article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
adığı veri editörü ve CD`siz oynanabilme özelliği en ön plana çıkan özelliklerindendir.
Mart 1999`da piyasaya çıkan CM 3 kendi dalında yerini çoktan sağlama almıştı. Oyunun en önemli özellikleri; yeni tasarımı, oynanabilir on beş ligi, dünyanın hemen hemen her köşesinden toplanmış 25.000 oyuncu gibi önemli bir veritabanıydı. Bunların yanında geliştirilmiş taktik ve antrenman kontrolü de göze çarpmaktaydı.
CM 99/00, CM 00/01, CM 01/02 güncellemeleriyle 3.x serisi devam etti. Her oyunla birlikte ufak eklentiler ve gelişmiş bir veritabanı geldi ve serinin en iyi oyunu oldu.
Özellikle CM 01/02, Championship Manager serisinin Türkiye`de patlama yapmış olduğu oyundur. Bu oyun Internet kafelerde en çok oynanan oyunlardan biri olmuş ve CM bağımlılığının oldukça geniş kitlelere ulaşmasını sağlamıştır.
CM serisinin en iyi en kapsamlı yapılmış oyunu ve en eğlencelisidir.Oyun tüm dünyada çok sevilmiş ve Championship Manager serisinin en sevilen oyunu olmuştur.Hatta o kadar sevilmiştir ki günümüzde bu oyunu oynayan bir kesim halen bulunmaktadır.Ayrıca bu oyundan sonra SI Games ve Eidos birlikte çalışmaya son vermiştir.
Championship Manager`ın yaratıcısı SI Games, yayımcı Eidos`tan ayrıldıktan sonra Sega ile anlaşıp Football Manager`ı yaptı. Bölünme esnasında her iki taraf da kendi hakkını saklı tuttu. SI Games oyunun kodunu ve verilerini elinde tutarken oyunun isim hakları Eidos'ta kaldı.
Eidos yayınladığı Championship manager serilerinin 2004 yılı versiyonudur. Mart 2004'te tarihinde piyasaya Beautiful Game Studios (BGS) tarafından sürüldü. Bu sürüm kötü serilerin başlangıcı olarak kabul edildiği gibi bundan sonra talep Football Manager üzerine yoğunlaşmıştır.
CM 5'in güncellemesi sayılabilir. 31 Mart 2006 tarihinde piyasaya Beautiful Game Studios (BGS) tarafından sürüldü.
3 Boyu farklılık sayılabilir. CM 2005 e göre oyuncu özelliklerinde gelişme kaydedilmiş, oyunculara ait 32 özellik bulunuyor ve oyuncuları detaylıca inceleme fırsatı buluyorsunuz.
CM 5'i görüp oyundan soğuduysanız, sizi çılgına çeviren hatalar ve oyunu oynamamanız için yapılan şeyler azaltılmış, bu yüzden bu versiyona farklı bir şekilde bakmanızda fayda var.
Eidos yayınladığı Championship manager serilerinin 2007 yılı versiyonudur. 13 Ekim 2006’da Beautiful Game Studios (BGS) tarafından piyasaya çıkarılmıştır.
CM 2006 ya göre grafiklerde düzeltmeler yapılmış, maç motoru daha da düzeltilmiş. CM 2005 e göre çok başarılı bir versiyon. Oyuncu database’i geliştirilmiş, ama halen football manager seviyesinde değil. Denenebilir…
Eidos yayınladığı Championship manager serilerinin 2008 yılı versiyonudur. 2 Kasım 2007’de Beautiful Game Studios (BGS) tarafından piyasaya çıkarılmıştır.
Eidos tarafından yapılan açıklamalara göre yapılmadı.
Eidos yayınladığı Championship manager serilerinin 2010 yılı versiyonudur. 11 Eylül 2009’da Beautiful Game Studios (BGS) tarafından piyasaya çıkarılmıştır.
Eidos tarafından yapılan açıklamalara göre yapılmayacaktır. Eidos 2011 yılını gelişim yılı olarak görüp, 2012 yılında çok daha iyi bir oyun yapabilmek için 2011 yılında oyunun devam serisini yapmayacaklarını açıklamıştır.
Kuymak
Kuymak, Samsun'dan Artvin'e yani Ordu, Giresun, Gümüşhane, Trabzon, Rize, Artvin,Çorum, Sivas, Tokat , Amasya ve Erzurum illerinde çok popüler olan bir yemektir ve Karadeniz Bölgesi'ne ait bir yemek çeşididir. Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan ve Kafkasya'nın bazı bölgelerinde de çok popülerdir. Mısır unu, tereyağı ve genellikle minci adı verilen tuzlu çökelek (bazı yörelerde telli peynir veya su peyniri) peyniri kullanılarak yapılan mısır lapasının adıdır.
Kuymak, Türkçe bir kelime olup Anadolu'nun başka yörelerinde peynir kullanılmadan hazırlanan arpa ve buğday lapalarını tanımlamak için kullanılmaktadır. Trabzon, Erzurum, Gümüşhane, Bayburt, Ardahan-Posof'ta ve Artvin'in iç kesimlerinde kuymak; Ordu, Tokat, Sivas, Giresun ve Trabzon Şalpazarı'nda "yağlaş" (yağlı aş), Rize ve Artvin sahilinde "muhlama",Çorum'da çökelikle yapılır sündüğü için Sündürme denir ve Trabzon'un Rumca konuşulan köylerinde ve Çamlıhemşin'de havits adlarıyla da bilinmektedir. Tereyağı yerine kaymak kullanılarak hazırlanırsa Trabzon'da yayla kuymağı Rize'de hoşmerim olarak adlandırılmaktadır. Mısır unu yerine bayat mısır ekmeğinin ufalanarak kullanılması durumunda ise yöresel ağızlara göre cumur, çumur ya da zumur olarak adlandırılmaktadır..
"Çürük" kuymak olarak da adlandırılmaktadır; yemeğe peynirin konması aşamasına "peyniri çürütmek" de denmektedir.
İlk önce tencereye Artvin'e özgü kaymak konur. Kaymak yandıktan sonra yavaş yavaş mısır unu ilave edilir. Mısır unu ilave edildikten sona kaymakla beraber kavrulur ve bazen azar azar ılık su koyulur. Un kavuruldukça yavaş yavaş da yağ çıkmaya başlar. Sonra da tabağa konulup servis edilir.
Yağ eritildikten sonra mısır unu ile biraz kavrulur. Yağ salınmaya başlayınca 'soğuk' su ilave edilir. Minzi peyniri ya da imansız peynir konulabilir. Kaynayınca karıştırma işlemi bırakılır. Orta ateşte fokurdayıp dibi kızarır ve yağ üstüne çıkınca kapatılır. Sıcak servis yapılır.
Genişçe bir tavada tereyağı eritilip, mısır unuyla hafif kavrulur. Burada kullanılan mısır unu, balıkların kızartılırken kullandıkları mısır unundan daha kalınca öğütülmüş olandır. Ama diğeriyle de yapılabilir. Trabzon tereyağı kendine has reyhasıyla mısır ununu pembeleştirince kaynar su ilave edilir ve iyice karıştırılır. Bir süre sonra yağ kendini göstermeye başlar. Erzurum'a ait telli peynir ilave edilir ve kısa süre hızlıca karıştırılır.
Tavaya yağ konularak eritilir. Eritilen yağa sarıkök (zerdeçal) ilave edilir. Diğer tarafta bir kap içerisinde hazırlanmış su, un, tuz karışımı erimiş yağın içine yavaş yavaş dökülüp hızlı hızlı karıştırılır. Pişince ateşten alınıp üstüne kepleme dökülür. Kepleme ise Nabat şekeri, tarçın, akkök, muğek ve karabiberden oluşan, İran'dan gelen bir karışımdır.
Zeyna
Panslavizm
Panslavizm, Rusya'nın, özellikle Çarlık döneminde uyguladığı, varsayımsal Slav ırkından olanları kendi hakimiyeti altında bir devlet halinde toplama siyasetidir. İlk kez 1826 yılında J.Herkel tarafından kullanıldı.Pan-Cermenizm'den etkilenen Panslavizmin çıkışının temelinde Kırım Savaşı'nın ardından daha belirgin hale gelen Avrupa karşıtlığı yer almaktadır.
Doğu Avrupa ile Orta Avrupa'nın orta kesimindeki çeşitli slav halkları arasında ortak kültürel ve siyasal hedefler doğrultusunda birlik sağlamaya çalışan hareket.
19. yüzyılın ilk yarısında Batı ve Güney Slav halklarının ulusal kimlik arayışı, bilim insanları, aydınlar ve şairler arasında başladı. İlk Panslavistler, Slav halkları arasında şarkılarını, türkülerini, şiirlerini inceleyerek Slav birliğini sağlamak istiyorlardı. Bu tür çalışmaların yapıldığı Prag Slav tarihi ve filoloji araştırmalarında ilk panslav merkezi oldu.
Panslavizm hareketi çok geçmeden siyasal içerik kazandı. 1848'de Avusturya-Macaristan'ın ayaklanmalarla sarsıldığı bir sırada Çek tarihçi Frantisek Palacky Prag'da bir kongre topladı. Avusturya yönetimindeki tüm Slav milliyetlerinden oluşan temsilcilerin katıldığı kongrede; Merkezi monarşik yapıya son vermek ve Habsburg hanedanı altında eşit haklardan oluşan demokratik bir federasyon yaratmak için eşgüdüm sağlanmalıdır şeklinde karar alındı.
Kongreden bir pratik bir sonuç çıkmamasına karşın canlılığını koruyan hareket 1860'larda özellikle Rusya'da yaygınlaştı.
Slav toplulukları bır yandan Fransız ihtilalinin getirdiği milliyetçilik akımından diğer yandan rusyanın panslavist propagandalarından güç alarak ayaklanmaya devam ettiler. Rusya balkanlardaki slav toplulukları arasında yoğun bir propaganda çalısması yaparak merkezi İstanbul olacak ve bütün slavları içine alacak bir ittifakı duyuruyordu. Bu gelişmeler sonucunda 1875de sırplar ve Karadağlılar bağımsızlık elde etme amacıyla Osmanlı devletine savaş açtılar.
Osmanlı ordusu sırp ve karadağ kuvvetlerini yenilgiye uğratarak ayaklanmayı bastırdı. Rusya bu durumu Ortodoksların katledildiği şekilde avrupa'ya duyurdu. Böylece Balkan milletlerinin sözcülüğüne başladı. Osmanlı ordusunun kısa sürede ayaklanmaları bastırması, karadağda duruma hakim olması ve Bosna Hersek de düzeni sağlaması, Rusyayı endişeye düşürdü. Avrupa devletlerinide yanına alarak sırplarla savaşı durdurması için Osmanlı Devleti'ne ültimatom verildi. Osmanlı devleti Rusyanın bu isteğini kabul etti.
Grup Terminal
Grup Terminal Türkçe rock grubudur. 5 kişiden oluşan grup anonim şarkıları ve türküleri yeniden derleyerek Anadolu ezgilerini tekrar hatırlatmayı ve kendi bestelerini, müziğini dinleyiciyle paylaşmayı amaçlıyor. 2000 yılında kurulan Grup Terminal düzenli olarak konserler verip, çeşitli bar ve cafelerde sahne almaktadır.
Fuar Şehirleri Kupası
Fuar Şehirleri Kupası, 8 Nisan 1955'de kurulan; 1958'e kadar ticari fuarları olan Madrid, Londra, İzmir gibi şehirlerin takımlarına açık bir futbol kupasıdır.
1960'ların ortasına kadar Londra gibi birden fazla kulübü olan takımlar karma kadrolar gönderip şehrin adını taşıyan takımlarla katıldılar. (London XI) 1958'de bu kural kalkmasına rağmen 1971'e kadar bu isimle anıldı ve 1971 yılında UEFA Kupası adını aldı.
İlk turnuvanın kulüp takımları fikstürleriyle çakışmaması için iki sezon boyunca düzenlenmesi düşünülmüştü ancak kupanın fuar dönemlerine de denk gelmesi için üçüncü bir yıla uzatıldı. Böylece ilk turnuva 1955'te başladı ve 1958'te bitti. İlk turnuvada Basel, Birmingham, Kopenhag, Frankfurt, Viyana, Köln, Lozan, Leipzig, Londra, Milano, ve Zagreb takımları yer aldı. Başlangıcında grup maçları ile başlayan turnuvada bazı şehirleri kulüp takımları değil, karma takımlar temsil etti. Finalistler Barselona ve Londra'yı temsil eden iki takım oldu. Barselona'yı temsil eden takım, RCD Espanyol'da oynayan bir futbolcu dışında tamamen FC Barcelona'dan oluşuyordu. Stamford Bridge'de 2-2 biten maçtan sonra, rövanş maçını Barselona 6-0 kazandı. İkinci turnuva 1958 ve 1960 yılları arasında düzenlendi. Grup maçları yerine kupa formatı kullanıldı. FC Barcelona kupayı Birmingham City'yi 4–1'i |
yenerek bir kez daha kazandı.
1960–61 sezonunda üçüncü kez düzenlenen turnuva, bundan sonra her zaman sezon içinde düzenlendi. Bu sezon FC Barcelona, hem Fuar Şehirleri Kupası'nda hem de Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mücadele etti. Avrupa turnuvalarının ilk yıllarında, bu turnuvalar birbirlerine rakip olarak görülüyordu ve aralarında çok az iletişim vardı. Şampiyon Kulüper Kupası, lig şampiyonlarını çağırdığı için kısa sürede Avrupa'nın en büyük turnuvası haline geldi. Barcelona'nın iki turnuvada mücadele etmesi ikisinde de başarısız olmasına neden oldu. Fuat Şehirleri Kupası'nda çeyrek finalde toplamda 7-6 yenilerek Hibernian'a elendi, Şampiyon Kulüpler Kupası'ndai ise Benfica'ya mağlup oldu. Roma üç maç süren bir süreç sonunda Hibernian'ı eledi. Birmingham City ikinci kez finale yükseldi ancak yine başarılı olamadı. Evinde 2–2 berabere kaldıktan sonra, Roma'ya 2-0 mağlup oldu.
1961–62 sezonunda her ülkeden üç takımın katılabilmesinin izni verildi. Edinburgh, Milan, ve Barselona (sırasıyla Hibernian ve Heart of Midlothian, Internazionale ve AC Milan, ve FC Barcelona ve RCD Espanyol) şehirlerini ikişer takım temsil etti. Bu kural değişikliği ile kupayı İspanya takımları domine etmeye başladı. FC Barcelona'nın başarısına Valencia CF ve Real Zaragoza da ortak oldu. Bu üç takım, 1958 - 1966 arasında turnuvayı altı kez kazandı. 1962, 1964 ve 1966 yıllarında finalin iki ismi de İspanya'dandı. 1962'de Valencia CF, FC Barcelona'yı toplamda 7-3 yenerek kupayı aldı. 1963'te Dinamo Zagreb'i toplamda 4-1 yenerek kupayı korudu. 1964'te üçüncü kez finale çıkan Valencia CF, Real Zaragoza'ya Camp Nou'da oynanan tek maçlık finalde 2-1 yenilerek kupayı bu sefer kazanamadı.
1965'te turnuvaya 48 takım katıldı ve böylece bir rekor kırıldı. O sene ikinci kez İspanya takımı içermeyen bir final oldu. Macar ekibi Ferencvárosi, Juventus'u tek maçlık finalde yenerek kupayı kazandı. 1966 turnuvası sportmenlik dışı olaylarla dikkat çekti. Chelsea takımına Roma'da taraftarlardan yabancı madde yağdı. Leeds United ve Valencia arasındaki maçta üç kişi oyundan atıldı. Yarı finalde Real Zaragoza'yla oynayan Leeds'te Johnny Giles de kırmızı gördü. Finalde FC Barcelona, Real Zaragoza'yı toplamda 4-3 yenerek kupayı kazandı.
1967 turnuvasında İngiliz ekiplerinin yükselişi dikkat çekti ve Leeds United finale çıktı. Finalde Dinamo Zagreb'e yenilse de bir sonraki sene Ferencvárosi TC'yi yenerek turnuvayı kazanan ilk İngiliz takımı oldu. Daha sonra sırasıyla Newcastle United ve Arsenal ve Leeds United'ın ikinci galibiyeti ile İngiliz takımları son dört turnuvayı kazanmış oldu. Son turnuvada Leeds United, toplamda 3-3 biten maçların sonunda deplasman golüyle Juventus'u finalde geçmiş oldu.
"uz - uzatmalar sonunda"
MBT-70
1960 ile 1965 yılları arasında ABD ve Almanya gelişmiş bir ağır muharebe tankı geliştirmek için güç birliği yaptılar. Almanya'dan Porsche firması sayesinde bu proje hedeflenen seviyeye geldi. Daha sonrasında bu modelin üzerinde yapılan eklemeler ve gelişmeler sayesinde Leopar tankları ortaya çıktı.
Termal kamera
Termal kamera, görüntüleme yöntemi olarak gözle görülmeyen IR enerjiyi (ısıyı) esas alan ve görüntünün genel yapısını IR enerjiyi göre oluşmuş renkler ve şekillerin belirlendiği görüntüleme sistemidir. Genelde güvenlik amaçlı da kullanılabilir ama çok çeşitli sektörlerin de kullanımına açıktır. Özellikle ısıya güdümlü füze, gece görüş sistemleri ve benzeri askeri tekniklerin gelişmesi ile önemi artmıştır.
Elektrik sektöründe ise, elektriksel problemlerin tespitinde kullanılır. Elektrik akımının geçişi sırasında materyalde oluşan ısınma termal kameralar ile gözlenerek problem tespiti kolaylıkla yapılabilir. Aşırı yük altındaki güç transformatörleri, kablolar, kontak noktaları, kapasitörler, termal kamera ile gözlenerek ısınan noktalardaki problemler herhangi bir elektriksel ölçüm yapmadan tespit edilebilir.
İnşaat mühendisliği alanda ise çelik yapılarda metal yorgunluğunun tespiti için, sıva altında oluşan küf nem veya çatlakların tespiti içinde kullanılır.
Bu cihazların çektiği fotoğrafta sıcak bölgeler açık renk, soğuk bölgeler ise koyu renk le gösterilir. En soğuk bölgeyi mavi, en sıcak bölgeyi ise sarı gösterir. Ortamın sıcaklığına göre mavi den sarı ya da kırmızı renk kullanarak geçer.
Tüm nesneler eğer -273 derece üzerinde ise termal enerji yaymaktadır. Bu da nesnelerde sıcaklığa bağlı olarak değişmektedir. Gözümüzün göremediği kızılötesi aralıkta termal enerji yayılır. Bu aralık kırmızı ışık ve mikrodalga ışınları arasındadır. Bu kameralar normal bakınca görülmeyen fakat ciddi sonuçlar doğurabilecek problemleri net olarak görebilmeyi sağlar.
Yüzey sıcaklıklarını ölçmek, algılamak amacıyla elektronik optik cihazlarda kullanılmaktadır. Elektromanyetik dalgalar iletimi doğrudan olmayan hareketi esnasında çıkan ısı hareketidir. Bu cihazlar bu dalgaları ışınımı algılamak aynı zamanda ölçmek amacıyla elektronik optik cihazları kullanılır. Burada kamera canlıları vücutlardan çıkan ısı sayesinde görünür. Yani canlının yaydığı vücut ısısından yola çıkarak tespit eder ve yerlerini belirler. Bu cihazları diğer görüntüleme cihazlarından ayıran özelliği ise analiz yazılımlarına sahip olmasıdır.
bu sayede doğadaki tüm materyal tiplerin kızılötesi yayılımları bulunabilir.
her objenin ısı yayımı farklılık gösterir buna "emissivity" denir ve 0 ile 1 arasında değişir. Siyah hariç tüm nesneler 1'in altında siyahta ise emissivity 1'dir.
Bu cihazlar görüntü oluşturmak için belli bir sıcaklık aralığına sahiptir. Sıcaklığına göre de IR yayılımları vardır ve her IR yayılımın değişik dalda boyunda olduğu için bu cihazlar belirli sıcaklık arasında görüntü verirler. Kameradaki objektifler küçük sıcaklıkta bile sıcaklık farkını yakalayıp bu farktan görüntü oluşturan bir özelliğe sahiptir.
Normal kameralar görüntüyü ışık sayesinde oluştururken termal kameralar görüntüyü ısı sayesinde oluştururlar. Benzer şekilde insan beyni ve gözü görüntüyü oluşturmada renkleri ve ışığı kullanırken renk farklılıkları önemlidir. Beyaz bir duvar önünde bulunan beyaz bir objenin fark edilmesi son derece zor olduğu gibi ortam sıcaklığına eşit bir sıcaklıktaki bir objenin termal kamera ile görüntülenmesi de son derece zordur. Bu tür kameralarda kullanılan objektifler çok küçük sıcaklık farklarını yakalayabilen (0.01 °C gibi) ve bu farklılıktan görüntü oluşturabilen özelliklerdedir. Ayrıca görüntü oluşturabildikleri belli bir sıcaklık aralığına sahiptirler. Her sıcaklık değerinde farklı IR yayılımlar olduğu ve her Ir yayılımın farklı dalga boyuna sahip olasından dolayı da bu objektifler belli sıcaklık aralıklarında görüntü verebilirler. Askeri amaçlı olanlar genellike doğada bulunan cisimlerin ortak IR yayılımlarının olduğu 8 ile 14 mikro metre dalgaboyuna duyarlı oldukları gibi endüstriyel tipte olanlar daha düşük dalga boylarına hassas üretilirler ve daha yüksek veya daha düşük sıcaklıklarda da görüntü oluşturabilme özelliklerine sahip olabilmektedir.
Bu kameralar kamera merceği, ekranı, veri işleme, rapor oluşturma, kumanda araçları gibi yazılımları içeren optik bileşenlerden
oluşmuştur.Bu kameraların en az bir merceği bulunur ve bu mercek önce kızılötesi ışınımı alır ve dedektöre odaklar ve dedektör de cevap verince görüntü oluşur. aslında mercek ışınımları dedektörde toplamak ve odaklamak amacıyla kullanılır . termal görüntüleyicilerin çoğu uzun dalga boyuna sahip olmakla beraber bu mercekler germanyumdan yapılmıştır.
Askeri ve sivil alanlarda yaygın olarak kullanılan kamera sistemleri ısıl değişkenliklerin tespite yaradığı hemen hemen her alanda kullanılırlar. Canlı varlıkların tespiti askeri uygulamaların en büyük ayağı iken ısı kaçakları ve istenmeyen ısı üretimleri sivil kullanımda daha yaygındır. Sıralamak gerekirse,
olarak listelenebilir.
Difteri
Difteri, halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, "corynebacterium diphteriae" isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık.
Bebeklerin 2-4 ve 6. aylarında tatbik edilen DBT karma aşısı içinde yer alan ve difteri mikrobunun toksininin zayıflatılmasıyla yapılan difteri aşısının yaygın olarak kullanılması sebebiyle, günümüzde aşılanmayanlarda tek tük ortaya çıkan bir hastalıktır.
Difteri basili, düz veya hafif bükük silindir şeklindedir. Kalınlık ve boyları değişiktir. 34-95 derecede ürerken toksinini (zehirini) salgılar. Toksin, insan ve bütün hayvanlar için oldukça tehlikelidir. Dokularda harabiyet ve sinirlerde felç yapar.
Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce sadece burun ve yara difterisi şeklinde raslanır. Çocuğa annesinden geçen antikorlar onu bir süre hastalıklardan korur. Kuşpalazı tablosunu yapan tipik difteri özel bir anjin türüdür. Tipik hastalığını yapabilmesi için boğazın lenf dokusunda ve özellikle bademciklerde tutunması gerekir. Bademcikler ancak iki yaşından sonra olgunlaştıklarından ancak bu yaşlarda hastalığa duyarlık başlar. Daha sonra çocuk dış çevre ile temasa geçer. Oyun yaşında devamlı olarak sıcak-soğuk ve dış ortam etkilerine maruz kalır. Boğazda adi bakteri iltihapları olur, doku direnci kırılır. Bu arada difteri basili de girerse, hastalığın özel tablosu meydana gelir. Bir şahıs erişkin yaşlarına kadar difteri basili ile temas etmemiş ise her yaşta hastalığa yakalanabilir. Büyüklerin hastalığı çocukların hastalığına göre daha hafif geçmektedir.
Difterinin bulaşmasında hastalar ve taşıyıcılar rol oynamaktadır. "Portör" denilen taşıyıcılar hastalığı bulaştırabilme özelliğinde olan ancak kendileri hastalık belirtilerini gösteremeyen kişilerdir. Bunlar boğaz salgıları ile devamlı olarak difteri basilini yayarlar. Hastanın kullandığı çamaşır, havlu, yemek takımları, oyuncaklar, vasıtasıyla bulaşabilir.
Difterinin kuluçka dönemi ortalama 2 ila 4 gün arasında değişir.
Difteri mikrobu, yerleşmiş olduğu organa göre değişik belirtiler yapar. Tek başına difteri denince boğaz difterisi anlaşılır. Ayrıca gırtlak difterisi (kro), burun difteri |
si vardır.
Sinsi olarak başlar. Hastalarda neşesizlik, halsizlik, iştahsızlık olur. Bazen titreme ile 39-40 °C'ye çıkan ateş, başağrısı ve kusma ile başlayabilir. Toksinin kana karışmasının ilk günlerinde nabız hızlanır. Hastanın rengi soluk sarıdır.
Difteri basili genellikle bademcikler üzerinde, bazen de yutak üzerinde yerleşmiştir. Bademcikler kızarmıştır, hafif şiştir. İlk 24 saat sonunda, bademcikler üzerinde sarı-gri renkte bir-iki nokta belirir, sonra bunlar genişleyerek bir gün içinde bütün bademcik yüzeyini kaplayan yalancı bir zar yapar. Bu zar giderek çevreye yayılır. Hastanın ağzı fena kokar. Çevre dokular şişmiştir. Yutak daralır, yutmayı imkânsız bir hale getirir. Yalancı zar, gırtlağa doğru da ilerleyerek, nefes almayı da zorlaştırır. Yalancı zar, altındaki mukoza (örtüye) sıkıca yapışmıştır. Zorlanarak kaldırılırsa, altındaki mukoza kanar. Zarı kaldırılmış mukoza üzerine ertesi gün bakılırsa yeniden zar meydana geldiği görülür.
Difteride boyundaki lenf bezeleri şişer, bu bezeler basmakla ağrılıdır. Hastalığın başlangıcında görülen başağrısı, solukluk, halsizlik, hızlı nabız, idrarda protein bulunması mikrobun zehirinin kana geçmesi ile ilgili belirtilerdir. Her geçen gün bunlar biraz daha ilerler. Kaslar iyice gevşer, hasta çok halsiz ve sıkıntı içindedir. Bazan şuur bozuklukları ve havale görülebilir. Şiddetli durumlar koma ile sonuçlanır. En mühim belirtiler dolaşım sisteminde görülür. Önce nabız sayısı artar. Hastalığın ikinci haftasında tansiyonu oldukça düşen hastanın uçuk olan rengine morarma da eklenir. Kalp sesleri giderek zayıflar, nabız sayısı azalır, kalp yetmezliğe girer. Çünkü zehir, kalp kasına da etki eder. Ağır vakalar ve zamanında tedaviye alınmayanlar, genellikle ikinci haftanın sonunda ölürler. Hiç idrar yapamama hali, ölümün yakın olduğunun habercisidir. Zehirlenmenin çok fazla olduğu vakalarda ağız ve burun kanamaları olur ki bunlar da ölümle sonuçlanır.
Difteri en çok anjinle karışır. Hekimin bunu nazarı dikkate alması gerekir.
Genellikle 1 ila 5 yaşları arasında bulunan çocukların tehlikeli bir hastalığıdır. Hastalığın 3 dönemi vardır.
Gırtlak difterisi, ya burun difterisinden sonra veya boğaz difterisinin yayılması ile olur.
Kulak difterisi nadirdir. Burunda veya boğazda bulunan difteri mikroplarının östaki borusu aracılığı ile orta kulağa geçmesinden olur. Ateş, kulak ağrısıyla başlar. Zar delinebilir. Cerahatli bir akıntı vardır.
Göz difterisi de nadirdir. Genellikle boğaz, burun difterisi bulunanların mikrobu, gözlere bulaştırması sonucu meydana gelir. Tedavi edilmezse körlükle neticelenir.
Daha çok yaralanmalarda ve cinai düşüklerde veya nadir olarak operasyonlar (ameliyatlar) sonucunda görülmektedir. Mikrop, tozlarla yara üzerine gelir veya taşıyıcı kişilerden bulaşır. Değişik büyüklükte yuvarlak, oval veya düzensiz sınırlı, gri-sarımtrak renkte deri gibi kalın bir cerahat örtüsü yapar. Had vakalar kısa sürede, müzmin olanlar ise birkaç ayda kendiliğinden iyi olur.
3 ila 7 hafta içinde meydana gelirler. Felçlerin en çok görüldüğü yerler yumuşak damak, göz, kalp, yutak, gırtlak, diyafram adalesi, çevresel sinirler ve bacaktır. Bu felçler, mikrobun zehirine bağlı olarak hasıl olur. Felç olan organların vazifelerini yapamamalarına bağlı olarak değişik belirtileri ortaya çıkar. Mesela yumuşak damak felç olursa, hastanın içtiği su, burundan gelir ve hım hım konuşur. Hasta iyiliğe dönerse, bu felçlerde yavaş yavaş iyileşir.
Difteri teşhisinde kullanılan Schick Testi, hastalarda çok defa pozitiftir. Hastanın kanında toksine (zehire karşı) savunma cisimciklerinin (antitoksin) bulunmadığını gösterir.
Hasta yatak istirahatine alınır (1.5-2 ay). Özel tedavi antitoksik serumla yapılır. Bu serum kandaki difteri zehrini, etkisiz hale getirir. Ayrıca difteri zehiri, böbrek üstü bezini de etkilediğinden bu hastalara kortizon ihtiva eden ilaçlar iyi gelir. Direkt olarak difteri basilini öldürmesi için de yüksek doz antibiyotik gerekir. Hastaya serum takılır. Ağızdan da uygun sulu besinler verilir.
Gırtlak difterisinin nefes darlığı döneminde hayat kurtarıcı olarak, çok kere boğazı dışarıdan delip, havanın buradan kolay giriş-çıkışını sağlamak gerekebilir ki, bu işleme, trakeostomi ismi verilir.
Bunu sağlamak için:
1826 da Pierre Bretonneau tarafından klinik bulgular tarif edilerek Difteri adı verilmiştir. Bretonneau membranöz kruplu bir hastada kızıldan difteriyi ayırarak tarif etmiştir. 1923 de hastalığın emin ve etkili aşısı bulunarak uygulamaya konmuştur. 1883 de difteri basili Edwin Klebs tarafından tarif edilmiş ve Friedrich Loeffler tarafından kültürü yapılmıştır ve bu nedenle de 1884 den itibaren Klebs-Loeffler basili adı verilen bu basilin hastalığın etyolojisinden sorumlu olduğu kabul edilmiştir. 1888 de Emile Roux ve Alexandre Yersin basilin imal ettiği ekzotoksini tarif ederek myokardit ve nöritin nedenlerini açıklamışlardır. 1893 de Behring toksinin antitoksin tarafından nötralize edilerek insan ve hayvanlarda immunite sağladığını göstermiştir. 1924'de Ramon toksini formalinle birleştirerek toksoid yapmış ve immünizan ajan olarak kullanmıştır.
Tuğra
Tuğra, padişahın ismi ve lakabı bulunan alâmet, imza. Tuğra, hat sanatının bir kolu halinde yüzyıllar boyunca usta hattatlar eliyle yazılmıştır.
Türkçe’de kelime olarak padişahın ismini ihtiva eden özel bir işaret, padişahın imzası gibi anlamlar ifade eder. Aslı Oğuz lehçesinde "tuğrağ" olup, hükümdarın basılmış imzası demektir.
Orhan Gazi tarafından kullanılan ilk tuğra Orhan bin Osman ifâdesinden ibâret olup, tuğralardan ilki 1324 diğeri 1348 tarihlidir.
Birinci Sultan Osman Gazi'ye ait bir tuğraya günümüze dek hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bu nedenle 36 Osmanlı padişahı; ama 35 Osmanlı padişah tuğrası vardır.
Padişahın kendisi ve babasının isminin yazıldığı kısma, taht, kürsü veya sere adı verilir. Buradan sola doğru uzanarak aşağıdan yukarıya doğru uzayan ve iç içe iki kavisten meydana gelen kısma ise, beyze veya sancak adı verilir.
Kanuni Sultan Süleyman'ın Tuğrası:
Önceleri; ahidname, menşur, name-i hümâyun, mülknâme, ferman, vakfiye, berat vb. üzerine ve ortaya yazılan tuğra, sonraları; para, defter ve kâğıtların başına bir hanedan arması halinde bayraklarda, pullarda ve resmi yapılarda da kullanıldı.
Tuğra, vesikalarda; tevki-i hümayun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misal-i meymun, alamet-i şerife, tuğra-i garra diye de isimlendirilmiştir.
Tuğra çekene; tuğrai, tevkii, nişancı, tuğrakeş ve tuğranüvis de denilirdi.
Şehzadeler, isimleri ile tuğra çektirirler, emirler yazdırırlar ve bu suretle kendi idareleri altındaki bölgelerde bir padişah gibi hüküm sürerlerdi. Yalnız kendi adlarına para bastıramaz ve namlarına hutbe okutamazlardı. Bu iki imtiyaz yalnız padişahlara aittir.
15 Haziran 1927 tarihinde tuğraların kaldırılması ile ilgili bir kanun hazırlanmıştır.
Havale (tıp)
Havale ya da Konvülsiyon, çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durum. Tıp dilindeki adı "konvülsiyon"dur.
Havale sebepleri yaşa göre değişiklikler gösterir. Hayatın ilk 2 senesinde havale görülmesi diğer yaşlara göre daha fazladır. Yeterli oksijen alamama ve kanamanın tesirlerinin görüldüğü doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar), süt çocuklarındaki en sık havale sebepleridir. Süt çocukluğunun ileri dönemlerinde ve erken çocukluk çağında had ateşli hastalıklar en sık havale sebebidir.
Süt çocuklarında havaleye sebep olan rahatsızlıklar içinde sebebi meçhul sara, kanda şeker seviyesinin düşüklüğü (hipoglisemi), beyin urları (tümörler), böbrek yetmezliği, zehirlenmeler, nefes alamama (hipoksi), kafa içi kanamalar, kafa içi damar tıkanıklıkları da önemli yer tutar. Çocukluk çağının ortalarına doğru kafa içi enfeksiyonlar (mikrobik ve ateşli hastalıklar) nadiren havaleye yol açarken, hayatın üçüncü senesinden itibaren sebebi meçhul sara, en önemli havale sebebi haline gelir. Bu devredeki ve oyun çocukluğu devresindeki diğer havale sebepleri arasında; doğuştan beyin hastalıkları, doğumun yol açtığı ve sonradan olan beyin hasarları, enfeksiyon hastalıkları, kurşun zehirlenmesi, beyin urları ve ilaç zehirlenmeleri de önemli yer tutar.
Yetişkinlerdeki havale sebepleri arasında kadınlarda gebelik zehirlenmesi, sebebi meçhul sara, kafa içinin ur, kanama gibi durumları, kan şekeri düşüklüğü, kan kalsiyum seviyesi dengesizliği en önemlileridir.
Havaleler daha ziyade çocukluk dönemlerinde ortaya çıktığından bu dönemin en sık havale sebebi olan ateşli hastalıklara bağlı havaleleri daha teferruatlı incelemek icab eder.
Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok altı ay ile üç yaş arasında rastlanır. Tıp dilindeki ismi "febril konvülsiyon" olan bu tip havalelere, erkek çocuklarında daha sık rastlanır. Ailenin diğer fertlerinde de havaleler olması fazla görülmesinde etkili olabilir; genetik bir yatkınlık söz konusudur. Bu havalelerin en çok rastlanan sebebi, üst solunum yolunun ateşli hastalıklarıdır. Ateşe bağlı olarak ortaya çıkan havalelerde, ateşin çok yükselmesinden ziyade aniden yükselmesi rol oynar. Febril konvülsiyonlar kısa sürer, iki dakikayı geçmesi nadirdir. Nöbetten sonra herhangi asabi, ruhi bir araz kalmaz.
İlk aylardaki bebeklerde tipik havale nöbetleri şeklinde ortaya çıkmayabilir. Bunlarda, sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler ortaya çıkabilir. İlerleyen süt çocukluğu ve çocukluk devrelerinde ise tipik havale nöbetleri görülür. Önce çocuğun kolları ve bacakları ani olarak kasılır, sonra, çırpınmalar başlar. Bu sırada şuur kaybolur, gözler kayar, yüz solar, dilini ısırabilir, nefesini bir süre alamadığından morarır. Başlangıcı çığlık atarak olabilir, bu sırada gaitasının ve çişini kaçırabilir. Kısa süren bu tip bir havale nöbetinden sonra şaşkınlık ve birkaç saat sürebilen uy |
ku durumu ortaya çıkabilir. Nöbetten sonra çocuk geçici bir süre için elini kolunu oynatamayabilir.
Havale için bünyesi müsait ve ailevi yatkınlığı olan çocuklarda nöbetler tekrarladıkça artık ateş yükselmeden de çocuk havale geçirmeye başlar. Tedbir alınmadığı takdirde bu tip çocuklarda nöbetler ilerki yaşlarda da devam eder ve sara hastalığı söz konusu olur.
İlk defa ateşe bağlı havale geçiren çocuklarda beyin etepakisyonu ve diğer tetkikler tamamen normal çıkabilir ancak bunların yapılması havale sebebini diğerlerinden ayırt etmede işe yarar.
Havale geçirmekte olan çocuğun solunum yolları açık tutulmalıdır. Dilini ısırması önlenmelidir. Havaleye yol açan ateşli hastalık dışı bir sebep tespit edilirse, o da ortadan kaldırılmalıdır.
İkinci defa havale geçiren çocuklara iki sene müddetle hekim kontrolünde nöbet önleyici ilaç verilmemelidir.. Özellikle küçük çocukları havalelerden korumak için ateş yükselmeye baslarken soymalı, soğuk kompreslerle ve ateş düşürücülerle ateşin yükselmesi önlenmelidir. Bu arada ateşli hastalığın tedavisi için de mutlaka bir hekime müracaat edilmelidir.
Habip Aydoğdu
Habip Aydoğdu, (d. 1952, Konya) Türk ressam.
İlköğreniminin ardından girdiği sınav sonucunda altı yıllık Konya İvriz İlköğretmen Okulu'nda yatılı okumaya hak kazandı. Yeteneğe yönlendirme uygulamasından yararlanarak öğretmen okulunun üçüncü sınıfından dördüncü sınıfa geçerken; ders notlarının aritmetik ortalamasının yüksek oluşuna paralel resim yeteneğinin öğretmenleri tarafından keşfi ile 1967 yılında yetenek sınavıyla İstanbul Ortaköy İlköğretmen Okulu resim seminerine girdi. Sanat eğitimcileri Selahattin Hüsnü Taran ve Hamdi Dicle'nin öğrencisi oldu. 1970 yılında öğretmen olarak bu okuldan mezun olan Aydoğdu, öğretmenlik yapmayarak aynı yıl şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olan dönemin İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Dekoratif Resim Bölümü'nün yetenek sınavını kazanarak dört yıl boyunca resim eğitimi gördü. Yedek subay olarak askerlik görevini Mardin'in Nusaybin ilçesinde tamamladıktan sonra, 1987 yılına kadar TRT'de grafikerlik görevinde bulundu
TRT-2'de yayınlanan ve televizyonların en uzun soluklu kültür-sanat programlarından biri olan Akşama Doğru Programı'nı hazırlayan ve sunan Seynan Levent'in önerisiyle, programda dekor olarak kullanılmak üzere altı panodan oluşan spontane bir çalışma gerçekleştirdi.
Dekor, 11 Ekim 2000'de Habip Aydoğdu'nun konuk olduğu programdan itibaren kullanılmaya başlandı. Aynı programda dekor'un yapılışının detaylı görüntüleriyle birlikte Habip Aydoğdu'yla yapılan söyleşiye de yer verildi.
İlk kişisel sergisini 1976 yılında Or-An Sanat Galerisi'de açan Aydoğdu, 30. sanat yıl dönümünde resmiyle ilgili:
"Eski resimlerimle yeni resimlerim arasında çok fark var. En son yaptığım resim de bir öncekinden farklı. Bu çok doğal... Çünkü her resimde elde ettiğim tadı bir sonrakinin alt malzemesi olarak kullanıyorum. Öyle daldan dala atlamıyorum, büyük sıçramalar da yapmıyorum, ama, her resimde bütün unsurları yeniden sorguluyorum. Dönüp geriye baktığımda, nereden nereye geldiğimi görüyorum. Her sergide izleyiciler de bunu farkediyorlar. Benim için değişim, kendi rotası içindeki oluşum ve gelişimdir."
Kendisiyle özdeşleştirilen "Habip Kırmızısı" ile ilgili olarak ise, şöyle diyor: "İlk sergimi 1976'da açtım. Serginin işlerini de Mardin'in Nusaybin ilçesinde askerdeyken yapmıştım. Askeriyede ıstampa mürekkebi adı verilen bir mürekkep vardır. Kırmızı renklidir ve mühür basmak için kullanılır. Elimde bir tek o mürekkep olduğu için resimlerimde kullandım. Sonra o duygular sanat hayatım boyunca devam etti. Kırmızı benimle bütünleşen bir renk oldu, "Habip Kırmızısı" adı verilen yeni bir renk çıktı ortaya. Kırmızıyı İsyanın rengi gibi kullanıyordum, bilinçaltının, sezgilerin, bastırılmış duyguların dışavurumunu ifade ediyordu.
Sanatçı halen Ankara Batıkent'teki atölyesinde resim çalışmalarına devam etmektedir.
Jimmy Carter
James Earl "Jimmy" Carter Jr. (d. 1 Ekim 1924), Amerikan politikacı ve Amerika Birleşik Devletleri'nin 39. başkanı. 1977-1981 yılları arasında başkanlık yapmıştır. Carter Center'daki çalışmalarından dolayı 2002 yılında Nobel Barış Ödülü'nü kazanmıştır.
1924 yılında doğdu. ABD'nin Georgia eyaletinde fıstık tarımıyla uğraşan bir ailenin çocuğudur. 1970 yılında Georgia eyaletine vali seçildi. 1976 yılında o zamanki başkan Gerald Ford'a karşı Demokratik Parti'den adaylığını koydu ve seçimi küçük bir farkla kazanarak başkan oldu.
Başkanlığı sırasında petrol krizi yaşandı. Enflasyon oranı tarihin en yüksek değerlerinden birine ulaştı. Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgal etti. İran'daki Şah Muhammed Rıza Pehlevi yönetimi yıkılarak İran İslam Cumhuriyeti kuruldu. ABD'nin Tahran'daki elçiliği hükümetten cesaret alan bir grup öğrenci tarafından işgal edildi ve elçilik çalışanları 444 günlük bir süreyle rehin alındı. Bu durum başkanlığının son günlerine kadar sürdü ve rehinelerin serbest bırakılması konusunda başarısızlığı 1980 yılındaki başkanlık seçimlerini Ronald Reagan'a kaybetmesinde büyük rol oynadı.
Başkanlığından sonraki dönemde dünya çapındaki birçok krizde ara buluculuk görevini üstlendi. Bu konudaki katkılarından dolayı 2002 yılında Nobel Barış Ödülü aldı.
Mecitözü
Mecitözü, Türkiye'nin Çorum iline bağlı bir ilçedir.
Mecitözü tarihinin MÖ 5000 yıllarına kadar uzandığı Kuşsaray köyü ve Elvançelebi beldesinde yapılan kazılarda anlaşılmıştır.
Danişmendliler zamanında Amasya kadısı olan Abdülmecid-i Herevi adından gelen Mecitözü adına 12. yüzyıldan itibaren rastlanır. Ancak geç Osmanlı döneminde, 1728'den itibaren yörede nüfuz sahibi olan Avkatlızade Hacı Ali Ağa'ya nispetle Hacıköyü adı kullanılmıştır
İlçe; kuzeyinde Avkat Dağı, güneyinde Çıkrık ve Kırklar dağları ile çevrili bir bölgede kurulmuştur. Çorum'a uzaklığı 37 km, rakımı 750 metre, yüzölçümü 942 km, yıllık ortalama yağış miktarı 422,7 mm'dir. Oldukça kurak bir toprağa sahiptir.
Tarım ve hayvancılık halkın geçim kaynağı olup, tarım alanı 38.644 ha'dır. 2002 yılı verilerine göre en çok şeker pancarı, buğday, arpa, kuru soğan, ayçiçeği ve nohut yetiştirilmektedir. Tarım alanının 8.115 ha'lık kısmında (%21) sulu tarım yapılmaktadır. İlçede 14.949 adet büyükbaş, 22.500 adet küçükbaş hayvan mevcuttur.
İlçe merkezinde bir adet un, bir adet tuğla fabrikası bulunmaktadır.
Toplam 54 köyün 50'sinin yolu asfalt olup 17 köyün de kanalizasyon sistemi bulunmaktadır.
İlçede bir genel lise, birçok programlı lise (Mesleki Teknik Eğitim Merkezi), 36 birleştirilmiş sınıflı ilköğretim okulu, 11 müstakil ilköğretim okulu olmak üzere toplam 47 ilköğretim okulu vardır. Bu okullarda 4.130 öğrenci okumaktadır.
Bir futbol sahası ve bir kapalı spor salonu, 50 yataklı devlet hastanesi, İlçe merkezinde 4 ve Emirbağ'da 1 tane olmak üzere toplam 5 aile sağlığı merkezi bulunmaktadır.
Havale
Havale, şu anlamlara gelebilir
Karahacılı, Pınarbaşı
Karahacılı, Kayseri ilinin Pınarbaşı ilçesine bağlı bir mahalledir.
Oğuzların ( Türkmenlerin ) Avşar boyundandır.
1739 yılında Adana'nın Yüreğir ilçesinin bir mahallesi olan Buruk Beldesiden ayrılan iki kardeş olan Ömer ve Süleyman'nın şimdiki köy yerine yerleşmesiyle köy oluşmuştur. Karahacılı mahallesi tamamen birbirlerine akrabadır. Oğuz Türklerinin Bozok kolunu Yıldız Han'ın oğlu Avşar boyundandır.Avşar boyunun içindede Karahacılı aşiretine mensuptur. Karahacılı aşireti Adana'nın Yüreğir ilçesinde yoğun olarak bulunmaktadır, bunun yanında Mersin merkez,İran Urmiye, Nahçıvan ,Azerbaycan'dan kökleri Orta Asya'nın derinliklerine kadar inmektedir.Ünlü halk ozanımız Dadaloğlu da Karahacılı aşiretine mensuptur.İki kardeşin (Ömer ve Süleyman) diğer bir kardeşide Yeşilhisar'ın Musahacılı mahallesine yerleşmiş.Karahacılı mahallesi ile Musahacılı akraba köylerdir.
AVŞAR TÜRKMENLERİ Aşireti kültür gelenek ve görenekleri yaşanmaktadır.
Geleneklerine sahiptirler.Akrabalık bağları oldukça güçlüdür.
Yemekleri; Avşar Pilavı, İçli Köfte, Tarhana Çorbası,mantı,hengel,
Kayseri il merkezine 80 km, Pınarbaşı ilçesine ise 13 km mesafededir.
RAKIM; 1560 m
Mahallenin iklimi, karasal iklim etki alanı içerisindedir. (Yazları sıcak ve kurak,kışları soğuk ve kar yağışlı...)
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Ayrıca köy arazisi içinde krom madeni sahaları bulunmaktadır. 2008 yılından sonra ticari amaçlı bahçeler kurulmuştur.
Mahallede ilköğretim okulu binası vardır fakat kullanılamamasından dolayı taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Mahallenin hem içme suyu şebekesi, hem de kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımını sağlayan yol asfalt olmakla birlikte mahallede elektrik ve sabit telefon imkanları bulunmaktadır. Köy içerisindeki yollar kilitli taş parke döşelidir.
Yahudi inanç esasları
Yahudi inanç esasları (İbranice : עיקרי האמונה היהודית) (Yidiş : אידישע אמונה פרינציפן) Her dinde olduğu gibi Yahudilikte de İman esasları vardır bunlara İbranice'de emunot adı verilir. Yahudiliğin amentüsü (Credo) olan bu 13 Emunot şunlardır.
Yahudilikte Seçilmiş Halk inancı
Yahudiler, İbrahim peygamberin dürüstlüğünden olayı İbrahim’in kavminin Tanrı tarafından seçildiğine, onlarla ahid yapıldığına ve kendilerinin de bu kavmin devamı olduklarına inanırlar.
Musevilikteki seçilmişlik kavramı Musevi Irkını değil Musevi Halkı’nı kapsar (İbranice : Am Yisrael עם ישׂראל) yani burada bahsedilen bir ırk değil Tanrı’nın emirlerini benimsemiş olan halktır. Bir başka deyişle sonradan Museviliği kabul etmiş bir kişi de hangi ırktan ve dinden olursa olsun artık İsrail Halkı’ndan sayılmaktadır.
Bu seçilmişlik Musevilere bir üstünlük değil tersine ek bir sorumluluk getirmektedir, çünkü Museviliğe göre cennete ulaşmak için Musevi olmak şart değildir. Tek Tanrı’ya inanan ve temel insani ahlak kurallarını çiğnememiş her kişi dini ne olursa olsun cennete gidebilecektir. Tevrat’ta bu temel 7 ilke, Nuh’un Evrensel Yasaları isminde anlatılmaktadır buna göre: Nuh’un E |
vrensel Yasaları şunlardır:
Talmud, Yahudi olmasalar bile tüm insanların Nuh’un Evrensel Yasaları’na uyması gerektiğini belirtir. Bu kurallara uyanları ise dürüst (İbranice: hasid) olarak adlandırır. Talmud’a göre bu Yedi Evrensel Yasa’ya uyanlar, Dünya'nın Dürüst İnsanları (İbranice: Hasid Umot Ha’olam) olarak görülürler. Bu kişiler Yahudi şeriatının uygulandığı her yerde, Yahudiler’in sahip olduğu tüm haklardan yararlanabilirler. Bu kişilere İbranice’de "ger toşav" adı da verilir. Nuh’un Evrensel Yasaları’nı yürekten benimsemiş ve uygulayan insanlar her iki dünyada da kurtuluşa ulaşacaklardır. Musevi inancında kurtuluş sadece Yahudiler ya da sonradan Yahudilik dinine geçenler için değildir.
Eliyau Raba'da şöyle denilmektedir: Yer ve gök şahit olsun ki; ister Yahudi, ister gayr-ı Musevi (goy), kadın ya da erkek, köle ya da cariye her kişi kendi ameline göre (yaptığı işlere) değerlendirilecektir.
Musevilere göre, Musevi olmayan ama dürüst olanların kurtuluşuyla ilgili bu anlayış, Yahudiliğin sadece Yahudi ırkına ait olmasından kaynaklanmaz. Zira ırk olarak Yahudi olmayıp sonradan Yahudiliğe geçenler ile ırk olarak Yahudi olanlar arasında hiçbir fark yoktur.
Haham Yeremya "Tevrat hükümlerini uygulayan bir yabancının bir hahambaşına eşit düzeyde olduğunu bize bildiren nedir? Tevrat 'Bu, Kohenler’in, Levililer’in ve İsrail’in Tevratıdır' demez, 'Bu, tüm insanın Tevrat’ıdır' der. Ayrıca Tevrat 'Kapıları, sadece Levililer’e, Kohenler’e ve İsrailliler’e aç' değil 'İnançlı milletlerin girebilmesi için kapıları aç' buyurur demiştir.
Bu yüzden Yahudilikte Nuh’un Yedi Evrensel Yasası’nı benimsemek kurtuluşun en kolay yolu kabul edilir. Çünkü Yahudi olmayanlar, Nuh'un Yedi Evrensel Yasası’nı yerine getirerek, kolaylıkla kurtuluşa erebilir ve cennet nimetlerinden faydalanabilirler. Oysa Museviler için cennete gitmek sadece bu 7 maddeye uymakla gerçekleşecek kadar kolay değildir. Tanrı Tevrat’ta Musevi’nin yapması ve yapmaması gereken toplam 613 Mitsvot (emir) sıralar ve Yahudilerin bunlara uymasını zorunlu kılar.
Bu sebeple Musevilik’te seçilmişlik bir üstünlükten değil, daha çok bir yükümlülük ve sorumluluk anlamına gelmektedir.
Nuh'un Evrensel Yasaları
Talmud'ta geçen ve Musevilerce tüm insanlık için evrensel prensipler olduğuna inanılan prensipler.
Yedi Adettir.
Musevilik inancı bu temel 7 ilkeye uyan herkesin hangi dinden olursa olsun cennete gideceğine inanır. Ancak Museviler için cennete gitmek sadece bu 7 maddeye uymakla gerçekleşecek kadar kolay değildir. Tanrı Tevrat’ta Musevi’nin yapması ve yapmaması gereken toplam 613 Mitsvot (emir) sıralar.
Özbekistan somu
Özbek Somu (Özbekçe:So'm), Özbekistan Cumhuriyeti'nin para birimi.
Özbekistan'da, 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında 1992 yılına kadar Ruble kullanılmaya devam edilmiş, daha sonra Som Kupon olarak adlandırılan para biriminin kulanılmasına başlanmıştır. O yıllarda yeni yapılanmakta olan bağımsız ekonomi nedeniyle hızla değer kaybeden Som Kupon banknotlar dolaşımdan kaldırılarak yerlerine yeni Som banknotlar dolaşıma verilmiştir.
Özbekistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un 16 Haziran 1994 ve 870 sayılı kararı esasında, Som Kupon yerine 1 Temmuz 1994 tarihinden itibaren Som kullanılmaya başlanmıştır.
1 Özbek somu, 100 Tiyin'e eşittir. 2006 yılı ortaları itibarı ile 1000 Özbekistan Somu, yakaşık olarak 1,25 TL'ye karşılık gelmektedir.
10 Som'un altındaki değere sahip banknotlar herhengi bir alım güçleri olmadığından günümüzde büyük ölçüde kullanılabilirliklerini yitirmişlerdir.
Alberta
Alberta, Kanada'nın Batı Kanada bölgesindeki eyâleti. 1 Eylül 2005'te, Kanada Konfederasyonu'na katılmasının 100. yılını kutlamıştır.
Eyâletin doğusunda Saskatchewan, kuzeyinde Kuzeybatı Toprakları, batısında Britanya Kolumbiyası ve güneyinde bir Amerikan eyâleti olan Montana bulunur. Britanya Kolumbiyası sınırı ünlü Kayalık Dağlar ("Rocky Mountains") zirveleri doğrultusunda uzanır. Eyaletin güneydoğu bölümü bir tarafa bırakılırsa, Alberta sahip olduğu düzinelerce nehir ve gölle, oldukça sulak bir eyâlettir. Güney-kuzey doğrultusunda 1200 km, doğu-batı doğrultusunda ise 600 km uzanan bu eyalette, yüksekliğin de etkisiyle, iklim önemli farklılıklar göstermektedir. Kuzey Alberta, büyük oranda taygalarla kaplıdır ve eyâletin yarı-kurak güney bölümüne kıyasla buzlanmanın olduğu günlerin sayısı, bu bölgede daha fazladır. Alberta'nın batısı, yüksek dağ dizisi dolayısıyla oldukça korunaklıdır; bir çeşit Föhn rüzgarı olan Chinook rüzgarları sayesinde kışlar bu bölgede daha yumuşak geçmektedir. Diğer taraftan eyâletin genel olarak düz olan güneydoğu bölümünde, kışlar oldukça sert geçer ve buna karşılık yaz aylarında da oldukça yüksek sıcaklık değerlerine rastlanır.
Alberta'nın başkenti, 1 milyonun biraz üstündeki nüfusuyla Edmonton'dır; güneyde yer alan ve büyük bir ticaret merkezi olan Calgary, 1,1 milyonluk nüfusuyla eyâletteki en büyük kenttir. Eyâletin diğer büyük kentleri ve kasabaları ise şunlardır: Banff, Camrose, Wetaskiwin, Fort McMurray, Grande Prairie, Jasper, Lethbridge, Lloydminster, Medicine Hat, ve Red Deer.
Calgary-Edmonton Koridoru olarak adlandırılan, güneyden kuzeye yaklaşık olarak 400 km'lik bir mesafeyi kapsayan bölge, Alberta'nın en çok kentleşmiş alanı olmasının yanı sıra, Kanada'nın en yoğun nüfusa sahip olan bölgelerinden biridir. 2001 yılında bu gölgede 2,15 milyondan fazla insan yaşamaktaydı (Alberta nüfusunun %72'si). Bu bölge aynı zamanda Kanada'nın en hızlı büyüyen bölgelerinden biridir.
Eyâletin sahip olduğu zengin doğal kaynaklar ve özellikle petrol, günümüzde de ekonomik gelişimin lokomotifi olmayı sürdürmektedir. 40'larda keşfedilen petrol kaynakları, o dönemden başlayarak eyaletin Kuzey Amerika'da petrol üretiminin liderlerinden biri olmasını sağlamıştır. Dünyanın en büyük petrol rezervi, eyaletin kuzeyinde 55.000 müfusa sahip olan, Fort McMurray kentindedir; ve Fort McMurray bugün Kanada'da en hızlı büyüyen kent unvanına sahiptir.
Alberta ekonomisi, Kanada'nın en güçlüsü olarak görünmektedir. Ekonominin gücü büyük oranda hızla gelişen petrol endüstrilerinden ve daha küçük oranda tarım ve teknoloji endüstrilerinden ileri gelmektedir. 2005 yılında Alberta'da kişi başına düşen gayri safi eyâlet içi hasıla 66.279 Kanada Doları kadardı; bu rakam ulusal ortalamanın %56 üstündedir ve bazı Atlantik eyâletlerinin iki katından bile fazladır.
Eyâletin şu anki başkanı, Alberta İlerici Muhfazakar Partisi'nden Ed Stelmach'dır. Stelmach, tartışmalı selefi Ralph Klein'in 14 yıllık yönetiminin ardından emekli olmasıyla başkanlık makamına geçmiştir. Eyâlet, federal ve yerel seçimlerde, muhafazakâr politikaların kalesi görünümündedir.
Alberta nüfusu, gelişen ekonomiyle bağlantılı olarak hızla büyümektedir; Alberta'nın göreceli olarak yüksek doğum oranları, Kanada'nın içinden ve dışından eyalete olan göç hareketleri büyümenin başlıca etkenleridir. 2005 yılı sonunda eyâletin nüfusu 3,306,359 kadardı ve nüfusun %81'i kentsel alanlarda, %19'u ise kırsal da yaşamaktaydı. Albertalıların büyük bölümü kendini Hıristiyan olarak tanımlamaktadır. Alberta diğer tüm eyâletlerden daha fazla evanjelik Hristiyan'a sahip olmasıyla çelişik bir şekilde, British Columbia'nın ardından ülkedeki en düşük kilise katılım oranına sahiptir. Eyâlette önemli Hindu, Sih ve Müslüman topluluklar bulunmaktadır. Kuzey Amerika'nın en eski camisi Edmonton'dadır.
Ebû Bekir
Abdullah bin Ebi Kuhafe bin Kaab et-Teymi el-Kureyşi () veya kısa adıyla Ebu Bekir (573 ? - 23 Ağustos 634), İslam peygamberi Muhammed'in bir sahabesi ve kayınpederi. Muhammed sonrası Müslüman toplumda 632-634 arası liderlik ve yöneticilik yapması, bu sebeple Muhammed'in halefi olması kendisine "ilk halife" unvanını kazandırmıştır. Müslümanlıktan önceki ismi Abdülkâbedir. Müslüman olduktan sonra Muhammed, Ebu Bekir'e Abdullah ismini vermiştir. Sünni inanışına göre Muhammed'in en iyi dostudur. En yaygın kullanılan lakaplarından olan "es-Sıddîk" (sadık, bağlı, doğrulayıcı) sebebiyle sık sık Ebu Bekir es-Sıddîk olarak anılır. Sıddîk lakabının Miraç rivayetiyle ilgili olarak kendisiyle tartışan Mekkelilere "Eğer olayı bildiren peygamberse doğru bildirmiştir." şeklinde cevap vermesinden sonra kendisine verildiğine inanılır.
Muhammed'in, Ebu Bekir'in kızı Aişe ile hicret öncesinde Mekke'de evlenmesinden dolayı kayınpederidir. Halifeliği sırasında Kur'an'ı mushaf haline getirtmiştir. Sünni inanışına göre İslâm'a giren hür erkeklerin, Raşit Halifelerin (Dört Halife) ve Aşere-i Mübeşşere'nin ilkidir. Şiî inanışına göre İslam'ı ilk kabul eden Ali'dir.
Ebu Bekir, Benu Teym'lerin Kureyş kabilesindendir, Mekke'de doğmuştur. Babası Ebu Kuhafe, annesi Ümmü'l-Hayr Selma'dır.
Peygamber ilk vahyi kendisine haber verdiğinde Müslüman olmuştur. İlk Müslüman tarihçilere göre tüccardı. Kazancının büyük bir bölümünü İslam dini için harcadığı, yer alan Ebu Bekir ayrıca ilk Müslümanların İslama davet edilmesinde önemli rol almıştır. Muhammed 622 yılında Mekke'den Medine'ye giderken (Hicret) Ebu Bekir ona eşlik etmiştir. Bu konudan Kuran-ı Kerim'de Tevbe suresi 40. ayette bahsedilmiştir:
Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, (biliyorsunuz ki) inkar edenler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, ona bizzat Allah yardım etmişti. Hani onlar mağarada bulunuyorlardı. Hani o arkadaşına, “Üzülme, çünkü Allah bizimle berâber” diyordu. Allah da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin kendilerini görmediğiniz bir takım ordularla onu desteklemiş, böylece inkar edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allah’ın sözü ise en yücedir. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Fahreddin Razi, Leyl Suresi'nin
"Temizlenmek üzere malını hayra veren takva sahibi, ondan (ateşten) uzak tutulur. Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun nezdinde şükranla karşılanacak bir nimet yoktur. Ve o (buna kavuşarak) hoşnut olacaktır.
mealindeki 17-21. ayetlerinin, özel olarak Ebu Bekir'den bahsettiğini ve bunun Ebu Bekir'in müslümanların en üstünü olduğu fikrini destekledi |
ğini ifade eder.
Hicret sonrasında Medine'de Mescid-i Nebevî'nin inşasına katılmış, yardımcı olmuştur. Bundan sonra birçok gazveye katılmış, Bedir Savaşı'nda oğlu Abdurrahman'a karşı savaşmak zorunda kalmıştır.
Muhammed'in 632'deki vefatı sonrası yapılan çeşitli müzakerelerde Ebu Bekir'e bey'at edilmiş, tartışmalı bir şekilde kendisi halife olarak seçilmiştir.
Şii kaynaklarına göre Fatıma Ebu Bekir'in halifeliği konusunda Ömer ile aralarında geçen tartışma sonucu ölmüştür.
Ebubekir döneminde Muhammed'in vefatı sonrası ortaya çıkan dinden dönme hareketlerine, (Asvadu'l-Ansi, Museylema Kezzâb ve Tulayha bin Huvaylid gibi) kendisini peygamber ilan eden çeşitli şahıslara, zekât vermek istemeyen kabilelere karşı savaşılmıştır.
Yeni doğan dinde başlayan dönme ve isyan hareketlerinin önüne geçebilmek için Ebu Bekir Halid bin Velid'i çeşitli baskın ve askeri seferlere göndermiştir. 632-633'de yapılan bu askeri seferler Ridde Savaşları olarak anılır.Halid bin Velid bu seferde üstün başarı göstermiştir. Orta Arabistan'ın kuzey bölgesinde "Beni Asad" kabilesinin lideri "Tulayha bin Hüvaylid" isyan başlatmıştı ve buna çeşitli kabileler de destek vermekteydi. Orta Arabiatan ortasında "Museylema Kezzâb" tarafından yönlendirililen Beni Hanife kabilesi isyanı çıkmış ve bu isyan Beni Asad kabilesince de desteklemekteydi. "Nejd"'de ise "Malik bin Nüveira" komutasında Beni Tamım ve diğer çeşitli kabileler Medine otoritesine karşı ayaklanmışlardı.
Önce Halid bin Velid Beni Tayy kabilesi lideri Adi'yi once kendi tarafina çekti. Eylul 632'de Buzakha Muharebesinde "Tulayha"yı mağlup etti ve geride kalanları da izleyen haftalarda elimine etti. Bundan sonra çok sayıda kabile Ebu Bekir'in otoritesini kabul ettiğini ilan ettiler. Bin Velid sonra Beni Saleem kabilesini de yendi.
Bu seferlerden sonra Beni Tamım kabilesi ve çok sayıda kabile bağlılıklarını bildirdiler. Ama "Malik bin Nüvayrah" reisliğindeki Beni Yarbu kabilesi Malik bin Nüvayrah bağlılığını bildirmedi. Halid bin Velid Nejd'de Malik bin Nuveira liderliğindeki isyancı kabile üstüne yürüdü.Fakat hiçbir organize direniş görmedi. Malik ordusu ve yandaşlarına dağılmalarını emredip çöle çekilmişti. Malik bin Nüveira ailesi ezana cevap vermedikleri gerekçesiyle tutuklandı. Malik Medine'ye para gönderip "aman" diledi ama bu kabul edilmedi. Malik'i yakalayan Halid bin Velid onu hemen öldürttü ve karısını da kendi haremine cariye olarak aldı.
Ebu Bekir "İkrima bin Ebu-Cehl" adlı komutanı "Musaylima" ile temas kurmak üzere Yamama bölgesine gönderdi ve Velid gelmeden ona çatışmaya girmeme talimatı verdi. Fakat Velid'i beklemeyen İkrima Eylül 632'de Musaylıma'ya başarısız bir hücum yaptı ve geri püskürtüldü. Ebu Bekir onu bu komutanlıktan geri aldı. Gönderilen Sürhabil kuvvetleri de Velid'i beklemeden hücum edip Müsaylıma'ye yenildiler. Sonunda Aralık 632'de 13 bin kişilik ordu ile "Musaylıma" ile Yamama Muharebesi'nde karşılaştı ve onu mağlup etti. Musaylama Vahşi bin Harp tarafından öldürüldü. Etrafı surlu Yamama şehri de hemen teslim oldu. Yamama şehrini merkezi olarak kullanan Velid buradan komşu bölgelere yaptığı seferlerle Orta Arabistan'ı Ebu Bekir idaresi altına geçirdi.
632'de Umman'da ve liderleri "Lakit bin Malik" altında Azd kabilesi ayaklandı. Eylül 632'de Ebu Bekir, "Hüdaifa bin Mihsan" komutasındaki birlikleri Umman'daki ayaklanmaları bastırması için gönderdi ve Kasım ayında yapılan "Daba Muharebesi" ile isyan bastırıldı ve Lakit bu muharebede öldürüldü.
Ridde Savaşları sonunda Arabistan'ın tümü Ebu Bekir halifeliği altındaki ilk Müslüman devleti eline geçmişti. Bundan sonra Müslüman orduları İslam dinini yayabilmak için Arabistan dışına hücum etmeleri gerekmekteydi, İki alternatif bulunmaktaydı:
Bu Arabistan dışında bulunan komşu ülkelere yapılabilecek hücumlar nedenleri şöyle açıklanmaktadır:
Kuzeybatı Arabistan'da bulunan bir kabile reisi olan Mütenna bin Haritha Ebu Bekir'in halifelik döneminde ilk defa Sasaniler üzerine akınlar yapmaya başladı ve bu akınlardan büyük ganimetler topladığı haberleri tüm Arabistan'a yayıldı. Mütenna bin Haritha Medine'ye giderek akınları ve sonuçları hakkında Halife Ebu Bekir'e bilgiler verdi. Bunları bir gelişme fırsatı olarak gören Halife Ebu Bekir Mütenna bin Harita'ya bir askeri komutan olarak unvan verdi ve onun Irak içinde daha derinlere akınlar yapmasını tavsiye etti. Bu tavsiyeye uyan Mütenna bin Haritha Irak üzerine gayet derin ve gayet başarılı olarak ganimet toplama akınları yapmaya başladı. Bu komutan hafif süvari akını taktikleri kullanarak bir atlı akıncı birliği ile çölün yakınlarında bulunan bir şehir, kasaba veya yerleşkeye gayet çabuk ve atik bir şekilde akın yapıp; ganimet toplayıp; daha Sasaniler ordusu harekete geçemeden yeniden çöl içinde hızla kaybolma taktiğini geliştirdi. Bu taktiğin yeni Müslüman devletinin ordusu tarafından da kullanılabileceği açıkça belli olduğu için Halife Ebu Bekir yeni bir istila hareketinde başarılı olacağını düşünmeye başlamıştı.
Ebu Bekir bu taktiği önce Irak üzerine Sasani İmparatorluğu üzerine uygulamaya başladı. Fakat Araplar asırlar boyunca İranlıların ileri medeniyeti yakınlarında yaşayıp İranlılara ve onların ileri medeniyetine karşı büyük bir gıpta duymakta idiler . Buna karşılık İranlılar ise Arapları medeniyetsiz çölde yaşayan göçebe gibi görüp onları devamlı küçümseme ile karşılamakta idiler. Onun için yeni Arap devletinin mutlaka bir çatışmada galip gelmesi gerekmekte idi; yoksa Arapların kendilerini küçük görme hisleri daha da güçlenecekti. Ebu Bekir galibiyet sağlamak için iki genel prensip kullandı. Akın yapacak Arap ordularının tümüyle gönüllülerden oluşması gerekmekteydi. Bu ordunun en deneyimli Arap komutanı tarafından komuta edilmesi gerekmekteydi. Bu komutan da hiç şüphesiz Halid bin Velid idi. Halid bin Velid sahte peygamber Müsaylime'ye karşı Yamama Muharebesi'nde galibiyet kazanıp onu öldürttükten sonra yine Yamama'da yaşamaktaydı. Ebu Bekir Halid bin Valid'e emir göndererek toplanan gönüllü Arap ordusunun başına geçerek Sasani İmparatorluğu'na ait olan Irak'a hücum edip fethetmesini istedi. Halife Ebu Bekir tüm Arabistan'dan toplanan gönüllü askerleri Halid bin Velid'e gönderip bir Arap ordusu kurdurdu. Kuzeydoğu Arabistan'da bulunan kabile liderleri olan Mutanna bin Haritha, Mazhur bin Adi, Harmala ve Sulma'nın da kendi kabile mensuplarından kurulan kabile birlikleri basında bu orduya destekçi olarak katılmalarına emir verdi. Mart 633'un üçüncü haftası içinde Halid bin Velid 10,000 kişilik bir ordunun başında Yamama şehrinden Irak'a doğru harekete geçti ve Kuzeybatı Arabistan'daki kabilelerinin 2.000'er kişilik ek birlikleri de Irak sınırlarında ona katıldılar. Böylece Halid bin Velid 18,000 kişilik bir hafif süvari ordusu ile Sasanilere Irak'ı fethetmek hedefiyle akıncı hücumuna geçti.
Bu ordu Irak'a girdikten sonra Sasani eyalet ordularına karşı arka arkaya dört muharebeye girişerek 4 karar verici zafer kazandı: Nisan 633'de (günümüzdeki Kazıma, Kuveyt yakınlarında bir mevkide) Salassıl Savaşı, Nisan 633'un üçüncü haftasında Fırat Nehri yanında El-Madhār Nehir Savaşı; Mayıs 633'de tipik bir kıskaca alma stratejisini kullandığı Valaca Savaşı ve Mayıs 633 ortasında Ullays Savaşı veya "Kan Nehri Savaşı". Bu savaşlardan sonra zaten iç kargaşalıklardan zayıf düşmüş olan Sasaniler devlet idaresi büyük bir darbe yemiş oldu. Sasaniler'in Irak eyalet merkezi olan Hira şehri Halid bin Velid'in Arap ordusu tarafından Hira Kuşatma Savaşı'ndan sonra Mayıs 633 sonunda Araplar eline geçti. Halid bin Velid ordusu ile bir müddet burada kalıp orduyu dinlendirdikten sonra Haziran 633'de Anbar şehir üzerine gelip bu şehri kuşattı ve birkaç hafta süren Ambar Kuşatma Savaşı sonucunda Temmuz 633'de (günümüzde Irak El-Ambar vilayetinde Felluce yakınlarında bir harabe şehir olan) Ambar şehri de Arap ordusunun eline geçti.
Buradan Halit bin Velid güneye döndü ve Temmuz 633 de yapılan Ayn El-Tamr Muharebesinde sonunda gelerek Ayn El-Tamr şehrini eline geçirdi. Böylece Halid bin Velid tüm Irak'ın Fırat bölgesini Müslümanlar eline geçirmiş olmaktaydı. Ebu Bekir Ayaz bin Ganam komutasında diğer bir Arap ordusunu kuzey Arabistan'da büyük bir ticaret merkezi olan Davmat El-Candal üzerine göndermişti. Burada ve Suriye'de bulunan büyük Hristiyan "Kalp" aşireti ordusu Ayaz bin Ganam'ın ordusunu bir kalede sıkıştırdılar. Fakat Ağustos 633'un son haftasında Halid bin Velid kendi ordusuyla bu mevkiye gelerek Arap aşiret ordularıyla yaptığı Davmat El-Candal Savaşı'ni kazandı ve asi aşireti geri püskürttü.
Halid bin Velid bundan sonra Arabistan'a döndü. Fakat burada iken Sasani ordularının yeniden kendilerini toplayıp Irak'ı geri almaya hazırlandıkları haberini aldı. Sasani ordusu ve onları destekleyen Hristiyan Arap destek orduları dört grup halinde Hanafiz, Zumiel, Sanni ve Manzieh mevkilerinde toplanmışlardı. Halid bin Velid çok kurnaz ve çok parlak bir askeri düşünce gösteren bir savaş planı hazırladı. Emrindeki Arap ordusunu üç gruba böldü. Kasım 633'de yapılan üç değişik muharebenin her birinde her bir Arap ordu grubu değişik yönden, yani üç değişik yönden, koordineli olarak Sasaniler ve müttefikleri ordusuna gece saldırısina geçtiler. Bu strateji arka arkaya Muzieh Savaşı; Samni Savaşı ve Zumeil Savaşı için Arap ordusu tarafından uygulandı ve bu muharebelerin hepsinde Halid bin Velid galip geldi. Bu üç önemli muharebeyi büyük hezimetle kaybeden Sasani ordusu Irak'ı Araplardan savunamaz hale gelmişti ve Sasani İmparatorluk başkenti olan Tizfon bile korunamaz hale geçip Arap hücumlarına açık kalmıştı.
Fakat Halid bin Velid Sasanilein başkentine hücuma geçmeden Sasani İmparatorluğu'nun güneyinde ve batısında bulunan tüm İran Sasani ordularını yenip elemine etmeye karar verdi. Bunun için Sasani İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasındaki sınır şehri olan Firaz üzerine geçti ve Aralık 633'de bu mevkiye yetişti. Bu mevkide büyük bir Bizans ordusu ordugahı ve yine büyük bir Sasani ordusu ordugahı bulunmaktaydı. Bu iki ordu birleştiler ve Hristyan Arap aşiretlerinin yerel ordul |
arını da takviye olarak aldılar. Aralık 633'de bu birleşik Bizans-Sasani-Hristiyan ordusu ile Arap Halid bin Velidin ordusu Firaz Savaşı'na giriştiler. Halid bin Velid ordusu galip geldi. Bu Arapların Irak'ı fethetmelerinin son savaşı olan Kadisiye Savaşı'ndan bir önceki savaş oldu. Halid bin Velid Sasani İmparatorluğu başkenti Tizfon yolu üzerinde Fırat Nehri üzerinde bulunan bir geçiş noktasında bulunan önemli bir kale olan Kadısiye'ye ordusu ile gitmekte iken Halife Ebu Bekir'den bir yeni emir aldı. Bizans İmparatorluğu elinde bulunan Filistin ve Suriye'ye karşı bir istila hücumu için hazırlanan Arap ordusunun komutanlığı kendine verilmişti ve bu ordunun başına biran evvel geçmesi gerekiyordu.
Suriye'nin önemli şehirleri ele geçirildi. Halid bin Velid komutasındaki İslam ordusuyla Doğu Romalıların Yarmuk'ta yaptığı Yermük Savaşı devam ederken halife Ebû Bekir vefât etmiştir.
Ebu Bekir, Yemame Savaşında hafızların bir bir öldürülmesi üzerine Kur'an'ı derlettirerek mushaf haline getirtmiştir.
Yaklaşık iki yıllık süren halifeliği hastalanıp vefat etmesiyle son bulmuştur. Son günlerinde yerine Halife olarak Ömer'i atamış, ahitnameyi Osman'a yazdırmıştır.
Ebu Bekir'in dört karısı olmuştur. Birinci karısı Kuteyla bint Abdeluzza bin 'Abd bin As'ad olup bu karısından (Esma adlı) bir kız çocuğu olmuş ve sonra boşanmıştır. İkinci karısı Ümmi Ruman bint Amir bin Umaymır bin Zuhal bin Dahman adlı bir kadından (Aişe ve Abdurrahman adlı) biri kız bir oğlan çocuğu olmuştur. Üçüncü karısı "Esma bint Umays bin Ma'ad bin Taym al-Hath'amiyyah" olup (Muhammad ıbn Abu Bakr) adli bir oğlu olmuştur. Dördüncü karısı "Habibe bint Harijah bin Zayd bin Ebu Züheyr" (Banu el-Haris bin al-Hazrac kabilesinden) adli olup (Ümmi Hultum bint Ebu Bakır adlı) bir kızı olmuştur.
Câmiu'l Kur'an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinirdi. Ayrıca çok fazla teheccüde kalktığından dolayı "Vaktı Seherde Teheccüd Kılanların Babası" olarak da bilinir.
Çamovalı, Milas
Çamovalı mahallesi, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.Milas'a 18 km,Bodrum'a 40 km,Ören'e 45 km,Güllük'e de yaklaşık 20 km kadar mesafededir.
Milas'ın güneyinde yer alır. Yaklaşık 1200 kişilik köy olup geçim kaynağı tarıma dayalıdır.köylüler ürettikleri ürünleri Milas Salı Pazarında satarak geçimlerine katkı sağlamaktadırlar. Mahalleye Milas ilçesinden 2 yolla ulaşılabilir. Birinci yol Milas-Bodrum karayolunun Karakaya mevkisini geçtikten sonra Baharlı mahallesi yakınlarında güneye ayrılan köy yoludur ve bu yol 18 km kadardır. İkinci yol Milas-Beçin-Ören yolunun Beçin beldesi bitimindeki orman deposunun yakınından sağa dönerek ayrılan yoldur.2008 yılı itibarıyla bu yol asfalt olmuştur.
Çamovalı mahallesi bir merkez mahalleye bağlı 5 mahalleden oluşur. Bu mahalleler;
Mahallenin çekirdeğini Karakoyun mahallesi oluşturur. İlk yerleşimler bu mahallede olmuştur. Tarihi bilinmemektedir. Diğer mahallelerdeki yerleşimler 20. yüzyıl başlarındadır. Burayı yurt edinen bu yerleşimciler, yüzyıllardır Marçal dağları ile Karakoyun dağı, Denizcik dağı, Gökdağ eteklerinde göçebe hayatı yaşayan ve Orta Asya'nın Horasan bölgesinden geldiklerini ve Karakeçili yörüklerinden olduklarını belirten bu göçebeler yaz aylarında hayvanlarıyla (keçi, koyun, sığır, deve) Marçal dağlarındaki yaylalara çıkarlar. Kış aylarında ise daha sıcak olduğu için bugünkü mahallenin bulunduğu dağ eteklerine inerlermiş.
1900-1950 arasında bugünkü mahallenin ovasını teşkil eden topraklar Ağaçlıhöyük mahallesinde bulunan Menteşe Beyleri tarafından satılmaya başlar. Yüzyıllardır bölgeyi yazlık olarak kullanan yörük göçebeler hayvanlarını satarak arazileri alırlar ve 1900-1960 arasında yerleşik hayata geçmeye başlarlar. Eski adı Karakoyun olan Çamovalı mahallesi böylece oluşur ve hızla gelişir. Köy büyük bir kısmı aynı obanın mensupları olup %90 birbirine akrabadır. Aynı obanın akrabalarının bir kısmı Yeşilyurt, Bayır, Çamköy mahallesi, Arslanyakası mahallesi, Yakaköy mahallesi, Bahçeköy mahallesi, Gökçeler mahallesi ve Agaclihöyük gibi köylere yerlesirler.
Tarım ve hayvancılık
Mahallenin kendi hudutları ve Ağaçlıhöyük hudutları içinde olmak üzere 8.000 dönüme yakın oldukça verimli arazide çeşitli tarım ürünleri yetiitirilmektedir.Mahalleye 2004 ten sonra sanayi elektriğinin de gelmesiyle sulu tarımda artış olmuştur. Zaten verimli olan köy toprağının verimi böylece ikiye katlanmıştır. Başlıca tarım ürünleri;
kasım ayı sonuna kadar tarla domatesi yapılabilir ve bu domatesler yörede çok meşhurdur.
Mahallede eğitim seviyesi oldukça yüksektir. Eğitime önem verilir. Çeşitli mesleklerde çalışan pek çok üniversite mezunu vardır.
Halen mahallede Gedik ve Saz mahallerinde 2 ilköğretim binası mevcut olup her ikisindede eğitim -öğretim devam etmektedir. Ancak çocuk sayısı azaldığı için 4.5.6.7.8. sınıflar taşımalı eğitim kapsamında Ağaçlıhüyük ilköğretim okuluna devam etmektedir.
Mahallede 2 cami, 1 köy konağı, 3 tane tarihi sarnic bulunmaktadir; harbli sarnic balli belen sarnici, ve de demirlinin sarnicidir. Tahillari ogutmek icin suyla calisan 4 tane eski degirmen bulunmaktadir. Hamzabey Deresi (Koca Dere) üzerinde bulunana değirmenlerin isimleri ise; Kundakçı, Karakoyun, Harlampa, Değirmenderesi şeklindedir. 4 kahvehane, 3 bakkal bulunmaktadır. İçme suyu şebekesi mevcuttur. Mahallenin yakınından geçerek Güllük Körfezine dökülen Hamzabey Deresi oldukça güzel gezinti alanları oluşturur. Son yıllarda Yemişli İni'nde (mağara) bulunan bu Hamzabey deresinin vadisi "Uyku Vadisi" adı altında koruma kapsamına alınmıştır.
mahallesimüz düğünleri eskiden üç gün üç gece sürermiş.birinci güne hamam,gecesine kına.ikinci güne gelin alma,üçüncü güne ise duvak adı verilirmiş.günümüzde bu iki gün iki geceye inmiştir.ilk gün gündüz ve akşam kız evinde,ikinci gün gündüz ve akşam oğlan evinde düğün kurulmaktadır.Birinci gün gündüz gelin evinde yemekler pişirilir gelen misafirlere ikram edilir.oyunlar oynanır,kız yengesi mahallenin genç kızlarını oyuna kaldırır.o gün akşam oğlan evi kız düğününe davullu zurnalı baskın yapar.geç saatlere kadar eğlenilir.Akşamın sonunda önce dmatın bir eline kına yakılır düğün meydanında ve oğlan evi uğurlanır.En sonunda gelin kendi ailesi ve arkaqdaşları ile eve çekilir.Hazırlanan kınayı yengesi ellerine ve ayaklarına yakar.avuçlarına kına yakılırken para konur.Kına yakılırkengelinin başına örtülen alın altına en yakın arkadaşları ,akrabaları girerek ağıtlar yakar.eee ne demişler hem ağlarım hem giderim.
Ertesi gün düğün dernek oğlan evinde de kurulur.Malum gelin almaya gidilecektir.Akşam üzeri gelin almaya gidilir.Kız evine götürülmek üzere hediye tepsileri hazırlanır.yengeler çiçeklerle süslenen tepsileri alırlar. Bu arada damat arkadaşları tarafından davuulu zurnalı damatlıkları giydirilir.gelin alayı yola çıkmaya hazırdır.oğlan yengesinin tepsisinde gelin şekeri vardır.Gelin evine varıldığında gelin yengeleri gelenleri yolda karşılayarak,şeker verirler.Gelin içeri alınır hazırlanır ve dışarda gelinle dmat yan yana oturtulur.gelinin yüzü örtülüdür.yengeler gelin başı üzerinde gelin şekerini kırarlar .Bu şeker misafirlere dağıtılır.Gelin yakınlarıyla oynatılır ve içeri alınır.içerde gelin tüm akrabaları ve arkadaşlarıyla vedalaştıktan sonra en son babasının elini ve ayağını öper. Babası da gelinin beline kuşağını bağlar. Gelinin bir koluna babası diğer koluna erkek kardeşi girer ve arabaya bindirilir.Gelin arabasının üzerinden buğdayla bozuk para saçılr.Araba yürüdüğünde arkasından su dolu testi atılır.Gelin kaynanası evine geldiğinde arabadan inmez damat arabanın etrafında yedi tur atar dua okuyarak.gelin bir hediye vaadi aldıktan sonra arabadan iner.Kayınvalidesinin evinin kapısına bir çivi çaktırılır ve zeytin yağı sürdürülür.O akşam da oğlan evinde balo yapılır ve düğünümüz biter.
Muğla iline 86 km, Milas ilçesine 1.yol18 km(Milas Bodrum Karayolu Yönünde), 2.yol 11 km (Milas Ören beldesi Yönünde) uzaklıktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede, 1.,2.,3, sınfların eğitimini sağlayan biri merkez mahalle diğeri saz mahallesinde olmak üzere 2 ilköğretim okulu mevcuttur. 4,5,6,7,8 .ci sınıflar taşımalı eğitim görmektedirler. . Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. .Yıl 2009 artık her evde telefon mevcut olduğu gibi gsm ler de elden düşmemektedir. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik vardır ve her evde elektronik cihazlar mevcuttur.
Deep Purple
Deep Purple, 1968 yılında İngiltere'nin Hertford kentinde kurulmuş olan İngiliz rock grubu. Grup, modern hard rock ve heavy metalin öncülerinden biri olarak kabul edilse de zaman içinde grubun müzikal tarzı değişikliğe uğramıştır. Aslen bir progresif rock grubu olarak kurulan Deep Purple, 1970'ten itibaren daha ağır bir sound'a geçiş yapmıştır. Deep Purple, Led Zeppelin ve Black Sabbath ile birlikte, 1970'lerin başlarında ve ortalarında İngiliz hard rock ve heavy metaline yön veren üç büyük gruptan biridir.
Grubun temellerini atan gitarist Ritchie Blackmore ise bugün grupta yer almamaktadır. Grup adını Peter De Rose’un bestelediği aynı isimli parçadan almıştır. Bu ismi almasının sebebi Ritchie Blackmore'un babannesinin bu şarkıyı çok seviyor olması ve grup ismi olarak bunu Ritchie Blackmore'a önermesidir. Grup 1960'ların sonundan itibaren rock müziğe yön vermiş birkaç gruptan biridir.
AnatolianRock
Paşalimanı Adası
Paşalimanı Adası, Marmara takımadalarında Marmara Adasının güneyinde, Avşa'nın doğusunda bir adadır. Adada, Paşalimanı, Poyrazlı, Harmanlı, Balıklı ve Tuzla isimli beş köy bulunmaktadır. Balıkesir ilinin Erdek ilçesine bağlıdır. Adanın nüfusu 2 bin kadardır.
Prokennoslar, MÖ 493 yılında Perslere karşı ayaklanan İyon siteleriyle birlikte oldukları için şehirleri Fenikeliler tarafından tamamen yakılınca Sisam ve Miletostan gelerek Marmara Adasına geçmişler, oraya 'Yeni Prokennos' adını vermişlerdir. Daha sonra 'harman yeri' anlamına gelen 'Haloni' |
adı verilmiştir. Kizikoslu Diegonos bu adadan Halone diye bahseder. Bizans zamanında adanın ismi Aulonia'ya çevrilmiştir. Tarihçi La Mottraye 18. yy başında adaya 'Alonya' dendiğini yazmaktadır. Son zamanlarda modern Yunancaya göre adaya hem 'Aloni' ya da 'Alonisos' hem de Paşalimanı denmiş ve bugün bu adla anılmaktadır.
Ada, 14. yy'da Osmanlı Egemenliğine geçmiş. I. Dünya Harbinden sonra kısa bir süre Yunan işgali haricinde tamamen Türklerin yönetiminde kalmıştır. 1949 yılına kadar Marmara Kazasına bağlı bir kaza merkeziyken sonradan Erdek ilçesine'e bağlanmıştır.
Lala Mustafa Paşanın Kıbrıs seferinden dönüşünde, çok sert bir havaya tutulması ve bu adanın kuytusuna yaklaşarak sığınması ve orada kalması üzerine, Paşa'nın Limanı anlamında Paşalimanı adını almıştır. Lala Mustafa Paşa bu ziyareti ile adada yaralı askerlerini tedavi ettirmiş, şehit askerlerini defnetmiş, cami ve çeşme gibi halkın kullanımına açık meskenler inşa ettirmiştir. Caminin çatısını gemisinin direği ile desteklemiştir. 1935'teki depremde cami tamamen yıkılmış yerine şimdiki cami yapılmıştır. Caminin yanındaki mezar taşlarında çok eski mezarlar mevcuttur. Bunların en eskileri 'Sahib-i hayat ve hasenat Paşalimanı Zabiti Elhoş Halil Ağa 1200' ve 'Merhum Tiryaki Mehmet Paşa 1174' kitabelerini taşayan taşlardır. Bu eserler halâ ayakta durmaya çalışmaktadır.
Paşalimanı Adası'nda beş köy bulunmaktadır. Bunlardan Harmanlı (Halonia(rum=Harman yeri)) ve idari merkez olan Paşalimanı batı tarafında, kuzeyinde Poyrazlı (Voria(rum=poyrazlı)) doğusunda Tuzla (Huhla(rum=Salyangoz)) ve son olarak güneyinde Balıklı (Skupia(rum=sığınak)) köyleri bulunmaktadır. Toprak ve havasının uygunluğu nedeniyle bağcılığa son derece uygun olan adada özellikle şaraplık olarak "ada karası" üzümü yetiştirilmekte ve Avşa Adası ile birlikte burada yetiştirilen üzümler şarap yapımında kullanılmaktadır.
Başta zeytin, üzüm, elma, kara dut, incir, erik olmak üzere her türlü meyve ve sebzenin yetiştiği, havası ve doğal güzellikleri, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları zamanında saraydaki ruh ve sinir hastalarının tedavisinde büyük rol oynamıştır.
Marmara adası yüzünde bulunan batık gemi Paşalimanındaki yıkık limandan çıkmış bir eserdir. Zamanında sert poyraza dayanamayıp batmış bir gemidir.
Sivriada
Sivriada, Marmara Denizi'nde, Hayırsızadalar'ın İstanbul'a en yakın, Adalar'a en uzak ve en batıda olanıdır.
Piramide benzeyen sivri bir kayalıktan oluştuğu için Sivriada diye tanınır. Eski adı, yine "Sivri" anlamına gelen Oxia'dır (Yunanca: Οξειά). Çok küçük bir ada olan ve denizden çıkan bir dağın sivri ucu olan Sivriada'nın zirvesinin deniz seviyesinden yüksekliği 90 metredir. Kendisine en yakın ada olan Yassıada'ya 1,7 km, İstanbul sahiline (Fenerbahçe Burnu) 11 km uzaklıktadır.
Adaya Bizans İmparatorluğu döneminde din adamları ve imparatorların sürgüne gönderildiği rivayet edilmektedir. Adada, 10. yüzyıldan kalma, bugün sadece bazı kalıntıları mevcut olan bir manastır vardır. Adada ikâmet yoktur.
Geçtiğimiz yıllarda adadan çıkarılan taşlardan İstanbul mendirekleri ve limanları yapılmıştır. Adadaki taş ocağı terk edilmiştir. Taş ocağının limanı yatçılar için iyi bir haftasonu barınağı oluşturur.
1910 yılında İstanbul valisi sokak köpeklerinin toplanıp Sivriada'ya gönderilmesine karar verir. Yaklaşık 80 bin sokak köpeği bu adaya konulup ölüme terkedilmiştir. Bu olaydan kısa bir sure sonra İstanbul'da meydana gelen büyük depremi şehir halkı "tanrının gazabı" olarak nitelendirir ve sağ kalan köpekler şehre geri getirilir.
Bayağı kaşıkçı
Bayağı kaşıkçı ("Platalea leucorodia"), Threskiornithidae familyasından sığ suların büyük, beyaz, uzun adımlı, benzersiz gagalı ve balıkçıl benzeri bir kuş türü.
İlkbaharda tepesi çalı görünümündedir ve göğsünün üst tarafında kirli sarı bir lekesi vardır. Gagası uzun, yassı ve incedir, yanlardan aşağı doğru hafifçe kıvrılır ve yuvarlak uca doğru genişler; erişkinlerde siyah ve ucu sarıdır, gençlerde pembe, ergenlerde ise tamamen siyahtır. Genç kuşların kanat uçları siyahtır. Kafasını ileri uzatarak güçlü ve kanatları düz bir biçimde uçar.
http://med.ege.edu.tr/~capaci
Yom Kippur
Yom Kipur (), yani kefaret günü, Yahudiler için yılın en kutsal ve dini ağırlığa sahip günüdür. Günün ana temaları kefaret ve tövbedir. Yahudiler genel olarak bu günü 25 saatlik bir oruç ve yoğun olarak dualarla günü büyük kısmını sinagogda geçirirler. Yom Kipur, Yahudilikteki On Pişmanlık Gününü (Yamin Nora'im) tamamlar. Yom Kipur, Tişri ayının onuncu günüdür. Yahudilik geleneklerine göre, Tanrı, Roş Aşana'da insanların kader kitaplarını açar ve Yom Kipur'da karar alıp kitapları kapatır. Pişmanlık Günleri'nde, davranışlarını gözden geçirir ve Tanrı'ya yaptığı yanlışlar (bein adam leMakom) ve diğer insanlara karşı yaptığı yanlışlar için (bein adam lehavero) af diler. Gün boyunca toplu olarak insanlar tövbe eder ve Yom Kipur sonunda kişiler kendilerini arınmış olarak hisseder.
Yom Kipur ayinleri çeşitli farklılıklara sahiptir. Bunların birincisi, ayin sayısıdır. Diğer kutsal günlerin aksine (ki bu günlerde üç ve Şabat'ta dört ayin vardır; Akşam Ma'ariv – Öğle; Minha ve Sabah; Şahrit) Yom Kipur'da beş adet ayin vardır. Ayinler de ayrıca toplu günah çıkarma (Vidui) merasimleri de vardır.
Yahudi Kutsal günleri arasında en kutsalı olmasından dolayı, birçok Yahudi tarafından takip edilir. Birçoğu için Yom Kipur, yıl içinde sinagoga uğradıkları tek gündür . Bu nedenle Yom Kipur günlerinde sinagoglar çok kalabalık olur.
İbranice "Yom" gün demektir. "Kipur" ise günah ve saklamak gibi anlamlara sahiptir, böylece kefaret verme olarak anlaşılır. Bu nedenle, Yom Kipur, "Kefaret Günü" demektir.
Kefaret günü arifesi (Erev Yom Kippur), Yom Kipur'dan önceki gündür. Tişri ayının dokuzuncu gününe denk gelir. Arife günü, iki özel yemekle, yardımlar vererek ve diğer insanlardan af dileyerek geçer .
bu kutsal günün, 7. ayın onuncu gününde, kefaret günü olarak kabul edilmesini emretmiştir. Bu günü Şabatların Şabatı olarak adlandırmıştır. Yom Kipur'un bir dinlenme günü olmasını kanunlaştırmıştır.
Yom Kipur'daki adetler:
Bu adetlerle birlikte insanın, "cennet bahçesinden kovulmadan" önceki saf haline döndüğüne inanılır ve bu Yom Kipur'un ana amacıdır. Uzak durulan bu unsurlarla vücut rahat olmayan bir duruma girer ama hala hayattadır. Ruh, vücuttaki tek hayat kaynağı olur. Adetlerle birlikte hissedilen acı, diğer insanların hissettiği acılardan anlamayı sağlar. Bu yasakların asıl sebeplerinden biridir.
Yiyecek ve içeceklerden tamamen uzak durma, gün batımından 20 dakika önce başlar (tosefet Yom Kippur) ve diğer gün, akşamüzeri sona erer. Bütün sağlıklı yetişkinlerin orucu tutmaları şart olmakla birlikte, belirli sağlık sorunları olan yetişkinler orucu tutmayabilirler.
Bütün Yahudi Kutsal günleri, bir kutlama yemeğine sahiptir ama Yom Kipur'da oruç ibadeti bulunduğundan, Yemek, oruç başlamadan önce, Öğle ayininden (Minha) sonra yenir.
Beyaz giyinmek Yom Kipur'da kişinin saflığını sembolize eder.
Tanrı'dan af dilemek için;
Yom Kipur arifesinin gün batımı öncesinde ayine katılacaklar sinagogda toplanır. Sanduka açılır ve iki kişi Tevrat parşömenlerini çıkarıp Hazan'ın iki yanında yer alır. Bu kişiler İbranice okumaya başlar:
"Cennet ve Dünya mahkemesinde, Tanrı'nın izni ve bu kutsal cemaatin izniyle, günah işleyenlerle dua etmeyi mubah sayıyoruz."
Koro şefi, Kol Nidre (İbranice: כל נדרי) duasını Aramice (İbranice değil) okumaya başlar. Duanın adı, açılış kelimelerinden gelir "bütün yeminler": "Bu ve gelecek Yom Kipur arasında edeceğimiz yeminler ve vereceğimiz sözleri topluca terk ediyoruz. Hepsi terk edilmiş ve uzak durulmuş olsun. Bütün kişisel yeminlerimiz ve adanmalarımız yok sayılsın."
Bunun üzerine, ayin lideri ve cemaat ayağa kalkar ve "Bütün İsrail halkı, yanlışlarda olan insanlar da dâhil olmak üzere affedilsin" der. Tevrat parşömenleri yerlerine konulur ve Yom Kipur akşam ayini başlar.
Birçok evli erkek, genelde evlendikleri gün giydikleri, kittel adlı röpdeşambır benzeri beyaz elbiseler giyer. Ayrıca, sabah dualarında giyilen tallit giyilir .
Ayin, Kol Nidre duasıyla başlar. Bu dua günbatımından önce başlayıp akşam ayiniyle devam eder. Yom Kipur'da birçok tövbe duası okunur (Selihot). Öğle duası (minha) Yunus kitabının okunmasıyla devam eder. Bu kitap Tanrı'nın ne kadar bağışlayıcı olduğu temasına sahiptir.
Ayin Ne'ila adlı bitirme duasıyla sona erer, ardından "dua kapıları kapanır". Yom kipur, Şema'nın okunması ve şofar üflemeyle biter . Bu orucun bitişini işaret eder .
Yom Kipur ayinlerinin bir özelliği de, Kudüs Tapınağı zamanında yapılan kurban ayinlerini hatırlatacak okumalardır. Bu kurban ayinleri (Korbanot), Romalılar tarafından İkinci Tapınağın yıkılmasından beri yaklaşık 2000 yıldır gerçekleşmemektedir. Avodah'nın ana kısmı, üç bölmelik, birinci tapınak dönemindeki kefaret günlerini anlatan kısımlarıdır.
Yom Kipur, her yıl Tişri ayının 10. gününe denk gelir ve bu gün Roş Aşana'dan 9 gün sonradır. Gregoryen takvime göre, en erken Yom Kipur günü Eylül ayının 14'üne denk gelir. En geç Yom Kipur günü ise Kasım ayının 14'ü olur. Gregoryen Takvime göre önümüzdeki yıllara ait Yom Kipur günleri:
Tevrat'ta bu gün, Yom HaKippurim (יוֹם הַכִּפּוּרִים) diye anılır ve Yom Kipur'da çalışmayı ve yemek yemeği yasaklar. Yom Kipur'daki kurallar Tevrat'ta 3 farklı pasajla anlatılır:
Yom Kipur, günümüz İsrail devletinde resmi tatildir. Radyo ve televizyon yayınları durmaktadır, havaalanları kapalıdır ve toplu taşıma araçları çalışmaz. Bütün dükkanlar ve işyerleri kapalıdır. Sadece 1973'te (Yom Kippur Savaşı), hava saldırısı alarmı sesi duyuldu ve radyolar halka, Mısır ve Suriye tarafından gerçekleşen bu saldırıyı haber vermek için çalıştılar. Oruç tutulduğundan, toplu alanlarda yemek yemek ve motorlu taşıt kullanmak hoş karşılanmamaktadır. Bu iki durum için yasa dışı olduklarına dair kurallar yoktur ama halk tarafından oturmuş adetlere göre kaba algılanırlar. Acil durumlarda bu algı farklılaşır.
Ak pelikan
Ak pelikan, beyaz pelikan ya da ak kutan ("Pel |
ecanus onocrotalus"), pelikangiller (Pelecanidae) familyasından çok büyük bir su kuşu türüdür. Avrupa'nın güneydoğusundan Asya'ya yayılan bölgede ve Afrika'da bataklıklarda ve sığ göllerde yaşar.
Ak pelikan çok büyük bir kuştur ve pelikanlar arasında yalnızca tepeli pelikan ak pelikandan ortalama olarak daha büyüktür. Kanat genişliği 226 ila 360 cm. arasındadır ve maksimum kanat genişliği yaşayan uçan hayvanlar arasında büyük albatroslardan sonra ikinci en büyük kaydedilmiş kanat genişliğidir. Ak pelikanın toplam boyu 140 ile 180 cm. arasında değişir ve çok büyük gagasının uzunluğu 28,9 ila 47,1 cm. arasındadır. Erişkin erkek kuşlar 9 ila 15 kg. ağırlığındadır ancak Palearktikte bulunan büyük ırklar genellikle 11 kg. ağırlığındadır ve nadiren 13 kg.'ı geçerler. Erişkin dişi kuşlar 5,4 ila 9 kg. arasında daha az ağır ve büyüktürler. Standart ölçüler arasında kanat kiriş ölçüsü 60 ila 73 cm., kuyruk 16 ila 21 cm., tarsus ise 13 ila 14,9 cm. arasındadır. Farklı bölgelerdeki pelikanlar üzerinde yapılan ölçümler Batı Palearktik'te yaşayan pelikanların Asya ve Afrika'da yaşayanlardan daha büyük olduklarını göstermektedir.
Erişkin olmayan ak pelikanların tüyleri gri renklidir ve uçuş tüyleri de koyu renklidir. Havada süzülerek uçarken zarif bir görüntü sergileyen pelikanın boynu aşağı doğru bükülerek başı gövdesine yakın ve aynı hizada durur. Üreme mevsiminde erkeğin başındaki deri pembemsi tonda iken dişinin başındaki deri turuncumsu tonda olur. Tepeli pelikandan saf beyaz tüyleri, göz çevresindeki tüysüz pembe derisi ve pembemsi ayakları ile ayırt edilir. Erkekler dişilerden daha büyüktür ve uzun gagaları aşağıya doğru kavisli olarak büyür. Dişilerin gagaları ise daha kısa ve düzdür. Asya'da yaşayan "Pelecanus philippensis" ak pelikandan biraz daha küçüktür ve tüyleri kahverengimsi gri iken gagası daha soluk ve mat renklidir. Benzer şekilde küçük pelikan da daha küçük boyutludur, tüyleri kahverengimsi-gridir, gagası açık pembe ile gri renktedir ve sırtında soluk pembe renkli tüyler bulunur.
Ak pelikan su yaşamına çok iyi uyum sağlamıştır.Kısa ve kuvvetli bacakları ile tamamen perdeli ayakları su içinde kolay ilerlemesine ve su yüzünde havalanmasına yardımcı olur. Su yüzünden garip şekilde havalanmasına karşın bir kere uçmaya başladıktan sonra uzun kanatlı pelikanlar kuvvetli uçucudurlar ve genellikle V şeklinde gruplar hâlinde uçarlar.
Ak pelikanlar genellikle ılık tatlı su havzalarında bulunan kuşlardır. Akdeniz'in doğusundan Vietnam'a kadar Avrasya'ya dağılmış hâlde üreme kolonileri mevcuttur. Avrasya'da tatlı ya da acı su havzalarında, göl kıyıları ve akarsu deltalarında, lagünlerde, bataklıklarda genellikle yuva yapma amaçlı olarak yoğun sazlıkların yanında yaşarlar. Ayrıca Afrika'da Sahra Çölü'nün güneyinde yıl boyu göç etmeyen popülasyonları vardır. Afrika'da genellikle tatlı su gölleri ile sodalı göllerin kıyısında bulunduğu gibi deniz kıyısı ile haliçlerde de yaşarlar. Üreme dönemi sırasında göçmen popülasyonlar Doğu Avrupa'dan Kazakistan'a kadar olan bölgede bulunurlar. Avrasya ak pelikan popülasyonunun %50'sinden fazlası Romanya'da Tuna Deltası'nda ürerler. Ayrıca Bulgaristan'da Burgaz yakınıdaki göllerde ve Srebarna Gölü'nde de çok sayıda bulunurlar. Pelikanlar Tuna'ya mart sonu ve nisan başı gibi gelir üreme döneminden sonra da eylül ile kasım sonu arasında ayrılırlar. Avrupa pelikanlarının kışlakları tam olarak bilinemese de genellikle Afrika'nın kuzeydoğusundan Irak ile Hindistan'ın kuzeyine kadar olan kuşak içinde kışlarlar. Pakistan'da çok sayıda Asya popülasyonu kışlar. Genel olarak ovalarda bulunan bu kuşlara Doğu Afrika ve Nepal'da 1.372 m. rakıma kadar olan yerlerde de rastlanır.
Ak pelikanlar asıl olarak balık ile beslenir. Pelikanlar sabah erken tündeikleri yuvalarından beslenmek için ayrılırlar ve Çad ile Kamerun'da gözlemlendiği gibi 100 km.'ye kadar avlanmak için uçarlar. Günlük besin ihtiyaçları 0,9 ila 1,4 kg arasında balıktır. Buna göre yaklaşık 75.000 kuştan oluşan ve Tanzanya'da Rukwa Gölü'nde bulunan en büyük ak pelikan kolonisinin yıllık balık tüketimi 28.000 tona yaklaşır. Avlanan balıklar genellikle 500 ila 600 g. ağırlığında oldukça büyük balıklardır. Avrupa'da bayağı sazan, Çin'de kefal, Hindistan'da da "Aphanius dispar" türü sazan balığını tercih ederler. Afrika'da ise "Haplochromis" ve "Tilapia" cinsi yaygın bulunan çiklitleri tercih ettikleri görülür. Pelikanın büyük boğaz kesesi yalnızca kepçe görevi görür. Pelikan gagasını suyun altına soktuğunda boğaz kesesi açılarak büyük bir kepçe gibi su ve balığı içine alır. Kuş kafasını sudan çıkarınca küçülen kese suyu dışarı atarken balığı içeride hapseder. 6 ila 8 arası ak pelikan su üzerinde at nalı şeklinde bir düzen oluşturarak birlikte avlanırlar. Gagalarını aynı anda suya batırarak boğaz keseleri ile oluşturdukları çember içinde kalan tüm balıkları avlarlar. Özellikle sığ sularda çoğunlukla grup hâlinde avlanır ve beslenirler ancak yalnız başına avlanan pelikanlara da rastlanır.
