıyla paşaların hizmetine girdi. IV. Mehmed zamanında cundi olarak kazandığı şöhretten dolayı Enderun’a alındı. Has Oda’da hizmet gördü. Çıkma yaptıktan sonra silâhdarlığa getirildi
Uzun süre silâhdarlık yaptıktan sonra 14 Ocak 1681'de yedinci vezirlik pâyesiyle kaptan-ı deryâ olarak atandı. Bu gorevde iken Fransa ile bir kriz yasandi. Trablus eyaletine ait olan 9 kalyon bir buyuk Fransa donanma filosu tarafından korsanlik yaptıkları nedeni ile kovalanmislardi ve Sakiz limanina siginmislardi. Bunları takip eden bir Fransa donamasi filosu bunları ve Sakiz limanini topa tuttu. Bu top atışları dolayisiyla Sakiz sehri hasar gorup sivil halktan 110 kişi oldu. Bozoklu Mustafa Pasa Kaptan-i Derya olarak Osmanli donanmasi ile Sakiz'a geldi ve Fransiz gemilerini ele gecirerek bunları musadere etti. Fransa'nin İstanbul elcisi Fransa kralindna Osmanli hukuetine cesitli hediyeler ve bir ozur mektubunu iletti ve Fransa'nin resmen Fransiz gemilerinin yaptigi hasar icin tazminat vermeyi kabul ettigini bildirdi. Kaptan-i Derya Bozoklu Mustafa Pasa bu tazminatinin odenmesini tamamlanmasina kadar yaklasik 5 ay Sakiz'da kaldi ve eline gecen Fransiz gemilerini rehinde tuttu.
Bu krizden sonra Kaptan-i Derya Bozoklu Mustafa Pasa İstanbul'a dondu. Burada Venedik'e karsi yapılması muhtemel olan bir sefer icin donanmanin hazırlanması çalışmalarına nezaret. Bu hazirliklar icin padisahtan 4 tanesi uc-ambarli buyuk ve 6 tanesi iki-ambarali 10 kalyonun Tersane-i Amirede insa edilmesi icin izin aldi. 1684'te Kaptan-i Derya görevinden azledildi.
Özi Valisi ve Lehistan cephesi serdarı tayin edildi. Kırım Hanlığı kuvvetleriyle beraber Kamaniçe'yi Lehistan taarruzundan kurtardı. 1690'da Şam valisi oldu. Şam valisi iken Sultan İbrahim'in kızı olan Beyhan Sultan ile evlenerek saraya damat oldu. 1691'de Trablusşam valiliğine tayin edildi. 1692'de ikinci vezir unvanı verilerek rikab-ı humayun kaymakamlığına atandı.
Mart 1693'te ikinci vezir iken Merzifonlu Çalık Hacı Ali Paşa'nın yerine 27 Mart 1693'te sadrazam oldu. Sadrazam iken serdar-ı ekrem olarak Avusturya seferine çıktı. Belgrat kalesini Avusturya kuşatmasından kurtardı. Bu kaleyi tamir ettirerek Edirne'ye döndü. Avlanmaya meraklıydı ve II. Ahmet onun avla uğraşmaktan devlet işlerine zamanı kalmadığı ve işlere bakmadığını görüp 14 Mart 1694'te onu azletti. Yerine Sürmeli Ali Paşa sadrazam oldu.
Bozoklu Mustafa Paşa'nın önce ikinci kez Trablusşam valisi tayin edildi ise de oraya harekete geçmeden tutuklandı. Karısı Beyhan Sultan'ın araya girmesi ile padişah tarafından af edildi ve Sayda valisi olaraak tayin edildi. 1696'da ikinci defa Şam valisi oldu. Temmuz 1697'de sadrazam Elmas Mehmet Paşa'nın Avusturya seferine çıkıp 11 Eylül 1697 tarihinde Zenta Muharebesi'nde şehit olması döneminde İstanbul'da sadaret kaymakamı görevini yaptı. Yeni sadrazam olarak Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa tayin edilince Boğaz Hisarı muhafızı yapıldı. Haziran 1698';de üçüncü defa Sedaret kaymakamı olarak görevlendirildi.
Bu görevde iken 7 ay sonra bir nüzül inmesi dolayısıyla hayat gözlerini yumdu. Cenazesi Edirne Üç Şerefeli Camii kabristanında gömülüdür.
Yaşam yapıtlarıyla Osmanlılar adlı biyografya eserinde şöyle değerlendirmektedir:
Çok değerli, dürüst, medeni cesaret sahibi bir asker ve idareci (idi).
Hakkında TDV İslam Ansiklopedisi'nde yazılan makalede şunlar bildirmektedir:
Kaynaklar onu hak ve hukuka riayet eden, edepli, hizmetkârlarına karşı daima iyi muamelede |
bulunan, devlet işlerini bilmekle beraber “umûr-ı hâriciyye”si zayıf bir devlet adamı olarak tavsif eder. Ayrıca cömert olduğu, 1692’de Belgrad Seferi’ne giden orduya masraflarını kendisinin karşıladığı 500 süvari ve 200 piyade yazdığı belirtilir.
Sürmeli Ali Paşa
Sürmeli Ali Paşa (d. ? Dimetoka - ö. 1695 Edirne) II. Ahmet ve II. Mustafa saltanatlarında, 14 Mart 1694 - 2 Mayıs 1695 tarihleri arasında bir yıl bir ay on dokuz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. "Sürmeli" olarak anılması Hammer'e göre "haddini bilmeyen" anlamlı; Uzunçarşılı'ya göre ise "gözlerinin sürmeli olmasından veya sürme çekmesinden" dolayıdır.
Dimetoka'lıdır Gençken İstanbul'a gelmiş ve Sokullu sülalesinden olan İbrahim Han'ın kethudası Ali Ağa yanına girmiş ve onun tarafından eğitilmiştir. Önce vergi tahsili için iltizam taahüdü işleri yapmış; Sonra orduya müteahhid olarak arpa emini olmuş; 1688'de ise Tersane-i Amire'de önemli bir görev olan "tersane emini" olmuştur. Buradan Aralık 1688 başdefterdar görevine atanmıştır. Bu görevde iken çok sayıda küçük değerde bakır sikke olan mangır darpettirmiştir. Bundan sonra başdefterdarlıktan azledilip 1689'da Edirne'de "rikab-ı hümayun" defterdarı olarak atanmasına kadar boşta kalmıştır. Kasım 1691'de ise ikinci defa başdefterdar tayin edilmiştir ve vezirlik rütbesi verilmiştir. 1692 başında bu görevden tekrar azledilmiş ve valilik görevleri yapmaya atanmıştır. 1692'de Kıbrıs valisi ve 1693'de Trablusşam valisi olarak görev verilmiştir.
II. Ahmet, sadrazam Bozoklu (Bıyıklı) Mustafa Paşa'nın işlere bakmadığını görüp 14 Mart 1694'de onu azletmiş ve Trablusşam valiliği yapmakta olan Sürmeli Ali Paşa sadarete davet etmiştir. yeni sadrazam olarak hızla İstanbul'a gelmiştir çünkü o yıl ordu Avusturya Seferi için hazırlanmakta idi. Sürmeli Ali Paşa bu sefere serdar tayin edilmiş ve ordu ile Avusturya sınırına gitmiştir. Kırım Hanlığı ordusuyla birlikte Osmanlı ordusu 4 Eylül 1694'de Petrovaradin kalesini kuşatmaya almışlardır. Fakat kale ele geçirilememiş; mevsim gecikip kış gelmiş; kuşatma metrislerini sular basmış ve kuşatmaya devama imkan kalmadığı için 15 Aralık 1694'de Sürmeli Ali Paşa komutasındaki ordu kuşatmayı bırakarak kışlak olan Belgrad'da dönmüştür. O yıl kampanya mevsimi bittiği için Kırım Hanlığı ordusu Kırım'a dönmüş ve Sürmeli Ali Paşa ise Edirne'ye gelmiştir.
Aynı yaz, Eylül 1694'de, Amiral Zeno komutasında bir Venedik donanması ve bağdaşıkları Papalık Devleti, Malta Şövalyelri ile Floransa Cumhuriyeti filoları desteği ile Ege Denizi'ne girmiş ve Sakız adasına asker çıkartmıştır. 21 Eylül 1694'de Sakız Adası Venedikli'lere teslim olmuştur. Fakat Osmanlı donanması buna çok geçmeden karşılık vermiştir. Kaptan-ı Derya Mezomorto Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması ile Amiral Zeno komutasındaki Venedik ve bağdaşıkları donanması arasinda 9 Şubat1695'da yapılan Koyun Adaları Muharebesi'nde Osmanlı donanması galip gelmiş ve Sakız adası Venedikliler'den geri alınmıştır.
Sürmeli Ali Paşa sedaretine devam etmekte iken 6 Şubat 1895'de II. Ahmet vefat etmiş; yerine II. Mustafa yeni padişah olarak tahta geçmiştir. Sürmeli Ali Paşa sedareti devam etmek idi. Fakat yeni padişahın hocası olan ve şeyhülislam olacak ve yeni padişahın baş danışmanı olacak Feyzullah Efendi ile sadrazamın, Feyzullah Efendi'nin iktidar gücüne ortaklık yapması olasılığı dolayısıyla, arası açılmıştı. Genç padişah II. Mustafa atalarının eski savaşlarından ilham almaktaydı ve yeni bir Avusturya Seferi yapmak istemekteydi. Sürmeli Ali Paşa ise buna karşı idi. O sırada Belgrad'a gönderilen 1.500 kadar kişilik bir yeniçeri birliği Cezr-i Mustafa mevkinde disiplinsiz hareketlerle büyük bir olay çıkartmıştı. Bu olayın Sürmeli Ali Paşa tarafından seferi önlemek için bir tertip olduğu dedikodulari başkentte dolaşmaya başlamıştı. Padişahın yaptırdığı araştırmalar ise Sürmeli Ali Paşa'nın olayı abarttığı sonucunu ortaya koydu. Bu II. Mustafa'yı kızdırmıştı. Aynı zamanda sadrazamın Anadolu'da irtikap yapıp serveti olanlardan ya para ya da hizmetkar topladığı ve bunu zimmetine geçirdiği söylentileri de sadrazamla arası iyi olamayan Feyzullah Efendi'nin abartması ile önem kazanmış ve yeni padişahın sadrazama olan kızgınlığını körüklemişti. Bunun üzerinde II. Mustafa ve çevresindekiler Sürmeli Ali Paşa'nın sedaretten azledilmesine karar verdiler. Sürmeli Ali Paşa 2 Mayıs'da Hasoda köşküne huzura çağırıldı; elinden mühr-ü humayun alındi ve çavuşbaşına teslim edilerek önce kapı arasında tutuklandı. Bu arada malı ve mülkü devlet tarafından müsadere edildi. Fakat bu müsaderede serveti değil borcu olduğu ortaya çıkıp rüşvet alıp irtikap yapmadığı anlaşıldı.
Hemen Çeşme kasabasına sürgüne gönderildi. Fakat II. Mustafa'nın kızgınlığı bitmemişti ve müsaderenin sonuçlarına inanmamaktaydı. Silahdar Tarihi'ne göre "Sağ oldukça ateşin sönmez" diyerek Sürmeli Ali Paşa'yı Çeşme'deki sürgününden Edirne'ye getirtti. Burada Sürmeli Ali Paşa 29 Mayıs 1695'de boğularak idam edildi. Bu tarihte 50 yaşında olduğu bildirilmiştir.
Mezarı Edirne'de "Evliya Kasım Paşa Cami" mezarlığındadır.
Kadıköy çarşında bulunan Rum kilisesinin duvarında kitabesine göre hicri 1105de (M.1693'de) yapılmış olan bir çeşmesi vardır.
Elmas Mehmed Paşa
Elmas Mehmed Paşa, II. Mustafa saltanatında, 2 Mayıs 1695 - 11 Eylül 1697 tarihleri arasında iki yıl dört ay on gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Kastamonu'nun Cide ilçesine bağlı Hoşalay bucağındandır. Yeniçeri ocağından yetişmiştir. 1678'de Hazine Kethüdalığına getirilmiştir. Daha sonra Has Oda'da görev yapmıştır. 1688'de nişancı olmuş, 1689'da vezir rütbesine ulaşmıştır. 2 Mayıs 1695 tarihinde de padişah II. Mustafa tarafından Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin tavsiyesiyle sadrazamlığa atanmıştır.
Gençliğinde zeki ve cevval bir devlet adamı olarak biliniyordu. Yakışıklı oluşundan dolayı kendisine "elmas" lakabı verilmiştir. II. Mustafa'nın bütün seferlerine (1695 yazında Lagoş zaferi ile sonuçlanan Avusturya seferi, 1696'da Ulaş (Olasch) Meydan Muharebesi'nde zafer ile sonuçlanan Avusturya seferi ve en son 1697'de Zenta Muharebesi ile sonuçlanan Avusturya seferine) iştirak etmiştir.
Elmas Mehmet Paşa'nın sedareti sırasında 1695-1696 yıllarında çok önemli ekonomik para reformları gerçekleştirilmiştir. İstanbul'da ve diğer büyük şehirlerde sürümde bulunan çeşitli ayarda çeşitli altın paralar toplanarak, İstanbul, İzmir ve Edirne darphanelerinde darbettirilen ve üzerinde Sultan II. Mustafa'nin tuğrası bulunan, "tuğralı" Osmanlı altınlarından ilki olan, "Tuğralı Cedid Altunu" ile değiştirilmiştir. Ayrıca Osmanlı piyasalarında geçerli "sikke-i kefere", "zolta/zolata", "esedi", "guruş" denilen yabancı gümüş sikkeler toplatılıp yerine ya İstanbul Darphanesinde yeniden darbedilen veya vezne uygun halis iseler eskilerin üzerine yeniden II. Mustafa tuğrası vurularak ortaya çıkartılan, Osmanlı "Cedid Kuruş" gümüş sikkeleri sürüme konulmuştur. Devlete verilecek vergilerin bu yeni Osmanlı sikkeleri ile ödenmesi şart koşularak bu yeni altın ve gümüş sikkelerin piyasalar ve halk tarafından kabul edilmeleri sağlanmıştır.