Pelikanlar yalnızca balıklarla beslenmezler ve aslında fırsatçıdırlar. Bazı durumlarda, özellikle Güney Afrika kıyılarında gözlemlendiği gibi diğer kuşların yavrularını da yedikleri görülür. Güney Afrika'da üreme döneminde pelikanların "Morus capensis" türü sümsük kuşlarının yaklaşık 2 kg ağırlığındaki yavrularını yedikleri görülmüştür. Benzer şekilde Namibya'da karabatak yumurta ve yavrularını kendi yavrularına yedirdikleri gözlemlenmiştir. Yerel pelikan popülasyonu yerel karabatak popülasyonuna öyle bağlıdır ki bölgedeki karabatak popülasyonu azaldığında pelikan popülasyonunun da azaldığı görülmüştür. Ak pelikanlar ayrıca kabuklular, iribaşlar ve hatta kaplumbağalarla da beslenirler. İnsanların bıraktıklarını kolaylıkla kabul ederler ve besinlerinde sıradışı kalemlere de rastlanmıştır. Kıtlık zamanlarında pelikanların martıları ve ördek yavrularını da yedikleri görülmüştür. Martıları yemeden önce suyun altında tutarak boğar ve öyle yerler. Pelikanlar ayrıca diğer kuşların avlarını da çalabilirler.
Ilıman bölgelerde nisan ile mayıs ayında başlayan üreme mevsimi Afrika'da tüm yılı kapsar ve Hindistan'da ise şubat ile nisan arasında başlar. Çok sayıda pelikan koloniler hâlinde bir arada ürerler. Dişi kuş ortalama iki olmak üzere bir ila dört adet arasında yumurta yumurtlar. Yuva yerleri değişkenlik gösterir. Bazı popülasyonlar ağaçlarda çalı çırpıdan ibaret yuvalar yaparken, Afrika'da üreyenlerin tamamı dahil çoğunluğu yerde otlar, çlırpılar ve tüylerde oluşan yuvalarda ürerler. Yavruların bekımını erkek ve dişi birlikte yapar. Kuluçka süresi 29 ila 36 gün arasındadır. Yumurtadan tüysüz çıkan yavrular kısa sürede kara-kahverengi hav tüyler çıkarırlar. Koloni yumurtalar çatladıktan 20 ila 25 sonra gruplar hâlinde toplanır. Yavrular 65 ila 75 günlükken palazlanırlar. Yavruların yaklaşık 565'i erişkinliğe erişir ve cinsel olgunluğa erişme yaşı 3 ila 4 yıldır.
Pelikanlar özellikle büyük boyutları sayesinde yırtıcı kuşlardan korunurlar ancak simpatrik "Haliaetus" türü kartallar özellikle yumurtaları, yumurtadan yeni çıkmış ya da palazlanmış yavruları avlayabilir. Ara sıra çakallardan aslanlara etçil memeliler de pelikanlara ve yavrularına saldırabilir. Büyük bir memeli yırtıcının ya da insanların koloniye yaklaşması hâlinde pelikanlar kendilerini koruma amaçlı olarak yuvalarını terk ederler. Ayrıca timsahlar ve özellikle de Afrika'da Nil timsahı yüzen pelikanları öldürüp yemektedir.
Günümüzde bazı bölgelerde balıkların aşırı avlanması nedeniyle ak pelikanlar besin bulabilmek için uzun mesafeler katetmek zorunda kalmaktadır. Ak pelikanlar çeşitli şekillerde insanlar tarafından istismar edilmektedir. Boğaz keseleri tütün kesesi yapmak için kullanılır. Derileri yüzülerek tabaklanır. Guanosundan gübre olarak yararlanılır. Yavru pelikanların yağları Çin ve Hindistan'da geleneksel tıp uygulamalarında kullanılır. Etiyopya'da etleri için avlanırlar. İnsanlar tarafından verilen rahatsızlıklar, avlanma ve üreme alanlarının kaybı ak pelikanların popülasyonunun azalmasına neden olan faktörler arasındadır. Popülasyonşarın özellikle Palearktik'te azaldığı gözlemlenmiştir.
"Afrika-Avrasya Göçmen Sukuşları Korunması Sözleşmesi"nde yer alan kuş türlerinden biri de ak pelikandır. Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) tarafından asgari endişe altındaki türler arasında listelenmiştir. Genel olarak bakıldığında ak pelikan, pelikanlar arasında en yaygın olarak dağılmış türdür. Bazı bölgelerde büyük koloniler bulunsa da popülasyon büyüklüğü açısında kahverengi pelikan ve muhtemelen Avustralya pelikanının ardından gelir. Avrupa'da 7.345 ile 10.000 üreyen çift olduğu tahmin edilmektedir ve bunların 4.000 çifti Rusya'da yuvalanmaktadır. Göç döneminde İsrail'de 75.000 den fazla ak pelikan gözlemlenmiştir ve Pakistan'da kışları 45.000 kadar kuşun kışladığı tahmin edilmektedir. Afrika kıtasındaki tüm kolonilerde 75.000 çift kuşun bulunduğu tahmin edilmektedir.
Ak pelikan Romanya'nın ulusal kuşudur. Sıklıkla hayvanat bahçelerinde ya da yarı açık kolonilerde esaret altında tutulurlar. Londra'da St.James Parkında bulunan koloni 1664 yılında Rusya elçisi tarafından II. Charles'a hediye edilmiş olan çiftten türemiştir. Bu hediye elçilerin kuş hediye etmesi geleneğini de başlatmıştır.
Kara leylek
Kara leylek ("Ciconia nigra"), çeltik kargası olarak da bilinen, leylekgiller (Ciconiidae) familyasından büyük, ince uzun yapılı, ince boyunlu, gagası uzun, ince ve koyu kırmızı renkli, uzun kırmızı bacaklı bir leylek türü.
Boyu 95–100 cm, kanat açıklığı 145–155 cm'dir. Erişkinin başı, boynu, göğsü ve üst tarafı parlak siyah, karnı beyazdır ve kanat altında kanadın gövdeye birleştiği bölümde küçük beyaz bir üçgen vardır. Ergenin rengi daha mattır, koyu zeytin yeşili-kahverengi gövdesi ve yeşilimsi bacakları ve gagası vardır. Uçuşta kanatlarını düz ya da yay şeklinde tutar, balıkçıllar gibi başını aşağı eğmez. Başını öne, bacaklarını geriye uzatarak, düzenli ve güçlü kanat vuruşlarıyla uçar.
Çoğunlukla balık, amfibi ve böceklerle beslenirler.
Göçmendirler, kışı tropik |
al Afrika'da geçirirler. Ağustosun ortasından eylülün sonuna kadar göç ederler. Martın ortasında geri dönerler. Ama İspanya'daki popülasyon yerleşiktir. Yüksek ağaçları delerek yuvasını yapar. leylekten farklı olarak ürkek ve ihtiyatlı bir türdür.
Ortodoks Yahudilik
Ortodoks Yahudilik veya Ortodoks Musevilik, Kudüs'teki Mabed'in yıkılışından günümüze kadar gelen resmî Yahudi inanç ve geleneklerini temsil eden, hâlen mensubu en fazla olan Musevilik mezhebidir.
Bugün İsrail Devleti'nde de bu mezhep taraftarları hâkimdir.
Musa Kanunları'na sıkı bir şekilde bağlı olan Ortodoks Yahudiler, Şabat (cumartesi) günü hiçbir iş yapmamak, Kaşerut kurallarına uymak konusunda diğer mezheplerden daha katı tutum sergilerler.
Ortodoks Yahudilere göre Tanrı Musa'ya Tevrat'ı ve On Emir'i vermiştir. Bunlar ilahidir, sonsuza kadar geçerli olacaktır ve hiçbir şekilde değiştirilemez.
Tanrı, yazılı olan Tevrat'ın yanı sıra sözlü emirlerini de Musa'ya vermiştir ve bunlar nesiller boyunca sözlü olarak günümüze ulaşmıştır. Aynı şekilde bunların da ilahi ve kutsal olduğu kabul edilir. Bu konuda özellikle Talmud ve Midraş referans alınır.
Halaha'ya sıkı sıkıya bağlılık gereklidir.
Reformist Yahudilik
Daha çok Avrupa'daki Yahudilerce tanınmış bir Teolog olan Abraham Geiger (1810-1874)'un başlattığı Reformist Yahudilik hareketi, Musevîlik'le çağdaş modern anlayışı birleştirmeyi gaye edinmiştir. Böylece bu mezhebe bağlı Yahudiler, hem geleneklerine uygun yaşayabilecek, hem de modern çağa ayak uydurabileceklerdir. Bu hareketin başlamasının bir başka sebebi de Almanya'daki Yahudilerin dinî uygulamayı, genel kültür için bir engel olarak görmeleridir. Böylece onlardan bir kısmı Hristiyanlaşmış, bir kısmı da geleneklerini değiştirmiştir.
Din ile dünya işlerini birbirinden ayırma düşünce ve gayreti de ilk defa bu mezhep mensuplarından gelmiştir. Reformist Yahudiler dinde modernleşmeden yanadırlar. Bunu sağlamak için, ibadetin bazı şekillerini değiştirerek, kadın-erkek ayırımına son vermişler, cumartesi çalışma yasağını kaldırarak sinagog ayinlerini azaltmışlar, müziğe çok az yer vererek kadınlarla erkeklerin bir arada oturmasını serbest bırakmışlardır. Bir adım daha atarak katı perhiz kaidelerini kaldırmışlar, şifahi Talmud geleneğini inkâr etmişlerdir.
Yeniden yapılanmacı Yahudilik
Bunlara: Yeniden Yapılanmacılar ya da (Reconstructionist) adı verilir.
Ortodoks Musevilik, Tutucu Musevilik ve Reformist Musevilik dışında Mordechai Kaplan'ın kurduğu (Yeniden Yapılanmacı) adında bu mezhep, daha önceleri muhafazakâr Yahudilik içinde yer almıştı.
Zamanla Kaplan'ın fikirleri diğer Yahudi mezheplerini etkilemiştir.
Hareketin kurucusuna göre Yahudiler de diğer milletler gibi bir millettir. "Seçilmişlik" gibi bir özelliği yoktur. Tanrı Yahudileri değil, Yahudiler Tanrı'yı seçmişlerdir. Bunlar yeniden dirilmeyi ve ahireti reddederler. Tevrat, Tanrı vahyi değildir. İsrâiloğulları'nın tarih boyunca meydana getirdikleri bir eserdir. Mesihcilik diye bir kavram yoktur. Sinagoglarda kadın-erkek yan yana ibadet edebilir. Yeniden Yapılanmacı'lara göre kadınlar da haham olabilir.
Küçük martı
Küçük martı ("Larus minutus"), martıgiller (Laridae) familyasından en küçük martı türü.
Hareketleri ve boyutları açısından daha ziyade sumruya benzer. Küçük ve ince olan gagası sumruların gagalarından kısadır, bacakları kısa, kanatları ise sumrulardan biraz daha geniştir ve erişkinin kanat uçları küttür. Üst tarafı açık gri, gövdesi ve kuyruğu beyazdır. Kanat üstü gri, kanat altı siyahımsıdır ve hem kanat üstü, hem kanat altının kenarları beyazdır. Yazın erişkinin başlığı ve gagası siyahtır, beyaz göz kapakları yoktur, bacakları ise kırmızıdır. Kışın beyaz başı, koyu renk küçük tepesi, koyu kulak lekesi ve açık renk bacakları vardır.
Ergeninin kanat ucu değişken derecede siyahtır. Gencinin başı ve boynu koyu, sırtı koyu ve siyah-kahverengi çizgilidir. Sonbaharda sırtındaki koyuluk kaybolur (kara ayaklı martıdakinden daha geniş olan ensesindeki koyuluk ve kara ayaklı martıda hiç olmayan koyu kuyruk sokumu başlangıçta korunur); kanat üstünde siyah zig zag vardır. Bir yaşındakinin lekeli başlığı vardır; kanatların üzerindeki koyu renk zig zag solar, iç kanadı ise diyagonal olarak son bulur. Sesi kesik, sert ve genizden gelen bir ‘kek’tir.
Muhafazakâr Yahudilik
Muhafazakâr Yahudilik, 19. yüzyılın ortalarında, Alman Yahudileri arasında ortaya çıkmıştır. "Konservatif Yahudilik" olarak da bilinir. Muhafazakâr Yahudiliğin temsilcileri Isaac Bermays (1791-1849) ile Zacharia Franklen (1801-1871)'dir. Geleneklere bağlılıkta taviz verememe ve laikliğe karşı olan Muhafazakâr Yahudilik daha sonraki yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nde de sempatizan bulmuştur.
Yahudi bayramları
Musevi bayramları, Musevi takvimine göre hesaplanır Miladi takviminin 2007 yılı Musevi takviminde 5767 yılıdır. Çünkü Musevi takvimi Ay ve Güneş esasına göre çalışır ve Ay takvimleri Güneş takvimlerine göre yılda 11 gün daha kısa olduğundan, Bayramların hep aynı mevsime gelmesi için belli aralıklarla takvime 13. ay eklenir. (bkz. Adar Şeni)
Musevilik'te Bayram ve Matem günlerinin tarihleri Musevi takvimine göre hesaplandığından bayramlar hep aynı tarihe gelmezler ama her zaman aynı mevsime denk düşerler.
En önemli bayram Yılbaşı Bayramı'dır (Roşaşana), ardından on gün sonra 26 saat sürecek olan oruç günü gelir, ki buna Kefaret Günü anlamına gelen (Yom Kipur) adı verilir. Kipur'dan sonra 7 gün süren Çardak Bayramı (Sukot) ve bir yıl içinde Tevrat'ın tüm bölümlerin okunmasının tamamlandığı ve yeniden başlandığı (Simhat Tora), Aralık ayında Hanuka, Mart-Nisan arası Babil'de zamanın Musevi düşmanı (Antisemit) Haman tarafından Yahudilerin kıyıma uğratılması olayının son anda Ester tarafından engellenmesinin anısına 2 gün (Purim), Mısır'dan Musa'nın (Moşe Rabenu) önderliğinde ayrılıp kölelikten kurtulmasının kutlandığı Pesah. Bundan 49 gün sonra gelen 10 Emirin alınmasının kutlandığı Şavuot ve yaz aylarına denk gelen Tapınağın yıkılması ve çeşitli talihsiz olayların anıldığı ve bir matem günü olan Tişa Beav önemli günlerdendir.
Bu bayramlardan Pesah, Şavuot ve Sukot'a Şaloş Regalim adı verilir. Roşaşana ve Yom Kippur'a ise Yamim Noraim (Ulu günler) adı verilir.
Yahudi ayin sistemi
Musevilikte günde üç vakit ibadet etme mecburiyeti vardır bunlar sabah (şahrit), Öğlen (minha) ve akşam (arvit) bölümleridir hafta arası ve hafta sonları için okunan bu bölümler Sidur adı verilen yaklaşık 500 sayfalık bir dua kitabında bulunur. Kitabın yarısı yaklaşık 300 sayfa olmak üzere sabah, öğlen ve akşam üç defada okunur. Geri kalan 200 sayfa ise Cumartesi günleri okunur.
Bayramlar için düzenlenmiş Sidurlara Mahzor adı verilir Bahzorlar da Sidurlar gibi tertip edilmiş olup, içerik olarak bayramlarla ilgili bölümleri içerir.
Bu sebeple Musevi dini tören kitapları:
olmak üzere beş tanedir bunlara ilaveten Zebur'un bulunduğu Teilim ve Tevrat'ın bölümlerini içeren Peraşa Kitabı ile sayı 7 olarak ifade edilebilir.
En son olarak Purim gününde okunan ve deri rulo şeklindeki Megillat Ester ile bu sayı 8 olur.
Her bayramda Sinagogda Hazan o bayramın kitabından okurken cemaatte elindeki kitaptan takip eder.
Dualar İbranice, Aramice, Ladino ve Türkçe dillerinde gerçekleşmekte olup ağırlıklı dil İbranicedir.
Musevi Ayinleri
Musevilikte günde üç vakit ibadet etme mecburiyeti vardır bunların her birine İbranice'de Tefila adı verilir. Üç tefila vardır bunlar: sabah (şahrit), Öğlen (minha) ve akşam (arvit) bölümleridir hafta arası ve hafta sonları için okunan bu bölümler Sidur adı verilen ve yaklaşık 500 sayfa olan bir kitapta bulunur. Bu kitapta okunması gereken dualar sırayla yazılmıştır.
Cumartesi günleri'in bitiminde ve Bayramlar'ın bitiminde ayrı bir bölüm daha okunur ki buna Avdala adı verilir.
Pinochle
Pinochle. Amerika Birleşik Devletleri'nde 19. yüzyılın ortalarında geliştirilmiş bir iskambil oyunudur. Fransız oyunu Bezik'ten türemiştir. Oyunda iki takım vardır. Ortaklar birbirleriyle karşılıklı olarak otururlar. Kağıt destesi özeldir ve toplam 80 karttan oluşur. Destede sinek, karo, maça ve kupa'nın asları, papazları, damları, valeleri ve onlarından dörder adet bulunur. Kartlar karıştırılır ve dağıtılır. Her bir oyuncunun elinde 20 kart bulunur.
Oyunun amacı takımlardan birinin 500 puana ulaşmasıdır. Eğer her iki takımda aynı anda 500 puana ulaşırsa o elde ihaleyi alan takım oyunu kazanır.
Türkiye'de Hoşkin adıyla oynanan bu oyun, yörelere göre farklılık gösterse de genel olarak üç oyuncu arasında oynanır.
Kağıt destesi özeldir ve toplam 80 karttan oluşur. Destede sinek, karo, maça ve kupa serilerinin as, papaz, kız, vale ve onlu'larından dörder adet bulunur.
İlk elde tabelacının (skorları kaydetmekle görevli oyuncu) sağındaki oyuncu kartları dağıtır. Kartlar beşer beşer dağıtılır, ilk tur sonunda 5 kart "gömü"ye ayrılır. Her oyuncunun elinde 25 kart bulunur. Kartları dağıtanın sağındaki oyuncu "mecburcu" olur.
Mecburcu, ihaleyi 550 ile başlatır veya pas geçer. Mecburcu pas geçerse sağındaki oyuncu ihaleye 650 ile başlamak zorunda kalır. Bu oyuncu da pas geçerse kartları dağıtan oyuncu ihaleyi 750 ile alır veya pas geçer. Herkes pas geçerse mecburcu ihaleyi 550'ye almış olur. Bu durumda mecburcunun elinde herhangi bir seriden K-Q yoksa kartlar yeniden dağıtılır.
En yüksek teklifi söyleyerek ihaleyi alan oyuncu aynı seriden papaz ve kızı yere açarak kozu ilan eder. Gömü (yerdeki kapalı beş kart) ihaleyi alan oyuncu tarafından açılır. nun elinde karo, maça, kupa veya sineğin herhangi birinden bir evlilik bulunmuyorsa ihaleyi alan oyuncu batar. İhale bedeli puanlarından düşülür. Diğer oyuncular
Dağıtanın sağından itibaren her oyuncu konuşur veya pas geçer. Her konuşma belli puanları içeren sayılardan oluşur. Açılış konuşması en az 550 diyerek yapılır. İhale 750'ye kadar onar onar arttırılır. 750'den sonra ihaleyi ellişer ellişer artırmak zorunludur. 600 diyerek ihaleyi alan oyuncu o el en az 600 puan toplamak zorundadır.
Pas geçen oyuncu artık bir kere daha ihaleye katılama |
z. Eğer ilk üç oyuncu pas geçerse dağıtan kozu belirlemek zorundadır. Bu durumda dağıtanın elinde herhangi bir seriden K-Q yoksa kartlar yeniden dağıtılır.
En yüksek rakamı söyleyen kozu belirler. Belirlenen kozun içinde (örneğin kupa) mutlaka o serideki papaz ve kız bulunmak zorundadır. Bu duruma evlilik denir. Eğer ihaleyi alan (veya ihalenin üzerine kaldığı) kişinin elinde karo, maça, kupa veya sineğin herhangi birinden bir evlilik bulunmuyorsa ihaleyi alan oyuncu batar.
Hoşkin'de belirli kartların bir araya gelmesi ile kazanılan puanlar aşağıdaki gibidir:
Kartlar kendi içlerinde A-10-K-Q-J şeklinde sıralanır. İhaleyi alan oyuncu elindeki kartlardan istediğini oynar. Sonraki oyuncunun elinde aynı seriden daha büyük kart varsa bunu oynamak zorundadır. Bir seriden kağıdı biten oyuncu bu seriden oynadığında koz atmak mecburiyetindedir. En yüksek kağıdı atan oyuncu ortadaki kâğıtları alır ve ortaya yeni bir kâğıt atar.
Eldeki tüm kartlar oynandıktan sonra, son eli alan oyuncu ihaleyi alanın ıskartaya ayırdığı 5 kartla birlikte son el için 20 puanı da hanesine yazar. Diğer iki oyuncu Aslar (A)=11, Onlular (10)=10, Papazlar (K)=4, Kızlar (Q)=3, Valeler (J)=2 puan olmak üzere kendi puanlarını sayar, 500 puandan geri kalanı son eli alan oyuncuya yazılır. Bu puanlara oyunun başında ellerinde olan puanlar eklenir. Eğer ihaleyi alan oyuncu örneğin 700 diyerek ihaleyi almışsa ve 690 puanda kalmışsa skorundan 700 puan düşülür.
Klasik Türk müziği
Klasik Türk mûsikîsi veya Türk sanat müziği, makamlı bir Türk müzik türü. Klasik Türk müziği, Klasik Batı Müziği ve Hint Müziği ile beraber dünya üzerinde süreklilik ve gelenek oluşturma bakımından mevcut birkaç klasik müzikten birisi olarak kabul edilir.
Bu terimdeki "Türk" ve "klasik" kelimeleri, Cumhuriyet döneminde Osmanlı Devleti'nden süregelen müziğe karşı Batı müziği taraftarlarınca ileri sürülen bazı iddialara cevap vermek için türetilmiştir. Bu iddialardan en önemlisi Osmanlı müziğinin Türklerin değil, Bizans ve İran müziği kaynaklı olduğuna dair olan tezdir. Hüseyin Sadeddin Arel ve Rauf Yekta gibi Batılı müzik çevrelerince de saygın görülen kimi müzikologlar, bu iddiaları belge ve bilgilerle çürütmüşlerdi.
Cumhuriyet döneminde bu müzik geleneği genellikle göz ardı edilmiş, hatta 2 Kasım 1934-6 Eylül 1936 tarihleri arasında devlet radyosunda çalınması yasaklanmıştır. Bu ideolojik yaklaşımın bir sonucu olarak Klasik Türk müziğini modern yöntemlerle öğreten konservatuvarlar ancak 1970'lerde kurulabilmiştir.
Klasik Türk müziğinin adlandırılması konusunda görüş ayrılıkları vardır. Osmanlı döneminde bu müziğe sadece "musıkî" denmekteydi. Nitekim bu geleneksel müziği, Cinuçen Tanrıkorur gibi "Osmanlı müziği" olarak adlandıranlar olduğu gibi, ona "Geleneksel Türk müziği" adını verenler de vardır.
Klasik Türk müziği tarihsel açıdan altı döneme ayrılabilir: "oluşum dönemi", "dönüşüm dönemi", "klasik dönem", "son klasik dönem", "romantik dönem" ve "çağdaş dönem".
10. yüzyılda yaşamış olan Farabi’den Timurlenk’in öldüğü 1405’e kadar geçen süre, Türk müziğinin nazari (teorik) yönleriyle açıklandığı ve yazıya aktarılmaya başlandığı "oluşum dönemi"ni kapsamaktadır. Bu dönemin sonlarına doğru, çok meşhur bir üstat olan Abdülkadir Meragi, bir sonraki "evre"nin tohumlarını atmış, Türk müziğine yeni bir yön vermiştir.
Bunu takiben, 16. yüzyılın başından Yavuz Sultan Selim’in tahta çıktığı 1512’ye değin; anlatılageldiği şekilde, Türk müziğinin ses perdeleri ve makamları üzerinde birtakım nazari değişiklikler yapılmıştır. Bu dönem, "Diyar-ı Rum"'un ve Balkanlar’ın üzerinde Mevlevihanelerin yapıldığı, İstanbul’un fethedildiği, Bizans İmparatorluğu kalıntıları arasına Enderun saray okulunun kurulduğu, kökleştiği ve Orta Asya'dan Ali Şir Nevai, Hüseyin Baykara, Ali Kuşçu, Şadi gibi ilim adamlarının İstanbul'a cezbedildiği bir "dönüşüm dönemi", keza bir nevi "Rönesans" olarak görülmektedir.
Klasik Türk müziği; Orta Asya, Selçuklu ve özellikle Osmanlı uygarlığının bir ürünü olarak, pek çok milletin müziklerini etkilemiş, onların müziğini de kendi potasında eritmiştir. Bunun bir sonucu olarak, klasik musıkî, gerek makam sayısı ve anlayışı, gerekse formlar ve usuller bakımından zengin bir müzik türü olmuştur.
Bunun ardından, 15. yüzyılın başından IV. Murat’ın öldüğü 1640’a dek, doğuya düzenlenen seferler sayesinde, Osmanlı sarayında, Ortadoğu’dan getirilen müzik ve sanat adamlarının faaliyet gösterdiği bir dönem yaşanmıştır.
Itri’den (1640-1712) 1730'a kadarki zaman diliminde, Avrupai Barok ve Rokoko etkilerin Osmanlı sarayına nüfuz ederek, zamanının doğu kültürüyle apayrı bir sentez oluşturduğu "klasik dönem" süregelmiştir. 1730’dan İsmail Dede Efendi’nin 1846’daki ölümüne dek uzanan dönem ise "son klasik dönem" olarak adlandırılmaktadır.
Tanzimat Fermanı'nın ilan edildiği yıllardan (1839) 2. Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1945’e kadar süren akım da "romantik dönem" olarak anılmaktadır.
Türk Sanat Müziği ile Klasik Türk müziği birbirine yakın kavramlar olmakla birlikte; "Klasik Türk müziği", tarihî anlayış ve geleneği temsil ederken, Batı müzik terminolojisinden ödünç alınmış "sanat müziği" kavramı ise daha çok bu musıkînin Cumhuriyet döneminde aldığı modern bir biçimi ifade eder.
20. yüzyılın ortalarından bugüne kadar gelen dönem "çağdaş dönem"dir. Bu dönemin en önemli temsilcilerinden biri Münir Nurettin Selçuk'tur. Bu dönemde kâr, beste, ağır ve yürük semâi gibi formlar arka planda kalırken, modern müzik anlayışına uygun kısa süreli, kısa güfteli ve hareketli şarkı ve fantezi formları Türk Sanat Müziği'ne hakim duruma gelmiştir.
Bu anlayışın Batı müziğini model alması sonucunda, koro ve konser gibi uygulamalar yaygınlık kazanmış; keman, piyano, klarnet gibi Batılı sazlar da saz heyetlerine girmiştir.
Bu modern anlayışı destekleyen unsurlardan birisi de, klasik musıkîde en önemli aktarım ve anlayış aracı olan meşk geleneğinin sekteye uğramasıdır. Klasik sanatların hepsinde geçerli olan ve talebenin bir üstadın "elinden geçerek" musıkîyi öğrenmesi süreci büyük ölçüde sona ermiş, yerine modern anlayışla, nota üzerinden eser öğretilen koro ve dernekler geçmiştir.
Tasavvufî felsefeye, dolayısıyla aşkınlığa ve tefekküre dayanan klasik musıkî anlayışı yerine eğlence odaklı bir müzik anlayışı yerleşmiştir. Buna rağmen klasik musıkî geleneğini sürdüren ve yeni eserler verenler yok değildir. Hacı Arif Bey ile başladığı ileri sürülen modernleşme döneminde klasik üslubu ve anlayışı devam ettiren Fehmi Tokay, Zeki Arif Ergin ve Ahmet Avni Konuk gibi bestekârlar da yer almıştır. Günümüzde de bu anlayışa bağlı genç bestekârlar eserler vermektedir.
Türk sanat müziği kamu radyo ve televizyonları kadar gazino gibi eğlence mekanlarının da temel tercihini oluşturmuş, bu nedenle kitlelere ticari açıdan da ulaşabilmiştir. Bu evrenin önemli bestecileri arasında Sadettin Kaynak, Bimen Şen, Refik Fersan, Yesari Asım Arsoy ve Avni Anıl sayılabilir. Türk sanat müziğinin bu bestecilerden başka "piyasa müziği" olarak anılan daha popüler bazı önemli bestecileri de vardır. Bunlara örnek olarak Yusuf Nalkesen, Şekip Ayhan Özışık ve Teoman Alpay verilebilir. Günümüz TRT repertuarında 19 bine yakın Türk musikisi eseri bulunmaktadır.
Türk müziğindeki başlıca çalgılar; ud, kanun, keman, ney, tanbur, lavta, klasik kemençe, rebab, santur, kudüm, def ve zildir. Doğaçlama bir tür olan gazel için kullanılan ve çalgısal-vokal ayrımına göre ortaya çıkan kategoriye "sözel taksim" adı verilmektedir.
Osmanlı klâsik ve halk mûsikîsinde kullanılan bütün telli/saplı çalgıların atası olan Kopuz'un ömrü 18. yüzyıla kadar devam edebilmiş, 10. ila 16. yüzyıllar arası çok revaçta olan ud yerini, l9. yüzyılın sonunda yeniden almak üzere, 17. yüzyıldan itibaren tanbura bırakmış, tarihi Türk harpı çeng'le, Türk pan flütü miskal 19. yüzyılda, santur ise 20. yüzyılda artık kullanılmaz olmuşlardır.
Önce viola d'amore şeklinde sinekemanı adı ile Batıdan gelen keman, daha sonra viyola, viyolonsel ve kontrbas ile, önceleri köçekçe ve tavşanca adı verilen saray rakslarının eşlik sazı olan kemençe ve lavta 20. yüzyılda klasik mûsikîye de girmiş; kaşıkla zilli maşanın halk oyunlarında yaşamasına mukabil, çalpara da denen çengi çubuğu, köçekçe ve tavşancalarla birlikte tarihe karışmıştır.
Mûsikî aletleri bilimi demek olan "Organoloji"de çalgılar, hangi müzik söz konusu olursa olsun, bu sanatın insanla birlikte doğuşundan bu yana geçirdiği merhaleler gözönüne alınarak, vurmalı çalgılar, nefesli çalgılar ve telli çalgılar sırası içinde incelenmektedir.
Köpek burcu
2006 yılı Çin astrolojisinde "köpek yılı"dır. Köpek yılı 29 Ocak 2006 tarihinde başlayıp 17 Şubat 2007 tarihinde sona ermiştir. Köpek yılının 2006 yılındaki elementi "ateş"tir.
Köpek karakteri sadık, vefalı ve kanaatkardır. Zeki ve özel olarak yetenekli bir kişilik temsilcisidir. Duygusal olarak bir anda üzüntüden sevince değişmesi görülebilir. Başka birinin duyguları ile oynamaktan hoşlanmaz ve bunu yaparsa istemi dışınadır. Pratik amaçlar peşindedir ve yardıma ihtiyacı olanlara hemen elini uzatır. Sevdiklerin önerilerine kulak kabartmayı sever.
Köpek burcu ahlakı ve idealizmi temsil eder. Köpek yıllarında sosyal olarak gücü olmayan veya gücünü gösteremeyen gruplara yardım ve himaye öncelikle yer alacak davranışlar arasındadır. Toplumlarda düzelmeye doğru bir gayret sezileceği öngörülür. Haksızlıkların üzerine yürümek ve pislikleri temizlemek gayretinin ön plana çıkacağı düşünülür.
Bu yıllarda bencillik ve kötülük yapma meyli en fazla ayıplanan ve temizlenmeye çalışılan insanlık zaafı olarak kabul edilir. Haksızlıklara karşı savaşanların daha kararlı ve sabırlı olacakları düşünülür.
Köpek yılında doğru ile yanlış arasında bir köpek sezgisi ile davranmak ve iyi ve güzeli ayırt etmenin mümkün olduğu düşünülür. Köpek yılında insanlar doğrunun yanında yer almak ve doğruyu korumak için olağanüstü bir mücadele gösterebilirler. Toplumlar daha çalışkan ve kararlı olarak ileriye bakacaklar ve milletçe idealizmi olan ülkeler büyük yarışta liderliği ele geçireceklerdir. |
Bu durumda Uzak doğu ülkeleri, Hindistan gibi ülkeler büyük aşamalar kaydederler. Her kafadan ayrı sesin çıktığı, vefasız ve sadakatsiz insanlar devamlı kaybederler.
Maya uygarlığı
Maya uygarlığı, Kızılderili Maya halkları tarafından kurulan Kolomb öncesi Amerika uygarlıklardan biridir. Bir Orta Amerika uygarlığı olan Maya uygarlığı, binlerce yıl boyunca Meksika'nın güneydoğusundan, Honduras, El Salvador ve Guatemala'ya kadar uzanan Mezoamerika bölgesinde hüküm sürmüştür. Meksika’nın güneydoğusunda beş devlet kurmuş Mayalar (Campeche, Chiapas, Quintana Roo, Tabasco ve Yucatán), tarihleri boyunca yüzlerce lehçe üretmişlerdir ve bu lehçelerden bazıları günümüzde hâlen konuşulan 21-44
Maya dilinin oluşumunu sağlamıştır.
Bu uygarlık MÖ 600 dolaylarında yükselişe geçmiş, M.S. 3. yüzyılda altın çağına (klasik dönem, M.S. 250-900) adım atmış, kent-devletlerinin siyasi kargaşalar sonucunda çöktüğü M.S. 900'e dek, geniş bir alanda varlığını sürdürmüş ve İspanyol işgaliyle de sona erme sürecine girmiştir. Maya uygarlığı birçok bakımdan sona ermişse de, yaygın inanışın aksine Mayalar yok olmamışlardır, hâlen bu ülkelerde yaşamakta ve Maya dillerinden bazılarını konuşmaktadırlar.
“Eski Mayalar”ın (Mayalar'ın bugünkü torunlarına kıyasla kullanılan deyim) astronomi, matematik, mimari ve sanat gibi birçok alanda ileri bir uygarlık düzeyinde oldukları görülmektedir. Rabinal Achí, Popol-Vuh, Chilam Balam gibi eserlerin bulunduğu Maya edebiyatı bu kültürün yaşamını betimlemektedir. İspanyol işgali 1697’de Itzá Mayaları’nın başkenti Tayasal’ın ve Guatemala’daki Ko'woj Mayaları'nın başkenti Zacpetén’in alınmasıyla tamamlanmış, son Maya devleti ise 1901’de başkentinin (Chan Santa Cruz) Meksika tarafından işgaliyle ortadan kalkmıştır.
Mayaların yurdu üç bölgeye ayrılır: Güneyin “Yukarı Topraklar”ı, güneyin (ya da ortanın) “Aşağı Topraklar”ı ve kuzeyin “Aşağı Topraklar”ı. ”Yukarı Topraklar” Guatemala ve Chiapas’ın irtifa seviyesi yüksek topraklarını kapsar. Güneyin aşağı toprakları “Yukarı Topraklar”ın hemen kuzeyinde yer alır ve Meksika’daki Petén’i (Campeche), Quintana Roo’yu, kuzey Guatemala’yı, Belize’yi ve El Salvador’u kapsar. Kuzeyin “Aşağı Topraklar”ı ise Yucatan Yarımadası’nın kalan kısmını ve Puuc Tepeleri’ni kapsar.
Klasik-öncesi dönemden itibaren olağanüstü yapılar inşa eden ve Nakbé, Mirador, San Bartolo, Cival gibi büyük kentler kurmuş olan Mayaların klasik dönemde kurdukları ünlü kentlerden bazıları Tikal, Quiriguá (her ikisi de Dünya Miras Listesi’ne alınmıştır), Palenque, Copán, Río Azul, Calakmul, Ceibal, Cancuén, Machaquilá, Dos Pilas, Uaxactún, Altún Ha, Piedras Negras’tır. Maya uygarlığının en ilgi çekici anıtları dinsel merkezlerdeki piramitlerdir. Ayrıca yöneticilerin sarayları ve duvar resimleri ve sıvayla süslü soylu kişilerin konutları da ilgi çekici anıtlar arasında yer alırlar. İlgi çekici Maya eserlerinden biri de, usta taş yontuculuklarıyla işledikleri, yöneticilerin şecerelerinin ve askerî zaferlerin betimlendiği, Mayalarca "tetun" (“ağaç-taş”) adı verilen anıtsal dikilitaşlardır. Mayaların ticari malları arasında yeşim taşı, kakao, mısır, tuz ve obsidyen taşı sayılabilir. Ön-Türkler gibi Mayalar da yeşim taşına özel bir önem vermişlerdir.
Buluntular Maya bölgesinin MÖ 10000-11000 yıllarında meskûn olduğunu göstermektedir. Klasik-öncesi döneminin öncesi hakkında büyük bir tartışma hâlen sürmektedir; bu konuda pek fazla keşif ve buluntu olduğu söylenemez.
Arkeologlar tarafından pek rağbet görmeyen bir görüş de James Churchward tarafından ortaya atılmıştır. Churchward’a göre Mayalar yaklaşık 12000 yıl önce (M.Ö. 10000) Büyük Okyanus’un sularına gömülmüş efsanevi Mu kıtasından bu kıtaya göç etmiş bir halkın torunlarıdır. Tezini kısmen, mineralog ve arkeolog olan Dr. William Niven’in 1921’de Meksiko yakınlarındaki Santiago Ahuizoctla kazılarında bulduğu 2600 tablete, kısmen Troano, Dresden gibi Maya el yazmalarına, kısmen de Uxmal tapınağı ve Xochicalo Piramiti yazıtlarına dayandıran Churchward, Asya ve Amerika halkları arasındaki benzerlikleri her iki kıtaya da Mu kıtasından göç edildiğini ileri sürerek açıklamaya çalışır. (Churchward’a göre, Mu’nun batışından itibaren dünya uygarlıklarında bir ilerleme değil, bir çöküş, yani yüksek bir uygarlık düzeyinden gerileme yaşanmıştır.) Söz konusu benzerlikleri açıklamak üzere ortaya atılmış bir başka görüş ise göçün Asya’dan Amerika’ya Bering Boğazı yoluyla yapılmış olabileceğini varsayar.(Konuya ilişkin son bilimsel araştırmalar, tümüyle kanıtlanmış bir kuramı henüz ortaya koymamakla birlikte, Maya dilinin de dahil olduğu Amerindiyen dil ailesinin yaklaşık 16.000 yıl önce Sibirya kaynaklı bir göç dalgasıyla oluştuğu, yani Amerindiyen dil ailesindekilerle Sibirya’da yaşayanların o zamana dek aynı dili konuştuğu sonucuna varmıştır.) Bu benzerlikler üzerinde çalışan isimlerden biri de Doç. Dr. Haluk Berkmen’dir.
Maya bölgesinde klasik-öncesi döneminin öncesinde emin olabileceğimiz bir şey, iklim koşullarının çeşitli hayvan türlerinin ortadan kalkmasına yol açmış büyük değişimlere uğramış olmasıdır. Bu değişiklikler muhtemelen, temel etkinlik olan avlanma konusunda yer değişimine ve yabani meyve, tohum ve köklerin yenilmesine neden olmuştu. Tüm Yucatan Yarımadası’nda soyu tükenmiş hayvan türlerine ve bu döneme ait insan etkinliklerinin izlerine rastlanmıştır; Campeche’deki Industria de la Concepción aletleri ve Loltún’daki mağaralarda bulunan duvar resimleri bu döneme ait insan etkinliklerini gösteren buluntulara örnek olarak gösterilebilir.
“Tarım dönemi” adı da verilen bu dönemin başlangıç ve bitiş tarihleri konusundaki tartışma hâlen sürmektedir. Çünkü bu dönem iyi bilinmemektedir. Klasik-öncesi dönem de kendi içinde üç ana döneme ayrılır: Erken Dönemler (M.Ö. 2500-1000), Orta Dönemler (M.Ö. 1000-400) ve Geç Dönemler (M.Ö. 400-M.S. 250) Bilinen anlamdaki iskan (kent benzeri yerleşim birimi) kalıntılarına Pasifik Okyanusu kıyılarındaki Soconusco bölgesinde rastlanmış olup kalıntılar MÖ 1800 yıllarına tarihlenmektedir. Bu iskan kalıntılarıyla başlayan döneme “erken klasik öncesi dönem” (klasik öncesi erken dönemler) denmektedir.. Bu dönem, yerleşik toplum düzenine geçişle, çömlekçiliğin başlamasıyla ve pişmiş kilden heykelciklerin yapımıyla nitelenir. Maya uygarlığının başlangıcının MÖ 2600 yıllarına dayanmakla birlikte sistemli yerleşim birimleri MÖ 1800'lerde başladığı sanılmaktadır. Klasik-öncesi dönem genel kabule göre M.S. 250 yılında biter ve bu tarihte klasik dönem başlar; Maya tarihini “Maya-öncesi çağı”, “eski imparatorluk” ve “yeni imparatorluk” biçiminde bölümleyen tarihçilere göreyse, eski imparatorluk M.S. 320 yılında başlamıştır.
Fakat, diğer Orta-Amerika uygarlıkları gözönüne alındığında, bu dönemdeki Maya uygarlığının fiziksel ve kültürel genişliği konusunda da tartışma bitmiş değildir.
Klasik-öncesi dönemde Maya dili gelişmiş, Maya halkı deneyim kazanmış ve birkaç büyük kent kurmuştur. Seramik incelemelerinden yola çıkan bir varsayıma göre, bu dönemde bölgenin Pasifik kıyısı (Oaxaca’dan El Salvador’a dek) şimdiki Mixe,Zoque ve Popoluca halklarının atalarınca iskan edilmişti. Bunlar MÖ 1200 yıllarına doğru Meksika Körfezi'ne göç etmişler ve Olmek uygarlığını yaratmışlardır. Bu görüşte olanlar, Meksika Körfezi bölgesindeki en eski seramiğin "Ocós" adı verilen özel stille yapılmış olup Guatemala’nın Pasifik kıyısı kökenli olduğunu ve en eski Olmek eserinden yaklaşık 600 yıl daha eski olduğunu bildirmektedir. Bir başka varsayıma göre de, Olmeklerin torunları Guatemala’nın günümüzde Petén vilayetinin bulunduğu bölgeye göç etmişler, sonradan oradaki yerli halklarla karışarak Ön-Mayalar’ın kökenini oluşturmuşlardır.
Chilam Balam'ın Chumayel metinleri anavatanın neresi olduğunu açıkça belirtmiyorsa da, Mayalar’ın bulundukları topraklara anavatandan yapılan bir göçle geldiklerini doğrulamaktadır. Klasik-öncesi dönem başladıktan sonra, özellikle bu dönemin ortalarına doğru, Mayalar Guatemala’nın Maya bölgesinde, Nakbé (M.Ö. 1000), El Mirador (M.Ö. 600), Cival (M.Ö. 450) ve San Bartolo (M.Ö. 400) kentleri gibi anıtsal kentler inşa etmeye başladılar. Bunlardan San Bartolo kentinde Maya bölgesinin en zarif ve en eski freskleri bulunmaktadır. Olmekler’in ve Mayalar’ın uygarlıklarını birbirlerinden bağımsız olarak geliştirmiş olmaları konusunda hâlen kuşkular varsa da, bu büyük kentler klasik dönemde Mayaları ünlü kılacak özellikleri daha o zamandan içermekteydiler ve bu husus, Mayalar’ın uygarlıklarını Olmekler’den bağımsız olarak geliştirmiş olmaları tezini güçlendirmektedir.
Sonraları, klasik-sonrası döneminde bazı gruplar Guatemala’nın bu kentlerin bulunduğu Petén bölgesinden kuzeye (Yucatan’a doğru) göç etmişler, bazı gruplar ise yerlerini terketmemişlerdi; bazı Maya kabilelerinin (İtza, Xiú, Tu, Tzotzil, Tzeltal, Lacandon) farklı olması da bu göçle açıklanır. Bu kabilelerden her biri, ortak özellikleri korumuşsa da, farklı bir lehçe geliştirmiştir.İspanyol işgali sırasında bu gruplardan her biri kültürel olarak melezleşirken gelenekleri bakımından kendine özgü bir yapı kazanmıştır.
Yakın zaman önce Peten bölgesindeki Mirador, Cival gibi kentlerde yapılan keşiflere rağmen, kimileri hâlen Maya halkının pek çok öğeyi Olmek kültürünün yaşam tarzından örnek aldığını ileri sürmektedir. Bu keşiflerin gösterdiği gibi Mayalar daha o dönemde şehirciliği, devlet örgütlenmesini ve doğayla uyumlu bir biçimde yaşamasını biliyorlardı. Pasión ırmağı kıyılarındaki ve Cuenca del Mirador’daki MÖ 2750 yılına tarihlenen mısır polenleri örnekleri ilk tarımcıların bölgeye bu tarihte geldiklerini ortaya koymaktadır.
Bölgeye gelen bu tarımcılar gerek Altos’ta yaşayanlarla gerek Guatemala’nın Pasifik kıyısındaki Abaj Takalik (M.Ö. 1000), Kaminaljuyú(M.Ö. 800) ve El Salvador (M.Ö. 900) gibi şehirlerde yaşayanlarla gerekse Meksika Körfezi kıyılarında yaşayanlarla ilişkiler kurmaya başladılar. Böylece, MÖ 1000 yılına doğru, gitgide artan nüfus, bölgenin orta kısmının tamamına da yayılma gösterdi ve buna paralel olarak bazı gelişmeler yaşandı. Bu gelişmeler arasında, |
bölgenin tamamında şehirciliğin gelişmesi, ileri tarım sistemlerinin kullanılmaya başlanması, artan nüfusu denetleyebilen bir tür siyasi örgütlenmenin oluşması sayılabilir. Bu “öncü” siyasi örgütlenmede soyluların ve din adamlarının otoriter konumda oldukları bir hiyerarşi söz konusuydu. Mesleki iş bölümü de ortaya çıkmıştı: Tarımcılık, avcılık, balıkçılık, meyvecilik, çömlekçilik, taşçılık (taş sanayii), tekstilcilik ve din adamlığı. Toprağın işlenmesinde mısır, fasulye, kakao ve balkabağı ekimine öncelik verilmişti; avcılık, balıkçılık ve meyvecilik ikinci planda tutulan, tamamlayıcı etkinlikler konumundaydı. “Klasik-öncesi” dediğimiz dönem bu yüzden “tarım dönemi” olarak da adlandırılır. Bu dönemde öte-alem yaşamını kabul eden, ölüler kültünü içeren bir din görülmektedir.
Arkeolojik bulgular Mayalar’ın yaklaşık 3000 yıl önce törensel yapılar inşa ettiklerini göstermektedir. Maya uygarlığının, komşusu denilebilecek, klasik-öncesi dönemde yeşermiş bir başka Orta Amerika uygarlığı olan Olmek uygarlığına kıyasla sınırları ve farkları konusunda tartışma sürmektedir. Eski Mayalar ile Olmekler, Olmekler'in varlığı süresince birbirlerinden etkilenmişlerdir.
En eski anıtların tümülüs tarzı yığma mezarlar olduğu, daha sonra ilksel (öncü) piramitlerin inşa edildikleri sanılmaktadır. Olmek uygarlığının Maya uygarlığı üzerindeki etkisinin klasik-öncesi dönem boyunca giderek azaldığı ve MÖ 3. yüzyılda bu etkinin tümüyle ortadan kaybolduğu görülmektedir. Bununla birlikte Orta Amerika’nın pek çok halkının onların temel özelliklerini alıp kendi kültürlerine katmış oldukları söylenebilir (ölüler kültü, mimari, anıtsal heykeltıraşlık, ateş ve su ilahları kültü vs.)
Klasik-öncesi dönem kendi içinde, erken klasik-öncesi, orta klasik-öncesi ve geç klasik-öncesi olarak üç ara döneme ayrılır. Geç klasik-öncesi dönemde tüm Orta Amerika’da kaynağı Olmek mirasına dayanan dinsel kültür geleneklerinin türediği görülür. Mayalar’ın Olmekler’den almış oldukları başlıca sistemler yazı, sayı sistemi ve “Uzun Hesap” ("Cuenta Larga") denilen takvim sistemidir.
Geç klasik-öncesi dönemde kurulan kentler arasında, Santa Marta (Chiapas); Olmek etkisindeki Chiapa de Corzo, Tonalá, Padre Piedra, Izapa; Edzná, Xicalango, Tixchel, Santa Rosa Xtampak (Campeche); Yaxuná, Acanceh, Dzibilchaltún (Cibilçaltun okunur, Yucatán); El Trapiche, Casa Blanca, Laguna Cuzcachapa, Las Victorias, Bolinas (Chalchuapa); Guatemala’nın güneyindeki Kaminaljuyú sayılabilir. Bu sonuncu kentin sakinleri M.S. 400 yıllarında Meksika’nın orta kısmından, güçlü Teotihuacan kentinden gelen savaşçı bir kavimce istila edilene dek, Orta Amerika’nın diğer güçleriyle birlikte bölgenin ticari ilişkilerini denetimlerinde bulundurmuşlardır. Teotihuacan’ın askeri ve kültürel etkisi o zamandan beri tüm Maya kültüründe hissedilmiştir.
Bu dönem M.S. 250 ile M.S. 900 yılları arasında yer alır; Maya tarihini “Maya-öncesi çağı”, “eski imparatorluk” ve “yeni imparatorluk” biçiminde bölümleyen tarihçilere göreyse, "eski imparatorluk" M.S. 320 yılında başlamış, M.S. 987 yılında sona ermiştir. Bu dönem inşaatte, şehircilikte, anıtsal yazıtların kaydedilmesinde ve birçok alanda Maya uygarlığının dorukta bulunduğu ve zihinsel ve sanatsal alanda büyük bir gelişimin yaşandığı dönemdir.. Bu dönemde Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerindeki toplumlara kıyasla birçok bakımdan ileri bir düzeyde idiler. Bu döneme teokratik dönem de denir. Dönemin bu adı almasının nedeni siyasi gücün dinsel grupların elinde bulunmuş olması, tüm ekonomik, kültürel ve sosyal yaşamın dini eksen alarak gelişmiş olmasıdır. Din adamı grupları, klasik dönemin Maya devletlerinin yönetimi üzerinde, yani yöneticileri üzerinde daima önemli bir nüfuz gücüne sahip olmuşlardır. Ayrıca bir de soylu sınıfı bulunmakla birlikte, gücü ellerinde tutan muharip sınıftı (komutanlar). Din adamları yönetim üzerinde etkili olmakla birlikte, asla yönetici olmamışlardır; Mayalar’ın yöneticilerinin din adamları olduğu imajı kentlerin birbirleriyle sürekli savaş halinde olduğunun anlaşılmasıyla yıkılmıştır. Bu dönemde temel ekonomik etkinlik tarım olduğundan söz konusu sosyal sınıflaşmada tarımcılar sınıfı da yerlerini almışlardır. Bu dönemde deniz ticaretinin de gelişmiş olduğu sanılmaktadır. Bulgular, Mayalar’ın Orta-Amerika’lı olmayan halklarla da ticaret yapabilmiş olduklarını göstermektedir; örneğin Chichen Itza’da Panama altını bulunmuştur. Bu döneme ait arkeolojik sit alanları içinde en tanınanları şunlardır: Tikal, Uaxactún, Piedras Negras,Cancuén, Caracol, Yaxhá, Naranjo, Xultún, Río Azul, Naachtún, Dos Pilas, Machaquilá, Aguateca, Palenque, Yaxchilán (okunuşuyla Yasçilan), Kankí, Bonampak, Quiriguá , Tulum, Edzná, Oxquintok, Ceibal, Xamantún, Copán (okunuşuyla Kopan), San Andrés, Yaaxcanah, Cobá, El Cedral, Ichpaatún, Kantunilkín, Kuc (Chancah), Kucican, Tazumal, Las Moras, Mario Ancona, Muyil, Oxlakmul, Oxtancah, Oxhindzonot, Pasión de Cristo, Río Indio, San Antonio III, Nohkuo Punta Pájaros, San Manuel, San Miguel, Punta Molas, Tamalcab, Templo de las Higueras, Tupack, Xlahpak, Tzibanché ve Kohunlich.
Petén bölgesinin bu dönemde etkinliği artmış iki önemli merkezi Uaxactún ve Tikal’dir. Bunlardan Tikal’in (Guatemala) 25 km kuzeyinde yer alan Uaxactún (M.Ö. 600 –M.S. 889) bölgedeki en eski Maya tapınağının bulunduğu ve “sahte kubbeli tavan”ın varlığının ilk gözlemlendiği sit alanıdır. Günümüzde bir orman içinde kalan Tikal (M.Ö. 800 –M.S. 869) ise Teotihuacan etkisi göstermekte olup en parlak zamanında 100.000’e varan nüfusuyla “geç klasik dönem” Amerika’sının en büyük kenti olmuştur. (Maya kentlerinin nüfuslarının genellikle 5.000 ile 50.000 arasında olduğu sanılmaktadır.)Meksika Körfezi’ne ve Karayip Denizi’ne dökülen ırmak sistemlerinin ortasında bulunan bu merkez, karmaşık bir ticari ağa bağlı olup stratejik bir öneme sahip olmuştur.