Elmas Mehmet Paşa 11 Eylül 1697 tarihinde Zenta Muharebesi sırasında savaşarak öldü. Bu savaş Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nın bir dönüm noktası olup Osmanlı ordusu Savoy Prensi Eugen komutası altındaki Avusturya ordusu karşısında yenilgiye uğramıştır. 20.000'den fazla Osmanlı askeri ölmüştür ve ölenler arasında Sadrazam Elmas Mehmet Paşa, bazı kubbe vezirleri, eyalet ve sancak paşaları ve Yeniçeri ağaları vardır. Bunun başlıca nedeni savaşın en kritik noktasında yeniçerilerin sadrazama karşı ayaklanmaları olmuştur. Tarihçi Dimitri Kantemiroğlu Elmas Mehmet Paşa'nın yeniçeriler tarafından öldürüldüğünü yazmaktadır. Avusturya ordusu savaştan sonra birçok ganimet ele geçirmiştir. Elmas Mehmet Paşa'nın üzerinde bulunan Mühr-ü Hümayun Avusturyalıların eline geçmiştir.
Keanu Reeves
Keanu Charles Reeves (d. 2 Eylül 1964, Lübnan), Kanadalı aktör, yapımcı, yönetmen ve müzisyen. Adının anlamı "Dağlardan esen rüzgar" dır. Annesi ile babası Beyrut'ta bir gece kulübünde tanışmışlardır. Annesi İngiliz, babası Çin asıllı bir Havai'lidir. Ancak kendisini Kanada'da büyüdüğü için Kanadalı saymaktadır. 3 ülkenin vatandaşlığına sahiptir.
Oyunculuk kariyerine ilk kez Kanada'da "Hanging In" isimli bir yapımla başladı. 1980'ler boyunca çeşitli reklamlarda (bir tanesi Coca-Cola için) rol aldı. İlk stüdyo filmi Kanada'da çektiği "Youngblood" oldu. Bu filmden sonra yeşil kart aldı ve Toronto'dan Los Angeles'a geçiş yaptı. Birkaç küçük rolden sonra River's Edge'de rol aldı ve bu filmin başarısından sonra Bill ve Ted'in Maceraları'nı çekti. Platoon filmi için teklif geldi ancak filmdeki şiddeti sevmediği için rolü reddetti.
1990'ların başlarında hem yüksek bütçeli filmlerde hem de bağımsız ancak çok ses getiren filmlerde yer aldı. Bunlara örnekler; Point Break ve My Own Private Idaho'dur. 1993 yılında Reeves, Bram Stoker's Draculada yer aldı. Film büyük gişe başarısı elde etti ancak Reeves birçok olumsuz eleştiri aldı. Yönetmen Francis Ford Coppola Reeves'den başka seçeneği olmadığını çünkü gençlerin ilgisini o sırada ancak onun çekebileceğini söylemiştir. 1994 yılında Speed filmini çekti. Film büyük bir reklam başarısıydı. Bu film sayesinde Keanu'nun izlenirliği arttı ve Johnny Mnemonic ve Chain Reaction gibi filmlerde rol almasını sağladı. Ancak iki film de gişede büyük hayal kırıklığı yarattı. Kariyerinde düşüş yaşayan Reeves'e Speed filminin devamında yer alması için 11 milyon dolar teklif edildi ancak o bu teklifi reddederek Al Pacino ve Charlize Theron ile Şeytanın Avukatını çekmeyi tercih etti.
1999'da büyük hit olan "The Matrix"' filminde başrol oynadı. Bu filmle tekrar büyük bir Hollywood yıldızı olduğunu ispatladı. The Matrix ile bu filmin devam filmleri arasında birkaç filmde daha yer aldı. Bu filmlerin hepsi de iyi gişe hasılatı yaparak Reeves'i tüm dünyanın dikkatine taşıdı.31 Ocak 2005'te Reeves'e Hollywood Walk of Fame'de bir yıldız verildi. Reeves 2006 Oscar Ödül Töreni'ne S |
andra Bullock ile katıldı. İkili 2006 yılında çektikleri "The Lake House" ile "Speed" filminden sonra bir kere daha bir araya geldi. Keanu Reeves'in de rol aldığı "A Scanner Darkly" de 2006 yılında gösterime girdi.
Aralık 1999'da Reeves 'in kız arkadaşı "Jennifer Syme", ölü bir kız çocuğu doğurdu. Nisan 2001'de "Jennifer Syme" Marilyn Manson'ın partisinden sonra aldığı alkol ve uyuşturucu sonucu bir trafik kazası geçirdi ve hayatını kaybetti. Mezarı Los Angeles'ta kızlarının mezarının yanındadır. Keanu Reeves'in üç kızkardeşi vardır. Bunlardan Kim, yıllardır lösemidir, bakımını Reeves üstlenmiştir ve sürekli kardeşini evinde ziyaret eder. Reeves'in motorsikletlere büyük ilgisi bulunmaktadır. "Dogstar" isminde bir rock grubu vardır. Kendisi de büyük bir punk rock dinleyicisidir. Solak olmasına rağmen gitarı sağ eliyle çalar. Ünlü rock grubu "Anthrax"'ın bir video klibinde yer almıştır. Son zamanlarda "Becky" isimli bir grupla çalmaktadır. Kız arkadaşını ve çocuğunun arka arkaya kaybetmenin verdiği ruhsal bunalım durumu kendisini derinden etkilemiştir.
Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa
Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa (d. 1644 - ö. 19 Eylül 1702) II. Mustafa saltanatında, 11 Eylül 1697 - 4 Eylül 1702 tarihleri arasında dört yıl on bir ay on altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
1644 yılında doğduğu sanılıyor. Amcazade Hüseyin Paşa Köprülü Mehmed Paşa'nın kardeşi Hasan Ağa'nın oğludur. Bu yüzden "Amcazâde" olarak anılır.
Amcası Köprülü Mehmed Paşa ve amcaoğlu Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nın sadrazamlık yıllarındaki gençliğinde babasının Bulgaristan'ın "Prevadi" kasabasının "Kozluca" köyündeki çiftliğinde serbest bir hayat sürdü. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa sadrazamlık döneminde Hicaz'a hacca gitti ve hacdan dönüşünde evlendi.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın maiyetinde olarak Viyana seferine katıldı. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine sadrazama olan yakınlığından ötürü tutuklandı. 1684 yılında serbest kaldıktan sonra iki tuğlu vezirlik rütbesiyle Şehrizor Eyaleti beylerbeyi göreviyle İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Bundan sonra Kastamonu sancağına sonra da metruk bir halde bulunan Gelibolu yakınlarındaki Çardak muhafızlığına getirildi. 1689'da vezir rütbesi ile Seddülbahir muhafızı oldu. 1691'de kısa bir süre İstanbul kaymakamlığı yaptı ancak 1692 yılı Şubat ortalarında Seddülbahir muhafızlığına geri gönderildi. 1694 yılı başlarında �İstanbul Kaymakamlığı görevine atandı. Kısa süren görevi sonrasında, Sakız Adası’nın düşman eline geçmesi nedeniyle üçüncü defa Çanakkale Boğazını korumakla görevlendirildi.
1695 Ocak başlarında Helvacı Yusuf Paşa’nın azli üzerine Kaptan-ı deryalık görevine getirildi. 1695'de bu görevde iken Mezomorto Hüseyin Paşa ile birlikte 9 Şubat 1695 tarihinde Venediklilerle yaptığı Koyun Adaları Deniz Savaşı'nda büyük bir zafer kazandı. Sakız adasının geri alınmasını sağladı. Şubat’ın sonlarına doğru bu vazifeden azlolunarak yerine 1 Mayıs 1695 tarihinde Sakız Adası’nın alınmasında ve Koyun Adaları savasındaki basarılarından dolayı Kaptan-ı deryalık Mezomorto Hüseyin Paşa'ya verilip kendisine Sakız Muhafızlığı verildi.
6 Kasım 1695'de Adana eyaleti valiği verildi. Eyalet askerinin başında Avusturya Seferi'ne katıldı. 1696'da ikinci kez İstanbul kaymakamlığına getirildi. O yıl Belgrad muhafızlığına getirildi. 15 Ağustos 1697'de Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Elmas Mehmed Paşa'nın Avusturya seferi için Belgrad'da toplanan savaş meclisinde Serdar-ı Ekremin ve Temeşvar Muhafızı Cafer Paşa'nın istedikleri gibi Pançova ve Temeşvar üzerine gidilmeyip Varadin'in alınmasını ileri sürdü. Ancak önerisi kabul edilmedi. Osmanlı ordusu Zenta Muharebesi'nde ağır bir yenilgiye uğrayıp Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Elmas Mehmet Paşa şehit olunca Belgrad'da toplantıda verdiği tavsiyenin doğru olduğu açığa çıkması üzerine Temeşvar'a gelen orduya davet olundu. 17 Eylül 1697'de Belgrad'dan aceleyle orduya yetişen Amcazâde Hüseyin Paşa sedaret kaymakamı olan Bozoklu Mustafa Paşa'nın çadırına geldi ve oradan II. Mustafa'nın otağ-ı hümayununa davet edildi. Padişah hemen ona sadrazamlık görevi vermek istedi ise de Hüseyin Paşa önce tam bağımsız iş görmek koşuluyla sadrazamlık istediğini ifade etti. Padişah bunu hemen kabul edip Elmas Mehmed Paşa'nın ölümüyle onun koynunda bulunup kaybolmuş olan mühr-ü humayun yerine kazdırılan yeni mühr-ü hümayunu ona verdi.
Hüseyin Paşa Avusturya, Rusya, Lehistan ve Venedik ile ön beş yıldır süren savaşı sürdürmeyi uygun görmedi. Padişah II. Mustafa'yı barış yapılması gerektiğine ikna etti ve uzun süren görüşmelerin ardından Avusturya, Venedik ve Lehistan'la 1699 yılında Karlofça Antlaşması imzalandı. Rusya ile de İstanbul Antlaşması imzalandı.
Vergi sisteminde, ordunun teşkilatında ve eğitiminde, kürekli gemilerden oluşan eski donanmanın yerine yelkenli gemilerden oluşan yeni bir donanma yapılması gibi konularda büyük değişiklikler yaptı. Kaptan-ı Derya Mezomorto Hüseyin Paşa'nın yardımıyla denizcilikte başarı sağlandı.
Ancak bu reformları ulemayı gücendirdi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin işlerine karışması otoritesinin kısılmasına neden oldu. Görevden çekilmek istediyse de kabul edilmedi. Ancak hastalanınca emekli oldu ve 8 Ağustos'ta Silivri'deki çiftliğine çekildi. On beş gün sonra 1702'nin Eylül ayında burada öldü. Vefatında 60 yaşlarındaydı.
Cenazesi İstanbul'a getirilerek Saraçhanebaşı'ndaki medresesinin yanındaki türbesine gömüldü.
Amcazade Hüseyin Paşa 1700'de yaptırdığı İstanbul'da Saraçhanebaşı'nda mescid, medrese, mektep, kütüphane ve sebilden oluşan bir külliyesi bulunmaktadır. Mescid sonradan dersaneye dönüştürülmüştür. Boğaziçi'nde Anadolu Hisarı ile Kanlıca arasında bulunan ve 1699'da yaptırılıp günümüze kadar bir kısmı gelmiş olan Amcazade Yalısı bulunur. Haseki Hastanesi arkasında 1698 tarihli kitabesi olan "Başcı Mahmud Çeşmesi"'ni yaptırmıştır. Hicaz'da Medine'nin hemen dışında günümüzde Vahabi Saudilerin yerle bir ettikleri "Bab-ı Sagir" mezarlığında da bir sebil yaptırmıştı., Ayrıca Edirne’de Buçuktepe’de yaptırdığı kasır ve başta çeşmeler olmak üzere çeşitli hayır eserleri ve Bursa’da bir tekkesi bulunmaktadır.
Osmanlı tarihçi Halepli Mustafa Naima Efendi 6 ciltlik meşhur Naima tarihini Amcazade Hüseyin Paşa emriyle yazmış ve Hüseyin Paşa'ya ithaf ederek eserine "Revza-ül Hüseyn fi Hülasatı Ahbar il Hafikin (Hüseyn'in Bahçesi, Doğu ve Batı Haberlerinden Özetler)" adını vermiştir.
Uzunçarşılı Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa'yı şöyle değerlendirmektedir:
Devlet işlerine ve memleket ahvaline vakıf, tedbirli ve uzun görüşlü bir hükümet reisi idi. Adam yetiştirmeyi sever, meziyetli ve kaabiliyetli insanları ileri çekip himaye ederdi.
Bir yabancı yazara göre ise Hüseyin Paşa bu tarihte ölmemiş olsa kesinlikle siyasi rakiplerinin kurbanı olacaktı.
Daltaban Mustafa Paşa
Daltaban Mustafa Paşa II. Mustafa saltanatında, 4 Eylül 1702 - 24 Ocak 1703 tarihleri arasında dört ay yirmi gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Manastır'da doğmuştur. Aslının Sırp olduğu belirtilmektedir. Kara İbrahim Paşa'nın iç mehterliğinde yetişti. 1684 yılında Kara İbrahim Paşa sadrazam olduğu zaman kapıcılar kethüdası oldu. Sırasıyla cebecibaşı olarak atandı ve 1691'de yeniçeri ağası oldu.