Honduras’taki, M.S. 736’ya doğru en parlak devrini yaşayan Copán kenti ise Maya dünyasının bilimsel merkezi olmuştur. Gökbilimnin son derece ileri olduğu bu merkezde "tropikal yıl"ın süresi saptanabiliyordu, takvim konusunda günümüzde kullanılanlar kadar kesin sonuçlar verecek sistemlere ve tutulma tablolarına sahip bulunuyorlardı. Eric Wolf, “"Orta Amerika halkları ve kültürleri"” eserinde Copán’da Mayalar’a özgü olmayan ilah "Tláloc" tasvirlerine rastlandığını belirterek, Copán kenti gibi diğer Maya kentlerine de bu dönemde Maya’lara özgü olmayan yabancı öğelerin girmiş olduğuna dikkat çeker.
Campeche’deki (Meksika) Calakmul ve Quintana Roo’daki (Meksika) Cobá kentleri de bu döneme aittir. Calakmul’da 100’den fazla stel (dikilitaş) keşfedilmiştir ve M.S. 623’te parlayan Cobá ise Yukatan Yarımadası’nın kuzeydoğusundaki teokratik merkezden daha eski olan bir teokratik merkezi oluşturmuştur.
Beş gölün kıyılarında yer alan Cobá milattan sonraki ilk yüzyıllarda, temel etkinliği tarıma dayalı, küçük bir yerleşim birimi olup kırsal kesime özgü bir sosyal yapılaşmaya sahipti. M.S. 400 ile M.S. 1000 yılları arasında nüfusunun artmasına paralel olarak ekonomik ve siyasi gücünü arttırdı ve önemli bir törensel merkez haline dönüştü. Meksikalı arkeolog Antonio Benavides makalelerinde Cobá’daki yaşamı ayrıntılı olarak betimlemektedir. 100 km.²’ye yayılmış bu yerleşim biriminin merkezi yaklaşık 2 km.² kadar bir alanı kapsıyordu. Gelişmiş bildirişim yöntemleri olmakla birlikte, ekonomik ve siyasi denetimin sağlanması için bölge gelişmiş bir yol ağıyla irtibatlandırılmıştı. Bu bölgedeki yolların yapımına M.S. 600 ve 800 yıllarında başlanmış olmalıdır. Bu yüzyıllar aynı zamanda, Cobá’da çeşitli dikilitaşların dikildiği ve şehirciliğin inşaat alanında gelişmeler yaşadığı yüzyıllardır. Üç törensel bina grubu yine bu dönemde yapılmıştır: Nohoch Mul, Chumuc Mul ve Macanxoc. Nüfusu o zamanlar 70.000’e ulaşan Cobá, 1000 yılına doğru Yucatan Yarımadası’nın orta kısmının, doğu kıyısının ve kuzeyinin ticaret yollarını kontrolünde bulunduruyordu. Bir kıyı kenti olmayan ve Tulum kentinin 50 km.kuzeyinde bulunan Cobá, ayrıca, Fernando Robles’in belirttiği gibi, Honduras’la olan ticaret yolu üzerinde Xel-Há limanını denetiminde bulunduruyordu.
Maya kentlerinden Palenque’de, Palenque Harabeleri arasında “Yazıt Tapınağı” diye bilinen bir tapınak bulunmaktadır. 65 metre yüksekliğindeki Merdiven Piramidi’nin üzerinde duran ve bu yapının geniş taş tabakalar halinde yapılmış bir tabanı vardır. 1952’de bu tabakların altında eksiksiz bozulmamış bir mezar keşfedilir. Mezarın içindeki çürümüş cesedin yüzünü çok zarif mozaik bir yeşim maske kaplamaktadır. Ceset, tahta 12 yaşında çıkan ve M.S. 683 yılında 80 yaşında ölen, Güneş Lordu Pacal isimli Mayalar tarafından çok sevilen bir krala aittir. Bu hazinenin ender güzelliği yanı sıra daha şaşırtıcı olan diğer keşif mezarın kapağıydı. İsviçreli yazar Erich von Daniken kapağın ortasındaki figürün uzaygemisini yöneten bir uzaylıyı temsil ettiği teorisini ortaya atmıştır.
Bu dönemde Yaxchilán, Bonampak, Piedras Negras ve Chiapas ormanındaki Palenque gibi merkezleri olan Maya uygarlığının en parlak dönemi M.S. 695 ile M.S. 799 yılları arasındaki dönemdir. Üstteki ilk üç kentin bulunduğu bölgede Mayalar’ın birbirleriyle de savaştıklarını gösteren ilk izler bulunmuştur. Bu bölgedeki kentlerde savaçılardan, savaşlardan, tutsak alabilmek üzere düzenlenen akınlardan söz eden betimlemeler bulunmaktadır. Campeche’deki Becán tahkim edilmiş Maya kentlerine örnek olup kuru bir hendekle çevrili bulunmaktadır.
Teokratik döneme ilişkin bir başka konu da Maya dini ile Orta Meksika, özellikle Teotihuacan arasında M.S. 5.-7. yüzyılda yaşanan sıkı ilişkidir. Teotihuacan bu dönemdeki Maya merkezlerini savaş, siyasi otorite ve bilhassa kültürel etkiler ve doğal kaynaklar (temel ticari mal olan kakao) yoluyla denetiminde bulundurmuştur. Durum kısaca, “Maya kültürü Teotihuacan etkisini içine aldıktan sonra kendi gelişimine devam etmiştir” biçiminde de özetlenebilir. Tikal’de ve Kaminaljuyú’daki bina ve dikilitaşlarda bulunan bazı buluntu ve metinlerin yakın zaman önce yapılan incelemeleri, Teotihuacan’da yaşayanlar |
ile Mayalar arasında savaş yapıldığını ortaya koymuştur ki, bu da o dönemde gücün muharip sınıfın elinde olduğunu ortaya koymaktadır.
9. ve 10. yüzyıllar arasında uzmanların henüz inandırıcı bir şekilde açıklayamadıkları gizemli olaylar olmuştur. Mayalar, bir tür imparatorluk kurdukları bölgenin merkez kısmındaki, Teotihuacan gibi dinsel ve törensel bakımdan da merkezî olan kentleri bilinmeyen bir nedenle terk etmişlerdir. Kimi kentlerde bu ayrılış o kadar ani olmuştur ki, inşa halindeki yapılar yarım kalmıştır. Teotihuacan’ın, sakinlerince aniden terk edilerek önemini yitirmesinin kuşkusuz bu kente sıkı biçimde bağlı bulunan merkezlerin üzerinde etkileri olmuştur. Dolayısıyla, klasik dönemin ardından, özellikle 925 ile 975 yılları arasında bir duraklama dönemi görülür.
Maya teokratik merkezlerinin çöküşü ve ortadan kayboluşu hakkında pek çok varsayım ortaya atılmıştır ki, bunlar çöküş ve kayboluş tarihlerine ilişkin olarak genellikle 750 ile 900 yılları arasını işaret ederler. Bu çöküşü açıklamak üzere ekolojiyle ve iklim değişiklikleriyle ilgili çeşitli varsayımlar ortaya atılmıştır. Bir varsayım, Mayalar’ın kullandığı tarım ürünleriyle ormanı tahrip etmelerinin ardından yaşanan ekolojik çöküşün dine veya dinsel merkeze etkilerde bulunmuş olabileceğini varsayarken, bir başka varsayım nüfusun aşırı artmasının toprak ve besin üretimi üzerinde aşırı baskı yaratmış olabileceğini varsayar. Mayalar’ın 200 yıl süren bir kuraklık geçirmiş olması da varsayımlar arasında bulunur. Bu varsayımlar muhtemelen doğru olsalar da, teokratik merkezlerin yok oluşunu açıklamaya yeterli görünmemektedirler. Teotihuacan’ın ve ona bağlı törensel merkezlerin boşaltılmasının ardından yaklaşık yüz yıl boyunca Maya merkezleri çeşitli krizlere düşmüşler, boşalmışlar ve orman tarafından istila edilmişlerdir. Geç klasik dönemin sonunda yaşanılan bu çöküşte, özellikle M.S. 751 ile 790 arasında varolan ittifaklar bozulmaya başlamış, komşu kent devletleri arasında ticaret azalmış ve ihtilaflar artmıştır. Klasik dönemin sonlarına doğru Meksika unsurlarının bölgeye sızmasının arttığı görülür. Kimi araştırmacılar bu unsurların bölgeye Nahuatl dilini konuşan Toltekler’le taşınmış olabileceğini düşünmektedirler. Orta Meksika’da eski uygarlıkların çöküşüyle yaratılan boşluğu Toltekler doldurmuştur. Chichimec'lerle (Çiçimek okunur) akraba oldukları söylenen Toltekler, önce Tula (Nahuatl dilinde "Tollan") adı verilen kente yerleştiler. Liderleri Quetzalcoatl unvanını taşıyan Topiltzin’di.
Klasik dönemin Maya törensel merkezlerinin terk edilmesinin ardından 1000 ile 1687 yılları arasındaki dönemde sahneye göç eden bir halk çıkar; bu halk etnik bakımdan bölgede yerleşik Mayalar olmakla birlikte, kültür bakımından, Nahuatl içeriği baskın, melez bir halktır. Putún ya da Maya-chontal denilen bu halk Tabasco’nun güneyinde yapılanır ve gerek Orta Meksika halklarıyla gerekse Maya bölgesinin sınırlarında (örneğin Xicalango’da) yerleşik Nahua gruplarıyla yakın ticari ilişkiler kurarlar. Putunlar, çöküşün yaşanmış olduğu bölgenin istikrarsız durumundan yararlanarak, bölgede hakimiyetlerini kurar ve yeni bir yaşam tarzı başlatırlar.
Putunlar’ın geldikler yer ırmakların, derelerin, lagünlerin (deniz kulağı) ve turba bataklıklarının bulunduğu, dolayısıyla su taşımacılığının ön planda olduğu, Usumacinta ve Grijalva ırmaklarının oluşturduğu deltaydı. Bu özellik, Putunlar’ın mükemmel denizci ve dolayısıyla tüccar olmalarını sağlamıştı. Böylece Putunlar Campeche’deki Laguna de Términos‘tan Honduras’taki Sula’ya kadar, Yucatan Yarımadası’nın çevresindeki deniz ticareti yollarını denetim altına aldılar. Pasión ırmağının güneyinde yerleşen Putunlar, topraklarına “kanoların yeri” anlamında "Acalán" (Akalan okunur) adını vermişlerdi. Putunlar'ın iki merkezleri vardı: Biri Champotón ırmağının döküldüğü yerde bulunan Potonchan ya da Putunchan (Putun-çan okunur) diğeri Términos lagününe dökülen şimdiki Candelaria ırmağı yakınındaki Itzamkanac. Fakat ilk merkez Potonchan olmakla birlikte, Acalán’ın başkenti Itzamkanac idi. Zoque halkıyla ve Chiapas’ın “Yukarı Topraklar”ında yaşayanlarla ilişki kurarak ticareti elinde tutan Potonchan’dı. Buna karşılık ırmağın yukarı kesiminde bulunan Itzamkanac önemli bir takas limanı olmuş ve Términos lagünündeki büyük ticari merkez Xicalango’yı denetimine almıştı. Bu ticari yollar üzerinde Cozumel, Xel-Há, Bahía de la Ascención ve Polé (Quintana Roo) gibi birçok liman kurdular. Putunlar’ın bu limanlara hakim olan koluna " Itza" (İtsa okunur, “fasılalarla ses çıkararak konuşanlar” anlamına gelir) adı verilir.
Polé’den hareketle İtzalar 918’de Chichén’i fethettiler ve o zamandan itibaren bu kent Chichen Itza (okunuşuyla Çiçen İtsa) adını aldı. 950’ye doğru Bakhalal (Bakalar) ve Chactemal’a (Chetumal) kadar tüm doğu bölgesine hakim oldular. Putunlar’ın bölgeyi denetimleri altına alan Itza kolu ardından, Campeche’deki Meksikalı komşularıyla iletişim kurdular. Bir rivayete göre, Itzalar’ın Chantal (Çantal okunur) dilini konuştukları kadar Nahuatl dilini de konuştukları, “Meksikanın merkezi”nin derin etkilerini bünyelerine almış oldukları ve Mayalar’da Kukulkan adıyla bilinen Quetzalcoatl’ı karşıladıkları söylenir. Geleneksel Quetzalcóatl (Ketsaal koatl okunur, Nahuatl dilinde “ketsal-koatl” okunur) efsanesinin düzmece bir versiyonu olabilecek bu rivayete göre, Quetzalcóatl Tula’dan kaçmıştı ve Chantal dilini konuşanlarla ittifak kurararak onların 987’de Chichén Itzá’yı fethetmelerini sağladı. (Quetzalcóatl ya da Kukulkan, çeşitli Toltek, Aztek, Maya ve İnka metinlerine göre, bir ilah olmasının yanı sıra, insanlarla bir süre yaşamış, onlara doğru yolu gösterdikten ve uygarlığı öğrettikten sonra göklere geri dönmüştür.)
Tarihsel Quetzalcóatl’ın Tula'dan kaçıp Yucatan’a gelişine Enrique Florescano, Leonardo López Brillent ve Alfredo López Austin gibi yazarlar kuşkuyla bakmaktadır. Her şeyden önce, tarihlerde uyuşmazlık bulunmaktadır. İkinci olarak, benzer kanıtlar Mixteco (Misteko okunur) ve Tarasco soylularının ve daha sonra Meksikalılar'ın sosyal yapıda kendi konumlarını korumak (statükoculuk) amacıyla bu rivayeti uydurmuş olabileceklerini göstermektedir. “Erken klasik-sonrası dönem”in Orta Amerika toplumlarının içinde bulundukları durum gözönüne alındığında, sanatsal öğelerle süslü bu kaçış rivayeti, savaş için kullanılabilecek bir motivasyon hikâyesi olarak yorumlanabilir. Bu dönemdeki Maya sanat ve mimarisinde Toltek etkileri görülür.
1000 yılına doğru Chichén Itzá kenti Mayapán’da yaşayan Cocom’larla ve Uxmal’da yaşayan Xiu’larla ittifak yaptı. “Mayapan Konfederasyonu” adıyla bilinen bu ittifak 1194’de Cocom’ların lideri Hunacc Ceel tarafından bozuldu. Savaşlarda kaybeden taraf Itza’lar ve Xiu’lardı. Böylece Maya-Toltek kökenli liderlerin önderliğinde ilerleyen Itza’larda yükseliş durdu ve karışıklıklar baş gösterdi. Itzalar kentlerini terk edip Petén bölgesinin ormanlarına yöneldiler ve Petén Itzá Gölündeki Tayasal Adası'nda yeni bir kent kurdular.
Mayapán’ın üstünlüğü 1441’e kadar sürdü. Bu tarihte Uxmal Xiu’larının lideri Ah Xupan Xiu, Mayapán kentini alarak Cocom’lara son verdi. Mayapán’ın nüfusu en parlak döneminde 12.000’i bulmuştu. Mayapán taş duvarlarla tahkim edilmiş bir kentti. Mimarisinde Toltek etkileri açıkça görülmektedir. Eric J. Thompson “Yukatan Yarımadası’nın Doğu Kıyısı Sakinleri” adlı eserinde bu dönemi ayrıntılı olarak işlemektedir.Mayalar’a ait tarihsel kayıtlar bölgede Mayapán egemenliğinin olduğu dönemde (1200-1480) Putun’ların Bakhalal ve Chactemal bölgelerinde nüfuzlarını koruyabildiklerini bildirmektedir. Bu durumda Tabasco’nun güneyindeki kentlerini terk edip Potonchán’a dönüşlerinin nedeni henüz açıklığa kavuşmamış görünmektedir.
Mayapán'ın çöküşünün ardından Yucatan Yarımadası rekabet halindeki 16 beyliğe bölünmüştür. Xiu’lar ile Cocom’ların asla ateşkes yapmadan sürekli savaşmalarının bir mirası olarak, onlar da, aralarında sürekli savaşıp durmuşlardır. İşte ilk İspanyollar geldiğinde bölgenin durumu bundan ibaretti. Hernán Cortés’in 1542’de bölgeye ayak basmasından itibaren birçok başarısız girişimden sonra, nihayet 1697'de son Maya ve Orta Amerika kentleri de istila edildi. Bu son kentler Itza’ların Tayasal kenti, Ko'woj’ların Zacpetén kenti ve Yalnain’lerin Queixil kenti idi.
Mayalar’da temel besin maddesi mısırdı (Maya dilinde "ixim"). Mısır’dan çeşitli içecekler (örneğin "atole") elde ediyor ve hamurundan (Aztek dilinde "nixtamal") "tamal" denilen börekler ve gözlemeye benzeyen etli küçük börekler yapıyorlardı. Bu böreklerin içine et, sebze ya da her ikisi birlikte konurdu. Diğer önemli besin maddelerinin kaynağı kakao idi; tohumundan sağlanan hamur, maddi durumu süt alabilmeye müsait olmayanlarca suyla karıştırılarak bir içecek (çikolata, Nahuatl dilinde" xocolatl") elde edilirdi.
Suyu saf haliyle içmeye alışkın değillerdi, suyu genellikle mısırdan, meyvelerden ve diğer hammaddelerden elde edilenlerle karıştırarak içerlerdi. Törenlerde kullanılan "balché" (mayalanmaya tabi tutulmuş alkollü içecek) adlı içkiyi balché ağacının ("Lonchocarpus violaceus") kabuğu ile su ve balın karışımından elde ederlerdi. Yine törenlerde kullanılan "sakab" adlı içkiyi ise mısır ve baldan elde ederlerdi. Tanınmış Maya yemeklerinden "pozole", "atole" ve "pinole" içeriğinde yine çeşitli şekillerde mısırdan elde edilmiş içecekler bulunmaktadır. Bütün bu içecekler fincanlara konurdu ve içi boşaltılmış kabaklarda (Maya dilinde "chú") taşınırdı.
Çok tüketilen diğer ürünler arasında ısırgan (vitamin bakımından çok zengindir), sakız (Manilkara zapota ağacından elde edilirdi), tuz, fasulye, "Capsicum chinense" biberi ve hem çiçeklerinden, hem tohumlarından ve hem de meyvesinden yararlanılan helvacı kabağı ("Cucurbita maxima") sayılabilir.
Mayalar’ın tanıdığı, Maya bölgesinin faunasında hayvanlar arasında, kızıl geyik, pekari, armadillo, denizineği, tavşan, "çıplak Meksika köpeği" (Xoloitzcuintl),tapir, bayağı yaban domuzu, maymun, sülüngiller, güvercingiller, hindi (kuş), iguana, balık, istiridye, ve diğer kuş ve memelile |
r sayılabilir. Bu hayvanların bazılarından besin maddesi olarak yararlanıyorlar, bazılarını da ayinlerde kurban ediyorlardı.
Mayalar'ın evlerde yaşama düzeninde alışılmış tek aileli evlerin (tek ailenin bireylerine mahsus ev) yanı sıra “çok aileli ev”ler (aralarında kan bağı olan, sosyal konumları önemli kişilerin bir arada yaşadıkları ev) de görülür. Tek aileli evlerin örneklerine Tulum arkeolojik sit alanında, çok aileli evlerin örneklerine de Kohunlich’de rastlanır.
Evlerde inşa maddesi olarak tahta, taş ve bir tür harç kullanılmaktaydı. Konutlar esas olarak üç kısımdan oluşurdu; yatak odası, mutfak ve ambar. Bunlara kimi zaman çalışma odası (atölye) ve banyo eşlik ederdi. Bu yapılaşmanın tipik örneklerine Joya de Cerén’de rastlanır. Somyalar duvarlara tutturulurdu, şilteler pamukla doldurulurdu. (Hamak, Haiti Karayiplileri’nin icadı olup bölgeye İspanyollar’la gelmiştir.) Bazen de "yer yatakları" üzerinde uyurlardı. Bu tür odalarda havalandırma ve aydınlık pek olmazdı, çünkü pencere bulunmazdı. Odalar genellikle uyumak ve eşya veya malları saklamak üzere kullanılırdı. Evler genellikle, meyve ağaçları olan bahçelere sahipti. Rahipler ve soylular ise kent merkezindeki kalelerde, piramitlerde ve tören tapınaklarında ikamet ederlerdi.
Halkın büyük bir kısmı zamanlarını tarım etkinliklerine ayırırdı; bu yüzden tarlada çalışma koşullarına uygun giysiler giyerlerdi. Giyim, sosyal düzeye de bağlıydı. Çoğunluk genellikle sade giysileri tercih ederdi. Kadınlar genellikle bir "huipil" (Orta Amerika’ya özgü, işlemeli,renkli motiflere sahip bluz) ya da bir etek ve manto, erkekler "patí" denilen bir kısa pantolon giyerlerdi. Buna karşılık, ayaklarında deri sandal olan, değerli taşlar ve tüylerle süslü, desenleri zengin, ihtişamlı giysiler giyen soylular, sedefle ve değerli taşlarla süslü ağır kemerler, kolyeler ve başlarına tüylerden yapılmış takılar takarlardı. Soyluların giydikleri diğer giysiler, denizkabuklularıyla veya salyangoz kabuğuyla süslü, geometrik desenlere sahip, jaguar derisinden veya pamuktan yapılma ceketler, uzun veya kısa mantolar ve eteklerdir. Ayrıca, rahipler ve bazı soylular, yeşim taşından, kuvarsdan ve altından yapılma son derece büyük kulaklıklar (kulak takısı), buruna takılan halka türü takılar, bilezik ve yüzükler takarlardı. Kimi zaman alt dudağın altına da bir takı takmayı ihmal etmezlerdi.
Diğer aksesuarlar arasında, şapka, taç, konik bere, baş örtüsü ve pampa otu ("Cortaderia selloana") sayılabilir. MÖ 900 yıllarına kadar kutsal yerlerde ve birçok sahada çok sık kullanılan yeşim taşı, sonraları kaybolmamakla birlikte, kuyumculukta, özellikle altın işlemede kullanılmaya başlanmıştır.
Bonampak duvar resimleri zenginlik ve şatafat gösteren bu giysilerin törenlerde olduğu kadar savaşlarda da kullanılabildiğini göstermektedir. Bu resimlerde savaşçıların vestiyere astıkları silahlar, kalkanlar, zırhlar ya da koruyucu yeleklerin gayet süslü oldukları görülmektedir. Giysilerini boyamak üzere kullandıkları renklendiricilerden en önemlilerinin kaynakları şunlardı:
Ayrıca göğüs kol ve bacaklara dövme yapılabiliyor, vücuda süsleme amaçlı yaralar açılabiliyor (scarification) ve delinen dişlere kesilmiş yeşim, obsidyen ve pirit gibi değerli taşlar yerleştirilebiliyordu. Ancak dövme ve deride süsleme amaçlı yaralar açma din adamlarına, beylere ve komutanlara mahsustu. Bu konularda, enformasyon kaynaklarının hatırı sayılır bir kısmı koloni döneminde bölgede yaşamış İspanyol Diego de Landa’ya dayanır. Bölgede kaldığı süre boyunca Maya belgelerinin çoğunu yok etmiş olmasına karşın, sonunda Maya uygarlığı üzerine bir kitap yazmıştır.
Kadın toplumda önemli mevkilerde bulunabilmiş, hatta birkaçı yönetici olmuştu. Aile ekonomosinde kadının rolü büyüktü; seramikleri onlar imal ediyor, yontuları onlar tasarlıyor, giysiler için pamuğu onlar dokuyordu. Aynı zamanda hayvan yetiştiricilikle ve dinsel bayramlarda tüketilecek yiyecek ve içecekleri hazırlamakla meşguldüler.
Hazır bulunmaları gereken birkaç bayram haricinde, insan kurbanının olduğu bayramlarda yer almazlardı. “Kendini kurban etme” (“autosacrificio”) törenlerinde klasik-sonrası dönemde kadınların yer almamasına karşın, klasik dönemde bazı itibarlı kadınların yer aldıkları görülür. Kısaca, Maya kadınının toplumdaki etkinlikleri gözönüne alındığında, pek çok kültürde görüldüğü gibi yalnızca ev ve aileyle meşgul bir kadın olmadığı anlaşılmaktadır.
"Kamnicté" denilen evlilik, babaların düzenlemesiyle, ekonomik nedenlerle veya ittifak amacıyla yapılırdı. Ayrıca yeni evli damat, bir süre kayınpederinin emrinde yaşardı ki bu süre kimi zaman 5 yıla kadar çıkardı.
Silvanus G. Morley tarafından Yucatan Mayaları üzerinde sürdürülen bir araştırma, ortalama boylarının 154.61 cm. ile 142.65 cm. arasında, ağırlıklarının 52.86 kg ile 50 kg arasında ve kafa indisinin (cephalic index) 85.8 ile 86.8 aralığında olduğunu ortaya koymuştur. Arkeolojik ve etnoğrafik kanıtlara göre, Mayalar geniş kafalı (brachycephalic), gaga burunlu, siyah ve düz saçlı ve hafifçe Asya’lıları andırır biçimde badem gözlü idiler. Boyunları kısa, omuzları genişti.
İspanyol işgali öncesinde büyük kentlerde yaşam, bugünkü modern kentler gibi, son derece karmaşıktı. “"Mayalar, Zamanın Çocukları"” adlı makalesinde Howard LaFay şöyle yazar: “Bu dönemde, ormanın huzur verici havasında düzenlenen ezoterik ayinlerden nasibini alan, tarımla uğraşan, barışçı sade Maya insanı imajı artık kaybolmuştu. Yerine yaşam dolu, savaşçı ve daha ileri tarım teknikleri kullanan bir halk gelmişti. Vikingler gibi, cesaretle istilalara kalkışıyor ve ticaretle uğraşıyorlardı.”
Maya toplumu bir sosyal sınıflaşma içinde yapılanmıştı. Bu sınıflaşmanın tepesinde "almenehoob" (“babaları ve anneleri olanlar”) denilen soylular bulunuyordu. Siyasi ve dinsel makamlara yerleşmiş bu ayrıcalıklı sınıf iktidarı ve otoriteyi tekeline almıştı. Beyliğin "halach uinik" (alaç uinik okunur) adı verilen en üst yöneticisi dünyevi ve ruhani işlerde mutlak iktidar sahibiydi. Ona "ahau" da denirdi, amblemleri yuvarlak kalkan, birçok uygarlıkta olduğu gibi asa idi; bu asa yılan başlı antropomorf bir yaratık biçimindeydi. Halach Uinik makamı, silsilevi olarak babadan en büyük oğula geçerdi. Halach Uinik aynı zamanda "batab" ’dı, yani yaşadığı kentin mahalli başkanıydı ve beyliğin diğer kentlerinin "batab" ’ları (çoğulu "bataboob") onun komutası altındaydı. Yüce şef olarak vergi ona verilirdi, komutanları toplantıya o çağırır ve siyaseti belirlerdi.
Savaşta her "batab" kendi askerlerine komuta ederdi. Fakat bir de "nacom" denilen, üç yıl görevde kalan, bir başkomutan vardı ki, "nacom" doğrudan doğruya "halach uinik" ’e hesap verirdi. Kademede" batab" 'lardan sonra, "ah cuch caboob" denilen kentin mahallelerinin idaresinden sorumlu olan yöneticiler bulunurdu. Bunlar kimi zaman delege olarak "batab" ’a eşlik eder ve ona, ayrıca, onun sözcüsü ve habercisi olarak da hizmet ederlerdi.
Bunlardan başka, ayrıca "popolna" ve "ah holpop" adı verilen, sosyal ve törensel meselelerden sorumlu memurlar bulunurdu. Memurlar kategorisinde en alt düzeyde olanlar, düzeni sağlayan ve yasanın yerine gelmesini gözeten, bir tür polis denilebilecek "tupil" ’lerdi.
"Ahkin" (çoğulu "ahkincob") adı verilen din adamları sınıfı "batab" ’larla aynı kategoride bulunurdu. Din adamlığının kuşaktan kuşağa geçişinde de ailevi silsile izlenmekle birlikte, bazı soylu ailelerin bireyleri din adamı olabiliyordu. Dinsel hiyerarşinin başında "ahuacán" (“ağa yılan”, aua kaan okunur) adı verilen baş rahip ya da şaman başı bulunurdu. Etkinlikleri törenler, kurbanlar, kahinlik, astronomi, kronolojik hesaplamalar, hiyeroglifik yazı, dinsel eğitim (önceki dönemlerde özellikle ezoterik eğitim) ve tapınakların yönetimi üzerineydi. Kademede "ahuacán" ’dan sonra gelen rahiplere "chilam" ya da kahin denirdi, insanlara gönderilen ilahi mesajları gözlemle ve orakl benzeri çeşitli yöntemlerle anlamaya çalışır ve yorumlarda bulunurlardı.
Soylulara mensup olmaları dolayısıyla tüccarlar komutanların güçlü olanlarıyla yakın ilişki içindeydiler ve onları yollar, ekonomik olasılıklar ve diğer halkların savunma durumu hakkında bilgilendiriyorlardı. Toprak genellikle ortak kamu mülkiyeti olarak halka ait olsa da, soylular hiçbir tarımsal faaliyette bulunmamalarına rağmen tarım üretiminden büyük pay alıyorlardı. Ayrıca, soylulara av ve balıkçılık, bal, pamuk, battaniye ürünlerinden oluşan vergi ödenmekteydi; vergi kişisel hizmet biçiminde de ödenebiliyordu. Yani halk mısır ekimini ve diğer üretimlerini hem kendisi hem de soylular için yapmak durumundaydı.
Soylular sınıfının altında kalan halk, "yalba uinikoob", "chemal uinicoob", "memba uinicoob" ya da "pizilcan" gibi çeşitli adlarla belirtilirdi ki, bütün bu adlar " küçük insanlar" anlamına gelmekte olup “ayak takımı”nı ifade ederdi. Koloni döneminde sıkça kullanılan ad ise Náhuatl dilindeki "macehual" ’dı. Çoğunluğu oluşturanlara verilen “komün insanlar” adı köylüleri, balıkçıları, oduncuları, sakaları, duvarcıları, zanaatkarları, taş yontucularını, dokumacıları, nakliyecileri vb. kapsıyordu. Sosyal hiyerarşide halkın da altında olanlar kölelerdi; erkek kölelere "ppentocet", kadın kölelere "munach" denirdi. Kölelerin çocukları da köle sayıldığından, köle olarak doğmak mümkündü; köle bir çocuk ana babasıyla birlikte veya ebevynsiz olarak, ticari mal olarak satılabilirdi.
Mayalar’da hiyerarşik bir yönetim göze çarpar; klasik dönem boyunca her beyliğin en üst yöneticisine "k’inich" (kiniç okunur, "güneş yüz" anlamına gelir), "ahau te‘" (ağaç bey), "ch’ul ahau" (kutsal ağa) ya da "bakab" (alemin direği, desteği) gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bu yöneticiyle kan bağı olan (akraba olan) soylulara ise "ahau" (ağa, bey) denilirdi. İkincil derecede öneme haiz bazı kent ve merkezlerdeki yöneticilere ise "sahl" (çoğulu "sahalo'ob") denirdi, bunlar "ahau te" ile yakın ilişki içinde olurlardı.
Klasik-sonrası dönemin sonunda (M.S. 800-1000) Yucatan Yarımadası’nda yeni bir yönetim biçimi belirdi: "Multepal" denilen konfederasyon sistemi. Diğer kentler üze |
rinde hegemonyalarını kuran ilk kentler Chichén Itzá ve Mayapán oldu. Bu sistemde yönetim, birbirlerini “kardeş” sayan birçok kişiden oluşan bir konseyle icra ediliyordu. Bu hükûmet konseyi ("multepal") üyelerinin unvanı "ah tepal" idi.
Mayapán’ın yıkımından (1451) sonra Yucatan Yarımadası "kuchkabal" denilen 16 ya da 17 eyalete ya da beyliğe bölündü. Her "kuchkabal" ’ın başkentinde askeri, adli ve siyasi otoriteye sahip, "halach uinik" ("gerçek ve doğru adam") adlı bir bey bulunuyordu. Her "kuchkabal" "batabil" ’ler denilen, "batab" ’lar tarafından yönetilen mahalli idarelere ayrılırdı. Her "batabil" de "kuchkteel" denilen, aşiretlerden oluşan küçük birimlere ayrılırdı. Aşiret reisleri ya da oymak başları zaman zaman yönetim meselelerini çözmek üzere, "batab" ’ın da katıldığı bir mecliste bir araya gelirlerdi. "Batabil" meclisleri aşiretlerin temsilcileriyle ("ah k’ul") "batab" tarafından atanan temsilcilerden oluşurdu. "Halach huinic" aynı zamanda "kuchkabal" ’ın şamanı sayılırdı ve din adamları hiyerarşisi ona bağlıydı.
Din adamları hiyeraşisinde şu unvanlar bulunmaktaydı:
Tarım Mayalar’ın temel etkinliğini oluşturduğundan, İspanyol işgali öncesine kadar çeşitli tarım teknikleri geliştirmişlerdir. Bunun yanı sıra avcılık ve balıkçılık da ihmal edilmemiştir. Tropikal orman da onlar için önemli bir besin kaynağıydı. İklim değişiklikleri, toprak ve bitki örtüsü, kuşkusuz doğal kaynakların kullanımının ve hangi tarım sisteminin uygulanacağının belirlenmesinde belirleyici etkendi. Teknikler, kullanılabilir toprağın nicelik ve niteliğine, kültür tipine ve sosyoekonomik etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmıştı.
Maya coğrafi bölgesinde üretim büyük olduğundan, ticaret vazgeçilmez bir etkinlikti. Klasik dönemde büyük kentlerde "p'polom" denilen büyük çarşılar ortaya çıkmıştı. Fakat klasik-sonrası dönemdeki yeniden yapılanma sırasında, "tianguis" adını alan bu çarşılar geliştirilememiştir. Toptancı tücarlar küçük tüccarlarla irtibatı sağlamak için uzun mesafeler katetmekteydiler. Küçük tüccarlar ise mallarını evden eve gezerek satıyorlardı. Bu mallardan Guatemala’da yeşim, kuzeydoğuda pamuk, kıyılarda deniz kabuğu ve balık, kuzeyde tuz, Tabasco, Guatemala ve Honduras’ta kakao, Puuc bölgesinde ise çakmaktaşı daha çok satılıyordu. Büyük tüccarlar büyük bir prestij elde etmiş olup soylular arasında isim yapmış bulunuyorlar ve bazı durumlarda kralın casusluğuna terfi ediliyorlardı.
Para yoktu, ticaret parayla değil, takas (barter) sistemiyle yapılıyor, bazen para yerine kakao meyvesi kullanılıyordu. Değerler döneme göre az çok değişmiş olsa da, bir tavşanın değeri 10 kakao meyvesiydi. Para sistemine İspanyol işgali döneminde bir "Virreinato de la Nueva España"’ nın
emriyle 17 Haziran 1555’de geçilmiş ve İspanyol reali kullanılmıştır. 1575’te bir real 100 kakao meyvesi değerindeydi.
“Yönetenler” ("ahau"), toprağı, tebaalarına, sosyal düzeye ve işbölümüne bağlı olarak veriyordu. Bir işlenebilir toprak parselinin verilme amacı, o toprağı alan ailenin yaşamını sürdürebilmesi ve vergisini ödeyebilmesi içindi. Bununla birlikte üretimin istenilenin üzerinde olduğu bereketli hallerde, toprağı işleyen aile, ürünün fazlasını satmalı ve edinilenle vaktiyle kendisine bu toprağı sunmuş olanlara borcunu kısmen de olsa ödemeliydi. Toprak "ahau"’ya (ağa) aitti ve istediği zaman o toprağı herhangi bir gerekçe göstermeden geri alabilirdi.
Deniz taşımacılığının ticaretin gelişiminde ve dolayısıyla ekonominin gelişiminde önemli bir rolü olmuştur. En erken gelişmiş su taşıtları esas olarak kano ve yelkenli olmuştur. Önceleri tatlısularda kullanılan bu gemilerin pruva ve pupa uçlarında yapılan değişikliklerden sonra bunlar denizde de kullanılmaya başlanmıştır. Bunlardan Yucatan kıyılarının yanı sıra Tabasco, Chiapas, Guatemala ve Honduras nehirlerinde de yararlanılmıştır. Büyükçe olanlarının mallarıyla birlikte 20-40 kişi taşıyabildiği sanılmaktadır. Bunların Panama’ya kadar gidebildiklerini gösteren kanıtlar bulunmaktadır.
Yaygın geniş yol şebekeleri ile dar yollar (patika) arasında büyük bir farklılık vardı. Önemli yollara "sacbe" (sakbe okunur,“ak yol”anlamına gelir) denirdi. Böyle bir yolun inşa edileceği yer belirlendikten sonra, kolay işlenebilir dev taş bloklarıyla yer düzlenirdi ve yetişebilecek çalılar ulaşımı engellemesin diye, üzeri kumla kaplanır ve bunun da üzeri harçla kaplanırdı. Cobá’yı Yaxuná’ya bağlayan böyle bir "sacbe" 100 km uzunluğundadır. Diğer uygarlıkların çoğunda görülen, yük hayvanlarının çektiği tekerlekli arabalara bu uygarlıkta rastlanmaz. Tekerleği tanımalarına rağmen,ilginç olarak, tekerleği yalnızca dört ayaklı hayvan oyuncaklarında uygulamışlardır.
Mayalar'da farklı kabilelerin oluşmasında kan bağı etkeninin yanı sıra, üretim etkinliğinde aynı işi yapanların gruplaşma göstermesi de bir etken olmuştur. Örneğin Putunlar'ın oluşumunda, balıkçılık ve deniz ticareti yapan ailelerin bir araya gelmesi sözkonusudur.
"Yucatan Yarımadası’nda"
"Chiapas’takiler ve Tabasco’nun bir kısmındakiler:"
"Guatemala’dakiler:"
"Belice’dekiler:"
"Honduras’takiler:"
"El Salvador’dakiler:"
"Yucatan Yarımadası’ndakiler:"
"Chiapas’takiler ve Tabasco’nun bir kısmındakiler:"
"Guatemala’dakiler:"
Din, Mayalar’da yaşamın çeşitli alanlarında kendini hissettiren bir etken olmuştur; tarımsal törenlerden ve halk törenlerinden sanat ve kültüre dek etkisini hissettirmiştir. Din adamlarının, Maya uygarlığını elinde tutan ideolojiyle, siyasi denetimle yakından ilişkili oldukları ve aynı zamanda bilimi temsil ettikleri gözönüne alındığında, bu etkinin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir.
Maya dininin son zamanlardaki hali biraz daha iyi bilinmektedir. Klasik-sonrası dönemdeki Maya dininin üç temel özelliği; çoktanrıcı (politeist), natüralist (atmosferdeki olayları ilahlaştırma) ve düalist olmasıdır. Düalistliğinde iyi ile kötü ikilemi yapılmakla birlikte, “hayır ve şerr İlah’tandır” ilkesine sahiptir. İyilik ilahları ile kötülük ilahları sürekli bir çatışma içindedir; fakat gün ve gece, yaşam ve ölüm, dölleyen ve döllenen nasıl birbirlerinden tümüyle ayrılamazlarsa, bunlar da birbirlerinden tümüyle ayrı değildiler (yin ve yang gibi). İnsanların gelecekleri de bu çatışmadan nasibini alıyordu.
Eski Mayalar’ın din adamlarının uygulamaları onların birer şaman olduğunu da göstermektedir. Mayalar, sonradan Kızılderililer’de görülen Amerika Şamanizmi’nin özgün hallerinden birini oluşturmuşlardır. Asya Şamanizmi’yle pek çok bakımdan paralellik gösteren Maya Şamanizmi’nin en önemli farklarından biri, Asya Şamanizmi’nde transa geçmede uyuşturucu maddelerin kullanılmamasına karşın, Maya Şamanizmi’nde halüsinojen ve psikoaktif maddelerin kullanımıdır.
James Churchward, Mircae Eliade, Cihangir Gener gibi araştırmacı yazarlar, eserlerinde Amerika Şamanizmi’nin Asya Şamanizmi’nde görüldüğü gibi, bir inisiyasyon içerdiğini belirtirler. Kimileri Popol-Vuh’taki ikizlerin hikâyesini sınav ve aşamalarıyla inisiyatik sürecin ilginç bir öyküleştirilmiş biçimi olarak yorumlar. Churchward'a göre, Mayalar önceleri tektanrılı Mu Dini’ne bağlı topluluklardı. Dinleri sonradan yozlaştırılmış ve sembollerin, zamanla, Mısır’daki ve Hint’teki gibi, anlamlarını anlamayanlarca ilahlaştırılması sonucunda, çoktanrılı bir din haline getirilmiştir.
Özellikle erken dönemlerde inisiyatik özellikli Maya kültüründe doğal olarak ezoterik içerikli sembol kullanımı görülmektedir. Bu semboller mitolojisine girdiği gibi, sanat eserlerine de yansımıştır.
Maya geleneklerinde diğer ulusların gelenekleriyle parelellik gösteren sembollerden bazıları şunlardır:
Yucatan’da, Le Plongeon'un Kutsal Sırlar Mabedi olarak belirttiği, üzerinde "Batı ülkeleri"nin yıkımının anısına inşa edildiğini ifade eden kabartmaların bulunduğu Uxmal tapınağındaki bir sembol, James Churchward'a göre, insanlığın ilk dinî diyagramı olan Mu kozmik diyagramı idi.
Maya geleneğine göre yeryüzündeki canlılar bugüne dek her biri çok uzun zaman dilimlerini kapsayan ve tufan benzeri yıkımlarla sona eren dört çağ ya da devir geçirmiştir. Mayalar’ın kutsal kitabı Popol Vuh’a göre çok eski çağlarda devler de yaşamış ve yarı-ilahlar devleri öldürerek “devler çağı”nı bitirmişlerdir. Şimdi beşinci çağda bulunmaktayız. Şimdiki dünya, bir haçın uçları gibi dört yönde yerleşmiş dört kardeş koruyucu (Bacab'lar) tarafından taşınmaktadır.
Mayalar’ın kutsal kitaplarından Popol-Vuh’ta, yaratılış, dünyanın meydana getirilişi ve daha sonraki bir çağda ataların imal edilmesi hakkında şu sözler, Mayalar’ın yaratılışla ilgili inanışları hakkında bir fikir vermektedir:
“Ses fiil demektir, kelam yaratılış demektir. Yer, kelam ile yaratıldı. Kelam yedi rakamı oluşturularak geldi.(…) O devirdeki varlıklar şekilsizdi. Konuşmasını biliyorlardı. Daha güneş görünmüyordu.(…) İlahlar dördüncü çağın ilk insanlarını ise yoğurarak oluşturdular. Dördüncü çağın ataları olarak önce dört erkek yaptılar, sonra erkekler uyurken kelam yoluyla onlara dört kadın yaptılar. Bu atalar, ilahlara benzer olarak yapılmışlardı, benzerleriydi, mükemmeldiler. Gördükleri her şeyi öğreniyor, anlıyorlardı. Bilgi ve bilgeliklerini (sanatkarlıklarını icra ederek) taşlara, dağlara, doğaya yansıttılar. İlahlarla aynı dili konuşuyorlar ve birbirleriyle mükemmel biçimde anlaşıyorlardı. Sonunda her şeyi bildiler ve Yer ve Göğün dört köşesini, dört yönünü incelediler. Fakat ilahlara denk olmaları ilahların hoşuna gitmedi; böyle olunca ilahlarla insanlar arasında ayrım kalmıyordu. Bu yüzden büyük ilahlar insan-ilahların, yani ataların gücünü sınırlama kararı aldı. Bir aynanın yüzünün buğulanması gibi ataların gözlerini kararttılar, artık insanlar ancak kendilerine yakın olanı görebileceklerdi. ‘Güneşin doğduğu ülke’de yaşayıp çoğaldılar.”
Asya Şamanizmi’ndeki üç alem kavramı Maya Şamanizmi’nde de görülür. Yer, yeraltı alemi ve ilahi olan ruhsal gök. Nasıl Asya Şamanizmi’nde yeraltı alemi ve ruhsal gök, katlara ayrılıyorsa, Maya geleneğinde de böyle katlara ayrılır. Aralarındaki en önemli fark sayıdadır. Aztek geleneği gibi, Maya geleneğine göre de, ruhsal gök 13 |
“gök katı”ndan oluşurdu. (Asya Şamanizmi’nde bu sayı genellikle 7, 9 veya 12 olur.) Yeryüzü ile ilâhî alem arasında bu ortamlardan en aşağıdaki ya da en yoğun ve kaba olanı insanların yaşadığı yeryüzü idi. Her gök katında "Oxlahuntikú" adı verilen 13 ilah bulunurdu. Yeraltı alemi öte-alemin alt kısımlarını, kötü kısımlarını, gök katları ise üst ve ışıklı kısımlarını oluşturuyordu. Vecd veya trans halinde gök katlarına çıkacak her şamanın göğe çıkmadan önce öte-alemin en alt, en kötü ve korkunç tabakaları olan yeraltı alemine inmesi gerekirdi. Maya geleneğinde yeraltı alemi, Asya geleneklerinde de rastlandığı gibi, 9 katlıdır. Burada ikamet edenlere ise "Bolontikú" adı verilir. Maya cehennemini oluşturan bu katlara "Mitnal" denir. Yeraltı alemi ölüm ilahı Ah Puch’un egemenliğindedir.
Maya geleneğine göre yeryüzündeki canlılar bugüne dek her biri çok uzun zaman dilimlerini kapsayan ve tufan benzeri yıkımlarla sona eren dört çağ ya da devir geçirmiştir. Şimdi beşinci çağda bulunmaktayız. Şimdiki dünya, bir haçın uçları gibi dört yönde yerleşmiş dört kardeş koruyucu ("Bacab" ’lar) tarafından taşınmaktadır.
Yine Şamanizm’deki üç âlemi irtibatlandıran “yaşam ağacı” kavramı, Maya geleneğinde de bulunur. Yeryüzündeki pek çok gelenekte karşılaşılan yaşam ağacına Maya geleneğinde "Yaxché" adı verilir; kökleri yeraltında olan bu ağacın dalları gök katlarında uzanır.
Klasik-sonrası dönemdeki ayinler, önceki dönemlere oranla daha iyi bilinmektedir. Mayalar’da piramitler bir tür tapınak işlevi görmektedir. Tören sırasında halk, aşağıda, tapınak sayılan piramidin önündeki alanda yer alır, getirdiklerini tapınağa sunarlar ve dileklerde bulunurlardı. Chichén Itzá’nın kutsal senatosuna, Chac ilahına sunu olarak, altın, çocuk ve bakire kızların sunulduğu sanılmaktadır; çocukların sunuluş nedeni saf olmalarıydı.
Nutukların ayinlerin önemli bir kısmını oluşturduğunu belirten Silvanus G. Morley’e göre, buluğ ve evlenme ayinlerinde ya da geleceği bilebilme, kıtlıktan, hastalıktan, savaş ve düzensizlikten uzak durabilme, musallat olucu ruhlardan kurtulabilme, girişimlerde başarılı olabilme ve çocuğu olmayan kadınların çocuk sahibi olabilmesi gibi çeşitli amaçlarla ilahlardan yardım dileniyordu. Maya kahin-din adamının (şamanının) ilahi aleme çağrıda bulunma tarzı Etrüsk kahin-rahiplerininkini andırır. Günümüzde hâlen, ayinlerde, Maya şamanları doğal konuşmaya benzer bir ritim ve makama dayalı melodi tarzında bir tür türkü okurlar.
Dans da ayinin önemli bir kısmını oluşturuyordu. Erkekler gibi, kadınların da kendilerine has dansları vardı, kadın ve erkekler çok nadir olarak birlikte dans ederlerdi. Örneğin Kakupat’tan yardım ve himayenin dilendiği Holcan Okot dansı, 800 savaşçı tarafından en ufak bir hata sözkonusu olmaksızın yapılan seri hareketlerle gerçekleştirilirdi.
İlahlara yönelik festivaller "tzolkin"’ce, yani "ayin takvimi"nce belirlenen günlerde yer alırdı. Her "canicule" başlangıcında yapılan kutlamalarda ateş yakılarak, kartal tüyleri takılarak “yüz ayak” dansı yapılıyordu(Canicule ya da Fransızcadaki okunuşuyla "kanikül", Latincede "köpek" anlamına gelen "canis" sözcüğünden türetilmiş, Sirius’un İtalya semalarında Güneş’le birlikte doğup battığı 22 Temmuz ile 22-23 Ağustos arasındaki döneme 1500 yıllarında verilmiş adın Fransızcada kullanılan biçimidir.) Törenleri, tapınakların süslenmesini ve sunuların takdim edilmesini din adamları düzenlerdi. Diğer etkinlikler arasında,"pot-a tok" ya da "pok-ta-pok" denilen top oyunu, tiyatro oyununu andıran oyunlar, geçit törenleri ve çeşitli bayram kutlamaları sayılabilir.
Günümüzde hâlen uygulanan törenlerden biri, yağmur mevsimi geciktiğinde yağmur ilahının yardımcıları sayılan Chaqu’lara başvurmak üzere düzenlenen, "H-men" (şaman türü) tarafından yönetilen "Ch'a Chaak" törenidir. Bazı mağaraların, örneğin Loltún ve Balankanché mağaralarının dünyanın içine açılan giriş yerleri olduğuna inanırlardı. Hıristiyanlık’tan bağımsız olarak, Maya dininin kendi unsuru olan Konuşan Haç (la Cruz Parlante) Palenque’de görülen yaşam ağacı sembolünün stilize edilmiş biçimidir. Mayalar’ın bu haçı 19. yy. ortalarındaki ayaklanmalarıyla gelen Caste (Castas) Savaşı sırasında kullanımı onları birleştirici ve birçok acıya göğüs germelerini sağlayıcı bir unsur olmuştur. Bu savaş, Mayalar’a kendi topraklarında bağımsız olabilme olanağı sağlamış ve bu olay Amerika’da türünün tek örneği olmuştur. (Günümüzde Yucatan Yarımadası Meksika’nın üç eyaletini içerir: Yucatán, Campeche ve Quintana Roo. Dolayısıyla Yucatán teriminin günümüzdeki kullanımı geçmişteki büyük Yucatán Devleti ya da coğrafi olarak belirtilen Yucatán Yarımadası anlamına gelmez.)
"Ölmek" sözcüğü Popol-Vuh kitabını yazanların torunları olan Chorti Kızılderililerinde aynı zamanda “yolculuk” anlamına gelir. Chorti'ler ölen kimsenin öte-âleme, ucu Tanrı’nın elinde olan bir iple çekilerek göçtüğüne inanırlar. Bu inanışa Asya Şamanizmi’nde de rastlanır.Astral beden ya da esîrî beden kavramı Mayalar’da da mevcuttu. Bireyin bu ikinci "can"ına, ruhsal ikinci benliğine ya da eş varlığına "way" adını verirlerdi. Bu kavram hâlen bugünkü Mayalar’da mevcuttur.
Maya dinine göre ölüm olayından sonra ikinci canı ya da "way" adı verilen ruhsal varlığıtranstaki şamanların yolculuğu gibi bir yolculuk yapar. Önce "Xibalba" (yeraltı alemi) yolunu tutar; oradaki bekçi köpeğin ("xoloitzcuintle") yardımıyla bir ırmağı geçmesi gerekir. (Bir ortamdan diğerine geçmeyi simgeleyen, öte-alemdeki ırmağın geçilmesi sembolizmine Asya Şamanizmi’nde ve pek çok gelenekte karşılaşılır.) Gök katlarından birinde, hak edebilmiş olan ruhsal varlıkların ulaşabileceği, mutlu olunan bir cennet vardır. (Mayalar’da bu cennete ulaşabilmek için şehit olma arzusu yöneticilerce iyi kullanılmıştır.)
Mayalar’da ruh göçü kavramının olup olmadığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır; kimilerine göre, ruh göçü kavramına diğer Kolomb-öncesi Amerika uygarlıklarında ve kimi Kızılderililer’de rastlandığı gibi, Mayalar’da da rastlanmakla birlikte, Mayalar’daki ruh göçü kavramı Hinduizm’dekinden farklıydı. Bu inanışa ait izlere kral Pacal’ın yeniden doğması hikâyesinde ve Popol-Vuh’taki ikizlerin öyküsünde de rastlanır. “Atalar kültü”nün de bulunduğu Mayalar’da ataların kafatasları muhafaza edilirdi. Maya kazılarında kristal kafataslarına da rastlanmıştır.
Mayalar’da mısırın yaratılışını ve diğer astronomik fenomenleri çağrıştıran top oyunu bir tür ayin gibi görülürdü. İlk zamanlar, evrenin menşeini temsil eden, ölüm ve yeniden doğuşla ilgili bir inisiyasyon ayini olan bu oyun, sonraları askeri eylemin ve siyasi iktidarın meşru kılınmasıyla da ilgili olmuştur. Yani top oyunun ayinsel işlevinin yanı sıra siyasi ve ekonomik yanları da vardı. Top oyunu her şeyden önce, iyi ve kötünün, ışık ile karanlığın, yani evrendeki karşıt güçlerin çatışmasını, sabit hareket halindeki top ise hareket halindeki yıldızları ve yaratılış güçlerini simgeliyordu.
Oyunun dönem ve yere bağlı olarak farklı versiyonları vardır. Oyuncu sayısı da bu faktörlere bağlı olarak değişmektedir. Genellikle kauçuktan yapılma bir topa kemerle, dizlerle, omuzlarla ve el darbeleriyle vurularak oynanırdı. "Pot-a tok" denilen bu oyunda amaç, topu, bir duvara dikey olarak tutturulmuş, pota benzeri bir halkadan geçirmekti. Oyun günümüzde Guatemala’da hâlen ayin tarzında, Meksika’da ise turistlere yönelik olarak ya da yalnızca spor amacıyla uygulanmaktadır. Bu oyunun halkanın bulunmadığı versiyonlarındaki bazı özellikler amerikan futbolunu andırmaktadır. Bazı yerlerde oyunun kamış ya da raketle oynandığı da görülmüştür; bu durumda top darbelerinden korunmak üzere kafa ve göğsü koruma önlemleri alınıyordu.
Oyun gece de oynanabiliyordu. Oyunun sonunda daima kurban sunulmuyordu. Oyunu kaybeden takımın kurban edildiğini gösteren hiçbir tarihsel kaynak yoktur. Bu konuda ileri sürülenler hakkında bazı tarihçilerin görüşü şudur: Kimi zaman savaş tutsakları da bu oyunu oynamak zorunda bırakılıyorlardı ve bunlar yense de yenilse de zaten kurban edilecekleri önceden belirlenmiş tutsaklardı. Zaten yaralı ve yorgun tutsakların kazanma şansları olmadığına göre oyun tutsaklarla oynandığında, bir siyasi ve askeri güç gösterisi olarak da yorumlanabilir. Guatemala ve Honduras’ta kendi aralarında oynadıkları oyunlarda kimi zaman oyuna bir ödülün de konmuş olduğu ve oyunda elde edilen kadınların fahişe oldukları sanılmaktadır.
Maya mimarisi doğal özelliklerden belirli bir derecede yararlanma yoluna gitmiştir. Örneğin, bazı Mayalar, yayılma özelliği gösterek büyük kentlere dönüşecek yapılarını Yucatan’ın kuzeyindeki kireç taşından oluşan ovalarda inşa ederken, bazı Mayalar da kule ve tapınaklarının yüksekte olmasını istediklerinden, bunları topoğrafyanın doğal sınırlarını kullanarak Usumacinta ırmağı civarındaki tepelerde kurmuşlardır. Ayrıca, ne kadar piramit kurmuşlarsa, bir o kadar da yapay ve doğal mağaraları kullanmışlardır. Hatırı sayılır derecede önemli piramitlerden yoksun olmakla birlikte, Mayalar’ın en büyük sarayını içeren Cancuén kentini çevreleyen dağlar, mağaralarla doludur; bu yüzden kente büyük bir piramit inşa etmeye gerek görmemişlerdir.
Bir kentin kurulması gibi uzun vadeli bir inşaatin başlangıcında, önce bazı astronomik gözlem hususlarına ve doğal kaynakların (kuyu, gölcük) kullanımına uygun yerlerin saptanmasıyla, bir eksen belirlenirdi. Kent, kendisine "sacbé" yolları vasıtasıyla, çeşitli plâtformları olan meydanların eklenmesi suretiyle giderek genişletilirdi. Maya binalarının temelinde daima görülen plâtformlar, bu mimarinin tipik bir öğesidir. Önemli Maya kentlerinden Mirador ve Tikal, Mexico’nun ya da Oaxaca’nın merkezinden daha büyüktü.
Bir Maya kent merkezinde daima, bildiğimiz akropolu andırır tarzda, hükûmete ait binalar ve dinsel binalarla çevrili meydanlar olurdu; bu binaların çevresinde de birer tapınak işlevi gören piramitler ve kent yeterince büyükse bir top sahası bulunurdu.
Kentin kalbini oluşturan bu törensel merkezin biraz dışında da diğer soylulara kıyasla saygınlığı daha az olan soylular, daha küçük tapın |
aklar ve kişisel mabetler bulunurdu.
Kentlerin kurulmasında böyle bir düzen olmakla birlikte, sonradan yeni yapılar ilave edildikçe ve eskileri onarım gördükçe veya yeniden inşa edilip yeni modellere uyarlandıkça büyük Maya kentlerinin, Orta Amerika’nın Teotihuacan gibi diğer büyük kentlerinin aksine, tümüyle tesadüfi (düzensiz) bir yapılanma ile geliştikleri, genişledikleri görülmektedir. Teotihuacan kentinin ya da binalarının kesin biçimde iki dikey eksen esas alınarak, düzenli bir yapılanma içinde olduğu görülür.
Öte yandan teleskopa sahip olup olmadıkları konusu kesinlik kazanmamış Mayalar’ın, özellikle tapınaklarını ve gözlemevlerini yıldızların yörüngelerine uygun olacak şekilde yönlendirerek özenle inşa etmiş oldukları görülmektedir. Özellikle La Blanca, Ujuxte, Monte Alto, ve Takalik Abaj’da görüldüğü gibi klasik-öncesi yerleşim birimlerinin çoğunun Ülker Takımyıldızı'na ve Draco Takımyıldızı'ndaki Eta Draconis yıldızına göre yönlendirildiği anlaşılmıştır. Ayrıca Mayalar Güneş’in tam tepeden geçtiği, gölgelerin olmadığı zenit geçişiyle (zenial passage) çok ilgilenmiş görünmektedirler.
Gelişim halindeki kent merkezinin iyice dışında halkın oturduğu daha mütevazı, sade evler bulunurdu. Kısaca, büyük anıtlar ve yollardaki Maya şehircilik kavramı, sade bir şekilde, uzayın bölümlenmesi olarak tanımlanabilir. Büyük meydanlar insanların toplanma yerleriyken iç mekanlar ikincil derecede öneme sahipti. Klasik-sonrası dönemde büyük Maya kentleri kalelere dönüştürülmüş olduğundan, bu kentlerde klasik dönemdeki büyük meydanlar pek görülmezler.
Büyük Maya yapılarındaki şaşırtıcı bir husus, böyle büyük yapıları inşa etmek için gereken ileri teknolojiye sahip olmadıkları halde Mayalar’ın bu yapıları inşa edebilmiş olmalarıdır. Mayalar’ın bu işlerde, gerekli olan metal aletleri, çarkları ve muhtemelen tekerleği hiç kullanmadıkları sanılmaktadır. Piramitler ve tapınaklar gibi büyük yapıların temel yapı malzemesi olan taşlar, genellikle yerel taş ocaklarından sağlanmıştır. Kullandıkları taş, genellikle kireç taşıydı. Bu, taş aletlerle üzerinde çalışılmaya elverişli, kolay işlenilebilen yumuşak bir taştır. Ayrıca, nemini kaybettiğinde katılaşma gibi, çimentoyu andıran özellikler gösterdiğinden, Mayalar’ca ezilip toz haline getirilmek suretiyle harç ve sıva olarak da kullanılmıştır. Taşları birbirlerine bu harçla tutturmuşlardır.
Halk evlerinin temel yapı malzemesi ise tahta kazıklar, kamışlar, kerpiç ve samandı. Az sayıda olmakla birlikte, bazı evlerde taşın da kullanıldığı görülmektedir. Çevrede taş kaynakları bulunmadığından Comalco kentindeki büyük yapılarda taşın yerini pişmiş tuğlanın aldığı görülmektedir.
Büyük Maya binalarının çoğu genellikle bir plâtform üzerinde yükselir. Bu plâtformun yüksekliği, teraslama tarzı yapılarda ve nispeten küçük yapılarda 1 m.’yi aşmazken büyük tapınak ve piramitlerde 45 m.’ye kadar çıkar. Bitişik plâtformların düzenlenmesinde Maya mimarisine özgü bir simetrisizlik hakimdir.
Bu tür büyük binaların yapımına taş plâtformun tamamlanmasından sonra başlanırdı. Mayalar binanın işlevsel kullanımından ziyade dış estetik görünümüne önem verirlerdi. Bina içinde kullanılan kemer, genellikle, iç mekanda kazanç sağlayacak bir araç olarak değil, basit Maya kulübesinin bir taklidi olarak kullanılıyordu. Tavanı taşımada ağır taşlardan oluşan duvarlar kullanmayı tercih etmiş olmakla birlikte, Palenque’deki Haç Tapınağı’nda görülebileceği gibi, bazı tapınaklarda ve "pinbal" denilen saunalarda kemer dizileri veya kemerli tonoz kullanımı göze çarpar.
Yapı inşa edildiğinde kabartmalarla süslenmesine başlanırdı. Mükemmel hale getirmek için yapılan perdahlamada (düzleme) genellikle sıva kullanılırdı. Bununla birlikte birçok yapının, cephesini oluşturan taşların taş işçiliğiyle yontularak ve eşiklere yontu konarak süslendiğine de rastlanır. Binalarda kentin sakinlerine veya binanın işlevine ilişkin sanat eserleri de bulunurdu. Tüm Maya yerleşimlerinde rastlanmamakla birlikte, geniş ölçüde "renkli sıva" kullanımına rastlanır.
Mayalar’ın “Uzun Hesap” takvimine uygun olarak her 52 yılda bir, tapınak ve piramitlerini yeniledikleri veya yeniden inşa ettikleri ileri sürülür. Fakat bu yeniden inşa girişimlerinde, siyasi nedenlerle halkı teşvik eden yeni yöneticilerin de payı var gibi görünmektedir. Yeniden inşa süreçleri özellikle eski yapılarda ortak bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Örneğin Tikal’deki kuzey akropolü 1500 yıl boyunca mimari değişikliklere uğramış görünmektedir.
Törenlerin ve dinsel ayinlerin yapıldığı, kireç taşından yapılma plâtformlardır. En az 4 m yükseklikte olurlar. Genellikle yontularla donatılırlar, bazen kurbanların kafalarının teşhir edildiği bir "tzompantli" içerirler.
Büyük olup genellikle çok süslüdürler. Halkın seçkin tabakasını barındıran saraylar genellikle kent merkezine yakın olurlar. Bir iç avlu içeren saraydaki salon ve odalar kentin akropolü izlenimi verecek şekilde, farklı yükseklik düzeylerinde olurlar. Birçok mezar da içerirler.
İlk olarak Uaxactún’daki yapılardan E Grubu olarak sınıflandırılmış grupta keşfedildiklerinden bu adla belirtilirler. Daima meydanın batı tarafında piramidal bir tapınak ve bir dikilitaş, diğer tarafında daha küçük üç tapınak olur. E grubu yapıların gözlemevleridir. Dikilitaşın, piramidin ve diğer yapıların konumlarının gündönümü ve ekinoksların belirlenmesiyle ilgili olduğu sanılmaktadır.
Genellikle önemli dinsel tapınaklar, göğe en yakın yerler olduklarından, piramitlerin üzerlerinde yer alırlar. Piramitlerin mezar içerdiklerine de rastlanmaktadır. Piramitlerin üzerinde yer alan tapınaklar, Mirador’da görüldüğü gibi son derece süslüdürler. Tapınakların doruklarında da kimi zaman, uzak mesafelerden görülebilecek şekilde, yöneticileri temsil eden heykel veya kabartmalar bulunur. Piramitlerde de farklı düzeylerde plâtformlar bulunur.
Orta Amerika yaşam tarzının bir öğesi olduğundan, ayinsel top oyununun ve bu oyun sahalarının Maya bölgesinin her yerinde, küçük yerleşim birimleri hariç tutulursa, tüm Maya kentlerinde inşa edilmiş olduğu görülür. Bu sahalarda, törensel düzlük alanının her iki yanında basamaklar bulunuyordu. Basamaklar törensel düzlük alanına açılabildiği gibi, küçük tapınaklara da açılabilirdi. Oyunun oynandığı düzlük I (kapital ı harfi) biçiminde olurdu. İlk oyun sahalarının MÖ 2500 yıllarında yapıldığı sanılmaktadır. Bu oyun sahaları Meksika Körfezi’nin Olmek bölgesinde de görülür. (Olmekler “Olman” adını verdikleri topraklarda yaşarlardı ki, bu sözcük “kaçuk ülkesi” anlamına gelir.) Bu bölgede klasik-öncesi döneme ait heykeller bulunmuştur. Bu taş heykellerden dev Olmek başlarının taşıdıkları kaskların top oyununda kullanılan kasklar olabileceği düşünülmektedir. Bu konuda farklı varsayımlar da mevcuttur.
Mayalar’ın özellikle klasik dönem sanatı mükemmel bir işçilik gösterir. Gerek Palenque ve Copán’daki heykel ve kabartmalarda muhteşem bir incelik görülür En büyük ve zarif dikilitaşlara Quiriguá’da rastlanmıştır. Günümüze kadar gelen sanat eserleri arasında en çok, mezarlarda keşfedilmiş, günlük yaşamda ve ayinlerde kullanılan çömlekçilik ürünleri bulunur. En eski ve en iyi korunmuş freskler San Bartolo’daki fresklerdir. Bonampak’taki eski freskler bölgedeki yoğun turizmin etkisi altında yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır. Mayalar’ın eski tiyatro oyunu Rabinal Achí günümüze dek süregelmiştir.
Sanatta değer verdikleri unsurlardan biri de tüy kullanımıydı. Kullanılan tüyler genellikle, Orta Amerika’da yaşayan "quetzal" ("Pharomachrus mocinno") adını verdikleri kuşun renkli tüyleriydi. Bunları başlarına taktıkları gibi diğer süslemelerde de kullanırlardı. Başa tüy takma adeti eski Mısır ilahlarını betimleyen eserlerde ve Asya Şamanizmi’nde de görülür.
Maya seramiği vazo ve tabaklardan kült objelerine uzanan zengin bir çeşitlilik gösterir. Seramik eserlerinin çoğu, geometrik motiflerle süslüdür, bu eserlerde hayvan ve insanların temsil edildiği de görülmektedir. Kalınlıkları fazla olmayan, ince ve simetrik tarzda yapılan Maya seramiklerinin genellikle cilalı, çok renkli, (kireç taşına dayalı renklendiricilerle boyanmış) ve bazen de tek rengin çeşitli tonlarıyla renklendirme tekniği kullanılarak (watercolor painting) hazırlanmış oldukları görülür. Seramik eserler genellikle açık fırınlarda, 800 dereceye varan ısılarda pişiriliyordu. Süslemeler genellikle Maya yazısıyla yazılmış metinleri, soylularla, askeri olaylarla ilgili sahneleri ve yöneticilerin ve doğaüstü yaratıkların betimlemelerini içerir. Sanat eserlerinden bazıları, soylularca imzalanmış olup ittifakları güçlendirmek üzere hediye olarak ya da mezarlara bırakılan ev eşyası olarak kullanılmıştır.
Çeşitli heykel, kabartma ve dikilitaş çalışmalarında tahta, sıva, kireç taşı ve bazen de bir tür sıva kaplaması (kireç taşı tozundan, deniz kabukluları ve bitkisel katkılardan oluşan karışım hamuru) kullanmışlardır. Eserlerin çeşitli renklerde boyanmış oldukları görülür.
Fresk tekniğini uygulamışlar ve bazen kimi Bonampak, Chiapas resimlerinde görüldüğü gibi, kil çamuru kullanarak resimlere perspektif kazandırmaya çalışmışlardır. Resimlerde kişilerin profilden görünüşü hakimdir. Resimlerde küçük yapılan insanlar genellikle sosyal sınıflaşmadaki alt sınıfın bireylerini ve köleleri temsil eder. Resimlerde birçok sıva tabakasının kullanıldığı da görülür. Bina duvarlarında ne amaçla yapıldığı ve ne anlama geldiği bilinmeyen el izlerine de rastlanır. Resimlerde kırmızı ve mavi rengin tonları tercih edilmiştir.
Maya müziğinin temelinde iki enstrüman türü bulunur; üflemeli çalgılar (düdük, flüt, "caracol") ile vurmalı çalgılar (tahta ile taştan yapılan ksilofon ve kaplumbağa kabuğu ile tahta çubuk veya kamıştan yapılan "caparazon", davul). Müzik aletleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla birlikte geleneklerinde gitar gibi telli çalgılar olmadığı bilinmektedir. Günümüzde hâlen, ayinlerde, Maya şamanları doğal konuşmaya benzer bir ritim ve makama dayalı melodi tarzında bir tür türkü okurlar. Şamanik ve ayinsel türküler şaman tarafından solo tarzında okunabildikleri gibi, bi |
rlikte de okunabilirler. Maya şaman türküleri doğaçlama söylenen, bazen nakaratlara da yer veren mısra kıtalarından oluşurlar (“aşıkların atışmaları” gibi). Maya şamanı, türkülerini bir insanı tedavi etmeye ya da bir evi kutsamaya yönelik ritüellerde de kullanabilir.
Uto-Aztek dil ailesine sokulan bu dil, Orta Amerika’da, özellikle Meksika’nın Yucatan, Campeche ve Quintana Roo bölgelerinde hâlen Mayalar’ın torunları sayılan 6 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır. Maya dili aslında 21-44 dilden oluşan bir dil ailesi olduğundan, "lenguas mayenses" (Maya dilleri) olarak da ifade edilir. Bu dillerin ortak kökü en az 5.000 yıl önce proto-Mayalar’ın kullandığı aslî Maya dilidir. Maya dilleri gramatikal yapı ve tipolojik özellikleriyle diğer Orta-Amerika dillerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, örneğin fiillerin,özne ve nesnelerin gramatikal çekiminde ve çekilemez fiiller kategorisinde kendini gösterir. Maya dillerinden bazıları Kolomb-öncesi dönemlerde Maya hiyeroglifik yazısıyla yazıya geçirilmiştir. Bu yazıların hatırı sayılır bir kısmı MÖ 900-250 dönemine aittir. Günümüzde yaklaşık 10.000 Maya yazıtı ve korteza kâğıdı üzerine yazılmış birkaç kodeks (elyazması) bilinmektedir. İspanyol işgali sonrasında bu dil kayıtlara Latin alfabesiyle geçirilmiştir.
Maya dillerinin kökeni olan, Proto-Maya (Ön-Maya) dili de denilen aslî Maya dili, Kişe-maya ya da Kişey-Maya (maya quiché) dilinde "eski Maya dili" anlamındaki "Nab'ee Maya' Tzij" terimiyle ifade edilir.
Bu dildeki ilk bölünme Meksika Körfezi kıyılarına yapılan göçle ortaya çıkmıştır. Maya dillerinin gramer yapısı diğer Orta Amerika dillerine kıyasla daha kolaydır. Türkçe gibi eklemeli bir dildir. (Diğer eklemlemeli dillerden bazıları Quechua dili, Etrüsk dili, Moğolca, Fince, Macarca, birçok Kafkas (Abhazca vs.) ve Ural dilleri, Hatti dili, Pelasg dili, Lidya dili, Kızılderili dilleri, Sümerce, Bask dili, Eskimo dili’dir.) Meksika'da 2003’te yürürlüğe giren bir yasayla Maya dillerinden Maya Yucateco (Yukateko dili) aslî Kızılderili dilleri gibi, ulusal dil ilan edilmiştir.
Günümüzde Maya dillerinin konuşulduğu ülkeler, başta Meksika ve Guatemala olmak üzere, Honduras, Belize (Britanya Honduras'ı) ve El Salvador'dur.
Türkçe ile Maya dili arasında birçok alanda benzerlikler göze çarpmaktadır. İlk kez Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatılan bu benzerlikleri saptama çalışmasına son zamanlarda dilbilimciler de katılmaya başlamıştır..Maya dili ile Türkçedeki benzerlikler konusunda araştırma yapan Stig Wikander “"Mayaca ve Altayca, Maya dilleri ailesinin Altay dilleri ailesiyle akrabalığı var mıdır?"” adlı makalesinde saptadığı bazı benzerlikleri sunmuştur. Nitekim son bilimsel araştırmalar Maya dilinin de dahil olduğu Amerindiyen dil ailesinin yaklaşık 16.000 yıl öncesine dek Sibirya’da yaşayanların diliyle ortak bir kökene sahip olduğu yönündedir.
Sözkonusu benzerliklerden, sözcükler arası benzerliklere örnek olarak aşağıda birkaç sözcük belirtilmiştir:
Bulgular MÖ 3. ve 4. yüzyıllarda bile Mayalar’ın yazı sistemini kullandıklarını göstermektedir. Maya yazısından önce de Orta Amerika’da çeşitli yazı sistemlerinin kullanıldıkları (Zapotek yazısı, Olmek yazısı vs.) bilinmektedir. Bunlardan biri Olmec ile Maya yazısı arasında bir "geçiş yazısı" denilebilecek Epi-Olmec yazısıdır. Bununla birlikte 5 Ocak 2006’da National Geographic tarafından yayımlanan Maya yazısı inceleme sonuçları Maya yazı sisteminin hemen hemen en eski Orta Amerika yazı sistemleri kadar eski olduğunu göstermektedir. Kısa kısa da olsa, çoğu anıtlar, tabletler, steller (dikiltaşlar ve tahta levhalar) ve çömlekçilik ürünleri üzerine yazılmış olmak üzere, günümüzde yaklaşık 10.000 Maya yazıtının ya da metninin varlığı bilinmektedir. Bunlardan başka Mayalar’ın, özellikle çeşitli incir ağacı türlerinin ağaç kabuklarından elde ettikleri kâğıtlara kaydettikleri boyalı metinler mevcuttur. Maya yazı sisteminin çözülmesi uzun ve zahmetli bir inceleme sürecinden sonra mümkün olmuştur. İlk kısmi çözümler 19. yüzyılın sonunda başlamışsa da, yazının çözülmesi konusunda esas önemli gelişmeler 1960’lı ve 1970’li yıllarda olmuştur ve günümüzde Maya metinleri tümüyle olmasa da, yeterince okunabilmektedir. Maya dilinin çözülmesi konusunda emek harcamış isimlerden bazıları Constantin Rafines, Yuri Knorozov, Ramón Arzápalo Marin’dir.
Ne yazık ki İspanyol papazlar işgalden kısa süre sonra ele geçirdikleri tüm Maya kitaplarını yakıp yok etmişlerdir. Arkeolojik sit alanlarındaki taş yazıtların, tabletlerin yanı sıra, günümüze ancak üç Maya elyazması ve birkaç sayfadan ibaret bir metin kalmıştır.
Maya kazılarında sık sık, alçıdan yapılma dikdörtgen tabletler keşfedilmektedir, fakat üzerlerinde organik izler kalmadığından, dolayısıyla tarihlendirme çalışmaları yapılamadığından, yaşlarının saptanması konusunda ancak varsayımlarda bulunulmaktadır. Son incelemeler, Mayalar’ın yazı sisteminde, aynı sözcüğün yazımında hem alfabetik sistemin hem de ideografik sistemin bir arada kullanıldığını göstermiştir.Yani Maya dillerinin yazımında karmaşık, bilinen anlamdaalfabetik olmayan bir yazı sistemi kullanılmıştır. Bu, kısmen logografik, kısmen de hecesel seslere dayalı bir karışımdan oluşan yazı sistemidir; bir başka deyişle, eski Mısır yazısında ve Çince'nin Çin yazısı ve Japonca’nın kanji yazısında da olduğu gibi kelime ve fikirleri belirten ideogramların yanı sıra, ayrıca sesleri belirten fonetik sembollerin de kullanıldığı bir karışımdan oluşmuştur.
Alfabeleri olmayan Mayalar’ın kullandıkları fonetik sistem rébus (karışık olarak verilmiş harfleri veya işaretleri belli bir sıralamayla bir araya getirerek bir sözcük veya cümle oluşturma) türünde bir bulmaca çözme oyununa benzetilebilir. Her glif birbirini tamamlayan iki ayrı biçim içerir. Biri temsilî biçimdir, ötekisi ideogram olan sembolik biçimdir ki, bu ikincisi genellikle stilize halde olur. Gliflerin çoğu birkaç öğenin birleşimi olarak karşımıza çıkar ki, temel öğe sıfat, zarf, edat gibi takılar, ekler alır.
Dolayısıyla Maya yazısının çözülmesi son derece zordur. Çözülen gliflerin ifade ettikleri cümleler de kimi zaman yoruma muhtaçtır. Bununla birlikte yaklaşık 800 glifin (bir işaretin grafik temsili, karakter, hiyeroglifik yazıyı oluşturan parçalar) ya da işaretin kullanıldığı Maya yazısının günümüzde yaklaşık % 80'i çözülebilmiştir. Glifler hece birleşimlerini (sözcük) ifade ederler.
Maya hiyeroglifleri ya anıtlar ve mimari eserlerde genellikle taş veya tahta üzerine işlenmiş ya da kâğıt, alçı duvarlar ve seramik objeler üzerine resmedilmişlerdir. Bitkilerden elde edilmiş kâğıt genellikle 20 cm eninde, birkaç metre uzunluğunda olurdu ve yazıldıktan sonra akordeon gibi katlanırdı. Maya ülkesinin Aztek dilindeki adında ("al ve karanın ülkesi") bulunan renkler gibi kırmızı ve kara renkli mürekkepler kullanmışlardır. Bu yazı göründüğü kadarıyla çoğu zaman dini amaçlarla uygulanıyordu. Yazıcılar toplum içinde önemli bir konuma sahipti.
Maya dillerindeki sözcükler, Latin alfabesiyle yazıldıklarında, kimi zaman, yazıldığı gibi okunmamaktadır. Örneğin, Chichimec adı Çiçimek olarak, Kukul-cán ya da Kukulkán adı Kukuul kaan olarak, Chilam Balam adı Çilam Balam olarak, Yucatan ise Yukatan olarak okunur. Maya sözcüklerinde; İngilizce, İspanyolca veya diğer Latin alfabeli dillerden biriyle yazıldığında, kaleme alındığı alfabeye bağlı olarak, çoğu zaman, “ ch” harfleri Türkçe'deki “ç” sesiyle, “c” harfi Türkçedeki “k” sesiyle, “J” harfi genellikle Türkçedeki “h” ve nadiren “ks” sesiyle, “tz” harfleri Türkçedeki “ts” sesleriyle, “nh” harfleri Türkçedeki “n” sesiyle,“x” harfi genellikle Türkçedeki “ş” sesiyle, sözcüğün ortasında yer aldığında bazen Türkçedeki “h” gibi okunmaktadır. Özellikle İspanyol işgali sırasında Maya sözcüklerinin İspanyolcaya uyarlanarak yazılmış olduğu görülmektedir; İspanyolcada birkaç istisna dışında "h" harfi okunmaz, yani hiçbir sese karşılık gelmez.
Maya elyazmaları İspanyol işgalcilerle, zamanın tahrip edici etkisiyle ve nemle tahrip edilmiş olduğundan Maya edebiyatına ait pek fazla örnek bulunmamaktadır. Elimizde bugün yalnızca, kurtulmuş dört eser vardır:
Maya dillerinden, Chilam Balam Yucateco dilinde, Popol Vuh Quiché dilinde, Cakchiquel tarihsel kayıtları ise Cakchiquel (okunuşuyla Kakçikel) dilinde Latin alfabesi kullanılarak yazılmışlardır. İspanyollarca kaleme alınmış olduklarından, İspanyol etkileri taşıyabilecekleri ve özgün hallerine oranla bazı değişikliklere uğramış olabilecekleri konusunda kuşkular vardır. Yine de sonuçta, İspanyol işgali altındaki Mayalar’ın kitaplarıdır. Nitekim Acrópolis, Toniná, Chiapas kentlerinde keşfedilen eski yazıtlar Popol Vuh’u doğrulamaktadır.
Orta-Amerika’nın diğer Kolomb-öncesi halkları gibi, Mayalar da on tabanıyla değil yirmi tabanıyla, yani yirminin kuvvetleriyle sayıyorlardı. Bu sistemin taban değeri 5’ti. Klasik-öncesi Mayalar’da (ya da selefleri olan Olmekler’de) sıfır kavramının mevcut olduğu bilinmektedir. Yazıtlar, yüz milyonlu sayılarla hesaplar yaptıklarını ve belirttikleri tarihlerin çok eski zamanlara uzandığını ortaya koymaktadır. Son derece kesin astronomik gözlemlerde bulunmuşlar, Ay ve gezegenlerin hareketlerinin diyagramlarını yapmışlar, Güneş tutulmalarını önceden tahmin edebilmişlerdir. Diğer Orta Amerika uygarlıkları gibi, Avrupa’da kullanılan Jülyen takvimininkine kıyasla çok daha kesin bir "güneş yılı"na dayalı bir takvime sahiptiler.
Mayalar’ın zamana ilişkin çalışmalarında esas olarak iki takvimleri vardı: "Tzolkin" denen takvim dinsel nitelikliydi, bu takvime “kutsal yıllık”, “büyülü takvim”, “ayin takvimi” de denirdi."Haab" denilen takvim ise güneş takvimiydi. Güneş yılını Mayalar 365,2420 olarak belirlemişlerdi; modern astronomiye göreyse güneş yılı tam olarak 365,2422 gündür. Yani dakika ve saniye gibi zaman ölçülerinden yoksun olduğu varsayılan Mayalar’ın hesabı ile modern astronominin hesabı arasındaki yıllık fark yalnızca 17 saniye idi. Dinsel takvim 260 (20x13), güneş takvimi ise 365 günden ("kin") oluşuyordu. 365 günlük güneş yılını 20 günlük 18 ayın sonunda, |
eski Mısırlılar ve Yunanlardaki epagomenayı andırır tarzda, yaptıkları beş günlük ilaveyle elde ederlerdi ki, buna bu yüzden “muğlak yıl” da denir. Her iki takvim için 18.980 günlük bir periyot sonunda, yani 365 günlük 52 yıl veya 260 günlük 73 yıl sonra bir çakışma söz konusuydu, bu periyot 52 “muğlak yıl” olarak belirtilir.
Maya astronomisi, ilginç biçimde, ancak bugünkü modern astronomi hesaplamalarıyla bilinen "Venüs yılı"nı (synodic period]) da daha o zamanda hassas bir biçimde saptayabilmişti. Mayalar’ın 584 gün olarak hesapladıkları Venüs yılı günümüzde 583.92 gün olarak saptanmıştır. Mayalar Venüs’e ("Chak ek") bilinmeyen bir nedenle neredeyse Güneş’ten bile daha fazla önem vermişlerdir. Mayalar’ın "Venüs yılı periyodu" Dresden Elyazması’nda görülebilir. Kimileri Mayalar’ın Venüs’e verdikleri bu önemi, kadim zamanlarda bölgeye Venüs’ten gelmiş olabilecek ziyaretçilere bağlar.
Ayrıca, 65 “Venüs yılı” süren her dönemin sonunda, “güneş yılı”nın, “dinsel yıl”ın ve “Venüs yılı”nın başlangıcının 52 “muğlak yıl" süren yeni bir periyodun başlangıcıyla tam olarak çakıştığını gözlemlemişlerdir.
Ancak dünyanın dolanım süresi aslında 365,2422 gün olduğundan, bu sistemde “muğlak yıl” sürekli olarak güneş yılından önde gitmekte, giderek aylar mevsimlerden uzak düşmektedir. İlginçtir ki, Mayalar’ın bu sorunu bir şekilde aştıkları, "tropikal yıl"ı bildikleri görülmektedir. Ayrıca Mayalar iki yeniay arasında geçen süreyi (kavuşum ayını) 29,53020 olarak hesaplamışlardır ki, bu süre günümüzde 29,53059 olarak saptanır.
Dünya insanlığının çok uzun zaman boyunca var olduğuna ve tufan benzeri birçok yıkım dönemi geçirmiş olduğuna inanan Mayalar, takvimlerinin yanı sıra, “uzun hesap” denilen oldukça uzun dönemleri içeren, şaşırtıcı bir zaman hesabı sistemi kullanmışlardır. Bu sistemin başlangıç noktası tam olarak MÖ 3113 yılının 12 Ağustos günüdür. S.G.Morley’e göre bu, “ilahların doğum tarihi” olarak görülen bir tarihti. Tarihler ile süreler, Ay, Güneş ya da Venüs yılıyla değil, tekrarlanan bu uzun dönemlerin katlarıyla ifade ediliyordu. Bu sistemde 7.200 güne 1 "katun", 144.000 güne 1 "baktun", 2.880.000 güne 1 "pictun" deniyordu. En uzun periyot olan "alautun" ise 23,040,000,000 günü (yaklaşık 63 milyon yıl) kapsamaktadır.
Teotihuacan’ın klasik dönem sonlarındaki düşüşüyle Maya toplumları önce bir sarsılma dönemi geçirmişse de bu olay, daha sonra Maya halklarının "Yukarı Topraklar”da (Tierras Altas) yeşerecek büyük, yeni yerleşim yerlerinin çekirdeklerini kurmalarını sağlamıştı. Tikal, Toniná, Yaxchilán gibi birçok kent böyle yeşermiş ve 9. yüzyıl ile 10. yüzyıl arasında doruğa ulaşmışlardı.
Temel Maya merkezlerinin çöküşe geçme nedeni çoğu kimse için hâlen bir sır durumundadır. Bununla birlikte arkeolojik araştırmaların verilerine dayanan birçok kimse de bu konuda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Her şeyden önce aralarında sürekli savaş yapan küçük devletler sözkonusuydu. Savaşlar ve işgaller bir zayıflama nedeni olarak düşünülebilir. Öte yandan bu dönemde, sonuçları El Niño kasırgasının sonuçlarını andıran bir iklimsel düzensizliğin meydana geldiği görülmektedir. İklimlerdeki değişiklikler Maya bölgesinde tarıma ağır bir darbe vurmuş olabilir. Ayrıca, yaşanılan doğal afetler, din adamları sınıfının ilahi konularda etkili olamadığını ortaya koymuş ve otoriteleri zayıflayan din adamları kıtlıktan ve yaşam için elzem olan maddelerden yoksun kalmalarından dolayı halk tarafından suçlanmış olabilir.
Klasik dönem sonlarındaki çöküşün belirtilerinden biri, birtakım olayların anısına dikilen dikilitaşların 889’dan sonra, artık dikilmemesi ve büyük mimari yapıların yapılmamasıdır. Sonraki yüzyıllarda görülen bir başka belirti ise, Orta Amerika’nın takvim yazıtlarında kesinliğiyle ünlü Uzun Hesap sisteminin tekrar (artık) kullanılmamış olmasıdır ki, bu, kültürel geleneğin sona ermiş olduğunu gösterir. Küçük grupların göçleri olmuşsa da Yucatan’a büyük bir göçün yapılmış olduğuna dair herhangi bir belirti yoktur.
Maya halkı kendi bölgelerinde kalmış ve sonunda eski imparatorluk kadar muhteşem bir duruma varmayacak olsalar da, yeni bir gelişme sürecine girmişlerdir. Klasik-sonrası dönemde "Yukarı Topraklar" kent devletlerinin ya da beyliklerinin en önemlisini Quiché’ler (Kişey okunur, Guatemala) kurmuştur.
Maya halkları çağımızda, yeni cumhuriyetlerin kendilerine karşı yaptığı çeşitli girişimlere rağmen yok olmamayı başarmışlardır. Meksika'nın açtığı, Yucatan’daki Mayalar’ın başkaldırısını önlemek üzere, binlerce Maya yerlisinin yok olduğu, sürgün ve esir edildiği Caste (Castas) Savaşı buna örnek olarak gösterilebilir. Guatemala’daki sivil çatışma (1966-1982) da çoğu Maya soyundan gelen yerliler olan 40.000-200.000 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Mayalar’dan hayatta kalanlar hâlen Meksika’nın güneydoğusunda, Belize’de, Honduras’ta, El Salvador’da ve Guatemala’da yaşamaktadırlar (bu son ülkede etnik toplulukların en büyüğü durumundadırlar).
Tekerlek gibi araç gereçlere sahip olmaksızın devasa yapılar inşa etmiş Mayalar, gerek mimarileri bakımından, gerek olağanüstü matematik, takvim ve astronomi bilgileri bakımından, gerekse kentlerini bilinmeyen bir nedenle aniden terketmeleri bakımından kimilerine gizemli bir uygarlık olarak görünmektedir. Gizemli konulara ilgi duyan yazarlar ve ufologlar, Mayalar'ın bazı alanlardaki olağanüstü bilgilerini, battıkları ileri sürülen efsanevi kıtalardan gelmiş olmalarına ve uzaylılarla temas kurmuş olmalarına bağlarlar. Bunlara göre, Maya metinlerinde ve Maya sanat ve mimarisinde Dünya’nın bu eski devirlerine ve uzaylılarla irtibatına ilişkin işaretler bulunmaktadır ve aslında, Maya tarihinde bir ilerleme değil, bir çöküş, yüksek bir uygarlık düzeyinden gerileme yaşanmıştır. Bugün nasıl ileri toplumların yanı sıra, hâlen bazı ilkel düzeyde toplumlar bulunuyorsa, Mayalar’ın ileri bir uygarlık düzeyinde bulundukları dönemde, bölgede geri bir düzeyde yaşayan topluluklar da vardı; uygarlığın hep gelişme göstermiş olduğu tezinden hareketle oluşturulan tarih yanlışlıklar doludur. Gelişme gösteren topluluklar olduğu gibi, ileri bir düzeydeyken MÖ 10000 yıllarından itibaren gerileme ve çöküş sürecine giren topluluklar da vardır ve kozmik irtibatla bir süre dengede kalabilmiş topluluklar da olabilir.
“Mayalar” adlı kitabında Mayalar'ın geçmişte manyetik eksenin ve kutupların yer değiştirmiş olduğunu bildiklerini, ayrıca 405 dolunayın 11.960 günlük periyodunu
ve 25.626 yıllık presesyon periyodunu hesaplamış olduklarını ileri süren Yılmaz Aydın, konuya ilişkin olarak şu fikri savunur:
Nasıl günümüzde bir yanda uzay teknolojisi yaşanırken diğer yanda dünyanın çeşitli bölgelerinde insanlar ilkel koşullarda yaşamlarını devam ettiriyorlarsa, geçmişte de bir yanda Maya uygarlığı varken, diğer yanda Orta Amerika’da geleneklerinin etkisi altında oldukça geri düzeydeki toplumlar var olmuştur. Bugün teknolojiyi sindirmeden yaşayan topluluklara bakıp tüm 21. yüzyıl hakkında "ilkel topluluk" damgası vurulamayacağı gibi, geçmişteki kültürel anlamda gelişmemiş bazı topluluklara bakıp o dönem hakkında da kesin yargılarda bulunamayız.
Yılmaz Aydın, ayrıca, kitabında, Maya efsanelerine göre, Uxmal kentinin, ıslık çalarak taşların kendiliğinden yerinden kalkmasını sağlayan, yok olmuş bir cüce ırk tarafından kurulmuş olduğuna değinir ve ""Uxmal’da yemeği bile yarıda bırakarak yok olmuş bir halka ait, yarısı yenmiş yemek tabakları hâlen durmaktadır. Kimden ya da neden kaçtılar, bilinmiyor."" der.
Mayalar'la ilgili bir başka gizemi de Maya kazılarında keşfedilen kristal kafatasları ve Yucatan'da keşfedilmiş, dünyada pek rastlanmayan anormal kafatasları oluşturmaktadır.
Bazı araştırmacıların Mayalar’ın kutsal kitabı Popol Vuh’a yer alan bilgileri yorumlamasına göre Mayalar yeryüzündeki canlıların bugüne dek her biri çok uzun zaman dilimlerini kapsayan ve tufan benzeri yıkımlarla sona eren dört çağ ya da devir geçirtiği belirtilmektedir.
Meriç (anlam ayrımı)
Red shoes
Pol Pot
Pol Pot, asıl adı ile Saloth Sar (d. 19 Mayıs 1925 - ö. 15 Nisan 1998) Kızıl Kmerler adlı gerilla teşkilatının kurucusu, 1976 ilâ 1979 yıllarında Kamboçya başbakanı. İktidarı döneminde Kamboçya'da tahminen 1.700.000 kişinin ölümüne yol açan bir baskı rejimi kurdu, bazı tarihçiler bu olayların bir soykırım olduğunu kabul etmektedir.
1925 yılında o dönem Fransız Hindiçini içinde yer alan günümüzde Kamboçya'nın bir parçası olan Kompong Thom şehrinde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Pol Pot, 1949 yılında Paris'te radyo mühendisliği bursu kazandı. 1953 yılında Kamboçya'ya döndü ve öğretmenlik yapmaya başladı. 1963 yılında ise ormanlık bölgelere çekilerek Kızıl Kmerler olarak bilinen gerilla teşkilatını kurup organize etti. 1970'teki askeri ihtilal sonucu iktidardan uzaklaştırılan Kamboçya'nın kralı Norodom Sihanouk ile iş birliğine girerek askeri idareye karşı hareket başlattı.1975'te General Lon Nol yönetimindeki askeri idareyi devirerek başbakan oldu.
Başbakan olmasına rağmen bütün idareyi elinde bulunduran Pol Pot, birliklerinin başkent Phnom Penh' i işgal etmesiyle asıl yüzünü gösterdi ve katliamlarını sergilemeye başladı. Şehirde yaşayan herkesi pirinç tarlalarında çalışmaya zorlayan Pol Pot, bütün okulları kapattı. Okuma yazma bilenler öncelikli olmak üzere yaşlı-genç-çocuk-kadın-erkek ayırımı yapmaksızın yüz binlerce kişiyi işkencehanelere dönüştürülen okullarda, idareye karşı olduklarını itiraf ettirdikten sonra ölüm tarlalarına sürdü.
1979'da Vietnamlılar tarafından desteklenen Hun Sen önderliğindeki bir hareketle başkentten uzaklaştırılan Pol Pot ve Kızıl Kmerler, iktidarda oldukları süre içinde Kamboçya kaynaklarına göre yaklaşık 7 milyonluk nüfusun 1 milyon 700 binini katlettiler.
Yine bu dönemde yüz binlerce ev, binlerce okul, hastane, Budist-Hristiyan-Müslüman ibadethaneleri yerle bir edildi ve bu dönemde tüm dünyada 'Bir Numaralı Düşman Kardeş' olarak anılmaya başlandı.
1979'dan 1997 Temmuzuna kadar Kamboçya'nın Çin ve Tayland sınırındaki ormanlık bölgede gerilla hareketine devam eden Pol P |
ot'un bu ülkeler tarafından desteklendiği iddia edildi.
1997 Temuzunda Kral Sihanouk'un oğlu Prens Ranaridh'e bağlı kuvvetlerle iş birliği yaparak başkenti ele geçirmeye çalısan Pol Pot'a bağlı Kızıl Kmerler, eski başbakan Hun Sen'e bağlı hükümet kuvvetlerince püskürtüldü. Son başarısız girişiminden dolayı yandaşlarınca ömür boyu ev hapsine mahkûm edilen Pol Pot'un sağlık durumu da gittikçe kötüye gitmeye başladı.
Ölümünden yaklaşık olarak bir hafta önce Tayland hükümeti Pol Pot'u yakaladığı halde, 'başka ülkenin içişlerine müdahale olur' ve 'Çin'le ilişkilerimiz bozulur' gerekçesiyle serbest bıraktı. Dönemin ABD başkanı Bill Clinton ise, Pentagon' a Pol Pot'un derhal yakalanarak milletlerarası bir mahkemede yargılanması emri verdi.
Kızıl Kmerler, Pol Pot'un 15 Nisan 1998'de kalp krizi sonucu öldüğünü açıklamışlardır. Diğer bir iddiaya göre ise; Pol Pot, sıtmayla mücadele ve sakinleştirici ilaçları alarak intihar etmiştir. Bu açıklama Kızıl Kmerler tarafından yapılmıştı ve dünya kamuoyu bu açıklamaya pek de itibar etmemişti. Pol Pot ölümünden birkaç ay önce kendisiyle yapılan bir röportajda, milyonlarca insanın öldürülmesiyle alakalı vicdanen rahat olduğunu, bunları kendi başına yapmadığını açıklamıştı.
Scud füzesi
Scud, sıvı yakıtlı bir balistik füzedir. Bu füzeler Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği tarafından yapılıp tasarlanmıştır.
Uzun menzilli ve çok büyük bir patlama gücüne sahip bu füzelere şu an eski Sovyet cumhuriyetleri bazı Orta Doğu ülkeleri ve Uzak Doğu'daki komünist ülkelerin birçoğu sahiptir. İran-Irak Savaşı sırasında Saddam Hüseyin tarafından İran'da bulunan petrol rafinerilerini yok etmek için kullanıldı. Menzili 130 ile 1500 kilometre arasında değişen Scud füzeleri nükleer, biyolojik ve kimyasal olarak 3 farklı savaş başlığı taşıyabilecek biçimde tasarlanmıştır. Aynı zamanda bu füzeler Saddam Hüseyin tarafından Körfez Savaşı'nda İsrail'e karşı kullanılmışsa da psikolojik tesir dışında etkili olmamıştır. İsrail ise bu füzelere Patriot'larla karşılık vermiş; fakat Scud'ları düşürmede pek bir başarı elde edememiştir.
Aslıhan Yener
K. Aslıhan Yener (d. 21 Temmuz 1946, İstanbul), Türk-Amerikalı arkeolog. Bronz Çağı'nda Anadolu'da kalay madenciliği üzerindeki araştırmaları ile bu madenin muhtemel yeni rezervlerini bulmuştur.
Altı yaşındayken ailesi ABD'nin New York eyaletindeki La Rochelle kentine yerleşmişlerdir. 1964'de kimya öğrenimi yapmak amacıyla Adelphi Üniversitesi'ne girmiş, ancak kısa bir süre sonra Türkiye'ye dönerek ve üniversite ve branş değiştirerek 1966'da Boğaziçi Üniversitesi'nde Sanat Tarihi okumuştur. Burada arkeolojiye olan ilgisi artmış, ve nihayet diplomasını Arkeoloji dalında almıştır. Ardından Columbia Üniversitesi'nde master yapmış ve 1980-1988 arasında Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünde doçentlik yapmıştır.
Araştırmalarını gümüş tarihi objelerin bulunması için kimyasal yöntemlerin kullanılması üzerinde yoğunlaştırmıştır. Toros Dağları bölgesinden eski çağlarda yüksek müktarlarda gümüş çıkarıldığını keşfetmiş ve bu bölgede madenciliğin evvelce zannedildiğinden gelişmiş olduğu sonucuna varmıştır.
Bir sonraki aşamada, eski çağlarda günümüzün petrolü kadar değerli olan ve bakır ile birlikte alaşım oluşturarak bronz elde edilmesinde yararlanılan kalayın madenciliğinin Bronz Çağı kökenleri üzerinde araştırmalara yönelmiştir. 1982'de yine Toros Dağları bölgesinde kalay madenciliği izlerine rast gelmiştir. Bu keşifler, Asurluların bugünkü Afganistan bölgesinden ithal ettikleri kalayı Anadolu'ya bol miktarda ihrac ettiklerini belirten Asur kaynakları ile bir çelişki oluşturmaktaydı. Evvelce Anadolu'da kalay bulunmadığı düşünülmüştü.
Aslıhan Yener bundan sonraki 5 yıl boyunca, MTA ile işbirliği içinde Anadolu'da madenciliğe elverişli kalitede kalay cevheri aramıştır. 1987'de kendisinin çalışmalarından haberdar olan bir başka Türk bilim adamı Niğde'nin Çamardı ilçesinin Kavlaktepe köyü yakınlarındaki bir derede kasiterit (mor kalay cevheri) keşfetmiştir. Kalay cevheri genelde siyah olduğundan önceki araştırmalar bu renkte cevherler üzerinde yoğunlaşmıştı. Mor kalayın bulunduğu noktanın yakınlarındaki Kestel Dağı'nda bu madenin zengin bir rezervi keşfedilmiş, rezervin yakınlarında da Bronz Çağı izlerine rastlanmıştır. Kestel maden yatağında iki kilometre uzunluğunda bir tünel bulunmaktadır. Tünelin büyük kısmı sadece 60 santimetre kadar kalınlıkta olduğundan madende çocukların çalıştırıldığı düşünülmüştür. Nitekim terk edilmiş bir maden çukurunda 12-15 kadar çocuğun cesetleri bulunmuştur.
1989'da madenin karşısındaki Göltepe'de Bronz Çağı çanak çömlek kırıntıları ve taş aletler keşfedilmiş, bu alanın M.Ö. 3290-1840 yılları arasında yaklaşık bin kişi tarafından sürekli mahiyette iskan edilmiş bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. Yerleşimin büyük kısmı yer altında bulunmaktaydı. Göltepe siti Anadolu'da Bronz Çağı'nda kalay madenciliğinin varlığının nihai kanıtını oluşturmuştur.
Böylece 1993'e gelindiğinde Aslıhan Yener M.Ö. 2870 yıllarında (Bronz Çağı'nın başlarında) Anadolu'da kalay madenciliğinin hayli gelişmiş bir sanayi olduğu ve yüksek bir uzmanlaşma derecesine vardığını öne sürebilecek kanıtları toplamış bulunmaktaydı. Anadolu'nun ithalat yaptığı da kesin olduğu için bu çağdaki ticaretin belli bir rekabet ortamının oluşacağı inceliğe vardığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Aslıhan Yener 1993'de Chicago Üniversitesi Oryantal Enstitü'ye katılmış olup buradaki çalışmalarını Yakındoğu Arkeolojisi Doçenti sıfatıyla günümüze kadar sürdürmektedir. Halen Asi Nehri Vadisi Bölgesel Projesinin direktörlüğünü yapmakta ve Hititler döneminde (Geç Bronz Çağı, M.Ö. 2000-1200) Mukiş Krallığı'nın Başkentliğini yapmış olan Alalah siti üzerinde araştırmalar yürütmektedir.
2009 yılından beri hem Chicago Üniversitesi hem de Koç Üniversitesi'nde görev yapmaktadır.
Gorgonlar
Gorgonlar (Türkçe: "korku"), Yunan mitolojisinde keskin dişli, saç yerine başlarında canlı yılanlar olan, dişi canavarlardır. Herkes Medusa'nın baktığı kişiyi taşa çevirdiğini bilir. Ama kız kardeşleri Euryale ve Stheno bunu yapamamaktadır. Ayrıca Medusa içlerinde ölümlü olan tek kişidir.
Gorgo kökü Yunancada “korkunç, berbat” demektir. Yunan mitolojisine göre Gorgonlar "korkunç", dişi canavarlardır. Deniz Tanrısı, Phorcys ve Ceto'nun kızlarıdır. Sivri köpek dişleri ve saçları yerine de zehirli yılanları vardır. Bazı kaynaklar Gorgonların altın kanatlara ve pirinç pençelere sahip olduğunu da söyler. Tüm özellikleri içinde onların en bilinen ve eşsiz özelliği ise Medusa'nın suratına bakmanın o kişiyi taşa çevireceğidir.
Gorgonlar üç kız kardeştirler. Bunlar Medusa, Euryale ve Stheno'dur. Eski Yunan vazo ressamları Medusa ve kardeşlerini canavar formunda doğmuş korkunç yaratıklar olarak resmetmiş olsalar da beşinci yüzyıldan itibaren heykeltıraşlar ve ressamlar tarafından güzel ve korkutucu olarak tasvir edilmeye başlandı.
Alet
Alet, belirli bir işi yapmak için özel olarak üretilmiş, iş sürecinde kullanılan ancak tüketilmeyen nesnedir.
Genellikle el işi yapmakta kullanılan fiziksel nesneler (örneğin çekiç, orak, saban, tırpan vb.) için kullanılmakla birlikte, bir sanatı uygulamakta kullanılan nesneler (örneğin müzik aletleri) ya da bir makine ya da makineyi oluşturan parçaların her biri (örneğin otomobil, tekerlek) de alet sayılır. Alet genellikle fiziksel bir nesne olmakla birlikte, yazılım gibi ürünleri gerçekleştirmek için kullanılmak üzere üretilmiş yardımcı yordamlar ya da yazılımlar (örneğin düzenleme, çizim, test araçları) da alet ya da araç olarak adlandırılır.
Antropologlar alet kullanımının insanın evriminde çok önemli bir aşama olduğu görüşündedir. İnsanın atalarının ilk taş aletleri üretmesi Taş Devrinin başlangıcı sayılır ve Etyopya'da bu aletlere ait en az 2,6 milyon yaşında örnekler bulunmuştur.
Temel işlevlerine göre aletler şöyle sınıflandırılabilir:
Çalar saat gibi bazı aletler yukarıdaki işlevlerden birden fazlasını birleştirebilir.
İş eldiveni, koruma gözlüğü, kulaklık, can yeleği gibi bazı donanım ve giysiler genel alet tanımının kapsamına girerler ve doğrudan iş yapmasalar da çoğu durumda işin tamamlanabilmesi için zorunludurlar.
Felsefeciler önceleri sadece insanların alet kullanabildiklerini düşünüyorlardı ve "İnsan alet yapan/kullanan hayvandır" sözü halen de çok yaygındır. Ancak sonradan pek çok hayvanın da işlerini görecek aletlerden faydalanabildiği gözlenmiştir.
Teknoloji, Ergonomi
Tardiye
Divan edebiyatında beş dizelik bentlerden oluşan musammat türüdür. Aruzun "Mef'ûlü, Mefâilün, Feûlün" vezniyle yazılır. Muhammesten ayrılan yanı, ilk bend dâhil, beşinci dizelerin kendi arasında uyaklı olmasıdır. Şeyh Galip sıkça kullanmıştır.