Vezirliğe yükseltilerek Babadağ muhafızlığına atandı. 1695 yılında Anadolu Valiliği'ne, 1696 yılında Diyarbakır Valiliği'ne atandı. Avusturya seferi sırasında Sofya'da iken mezaliminden şikayet olunması üzerine vezirliği elinden alınarak Bosna sınırında Pucitel palangası komutanlığına sürüldü. Bosna'ya düşman saldırısının artması üzerine 1697 yılında vezirliği iade edilerek Bosna cephesi seraskerliğine getirildi. Bosna'da başarılar göstererek düşmanı püskürttü. 1698 yılında Urfa merkezli Rakka Valiliği'ne tayin edildi. 1699 yılında Bağdat Valiliği'ne görevlendirildi. Asi kuvvetlerin elinden Basra ve Kurna'yı geri aldı; asi kuvvetleri sindirdi. Bu başarıları üzerine önce tekrar Anadolu Valiliği'ne getirildi.
4 Eylül 1702 tarihinde hastalığı dolayısıyla görevinden ayrılan Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa yerine Sultan II. Mustafa'nın hocası olan şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin tavsiyesi ile Daltaban Mustafa Paşa sadrazamlığa getirildi.
Daltaban Mustafa Paşa bu görevde devam etmek için Feyzullah Efendi'nin isteklerini yerine getirmesi gerektiğini anlamıştı. Zaten Sultan II. Mustafa kendine arz edilen sadrazam ve divan telhis ve tahrirlerini Şeyhülislam'la görüşülmeden huzuruna getirilmesini kabul etmemekte idi. Devlet ve hükümetin uygulayacağı her politika ve göstereceği her faaliyet için Feyzullah Efendi'nin görüşlerinin ve düşüncelerinin alınmasını istemekteydi.
Daltaban Mustafa Paşa her ne kadar Feyzullah Efendi'nin gösterdiği yolda gitmeye devamlı kararlı ise de; taşralı olması ve İstanbulluların hareket ve davranışlarını anlayamadığı için ve kaba, haşin sert mizacı dolayısıyla devlet erkanı tarafından sevilmemekteydi. Hatta Sultan bile bu kaba, haşin tavrından tedirgin olmaya başlamıştı. Örneğin Feyzullah Efendi'nin oğlu Fethullah Efendi, Sadrazamın çalışma yeri olan Paşa Kapısına gelince onu kapı önünde karşılardı; Feyzullah Efendi gelince kapının önünde arabanın önüne geçerek ta binek taşına kadar gitmesini sağlamaya başlamıştı. O zamana kadar teşrifat kurullarına göre merasimlerde şeyhülislam, daha aşağı rütbede olduğunu göstermek için, Sadrazam'ın sol tarafında giderdi; ama Daltaban Mustafa Paşa Feyzullah Efendi'nin sol tarafında gitmeye başlayıp sanki Sadrazam'ın daha düşük rütbede olduğunu noktalamaktaydı.
Diğer taraftan Sadrazamlığa gelmeyi çok isteyen Reisülkittap Rami Mehmet Paşa devamlı olarak sadrazam aleyhinde çalışmaktaydı. Sadrazamın şeyhülislamdan bağımsız olarak çalışmak istediğini ve bunun için yeniçerilerden ve Kırımlılardan destek almaya çalıştığı söylentisini yaymış ve bir kontrol fetişçisi olan Feyzullah Efendi bundan ters etkilenmişti. Karlofça Antlaşması; Kırımlıların Rusya içine talan hücumları yapmaları men edilmiş ve aynı zmanda Rusların da bu sınırlarda tahkimat kurmaları yasaklanmıştı. Kırımlılar Rusların |
tahkimat kurduklarını gözlemlemekteydiler; bunun haberini İstanbul'a göndermişlerdi ama Osmanlı devleti bu antlaşma ihlali hakkında bir şey yapmamaya karar vermişti. Buna karşılık olmak üzere Kırımlılar Rus sınır bölgelerine talan hücumları yapmak istemekteydiler. Daha önceki sadrazam bunu kabul etmemişti; ama Daltaban Mustafa Paşa Kırımlıların isteklerine daha açıktı. Kırım Hanı Devlet Giray'ın isyankar tutumunu daha toleranslı karşılamaktaydı. Bu nedenle Devlet Giray'ın isyanının bastırılması için Feyzullah Efendi yoluyla Sultan'ın emirlerini uygulamakta ağır almakta idi. Bu durum Rami Mehmet Paşa ile Feyzullah Efendi için Daltaban Mustafa Paşa'nın bağımsız hareketine bir örnek sayıldı. Feyzullah Efendi, Daltaban Mustafa Paşa'nın azledilmesi için fikirlerini Sultan'a kabul ettirdi.
Daltaban Mustafa Paşa Kırım Hanı'nı padişaha karşı tahrik etmek suçuyla 24 Ocak 1703'te görevinden azledilerek üç gün sonra öldürüldü.
Daltaban Mustafa Paşa, bir vali ve askeri komatan iken başarılı olmuştu. İdam edilmesi askeri sınıfı özellikle kapıkulu ocağı askerlerini aksi olarak etkilemiştir.
Daltaban Mustafa Paşa'nın şivesi bozuk ve kullandığı dil içinde kendine has özel ifadeleri bulunmakta idi. Rami Mehmet Paşa bunu alaya alarak bir sözlük yaratmış ve buna "İsılahat-ı Daltaniye" adı vermiş olduğu bildirilmektedir. Şivesinin bozukluğu yetişmez gibi ağzı da bozuk ve kullandığı lisan da toksözlü, kaba ve haşin idi. Başkalarına karşı gösterdiği muamele çok kere şiddet gösterici ve kalp kırıcı idi.
Daltaban Mustafa Paşa zamanında vezirlerin divan günlerinde giydikleri giysiler için yeni kurallar kurulup uygulanmaya başlanmıştır. Bu değişiklikler arasında vezirlerin divandaki diğer devlet erkanından ayrı olduğunu göstermek için başlarına yüzlerce yıldır geleneksel olarak giydikleri "mücevveze" adı verilen bir serpuş yerine "kallavi" isimli bir değişik kavuk şekli giymeleri kuralı konulmuştur.
"Zubdet ül Vekayı" genellikle sadrazamların özel idare, kalemiye ve sekreterlik için gelen hasılatın yılda 500 kese olduğunu; Daltaban Mustafa Paşa sadrazam iken azil, yeniden atama, iş değişme diğer bürokratik muamaleler için topladığı iradın yılda 1200 kese vardığını belirtmektedir.
Rami Mehmed Paşa
Rami Mehmed Paşa (d. 1654 İstanbul - ö. 1704 Rodos) II. Mustafa saltanatında, 24 Ocak 1703 - 22 Ağustos 1703 tarihleri arasında 7 ay sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. İstanbul'un Rami semtine adını vermiştir.
Rami Mehmed 1654 yılında İstanbul'un Eyüp semtinde doğdu. Babası Terazici Hasan Ağa idi. Öğrenimini tamamladıktan sonra Reis-ül Küttaplık kalemi ve Divan-ı Hümayün kaleminde çalıştı. Rami mahlasıyla şiirler yazdı. Dönemin büyük şairleri olan Nâbi ve Sâmi gibi üstatlarla çalıştı.
1696 yılında Reis-ül Küttab oldu. Bu sıfatla 1699 yılında Karlofça Antlaşmasının müzakerelerinde önemli bir rol oynadı. 1703 yılında Daltaban Mustafa Paşa'nın azledilmesi üzerine sadrazam oldu. 7 ay kadar sadrazamlık yaptıktan sonra II. Mustafa'nın tahttan indirilmesi ile sonuçlanan Edirne Vakası nedeniyle görevden alındı. Kıbrıs ve Mısır Valiliği yaptı. Mısır Valisi iken Rodos'a sürgüne gönderildi ve oradayken 1704 yılında öldü.
Sadrazamlığı sırasında II. Mustafa tarafından İstanbul'un Eyüp ilçesinde bir araziyle ödüllendirildi. Rami Çiftliği adı alan bu arazi sonradan İstanbul'un Rami semti haline geldi.
Kavanoz Ahmed Paşa
Sührablı Kavanoz Nişancı Ahmed Paşa III. Ahmed saltanatında, 22 Ağustos 1703 - 17 Kasım 1703 tarihleri arasında iki ay yirmi altı gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır.
Aslının Rus olduğu bildirilmektedir. Sührab Mehmed Paşa'nın yetiştirmelerindendir ve bu nedenle "Sührablı" lakabı ile anılmaktadır. Çok şişman ve kısa boylu olduğu için "Kavanoz" lakabı ile anılagelmiştir. Önce Vezir silahtar Hüseyin Paşa'nın yanında onun kethüdalığına yükseldi. Saraya Enderun'a alınıp orada hazine kethüdalığı görevini yüklendi.
Sonra II. Mustafa tarafından Sayda valisi olarak tayin edildi ve vezirlik rütbesi verildi. Bu arada Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa'nın kızı ile evlenip ona damat oldu. Sonra Mısır ve Diyarbakır valiliklerinde bulundu. Girit'te Hanya muhafızlığı görevi yaptı. Elmas Mehmed Paşa'nın 1695-1697'de sadrazamlık döneminde ise emekliye ayrılıp Kadıköy'de oturdu. Elmas Mehmet Paşa'nın 1697'de Zenta Muharebesi bozgununda şehit olmasından sonra kayınbabası Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa sedarete geçirildi ve onun damadı olan Kavanoz Ahmet Paşa ikinci defa Hanya muhafızlığına atandı. 1698'de ise Kavanoz Ahmet Paşa Nişancı yapıldı ve Padişah II. Mustafa'nın yaşayıp hükümet sürdüğü Edirne'de çalışmaya başladı.
Rami Mehmet Paşa'nın 1703'de sadrazamlığa gelmesinden 1 ay sonra Şubat'ta tekrar emekli yapıldı ve arpalık olarak İstanbul gümrüğü mukataasından günde 400 akçe gelir verildi. Kavanoz Ahmet Paşa İstanbul'a gelerek kayınbabasının Anadoluhisarı'ndaki yalısında kalmaya başladı.
1703'deki Edirne'de oturan sultan II. Mustafa ve onun baş danışmanı Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin aleyhinde Edirne Vakası başladı. İstanbul'da bulunan kapıkullarından cebecilerin başlattığı bu büyük isyan sonra tüm kapıkulu ocaklarına çok yaygınlaştı. Bir müddet sonra isyancılar kendilerine gizliden destek sağlayan Edirne'de bulunan sadrazam Rami Mehmed Paşa'dan da hoşlanmamaya başladılar. Aralarında anlaşarak sadrazamlığa Kavanoz Nişancı Ahmet Paşa'yı uygun buldular. Böylece Kavanoz Mehmet Paşa İşanbul'daki isyancıların elebaşıları tarafından önce İstanbul'da sedaret kaymakamı ve biraz sonra da sadrazam olarak kabul edildi.
10 Ağustos 1703'de İstanbul'daki isyancı askerler yaklaşık 30.000 kişilik bir ordu ile Edirne üzerine yürümeye karar verdiler. Sadrazam olarak seçtikleri Kavanoz Ahmet Paşa'da bu orduyu takip etmekte idi. Onun delaletiyle kayınbabasının eski kethüdası olan "Nalbandoğlu Vezir Hasan Paşa" isyancıların İstanbul sadrazam kaymakamı olarak görevlendirildi. Edirne'deki Sultan ve hükümeti, ekmek ve tuz üzerine verdikleri yeminle II. Mustafa'ya sadık kalacak yeni askerlerden oluşan bir ordu toplamaya koyuldu. Bu Edirne ordusu komutanlığının Sadrazam Rami Mehmet Paşa'ya verilmesi beklenmekteydi ama Serasker olarak Yörük Hasan Paşa tayin edildi. Bu Edirne ordusu ilerleyip 17 Ağustos'ta Çorlu'da İstanbul kuvvetleri ile karşılaştı. Bu Edirne ordusuna ulemadan bazıları "nasihatçı" olarak refakat etmekteydi. Edirne ordusu komutanı Yörük Hasan Paşa İstanbul ordusunun büyüklüğü ve gücü dolayısıyla hemen çarpışmaya girmekten çekindi. Yanında bulunan "nasihatçı" ulemayı isyancı İstanbul ordusu tarafına gönderdi. Bunlar isyancıların ileri gelenleri ile isyancı ordunun Sadrazamı olan Kavanoz Ahmet Paşa'nın çadırında görüştüler. İsyancıların her isteklerinin kabul edildiğini ve Sultan II. Mustafa'nın biran evvel İstanbul'a dönmek istediğini bildirdiler. Ama İstanbul isyancılarının ileri gelenleri Edirne'ye ilerlemede ve II. Mustafa'nın tahttan indirilerek III. Ahmed'in yeni padişah olarak tahta çıkmasında ısrar ettiler. İsyancılar ilk defa Çorlu'da cuma namazında III. Ahmet adına hutbe okuttular. İsyancıların Şeyhülislamı olan İmam Mehmet Efendi 7 adet fetva çıkarttıp nasihatçı Edirne heyetine verdi.
Edirne ordusu komutanı Yörük Hasan Paşa bunlara Edirne'den bir cevabın gelmesini beklemek için Çorlu'da beklenilmesini teklif ettiyse de isyancıların itirazı üzerine çarpışmaya cesaret edemeyip Ergene tarafında Karıştıran'a doğru geri çekildi. İsyancı ordu Edirne üzerine yürüyüşüne devam etti. Sadrazam Rami Mehmet Paşa Sancak-ı Şerif ve Kabe anahtarları yanına alarak sanki bir ordu ile savaşa gider gibi Edirne'den çıkıp Hafsa'ya ilerledi. Orada Yörük Hasan Paşa ile görüştü. II. Mustafa da Edirne'den Hafsa'daki ordugaha çağrıldı. İstanbul isyancıları Babaeski'ye ulaştıklari zaman karşılarında siperler kazarak mevziye girmiş Edirne kuvvetlerini buldular. Fakat İstanbul isyancıları ile Edirne güçlerinin alt subayları gizlice görüşüp aralarında anlaşmışlardı ve Edirne kuvvetleri Babaeski'de bulunan İstanbul isyancılar ordusuna katıldılar. Böylece II. Mustafa 7 saat bir yoldan sonra Edirne'ye geri döndü ve kardeşi III. Ahmed'i padişah olarak kabul etti. Sadrazamı Rami Mehmet Paşa ise saklandı. 22 Ağustos'da birleşen kuvvetler Hafsa karargahını ellerine geçirip Edirne'ye yürüdüler ve şehre hiç kan dökmeden girdiler. 23 Ağustos'ta yeni padişahın III. Ahmet olduğu kabul edildi ve isyancıların yaptığı bütün tayinler, bu arada Sadrazam olarak Kavanoz Ahmet Paşa ve Şeyhülislam İmam Mehmet Efendi, görevli olarak tasdik olundu.
Kavanoz Ahmet Paşa sadrazam olarak 88 gün görev yaptı. Kasım 1703 başlarında padişah III. Ahmet ve danışmanları onun sadrazamlıktan azledilmesine karar verdiler. 17 Kasım 1703 günü Padişaha önceden takdim ettiği bazı konularda daha fazla bilgi vermesi isteğiye saraya çağrıldı. Sünnet odasında padişah huzuruna çıkıp onunla görüştü. O gün Sofa köşkünde şeyhülislamla görüşmesi ve hafta içinde Fenerbahçe'de padişaha vereceği ziyafet konularını anlatmakta iken Silahtar Ağa gelip kendisinden mühr-ü hümayunu teslim etmesini istedi ve böylece sedaretten azledeceğini anladı. Yerine Moralı Damat Hasan Paşa sadrazam tayin edildi.
O gün hakkında soruşturma için Bostancıbaşı dairesinde tutuklandı. Kavanoz Ahmet Paşa burada üç gün tutuklandıktan sonra vezirliği de alınarak Sakız adasına sürgüne, daha önce hazırlanan bir kadırga ile denizden gönderildi. İhtiyaçlarını karşılamak için ufak bir miktar has verilmişti.
13 Aralık 1704'te İnebahtı muhafızı "Doğramacı Mehmed Paşa" öldü. Kavanoz Ahmed Paşa sürgünden affedilerek; kendine vezirlik tekrar verilerek İnebahtı Muhafızı tayin edildi. Eylül 1705'te bu görevde iken Suhrablı Kavanoz Nişancı Ahmet Paşa hayata gözlerini yumdu.
Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa ""Nusretname" adlı eserinde onu șöyle yererek değerlendirmektedir:
Rusiyyül asıl asferullevn kaşırul karne, gerdel kıyafet, hasud, hasis, sahib denaet, tamakar, ucube-i heykel
"Hadikat-ül-Vüzera Zeyli"nde ve ondan naklen "Enderun Tarihi"nde ise kısa boylu, ve şişman olması ile şahsen hor görerek kötülemektedir.
Damat H |
asan Paşa
Moralı Damat Hasan Paşa, (d.? Mora - o. Mayıs 1713, Rakka) III. Ahmed saltanatında, 17 Kasım 1703 - 28 Eylül 1704 tarihleri arasında 10 ay 11 gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Mora doğumlu idi. Ne zaman girdiği tam belli olmamakla beraber Enderun'da eğitim gördüğü bilinmektedir.
Cebeci olarak çıkma yaptı. Sonra çuhadar-ı şehriyârî oldu. 1684'de silahdarlığa yükseldi. Kasım 1687'de vezirlik verilerek Mısır valiliğine gönderildi. 1690'da bu görevden azedildi. 1690'dan sonra sırasıyla Bursa mutasarrifi ve İzmit mutasarrfi yapıldı. 1691'de IV. Mehmet'in kızı olan ve III. Ahmed'in kızkardeşi olan Hatice Sultan ile evlenip saraya damat oldu. Aynı yıl Boğaz Muhafızı görevine getirildi. 1693'de Sakız Muhafızı oldu. Fakat 1694'de üstün kuvvetlerle adaya hücum eden Venediklilere adayı teslim etmek zorunda kaldı. Bu nedenle bir müddet tutuklandı. Ama sonra Kefe sancağı ve muhafızlığı verildi, Bu arada beşinci vezir olarak da şereflendirildi. II. Mustafa'nın Avusturya Seferleri sırasında Edirne muhafızlığı görevi yaptı ve rikab-ı humayun kaymakamı oldu. 1696'da Halep valisi ve 1697'de ise Konya valisi unvanı verildi. Ama oralara gitmeyip Amcazade Hüseyin Paşa'nın Macaristan seferinde bu unvanları taşıyarak katıldı. Sefer dönüşünde 1698'de bu unvanlardan azledilip ikinci vezirlik verildi ve İstanbul Kaymakamlığı'na getirildi.
Eniştesi olduğu III. Ahmet'in tahta çıkmasından sonra 1703'de çıkan 1703 Edirne Vakası olaylarında Damat Hasan Paşa önemli rol oynadı. 1703'te bostancılar saray bahçesinde bir eylem başladılar. Bu isyancıların tümü bir hattı humayun ile yeniçeri ocağına aktarıldı ve bu hattı humayuna uymayanların idam edileceği ilan edildi. Bu eylemi teşvik ettikleri anlaşılan Yeniçeri Ağası idam edildi ve İstanbul kadısı sürgüne gönderildi. Sadrazam olan Kavanoz Ahmed Paşa da bu görevden uzaklaştırıldı. 17 Kasım 1703'te sadrazam olarak Moralı Damat Hasan Paşa sadrazamlık görevine atandı. Damat Hasan Paşa sadrazam olarak III. Ahmed'in otoritesini sağlamak ve bu nedenle isyancılarin elebaşılarını elemine etmek büyük çabalar verdi. Aldığı gayet sert idare tedbirleri ve önlemlerine rağmen devlet otoritesi ve İstanbul'da asayiş ancak 1704 başlarında sağlanabildi.
Bu sırada yeni bir para reformu yapmaya da önem verdi. Düşük ayarlı akçeler piyasadan toplatıldı ve yeni basılan çil akçeler tedavüle sokuldu.
28 Eylül 1704 tarihinde azledildi ve karısı Hatice Sultan ile birlikte emekli olarak İzmit'e sürgüne gönderildi. Ama çok geçmeden affedilip eşi ile tekrar İstanbul'a getirildi. Ağustos 1707'de ikinci defa Mısır valisi yapıldı. Ekim-Kasım 1708'de Trablusşam valisi tayin edildi. 1712 başlarında Anadolu'da eşkiya teftişi ve tenkili görevi ile uğraştı. Sonra da aynı yıl Anadolu beylerbeyi ve ardından Rakka valisi görevine tayin edildi.
Mayis 1713'de Rakka'da ortaya çıkan bir veba salgınında vefat etti.
Kalaylıkoz Hacı Ahmed Paşa
Kalaylıkoz Ahmed Paşa (d. ? Kayseri - ö. Ocak 1715, İnebahtı) III. Ahmed saltanatında, 28 Eylül 1704 - 25 Aralık 1704 tarihleri arasında iki ay yirmi yedi gün sadrazamlık ve birçok eyalet valiliği ve muhafızlığı yapmış Osmanlı devlet adamı.
Kayseri'nin bir köyünde doğmuş ve Rum asıllı olduğu belirtilmektedir.
Kalaylıkoz lakabı için değişik açıklamalar bulunur. Bir açıklamaya göre sarıklara yeni bir düzen vermek uğraşından gelmiştir Diğer açıklamalar göre babasının kalaycı olduğu için "kalaycı" ile sadrazam tayini sırasında kozbekçiler odasına bekletildiği için "koz" sözcüklerinin birleşmesinden gelmektedir.
Gençken İstanbul'a gelip saraya girmiştir. Saray'da Baltacılar Ocağı'na kaydedilmiştir. Sonra bu ocaktan alınarak muhasip Yusuf Ağa'nın hizmetine girmiştir. Yusuf Ağa kızlar ağası olunca kahvecibaşılığa atandı. Sonra sakabaşılık görevine tayin edildi. Bu görevde iken sürre alayı ile Hicaz'a hacca gitti. Yusuf Ağa kızlar ağalığından azlolduktan sonra Cidde Eyaleti valisi tayin edilerek saray görevinden çıkmıştır. Ahmet Paşa, Cidde valisi olarak 7 yıl görev yapmıştır.
1688'de Van eyalet valisi yapılmıştır. Az sonra bu valilikten azledilip Edirne'ye dönmüştür. 1688 yılı sonlarında kızlar ağası Mustafa Ağa'nın aracığıyla vezirlik rütbesi verilmiş ve kaptan-ı derya olarak görevlendirilmiştir. Donanma komutanı olarak uygun görev yapmakla beraber Akdeniz adaları ve sahil halkından epey para aldığı ve deniz umerasından da imdadiye adıyla ikişer kese akçeyi kendi eline geçirdiği büyük şikayet konusu oldu. Bu şikayetler İstanbul'a erişince 1689 sonlarında kaptan-ı derya görevinden azledildi.
Güya Midilli adası muhafızı görevi verildi ama bunun bir rütbe düşmesi olması yüzünden bir sürgün olduğu aşikardı. 1691'de affolunarak kıdem ve rütbesine uygun Trabzon valiliğine tayin edildi. 1692'de oradan Sivas Valiliği görevine geçti. 11 Nisan 1693'te ise Kıbrıs Valisi olarak görevlendirildi.
Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları sırasında II. Ahmet Edirne'de oturmayı tercih etmiști. İstanbul'da asayiş ve ekonomik sorunlar gittikçe bozulup ahalinin büyük şikayetlerine konu olmuştu. İstanbul asayişini düzeltmek ve ekonomik olarak ikmalini sağlamak üzere 1693'te Kolaylıköz Ahmet Paşa, Kıbrıs valiliğinden alınıp İstanbul sadaret kaymakamlığına getirildi. Ahmet Paşa asayişi sağlamayı başardı. Şehirdeki yiyecek ve diğer gerekli eşya fiyatları üzerindeki devletçe konulmakta olan narh fiyatlarına tüccarın uymasını sağladı. Tüccarın narh fiyatından daha yüksek fiyat bekleyişi ile yiyecek ve diğer gerekli eşyayı saklaması ve gizliden yüksek fiyatta satması, yani ihtikar yapmasını büyük cezalar koyarak önledi. Bu icraatı İstanbul halkını gayet memnun etti. Başarısı ağızdan ağza söylenir oldu. Sadrazam olan Bozoklu Mustafa Paşa Kalaylıkoz Ahmet Paşa'nın bu başarısını çekemedi; hatta Kalaylıkoz Ahmet Paşa'nın bu başarısı yüzünden kendisi yerine sadrazamlığa getirebileceğinden korktu. Bu nedenle Kalaylıkoz Ahmet Paşa'yı İstanbul sadaret kaymakamlığı görevinden azlettirdi.
Başkentten uzaklaştırmak için de Diyarbakır eyalet valiliği görevine atandı. 1694'te ise Bağdat valiliğine nakledildi. Oradan da sonra Adana eyalet valiliği verildi.
1696'da Trabzon valiliği görevine geçirildi. Buna başlıca neden Rusların Azak kalesine hücum etmeleri; bunda başarı kazanamamları ama bir daha kaleyi ellerine geçirme için ikinci bir hücum için planlarına karşı gelmek için memur edilmesi idi. Fakat Trabzon valisi olarak Kalaylıköz Ahmet Paşa Azak kalesine yardım işini, merkezden birbiri ardına gönderilen emirlere de kulak asmayıp çok gevşek tuttu. Azak kalesine yardıma gittiğinde bu kalenin kuşatmadan sonra Ağustos 1696'da Ruslar eline düştüğü görüldü. Destek için getirilen Osmanlı güçleri Rusları bu kaleden atacak kadar güçte değildi.
Bu başarısızlığı dolayısıyla idam edileceğini anlayan Kalaylıköz Ahmet Paşa valilik görevini terk etti ve devlet otoritelerinden saklanmaya koyuldu. Bu saklanma işinde de başarılı olup üç yıl devlet otoriteleri kendini bulamadılar. .
Şubat 1699'da Valide Sultan aracılığı ile af dileyip bu dileği kabul edildi. İpek mukatasında 500 akçe yevmiye arpalık olarak verilerek Bursa'da sürgün olarak oturmaya memur edildi. Bu sürgünde iki yıl kaldı.
Daha sonra Mart 1703'te Girit valisi olan Maktulzade Ali Paşa Eğriboz mmuhafızlığa gönderilmesiyle Kalaylıköz Ahmed Paşa Kandiye'ye vali tayin edildi.
III. Ahmet, kızlar ağasının tavsiyesiyle Hacı Ahmet Paşa'yı gizlice İstanbul'a davet edip 29 Eylül 1704'te Hasan Paşa'nın yerine vezir-i âzam tâyin etmiştir. Raşid'in kaydına göre şeyh-ül İşlâm'i azlettirmek için yeniçeri ocağını tahrik etmekle itham olunarak, Aralık 1704'te beklenmedik olarak saraya davet edildi ve mühr-i humâyün elinden alındı.
Sadrazamlıktan azlinden sonra Kalaylıköz Ahmet Paşa Midilli'ye sürgüne gönderildi. Fakat çok geçmeden affedilip, 1705'te Hanya muhafızı görevi verildi. Burada halk, sert vergi idaresinden dolayı şikayetçi oldu. Bu şikayetler başkente ulaşınca 18 Ağustos 1706'da Hanya muhafızlığından alındı ve İnebahtı muhafızlığı görevi verildi. Fakat çok geçmeden Aralık 1706'da 300 akçe yevmiye ile İstanköy adasına sürgüne gönderildi.