Hoş geldin eyâ berîd-i cânân
Bahşet bana bir nüvîd-i cânân
Cân ola fedâ-yı iyd-i cânân
Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân
Yârin bize bir selâmı yok mu
Ey Hızr-ı fütâdegân söyle
Bu sırrı idüp iyân söyle
Ol sen bana tercemân söyle
Ketm etme yegân yegân söyle
Gâm defterinin tamâmı yok mu
Yâ Rabb ne intizârdır bu
Geçmez nice rûzgârdır bu
Hep gussa vü hârhârdır bu
Duysam ki ne şîve-kârdır bu
Vuslat gibi bir merâmı yok mu
Çıkdım ser-i dâra hemçü Mansûr
Âvâzım ezân-ı nefha-i sûr
Gal kıldı gülûmu şâh-ı mansûr
Oldum sipeh-i belâya mahsûr
Ol pâdişehin peyâmı yok mu
Kâm aldı bu çerhden gedâlar
Ferdâlara kaldı âşinalar
Durmaz mı o ahdler vefâlar
Geçmez mi bu etdiğim duâlar
Hâl-i dilin intizâmı yok mu
Dil hayret-i gâmla lâl kaldı
Gaalib gibi bî-mecâl kaldı
Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
El’ân bir ihtimâl kaldı
İnsâfın o yerde nâmı yok mu
Şeyh Galib
Antalya Kültür Sanat Vakfı
Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) 1964 yılından 1985 yılına kadar Antalya Belediyesi önderliğinde gerçekleştirilen Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne kurumsal bir kimlik kazandırmak amacıyla 1995 yılında kuruldu.
1985 yılından, AKSAV'ın kurulduğu 1995 yılına kadar festivalin kurumsallaşma çabaları devam etti. 1985-1988 yılları arasında Yener Ulusoy öncülüğünde kurulan Antalya Kültür Sanat Turizm Vakfı tarafından organize edilen festival; 1989 - 1994 yılları arasınd |
a Belediye Meclis Üyeleri, turizm kuruluşları ve Antalya Ticaret Odası temsilcilerinden oluşan FESTİVAL YÜRÜTME KURULU adlı platform tarafından düzenlendi.
1995 yılında Antalya Büyükşehir Belediyesi önderliğinde Altın Portakal Kültür ve Sanat Vakfı adıyla 52 üyeyle kurulan Vakıf, Eylül 2002 'den beri Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) adıyla hizmet vermektedir. Vakfın Kurucular Kurulu, Antalya'nın iş, politika, medya ve kültür-sanat dünyalarının önemli isimlerinin de aralarında bulunduğu 113 kişiden oluşuyor.
Vakfın temel amacı "Antalya'nın kültürel, sanatsal, tarihi, folklorik ve turistik potansiyelini, değerlerini ve zenginliklerini üst düzeyde değerlendirmek; film, müzik ve diğer sanat dallarını desteklemek ve geliştirmek; ulusal kültür ve sanat değerlerimizle birlikte Antalya'yı ve ülkemizi uluslararası platformda dünya kamuoyuna tanıtmak" tır. Hedefleri doğrultusunda yurtdışında da etkinlikler düzenlemek üzere yapılandırılmış olan AKSAV'ın birincil misyonu ise, "geleneksel olarak gerçekleştirdiği Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin, Türkiye'nin uluslararası platformda tanıtılmasına katkıda bulunacak prestijli festivaller arasında yer almasını sağlamak"tır.
Avrupa ve Asya’nın en köklü film festivallerinden biri, Türkiye'nin ise en eski ve uzun soluklu film festivali olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, ulusalda elde ettiği deneyim ve başarıyı, uluslararası platforma taşıyarak büyük bir sinema etkinliği haline gelmiştir.
Antalya’yı kucaklayan, Türk sinemasına sarılan, yüzünü dünya sinemasına dönen uluslararası bir film festivali olma yolunda sağlam adımlarla ilerleyen Antalya Altın Portakal Film Festivali çerçevesinde, Ulusal ve Uluslararası Yarışma’nın yanı sıra, Ulusal Belgesel Film Yarışması ve Ulusal Kısa Film Yarışması da yer almaktadır. Festivalimizde ayrıca, başta Asya ve Avrupa sineması olmak üzere, dünya sinemasının önemli ve saygın isimlerinin filmleri de sinemaseverlerle buluşmaktadır.
2010 yılında bir ilke imza atılarak gerçekleştirilen Antalya TV Ödülleri’nin 2.si 29- 30 Nisan 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
Altın Portakal´dan sonra bir ilke daha imza atan Antalya'da, Türk Sineması´nın Oscarları sayılan Altın Portakal´dan sonra, beyazcamın Oscarları da dağıtılıyor.
Altın Portakal, Türkiye´nin en köklü sinema festivali ve Türkiye´de yapılan en büyük etkinlik. Türk sinemasının neredeyse tüm yıldızları kariyerlerine Altın Portakal´la başladılar. 47 yıl önce sinema dünyası için hedeflenen "sinemada kaliteyi teşvik etme" misyonu, Antalya Televizyon Ödülleri’yle, televizyon sektörüne de taşınıyor.
Türkiye’de TRT ile başlayan özellikle 90’lı yılların başında özel televizyon kanallarıyla birlikte büyük bir ivme kazanan televizyon sektörünü ödüllendirerek televizyon disiplini çevresinde faaliyet gösteren girişimci, sanatçı, ara teknik eleman ve izleyicilerin motivasyonuna katkı sağlamayı hedefleyen Antalya TV Ödülleri, Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle Antalya Kültür Sanat Vakfı tarafından organize edilecektir.
Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından geçtiğimiz yıl “ilk kez” düzenlenen “AntalyaTelevizyon Ödülleri” Türk Televizyonculuğunda yeni bir dönem başlattı. Türkiye’nin “EMMY” ve “ALTIN KÜRE”si olmaya aday ödül töreni televizyon dünyasında büyük bir eksikliği gidermeyi hedefliyor.
Antalya Televizyon Ödülleri, beyazcamın ünlü, saygın ve önemli isimlerini Antalya´da buluşturuyor. Antalya, TV Ödülleri'yle, sinema dünyasından sonra televizyon dünyasının da odağı haline gelecek...
Güvenilir, saygın ve kurumsal bir televizyon ödülü yaratmayı amaçlayan Antalya TV Ödülleri, televizyon yayıncılığının kalitesini artırmak hedefiyle yola çıkmıştır. Antalya TV Ödülleri’nde toplam 35 ayrı kategoride ödül verilmektedir.
Altın Portakal Şiir Ödülü, AKSAV (Altın Portakal Kültür ve Sanat Vakfı) ile AKSEV (Akdeniz Sanatevi) işbirliğiyle 1997 yılında kurulmuştur. Ödül, iki dereceli olarak başlayan ilk yılın ardından tek kitaba verilerek günümüze kadar sürdürülmektedir. Her yılın şiir ödülü, seçici kurul üyeleri tarafından, bir önceki yıl yayımlanan şiir kitapları arasında yapılan değerlendirme sonunda belirlenerek Altın Portakal Şiir Ödülü'ne değer görülen kitabın şairi için, bir sonraki yıl Şiir Sempozyumu düzenlenmekte; ödüllü şairin şiiri ve yapıtı şiir insanları tarafından bildiriler sunularak değerlendirilmektedir.
Sempozyumda sunulan bildiriler genellikle aynı yıl içinde kitaplaştırılarak Altın Portakal Şiir Ödülü ve Sempozyumu’nun belgesi olarak yayımlanmaktadır. Türkiye'de ilk kez gerçekleştirilen bu uygulama Altın Portakal Şiir Ödülü'ne özgün ve saygın bir konum sağlamakta; 21 Mart Dünya Şiir Günü’nü de kapsayan nitelikli bir edebiyat şenliği olarak onu ayrıcalıklı kılmaktadır. Altın Portakal Şiir Günleri, ayrıca şiir odaklı çeşitli sergi, panel ve yayınlarıyla her yıl şiirseverlerle bütünleşerek Türkiye'nin en önemli edebiyat etkinliklerinden biri olmayı kurumsal olarak sürdürmektedir.
Altın Portakal Şiir Ödülü'ne değer görülen yapıtlar ve şairler:
(İkincilik Ödülü, “Meğer Söz Gümüş” ve “Avlu” adlı yapıtlarıyla Sina Akyol)
Dünyaca ünlü besteci-piyanist Fazıl Say’ın Sanat Yönetmenliği’ni üstlendiği Uluslararası Antalya Piyano Festivali, her yıl Kasım ayında düzenlenmektedir. Antalya Kültür Merkezi Aspendos Salonu’nda gerçekleştirilen konserler son 3 yıldır Moskova Virtüözleri’ni, Azize Mustafa Zadeh’i ağırlıyor. Türkiye’nin bu alanda süreklilik arzeden tek festivali olan Uluslararası Antalya Piyano Festivali, her yıl yerli ve yabancı dünyaca ünlü sanatçıları Antalyalı sanatseverlerle buluşturuyor. Klasikten, jaza, Latin’den özel şovlara kadar zengin bir program sunan festival 2010 yılında 11.’sini gerçekleştirecek. Festivale katılan sanatçılar da, düzenlenen workshoplarla müzik eğitimi alan gençleri okullarında dinleyerek eğitimlerine önemli katkılar koymaktadır..
Necdet Calp
Necdet Calp (d. 7 Eylül 1922, Karamürsel - ö. 13 Eylül 1998, Ankara, Türkiye), Türk bürokrat ve siyasetçi. Bürokraside kariyer yapmış, 12 Eylül Dönemi sonrasında da günün şartlarının sol kanat partisi Halkçı Parti'nin lideri olarak hatırlarda kalmış olan Calp, 22 Ekim 1983 günü Turgut Özal'ın da yer aldığı bir seçim öncesi televizyon tartışmasında Boğaziçi Köprüsü için "Satamazsınız beyefendi satamazsınız" deyişi ile akıllardadır.
1922 yılında Karamürsel'de doğan Necdet Calp, ilköğrenimini Karamürsel Merkez İlkokulu'nda gördü. Ortaokulu İzmit'te okudu. Ankara Erkek Lisesi edebiyat bölümünü birincilikle bitirdi. 1944 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirirken, fark sınavını vererek Hukuk Fakültesi'nde de mezun oldu.
Kaymakamlık, mülkiye müfettişliği ve valilik görevlerinde bulundu; Kazımpaşa, Karasu ve Hendek'te kaymakam vekilliği yaptıktan sonra Kütahya'ya bağlı, yeni ilçe olan Altıntaş'ın ilk kaymakamı oldu. 1951-1954 arasında Çınar, Kaman ve Haymana'da kaymakamlık yaptı. Yedeksubaylığını topçu asteğmeni olarak yaptı. Topçu okulunu da birincilikle bitirdi. 1956-1958 yıllarında Londra Ekonomi Okulu'de yerel yönetimler maliyesi hakkında seminerleri izledi. 1960'ta Siirt valiliğine atandı.
1960 yılında Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü'ne atandıktan sonra Türkiye'nin dördüncü cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve Türkiye'nin ikinci cumhurbaşkanı olup da 1961 genel seçimlerinden sonra kurulan koalisyon hükümetlerinin başbakanı olan İsmet İnönü ile birlikte beş yıl bu görevde kaldı.
1965 yılında Sevil Örten ile evlendi. Aynı yıl Sümerbank Yönetim Kurulu Başkanlığı'na getirilen Calp, önce İzmir vali vekilliği, 1978 yılında da İzmir valisi olarak atandı. 1979 tarihine kadar bu görevde kaldı. İzmir Valiliği'nden sonra bir süre önce Merkez Valiliği'nde bulundu. 12 Eylül Darbesi'nden sonra 23 Ekim 1980 - 11 Nisan 1983 tarihleri arasında Başbakanlık Müsteşarlığı yaptı.
12 Eylül sonrasında demokrasiye geçiş döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı'ndan emekliye ayrıldı. 20 Mayıs 1983'te kurduğu Halkçı Parti'nin (HP) Genel Başkanlığı'na getirildi. Özelleştirme karşıtı tutumuyla tanınan Calp'ın, 6 Kasım 1983'te yapılan milletvekili genel seçimlerinden iki hafta önce, 22 Ekim'de yapılan açık oturumda köprü ve otoyolları satma planlarını anlatan Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal'a "Satamazsınız beyefendi satamazsınız" diye tepki göstermesi Türk siyasi tarihine geçti. HP seçimlerde yüzde 30 oy oranıyla 117 milletvekilliği kazanırken, Calp da HP Ankara Milletvekili seçildi ve ANAP'ın iktidar olmasıyla anamuhalefet lideri sıfatıyla siyasi yaşamda yerini aldı.
25 Mart 1984 tarihinde yapılan yerel seçimlerde HP'nin oy oranının yüzde 8'e gerilemesi üzerine parti içinde yoğun tartışmalar başladı. Calp, 3 Nisan tarihinde istifa etmesine rağmen aynı gün içinde yapılan Kurucular Kurulu toplantısında 118 oydan 80'ini alarak yeniden HP Genel Başkanı seçildi.
Calp, 29 Haziran 1985'te toplanan partisinin ilk kurultayında Aydın Güven Gürkan'a karşı genel başkanlık mücadelesini kaybetti, bundan sonra da HP ile SODEP'in birleşme süreci başladı. HP, 2 Kasım 1985 tarihinde topladığı olağanüstü kurultayında tüzük, program ve amblemini değiştirerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adını aldı. Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) bir gün sonra 3 Kasım 1985'te yaptığı olağanüstü kurultayında kendini feshederek SHP'ye katıldı. Calp, 1987 Genel Seçimleri'nde aday olmayarak aktif siyasetten çekildi.
13 Eylül 1998 günü kalp yetmezliği sonucu Ankara'daki evinde vefat etti.
Yeşilyurt, Araklı
Yeşilyurt (Horyan), Trabzon ilinin Araklı ilçesine bağlı bir mahalledir. Araklı'ya 18, Trabzon'a 50 km uzaklıktadır. Güneyinde Yılantaş Yaylası, batısında Burnah, doğusunda Vunit, kuzeydoğusunda Gorgor, güneybatısında Cimlagava, kuzeyinde ise Çapan köyleri bulunur.
Yeşilyurt Mahallesi 750 ile 2300 rakımlar arsında zengin orman ürümleri ile 14 adet yaylanın bulunduğu 120.000 hektar arazi üzerinde kurulmuş müthiş doğa güzellikleriyle şirin bir yerleşim birimidir. Bünyesinde birçok güzel yayla bulunduran Yeşilyurt'un en meşhur yaylası aynı zamanda turizm bölgesi de olan |
Yılantaş Yaylası dır. Yeşilyurt Beldesinde 1916 Rus işgalinde şehit olan 1 subay 2 astsubay ve 86 erbaş ve er in anısına 1150 rakımlı İstiklal Tepesi'nde bir anıt yapılmıştır.
Yerleşme merkezi yönetsel açıdan bağlı bulunduğu Araklı İlçesinin güneyinde, İlçe merkezine 24 km uzaklıkta 1990 yılı nüfusu 2220 Kişi olan yerleşimdir.Mahallemize Araklı İlçesinden ayrılan bir yolla ulaşım sağlanmaktadır. Karadenizin tipik iklimi hüküm sürmektedir. Bölgede yazlar serin ve nemli, Kışlar ılık ve yağışlı geçmektedir.
1990 Genel Nüfus sayımı sonuçlarına göre Yeşilyurt Mahallesinde 2220 Kişi yaşamaktayken 1997 yılında Bu sayının 4 bin civarında olduğu gözlenmekte yaklaşık beş bin kişi kadar nüfus halkıda gerekli nedenlerden dolayı başka şehirlerde ikamet edip sürekli Yeşilyurt Beldemize Gelip gitmektedirler. Daha Önce adı "Tekneciler Köyü" olan mahalle 1994 Yılında "Yeşilyurt Beldesi" Adını alarak Belde Belediyesi olmuştur. İlk Kurucu Belediye Başkanı Hamit BAYCAN Ve ekibiyle çalışmalar başlanmıştır. Yeşilyurt Beldesi 11 Ocak 1998 Tarih ve 23227 Sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 6 Ocak 1998 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile "Turizm Bölgesi" ilan edilmiştir.2014 yılında ise TRABZON'un büyükşehir olmasıyla ARAKLI ilçesinin mahallesi olmuştur."
Yeşilyurt Mahallesinin ekonomik yapısı kısmen tarım ve hayvancılığa dayanmakta önemli ölçüde ise Gurbette çalışanların elde ettiği gelire dayanmaktadır.Büyük kentlerde İnşaat sektöründe çalışanlar Mahallemiz ile bağlarını kopartmamışlardır,genellikle ya ailelerin tümü veya bir kısmı Yeşilyurtta yaşamaktadır. Ayrıca şehir dışında çalışmakta olan Hane halkının Beldede yatırım yapma isteği mevcut olup, tümünün mahallemizde arsa, arazi ve konutları bulunmaktadır.
Yeşilyurt Mahallesi Sahilden 800 Rakim Yükseklikte olup, Ilıman İklime Sahiptir. Harika Doğası, Yeşilliği ve Ormanıyla Meşhurdur. Nüfusu Sürekli İkamet 4 Bin Olup Toplam Nüfus Kayıtları Göze Alınınca 10 Bin Civarındadır. Beldemiz Sınır Komşuları Şöyledir. Kuzey Doğuda Yeşilköy İle, Doğuda Oylum Beldesi, Kuzeyde Yeni Köy, Batıda Çamlıktepe Köyü Ve Kuzeybatıda Taştepe Köyü İle Sınır Halindedir.
Yeşilyurt Trabzon'dan 50 km, Araklı İlçemiz'den 18 km uzaklıktadır.Mahallemize Şehir Dışından Gelmek İsteyenler Trabzon Sahil Yolu Üzerinden Araklı İlçemize Gelmeleri, Araklı da Garajlar Mevkiinden Sağ Tarafa Dönerek Yeşilyurt Levhası İsitkametinde Bayburt yönüne Doğru devam edip 6 km Sonra Sol tarafa Kaşıkçı Köprüsünden Geçerek Yoncalı, Halilli, Tosunlu, Yeni Köy Köylerini geçerek Dere Yolu Boyunca Hiçbir yere Sapmadan Yeşilyurt Levhasın görene dek 17 km Gittiklerinde Yeşilyurt Beldesine Ulaşmış Olacaklardır. Beledemize Artvin Ve Rize İstikametinden Ulaşmak İsteyenler Karadeniz Sahil Yolu Boyunca Trabzon Araklı İlçemize Ulaşarak Otogar Mevkiinden Sola Dönerek Yukarıda Yazdığımız Yol Güzergahını Takip Edebilirler. Beldemize Erzurum, Erzıncan, Bayburt Ve Çevre Bölgelerden Gelmek İsteyenler Yaz Ayı Boyunca Bayburt Aydıntepe İlçesinden Kemer Dağını Aşarak Limonsuyu, Boğalı, Taşlı, Kızılkaya, Kadıra, Yılantaş Yaylaları İstikametinden Beldemize Ulaşabilirler, Kışın Gelmek İsteyenlere Tavsiyemiz Gümüşhane-Trabzon İstikametini Kullanmalarıdır.
Yeşilyurt Mahallesinin ekonomik yapısı ağırlıklı olarak kent dışına giden çalışanlara bağlıdır. Beldemizde Nüfusun büyük çoğunluğunu yaşamlarını tarım ve hayvancılık sektörüyle sürdürmektedirler. Burada Tarım ve hayvancılık başlıca geçim kaynakları arasında olurken maalesef sanayi sektöründe bir gelişme yoktur. Başlıca tarım ürünleri mısır, patates, lahana, fasulye olmakta olup, son yıllarda mahallemizde Fındık ve Çay Üretimi artmıştır.
Camiden halı çalınmıştır.
Saarbrücken
Saarbrücken (Luksemburgca: Saarbrécken; Fransızca: "Sarrebruck"), Almanya'nın batısında, Saarland eyaletinin başkentidir. Aynı zamanda Stadtverband Saarbrücken (Saarbrücken İli)´in merkezidir. Yüzölçümü 167,07 km²'yi bulan Saarbrücken'in 31 Mart 2006 itibarıyla nüfusu 178.412 olarak tespit edilmiştir. Km² başına 1.068 kişi düşmektedir. Malatya ve Kayseri kardeş şehirleridir.
Fransa-Almanya sınırının hemen yanında konumlanması dolayısıyla Fransa'nın "Sarreguemines" şehri ile bileşiktir. Saarbrücken ile Fransa'da bulunan eski sınır kapısı Forbach arası şehirleşmiş bir büyük metropol konumundadır ve bu "Saarbrücken-Forbach" metropol bölgesinin nüfusu 700.000 yakınlarındadır.
Saarbrücken Berlin'den 728 km, Köln'den 258 km, Frankfurt'dan 184 km Mannheimdan 134 km uzaktadır. Diğer Avrupa ülkelerindeki şehirlerden Brüksel'e 308 km, Lüksemburg'a 99 km, Paris'e 392 km ve Strazburga 119 km uzakta bulunmaktadır. Saarbrücke Paris-Frankfurt TGV/ICE Hızlı tren hattı üzerindedir. ICE trenleri ile seyahat Frankfurt'a 2 saat ve Paris'e 1 saat 40 dakika almaktadır. Ayrıca Almanya'nın ve Fransa'nın diğer şehirleri ile bölgesel tren demiryolu bağlantıları da bulunmaktadır. Saarbrücken şehri Avrupa otoyollarının da bir kavşak noktasıdır. Almanya otoyollarından A1 ile Köln'e ve A6 ile Mannheim ve Lüksemburg'a bağlı olup Fransa otoyollarından Paris'e giden A4 ve A320 Saarbrücken'den geçmektedir.
Kentte Saarland Teknik ve Ekonomi Yüksekokulu ve Saarland Üniversitesi yükseköğrenim hizmeti vermektedir. Saarland Üniversitesi'nin tıp bölümü (Homburg'ta) dışında kalan diğer bölümleri Saarbrücken'daki yerleşkesinde bulunmaktadır.
Saarbrücken şehrinin şu resmî kardeş şehir anlaşmaları vardır:
Necati Çiller
Hüseyin Necati Çiller (d. 1898 - ö. 24 Aralık 1973) Türk gazeteci ve bürokrat; gazetecilikten yetişmiş, 1940'lı ve 1950'li yıllarda üst düzey mülki amirliklerde bulunmuştur, Tansu Çiller'in babasıdır.
1898'de Muğla'nın Milas ilçesinde dünyaya gelen Necati Çiller, Mülkiye'de eğitim aldı ve maliye okudu. 1920'li yılların başlarında Vakit Gazetesi'nin Ankara muhabiri olan Necati Çiller, 1925-1927 yılları arasında Muğla'da Akyol gazetesini çıkardı. Tansu Çiller'in annesi olan ve Balkan Savaşı yıllarında Selanik'ten göç etmiş bir aileye mensup Muazzez hanım ile bu dönemde evlendi. 1950 seçimleri sonrasında İstanbul vali ve belediye reisi muavinliği yapmakta iken "(İstanbul'da vilayet ve belediye 1957'de birbirlerinden ayrılmıştır)" Bilecik Valiliğine atadı. 1954 Genel Seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Muğla adayı olan Necati Çiller, DP Muğla'dan tulum çıkarınca, seçimi kaybetti. CHP'den aday olmanın bedeli ise valilikten emekli edilmesi oldu.
Ankara'da Vakit muhabirliği yaptığı yıllara ilişkin bir anekdot, 1924'de Kozan Milletvekili Ali Saip Ursavaş ve arkadaşları tarafından TBMM koridorlarında dövülmesidir. Olayın nedeni, Hüseyin Necati'nin Halk Fırkası'nın grup toplantısında milletvekillerinin maaşlarına zam talep etmeleriyle ilgili tartışmaları yazmasıydı. Gazete haberinde zam isteyenlerden Ali Saip'in bir fotoğrafı da basılmıştı. Milletvekillerinin zam talebini eleştiren Necati'nin Meclis'te dövülmesi üzerine Ankara'daki muhabirler üç gün süreyle Ankara'dan İstanbul'a haber göndermeme kararı alarak olayı protesto ettiler. Kozan Milletvekili Ali Saib ise, şerefiyle oynandığını ileri sürerek Tanin Gazetesi'ne yaptığı açıklamada, "Daha göstereceğim. Düello hakkını temin edeceğim. Bu hususta kanun teklifinde bulunacağım" diyordu. Ali Saip gerçekten de düellonun yasallaştırılması yönünde bir kanun teklifi verdi, ancak bu teklif işleme konulmadı.
Paul Landers
Paul H. Landers (d. 9 Aralık 1964, Berlin), Rammstein adlı Alman endüstriyel metal grubunun ritim gitaristidir.
Paul yedi aylık olarak doğar. Annesi ve babası ile ailenin tek çocuğu olarak yetişir.Annesi Rusya doğumludur.Küçükken şişmanlığı yüzünden çabuk göze batar ama aynı zamanda okulun en güçlü çocuğudur. Bu yüzden mi bilinmez 13'üne kadar jimnastik yapar. Ailesi onun keman ve piyano çalmasını öğrenmesini ister fakat Paul bunları reddeder ve gitar çalmayı tercih eder. Annesi ve babası ayrılır ve kısa süre sonra annesi tekrar evlenir. Bu yüzden 16 yaşında evden ayrılır ve Christian Lorenz ile yıllarca birlikte yaşar. Fakat şu an nerede ve kiminle yaşadığını konusunda tam olarak bilinen bir şey yoktur. Bir süre de kütüphanede çalışmıştır.
Paul aslında gerçek ismi değildir, biyolojik babasının anısına onu çok sevdiği için bu ismi kullanmaktadır. Aslında Landers da kendi soyadı değildir; 1984 yılında evlendiği Niki Landers'ın soyadıdır. Sonradan boşanmışlar ama kendisi eski karısının soyadını kullanmaya devam etmiştir. 15-16 yaşlarında bir oğlu vardır. Oğlunun bir kız arkadaşı olduğu ve onunla nişanlı olduğu söyleniyor. Landers, fazla olmamakla birlikte sigara kullanmaktadır.
Rusya'da doğduğundan ve daha sonra bir yıl Rusya'da yaşadığından iyi derecede Rusça konuşabilmektedir.
Pantera, Metallica ve The Sex Pistols dinlemekten hoşlandığını söylemiştir. Landers, Live aus Berlin konseri sırasında şiddetli derecede gripmiş.
Önceden çaldığı gruplar; Feeling B ve Die Firma'dır.
Christoph Schneider
Christopher Schneider, 11 Mayıs 1966 tarihinde Berlin'de dünyaya geldi. Rammstein adlı Alman metal grubunun bateristidir. Genelde Schneider olarak bilinir çünkü kendisine böyle hitap edilmesini sevmektedir.
Schneider, beşi kız biri erkek olmak üzere altı kardeşiyle birlikte büyümüştür. Abisi Stephan, Schneider'dan sonra en büyük kardeştir. 14. yaş gününde abisi Stephan ona çöp tenekesi ve benzeri şeylerden yapılmış bir davul hediye eder ve o günden sonra davul çalmaya başlar. Yıllarca o davulu bazı amatör gruplarda da olmak üzere kullandı. Daha sonra Christian Lorenz ve Paul Landers'ın yeni davulcu arayışlarında onlara katılmıştır. Schneider'ın sevdiği spor dalı hentboldur. Karısından boşanmıştı fakat hala görüşmektedirler. Grup kurulmadan önceki işinde ev ev dolaşarak telefon hatları çekmekteydi. Sigara içiyormuş fakat daha sonra bırakmıştır. "Doom" lakabını çok sevmektedir. Paul ile içmekten ve heavy metalden hoşlanmaktadır. Yükseklik korkusu vardır. Ayrıca kız kardeşi Constanze Schneider grubun sahne kostümlerinin tasarımını yapmaktadır. Ve Doom veya Schneeider diye çağırılmayı tercih etmektedir.Grup üyelerinden askerliğini tam olarak tamamlayan Schneider'dir.
Bilmece
Bilme |
ce, bir şeyin adını anmadan niteliklerini üstü kapalı söyleyerek o şeyin ne olduğunu bulmayı dinleyene veya okuyana bırakan oyun, muamma. Bilmecelerde sorular; betimsel bir düzey içinde abartılarak, kavram tersine çevrilerek ve değiştirilerek oluşturulur. İfade bir "soru cümlesi" olmak zorunda değildir. Bilmeceler birkaç kelimeden oluşan bir tümce halinde olabildiği gibi beyitler veya kıtalar halinde de olabilir. Pek çok bilmece tekerleme hâlindedir.
Biber
Biber ("Capsicum"), patlıcangiller (Solanaceae) familyasından "Capsicum" cinsini oluşturan, aynı adla anılıp tazeyken yeşil ve çoğu zaman acı meyveleri olan bitki türlerine verilen ad.
Sivri biber, sulak yerde yetiştiği zaman tatlı olsa da genellikle acıdır. Taze iken yeşildir. Fazla olgunlaşırsa veya güneşte kurutulursa kızarır.
Çarliston biber, sivri biberden daha kalın, daha etli ve genellikle tatlıdır.
Domates biberi, domatese benzer, yayvan yapılıdır. Rengi kırmızıdır,acı değildir fakat farklı bölgelerde ona benzeyen acı kırmızı biber de vardır.
Dolmalık biberin yeşil ve sarı cinsleri vardır. Dolmalık biber de fazla olgunlaşınca veya güneşte kurutulunca kızarır.
Türkiye'de, Avrupa'da Paprika diye anılan cins biber ise taze iken bile kırmızıdır ve genellikle çok acıdır. Macarların ünlü [gulaş] ve benzeri yemeklerinde kullandıkları biber budur. Bütün biberler kurutulup kırmızı bir renk aldıktan sonra toz durumuna getirilir, buna "kırmızı biber" adı verilir ve "çok acı", "acı", "az acı" ve "tatlı" olarak ayrı ayrı satılır. Kırmızı renkli domates biberinden "biber salçası" yapılır. Biber salçası Anadolu'da çok kullanılmaktadır. Bazı bölgelerde güneşte kızarmış tatlı biberlerden de biber salçası yapılmaktadır.
Biberlerin acılık miktarını ölçmek için Scoville ölçeği kullanılır.
Yeşil biber C Vitamini yönünden oldukça zengindir. İçeriğinde bulunan kapsaisin (capsaicin) maddesinin oranına göre meydana gelen acılık iştahı arttırıcı vasfı ile birlikte sindirim sistemine bir çeşit dezenfekte edici madde olarak etki eder.
Kırmızı biber, yüksek oranda A vitamini içerir. Ayrıca B6, E vitamini, C vitamini, riboflavin, potasyum ve manganez içerir.. Kan dolaşımını hızlandırıcı etki yapar.
Gulet
Gulet brigten daha küçük, iki direkli hafif armalı ve pruvası kabasorta armalı, bir tür uskunadır.
Günümüzde özellikle Bodrum ve Güllük'teki geleneksel yapılı tersanelerde isimleriyle tanınan az sayıda ustanın yönetiminde üretilen guletler dayanıklılıkları ve estetik kaliteleri sayesinde uluslararası boyutta moda trendlerine giren bir tekne türü haline gelmişlerdir. Geleneksel tarzda üretilen guletler Ege kıyılarında turizme dönük işlevsel amaçlarla kullanılırken, gulet inşa ustaları yurtiçi ve yurtdışından artan miktarlarda siparişler de almakta, bu siparişlerde çoğu kez ustaların gulet bazındaki ustalıklarını değerlendirecek şekilde talebe özel üretim yapılmaktadır.
Klasik Bodrum guletleri yığma ağaçtan yapılagelmiş, son zamanlarda çoğunlukla ahşap laminasyon yöntemi ile inşa edilebildiği gibi beraber isteğe bağlı olarak çelikten de üretilebilmektedir.
Klasik Bodrum guleti, geniş kıç güvertesi, bangaça olarak anılan güneşlenme ve dinlenme yeri, geniş ve yüksek kabinleri ile charter yapmaya en uygun tekneler sınıfında yer almaktadır.
Günümüzde, gerek formu gerekse donanım ve dekorasyonu ile modernize edilen ve yeniden tasarlanan guletler tum dunyada beğeni kazanmaya başlamışlardır.
Guletlerin dayandığı esasların kökeni antik çağdaki Karya dönemine kadar takip edilebilmektedir.
Guletlerin gelişimi ve tarihçesi
Tirol
Tirol (; , ), Avusturya'nın batısında bulunan bir eyalet.
Eyalet başkenti Innsbruck, 1964 ve 1976 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. 1895 yılında kurulan Swarovski kristal şirketi, 1988 yılına kadar kullandığı logosunda Tirol çiçeğinden esinlenmiştir. Şirketin logosu 1988 yılında kuğu olarak değiştirilmiştir.
Tirol eyaleti, Avusturya Halk Partisi'nin kalesidir. Örneğin 1945 Millî Meclis Seçiminde ÖVP %71 kazandı! Yeşiller, FPÖ, Liberal Forum'un seçim sonuçları ortalamanın üstünde.
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi ve Avusturya Komünist Partisi'nin seçim sonuçları ortalamanın altındadır.
Innsbruck
Innsbruck (), Tirol eyaletinin başkenti ve bir ilçesi.
1964 ve 1976 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. Innsbruck'ta II. Dünya Savaşı yıllarında 1943 ve Nisan 1945 tarihleri arasında yirmi iki bombalı saldırı yaşanmış ve ağır hasar meydana gelmiştir. KZ Innsbruck-Reichenau toplama kampı burada yer almaktaydı.
1 Ocak 2016 itibarıyla şehir nüfusu 130.894'tür.
Şehirde en çok konuşulan diller:
Şehirdekiler, dinlere göre şöyle sıralanabilir:
2012 yılında şehirdeki işsizlik oranı %4,2 seviyesindeydi.
1500 yılında tamamlanan Goldenes Dachl, şehrin simgesidir.
Hilde Zach (Innsbruck İçin), 30 Ekim 2002'den beri Innsbruck'un belediye başkanıdır.
Innsbruck Avusturya Halk Partisi'nin ve Yeşiller'in kalesidir.
1994 yılında, Herwig van Staa Avusturya Halk Partisi'nden ayrıldı ve Innsbruck İçin'i kurdu. Daha sonra Herwig van Staa Tirol'un eyalet başkanı oldu. Tirol İhtiyar İttifakı da bir ÖVP listesidir.
Leopold-Franzens-Üniversitesi; Lihtenştayn, Tirol, Vorarlberg ve Güney Tirol eyaletinin üniversitesidir.
Leviathan
Leviathan ya da Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Gücü -Yaygın olarak Leviathan olarak bilinen- Thomas Hobbes (1588-1679) tarafından yazılmış ve 1651'de yayınlanan (revize edilmiş Latince baskısı 1668) bir kitaptır. Kitabın adı İncil'de geçen Leviathan isimli bir yaratıktan esinlenerek konulmuştur. Eser, toplumun ve meşru hükümetin yapısıyla ilgilidir ve toplumsal sözleşme teorisinin en eski ve en etkili örneklerinden biri olarak görülür. Leviathan, Machiavelli'nin Prens kitabı ile devlet idaresi alanında karşılaştırılabilen batı felsefesinin klasik bir eseri olarak yer almaktadır. İngiliz İç Savaşı sırasında (1642-1651) yazılmış olan Leviathan, sosyal bir sözleşme ve mutlak bir egemen tarafından yönetilmeyi tartışmaktadır. Hobbes, iç savaşa ve doğa durumu ("hepimize karşı savaş") yalnızca güçlü ve bölünmemiş hükümetin engel olabileceğini iddia etti.
Thomas Hobbes'la yapılan uzun tartışmalardan sonra, Parisli Abraham Bosse, kitabın ünlü kapak görseli için, Bosse'un kendisinin geliştirdiği "géometrique" tarzında bir oyma baskı kapak deseni hazırladı.Kapak tasarımı açısından Hobbes'un 'De Cive (1642) adındaki eseri için Jean Matheus'un hazırladığı çalışmaya benzemektedir. Kapak tasarımının iki ana öğesi var; bunların üstte yer alanı daha çarpıcıdır.
Burada; en üstte İncil'deki Eyüp kitabından bir alıntı yer alır, böylece altta görülen yeryüzünden yükselen, bir elinde kılıç diğer elinde piskopos asasını kavrayan, başında taç olan dev figürü o kitapta bahsedilen canavar ile ilişkilendirilmiş olur: "Non est potestas Super Terram quae Comparetur ei. Iob. 41 . 24";(" Yeryüzünde onunla kıyaslanacak hiçbir güç yoktur, Eyüp, 41, 24 ")(Fasılların başladığı yer hakkındaki anlaşmazlıklar nedeniyle, Hobbes'un alıntıladığı ayetler modern Hıristiyan çevirilerinde Eyüp 41:33, Masoretik, Septuaginta metinlerinde ve Luther İncil'inde Eyüp 41:25; Vulgata'da ise 41:24 olarak yer almaktadır.)Şeklin gövde ve kolları Giuseppe Arcimboldo tarzında hepsi devin yüzüne bakar halde üç yüz kişiden oluşurken sadece devin başının tüm özellikleri ayırt edilebilmektedir.(1651'de Charles II için yaratılmış bir Leviathan el yazması önemli farklılıklar taşımaktadır; farklı bir dev başı ama önemli ölçüde vücudun dışına bakan ve çeşitli ifadeler içeren yüzlerden oluşan bir gövde.)
Alt kısım ahşap bir çerçeveyle çerçevelenmiş bir üçlü tablodur. Merkezde yer alan tabloda süslü bir perde üzerinde kitabın başlığı yer alır. İki taraf ana figürün kılıcını ve asasını yansıtıyor - soldaki dünyevi ve sağdaki kilise güçlerini. Her bir yan öğe eşdeğer gücü yansıtır- kale kilise ile, kralın tacı ile piskoposluk tacı, top aforoz ile, silahlar mantık ile ve savaş meydanları kilise mahkemeleri ile. Dev, seküler ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın sembollerini tutar ancak gövdenin yapısı da devlet figürünü meydana getirmektedir.
Hobbes, siyaset üzerine yazdığı çalışmasına insan doğası hakkındaki tespiti ile başlar. Örnek kullanarak insanlık hakkında her şeyin materyalist yöntem ile açıklanabileceğini göstermeyi denemesinin nedeni manevi, bedensiz ruha veya bir yeteneğe başvurmaksızın insanın zihninin dışında olan düşünceleri anlamayı sağlamak olduğu için insanın görüntüsünü hareket halinde olan bir madde olarak sunar. Hobbes terimleri açıkça tanımlayarak ve duygusal olmayan bir şekilde ilerler. İyi ve kötülük, bir kişinin iştahını ve arzularını belirtmek için kullanılan terimden başka bir şey değildir; bu iştah ve arzular bir nesneye doğru yaklaşmak veya uzaklaşmak eğiliminden başka bir şey değildir. Umut, sahip olunabileceği düşüncesiyle birlikte bir şeye duyulan iştahtan başka bir şey değildir. Zamanın egemen siyasi teolojisi, Skolastik felsefenin, Hobbes için açık kelime anlamıyla bile çelişkili olan 'maddi olmayan madde' gibi gündelik kelimelerin karmaşa yaratan tanımlarının üzerinden geliştiğini ifade etmektedir.
Hobbes insan psikolojisini, önceki düşüncelerin yaptığı gibi summum bonum'a ya da ahlaki açıdan en yüksek mertebedeki iyiye değinmeden tarif eder. Mevcut insan arzuları göz önüne alındığında sadece summum bonum içeriği değil buna eşdeğer tutulabilecek hiçbir kavram söz konusu olamazdı. Sonuç olarak, üyelerine en büyük iyiyi sağlamaya çalışan herhangi bir siyasi topluluk, kendisini haklarında karar veremeyeceği biçimde bu iyinin birbiriyle yarışan farklı açıklamaları arasında bulacaktır. Sonuç iç savaş olacaktır.
Ancak, Hobbes, bir summum malum veya en büyük kötülük var olduğunu ifade eder. Bu saldırı sonucu ölüm korkusudur. Siyasi bir topluluk bu korku etrafında yönlendirilebilir.
Summum bonum olmadığından, insanın doğal hali, en büyük iyilik peşinde koşan bir siyasi toplulukta ortaya çıkamaz. Fakat bir siyasi topluluğun dışında olmak anarşik bir durumda olmaktır. Mevcut insan doğası, insa |
n arzularının değişebilirliği ve bu arzuları yerine getirmek için kıt kaynaklara duyulan ihtiyaç, doğa durumu; Hobbes'un nitelendirdiği bu anarşik koşul, herkesin herkese karşı savaşı olmalıdır. İki adam savaşmadığında bile, diğerinin mülkü için ya da mağdur bir şeref duygusundan dolayı onu öldürmeye çalışmayacağına dair bir garanti yoktur ve bu nedenle birbirlerine karşı sürekli koruma altında olmaları gerekir. Hatta bu açıdan bakıldığında önleyici olarak birinin komşusuna saldırması mantıklıdır.
Saldırı sonucu ölüm anlamına gelen summum malumun meydana geldiği doğa durumundan uzakta olma arzusu siyasal mantığın kutup yıldızını meydana getirir. Hobbes, bunları uygulamak için kimsenin bulunmadığı için, doğru bir ifade ile "yasalar" olarak adlandırılamayacağına işaret etmesine rağmen, doğanın bir takım yasalarını olduğunu ifade etmektedir. Aklın savunduğu ilk şey barış korumak ancak barışın mümkün olmadığı yerlerde savaşın tüm avantajlarını kullanmaktır. Hobbes, doğada hiçbir şeyi haklı veya haksız diye nitelendirilemeyeceği ve her insanın her şeyi yapmaya hakkı olduğu düşüncesine açıktır. Doğanın ikinci kanuna göre doğadan ayrılmak ve onlara her konuda emretme yetkisine sahip bir devlet kurmak için bir kişi diğerlerinin de aynısını yapmaya istekli olduğu yerde kendi haklarından feragat etmeye istekli olmalıdır. Hobbes, birinci bölümü, ilk iki yasanın performansını mümkün kılan ek on yedi doğa kanununu ekleyerek ve bir egemen için egemenle anlaşmazlarken bile halkı temsil etmesinin ne anlama geldiğini açıklayarak, sonuçlandırıyor.
Bir devletin varolma amacı Bölüm II'inin başında verilmiştir:
Herkes aşağıdaki şekilde hemfikir olduğunda devlet kurulur: "Yetki veriyorum ve bu koşulda kendimi bu adamla veya bu meclis grubuna yönetme hakkımdan vazgeçtim; bu durumda temsilcin/temsilcilerin için kendi hakkından vazgeçersen, onun/onların bütün eylemlerini de aynı şekilde onaylamış olursun. "
Egemenliğin on iki temel hakkı vardır:
Hobbes, özellikle daha sonra Amerika Birleşik Devletleri Anayasası altındaki güçlerin ayrılması haline gelecek olan biçimiyle, 'Güçler Ayrılığı' fikrini açıkça reddetti. Bölüm 6, belki Hobbes'ın argümanının vurgulanmamış bir özelliğidir: düzeni teşvik etmek için egemen tarafından arzu edilirse, basının sansürü ve özgür konuşma hakları üzerindeki kısıtlamaları açıkça desteklemektedir.
Üç tanedir; monarşi, aristokrasi ve demokrasi.
Thomas Hobbes bu kavramı "Leviathan, bir din ve dünya devletinin içeriği, biçimi ve kudreti" kitabında şöyle açıklar:
Onları (vatandaşları) yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına almanın yolu bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir... (Toplumda yaşayan) İnsanlar birbirlerine ‘Ben haklarımdan vazgeçiyorum ve tüm haklarımı bu insana ya da insanların meclisine veriyorum’ demelidirler. Böylece bütün güç ve kudret tek bir insanda toplanır. Bu devlet ya da latince civitas olarak adlandırılır. bu büyük leviathan‘ın doğması demektir."
Devletsiz bir toplum olabilir mi? Ya da devlet olmaksızın birey ve toplum var olabilir mi? Daha doğrusu devletsiz bir toplumda "kaos" olmaksızın "düzen" içinde yaşamak mümkün olabilir mi? Tabii ki, hayır!.. Devlet, en başta insanların mal ve can varlıklarını korunması için gereklidir ve rasyonel bireyler, devleti kendi hak ve özgürlüklerini korumak için oluşturmuşlardır.
Önceleri biz insanların hak ve özgürlüklerini korumak için oluşturulan devlet, zamanla büyüdü. Bireyi korumak için oluşturulmuş olan devlet, birey üzerinde tiranlık kurmaya başladı. Güya "iyiliksever devleti" temsil eden krallar, imparatorlar, sultanların baskı ve zulmü altında insanlar ezildi. Yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, kişisel özgürlükleri hiçe sayıldı. Asırlar "despot devlet"in izlerini taşıdı. Ekonominin gelişmesine paralel olarak devlet faaliyetleri de genişledi. Faaliyetleri genişledikçe harcamaları arttı. Harcamaları arttıkça daha fazla vergilemek zorunda kaldı. Bu da yetmedi, sınırsızca ve sorumsuzca borçlandı. Para basma yetkisini kötüye kullandı. Sonuçta ekonomide sorunlar ortaya çıkmaya başladı. İsraf ve savurganlıklar çoğaldı. Devlet, asıl varlık nedenini unuttu. Ve devlet, sosyal faydasından çok sosyal maliyeti olan bir kurum olmaya başladı.
Viyana Üniversitesi
1365 yılında Avusturya Dükü IV. Rudolf tarafından kurulan Viyana Üniversitesi (Latince adı: "Alma Mater Rudolphina"), Alman dil ve kültür coğrafyasının en eski üniversitesidir. 71.000 öğrencisi ve 8.000 çalışanı (bunlardan 6000'i bilim adamı) ile Avusturya'nın olduğu gibi Orta Avrupa'nın da en büyük üniversitesidir ve günümüze kadar yapılmış olan dünyanın en iyi üniversite sıralamalarında hep üst sıralarda yer almıştır.
Viyana Üniversitesi'nde yaklaşık 130 tane bölüm bulunmaktadır. Viyana Üniversitesinin amacı teorik eğitimle pratik araştırma bazlı eğitimi sentezleyerek en yüksek kalitede öğrencilerine aktarmaktır. Viyana Üniversitesi'nin 50'ye yakın enstitüsü bulunmaktadır.
Viyana Üniversitesinin tarihi ana binası 1884 yılında aynı caddede bulunan Avusturya Parlamentosu, Viyana Belediye Binası ve Burg tiyatrosunun tarihi dokusuyla eşdeğer ve bilimin toplumsal değerini yücelten mimarisiyle mimar Heinrich von Ferstel tarafından yapilmistir. Günümüzde Schottentor da bulunan ana binada Üniversite Yönetimi, Üniversite Ana Kütüphanesi, Ögrenci Isleri, bazi Fakülte ve Enstitüler ve Avusturya nin en büyük amfisi olan Audimax la birlikte birçok amfi bulunmaktadir.
Viyana Üniversitesi'nin kütüphanesi 6,5 milyon kitap mevcuduyla Avusturya'nın en büyük kütüphanesidir; aynı zamanda Almanca konuşulan ülkelerin en eski kütüphanesidir (kuruluş tarihi: 1365). Bu özelliğinden dolayı kütüphane Orta Çağ'dan günümüze kadarki süreç içerisinde değişen uluslararası bilim tarihi“ olarak adlandırılır.
Ana bina daki Aula da Viyana Üniversitesinin 9 tane Nobel ödüllü profesörlerinin heykelleri bulunur. Bahçesinde ise üniversitenin 154 meşhur bilim insanının büstü vardır.
Viyana Üniversitesi'nin uluslararası alanda araştırma ve eğitim konularında çok güçlü bağlantıları bulunmaktadır. Erasmus/Sokrates Programları ile birlikte ASEA-UNINET, UNICA ve EUA üye olduğu bazı uluslararası eğitim programlarıdır. Viyana Üniversitesi'nin 331 adet partner üniversitesi vardır. 130 ülkeden öğrenciler her yıl 10.000'in üzerinde sunulan dersten faydalanmaktadırlar.
Karluk
Yakut ve Çuvaş lehçelerinin dışında kalan ana Türkçenin modern zamanlardaki şiveleri üç gruba ayrılır ki biri de Karluk grubudur. (diğer iki grup Oğuz ve Kıpçak gruplarıdır.) Karluk gurubunu Özbekçe ve modern Uygurca teşkil eder.
Jean Calvin
Jean Calvin (okunuşu: "Jan Kalvin"; 10 Temmuz 1509 - 27 Mayıs 1564), Fransız din reformcusu. 16. yüzyılda Avrupa'da gelişen Reform hareketinin en önemli önderlerinden olan John Calvin, Kalvinizm mezhebinin kurucusudur. Ayrıca, Presbiteryenlik üzerinde derin izler bırakmıştır.
Calvin, Fransa'da Noyon Picardie'de doğdu. İş adamı ve aynı zamanda Noyon Piskoposluğu'nda görevli olan babasının etkisiyle küçük yaşta dinsel konularla ilgilenmeye başladı. 1523'te Paris'e giderek, felsefe, mantık ve hukuk öğrenimi gördü. Bu dönemde Luther'in görüşlerini inceleyen Calvin, Protestanlık'a yakınlık duymaya başladı. Katolik inançların egemen olduğu Fransa'da yaşamı tehlikeye girince İsviçre'ye kaçtı. 1536'da, başyapıtı "Christianae Religionis lnstitutio" ("Hıristiyan Dininin Kurumları") adlı kitabını yayımladı. Calvin'in inanışına göre din yöneticilerin ve kurumların elinde bir baskı ya da çıkar aracı olmamalıdır. Din yalnızca insan ile Tanrı arasında bir inanç sorunudur. İnsan dini kilise ya da öğretim kurumları aracılığıyla değil, doğrudan Kutsal Kitap'a (Tevrat-İncil) başvurarak öğrenmelidir. Tanrı ile insan arasında İsa'dan başka bir aracı söz konusu olamaz. Calvin ulus yönetiminin ve toplum düzeninin Hıristiyanlık'ın özüne uygun olması görüşünü savunuyordu. Cenevre'de bu düşüncelerini yaşama geçirme olanağı buldu. Sınavla seçilen papazların oluşturduğu örnek bir kilise kurdu. Din öğreniminin ilkelerini saptadı, din okullarının sayısını artırdı. Calvin'in öğretilerini yaymak amacıyla, Cenevre hükümeti 1559'da yeni bir akademi kurarak, bugünkü Cenevre Üniversitesi'nin temelini attı. Böylece Cenevre, Protestan din bilginlerinin toplandığı büyük bir öğrenim merkezi durumuna geldi. Calvin Cenevre'de bulunduğu sırada, bir yandan kentin yönetim ve eğitim sorunlarıyla ilgilenirken, öte yandan görüşlerine ve öğretisine karşı çıkanlarla da uğraşmak zorunda kaldı. Calvin'e karşı çıkanlardan biri de İspanyol din bilgini Miguel Servet idi. Servet 1553'te tutuklandı, daha sonra kazığa bağlanarak yakıldı.
Düşünceleri ölümünden sonra izini sürdürenlerce geliştirildi.
'Özgürlük Doktrinleri' veya 'Kalvinizmin Beş Noktası' olarak bilinen temel görüşleri ise 1618-1619 Dordecht Sinodunda reformdan geçmiş Hollanda kilisesi tarafından Calvin'in eserleri ve vaazları baz alınarak oluşturulmuştur. Bu beş noktayı şöyle sıralayabiliriz:
Calvin'in kader anlayışı ise yukarıda belirttiklerimizi destekler niteliktedir. Calvin'e göre insanlar eşit şartlarda yaratılmamıştır, bazı insanlar için sonsuz yaşam öngörülürken bazıları için sonsuz lanetlenme söz konusudur. Diğer taraftan Calvincilik ile Avrupa'nın iktisadi gelişimi arasındaki ilişki de tartışılan bir konudur. Bu konuda toplum bilimcileri iki gruba ayrılır. Birinci grup bu düşünceyi ilk defa ortaya atan Max Weber'in takipçileridir. Bu grup Kalvinizm ile birlikte Avrupa'nın Kalvinizmi kabul etmiş veya en azından azınlık dini olarak kabul etmiş bölgelerinde ekonominin hızla geliştiğini savunur. Buna neden olarak da keşiş Protestanlığının iç disipline ve ağır çalışmaya önem verişiyle 'modern kapitalizm ruhu’nun doğuşu gösterilir. Ayrıca Kalvinizm'e göre servet sahibi olmak ortaçağdaki gibi utanç verici olmamakla birlikte, para kazanmak, iş ahlakını ve kutsal güveni yerine getirmenin bir yolu olarak kabul edilir ve elde edilen gelirle fakirlere yardım |
etmek, diğer toplumsal gereklilikleri yerine getirmek tanrı adına bir kardeşlik ve dindarlık ifadesi olarak görülür. Bu her zaman böyledir. İkinci grup toplumsal bilimcilerin yani Avrupa'nın iktisadi gelişimi ile Kalvinizm arasındaki paralelliği reddeden grubun düşüncesi, Kalvinizmin kapitalizmin gelişmesine yardımcı olmak bir yana, ona aykırı bir yapıya sahip olduğu ve Kalvinist kiliselerin kapitalizmi hiç de tasvip etmediği yönündedir. Calvin'in görüşleri Almanya, İskoçya, İngiltere, Hollanda ve Fransa'da kabul görmüştür. Hatta 'Hacı Babalar' denilen ilk Püriten göçmenlerle Kalvinizm Amerika'da da yayılma olanağı bulmuştur. 1875 yılında Calvin'in takipçileri Dünya Birliği'ni kurdular. 2003 yılı itibarıyla bu kuruluşa bağlı kişi sayısı 75 milyonu bulmuştur.
Asma Barlas
Asma Barlas, Pakistan doğumlu feminist akademisyen ve yazardır.