Kalaylıköz Ahmet Paşa, Valide Sultan'ın araya girmesi dolayısıyla affolundu ve Ağustos 1710'da Kandiye eyaleti valiliğine tâyin edildi. Girit'te iken orada bulunan kiliselerden gümüş kandil, diğer gümüşten kilise eşyasını müsadere edip gümüşlü hayvan takımı yaptırmasından dolayı bir sıkâyet İstanbul'a erişti. Bunun üzerine İstanköy'e sürgüne gönderildi. Fakat orada fazla kalmadı. 1712'de affedildi ve İnebahtı muhafızlığı görevine tâyin edildi. 4 Ekim 1714'te Trabzon valiliğine tâyin edildi. Fakat İnebahtı'dan ayrılmadan önce hastalanarak Ocak 1715'de orada öldü. Vefatında yaklaşık 70 yaşında olduğu belirtilir.
Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa "Nusretname" adlı eserinde onu yererek șöyle değerlendirmektedir:
Sırf cahil ve sefahatte bî-misil idi; yani ki eşlâfinin divan gününde yapmadığı hacvarı enva-i dibadan dolmuş kallaviler giymek ve şair günlerde rengarenk kavuklar ve telli pullu hatayı libaşlar ile evzai garibesi padişah tarafından hoş görülmeyip ve bazan kendisine bizzat ima tarıkıyle telmih olundukça vezir-i âzam olanların elbiseleriyle de diğer vüzeraya takaddümleri icap eder yollu cevaplar veriyordu; bundan başka kararsız olup bugün yaptığını yarın bozmak suretiyle devlet işlerini karıştırmaktaydı.
Raşit tarihinde şöyle değerlendirlmektedir:
Kalaylıköz lakabının iktizası üzere levazım-ı haşmet ve ziynete ibtilâsini ve gece gündüz endişesinin tertib-i nizam ve libaş ve destar ve kalaylıköz lakabının kendisine sermaye-i iftihar olduğunu
Sicill-i Osmani'ye göre:
Safdil, sus ve gösterişe düşkündü.
Çorlulu Damat Ali Paşa
Çorlulu Ali Paşa (d. 1670, Çorlu - ö. Aralık 1711, Midilli), III. Ahmed saltanatında 3 Mayıs 1706 ile 15 Haziran 1710 tarihleri arasında dört yıl on sekiz gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır.
Çorlu'da yerleşmiş bir çiftçi ailenin oğluydu. Sultan II. Ahmed devri Kapıcıbaşı Türkmen Kara Bayram Ağa'nın evlatlığı olarak, önce Galata Sarayı'na, daha sonra Enderun-ı Hümayun'daki Seferli Koğuşu'na |
, buradan da Hane-i Hassa'ya yerleştirildi. Şubat 1699'da rikabdarlık hizmetinde bulunuyordu. Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa'da kendisinden bizzat silahdarlık rica etti. 15 Ekim 1700 tarihinde bu memuriyete tayin edildi.
Silahdarlığı, Saray-ı Humayun'da daha üst derecede bir memuriyet haline getirdi. Padişah ile sadrazam arasındaki haberleşmenin silahdarlık makamı vasıtasıyla yerine getirilmesini ve Darüssade'den başka Babüssade ile Enderun-ı Hümayun'a ait bütün işlerin de silahdar ağa nezaretinde yapılmasını sağladı. Çorlulu Ali Paşa'nın bu başarıları çok geçmeden birbirleriyle yarış halinde bulanan sadrazamın ve şeyhülislamın dikkatini çekti.
İstanbul'daki cebeci ayaklanması sırasında Çorlulu Ali Paşa, vezirlik rütbesiyle saraydan uzaklaştırıldı. Sultan III. Ahmed'in tahta geçmesinden sonra üçüncü vezir olarak Edirne'de kaldı. Halep Valiliği'ne tayin edilmek üzere İstanbul'a çağrılan Çorlulu Ali Paşa, İstanbul'a geldiğinde Halep Valiliği'nden vazgeçilerek, Kubbealtı'nda beşinci vezirlikle görevlendirildi. Enişte Hasan Paşa'nın yerine 1703 Kasım ayı sonlarında rikab-ı hümayun kaymakamı oldu. Bir süre sonra Trablusşam valiliği ile İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Tekrar İstanbul'a dönen Çorlulu Ali Paşa, 3 Mayıs 1706 günü üçüncü vezirlikten Baltacı Mehmed Paşa'nın yerine sadarete getirildi. 1708 yılında yedi yıldır nişanlı bulunduğu Sultan II. Mustafa'nın kızı Emine Sultan'la evlendi.
Çorlulu Ali Paşa sadrazam olduktan sonra, devletin mali işleriyle ilgilendi ve saray masraflarını kontrol altına almak istedi. Tersane ve donanmaya önem verdi. Toplar döktürdü, askeri ocaklarda düzenlemelerde bulundu.
İsveç - Rus savaşı sırasında İsveç'i Ruslara karşı destekledi. Amacı ileride meydana gelebilecek Rus - Osmanlı savaşında yorgun düşmüş bir Rus ordusuyla karşılaşmak ve galip çıkmaktı. Sultan III. Ahmed, bu siyaseti tasvip etmemekteydi. Bir süre sonra Rusya'nın İsveç'le yaptığı savaştan galip ayrılması üzerine Çorlulu Ali Paşa'nın planları yaptığı hesaplara uymadı. III. Ahmed nezdinde ise aleyhinde yapılan propagandalar sonucu gözden düştü.
15 Haziran 1710'de III. Ahmed, Ali Paşa'yı sadaretten azletti. Bir gün sonra da sürgün olarak Kefe'ye gönderildi. Çorlulu Ali Paşa burada, sadrazamken Sinop'a sürdüğü ve daha sonra Şeyhülislam olan Paşmakçızade Seyyid Ali Efendi'nin fetvası ve III. Ahmed'in Aralık 1711 tarihli fermanı ile Midilli'de idam edildi.
İstanbul'da adını taşıyan iki cami, Tersane'de bir hamam, üç çeşme, Çorlu'da bir mektep ve çeşme yaptırdı. İstanbul'daki camilerin biri Tersane'de, diğeri Çarşıkapı'dadır. Çarşıkapı'daki cami, darülhadis, kütüphane ve imaretten ibaret bir külliyedir.
Gürcü Ağa Yusuf Paşa
Ağa Yusuf Paşa (d. ? - ö. 1713, Rodos) III. Ahmed saltanatında, 20 Kasım 1711 - 12 Kasım 1712 tarihleri arasında on bir ay yirmi iki gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Gürcü asıllıdır. Yeniçeri ocağında yetişmiştir. Zağarcıbaşı rütbesine erişmiştir. 1702'de Kul Kethüdası olmuştur. Ama Temmuz 1703'te bu görevden azledilmiştir. Ekim 1703'te tekrar kul kethüdası olmuştur ve o yıl yine azledilmiştir. Üçüncü ve son defa Aralık 1704'te yine kul kethüdası olmuştur.
Ekim 1706'da bu görevden alınarak Resmo sancakbeyliğine ve ardından da İnebahtı sancakbeyliğine atanmıştır. 1707'de emekli yapılıp Edirne'ye yerleşmiştir.
26 Eylül 1710'da Yeniçeri Ağası görevi ve verilmiştir. Bu görevde iken Haziran 1711'de vezirlik payesi verilmiştir. Vezirliğe yeniçeri ağalığı görevinden yükseldiği için "Ağa" lakabı ile de anılmaktadır. Prut Savaşı'na katılmıştır ve bu seferde gösterdiği kahramanlıklar dolayısıyla büyük isim yapmıştır.
Ordunun bu seferden dönüşünde ordu Edirne'de iken serdar-ı ekrem olan Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa 20 Kasım 1711'de sadrazamlıktan azledilerek yerine Gürcü Ağa Yusuf Paşa sadrazamlığa getirilmiştir.
Sadrazamlığı döneminde Gürcü Yusuf Ağa Paşa barışçı bir politik tutum göstermiştir. Bu politikaya bahane olarak Rus Çarı I. Petro'nun Rusya ile yapılan Prut Antlaşması'na riayet edeceğini; zaten ordunun savaşma gücünün kalmadığını ve mevsimin uygun olmadığını ileri sürmekteydi. Padişah III. Ahmet savaş yanlısı olup Sadrazam'ın kendini bir sefere çıkmaktan alıkoyduğunu düşünmekteydi. Bu nedenle 24 Aralık 1712'de sadrazam azledilmiştir.
Azlinden sonra Rodos'a sürülmüştür. Bu adada sürgündeyken 1713'te çıkarılan bir fermanla idam edilmiştir. III. Ahmet'in idam ettirdiği ikinci eski sadrazam olmuştur. Kesilen başı getirilerek önce 4 Aralık 1713'te Edirne'den Vidos'a gitmiş olan III. Ahmet'in otağı önünde teşhir edilmiştir. Daha sonra Ağa Yusuf Paşa'nın İstanbul Aksaray semtinde inşa ettirdiği çeşme ve mektebin yanına gömülmüştür.
İstanbul Aksaray semtinde mektep ve çeşmesi vardır.
Sicill-i Osmani onu şöyle değerlendirmektedir.
Bahadır ise de siyasî işlere aşinalığı azdı. Kinciydi, hatta yeniçeri halifelerinden Köse Halife ile kavgası olup ağalığında dövdü ve sadâretinde sakalını tıraş eyledi ve buna sahiplenen çekdiri paşasını prangaya bağlayarak halifeyi de taş gemisine atmış ve biçare de müteessiren vefat etmiştir.
Silahdar Süleyman Paşa
Silahdar Süleyman Paşa (ö. Ekim 1715, Rodos) III. Ahmed saltanatında, 12 Kasım 1712 - 6 Nisan 1713 tarihleri arasında dört ay yirmi dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Abaza asıllıdır. Darüssade ağası Yusuf Ağa'nın kölesi idi. Onun tarafından Saraya verildi ve Enderun'da eğitim gördü. III. Ahmet döneminde silahdar oldu. Ocak 1705'te vezirlik rütbesi verildi ve Halep Eyaleti valisi tayin olundu. Sonra sırasıyla Eğriboz muhafızlığı ve takiben Kıbrıs valisi görevlerine getirildi. Sonra İstanbul'a getirilerek Kubbealtı veziri yapıldı. Eylül 1709'da Nişancı olarak göreve başladı. 1710'da yeni tayin edilen sadrazamın taşradan İstanbul'a gelmesine kadar İstanbul'da sadaret kaymakamlığı yaptı.
Gürcü Ağa Yusuf Paşa'nın sadrazamlıktan azledilmesinden sonra 12 Kasım 1712'da sadrazam olarak görev verildi. Buna başlıca nedenler Silahdar Damat Ali Paşa'nın tavsiyesi ve sarayda Enderun'dan yetişmesi dolayısıyla padişah III. Ahmet ile uyuşması gelmekte idi.
Tam bu sırada Osmanlı devleti sınırına sığınmış olan ve Bender'de ikamet eden İsveç Kralı Demirbaş Şarl'in ülkesine dönmesi sorunu ortaya çıkmıştı. Ülkesine dönmek için Osmanlı devletinden isteklerinin hepsi yerine getirilmesine rağmen XII. Karl çeşitli diğer bahaneler çıkararak Osmanlı sınırlarından ayrılıp İsveç'e dönmekten kaçınmaktaydı. Sadrazam ise onun ülkesine dönmesini çok istemekteydi. Sadrazam Şeyhülislam ile görüştü. Bu istişareden sonra birlikte alınan karara göre eğer Osmanlı sınırlarından ayrılmamakta inat ederse İsveç Kralı Osmanlı sınırlarından içeri alınıp ülkenin sınırlarından uzak bir ülke ortasında bir mevkiye götürülüp orada ikamet etmesi sağlanacaktı. Kralın isteklerini tekrar öğrenmek ve ülke sınırlarından ayrılmazsa sadrazamın kararını uygulamak için ve Bender seraskerine emirler gönderildi. Gerçekten de İsveç Kralı ülkesine gitmemekte ısrar etti. Bunun üzerine sadrazamın emrini yerine getirmek için Kırım Hanı ve Bender Seraskeri zor kullanarak onu sınırdan içeri alıp muhafızlar altında Dimetoka'ya gönderdiler.
Fakat İsveç Kralı bir devlet misafiri olduğu için ona karşı gösterilen bu usulsüz ve düşmanca muamele büyük bir skandal yaratıp dedikodulara konu olup ve tenkitlere uğradı. Bunun devlete karşı olan halkın itimadını sarstığını anlayan padişah 6 Nisan 1713'te bir devlet misafirine layıksız muamele gösteren Sadrazamı, ona bu hususta danışman olan şeyhülislamı ve bu emri uygulayan Kırım Hanı'nı hep birlikte azletti. Yine Silahdar Damad Ali Paşa'nın tavsiyesini alan III. Ahmed, Hoca İbrahim Paşa'yı yeni sadrazam yaptı.
Sadrazamlıktan azlolduktan sonra Silahdar Süleyman Paşa III. Ahmed'in gözünden düşmedi. Hemen kaptan-ı deryalık görevi verildi. Fakat bu seferde devlet maliyesi ile başı derde girdi. Sadaret döneminde haslarından ve diğer kaynaklardan zulümle para elde ettiği ileri sürüldü. Kendisinden sefer iaşesi için 80 kese akçe istendi. Silahdar Süleyman Paşa bu kadar parayı bulamadığı için istenilen ödemeyi yapamadı. Bunun üzerine 8 ay Kaptan-ı deryalık yaptıktan sonra bu görevden de 18 Kasım 1713'te azledildi.
Bundan sonra İstanköy adasına sürgüne gönderildi. Ama adaya vardıktan hemen sonra affolundu ve Girit valisi olarak görev verildi. 4 Ekim 1714'de ise Rodos adası valiliğine nakli emri geldi.
Fakat Rodos adasına vardığında valilikten azledilip Rodos adasında sürgünde olarak ikamette kalma emri geldiğini öğrendi. Ekim 1715'te ise bir idam fermanıyla İstanbul'dan gelen bir cellad tarafından kafası kesilerek idam edildi ve kesilen kafası İstanbul'a gönderildi. Fındıklı Tarihi bu katline neden uygun görüldüğünün bilinmediğini yazmaktadır. Fakat diğer kaynaklar katlinde Silahdar Damat Ali Paşa'nın etkili olduğunu bildirirler.
İstanbul'da Divanyolu'nda bir muallimhanesi ile bir de hanı vardır.
Hoca İbrahim Paşa
Hoca İbrahim Paşa (o. 1713, Edirne) III. Ahmed saltanatında, 6 Nisan 1713 - 27 Nisan 1713 tarihleri arasında yirmi bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Aslen Serezlidir. Önce bostancı ocağına girdi. Fakat orada karıştığı fesat yüzünden Cezayir tarafına kaçmak zorunda kaldı. Orada gemilerde çalıştı. Sonra'da İstanbul'a geri geldi. Balıkçılık ve kayıkçılık ile geçinmeye başladı. III. Ahmet tebdil giyinip İstanbul'u gezmekte iken onun kayığına binmeyi ve onunla konuşmayı itiyat edinmişti.
Son bir defa onun kayığına binişinde III. Ahmet onu gizlice Girit'e gidip orada vali bulunan Kalaylıkoz Hacı Ahmed Paşa'yı sadarete davet etmesi görevi verdi. Bunun üzerine İbrahim Ağa bir tüccar kılığına girip İstanbul'da bir gemiye kereste yükleyerek Girit'e gitti. Orada üzerinde sakladığı padişahın sadaret teklifini içeren hatt-ı hümayununu vali Kalaylıkoz Ahmet Paşa'ya iletmeyi başardı. Kalaylıkoz Ahmet Paşa da yerine kethüdasını kaymakam bırakıp İbrahim Ağa'nın gemisi ile Küçük Çekmece'ye kadar birlikte geldi; buradan III. Ahmet'e vararak sadrazamlık görevine başladı.
İbrahim Ağa, padişaha bu hizmeti üzerine tersane hizmetine, yani Osmanlı D |
onanması'na alındı ve kalyon kaptanlığı görevi verildi. Bu donanma hocalığı da içerdiği için "Kel Hoca" olarak anılmıştır. Kel Hoca İbrahim Ağa bu işinde başarılı olup padişahın teveccühü ile birlikte riyale ve patrona rütbelerini de aldı. Bu görevinde Akdeniz'de türeyen korsanları tenkile memur oldu. Bu görevde iken 15 kadar korsan kalyonu ele geçirdi ve bin kadar korsanı esir aldı. Bu arada yaptığı faaliyetler inanılmaz kadar beklenmedik olduğu için "Deli" lakabı da alarak "Deli Kel Hoca İbrahim" olarak anılmaya başlandı. Nusretnâme'de "Kel Deli İbrahim Hoca" olarak ismi geçmektedir.
Kel Hoca İbrahim'in aleyhinde olanlar epey dedikodu yapmışlardı; ama buna rağmen 7 Ocak 1713'te vezirlikle birlikte kaptan-ı deryalığa getirildi. Bu sıralarda Prut Antlaşması'nın Ruslar tarafından uygulanmaması ve Osmanlılara sığınmış olan İsveç Kralı Xİİ. Karl (veya "Demirbaş Şarl")'in Bender'den ayrılmaması Osmanlı Devleti için büyük dışişleri sorunları olmuştu. Sadrazam Silahdar Süleyman Paşa aldığı kararla XII. Karl ve askerleri Bender'de 1 Şubat 1713'te direnişle karşılaşan bir baskın sonucu ele geçirildiler. Kral Karl Edirne'ye getirildi ve Meriç Köprüsü çıkışında I. Ahmet döneminden beri devlet konukevi olan "Demirtaş Kasrı"'nda zorunlu ikamete tabi tutuldu. Onun İsveç'e iadesi devlet için gerekliydi. Kaptan-ı derya olan Kel Hoca İbrahim Paşa 20.000 kalyoncu ile İsveç kralını ülkesine götürme projesini ciddi olarak padişaha sundu. Eğer bu denizden gitmeyi önermekteyse o zamana kadar Cebelitarık'tan çıkmayan Osmanlı donanması için bu Atlantik Okyanusu ve Baltık Denizi seferlerini de içeren bu proje gerçekten çok cesurane proje idi. Karadan gitmeyi önermekteyse, işi başardıktan sonra 20.000 kalyoncunun akıbetinin ne olacağı düşünülmemişti. Paşanın aleyhindekiler tarafından bu teklif yeni bir "delilik" örneği olarak kullanılmaya başlandı. Sonunda Ağustos 1714'te İsveç Kralı XII. Karl kara üzerinden Erdel, Macaristan, Budin, Viyana, Bavyera ve Hesse üzerinden giderek Ekim 1714'te İsveç'e varmayı başardı.
Devlet misafiri olan İsveç Kralı'na karşı gösterilen bu hiç misafirsever olmayan muamele büyük bir skandal yarattti ve sadrazam aleyhinde dedikodular ve tenkitler ayyuka çıktı. III. Ahmed skandalın halkın devlete karşı gösterdiği itimadı sarstığını anlamıştı. Bu nedenle 6 Nisan 1713'de buna karar veren ve uygulayan sadrazam Silahdar Süleyman Paşa; ona bir olumlu fetva veren şeyhülislam ve bunu uygulamaya destek sağlayan Kırım Hanı'nı azletti. III. Ahmed yakın danışmanı Silahdar Damat Ali Paşa'nın tavsiyesini alıp Deli Hoca İbrahim Paşa'yı sadrazam görevine getirdi.
Bu atama büyük yankılar yarattı. Bir kısım devlet ricali ve katipler arasında Deli Hoca İbrahim Paşa aleyhinde acayip dedikodular yayılmaya başladı:
Kokuşmuş gemici fesine sarılı burma sarığı çıkartılıp başına vezir kavuğu konulduğunda odaya yayılan pis koku, amber tütsüsüyle bastırılmıştı... Sokak ortasında kadınlara laf atan (bir) garip adam(dı).
Diğer taraftan Deli Hoca İbrahim Paşa da durumdan hoşnut değildi. Sadrazamlığa getirilmesi Silahdar Damat Ali Paşa tavsiyesi ile olmuştu; devlet idaresinde her iş padişaha yakın danışmanlığı dolayısıyla ancak onun tavsiyelerine göre yapılmaktaydı. Sadrazam Deli Hoca İbrahim Paşa'nın idarede ve hükümleri üzerinde bağımsızlığı bulunmamaktaydı. Sadrazam tüm devlet işlerini eline almayı istemekteydi. Kendi bağımsızlığına set çekenleri bertaraf etmeyi planlamaktaydı.
Bunların başında Silahdar Damat Ali Paşa'yı ortadan kaldırmak istemekteydi. İlk olarak kayıkçılarından birisini Silahdar Damat Ali Paşa'yı suikast yapmaya memur etti. Bunu sağlamak için Sadrazam konağında yeni Kırım Hanı Kaplan Giray, reis'ülkuttab Abdülkerim Bey ile Silahdar Damat Ali Paşa'nın davetli olduğu bir ziyafet tertip etti. Fakat hazırlanan komployu kethüdasından haber alan Silahdar Damat Ali Paşa daha ihtiyatlı olmaya başlamıştı ve rahatsızlığını söyleyerek hastaymış gibi özür diledi. Fakat durumu çok yakın danışmanı olduğu Sultan III. Ahmet'e gönderdiği şöyle bir arıza ile bildirdi:
Şu herifi geturup devleti kayırır deyu vezir-i âzam eyledin; devlet nabzından bihaber. On beş yirmi odalık peyda edip çiçekçi olmuş; bana da sana da kasdi mukarrer ve yarın bütün âyân-i devleti ve İsveç kralını ve balyozları ziyafet ve meşveret bahanesiyle Demirtaş'a (Edirne'ye) davet, beni ve İsveç kralını öldürecektir; beni sen öldür gitmem.
Sadrazam İsveç kralının sorunlarını kral ile Demirtaş devlet misafir konağında görüşmek isteyince de kral Demirbaş Şarl da bir suikast korkusundan kendini hasta gibi gösterdi.
Silahdar Damat Ali Paşa'nın gönderdiği arızayı alan ve İsveç kralının da sadrazamla mülakata gelmediğini öğrenen III. Ahmet sadrazamı saraya davet ederek ona önce "düşman ahvalinin ne olduğu" hakkında bir soru sordu ve sadrazamdan
Yeniçeri ocağını kendime uydurdum. Yeniçeri ağasıyla yekdil ve yekcihet oldum.
cevabını aldı. Sadrazamın "yeniçeriyi elde ettim" cümlesinde III. Ahmed kendine bir suikast olabileceğinden vehme ve kuşkuya kapıldı ve konuşmadan hemen sonra 27 Nisan 1713'te sadrazamın idam edilmesine karar verdi.
O gün sadrazamdan mühr-ü humayun geri alındıktan sonra cellat haseki Kara Mustafa tarafından boğularak idam edildi. Cesedi Tunca kenarına gömüldü ama gömülme yerinin belirsiz olması sağlandı. Kel Hoca İbrahim Paşa idam edildiği sırada yaklaşık 60 yaşlarında idi. İdamını takiben tüm malları ve eşyası devlet tarafından müsadere edildi.
Deli Hoca İbrahim Paşa'in idamından sonra Silahdar Damat Ali Paşa sadrazam görevine getirildi.
Yetenekli ve zeki bir kişi olan Kel Hoca İbrahim Paşa kendisini yetiştirmiş ve yüksek mevkilere erişmiştir. Denizcilikte çok başarılı olmuştur. Fakat, devlet idaresine gelince birbiri ardından sadrazamları azl ve idam ettiren Silahdar Damat Ali Paşa'dan kurtulmayı ve işinde serbest kalmayı planlamış ise de başarılı olamamıştır.
Ancient Slaves
Ancient Slaves, 2005 yılında yayınlanan Frozen Scars albümüdür. 2005 yılının Eylül ve Ekim aylarında kaydedildi. Toplam süresi 36 dakika olan albümde sekiz parça bulunmakta.
Albümün lirik konsepti eski Mısır efsaneleri üzerine hazırlanmıştır. Albüm, CD olarak satışa sunulmuş olmasının yanı sıra, daha önceki Frozen Scars çalışmaları gibi internet üzerinden mp3 formatında ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.
Albüm, Funeral Moonlight Productions tarafından Çin'de basılıp yayınlanmıştır.
Silahdar Damat Ali Paşa
Silahdar Damat Ali Paşa veya Şehit Ali Paşa (d. 1667–ö. 1716) III. Ahmed saltanatında, 27 Nisan 1713 - 5 Ağustos 1716 tarihleri arasında üç yıl üç ay sekiz gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. 5 Ağustos 1716'da Avusturya Ordusu'na karşı yapılan Petrovaradin Muharebesi'nde şehit düşmüştür.
İznik Gölü kıyısındaki Sölöz köyünde mukim Hacı Hüseyin Ağa adında bir Türk'ün oğludur. II. Ahmed devrinde Enderun'a alındı. Silahtar ocağına alındı. Padişah II. Mustafa'nın gözüne girmesi sayesinde tarafından saray teamülüne aykırı olarak hasodaya alındı ve akabinde padişahın sırkatibi oldu.
1709 Mart'ında ise III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan ile nişanlandı ve "İkinci Vezir" rütbesiyle saraydan çıktı. Padişaha yakınlığı sayesinde Sadrazamların idaresine tesir edebilmeyi başaran Ali Paşa, 27 Nisan 1713'te sadaret makamına getirildi.
Bu makamdaki ilk başarısı, İngiltere ve Hollanda devletlerinin de tavassutuyla 5 Haziran 1713'te Ruslarla anlaşıp Prut Antlaşması'nı yeni esaslara göre belirlemek oldu.
Sadrazamlığı başlangıcında 1699 Karlofça Barış Antlaşması ile Venediklilerin eline geçen Mora sorunları ile uğraştı. Venedikliler bu anlaşma hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca Osmanlı İmparatorluğu 8 Aralık 1714'te Venedik'e karşı bir savaş ilan etti.
Venediklilere savaş ilanından hemen sonra 1715 yazında Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa komutasındaki Türk ordusu Venediklilerin elinde olan Mora Yarımadası'na doğru ilerlemeye başladı. Türk Ordusu, altı hafta içinde Karlofça Antlaşması ile kaybedilen Korint, Anabolu, Modon, Koron ve Navarin kaleleri de dahil olmak üzere tüm Mora Yarımadası'nı geri aldı, ayrıca 1669 yılinda Girit fethedildikten sonra hala Venediklililerin elinde kalan Suda ve Spina Longa kaleleri de Türk donanmasının da katkısıyla zaptedildi, böylece tüm Mora ve Girit Venediklilerden temizlendi.
Mora'nın yeniden fethedilmesi başarısından sonra Sadrazam Silahdar Damad Ali Paşa komutasındaki Türk ordusu kuzeye Avusturya'ya karşı ilerlemeye başladı. 5 Ağustos 1716'da sadrazamın serdarlığı altındaki Osmanlı ordusu Petrovaradin Muharebesi'nde Savoy Prensi Eugen komutanlığı altındaki Avusturya ordusuna yenildi ve Silahdar Damat Ali Paşa bu savaşta askerlerine cesaret vermek isteyip cephenin ön saflarına ilerleyince alnından vurularak hayatını kaybetti. Bu nedenle tarihlerde Şehit Ali Paşa adı ile anılır oldu.
Naaşı Belgrad'a getirilip orada Kaleiçi'nde yaptırılmış olan türbeye gömülmüştür.