1950 senesinde Pakistan'da doğdu. Pakistan'ın Pencab Üniversitesinde İngiliz Edebiyatı ve Felsefe dalında lisans ve gazetecilik alanında Yüksek Linsans eğitimini tamamladı. ABD'de Siyasi bilimler alanında doktorasını yaptı. Journal of Qur'anic Studies'da Qur'an Muslim Women's Rights üzerine tebliğleri yayınlandı. 1983 senesinde Pakistan'ın Ravalpindi şehrini terkedip ABD'nin Denver şehrine yerleşti. Halen Ithaca College'de Siyaset Bilimleri alanında Profesör olarak çalışmaktadır.
OpenROAD
OpenROAD (açılımı: "Open Rapid Object Application Development") CA şirketinin 1990'ların başında piyasaya sürdüğü programlama aracıdır. Bu programlama aracı; Microsoft ve UNIX/LINUX platformlarında çalışabilir. Bu programlama aracı IDE ile yazılmıştır. Macintosh Beta versiyonunda da çalışabilir.
Bahri
Bahri ("Podiceps cristatus"), batağangiller (Podicipedidae) familyasından tümüyle suya bağımlı, uzun boyunlu ve sivri gagalı bir kuş türü.
Boynunun önü ve göğsü parlak beyazdır. Yazın üzerinde tüy demetleri bulunan eşsiz siyah bir tepesi ve kestane kızılı ve siyah geniş süs tüylerine sahip beyaz bir yüzü vardır. Kışın süssüz gri-kahverengi ve beyaz renklidir. Siyah başlığı ile sürmesi arasında beyaz bir çizgi bulunur. Alçaktan ve hızlı uçar, uçarken başı ve boynu kanatlarındaki büyük beyaz lekeleri gösterecek şekilde uzatır ve aşağı doğru sarkar ve ayaklarını geriye uzatır.
Zümrüt
Zümrüt (BeAlSiO) beril mineralinin bir türü. Yeşil renkli, saydam değerli bir taş.Berilin Mohs skalasında sertliği yedi veya yedi buçuktur..
Işığı kırma ve saçılıma uğratma gücü çok yüksek olmayan zümrüt, yakın değerdeki diğer değerli taşlara oranla fazla parıldamaz. Britanya Kraliyet Mücevherleri de dahil, en kaliteli zümrütler Kolombiya'dan ihraç edilmektedir. Burada zümrütler damarlar içinde kalsit ve pirit ile beraber oluşmuştur. Saf zümrütler çok nadirdir, zümrüt kristalleri genellikle başka mineraller (kapanımlar) ve küçük lekeler içerir. Bunun sonucunda sentetik zümrüt üretimine istek artmıştır. Bu sentetik zümrütlerin özgül ağırlıkları ve refraktiv indeksleri doğal zümrütlere göre biraz daha düşüktür.
Ural zümrütü diye tanınan taş aslında zümrüt değil, grenadır. Brezilya zümrütü ise aslında yeşil turmalin, Cape zümrütü ise prehnittir. Ayrıca akşam zümrütü olarak da anılan taş peridottur ve zümrüt değildir.
Mısır'daki zümrüt madenlerinin geçmişi MÖ 1650 yılına kadar uzanır. Zümrüt yüzyıllardır mücevher olarak kullanılmaktadır. Zümrüt geleneksel olarak Mayıs ayının doğum taşı olarak kabul edilmiştir. Ayrıca bazı kültürlerde zümrüt 55. evlilik yıl dönümü için geleneksel bir hediyedir.
Simmering
Simmering (), Viyana'nın 11. Merkez İlçesi'dir. Adı ilk defa 1028 yılındaki devlet arşivlerinde ortaya çıkmıştır. 1605 yılından bölgenin önemli geçim kaynağı olan Birahane kurulmuştur.
Simmering 1860 yılına kadar kimsenin dikkatini çekmeyen bir köydü. O yıllardan sonra arazisinin genişliğinden dolayı Rinnböckstrasse'ye devlet tarafından ilk sosyal evler kurulmuştur. Sonraki yıllarda Simmering’in Kaiserebersdorf bölgesi gittikçe büyüyen bir yer olmuştur.
Eski zamanlarda Kaiserebersdorf İmparator II.Maximilian için konumundan dolayı av sahası olarak da çok kullanılıyordu ayrıca yakınlara Neugebaeude Sarayı'nı inşa ettirmiş ve burasını da merkez olarak kullanmıştır.
1 Ocak 1892 yılında "Albern, Kaiserebersdorf, Simmering" adlı bölgeler Simmering adı altında birleştirilip Viyana’ya 11. Merkez İlçe olarak bağlanmıştır.
Simmering Viyana'nın en güneyindeki ilçesidir.Batı sınırını Tuna Nehri ve Kanalı belirler. Simmering doğa yapısı itibarı ile Viyana’nın en alçak noktasıdır.Simmering’de bu özelliğinden dolayı birçok mezarlık bulunmaktadır,bunların en ünlüsü ve Viyana’nın en büyüğü Zentralfriedhof- Merkez Mezarlığı'dır.
Simmering Romalılar’dan beri hep doğuya giden yolların geçtiği yerde olmuştur. Eskiden Romalılar'ın en önemli ulaşım aracı olan ünlü Roma yollarından biri de Simmering'i boydan boya geçer, gümüzde bu yol Simmering'in ana caddesidir.
Önemli A4 numaralı otoyolu sayesinde Viyana Havalanı'na 10 km uzaklıktadır ve bu otoyol başta Macaristan olamak üzere güney doğuya giden bütün araçların ana yoludur. Avrupa'da yaşayan Türkler de zamanla Yugoslavya savaşından sonra bu yolu tercih etmeye başlamışlardır.
Timaş Yayınları
Timaş Yayınları 1982 yılında İstanbul'da Hekimoğlu İsmail ve Ahmed Günbay Yıldız tarafından kurulmuştur. Şimdiye kadar 4000'den fazla kitap yayını yapan Timaş'ın Yönetim Kurulu Başkanlığını Osman Okçu yürütmektedir.
1997 yılında Yazarlar birliği tarafından yılın yayıncısı ödülünü almıştır.
İlber Ortaylı, Kemal Karpat, Cahit Koytak, Nevzat Tarhan, Sibel Erarslan, Mustafa Armağan, Nazan Bekiroğlu, Turgut Cansever, Halide Nusret Zorlutuna, Hekimoğlu İsmail, Ahmet Şimşirgil, Talha Uğurluel ,Nurullah Genç, Bahadır Yenişehirlioğlu, Cemil Koçak, Ahmet Yaşar Ocak ve Ahmed Günbay Yıldız'ın da aralarında olduğu yazarların kitaplarını yayınlamaktadır. Tarih, edebiyat, politik kurgu, psikoloji ve çocuk kitapları ile öne çıkmaktadır. Yayın yönetmenliğini İhsan Sönmez yapmaktadır.
Ayrıca Sufi Kitap da Timaş Yayın Grubu bünyesinde varlığını birçok değerli yazarla sürdürmektedir. 2011 yılı itibarı ile Keşkül Dergisi de gruba katılmıştır.
Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Bursa Tarım Meslek Lisesi Bursa'da 1891 yılında Vali Mahmud Celaleddin Paşa tarafından kurulmuş bir meslek okuludur. Cumhuriyet öncesinden bu yana ziraat teknisyeni yetiştirmekte olan köklü bir kurumdur.
Okulun kurulması, Osmanlı İmparatorluğu'nda batılılaşma yolunda ilk çabalarının bir sonucudur.
Ziraat Mektebi ile ilgili çalismalar 1887 yılında başlamıştır. Üzerinde bulunduğu arazi, Hamitler Köyü’nden (Bursa’nın 10 km. dışında) Topal Mehmet Ağa’nın devlete aşar borcunu ödeyememesi üzerine 26.000dönümlük arazisinin kamulaştırılması ile devlete geçmiştir. Arazi tespit edilen değer üzerinden alıcı bulamayınca üzerine okul yaptırılır. 20 Mart 1891’de okul tamamlanmıştır.
Okula, Bursa’yı fetheden Osmanlı padişahının ismi verilmiş ve böylece okul, Nazari ve Ameli Hüdavendigar Hamidiye Ziraat Mektebi adını almıştır. 20 öğrenci ile öğretime başlayan okuldan bu tarihten sonra uzun yıllar yaklaşık her yıl 15 öğrenci mezun olmuştur.
I. Dünya Savaşı sırasında kapatılan okul, 1924’te yeniden açılmıştır. Bu tarihten 1930 yılına kadar okula ilkokul mezunları kayıtları yapılmıştır. 1930’dan sonra ise ailesi çiftçi olmak kaydıyla ortaokul mezunlarına eğitim verilmiş ve öğrenim süresi üç yıl olarak belirlenmiştir
Okul 1949’dan sonra Bölge Ziraat Okulu olarak öğrencilere eğitim verirken bir yandan da Yetişkin Çiftçi Kursları ile bölge çiftçini modern tarım teknikleri ile tanıştırmış ve 1950’den sonra Türk tarımının en önemli atılım ivmelerinden birisi olmuştur.
1967 tarihinde çıkan kanunla da ismi Ziraat Meslek Okulu olarak değiştirilmiştir
1980 yılından itibaren Tarim ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı, Kurumlar Sınavı ile mecburi hizmet yükümlüsü olarak ortaokul mezunu öğrencileri kabul eden ve gıda ağırlıklı 4 yıl teknik eğitim veren yapısına kavuşmuş ve Ziraat Meslek Lisesi adını almıştır.
1993 yılında bölge çiftçisinin tarımsal mekanizasyon konusunda eğitilmesi misyonunu da üstlenerek Ziraat Meslek Lisesi adının yanı sıra Tarımsal Mekanizasyon Egitim Merkezi unvanını almıştır.
1997 yılından itibaren parasız yatılı öğrenci alımına son verilerek Kurumlar Sınavı ile gündüzlü ve paralı yatılı öğrencilerin kayıtları yapılmaya başlanmıştır.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı; gelen talepler neticesinde, 14 Kasım 2000 tarihinde okulun ismini Gıda Teknolojisi Meslek Lisesi olarak degiştirilmiş ve 2001-2002 öğretim yılından itibaren bu program uygulanmaya başlanmıştır.
Daha sonra Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı'nın teklifleri ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı kuruluş yasası gereği bakanlığın aldığı karar neticesinde 2003 – 2004 öğretim yılından itibaren Bursa Tarım Meslek Lisesi Gıda Teknolojisi bölümü olarak eğitimine devam etmektedir.
Cumhuriyetten önce 450, Cumhuriyetten sonra da 4500’e yakin Ziraat Teknisyeni mezun eden Bursa Tarım Meslek Lisesi yetiştirdiği teknisyenler ve eğittiği çiftçilerle Türk Tarımına ve Türk Gıda Sanayiine 115 yıldır hizmet etmektedir.
Bakanlar kurulu Bursa Tarım Meslek Lisesi'ni 2005/9139 sayılı kararla kapatmaya karar vermiştir. (Resmi Gazete bağlantısı.
Okul tümüyle millî eğitim bakanlığına devroldu bir protokol ile ve statüsü değişti.
2015 yılında adı "Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi" olarak değiştirilmiştir. Tarım, Gıda Teknolojileri, Hayvan yetiştiriciliği ve sağlığı ile Laboratuvar hizmetleri alanlarında eğitim vermektedir.
Nejat Uygur
Nejat Uygur (d. 10 Ağustos 1927, Kilis – ö. 18 Kasım 2013, İstanbul), Türk tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu.
Öğretmen bir annenin ve subay bir babanın üç çocuğundan ortancası olan Uygur, Kilisli sanatçı İsmail Dümbüllü tarafından keşfedilmiş ve meşhur edilmiştir. Eğitimini Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde tamamlamıştır. İlkokulu Siirt, Ezine ve İntepe'de okumuş ve bu dönemde tiyatroya müsamerelerle başlamıştır. Sarıyer, Çanakkale ve Manisa'da ortaokulu tamamladıktan sonra Güzel Sanatlar Akademisi'nin Heykel bölümüne girmiş; fakat me |
zun olamamıştır.
1943 yılında Sarıyer Halkevi'nde başladığı boksla beraber spora karşı ilgisi artmıştır. Atletizm ve su topu dışında iyi de bir at binicisidir. 1950 yılında Necla Uygur ile hayatını birleştirmiştir.
Tiyatroya profesyonel anlamda 1949'da "Nejat Uygur Tiyatrosu" ile adım atmıştır. Nejat Uygur, düşündüğü ilk mesleğin tiyatro olmadığını belirtmiştir:
Gençlik yıllarında Amerika'ya ulaşmak isteğiyle gemici olmuştur:
13 yıl süren Anadolu turneleri sürecinde sırasıyla "Ahmet", ikiz kardeş olan Süheyl ile "Süha", "Kemal", Behzat adlı beş erkek çocukları dünyaya gelmiştir. Süheyl ve Behzat babalarının deyimiyle "armut ağacının dibine düşmüş" ve tiyatrocu olmuşlardır.
1998 yılında Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet Sanatçısı unvanını almıştır.
Uygur, 10 Eylül 2007'de beyin damarlarında oluşan bir tıkanıklık nedeniyle vücudun sol tarafında kısmî felç geçirmiştir. Sağlık durumuna ilişkin yapılan basın toplantısında Uygur'un sol kolunu hareket ettiremediği, yüzünde kayma olduğu, bacağında biraz hareket olduğu, konuşmasının ise düzgün olduğu ifade edilmiştir. Oğulları Süheyl ve Behzat Uygur son açıklamalarında Nejat Uygur'un artık geçmişiyle yaşadığını söylemişlerdir.
Usta tiyatro sanatçısı Nejat Uygur, uzun süre hastanede tedavi görmesine rağmen 18 Kasım 2013 günü saat 19:57 civarlarında solunum yetmezliği (respiratuar yetmezlik) sebebiyle Medistate Kavacık Hastanesi'nde, 86 yaşında hayatını kaybetti.
Teşvikiye Camii'nden kaldırılan cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.
Grafoloji
Grafoloji, el yazısından karakter tahlili yapmaya çalışan bir çalışma sahası. Grafolojistlere göre, diğer davranış şekilleri gibi, el yazısı da insanın şahsiyeti hakkında bilgi vermektedir. Bu teori her şahsın belirli bir şahsiyet ve davranışlarında devamlılık göstereceğini kabul etmektedir.
El yazısının zaman ile değiştiği doğrudur. Hastalık, ruhî gerginlik gibi hallerde de elyazısı değişmektedir. Fakat şahsiyet üzerine ilmî bir çalışmanın yalnız bu teori üzerine kurulması mümkün değildir. Ama örneğin yıllar içinde saklanan defterler sayesinde el yazınızdaki ciddi değişikliklerin bir arada incelenebilmesi olanağı sayesinde neredeyse karakterden sağlık durumunuza kadar her şeyi öğrenebilirsiniz. En az bir yıllık yazılarınızın birlikte incelenmesi ile birlikte el yazınıza bakılarak check-up yapılması da mümkün olan incelemeler arasında yer alır. Bunların dışında henüz yazı yazmayı bilmeyecek kadar küçük yaşta olan çocukların yaptığı resimler ya da sadece çizgiler onun gelecekte nasıl yetenekleri olacağına dair de bilgiler vererek onların hayat içinde daha iyi yönlendirilmesine yardımcı olur.
Psikoloji ilmi içinde elyazısı ile karakterleri belirleme ve ölçme metotları henüz geliştirilmemiştir. Yine de elyazısı stiliyle şahsiyet arasındaki alakayı gösteren tecrübi sonuçlar mevcuttur. Bu bakımdan grafoloji, davranış ilminde son zamanlarda önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Yalnız yukarıda anlatılanlar adli (in. ) grafoloji için geçerli değildir. Adli grafoloji, bir imzanın asıl mı, kopya mı olduğunu veya iki ayrı belgenin aynı şahıs tarafından yazılıp yazılmadığı gibi konuları inceler. Bulduğu neticeler adli delil kabul edilir.
Dahası artık elektronik ortamda, klavye veya başkasına ait bir daktilo ile yazılan yazılarda
maalesef el yazısı yer almamakta olup, akla ilk gelen eğer aynı kişiyse yazım üslübü veya devamlı yapılan yazım hatalarına bakılmaya çalışılsa da, yeni geliştirilen kelime işlemci programları sayesinden yazılan hatalı kelimeler için daha doğru kelimeler kelime işlemci yazılımlar tarafından
düzeltmeyi kolaylaştırdığı için, yazıyı yazan kişiyi analiz etmek için
cümleleri nasıl kurduğuna bakılmalıdır.
Buna en basit örnek olayların anlatılış sırasına göre sıralı bir şekilde olayları anlatıyorsa tarafsızlık veya önceden planlamışlık yer alır ama olayın başından direkt olarak sonuç çıkarma çalışmaları varsa doğrudan kendini savunmaya geçtiği görülmektedir.
Grafoloji, 20. yüzyıl başlarından itibaren üniversitelerde bile öğretildi ve 70’li yılların ortalarına kadar psikolojinin teşhis enstrümanlarından sayılıyordu. Yazının satır biçimi ve yazarken kalemi bastırma kuvveti, bitişik yazı stili, yazı büyüklüğü ve başka özellikler analiz edilerek yorumlanır. Grafolojik kişilik analizlerinin sadece tesadüfî başarılar elde ettiği kesinleştiğinden bu yana, yazı analizi etkisini büyük ölçüde kaybetti. Artık uzun süredir üniversitelerde öğretilmiyor. Buna rağmen, iş başvurularını -sıklıkla başvuranın bilgisi olmadan- grafolojik analize gönderen işverenler hâlâ mevcuttur.
Grafit
Grafit, (Karataş) yumuşak, yağlı, kâğıt üzerinde iz bırakan, siyah renkli katı bir maddedir. Grafit, yağ haline getirilip makinelerde, çalışan parçaların birbirine sürtünürken aşınmasını azaltmak ya da engellemek amacıyla yağlayıcı olarak kullanılır. Kurşun kalemlerin içindeki uç da, içine kil katılarak sertleştirilmiş grafit'tir. Grafitin elde edildiği başlıca yerler Sri Lanka, Sibirya, Kuzey Amerika Meksika ve Avusturya'dır. Grafit yapay olarak da hazırlanabilir; bunun için kok kömürünün çok yüksek sıcaklıklarda işlenmesi gerekir. Grafit çok yüksek sıcaklıklara dayanabilir. Son dönemlerde, uzay kapsüllerinin ısı kalkanlarının yapımında da grafit'ten yararlanılmaya başlanmıştır.
Hem elmas, hem de grafit kristal yapılıdır, ama kristalleri farklı biçimlerdedir. Aynı maddenin değişik kristal biçimlerine allotrop denir; allotrop sözcüğü "değişik biçim" anlamında Yunanca iki sözcükten gelir. Elmas ve grafit, karbonun allotroplarıdır. Elmasta her karbon atomu, dört başka karbon atomuna bağlanarak üç boyutlu katı bir yapı oluşturur; grafitte ise karbon atomları, üst üste yığılmış geniş, yassı levhalar oluşturacak biçimde, iki boyutlu düzlemde birbirlerine bağlanmıştır. Bu levhalar birbirlerinin üzerinden kolayca kayar; grafitin iyi bir yağlayıcı olma özelliği de bundan kaynaklanır. Grafitin kâğıt üzerinde iz bırakmasının nedeni de, bu ince atom levhalarının grafitten ayrılarak kağıdın üzerinde birikmesidir. Karbonun öteki biçimlerinin, belirgin, kendilerine özgü bir yapısı ya da biçimi yoktur. Grafitin düzlemsel yapısına grafin denir.
Kargı
Gram
Gram (sembol g), bir kütle birimidir. Dünyaca kabul edilen Uluslararası Birim Sistemi'nde kütle birimi olarak kabul edilen kg (kilogram)'ın binde birine Gram (Fr.; "gramme") denir. C.G.S. Birim Sistemi'nde temel kütle birimi Gram'dır.
Gölet, Kargı
Gölet, Çorum ilinin Kargı ilçesine bağlı bir köydür.
Gölet köyüne, Karagöl mahallesi ile Akkaya ve Eğnicek yaylaları bağlıdır.
Gölet Köyü adını vakti ile köylünün yapmış olduğu göletten alır. Bu gölet yıllar önce önü açılarak tarlaya çevrilmiştir. Gölet köyü ilk çağlardan günümüze birçok medeniyetin yaşamış olduğu, nüfus yoğunluğu ve yerleşim yerinin merkezi olması sebebiyle Kargı ilçesinin büyük köylerinden biri olma özelliğini kazanmıştır. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda askeri haritalarda gölet köyü bucak olarak kayıtlarda görünmektedir.
Gölet köyünün kuruluş tarihi kimler tarafından kurulmuş olduğu, etnik kökenleri hakkında kesin bir bilgi olmasa da çevrede yerleşim, ilk olarak Gölet köyünde başlamıştır.
Yapılan araştırmalara göre bölgede Hititlerin, Gasgasların yaşadığı tespit edilmektedir. Aynı araştırmaya göre bölgenin Paflagonya olarak adlandırıldığı tespit edilmiştir. Türk boyları ilk olarak Danişmendliler zamanında bölgeyi yurt edinmişlerdir. Sonrasında sırası ile bölge Selçukluların, Osmanlıların yönetimi altına girmiştir.
1904 yılı Osmanlı sayımlarına göre köyde 75 hanenin var olduğu kayıt altına alınmıştır.
20. yüzyılın başlarından itibaren yöree insanının cuma namazlarını kılmak için Gölet köyüne geldiği o dönemde cuma namazı çıkışında dere cuma pazarı adıyla pazar kurulduğu ve köyde bulunan demir atölyesinde üretilen el ve tarım gereçleri; kazma, keser, kürek, saban, orak, tırpan vb. ihtiyaçları karşıladıkları bilinmektedir.
Gölet köyü 1921 yılında büyük bir yangın felaketi geçirmiştir. Bu yangında 60 evin yandığı bir yıl sonra da veba salgını sonucu köy nüsufusunun yarısının hayatını kaybetmiş olduğu kayıtlara geçmiştir.
1936 yılına kadar Boyabat'a bağlı bulunan köy, Boyabat ile birlikte Kastomonuya bağlı iken aynı yıllarda Kargı'ya bağlanarak 1953 yılında Kargı ile birlikte Çorum'a bağlanmıştır.
Osmanlının zayıf düştüğü Türk topraklarının dört yandan işgal edildiği 1915 - 1921 yılları arasında bölge insanının azmi ve vatanı müdafa'da candan vazgeçmesi bu toprakları hiçbir zaman düşman eline bırakmamıştır. 93 harbi denilen Osmanlı-Rus savaşından itibaren köy cepheye sürekli asker sevkıyatında bulunmuş. Gidenlerin büyük kısmı cephede şehit olarak bir daha geri dönememiştir. Kurtuluş savaşında Gölet, Kastamonu ve Samsun sancaklarına elinde bulunan yiyecek, giyecek gibi malları ulaştırmıştır. Erkekler cephede savaşırken kadınlar'da erzaklarını Vezirköprü'ye kağnılarla taşımışlar.
Çanakkale Savaşı gazilerinden olan Gölet'li Gazi Ali Sarsık (koca Ali) Çanakkale'de, Balkanlar'da, Yemen'de savaştığını ve Kut'ül Ammare de İngilizlere esir düştüğünü, Hindistan'a esir olarak götürüldüğünü ve orada esarette kaldığını yaşadığı süre içinde anlatırdı. İngiltere ile yapılan barıştan sonra diğer sağ kalan Türk tutsaklar ile birlikte memleketine dönebilmiştir.
Karagöl adını merkezinde bulunan şahsa ait olan bir arazinin içindeki gölden almaktadır. Bu göl 1980'lere kadar varlığını sürdürmüş ise de arazinin sahipleri tarafından kurutularak tarlaya çevrilmiştir.
Karagöl 1980'lerin sonlarında Gölet köyünün yaylası olma özelliğini gitgide kaybetmeye başlamış ve mahalle statüsüne kavuşmuştur, bunda Karagöl'den geçmekte olan Sinop,Samsun gibi iller için yapımı devam eden yolun büyük etkisi olmuştur.
Gölet köy evleri; Safranbolu evlerinin mimarisi ile yapılandırılmış bir Anadolu köyüdür. 1990 yılı nüfus sayımına göre köyde yaşayan halkın yüzde 81'i okur yazardır. Köyden büyük şehirlere göç eden halkın birçoğuda yüksek öğrenimlilerden oluşmaktadır. Köyün adet ve görenekleri tüm anadolu köylerinde olduğu gibidir.
Köyde 20. yüzyılın |
başında demir atölyesi olduğu bilinmektedir.
Köyün yöresel yemekleri Sırık kebabı, Tarhana, Keşkek, pilav, incir uyuşturması
Bayramlarda bir tür yöresel yemek olan keşkek yapılır ve misafirlere ikram edilir.
Bu, köye özgü kıyafetler yaşlılar tarafından günümüzde hala kullanımdadır, yeni kuşaklarda şehre göç ile birlikte bu adet ve göreneklerden vaz geçilmesine sebeb olmuştur.
Gölet köy ağzı ile ilgili örnekleri incelemek isterseniz ayrı bir madde olarak;
Ramazan ve Kurban Bayramı kutlamaları genellikle birbirine benzer.Kurban Bayramı Ramazan bayramından öncelikli bir kutlamaya sahne olur.
Harman yerinde kadınlar karşılıklı dizilir, sayının önemi yoktur, hepbir ağızdan Alaylar alaylar bizim alaylar, içinizden bir güzel sevdik onu alırız, bunu daha çok karşı tarafta duran söyler. Diğer grup ise o güzelin adını söylen dadını söylen diyerek istedikleri güzelin ismini söylerler. Budurum iki kişi kalıncaya dek devam eder. Buna benzer Bezirgan isminde yine söyleşili bir oyun vardır.Bu oyunların benzeri tefle oynanan iki oyun daha vardır .Karasakız oyunu,Çifte telli.
1990 yılında İstanbul'da kurulan Göletköyü Sosyal Yardımlaşma ve Kalkındırma Derneği, 1990 yılından 1996 yılına kadar istanbul'un çeşitli yerlerinde Yüksek katılımlı şenlikler düzenlemiştir. Dernek 1996 yılından itibaren şenlikleri Akkaya yaylasında düzenliyerek çevre köylere öncülük etmiştir.
Çorum iline 149 km, Kargı ilçesine 33 km, Boyabat ilçesine 40 km uzaklıktadır. Köy, Karadeniz Bölgesinin, Batı Karadeniz bölümünün güneydoğu iç kesiminde yer almaktadır.
Gölet Köyünün güney doğusunda Göletçetmi, güney batısında Cihadiye, kuzey doğusunda Göletdere, kuzey batısında Boyabat'ın Çalpınar köyleri vardır.
Gölet köyü ve çevresinde Batı Karadeniz iklimi gözlenmektedir. Kışlar soğuk yazlar sıcak geçer. Yıllık yağış ortalaması 60 cm'nin üzerindedir.
Köyü Kuzeybatı, Batı, Güneybatı, Güney ve Güneydoğu yönlerinde yükseklikleri 1200 metre ve üzeri olan Ilgaz dağının uzantısı ile çevrilmiştir. Bu dağlardan en heybetli olanları Güneybatıda Hoşar dağı zirvesi 1658 metre, Güneydoğuda Yergen dağı zirvesi 1550 metredir. Ormanlarla kaplı bu dağların arasında bulunan köy, yağış bakımından oldukça şanlı bir köydür.
Köy, Kuzeydoğu yönünde uzanan vadinin başlangıç noktasındadır. bu nedenle köy tipik bir yayla köyüdür.
Büyük bir bölümü ormanlarla kaplı olan köyde sırası ile şu ağaçlar yetişmektedir; sarıçam, karaçam, kızılçam, köknar, kayın, meşe, ardıç, kavak.
Gölet köyünün nüfusunun nezaman bölgeye yerleştikleri hakkında yazılı belge bulunamamıştır, kargılıların gölet halkına yörük dediği en bilindik bilgidir. Köyün en büyük sülalesi olan Hacı Ahmet sülalesinin Yaşkabak sülalesi ile akraba oldukları ve dedelerinin Tatar olduğu araştırılarak, hacıahmettinde doğum tarihi ve geçen süreç ile karşılaştırıldığında Anadoluda yaşayan tatar kavimleri ile göç yolunun sonunda göletde kaldıkları ve diğer akrabaları ile bağların koptuğu tespit edilmiştir.
Türkiye'de yapılan 1904 ilk nüfus sayımlarına göre Gölet köyün'de 75 aile defterde kayıtlıdır.
Günümüzde köyün yerleşik nüfusu az olmakla birlikte köy nüfusuna kayıtlı olup da köyde yerleşik olmayan köylülerin çoğunluğu Kargı, Boyabat, Kastamonu, Sinop ve büyük şehirlerden özellikle İstanbul'da yerleşik oldukları bilinmektedir.
Köyün ekonomisi tarım, hayvancılık ve orman işçiliğine dayalıdır.
Köyde yetiştirilebilen tarla ürünleri; buğday, arpa, çavdar, fiğ, şeker pancarı, yulaf, yeşil mercimek, nohut, bezelye, mısır, yonca ve korunga. Bahçe ürünleri olarak; domates, biber, patlıcan, soğan, salatalık, sakızkabağı ve bal kabağı, fasulye, kara bakla, ıspanak, kıvırcık, tere, dere otu, madımak akla gelen mahsüllerdir.
Meyve olarak ise Batı Karadeniz ikliminde yetişen tüm meyveler yetiştirilmektedir.
Köyde önemli gelir kaynaklarından birisi de orman işletmelerinin; sarıçam, karaçam, kızılçam, köknar, kayın, meşe, ardıç ormanlarında yıllık kesim, bakım ve taşıma işlerinde köylülerin işgücü olarak çalışması oluşturmaktadır.
Köyde ilk olarak okul 1945 yılında eğitime başlamıştır. Sağlık ocağı 1992 yılında hizmete açılmıştır.
Köyde ilköğretim okulu var ve kullanım dışıdır ancak taşımalı eğitim sisteminden yararlanılmaktadır. Köyde, içme suyu şebekesi var ama kanalizasyon şebekesi yeni yapılmıştır ve kullanıma geçilmemiştir. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur.
Köyde elektrik ve telefon vardır. Köye ulaşımı sağlayan yollar asfalt kaplıdır.
Ayrıca köyde ibadethane olarak cami mevcuttur.
Granit
Granit, sert, kristal yapılı minerallerden meydana gelen taneli görünüşlü magmatik derinlik kültesi. Plüton içindeki taneler çoğunlukla gözle görülebilir büyüklüktedir. Esas mineralleri feldspatın ortoklas cinsi ile az miktarda plajioklas ve kuvarstır. Ayrıca mika, hornblend, piroksen ve ikinci gruba giren turmalin, apatit, zirkon, grena, manyetit gibi mineraller de bulunabilir.
Granitlerin renkleri, genellikle açık olmakla birlikte, içindeki feldispatların ve diğer minerallerin cins ve miktarına göre gri, pembe, turuncu olabilir.
Granitler, yeryüzünde çok yaygın olarak bulunurlar. Çeşitli yer kabuğu modellerinde görünür. Yeryüzünün temelini teşekkül ettirdiği kabul edilmektedir. Doğada dayk, silis ve batolitler halinde bulunabilir.
Yollarda parke ve bordür taşı, yapılarda yapı taşı olarak çok eskiden beri bol miktarda kullanılmaktadır. Aşınmaya, basınca, darbeye karşı dayanıklı, güzel renkli ve iyi cila kabul eder. Atmosfer tesirlerine ve ayrışmaya karşı direnci yüksektir. Günümüzde daha çok parke ve bordür taşı ve bazı büyük yapılarda kaplama taşı olarak kullanılmaktadır.
Granit, yeriçinde 400 santigrat derece civarında bir ısıya sahip olup, soğuması birkaç bin yıl gibi çok uzun bir zamanı kapsar. Bu ısı aynı zamanda jeotermal suların da kaynağıdır. Yeriçine süzülen suların, granitlerin çatlakları arasındaki hareketi, hem granitin yüksek ısısı ile su sıcaklığını arttırır hem de çözünebilir haldeki mineraller suyun bünyesine dahil olur. Jeotermal suların oluşumu bu şekilde gerçekleşir.
Granit, uzun bir süre sonunda başkalaşması durumunda gnaysa dönüşmektedir.
Granitlerde kuvars, genellikle hacmen % 20'nin üzerindedir. Derinlik külteleri arasında hacmen % 40'tan fazla kuvars ihtiva eden türe rastlanmaz. Kuvars ve ağır silikatlar bakımından zengin olan kayaçlar gabro sınıfına girer. Esas bileşeni olan feldspat plajioklas ve ortoklas (alkali feldspat) halinde olması mümkündür. Birinin diğerine oranı genellikle ikiden azdır. Granitlerde bulunan ikinci ana mineraller muskovit, biyotit, amfibol, piroksen veya nadiren fayalit (demirli olivin) olarak sıralanabilir. Genellikle bunlardan iki veya üçü bir arada bulunur.Çeşitli sınıflamalarda koyu renkli minerallerin oranı farklı olmakla birlikte hacmen % 20'den fazla koyu renkli mineral ihtiva eden taşlara genellikle granit adı verilmemektedir.
Başlıca iki zıt görüş vardır;
Çukurova
Çukurova, eski adıyla Klikya; Adana, Mersin, Osmaniye ve Hatay illerini içine alan güney anadoludaki coğrafi, ekonomik ve kültürel bir bölgedir. 5.62 milyon nüfusuyla, Türkiye'deki en büyük nüfus yoğunluğa sahip bölgelerden biridir.
Çukurova batıda Anamur'dan başlamakta olup Akdeniz boyunca doğuya doğru uzanmakta, en kuzeyde Tufanbeyli'ye kadar genişlemekte, İskenderun Körfezi'ni kuşatmakta, güneyde Erzin'e dönmekte ve son olarak da Suriye sınırındaki Yayladağı'nda son bulmaktadır. Çekirdek alanı ise batıda Mersin'i, kuzeyde Kozan'ı, doğuda Osmaniye'yi ve güneyde Akdeniz'i kaplayan Çukurova (Klikya) düzlüğüdür. Adana-Mersin Metropol Alanı Çukurova'nın iş ve kültür merkezidir.
Çukurova bölgesinin büyük bir bölümü, dünyadaki tarıma en elverişli alanlar arasında olan geniş, düz ve verimli bir alandır. Tarih boyunca Çukurova Avrupa'dan Orta Doğu'ya kaçış noktası olmuştur ve kuzey Orta Doğu ve Orta Asya'dan Akdeniz'e en kısa geçiş noktasıdır, ayrıca iki büyük limanı ve yağ terminaliyle ulaşımın göbeğidir.
Adana ve Çukurova bölgesi eski devirlerden beri bir yerleşim merkezi olmuştur. Tarihi belgelerde "Kilikya" olarak geçen Çukurova'dan, Boğazköy'den çıkarılan Hitit yazılı levhalarında, "Uru Adania" (Adana ülkesi) diye sözedilmektedir.
Gezgin coğrafyacı Strabon, antik çağlarda Kilikya olarak bilinen bölgeden, "Coracesion'dan (Alanya), Kilikya-Suriye kapısına kadar uzanan Küçük Asya'nın güneydoğu kıyıları." diye sözeder. Herodot, bölgenin Hypachoea diye adlandırıldığını, Fenikeli Age-nor'un oğullarından Cilix'in buraya gelip yerleştiğini ve onun adından dolayı bölgenin Kilikya adını aldığını nakleder. Fakat Kilikya adı ilk kez, Asur yazıtlarında Chilakka olarak görülmüştür. Bu nedenle bugün Kilikya adının Asur kaynaklarında özellikle Dağlık Kilikya için kullanılan "Chilakka" kelimesinden kaynaklandığı kabul edilmektedir. Aynı Asur kaynaklarında Ovalık Kilikya ise Que olarak adlandırılmaktadır.
Anadolu ile Suriye ve Mezopotamya arasında ulaşımı sağlayan Gülek ve Sertavul (Kilikya kapıları) ile Belen (Suriye kapısı) gibi önemli geçitler nedeniyle stratejik önem taşıyan bölgenin doğu ve batı kesimleri yeryüzü şekilleri bakımından farklı özellikler gösterir. Bu nedenledir ki Hellenler, batı kesimini Cilicia Tracheia (Dağlık Kilikya), doğu kesimini Cilicia Pedias (Ovalık Kilikya) olarak anmışlardır. Romalılar ise Dağlık Kilikya'ya Cilicia Aspera, Ovalık Kilikya'ya Cilicia Campestris adını vermişlerdir. Dağlık Kilikya kabaca, Alanya ile Mersin arasında kalan, Ovalık Kilikya ise Mersin'den İskenderun Körfezi'ne kadar uzanan kesimlerdir. İki Kilikya'yı ise Lamas (Limonlu) çayının birbirinden ayırdığı kabul edilir. Günümüzde Dağlık Kilikya Taşeli yarımadası, Ovalık Kilikya ise Çukurova olarak adlandırılır.
Nüfus sayımına göre, bölgede 7 milyon insan bulunmaktadır.
Nüfus yoğunluğu km²'ye 66 kişidir.
Zengin bir tarım alanı olan Çukurova, varlığını;
Adana, Mersin, Tarsus, Kozan, Kadirli, Ceyhan, Osmaniye gibi büyük il ve ilçelerde sanayi, tarım ve ticaretin aktif olması da nüfusun artmasına neden olmuştur.
Pek çok millî kahraman ortaya çıkmıştır: Cemal Efe, Adil Efe, Kasım Hoca ,Nasurullah San, Şehid |
Molla Kerim, Kara Fatma (Adile Nasuh, Şehit Hacınlı Saim Bey ile Tufan Bey, Mehmet Sincer, Fuat Mart,Zekeriya Karayaylalı, Tahir Çiloğulları...
Bölgenin kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğu bölümleri Orta Toros adı verilen dağ sistemi ile çevrelenmiştir.
Toros Dağları, ovanın kuzey, kuzey-batı, kuzey-doğu ve doğu kısımlarda duvar gibi yükselir. İç Anadolu'dan gelen soğuk rüzgârları önler. Adana Ovası, ortasında bulunan Misis Tepeleri(Davudi dağı-Cebelnur dağı) ile ikiye ayrılır. Çukurova 16 bölgeden oluşur. Yüregir, Misis, Ceyhan ve Yumurtalık, Adana il sınırları içindedir. Düziçi ovası, yer fıstığı üretiminde Türkiye'nin en önde gelen bölgesidir.
Çukurova Bölgesi'nin jeolojik yapısı iki ana grupta incelenebilir.
Yaşlı kireçtaşları, konglomera, marn ve benzer materyallerden oluşmaktadır.
Alüvyonal materyallerden oluşmaktadır. Çukurova Bölgesinde kireçtaşı oluşumları ile dördüncü zaman alüvyonları yayılım gösterir ve bölgedeki ovaları oluşturur. Ayrıca çukurova bölgesinde Adana ve Mersin gibi önemli iller bulunur.
Kozan Baraj gölü, Seyhan Baraj Gölü, Mehmetli Baraj gölü, Çatalan Baraj Gölü Aslantaş Baraj Gölü
Akyatan Gölü, Akyayan gölü, Tuz gölü ve Aladağlar üzerinde bulunan Yedi göller, Karaisalı yakınlarındaki Karstik Dipsiz göl.
Seyhan, Ceyhan, Göksu nehirleri. çaylı nehri 280 kilometre
Ceyhan Nehri, Aksu ve Hurman çaylarının birleşmesi ile meydana gelir. Kadirli'de Adana ovasına girer, Hürmüz Boğazı'nda İskenderun körfezine dökülür. Üzerinde Aslantaş Barajı mevcuttur. Uzunluğu 509 km'dir. Deliburun'da Akdeniz'e dökülmeden önce Akyayan Gölü, Akyatan ve Kakarat göllerini meydana getirir.
Seyhan Nehri, Kayseri'den doğan Göksu ve Samantı çaylarının birleşmesi ile meydana gelir. Mersin Körfezi'ne dökülür. 560 km. uzunluktadır.
İklim, coğrafi yapıya uygun olarak dağlık ve ovalık kesimde değişiklik gösterir. Ovalık alanın iklim yapısı Akdeniz iklimidir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlıdır. En soğuk ay Ocak, en sıcak ay ise Ağustostur. Ocak ayı sıcaklık ortalaması 9 °C, ağustos ayı ortalaması 28 °C'dir. Dağlık alanlarda ise kara iklimi hâkimdir ve kışın yağışlar kar şeklindedir. Yıllık yağış miktarı ortalama 647 mm'dir, ortalama yağışlı gün 76’dır.En yüksek sıcaklık ortalaması ise Mersin ve cevresinde görülür. Ocak ayı ortalaması 15 °C iken en sıcak ay olan temmuzda ortalama sıcaklık 28 °C dir. Mersin ve çevresinin yıllık yağış ortamalası ise Adana ve çevresinden daha fazladır yıllık yağış miktarı 1096 mm'dir, ortalama yağışlı gün sayısı ise 85 gündür.
Denize dönük yamaçların etekleri bol yağış alır. Batıda Antalya çevresi, ortada Mersin çevresi doğuda Hatay, Dörtyol, Osmaniye, Kadirli ve Bahçe çevresi 1000 / 1500 mm civarında yağış alır. Adana çevresi ise 600–700 mm yağış almaktadır.
Çukurova bölgesinde yumrulu bitkilerden kardelen ("Galanthus plicus"), yabani siklamen ("Cyclamen mirabille" hidebr), ada soğanı, nergis (narissus), sümbül (ylacinthus) ve benzeri bitkilere bahar aylarında sıkça rastlanir.
Bölge, soya fasulyesi, yer fıstığı ve mısır üretiminde de Türkiye'de ilk sıradadır. Ayrıca pamuk yetiştirerek ülkedeki tekstil sanayiine katkıda bulunur. Ayrıca Türkiye turp ihtiyacının yüzde yetmişi bu bölgeden yetiştirilir. Narenciye ihracatının yarısı (portakal, mandalina, limon), muz üretiminin çoğu, yaş sebze ve meyve üretiminin önemli bir kısmı bu bölgeden karşılanır. Türkiye'de sulak ve verimli Çukurova için bir deyim geliştirilmiştir; 'adam eksen biter'Bu bölgede çay ve fındık hariç tüm tarım ürünleri üretilebilmektedir.Aynı zamanda Karataş,Ceyhan,Yumurtalık ve Mersin liman kentlerinde balıkçılık çok yaygındır. Çipura, barbun, lagos, kefal, levrek, kalamar gibi balıklar avlanır ve iç anadolu ve güneydoğu anadolu balık hallerinin ihtiyacının büyük kısmı bu bölgeden karşılanır. Aynı zamanda Akyatan, Akyayan ve Yumurtalık dalyanlarıyla, Seyhan gölünde kültür balıkçılığı yapılır.
Büyük ve küçükbaş hayvancılık diğer alanlar kadar yaygın olmamakla birlikte bölgede et ve süt entegre tesisleri yaygındır ve ülke çapına dağıtım yapılmaktadır.
Kipa
Kipa ya da Kippa: Musevi erkeklerinin, dua esnasında, sinagogda ve dışarıda başlarını örtmekte kullandıkları, küçük takke.
Saten, kadife, deri, süetten yapılan kipa çoğu zaman örülerek de yapılır.
Gündelik hayatında her Musevi'nin günde 100 beraha (şükür duası okuması) gereklidir, bunlar belli eylemlerden sonra okunabileceği gibi (bir şeyler yiyip içmek, koklamak, tuvaletten çıkmak, vs.) bazen de ansızın karşılaşabilecek olaylar da olabilir, (şimşek çakması gibi). Bu sebepten dindar Museviler açık başla beraha söylenemeyeceğinden sürekli kipa ile dolaşırlar.
Kanun ya da yönetmeliklerle dini sembol olarak kabul edilebilecek kıyafetlerin sınırlandığı ülkelerde Museviler kipa takmayıp kipa yerine şapka takarlar.
Musevilikde evli olmayan kadınların sinagoglarda tören esnasında başlarını örtmeleri gerekli değildir.
Şanghay İşbirliği Örgütü
Şanghay İşbirliği Örgütü (İngilizce: "Shanghai Cooperation Organization") veya bilinen adlarıyla Şanghay Beşlisi ve Şanghay Paktı, Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın 1996 yılında oluşturdukları uluslararası bir örgüt. 2001 yılında Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarttı. 9 Haziran 2017'de Astana'da gerçekleştiren zirvede Hindistan ve Pakistan'ın örgüte katılması ile üye sayısı sekize çıktı.
Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) ortaya çıkmasının ardında, Çin Halk Cumhuriyeti'nin (ÇHC) girişimleri önemli rol oynamıştır. 1990'lı yılların başında Çin'in bölgeye olan ilgisinin ardındaki faktörler şunlardır:
26 Nisan 1996'da Şanghay'da toplanan beş ülkenin "Sınır Bölgelerinde Askeri Güvenin Derinleştirilmesi Anlaşmasını" imzalamasıyla Şanghay Beşlisi kurulmuş oldu.
Bundan sonra Şanghay Beşlisi yıllık görüşmeleri sırasıyla 1998'de Almatı'da, 1999'da Bişkek'te, 2000'de ise Duşanbe'de yapıldı.
2001 yılında ise görüşmeler ŞİÖ’nün kuruluşu ile sonuçlandı. Beş devlet ile başlayan örgütün tam üye sayısı sonra altıya ulaştı: Rusya, Çin, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan.
Haziran 2001'de üye devletler Sankt-Peterburg Zirvesinde örgütün amaç, prensip, yapı ve işleyişini belirleyen ŞİÖ Beyannamesini imzaladı. Ayrıca zirvede bir "anti-terör ajansı"nın kurulmasını öngören bir anlaşma daha imzalandı.
ABD karşıtı ilk ciddi adım, 2005’te atılmıştır. ŞİÖ zirve toplantısında, ABD’ye Orta Asya’daki askeri varlığına son verme çağrısı yapılmıştır. Bunun üzerine, Özbekistan’daki ABD askerleri ülkeyi terk etmişlerdir.
Ağustos 2007'de ŞİÖ'ye üye altı ülke, Rusya'nın Ural Dağları'nda 'Barış Misyonu 2007' adıyla ortak bir askeri tatbikat gerçekleştirdi.
Türkiye 2012'de, Şangay İşbirliği Örgütüne (ŞİÖ) Diyalog ortağı olarak katıldı. Katılım sonrası kararı değerlendiren Çin'deki akademisyenler ve Rus analistler bu kararın hem ŞİÖ hem de Türkiye açısından bir devrim niteliğinde olduğunu belirttiler.
Dünya petrol üretim ve kullanım pazarının yarısından fazlasını elinde bulunduran ve Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan'ın gözlemci olarak bulunduğu örgüt, ABD'ye karşı etkili bir kutup oluşturmaktadır. Dönemin Rusya Devlet Başkanı Putin, Şanghay İşbirliği Örgütü'nün Ağustos 2007 Bişkek Zirvesi’nde “Tek kutuplu dünya kabul edilemez.” diyerek bir anlamda birliğin misyonunu da belirtmiştir.
ŞİÖ öncelikli olarak üye ülkelerin Orta Asya güvenliği ile ilgili sorunlarına eğilme amacını taşımaktadır; başlıca tehditler olarak terörizm, ayrılıkçılık ve aşırılıkçılığı gösterir. Taşkent'te yapılan ŞİÖ 16-17 Haziran 2004 zirvesinde, Bölgesel Antiterörizm Yapısı (RATS) kuruldu. 21 Nisan 2006'da, ŞİÖ antiterörizm kapsamı altında uluslararası uyuşturucu suçlarıyla mücadele etme planını açıkladı.
ŞİÖ genel sekreteri Grigory Logninov Nisan 2006'da ŞİÖ'nün askeri bir blok olma niyetinin bulunmadığını açıkladı; bununla birlikte "terör, aşırılıkçılık, ayrılıkçılık" tehdidinin artışının kapsamlı bir askeri müdahaleyi zorunlu kıldığını da belirtti.
ŞİÖ birkaç defa ortak askeri tatbikat düzenlemiştir. İlki 2003 yılında tatbikatın ilk aşaması Kazakistan'da, ikinci aşaması ise Çin'de gerçekleştirildi.
Daha büyük kapsamlı olan Çin-Rus ortak Peace Mission 2005 tatbikatı ise, 19 Ağustos 2005'te ŞİÖ çerçevesi dışında düzenlendi. Tatbikatların başarıyla tamamlanmasının ardından Rus yetkililer bu tür tatbikatlara gelecekte Hindistan'ın da katılacağı ve ŞİÖ'nün askeri bir nitelik kazanacağını dile getirmeye başlamıştır.
2006 ŞİÖ savunma bakanları toplantısında belirlendiği üzere, 2007'de Rusya'nın Ural Dağları yakınlarındaki Çelyabinsk bölgesinde ortak askeri tatbikat düzenlenmiştir. Ekim 2007'de Tacikistan başkenti Duşanbe'de güvenlik, suç ve uyuşturucu trafiği konularında kapsamlı iş birliğine gidilmesi amacıyla ŞİÖ ile Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü arasında bir anlaşma imzalanmıştır.
ŞİÖ'ne devletler 2003 yılında ekonomik iş birliğini genişletme amacıyla bir çerçeve anlaşması imzalamıştır. Aynı toplantıda Çin başbakanı Wen Jiabao, bölgede ticaretin geliştirilmesi için bir an önce tedbirlerin alınmasıyla birlikte, ŞİÖ'de uzun vadede bir serbest ticaret bölgesi oluşturulması hedeflenmesini önerdi. Ardından bir yıl sonra 23 Eylül 2004'te 100 maddelik bir plan imzalanmıştır.
25 Ekim 2005, ŞİÖ Moskova zirvesinde, ŞİÖ'nün ortak enerji projelerine öncelik tanıyacağı açıklanmış, özellikle de petrol ve gaz sektörüyle ve su kaynaklarının ortak kullanımı üzerinde durulacağı belirtilmiştir. Ortak projelerin finansmanı için bir ŞİÖ Interbank'ının kurulması kabul edilmiştir. ŞİÖ İnterbank kurumunun ilk toplantısı Şubat 2006'da Pekin'de yapıldı. 30 Kasım 2006'da, Almatı'da düzenlenen ŞİÖ konferansında Rus Dışişleri bakanı ŞİÖ'nün bir "Enerji Kulübü" kurulması konusunda planlar yaptığını belirtmiştir.. Bu kulüp ihtiyacı Kasım 2007 ŞİÖ zirvesinde yinelenmiş, ancak diğer üyeler tarafından pek ilgi görmemiştir.
Kültürel iş birliği de ŞİÖ çerçevesine dahil edilmiştir. 12 Nisan 2002'de Pekin'de ŞİÖ kültür bakanları buluşması düzenlenmiş, sürekli kültürel iş birliği konusunda ortak bildiri imzalanmıştır. Kültür bakanlarının |
üçüncü buluşması 27-28 Nisan 2006'da Taşkent'te düzenlenmiştir. İlk defa 2005 Astana zirvesi sırasında bir ŞİÖ Sanat Festivali ve bir sergi düzenlenmiştir. Kazakistan aynı zamanda 2008 yılında bir halk dansları festivali düzenlenmesini önermiştir.
Güvenlik, ekonomi ve kültür alanlarında iş birliği öngören Şanghay İşbirliği Örgütü’nde 7 ana organ faaliyet göstermekte ve örgütün işleyişini sağlamaktadır. Bunlar,
Devlet Başkanları Konseyi,
Hükümet Başkanları Konseyi,
Dışişleri Bakanları Konseyi,
Ulusal Koordinatörler Konseyi,
Temsilcilikler Konseyi,
Sekretarya,
Bölgesel Anti-Terör Ajansı olarak sıralanabilir.
Organizasyonun en üstünde yer alan Devlet Başkanları Konseyi yılda bir kez toplanan ve devlet başkanlarının katıldığı en üst düzeyli ve nihai karar mekanizmasıdır. Diğer konseyler önceden istişare ettikleri önemli meseleleri karara bağlanması için Devlet Başkanları Konseyi’ne havale etmektedirler.
Minyan
Minyan: Musevilik'de bir dini törenin icra edilebilmesi için, Bar Mitsva törenini yapmış, yani 13 yaşını doldurmuş ve bir gün almış en az 10 Musevi erkeğe ihtiyaç vardır.
Bu özellikleri taşıyan en az 10 kişilik cemaate minyan adı verilir.
Minyan'ın olmadığı durumlarda dini törendeki bazı dualar okunamaz, Tevrat çıkartılamaz ve bazı törenler gerçekleştirilemez.
Hristiyan teolojisi
Hristiyan teolojisi, Hristiyanlık dini açısından teoloji veya Hristiyanlığın teolojik olarak incelenmesi diye tanımlanabilir. Hristiyan teolojisi, Hristiyanlık ile ilgili her türlü teolojik olgunun incelenmesini içerir.
Hristiyan teolojisinin çeşitli alt dalları vardır:
Kristoloji İsa Mesih'in kimliği ve yaptıklarını inceleyen teoloji dalıdır. Kristoloji çalışmasına başlamanın üç yolu vardır. İlki Yukarıdan Kristolojidir ve Mesih'in tanrısallığından yola çıkar. İkincisi aşağıdan Kristolojidir ve tarihteki Mesih'ten yola çıkar. Üçüncüsü geriden Kristolojidir ve Eski Anlaşma'daki Mesih'le ilgili yazılardan yola çıkar.