Sadareti döneminde ilmiye sınıfında ıslahatlar yaptı, çocuk yaşta olanlara müderrislik unvanı verilmesini yasakladı. Mısır'a köle olarak getirilen zenci Habeşlerin gayrıinsani olan hadım edilmelerini kaldırdı. Zeamet müessesesinde reformlar yaptı.
Döneminde ayrıca, İzmir'e bir sabunhane, İznik'te doğduğu köyde ve Mora'da fethettiği Anapoli'de birer cami ve İstanbul'da bir kütüphane yaptırttı.
Hepsi
Grup Hepsi 2005 tarihli ilk albümleri "Bir" ile büyük başarı kazandı. Başarılı ve oldukça güzel olan grup elemanları Mete Özgencil ve Süleyman Yüksel'in söz ve besteleriyle stüdyo kayıtlarına girişmiş. Sıkı bir çalışmadan sonra Haziran ayında tamamlanan ve piyasaya sokulan "Bir" isimli albüm ile müzik piyasasına damgasını vurmuştur.Albümde bulunan "Olmaz Oğlan", "Yalan", "Her Şeye rağmen" ve 'Üç kalp' parçalara video klip çekildi. En çok Yalan adlı şarkı başarı kazandı ve Türkiye'de 1 numara oldu. Aynı zamanda çıkış parçaları 'Olmaz Oğlan'ın ingilizce versiyonuyla yurt dışındada sevilmişlerdir.
Grup 2006 yılında "Hepsi 2" albümüyle çı |
kışını sürdürdü. Bu albümün ilk video klip şarkısı "Kalpsizsin" oldu. Ayrıca "İki kelime", "Saklambaç", "Aşk sakızı" ve "Mum" adlı parçalar sevilen parçalar oldu ama sadece "Aşk sakızı" şarkısına klip çevirildi.Yurt dışından tekliflerde almaya başlayıp bu albümde Marek Pompetzki ve Toni Cottura ile çalışmışlardır.
Sezen Aksu ile birlikte Hepsi grubu Pepsi'nin reklam kampanyası için bir single hazırladı ve seri konserler verdi. Bu single "Tempo" ve "Kaç Yıl Geçti Aradan" şarkıları kapsamaktadır. Tempo isimli şarkı kliplendirilmiştir.
Grubun üyeleri 2007 yılında Hepsi1 adlı televizyon dizisinde rol almıştır. Bu dizi Show TV'de ve ATV'de yayınlandı. Winx Club çizgi filmin ilk sinema filmin özel soundtrack-CD'si için Hepsi grubu iki şarkı seslendirdi. Bunlar "Sen Bir Tanesin" ve "Sadece bir kız". Ayrıca "Sen Bir Tanesin" parçasına klip çevirildi.
"Hepsi1" dizisi sona erdikten sonra 2008'in Mayıs ayında 3. stüdyo albümleri "Şaka 10+1" çıktı. Albümde bir yeni şarkı ve on adet klasik cover şarkı vardır. Yeni şarkı "4 Peynirli Pizza" kliplendi. Şarkının sözlerini Kenan Doğulu yazmıştır. Bu albümde Ozan Doğulu ve Kenan Doğulu ile çalışmışlardır. Nükhet Duru'nun "Durup Dururken" albümündeki "Organik" şarkısına düet yapmışlardır.
Son albümden "Hep Bana" parçasının klibi yayınlandıktan sonra Gülçin Ergül gruptan ayrıldı. Basın ve insanlar tarafından Hepsi Grubu'nun dağıldı söylendi ama grubun üyeleri bunun rivayet olduğunu söyledi. Grup dağılmadını göstermek için 14 Ağustos 2009 tarihinde "Sır" adlı bir single çıkarmıştır.
9 Mart 2010 tarihinde "Geri Dönüşüm" adlı ilk 3 kişilik albümleri çıktı. Albümde Ozan Çolakoğlu Mustafa Ceceli gibi önemli aranjörlerle çalışıldı. Bu albümden ilk klip şarkısı Yeter adlı parçaya çekilmiştir.
Türkiye'de çok sevilen Winx Club çizgi filmin ikinci sinema filmin özel soundtrack-CD'si için 2007'deki gibi tekrar Hepsi iki adet şarkı söyledi. Bunlar "Harikalar Diyarı" ve "Süper Kızlar". "Harikalar Diyarı"-şarkısı Eskişehirde bir gemi üzerinde kliplendi.
Ayrıca "Geri Dönüşüm"-albümün diğer bir şarkısı "Canıma Değsin"e Çeşme Alaçatı sokaklarında bir klip çekilmiştir. Ardından aynı albümün 3. klibini de Kasım 2010'da "Nükleer" adlı parçaya çekmişlerdir.
,Nisan 2011'de Hepsi ve Murat Dalkılıç'ın ve Volga Tamöz'ünde eşlik ettiği "Şık Şık" isimli parça yayınlandı.
Kasım ayında Hepsi Kral Pop ve Shell V-Power sponsorluğu ile Türkiye'nin birçok il merkezlerinde konserler verdi.
Aynı zamanda Geri Dönüşüm albümün dördüncü klibi Söz-Beste Soner Sarıkabadayı'ya ait olan "Uğraşma"ya Gülşen Aybaba yönetmenliğinde çekildi.
Kısa süre sonra grubun yeni singleı "Fındık Kadar" internet üzerinde yayınlandı.
2012 yılında Hepsi grubu Burak yeter ile birlikte "Delisin" adlı şarkının cover versiyonunu yapmışlardır. Annemler seni çok sevecek adlı yarışma programında biraz çalınmıştır ancak bazı anlaşmazlıklardan dolayı şarkı piyasaya sürülmemiştir.
2013 yılın ilk günlerinde Hepsi grubu "Sarmaş Dolaş" ismini taşıyan şarkılarnı aynı "Sır (2009)" ve "Fındık Kadar (2011)" gibi internet üzerinde yayınladı.
2014 yılının ikinci yarısında Grup Hepsi dağıldığına dair haberleri engellemek için Poll Production ile çalışmaya başlamıştır. Grup üyelerinden Cemre Kemer bununla ilgili ropörtajlar vermiştir. 2014 in son aylarında albümün piyasaya sürüleceği belirtilmiştir. Albümün çıkış şarkısının Gülşen imzalı olduğu medyaya duyurulmuştur. Eren, Yoga dersleri verirken Yasemin birkaç bölüm dizilerde Murat Dalkılıç ile oynamış Cemre ise grubun yakından tanıdığı yeni pop sanatçısı Edis'in "Benim Ol" klibinde destek olmak için rol almıştır.
Cemre 2015 te vizyona girmiş olan "Pinokyo" filminin dublajını Alp Kırşan ile üstlenmiştir. Aynı yıl "İşte Benim Stilim All Star" programına katılıp Soner Sarıkabadayı ve PDND Müzik ile anlaştıklarını yinelemişlerdir.
Eren Bakıcı - 18 Mayıs 1984’te İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü’nde ortaöğretim ve liseyi bitirdi. Aynı okulda Modern Dans eğitimini 2006'da tamamladı. Londra'da Urdang Dans Akedemisinde ve Budapeşte Dans okulunda eğitim almıştır. Dans@ grubu ile Türkiye'yi Çin'de temsil etti. Şan ve piyano, oyunculuk dersleri almış Reklam jingle’ları seslendirmiştir. Yıldızların Altında müzikalinde oynadı. Michael Jackson ve Britney Spears gibi sanatçılarla çalışan Selahattin Kara ile çalıştı.Aynı zamanda "Çok Güzel Hareketler Bunlar" da yer aldı.
Cemre Kemer - 17 Şubat 1985’te İstanbul’da doğdu.Lütfü Banat İlkokulu ve Sedat Simavi İlkokulu’nda okuduktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü’nde ortaöğretim ve liseyi bitirdirdikten sonra aynı okulda Klasik Bale eğitimini tamamladı. Atatürk Kültür Merkezi bünyesindeki çocuk balelerinde çeşitli roller alan Kemer, çeşitli müzik kliplerinde oyuncu olarak çalışmış, şan ve piyano, oyunculuk dersleri almış ve reklam jingleları seslendirmiştir. Cemre aynı zamanda yakın arkadaşlarıyla bir şirket kurdu ve prodiction'lık yapıyor.
Yasemin Yürük - 21 Eylül 1986’da İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü’nde ortaöğretim ve liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi'nde Klasik Bale eğitimini tamamladı. ATATÜRK Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesinin sergilediği oyunlarda üç yıl boyunca rol aldı. Özel şan ve piyano, oyunculuk dersleri aldı. Reklam jingleları seslendirdi. Aynı zamanda "Çok Güzel Hareketler Bunlar" da yer aldı.
Burzum
Burzum, Norveçli atmospheric black metal grubu. Varg Vikernes (Count Grishnackh) tarafından kurulan ve halen tek kişilik proje olarak devam eden Burzum, 1991 yılında Bergen, Norveç'te kurulmuş ve Norveç black metalinin ilk yıllarında göze batmayı başarmıştır. 1992 ve 1993 yılları boyunca Burzum dört albüm kaydetmiştir; fakat Vikernes, gitarist Øystein "Euronymous" Aarseth'i öldürmesi ve birkaç kilise kundaklama olayına karıştığı için tutuklanmış ve hapse atılmıştır. Hapisteyken iki albüm daha çıkaran Vikernes; basgitar, gitar ve bateri gibi aletler olmadığı için synthesizer kullanarak dark ambient tarzında iki albüm daha çıkarmıştır. Burzum, black metal tarihinde adından söz ettiren en önemli hareketlerden biri olmuştur.
Kilise yakmak (Norveç geçmişinde Hıristiyanlığı yayanlar, paganlara zorlamayla din değiştirttiklerinden, daha sonra Varg onlardan intikam almak amaçlı birkaç kilise yakmıştır), diğer müzik gruplarını tehdit etmek gibi sansasyonel vakalarının en önemlisi, Varg Vikernes'in (kendi ifadesine göre) evine gittiği Mayhem üyesi Euronymous'un tehdidi yüzünden savunma amaçlı olarak Euronymous ile görüşmek için yanına bıçak alması ve Euronymous'u 23 yerinden bıçaklayarak öldürmesidir. Cinayet sebebi ve ilk saldıran tam olarak bilinmemekle birlikte, Varg evine gittiğinde Euronymous'un kendisine saldıracağını anladığını; bu yüzden onu bıçakladığını ve yaraların çoğunun yerdeki cam kırıkları yüzünden olduğunu söylemiştir. Bu olaydan sonra Burzum ve Mayhem dünya çapında tanınan isimler olmuşlardır.
Grupta Varg Vikernes dışında yer alan tek eleman, 1993 tarihli "Aske" EP'sinde basgitar çalan Samoth'tur.
Merzifonlu Çalık Hacı Ali Paşa
Merzifonlu Çalık Hacı Ali Paşa, II. Ahmed saltanatında, 27 Mart 1692 - 27 Mart 1693 tarihleri arasında bir yıl bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'dan sonra Merzifon'un çıkardığı ikinci sadrazamdır.
Merzifon doğumlu Türk asıllıdır. Sonradan İstanbul'a gelmiş hemşehrisi olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa yanına girip onun yanında yetişmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1676'da sadrazam olunca kapıcılar kethüdası görevi verilmiştir. Merzifonlu idam edildikten sonra, hacca gitmiştir. Oradan döndükten sonra 1685'te Çavuşbaşı, 1686'da Sakız Adası muhafızı oldu. Aralık 1698'de Sakız muhafızlığını Köprülü Fazıl Mustafa Paşa'ya bırakarak; Kandiye valisi tayin edildi. 1690'da Erzurum valiliğine atandı. Bu görevi yaparkan Anadolu'dan cepheye asker sevkine memur edilmiştir. Temmuz 1690'da İstanbul'a dönerek sadaret kaymakamlığı yapmıştır.
Oradan Diyarbakır valiliğine atanmıştır. Bu görev için maaş hazineden verilen 4-5 yük akçe olup diğer valiliklere nispetle düşük olmakla beraber Diyarbakır valileri geleneksel olarak "Badihava" adı verilen valinin keyfine göre halktan toplanan bir vergi geliri de bulunmaktaydı. Hacı Ali Paşa adil olmayan bu vergiyi toplamak istemediği için ve hazineden verilen geliri az bulduğu için bu görevi önce almak istememiş; ama sonra hazineden verilen maaşın 30 yük akçaya çıkartılması üzerine bu görevi kabul etmiştir.
1692'de "araba meselesi" dolayısıyla Sadrazam Bahadırzade Arabacı Ali Paşa'yı azil etmeye karar veren II. Ahmet'in danışmanları İstanbul'daki sadrazam kaymakamlığı görevindeki başarısını överek Hacı Ali Paşa'yı sadrazam tayin edilmesini tavsiye etmişlerdir. Böylece Diyarbakır Valisi olan Hacı Ali Paşa 27 Mart1692 sadrazamlığa atanmış ve hızla Edirne'ye gelmesi için haberci gönderilmiştir. II. Ahmet yeni sadrazamı Edirne'ye girerken Mevlevi Şeyhi kıyafeti ile gizlice seyre gelmiştir. Fakat bu gizli kalmayıp Hacı Ali Paşa'ya bildirilmiş ve o da alayla şehre girerken bunu bilmemez gibi yapan seyirci Mevlevi şeyhine dua etmesi için bir avuç altın bağışlamıştır.
30 Haziran 1692 günü Hacı Ali Paşa, Avusturya cephesini ziyaret maksadıyla Belgrad kalesine gitmek üzere Edirne'den ayrılmıştır. 2 Ağustos'ta Belgrad'a eriştiği zaman, kaybedilen son meydan savaşından, yani Slankamen Savaşı'ndan, sonra Avusturyalıların Belgrad'a hücumlarının beklendiğini ve Belgrad kalesinin pek müştahkem olmadığını gördü. Bu nedenle hemen Belgrad kalesini tamir ve tahkim ettirilmesine başlattı ve düşman hücumu olursa bir savunma savaşı yapılmasını kabul etti. Bu yapım tamamlandıktan sonra Aralık 1692'de Edirne'ye döndü.
Bu arada 18 Temmuz 1692'de bir Venedik donanma filosu Girit'teki Hanya kalesini kuşatmaya başladı. Fakat kalenin direnişi dolayısıyla bu başarılı olmayıp Venedik filosu geri çekilmek zorunda kaldı.
Hacı Ali Paşa Edirne'ye |
döndükten sonra devletin mali durumu ile ilgilenmeye başladı. Özel mali salgınlarla devlet gelirleri artırıldı ve devlet giderleri sıkı kontrol altına alındı. Bu sayede hazine birkaç ayda toparlanmış, ancak menfaati bozulanlar rahatsız olmaya başlamışlardır. Bu mali tedbirleri uygulayan Hacı Ali Paşa'nın sürekli yanında bulundurduğu ve son derece dürüst bir şekilde bütün hesap kitap işlerine baktırdığı Başdefterdar Canıbı Ahmet Efendi'yi şikayetlere başlamışlardır.
Şikayetlerin padişah II. Ahmet'e kadar ulaşmasıyla, başdefterdarın görevinden alınması konusunda sadrazama çuhadar vasıtası ile bildirmiştir. Merzifonlu Hacı Ali Paşa'nın bu buyruğu dikkate almayınca Padişah ertesi gün deftardarın görevden alındığını kaydetmektedir ama Hacı Ali Paşa azli yeterli değildir diye bunu uygulamamıştır. Ertesi gün Padişah sadrazama gönderdiği yeni bir hattıhümayunla yeni bir başdefterdar atayıp kendisini görmesi için buyruk vermiştir. Hacı Ali Paşa bunun üzerine eski defterdarı azledip sipahiler ağası Ali Ağa'yı başdefterdar atamıştır. Padişah huzuruna çıktığı zaman ondan bunun nedenini sorduğunda Hacı Ali Paşa, o zamana kadar hiç görülmemiş bir cesaretle, Merzifonlu Hacı Ali Paşa şu cevabı vermiştir:
Defterdarın tutumundan kaynaklanan bir zulüm söz konusu olup tahkikat bunu doğrularsa o zulüm ve fenalığı gerçekte kendim etmiş sayılırım. Zira onu o göreve getiren benim. Şayet zulüm ve fenalık kesinleşirse aslında onu görevden almakla yetinilmesi doğru değildir. Bu emanete hıyanettir ve başkaca kişilere ibret olması bakımından ölümle cezalandırılması gerekir. Ancak hünkârım siz bu derecede garez duyan kişilerin sözlerine kulak vermeye devam ettiğiniz takdirde ben kulunuz da hizmet etme gücümü kaybederim. Emanetinizi kullarınız arasında uygun gördüğünüz bir kişiye vermeniz daha münasip olur...
Hacı Ali Paşa böylece sedaretten istifa ettiğini bildirerek mühr-ü hümayunu padişaha geri vermiştir.
II. Ahmed sadrazamlığı ikinci vezir Bozoklu (Bıyıklı) Mustafa Paşa'ya vermiştir. II. Ahmet sonra Hacı Ali Paşa'yı tekrar kabul etmiş; ona yeni bir valilik verme teklifi yapmış ve eski sadrazam bunu da reddedince emekli olduğu zaman bir arpalık ve has olarak isteği olup olmadığını sormuştur. Hacı Ali Paşa, "Mihaliç" has gelirini istemiştir. Huzurda bulunan yeni sadrazam bunun gelirinin az olduğunu söyleyince Hacı Ali Paşa devletin mali darlık içinde olduğunu ve bu gelire kanaat edeceğini bildirmiştir.
Hacı Ali Paşa azledilmesinden sonra kendine has olarak verilen "Mihaliç" ile sonradan arpalık olarak verilen Kandiye Muhafızlığı gelirleriyle emekli olarak Bursa'da yaşadı. 1698'de Bursa'da oldu. Öldüğünde 60 yaşında idi.
Oğlu Hüseyin Bey medresede eğitim görüp ilmiye sınıfında girmiş ve 1713'de vefat etmiştir.
Devletin çıkarları için padişaha kafa tutabilmiş dirayetli vezirlerdendir. Canip Ahmed Efendi adında bir defterdarı sürekli yanında bulundurması ve son derece dürüst bir şekilde bütün hesap kitap işlerine baktırmasıyla akıllarda kalmıştır. Devletin mali durumunu ve hazine birkaç ayda toparlanmış, ancak menfaati bozulanların şikayetine uğramış ve Sultan bu şikayetlerden etkilenince prensiplerinden ayrılmayıp görevden istifa etmiştir. Uzunçarşılı'nın değerlendirmesinde:
Dürüst ve temiz bir insandı... Yakından tanıyan(lar) fevkalade doğruluğundan bahsederler
demektedir.
Nişancı Mehmed Paşa
Tevkii Nişancı Mehmed Paşa, III. Ahmed saltanatında, 26 Ağustos 1717 - 9 Mayıs 1718 tarihleri arasında sekiz ay on dört gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Mısır'a yaptığı ticaretle de meşgul olan Hacı Ali adında Kayseri'nin Erkilet köyünden birinin oğludur. Nusretnâme'de, "Ermeni Mehmet Paşa" diye nitelelendirilmekle onun Ermeni asıllı olduğu ima edilmektedir.
Bazı küçük hizmetlerde bulunduktan sonra İstanbul'a geldi. Halep valisi olarak göreve tâyin olunan Silahdar Süleyman Paşa yanında çalışmaya başladı. Silahdar Süleyman Paşa 1710'da sadaret kaymakamı ve 1712'de sadrâzam; 1713'de kaptan-ı derya olduğu zamanlarda onun kethüdalığını yaptı. Silahdar Süleyman Paşa 1714'de Girit valisi olunca onun yanında kethüdalıktan istifa etti. Silahdar Damat Ali Paşa'nın sadrazamlık döneminde Sipahi ağalığı vekilliği yaptı.
1716'de Silahdar Damat Ali Paşa'nın Avusturya seferine yetiştirmek üzere Dükakin sancağından yaya asker yazmaya memur edildi ve bu sırada (sonradan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olarak anılacak) "Mevkufatçı İbrahim Efendi" ile tanıştı ve yakın arkadaş oldu. Mehmet Efendi, Dükakin'den tedarik ettiği askerle orduya yetiştiği zaman, ordu Petrovaradın Muharebesi'sinde mağlup olup Silahdar Damat Ali Paşa şehit düşmüştü. Fakat bunun hizmeti takdir olunarak kendisine Halep muhassıllığı verildi.
Mehmet Efendi, Halep'e gitmekte iken Edirne'ye uğradı. Dostu (sonradan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olarak anılacak) İbrahim Paşa, o sırada vezirlik rütbesini almış olup sadrazam kaymakamlığı yapmaktaydı. Kendisini Halep'e göndertmeyerek kapıcılar kethüdalığına tâyin ettirdi. Dört ay sonra da Şubat 1717'de onun vasıtasıyla vezirlik verilip nişancı yapıldı.
1717'deki Avusturya seferi için III. Ahmet orduda emin ve muktedir birisinin bulunarak sadrazam olan Hacı Halil Pașa'ya idare desteği ve teşvik vermesini etmesini arzu etmekteydi. Bu nedenle Nişancı Mehmet Paşa bu seferde ordu ile cepheye gitti. Belgrad önündeki muharebede mağlup olan ordu Niş'e çekildi. Bu mağlubiyetin sorumlusu görülen ve azil edilen Sadrazam Hacı Halil Paşa'nın yerine kimin sadrazam ve serdar-ı ekrem yapılması sorunu ortaya çıktı. Bu sırada pâdışâh, sadrazam kaymakamı Damat İbrahim Paşa'yı sadrazam yapmak istemekteydi. Fakat Damat İbrahim Paşa böyle pek nazik dönemde sadrazamlık yetkisi yüklenmekten çekinmekteydi. Edirne'de sadaret kaymakamlığı görevinde daha fazla katkı yapabileceğni iddia etti. Niş'de orduda bulunan yakın arkadaşı Nişancı Mehmet Paşa'yı tavsiye etti. Böylece 26 Ağustos 1717'de Tevkii Nişancı Mehmet Paşa sadrazam ve serdar-ı ekrem tayin edildi.
1718'de ordunun cepheye hareketi esnasında sadaret kaymakamı olan Damat İbrahim Paşa Avusturya ile sulh müzakeresine girişmesi taraftarı idi ve III. Ahmed'in muvaffakatını almıştı. Fakat sadrazam Nişancı Mehmet Paşa, sulh müzakerelerine aleyhtar idi. Bunun üzerine 10 Mayıs 1718'de sadrazam azledildi ve Damat İbrahim Paşa sadrazamlığa getirildi.
Nişancı Mehmet Paşa azlinden sonra hemen Mayıs ortalarında Venedikliler tarafından alınmış olan Preveze ve Dubnice kalelerini geri almak için Yanya sancağı ile Narda seraskerliğine tayin edildi. Fakat yapılan müzakereler dolayısıyla orada seraskerliği gerektiren bir iş bulunmadığı anlaşıldı. Eylül 1718'de Tırhala sancağı ve Niğbolu sancağı ile birlikte Niş muhafızlığı görevine nakledildi.
1719'da doğu Anadolu'da Van eyaleti valiliği verildi. Ama tam bu sırada Girit'te Kandiye muhafızı Köprülüzade Numan Paşa öldü ve Şubat 1720'da Nişancı Mehmet Paşa onun yerine Girit'e Kandiye muhafızlığına gönderildi.
Daha sonra Mısır valiliği görevine nakledildi. Mısır valiliğinde, kısa bir dönem aralık hariç, Temmuz 1728'e kadar altı yıldan fazla kaldı. Burada bulunan kölemen ve yeniçeri serkeşlerini temizledi; huzur ve asayişi sağladı.
Temmuz 1728'de Ebu Bekir Paşa ile becayiş suretiyle Cidde valisi görevine gitti. Oraya vardıktan sonra çok geçmeden 1728'de vefat etti. Ölümünde altmış yaşlarında idi. Günümüzde Vahhabiler tarafından tüm mezarları yerle bir edilmiş olan Mekke'deki Mualla mezarlığına gömüldü.
Orta derecede bir kabiliyeti vardı. Nusretnâme, pâdışâhın Nişancı Mehmet Paşa'nın yalancı şöhretine ve kibirliliğine tahammül edemediğini ve sulhe aleyhtar olduğunu söyleyerek bundan dolayı azledildiğini yazmaktadır.
III. Ahmet zamanında İngiltere elçisi Lord Montegue'nun eşi Lady Mary Wortley Montagu Nişancı Mehmet Paşa konağına giderek onun hanımıyla haremde görüşmüştür. Lady Wortley Montegue'nün yazdığı çok ünlü İngilizce hatıralarında bu vezir konağının debdebesiz ve vezirin harem hayatının mütevazı olduğunu beyan etmektedir.
Silahdar Damat Mehmed Paşa
Silahdar Damat Mehmed Paşa (ö. 1737 Halep) I. Mahmud saltanatında 1 Ekim 1730 - 22 Ocak 1731 tarihleri arasında üç ay yirmi bir gün sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamı.
Silahdar Damat Mehmed Paşa İstanbullu Türk asıllıdır. Babası Hantal Hafif olarak tanınan kavaf mesleğinden bir esnafdı. Çocukluğunda Enderun'a önce kiler odasına alındı. Sonra çavuşluğa yükselip hasodaya nakloldu ve orada kiler kethüdası oldu. III. Ahmet'in silahdarı Boşnak Mehmet Ağa vezirlikle Anadolu Eyalet valisi görevine geçince, Mehmet Ağa'ya, o döneme kadar uyulan enderun nizamına aykırı olarak, 6 Aralık 1624'te birdenbire silahdarlık görevi verildi.
Silahdar Mehmet Ağa 22 Mayıs 1728'de III. Ahmet'in henüz 9 yaşında olan kızına nişanlandı. Aynı zamanda kendisine vezirlik rütbesi verildi. Ağustos 1727 kubbealtı vezirliğine yükseltildi ve arpalık olarak Erzurum eyalet valiliği verildi. 1730'da çıkan Patrona Halil İsyanı sonucunda Nevşehirli Damat İbrahim Paşa sadrazamlıktan azledilip katlini takiben cesedinin isyancılara teslim edilmesi olayından sonra tahttan indirilen III. Ahmet'e son sadrâzam oldu.
Silahdar Mehmed Paşa, I. Mahmut'un cülusu üzerine sadarette bırakıldı. Patrona Halil ve ayak takımı İstanbul'da başlarına buyruk bir idareye başladılar. Yeni padişah onların gücünü azaltmak için şeyhülislam ve kazaskerlerin kefil olmasıyla serseri ayak takımı sayısı azaltıldı. Ama Patrona Halil yine şehir denetimleri sürdürmekte ve hatta padişah huzuruna silahlı olarak çıkıp ona nasihatlarda bulunmaktaydı. Kasım ayında taraftarları arasında sürtüşmeler olduğu için Patrona Halil, Sadaret kaymakamı olmayı istedi. Bunun üzerine kaptan-ı derya Canım Hoca Mehmed Paşa bunların elemine edilmesi için bir plan hazırladı. Kapıcılar kethudalığına tayin edilen Kabakulak İbrahim Ağa bunu uygulamaya başladı. 23 Kasım'da Divan-ı Humayun genel gündemli bir toplantı yapmak için Patrona Halil ve yakın arkadaşları çağrıldı. Burada 25 Kasım'da çok gizli bir toplantı yapılması kararlaştırıldı. O gün güya bu gizli toplantıya gelen Patrona ve yandaşları sila |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.