Geriden Kristoloji'de kullanılan Eski Anlaşma metinlerinden ilki Yaratılış 3:15 ayetidir. Burada müjde ilk defa dile getirilir ve bu ayet İlkmüjde olarak da bilinir. Tanrı kadından doğan bir adamın kötülüğün başını ezeceği müjdesini verir. Diğer Eski Anlaşma pasajları arasında Yaratılış 12:1-3; Yaratılış 49:10 Yasa'nın Tekrarı 18:15; 2. Samuel 7:1-29; Mezmurlar'da birçok ayet; Yeşaya 7:14; Yeşaya 9:6-7; Yeşaya 52:13-53:12; Daniel 7:13-14; Mika 5:2 ayetleri sayılabilir.
Yukarıdan Kristolojiye başlarken Yuhanna 1:1-18; Filipililer 2:5-11; Koloseliler 1:15-23; Koloseliler 2:9,10 ve İbraniler 1:1-4 ayetleri hayati önem taşır. Yuhanna 1: 1-18'de İsa Tanrı'nın Sözü (Logos) olarak betimlenir. Logos kelimesi hem Grekler hem Yahudiler hem de Helenistik Yahudiler için ciddi anlamlar taşıyan bir kelimedir. Grekler Logos'u tanrısal bilgelik anlamında kullanır.Yahudiler için Tanrı'nı düşüncesi, bilgeliğin kişileşmiş halidir. Helenistik Yahudiler için Logos yaratılışı mümkün kılandır. Yuhanna Mesih'İn Tanrı'nın görünümü olduğunu söyler. Eksiksiz ve tam olarak insan, aynı zamanda eksiksiz ve tam olarak Tanrı olduğunu belirtir. Filipililer 2:5-11 İsa'nın Tanrı olduğunu, ama alçakgönüllü bir biçimde insan biçimini aldığını söyler. Koloseliler 1:15-23 ayetlerinde İsa'nın Tanrılığı güçlü bir biçimde dile getirilir. İsa'nın Tanrılığı, sonsuz varlığı ve evreni onun yarattığı vurgulanır. Koloseliler 2:9'da İsa'nın tam olarak Tanrı olduğu, Tanrı'nın tüm doluluğuyla onda bedensel olarak varolduğu yazılır. İbraniler 1:1-4'te İsa'nın tanrısallığı ve Tanrı'nın Oğlu olarak üstünlüğü belirtilir, o sadece bir peygamber değildir. Bu ayetlere göre evrenin yaratıcısı ve yaratılışı ayakta tutan İsa'dır. Günah nedeniyle düşen evrenin Tanrısal Kurtarıcısıdır. Tanrısal karakteriyle görünmez Tanrı'nın görünümüdür.
İsa hem Eski Anlaşma’da hem Yeni Anlaşma’da Tanrı olarak resmedilir. Filipililer 2:5-11’deki biçim (form ) kelimesi farklı anlaşılmalara yol açabilir. Günümüzde form deyince genellikle görünüş anlaşılır. Ancak bunun nedeni materialist bir dünya görüşüne sahip oluşumuzdur. Örneğin Epikür felsefesinde, ve özellikle Ocham’ın nominalizminde evrensel kavramlar yoktur, sadece bireyler gerçektir. Böylece metafizik kavramlar yok sayılarak sadece fiziksel bireyleri içeren bir dünya görüşü ortaya koyulur. (örneğin masa kavramı yoktur, sadece tek tek masalar vardır. Bu yüzden masa kavramının bilgisine ulaşılamaz, sadece tek tek masalar incelenebilir.) Ancak varlığı sadece maddeden ibaret saymak tek alternatif değildir. Örneğin Aristo gerçekliğin formlar olduğunu söyler (masa kavramı). Tek tek şeyler (mutfağımdaki masa) sadece bu genel formlara katıldıkları sürece gerçekliğe kavuşurlar. Şeylerin özü formlardır. Bu yüzden bu ayetteki form görünüş olarak değil, öz olarak anlaşılmalıdır.
Kerpiç
Kerpiç, duvar örmek için kullanılmak üzere tahta kalıplara dökülerek güneşte kurutulmuş balçık. Kerpiç, daha çok köy evlerinin yapımında kullanılır. Hem iktisadi bakımdan ucuz, hem de kışın sıcak tuttuğu için tercih edilir. Bir çeşit pişirilmemiş tuğla gibidir.
Kerpiç yapılacak toprak, su ile karıştırılarak içine saman serpilir ve karışım ayakla çiğnenip ezilmek suretiyle çamur haline getirilir. Bu işe çamurun "özlendirilmesi" denir. Özlendirilmiş çamur, kerpiç biçimine sokulmuş, tahta bölmelerden yapılı kalıplara dökülür. Çamur, kalıplara döküldükten sonra iyice sıkıştırılır. Bu sıkıştırma yapılmazsa kerpiç zayıf olur. Sıkıştırılan çamurun üstü düzgünce bir tahta ile düzeltilir ve fazla çamur da atılmış olur. Sonra kalıp çekilerek, çamur düz bir yerde kalır. İmkan varsa önce gölgede kurutulduktan sonra güneşte bırakılır. Kerpiçin her tarafının kuruması için güneşe bakan yüzleri zamanla değiştirilerek çabuk kuruması sağlanır.
Kerpiç çok eski çağlardan beri yapı malzemesi olarak kullanıla gelmiştir. Kaldeliler ve Sümerler yapılarında kerpiç kullanmışlardır. Bunlar kerpiçleri birbirine ziftle yapıştırırlardı. Bu bakımdan yaptıkları evler sağlam olurdu. Bu evlerin üzerini de çamur, kireç veya zift tabakasıyla örterlerdi.
Anadolu'da yapılan çeşitli kazılar, Hititlerin bile evlerini kerpiçten yaptıklarını göstermiştir. Günümüzde de Anadolu köylüsü evini ekonomik bakımdan ve sıcağı muhafaza bakımından kerpiçten yapmaktadırlar. Kerpiç aynı zamanda rutubetlenmeyi önlediğinden bununla yapılan evler daha sıhhi olur, oturanlarda romatizma pek görülmez ve tedavi için uygundur.
Tefilin
Tefilin veya tefillin, Musevi erkeklerinin bayram ve cumartesileri hariç, sol kol ve başlarına taktıkları, içlerinde Tevrat'tan bölümler içeren deriden yapılmış iki küçük kübik kutucuk. Ayrıca bu kutucuğun takılma törenine verilen isim.
Sol kolda kalbin hizasına ve başta iki gözün arasında alına takılan bu kutucukların içerisinde, deri üzerine el ile yazılmış Tevrat'tan bölümler bulunur. (Tesniye 4-9, Tesniye 13-21, Çıkış 13: 1-10 ve Çıkış 13: 11-16)
Tefilin, Cumartesi ve bayram sabahları dışında 13 yaşını doldurmuş her erkek Musevi tarafından, özel bir dua ile takılır.
Tanrı'nın adının geçtiği bu tomarları kalp hizasında koluna ve gözleri arasında alnına bağlayan bir Musevi; Kalbini, ellerini ve gözlerini kötü düşünce ve eylemlerden korumuş olur.
Kalsın Benim Davam
Kalsın Benim Davam, Ahmet Kaya'nın ölümünün beşinci yılında yayınlanan Gam Müzik etiketli albüm.
Prodüktörlüğünü, Ahmet Kaya'nın eşi Gülten Kaya’nın yaptığı albümde, daha önce yayınlanmamış Ahmet Kaya türküleri yer alıyor. Bu türküler arasında, Pir Sultan Abdal, Celal Güzelses ve şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın eserlerinden bestelenmiş türküler de bulunuyor. Albüm kayıtları dört farklı stüdyoda, toplam 6 ayda gerçekleştirilmiş ve Avrupa ile Türkiye'de aynı anda satışa sunulmuştur. Ayrıca Ahmet Kaya'nın kendi el yazısıyla dördüncü ve son mektubunu da içerir.
Football Manager
Football Manager (kısaca FM), Sports Interactive tarafından geliştirilen, SEGA tarafından yayınlanan bir futbol menajerliği simülasyon oyunudur.
2004 yılında Sports Interactive`in dağıtıcı Eidos Interactive`den ayrılmasıyla Championship Manager isim hakkını kaybeden SI seriye Football Manager ismiyle devam etme kararı almıştır.
ABD ve Kanada`da oyun Worldwide Soccer Manager adı altında satılmaktadır. Bu isim oyunun şimdiki dağıtıcısı SEGA`nın artık Sega Saturn için gelişimini durdurduğu Worldwide Soccer oyununa da gönderme yapmaktadır.
Dağıtıcı Eidos'tan ayrılan Championship Manager`ın yaratıcısı Sports Interactive 12 Şubat 2004`te çalışmalarına Football Manager adı altında devam edeceğini duyurdu. Championship Manager serisi ise SI`den bağımsız olarak devam etmektedir.
Kısaca FM2005 olarak bilinen Football Manager 2005; esas olarak yenilenmiş kullanıcı arayüzü, yeni oyun motoru ve güncel verilere sahipti . Bunların yanında, maç öncesi ve sonrası bilgiler, uluslararası oyuncu haberleri, karşılıklı kontrat feshi, menajerlerin gelişmiş demeç sistemi, antrenörlerin kadro raporları gibi yenilikler göze çarpmaktaydı.
12 Kasım 2004`te Britanya`da piyasaya çıkan FM2005 kısa bir süre içinde dünyanın birçok ülkesinde satışa sunuldu ve tüm zamanların en hızlı satılan oyunlarından biri oldu.
Football Manager 2005 Çin`e bağlı olan Tibet, Tayvan, Hong Kong ve Macao gibi bölgeleri oyunda bağımsız birer ülke olarak gösterdiği için Çin hükümeti tarafından ""Çin`in egemenliğine ve karasal bütünlüğüne"" aykırı olduğundan yasaklandı. Sports Interactive ise yaptığı açıklama yasaklanan oyunun Çince`ye çevrilmediğini ve Çin için hükümetin istediği gibi ayrı bir versiyonu piyasaya süreceklerini belirtti. Ayrıca yasaklanan oyunun kendilerinden habersiz Internet`ten indirildiği ya da kaçak yollarla ülkeye sokulduğunu ekledi.
Football Manager 2006 PC ve Mac için 21 Ekim 2005 tarihinde Britanya`da piyasaya çıktı. Aynı gün Sports Interactive oyundaki Beta ve Gold sürümleri sırasında fark edilen hataları düzelten bir yama yayımladı. İlk hafta satışları sonucu tüm zamanların en çabuk satılan ikinci oyunu oldu.
8 Haziran 2006'da tanıtımı yapılmış ve 18 Ekim 2006'da piyasa sürülmüştür. Oyun Sports Interactive tarafından geliştirildi, SEGA taraf |
ından yayınlandı.
Oyuna eski versiyondan sonra 100 üzerinde yeni özellik eklenmişti. FM 2006'da gelişen oyun bu versiyonda da hız kesmemiş ve gelişmeye devam etmiş. Takım içi konuşmalar artırılmış, geliştirilmiş. Yine en dikkat çekici gelişmelerden biri ise Feeder Clubs yani büyük kulüplerin küçük kulüplerle anlaşarak onlara oyuncularını vermesini ve bu sayede o oyuncuların gelişmesini sağlanabilmesiydi. Diğer taraftan küçük kulüpler de kendine büyük kulüpler bularak kendilerinin parent kulübü yapabilmekte, büyük kulüplerden bedelsiz olarak kaliteli oyuncular kiralayabilmekte ve düzenlenen hazırlık maçlarıyla hatırı sayılır bir gelir elde edebilmekteydiler.
3 Ekim 2007'de tanıtımı yapılmış ve 19 Ekim 2007'de oyun piyasaya sürülmüştür. CM'den ayrılmasından sonra yavaş yavaş gelişmeye başlamıştır. CM'ye olan ilgi yavaş yavaş FM'e kaymış, bunun sonucunda Dünya'nın en çok oynanan 3. oyunu ünvanını bu sürümle beraber ele geçirmiştir.
3 Eylül 2008'de tanıtımı yapılmış ve 17 Aralık 2008'de piyasaya sürülmüştür.
12 Ağustos 2009'da tanıtımı yapılmış ve 30 Ekim 2009'da ise oyun Microsoft Windows, Mac OS X ve PlayStation Portable platformlarında piyasaya sürülmüştür.
4 Kasım 2010'da tanıtımı yapılmış ve 10 Kasım 2010'da ise oyun piyasaya sürülmüştür ve oyuna direk maaş görüşme ve sonuçlanması eklenmiştir. FM 2010'dan eski sürüme göre birçok farkı mevcuttur. Fakat istatistiki yönden en gelişmiş sürümüdür. 11,2,1 versiyonu çıkmıştır.Football Manager 2012'nin bu aylarında piyasaya çıkmıştır.
Sports Interactive ve SEGA Avrupa Ltd. Football Manager 2012'nin PC ve MAC versiyonlarının çıkış tarihi açıkladı ve oyun 21 Ekim 2011 tarihinde satış reyonlarında yerini aldı.
Oyundaki en büyük yeniliklerden birisi; kayıtlı oyununuzda kariyer yaparken istediğiniz bir ligi aktif edip o ülkenin herhangi bir takımına gidebilmeniz ve oyuncular ile diyalog kurarken ses tonunuzu ayarlayabilmeniz oldu.
Eylül ayı başında bir basın toplantısında, Football Manager serisinin yapımcıları Football Manager 2013'ün birkaç yeni özelliğini ortaya çıkardı. 28 Eylül 2012 tarihinde, piyasaya çıkış tarihi 2 Kasım 2012 olarak açıklandı. Oyunun ön sipariş ise, 2 Kasım'da satışa sundu.
Güney Sudan Milli Futbol Takımı'da oyuna dahil edildi.
Football Manager 14, Football Manager serisinin bir sonraki sürümüdür. 2013 Ağustos ayında, Sports Interactive resmi web sitesinde yeni sürüme eklenecek özellikleri açıkladı. 14 Eylül 2013 tarihinde, piyasaya çıkış tarihi 31 Ekim 2013 olarak açıklandı.
7 Ağustos 2014 tarihinde PC, Mac ve Linux platformları için Kasım 2014 tarihinde piyasaya çıkacağı duyurulmuş futbol menajerlik oyunudur.
Football Manager 2016 (kısaca FM16), Sports Interactive tarafından geliştirilen Sega tarafından yayınlanan bir futbol menajerliği oyunudur. Oyun 13 Kasım 2015 tarihinde yayımlanmıştır.
Football Manager 2017 (kısaca FM17), Serinin yayınlanmış son oyunudur. Resmi olarak 4 Kasım 2016'da yayınlanmıştır. Ön sipariş veren oyuncular, 2 hafta öncesinden oyunun beta sürümüne sahip olmuştur. Kosova Milli Takımı oyuna dahil edilmiştir.
Glock
Glock, tabanca ve bıçaklarıyla ün yapmış Avusturyalı bir silah üreticisidir. Şirket 1963 yılında Deutsch-Wagram'da Gaston Glock tarafından kuruldu.
İlk silah modeli Glock 17, P80 adı altında Avusturya Ordusu için geliştirilmiştir. Glock 17 daha sonra birçok polis teşkilatının tutulan silahı haline gelmiştir. Kapasitesi 17+1 olup,silahın x-ray cihazlarında gözükmediği ve metal dedektörlerinden geçirildiğinde metal dedektörlerinin ötmediği inanışı tamamen yanlıştır. Silahın ise inanılanın aksine sadece ufak bir bölümü polimer'den yapılmıştır ve polimerin kullanım sebebi silahın daha hafif olmasıdır. Ayrıca bu kullanılan polimerin içine, çelikte karıştırılır. Zaten Glock'larda kullanılan polimer cinsi olan polimer 2 X-Ray cihazlarında görünebilen bir maddedir. Silah tamamiyle polimer ya da benzer bir maddeden üretildiği varsayımına göre bile silahın içindeki mermiler X-Ray cihazında gözükür. Silahın %83 civarında bir kısmı(ağırlığına göre)çelikten oluşmaktadır. Ayrıca Glock 18 modeli yarı otomatik ve tam otomatik atış özelliğine sahiptir ve bu modelin 17-19-31-33 mermilik şarjörleri bulunur.
Glock .40 S&W mermilerini kullanan silahı üreten (Glock 22 & Glock 23 1990 ) ilk firmadır (Smith Wesson'dan sonra) ve bu pazarda satış açısından Smith Wesson'u geçmiştir. 2006 ortalarına göre, ABD'de Glock 22 polislerin en fazla kullandığı tabancadır. Ayrıca Glock'un .357 SİG, 380 ACP, 10mm, .45 ACP ve 45 GAP (Glock otomatik tabanca) mermilerini kullanan birçok modeli bulunur. Glock'un açıklamalarına göre Glock tabancaları 100'den fazla ülkede 2.5 milyon'un üzerinde satmıştır.
Glock tabancaları güvenilirliği ve sağlamlığıyla bilinir. Silahların tamiri kolay ve ucuzdur. Söküp takması çok kolaydır.
Glock firması çeşitli modellerde ürettiği bıçaklarla da tanınmaktadır.
Gaston Glock
Gaston Glock (1929), Avusturyalı mühendis. Silah tüccarlığı yapan, daha önce plastik eksperti olan Gaston Glock, 1963 yılında Glock Silah Şirketini Deutsch-Wagramda kurmuştur.
Lüksemburg'ta 27 Temmuz 1999 tarihinde bir suikastten yaralı olarak kurtulur. En zengin 100 Avusturya'lılar arasında 43'üncü sıradadır. (Trend 2005)
Der Standard
Der Standard, Avusturya'da günlük çıkan bir gazetedir. Kendini bağımsız ve liberal olarak tanımlayan bu gazete, 1988 yılında Oscar Bronner tarafından kurulmuştur.
Avusturya'da 366.000 okuyucusu vardır. Halkın %5,4'üne ulaşan bu gazete üniversite mezunlarının %19,7'sine ulaşır. Devamlı güncel haberler yayınlayan internet sayfası da yaklaşık 980.000 okuyucuya ulaşmaktadır.
Kahramanlık şiirleri
Soylu savaşçılarla, hükümdarların kahramanlıklarını ağırbaşlı, yüce, dramatik bir üslupla, belirli biçimsel kurallara bağlı kalarak anlatan halk edebiyatı şiirleridir.
Genellikle tek tip çalgı eşliğinde okunur ya da halk şarkısı olarak söylenirler. Halk ozanlarının yapıtları aracılığıyla kuşaktan kuşağa nakledilirler. Halk edebiyatında yiğitlik, yurt sevgisi gibi konuları ya da tarihsel olayları coşkulu bir anlatımla işleyen kahramanlık şiirleri vardır.
Şiir, destan ve koçaklama türünde yazılmışlardır.
Semai
Semai, halk şiirinde hecenin sekizli ölçüsü ile koşma biçiminde düzenlenen ve özel bir ezgi ile söylenen şiirlerdir.
Türk müziği'nde de beste formu olarak karşımıza çıkarlar. Ağır Semai ve Yörük Semai olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Türkiye'deki ormanlar
Türkiye'deki ormanlar; Türkiye Cumhuriyeti Çevre ve Orman Bakanlığı'nın sorumluluğu altındadır. Türkiye'nin sahip olduğu doğal şartlar altında %75'i ormanlarla kaplı olması gerekirken bu oran % 27,6'dır. Ormanların çoğunluğu devlete aittir, özele ait ormanlar %0,1 oranındadır (18.000 ha).
Türkiye'de ormanların az olmasının nedenleri:
Türkiye, sıcaklık ve yağış şartları bakımından orman yetişmesine genel olarak elverişlidir. Fakat uzun yıllardan beri ormanlarımızın tahrip edilmesi sonucunda bugün orman alanlarımız ülke yüz ölçümünün sadece % 27,6′lik kısmını kaplamaktadır.
Türkiye'de orman dağılışında en önemli faktör yağış ve nemdir. Yağış miktarı ile orman dağılımı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Karadeniz Bölgesi‘nde yağışın fazla olmasından dolayı ormanlar çok iken Güneydoğu ve İç Anadolu bölgelerinde kuraklıktan dolayı ormanlar çok az yer kaplar.
21 milyon hektarlık orman arazisinin; %79,6'sı koruluk, %20,4'ü koruluk/baltalık durumundadır.
Türkiye ormanlarının %50,1'i verimli, %49,9'u verimsiz ormanlardır. Ormanların %50'si iğne yapraklı, %50'si geniş yapraklı ağaçlardan oluşur. Türkiye'de ormanlardan orman ve ağaç sanayi ile ekonomik olarak yararlanılır. 2010 yılı orman ürünleri ihracatı 3,15 milyar $'dır. 2000 yılında 11 milyon $, 2010 yılında 14,9 milyon $ ihracat yapan kereste sektörü, 2010 'da 132,3 milyon $ ithalat yapmıştır.
Türkiye'deki istihdam oranlarına göre mobilya bölgeleri; İstanbul, Ankara, Bursa, Kayseri, İzmir ve Adana nemli üretim alanlarıdır. Ayrıca; Bolu, Eskişehir, Sakarya, Zonguldak, Trabzon Balıkesir, Antalya, Isparta, Burdur mobilya üretilen diğer alanlardır.
Karadeniz Bölgesi’nde alçak ve nemli yerlerde kayın, gürgen, kestane, ıhlamur gibi geniş yapraklı ormanlar yaygınken, yüksek kesimlerde ladin, köknar ve karaçam ormanları bulunur.
Akdeniz Bölgesi, Güney Marmara ve Kıyı Ege’nin Akdeniz iklimi görülen yerlerinde makiler ve kızılçam ormanları yaygındır. Yüksek kesimlerde ise karaçam ormanları geniş yer tutar.
Mevcut ormanlarımızı koruyabilmek için:
Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan orman yangınlarını önleyebilmek için;
Türkiye'de azdan-çoğa doğru en fazla yayılış gösteren ağaç türleri şunlardır: Okaliptüs(%0,01), kavak (%0,03), dişbudak (%0,04), ıhlamur(%0,05), gürgen(%0,10), fıstık çamı(%0,40), kestane (%0,50), kızılağaç (%0,70), ladin (%1,60), sedir (%2,10), ardıç (%2,70), köknar (%3,10), sarıçam (%6,80), kayın (%9,0), karaçam (%21,60), meşe türleri (%23,80) ve en çok kızılçam görülür (%27-5,9 milyon ha).
Ülkenin orman varlığı yavaş da olsa artmaktadır. Türkiye'de 1963-1972 yılları arasında 20.199.296 hektar (26.1) orman alanı varken, 2012'de 21.678.134 hektara (%27,6) ulaşmıştır. Kırk yılda 1,5 milyon hektar artış gerçekleşmiştir. Ormanların %59'u (12,7 milyon hektar) saf orman, %41'i (%9 milyon hektar) karışık ormandır.
Türkiye’nin en önemli doğal zenginliklerinden biri de ormanlardır. Orman, başta odun ham maddesi olmak üzere değişik ürünler ve hizmet üretilerek fayda sağlayan, kendi içinde bir takım dengeleri olan, canlı dinamik ve yenilenebilir bir doğal kaynaktır. Bu bağlamda ormanlar başta ham madde olmak üzere, toprak, meralar, orman içi suları, yaban hayvanları ve bitkilerden oluşan kaynaklardır.
Ormanların faydaları;
Ormanlardan; tomruk, parke, mobilya, kâğıt, sunta gibi asıl ürünler, reçine, sığla yağı, çam kozalağı, ıhlamur, keçi boynuzu, defne gibi yan ürünler elde edilir.
Yapılan hesaplamaya göre Türkiye ormanları 2012 yılı için 1,6 milyar ton karbon tutmuş, 38,7 milyon ton Oksijen üretmiştir.
Brokeback Dağı
Brokeback Dağı (Özgün adı: Brokeback Mountain), yönetmenli |
ğini Ang Lee'nin üstlendiği, başrollerini Heath Ledger ve Jake Gyllenhaal'un paylaştığı 2005 yılı ABD yapımı 134 dakikalık film.
Pulitzer ödüllü E. Annie Proulx'un kısa hikâyesinden uyarlanmıştır. Film, Ang Lee'nin popüler kültür ile sanat arasındaki yolculuğunun ve eşcinsel temalı sinemanın ilginç ürünleri arasında yer alan "Brokeback Dağı", Wyoming'deki aynı isimli Brokeback Dağı'nda 1963 yılında kovboyluk yaparken birbirlerine aşık olan "Ennis del Mar" (Ledger) ve "Jack Twist"in (Gyllenhaal) hikâyesini anlatılmaktadır. Film, takip eden 20 yıl boyunca ikilinin süre giden karmaşık ilişkisine odaklanır.
Ennis Del Mar (Heath Ledger) ve Jack Twist (Jake Gyllenhaal) aynı anda kovboyluk işine başvurur. İkisi de işe alınır ve kampa gönderilir. Sabahtan akşama koyun güden ikili akşamları konuşmaya ve arkadaşlık etmeye başlar. Zamanla bu arkadaşlık aşka dönüşür. Ancak kapalı bir toplumda ve eşcinselliğin hiç kabul görmediği bir dönemde yaşamaktadırlar. Kamp dönüşü her ikisi de evlenir ve çocuk sahibi olur.
Aradan dört yıl geçer. Jack, Ennis'e bir kart gönderir ve onu ziyaret etmek istediğini söyler. Ennis teklifi sevinçle kabul eder. İkili bir-iki haftalığına kampa gider. Ennis'in eşi iki kovboyun arasındaki ilişkiyi farketmiştir ve Ennis'den boşanır.
Biri çiftçi, diğeri rodeo kovboyu olan bu iki adam farklı karakterlerine rağmen birbirlerine bağlanırlar. Yaşam boyu sürecek olan bu ilişki, kopmalar ve ayrılıklar yaşayacak fakat iki aşığı her zaman buluşturacaktır. Ortaya, kulaktan kulağa yayılacak, aşka dair güçlü tonlar barındıran efsanevi bir hikâye çıkacaktır.
63. Altın Küre Ödülleri
2006 MTV Film Ödülleri
Boston Society of Film Critics
Central Ohio Film Critics Association
Chicago Film Critics Association
Critics' Choice Ödülleri
Dallas-Fort Worth Film Critics Association
Director's Guild Ödülleri
European Film Awards
Florida Film Critics Circle
Iowa Film Critics
Las Vegas Film Critics Society
Los Angeles Film Eleştirmenleri Derneği
National Board of Review
National Public Radio
New York Film Critics Circle
Çevrimiçi Film Eleştirmenleri Topluluğu
Phoenix Film Critics Society
Producer's Guild Awards
Satellite Awards
Southeastern Film Critics Association
St. Louis Gateway Film Critics Association
Utah Film Critics Society
62. Venedik Film Festivali
Brokeback Dağı, 31 Ocak 2006'da sekiz dalda Oscar'a aday gösterilmiş, 5 Mart 2006'da sahiplerini bulan 78. Oscar Ödülleri`nde üç dalda Oscar almıştır.
Altıntaş Meslek Yüksekokulu
Dumlupınar Üniversitesi'ne bağlı bir meslek yüksek okuludur.
Altıntaş MYO Yüksek Öğretim Kurulu'nun 14.02.1994 tarih ve 94.5.332 sayılı kararı ile eğitim öğretime başlamıştır.
Türk sanayinin ihtiyacı olan insan gücünde ara eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla 1994-l995 öğretim yılında faaliyete başlayan meslek yüksekokulu iki yıllık ön lisans düzeyinde eğitim veren bir kurumdur.
Altıntaş Meslek Yüksek Okulu kalkınma planlarının ilke ve hedefleri doğrultusunda ülke çevre ve uygulama alanındaki vasıflı ara eleman ihtiyacının karşılanması, insan gücü ile eğitim unsurları arasında bağ kurulması için örgün eğitim bazında eğitim-öğretimi sürdürmektedir.
Ögrenci sayısı 2006 yılı itibarıyla 650'dir.
Tasavvuf edebiyatı
Tasavvuf (Arapça:تصوف tasawwuf), kelime anlamıyla "sufi olma, sufiye yolunu izleme" demektir. Tasavvuf ehline mutasavvıf ya da sufi denir. Tasavvuf edebiyatı ise tasavvufla uğraşan kişilerin ortaya koyduğu ürünleri kapsayan edebiyat türüdür. Halk edebiyatının "tasavvufi halk edebiyatı" türü 12. yüzyılda Ahmed Yesevi ile başladı. Konusu Allah'a ulaşmanın yolları, ahlak ve nefsin terbiyesidir. Anadolu’nun bu alandaki ilk ve en ünlü şairi Yunus Emre’dir.
Anadolu’da 19'uncu yüzyıla değin çeşitli tarikatlarla gelişen bu edebiyat geleneğinin sürmesinde en önemli rolü Alevi-Bektaşi ve Melami-Hamzavi şairler oynadı.
Tasavvuf edebiyatı şairleri, yalın bir dille, hece ölçüsüyle ya da aruzun heceye yakın yalın kalıplarıyla şiirler yazdılar. Tasavvuf şiirinin genel adı, özel bestelerle okunan ve tarikatlara göre değişik isimlerle anılan ilahilerdi. Nazım birimi dörtlüktü. Ama gazel biçimde yazılmış ilahiler de vardır. Bu edebiyatın düzyazı biçimini ise evliya menkıbeleri, efsaneler, masallar, fıkralar ve tarikat büyüklerinin yaşamlarını konu alan yapıtlar oluşturur.
Eserler dörtlük birimiyle yazılmıştır. Genellikle yarım uyak kullanılır . En büyük şairleri Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Pir Sultan Abdal, Abdal Musa, Abdû Furkan gibi önemli şairlerdir.
Bu şairler tarihin ve günümüzün en önemli şairleridir.
Tasavvuf felsefesine göre kainatın yaratılış sebebi tanrının kendi güzelliğini görmek ve bilinmek istemesidir. Tanrının "ol" emri ile kainat yaratılmıştır. Varlıklar tanrıdan kopma bir parçadır. Dolayısıyla Tanrı "Vahdet-i Vücud" yani tek varlıktır. Dolayısıyla evrendeki varlıklar asıl varlığa dönmek ister. Varlığın kendi varlığını tanrı varlığında yok etmesi tasavvufta en son aşamadır.
Dini görüşler ve bunların işlenişi bakımından Arap ve iran edebiyatı ile etkileşim söz konusudur. Fakat bu etkileşimin boyutu divan edebiyatındaki kadar büyük değildir.
Dinî-Tasavvufî osmanlı edebiyatı İslâmiyet’in ve Tasavvufun etkisiyle ortaya çıkmıştır. İslâmiyet'in kökleşip yayılmasında büyük etkisi olan tasavvuf, zamanla edebî eserlerde de işlenmiş, din ve tasavvuf, edebiyat aracılığıyla yayılmaya çalışılmıştır. Dinî -Tasavvufî Türk edebiyatına Tekke edebiyatı da denir. Dinî -Tasavvufî Türk edebiyatında asıl olan sanat yapmak değil, dinî-tasavvufi düşünceyi yaymaktır. Tekke şairlerinin çoğu tarikatlarda yetişmiş şeyh ve dervişlerdir. Tekke şiiri, halk şiirinden de divan şiirinden de nazım şekilleri almıştır.Tasavvufçu olmak için nefsi kontrol etme , kendine terbiye etme,acı çekme gibi bazı şartları vardı. Bu özelliklerin dışında kalan; eserlerini aruz ölçüsüyle ve Divan Edebiyatı diliyle, hatta tamamıyla Arapça-Farsça yazan tasavvufçular da vardır. Örneğin Mevlana Anadolu’da yetişen ilk ve en büyük Türk mutasavvıf olduğu halde eserlerini Farsça yazmıştır. Şeyh Galip, Divan tarzında eser verdiği için Tekke Edebiyatı çerçevesinde düşünülmez, Di-van Edebiyatı mensubu sayılır.
En belirgin özellikleri şunlardır:
Yüzyıllara göre bu edebiyatın en önemli temsilcileri şunlardır:
Allah'ı bilmek nasıl olur ? Kâinatın yaratılışı nasıldır ? Biz neyiz ? Niçin geldik dünyaya ? Yaşamımızın anlamı, var olmanın aslı, gerçek, başlangıç ve son nelerdir ? Bu ve bunun gibi fizik ötesi sorulara cevap vermeye çalışan düşünüş yoluna Tasavvuf Düşüncesi denir. [Vahdet-i Vücut (Varlığın Birliği) Teorisi].
Bu düşünceye göre Allah tek varlıktır. (Vücud-i Mutlak). Aynı zamanda tek güzelliktir (Hüsn-i Mutlak).
Tek varlık olan Allah kendisini görecek gözler, sevecek gönüller istemiş ve kâinatta bilinmek istemiştir.
Bu tıpkı aynayla kaplı bir odada olmak gibidir. Ayna varlığın çeşitli görüntülerini yansıtır.
O halde, evren ve tüm insanlar Allah'ın bir görüntüsüdür. Öyleyse insanlar arasında renk, inanç, dil, ırk gibi ayrımlar yapmak anlamsızdır.
Bütün görüntülerde "varlık" ve "yokluk" öğeleri bir aradadır. İnsan dünyaya bağlı tutku ve zevklerini yok ederek "varlık" öğesini geliştirir. Bunun yolu da tekkelerden (tarikatlar) geçer. Burada insan sıkı bir eğitimle dünya nimetlerinden vazgeçerse, sonunda özü olan Allah'a kavuşabilir. Bu da gerçek aşktır. İnsanların birbirlerine duyacakları aşk ise mecazdır. Bu, kişiyi Allah'tan uzaklaştırır. "Bir hırka, bir lokma" insana yetmelidir. Tekkelerde bu yolla Allah'a ulaşan insan sonunda "Enel Hak" derecesine varır. Bu kişilere "İnsan-ı Kâmil" ya da "Ermiş" denir.
Tekke şiirinde görülen ve dinsel içerikli konuları işleyen ilahi, nefes, deme, şathiye gibi ürünler nazım biçimi değil, birer nazım türüdür. Çünkü bunlar da koşma tipi nazım biçimiyle ve hece ölçüsünün genellikle 7, 8 ve 11'li kalıplarıyla söylenir. Söz konusu türlerde dörtlük sayısı genellikle 3 - 7 dir. İlahi, nefes ve demeler, bestelenerek söylenir.
Herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Allah'ı öven şiirlere denir. Daima özel bir ezgi ile söylenir. Divan şiirindeki tevhit ve münacaatın halk edebiyatındaki karşılığıdır. En ünlü şairi Yunus Emre'dir. Değişik tarikatlara göre deme, nefes, âyin gibi adlar alır. Şekil olarak Koşma biçimindedir. Yani dörtlüklerden oluşur. Son dörtlükte şairin adı veya mahlası geçer. Genelde 7'li hece ölçüsü kullanılır. Bazı ilahilerde aruz vezni kullanılmıştır. Aruz vezninin kullanıldığı ilahiler gazel şeklindedir.
Bektaşî şairlerinin yazdıkları tasavvufî şiirlerdir. Nefeslerde genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücut (varlığı birliği) kavramı anlatılır. Bunun yanı sıra Muhammed ve Ali için övgüler de söylenir. Nefeslerde kalenderane ve alaycı bir üslûp göze çarpar. Pir Sultan Abdal nefesleriyle ünlüdür.
Alevi-Bektaşi tarikatından tasavvuf şiirlerinin tarikatlarını ve hareketleriyle ilgili temaları işleyen, sorunlarını konu edinen şiirlerine deme adı verilir. Genellikle 8'li hece ölçüsüyle yazılan demeler saz eşliğinde kendine özgü bir makamla söylenir.
Tekke Edebiyatı'nda pirlerin ve mürşitlerin, tarikata yeni giren müridleri bilgilendirmek tarikat derecelerini ve tarikat adabını öğretmek amacıyla söylenen didaktik şiirlerdir. Bektaşilerinin, aşık tarzı halk edebiyatı nazım türü olan nefese verdiği isimdir. Türün en önemli temsilcisi Kaygusuz Abdal’dır.
Evrendeki canlı cansız her şey Allah'tan gelmiştir, yine Allah'a dönecektir. Bu felsefeyi yansıtan şiirlere Tekke edebiyatında devriye denilmiştir. Her şeyin Allah'a kavuşma yolculuğunu ve Allah'ın her şeyi kapsayıcılığını öne çıkarır.
Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir. Tasavvufi konuları işleyenleri şathiyat-ı sûfiyâne adını alırlar, inançlardan alaylı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği anlaşılır. Bu tür şiirlere genellikle Bektaşi şairlerinde rastlanır. Medrese hocalarına göre bu şathiyeler küfür sayılır. Bu türün en tanınmı |
ş şairi Kaygusuz Abdal'dır.
Nefes (anlam ayrımı)
Nefes, akciğerlere çekilen veya akciğerlerden atılan hava.
Ayrıca şu anlamlara da gelebilir:
Cine5
Cine5, 1993 yılında Erol Aksoy tarafından kurulan bir kanaldır. Türkiye'nin ilk ücretli ve şifreli kanalıdır. Yayına geçtiği dönemde, seçkin filmleri üyeleri ile buluşturmuştur. Cine5 sırasıyla; Star TV, Flash TV, Teleon TV, Show TV, Kanal 6, HBB, TGRT, atv ve Kanal D'den sonra Türkiye'nin onuncu özel ve ilk şifreli televizyon kanalı olmuştur.
Cine5, 20 Eylül 1993'te test yayınına başlamıştır. 11 Kasım 1993'te normal yayına Erol Aksoy tarafından Show TV'ye kardeş kanal olarak kurulmuştur. Bir dönem futbol maç yayın haklarını da alarak üye sayısını 700.000'e çıkarmıştır. Ayrıca her ay üyelerine Cine5 Dergisi'ni ücretsiz göndererek de bir ilki başlatmıştır. Cine5 2000 yılında, Galatasaray'ın UEFA Kupası müzesine götürdüğü sene tüm maçlarını yayınlamıştır. (Not: yasal olarak TRT'nin yayınladığı final hariçtir.) O dönemde halkın ihtiyaçları doğrultusunda hareket eden Cine5 halkın büyük beğenisini kazanmıştır. 1997 yılında kardeş kanalları olan Maxi TV ve Supersport kurulmuştur. Kanallar uzun bir süre Türksat uydusu üzerinden üyelerine ulaştıktan sonra; 2000 yılı ile birlikte Kablo TV'den de yayına başlamışlardır.
Daha sonra Eylül 2000'de Cine+Digital'i hayata geçirmiş ve o dönem yine futbol maç yayın haklarını almıştır. Ayrıca üyelerine dünyanın en çok izlenen 2 tane belgesel kanalını sunmuştur: Travel Channel, AdventureOne
2004 yılında Erol Aksoy'un İktisat Bankası'ndan doğan borçları nedeniyle TMSF el koymuş ve 2006'da şifresiz yayına geçmiştir.
9 Mayıs 2006'da Erol Aksoy, borçlarını taksitlendirerek TMSF'ye ödeyeceğine dair taahhüt vererek kanalı ve kardeş kanallarını geri almıştır. 2007 yılı ile birlikte yenilenme sürecine girerek yeniden bir sinema kanalı olmuştur. Ayrıca gündüzleri çizgi film kuşağı, Türk filmleri kuşağı göstermekle birlikte, akşamları da yabancı dizilere yer vermiştir.
20 Eylül 2008'de TMSF, Erol Aksoy'un taahhüt verdiği zaman diliminde borçlarını ödemediği gerekçesiyle Cine5'e ve kardeş kanallarına tekrar el koymuştur.
Cine5'in logosu 1 Haziran 2009'da yenilenerek daha küçük, parlak ve koyu bir hâle getirilmiştir. Ayrıca yıllardır aynı olan jeneriklerde de bazı küçük değişiklikler yapılmıştır. Şu an Cine5 Ana Haber'i hafta içi Aslıgül Atasagun, hafta sonu Türkan Varol, gece haberlerini ise Yusuf Baykal Bozkurt sunmaktaydı.
TMSF, Cine5'in satışını sonuçlandırdı. 4 Şubat 2011 Cuma günü yapılan ihale sonucunda Cine5, Al Jazeera Türk Yayıncılık Hizmetleri'ne devredildi.
Kanalın eski sahibi Erol Aksoy'un Danıştay 13. Dairesi’ne açtığı dava sonucunda Danıştay aldığı kararla şirketin rayiç değerinin altında bir bedelle satıldığı gerekçesiyle 9 Aralık 2014 tarihinde Al Jazeera Türk Yayıncılık Hizmetleri'ne yapılan satışı iptal etti. Danıştay'ın kararı TMSF tarafından "Danıştay’ın iptal kararının uygulanması hâlinde bu şirketin kazanılmış haklarının zarar göreceği, şirketler nezdinde ‘kamuya güven’ ilkesinin sarsılacağı ve bundan sonraki ihalelere katılımı azaltıcı etkisinin olacağı" belirtilerek uygulanmadı.
Uzun süredir yayınlarına programlarının tekrar bölümleri ile devam eden kanal için 23 Aralık 2015 tarihinde kanalın yetkilileri tarafından tasfiye açıklaması yapılmıştır. 30 Aralık 2015 tarihinde saat 16:00 da "Kendine iyi bak" programı yayında iken ekranlara anlık bir colorbar sinyali gelmiş ve ardından uydu sinyali tamamen kesilip televizyonculuk tarihinin tozlu sayfalarında yer almıştır. Kanalın binası halen Gürel İş Merkezi'nde (Maslak) yer almaktadır
"Cine5 Ana Haber"'i sırasıyla hafta içleri;
hafta sonları;
Yazları;
sunmuştur.
CNBC-e
CNBC-e, Doğuş Yayın Grubu ve NBC Universal ortaklığı altında 16 Ekim 2000'de Türkiye'de yayın yapmak üzere kurulan ve de Eylül 2015'te Discovery Communications'a satılan ekonomi ve dizi kanalı. Yayın haklarının sona ermesi nedeniyle 6 Kasım 2015 tarihinde son vererek yerini TLC Türkiye kanalına bırakmıştır.
CNBC-e, yayınlarını gündüz ve akşam kuşağı olarak ikiye ayırmaktaydı. Gündüz kuşağında yayın formatını CNBC Amerika’dan alan CNBC-e, iş dünyasının bilgi ihtiyacını karşılamaktaydı. Ekonomi ve piyasa bilgilerine gerçek zamanlı ulaşma olanağı sağlayan CNBC-e, gündüz kuşağında izleyici olarak ekonomi dünyasına yön veren profesyonelleri ve bireysel yatırımcıları hedeflemekteydi.
CNBC-e akşam kuşağında ise bir eğlence kanalı halini almaktaydı. NBC, ABC, HBO, WB, MGM, Paramount, Buena Vista, Sony Columbia, FOX gibi dünya devleri ile iş birliği yaparak dünyada izlenme rekorları kıran ödüllü dizileri ve dünyaca ünlü yönetmenlerin filmlerini bazen orijinal dilde ve alt yazılı olarak bazen de Türkçe seslendirme ile ekrana getirmekteydi.
Hafta sonları ise daha çok çocukları hedef alan Nickelodeon kuşağına yer vermekteydi.
Farklı yayın formatı ile Türkiye'de ulusal kanallar ile rekabet eden CNBC-e'ye yayın hayatı boyunca, özellikle üniversiteler tarafından birçok ödül verilmiştir.
12 Eylül 2011 tarihinden itibaren görüntü formatına geçmiştir.
Discovery Communications, Doğuş Yayın Grubu'na ait ulusal yayın yapan haber ve eğlence kanalı CNBC-e'yi satın almaya karar verdi. İki kurum satın alma için anlaştı. Alım işlemi Ekim 2015'te resmi olarak tamamlandı ve de 8 Ekim 2015'te, 6 Kasım 2015'te CNBC-e'nin yayın hayatına sonlanıp yerine TLC Türkiye'nin yayına başlayacağı CNBC-e'nin resmi Facebook sayfasından ve de resmi web sitesinden ilan edildi.
Satın alma işlemleri gerçekleştikten sonra cnbce.com ekonomi portalı NTVPara.com'a taşındı.
Kanal pek çok Avrupa filmi ve bağımsız film gösterdiğinden veya göstermekte olduğu kimi ABD dizilerinden dolayı, RTÜK tarafından pek çok kez uyarı ve para cezaları almıştır. Bu sebeple kanal yöneticileri ikilem içinde kalmaktadırlar, çünkü hayranları dizileri orijinal halleri ile izlemek isterken, RTÜK özellikle cinsellik ve eşcinsellik içeren sahnelerin kesilmesini istemektedir. Bu sebeple CNBC-e, izleyicilerine karşı dürüst olma yolunu seçmiş ve kesilen sahnelerin kesilme sebeplerini veya aldıkları uyarı cezalarını anlatan uzun metinler yayınlamıştır. Ayrıca tütün ürünleri çiçekler kullanılarak sansürlenmiştir.
Ali Güler
Ali Güler (2 Kasım 1962, Karaman), Türk asker, tarihçi, akademisyen ve siyasetçi.
İlk ve orta öğrenimini Karaman'da yaptı. 1979 yılında Karaman Lisesi'nden mezun oldu ve 1980 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nda başladığı yüksek öğrenimini, 1984 yılında bitirdi. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde 1984 yılında başladığı Yüksek Lisans eğitimini, "İstanbul'daki Rum-Yunan Teşkilat ve Cemiyetleri (30 Ekim 1918 - 16 Mart 1920)" isimli çalışmasıyla 1986 yılında tamamladı. Aynı Enstitüde 1986 yılında başladığı Doktora eğitimini, "Türkiye'deki Gayrimüslimlerin Yirminci Yüzyıl Başlarında Sosyo-Ekonomik Durumları (1900-1918)" isimli çalışması ile 1993 yılında bitirdi.
Aynı fakültede okurken 1982 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nde askeri öğrenci oldu. 5 Ağustos 1988 - 5 Ağustos 2002 tarihleri arasında 14 yıl Kara Harp Okulu'nda Atatürkçülük ve Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi öğretim elemanı olarak çalıştı. 5 Ağustos 2002 - 6 Ağustos 2004 tarihleri arasında Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Komutanlığı görevini yürüttü. 23 Ağustos 2004 tarihinde başladığı İstanbul'un Harbiye semtindeki Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı Müze Kısım Amirliği görevini bir yıl yürüttü. Dr. Öğ. Albay rütbesinde iken, 3 Ekim 2005 tarihinde kendi isteğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri'nden emekli oldu.
1988 yılından beri Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Türk Askeri Tarih Komisyonu asli üyesi, 10 Şubat 2000 tarihinden beri Türk Silahlı Kuvvetleri Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi (ATAREM) Genel Kurul üyesi, 15 Haziran 2000 tarihinden beri Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı Haberleşme üyesidir. Türkiye'deki Gayrimüslimler (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler), Türk-Yunan İlişkileri, Atatürk, Atatürkçülük ve Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi alanlarında eser sahibi olup, bu konularla ilgili makaleleri çeşitli akademik ve askeri dergilerde yayınlandı. Başta, Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği "Askeri Tarih Seminerleri" olmak üzere birçok bilimsel toplantıya davetli veya görevli olarak katıldı ve bu toplantılarda bilimsel bildiriler sundu.
Şu anda Berikan Yayınevi'nin yayın danışmanlığını yürütmektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi'nin 21 Mart 2015 tarihinde yapılan 11. Olağan Genel Kurulunda Merkez Yönetim Kurulu üyesi olarak seçildi.
Lale Devri
Lâle Devri, (Osmanlı Türkçesi: لاله دورى) Osmanlı Devleti'nde, 1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayıp, 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanı ile sona eren dönemdir. Bu dönemin padişahı III. Ahmet, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'dır.
Lale Devri, "Zevk ve sefâ" devri olarak bilinir. Adını, O dönemde İstanbul'da yetiştirilen ve zamanla ünü Dünya'ya yayılan lale çiçeklerinden alması, çok sonradan olmuştur. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğunun hiçbir devrinde Lale Devri olarak anılmamıştır. Yahya Kemal samimi arkadaşı Ahmet Refik Altınay ile bir sohbeti sırasında, III. Ahmed'in Veziri Azamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile beraber 1718-1730 yılları arasında yaptıkları, Osmanlı İmparatorluğundaki yaşam biçimini değiştirme etkinliklerini Lale Devri olarak tanımlar. Ahmet Refik de bu dönemi anlatan kitabına ""Lale Devri"" (istanbul 1331/1913 Muhtar Halit Kitabhanesi) ismini verir ve bir süre sonra bu dönem Lale Devri olarak anılmaya başlar
Sultan III. Ahmet, sadrazam Damat İbrahim Paşa ile uyum içerisinde çalışmış, bu sırada yaşanan Lâle Devri'nde sanat ve toplumsal hayata özgün bir anlayış getirilmişti. Sultan III. Ahmet, Topkapı Sarayı ile Yeni Câmii'de birer kütüphane, Ayasofya'da Bâb-ı Humâyun'un karşısında Türk sanat şaheserlerinden sayılan Sultan Üçüncü Ahmet Çeşmesi ve İstanbul'un su iht |
iyacını karşılamak amacıyla da "Deryayi Sim" adlı bir su bendi inşa ettirmiştir. Bunlardan başka Üsküdar Yeni Vâlide Câmii, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Damat İbrahim Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul'da Yeni Postane arkasında Daarül Hadis ve Sebil, Ortaköy Camii önündeki çeşme, Üsküdar Şemsi Paşa'da Hüsrev Ağa Camii önündeki çeşme ve Çubuklu Camii yanındaki Mesire Çeşmesi gibi eserler de yine bu dönemde yapılmıştır.
Dönemin belki de en gözde eseri olan Sâdâbâd Kasrı, maalesef günümüze kadar gelememiş, bize yıkıntıdan fazla bir şey kalmamıştır.
Nedim, Lâle Devri İstanbul'unun tasvirini aşağıdaki unutulmaz mısralarla yapmıştır:
Halkın büyük bir kısmı zor durumdayken İstanbul'da bazı devlet büyüklerinin rahat bir yaşam sürdürmeleri, eğlenceye düşkünlükleri huzursuzluklara sebep oluyordu. İran savaşı sırasında Sultân'ın, fethedilmiş kaleleri para karşılığı sattığı söylentisi üzerine, halktan Sultân'ın sefere çıkması isteği gelmişti. III. Ahmet, göstermelik bir sefer alayı düzenledi. Akşam olunca kayıklarla saraya geri döndü. Bu durumun anlaşılması bardağı taşıran son damla oldu. İsyanın lideri Arnavut asıllı bir yeniçeri olan Patrona Halil aynı zamanda Beyazıt Hamamı'nda tellaklık yapıyordu. Asilerin isteği üzerine Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilerek cesedi isyancılara teslim edildi. Padişah III. Ahmed tahttan indirildi ve yerine I. Mahmud getirildi.
Bulimiya nervoza
Bulimiya nervoza veya kısaca bulimiya bir yeme bozukluğudur. Bulimik atak sırasında normal insanlardan fazla yerler. Bu yeme işlemini genellikle yalnız kaldıklarında çok hızlı bir şekilde gerçekleştirmeye çalışırlar. Daha sonra yediklerinin kilo almasına neden olmaması için aşağıdakilerden birini yapar:
Tanı ölçütleri:
Bulimiya yiyecekten çok derin psikolojik meseleler ve yoğun bir kontrolsüzlük duygusudur. Yeme-çıkarma olayı ağırlaşabilir, daha sık ve kontrolsüz bir hale gelebilir.
Kişilerin bu yeme - çıkarması psikolojik sorunları çözemeyeceklerini düşünmelerinden ve kilo takıntıları olmasından da kaynaklanmaktadır. Kustuktan sonra kendilerini rahat hissedeceğini düşünürler ve bilerek çok yemeye başlarlar. Nasıl olsa yedikten sonra kusacaklardır. Bulimiklerin kendilerine güvenlerini yitirmiş kişiler oldukları da unutulmamalıdır. Kendilerini vücut ölçüleriyle kanıtlamaya ve sevdirmeye çalışırlar. Ne kadar zayıf olurlarsa o kadar takdir edilecekleri düşüncesi kanısındadırlar.
Kendinize aşağıda yer alan soruları sorun. "Evet" yanıtını verdiğiniz her bir soru sizin bulumiya ya da başka bir yeme bozukluğu hastalığına olan yatkınlığınızı gösterir.
Müshil ilaçları veya kusma, yenilen yiyeceklerden alınan kalorinin atılmasını sağlamaz, bu nedenle genellikle bu çözüme yönelen kişilerde zamanla kilo alımı görülür. Yeme eyleminin hemen ardından kusma işlemi gerçekleşse bile zaten en iyi ihtimalle, yenilenin ancak %50'si gibi bir kısmı vücuttan atılabilir, ki bu genelde %50yi bile bulmaz; çünkü sindirim, zaten yiyeceklerin ağza girmesiyle başlar ve normal sürecinde vücuttan atılana kadar devam eder. İshal yapıcı ilaçlar bağırsaklara zarar vermekten başka yiyeceklerin vücuttan direkt atılması konusunda çok daha başarısızdırlar ve bu yolla yiyeceklerin ancak %10u kadar bir miktarı vücuttan atılabilir. Kustuktan ya da ishal yapıcı ilaçları içtikten sonra tartıda kilonuzun azaldığını görüyor olabilirsiniz; ama bu gördüğünüz rakam vücudunuzdan atılan yüklü miktarda sudan başka bir kaybın rakamı değildir.
HKAF
Holland Kingdom Air Force, (Hollanda Kraliyet Hava Kuvvetleri) anlamına gelir. Kuruluşu I. Dünya Savaşı'nın sonlarına denk gelir. Hollanda Kraliyet Hava kuvvetleri ilk başta Kara kuvvetlerine bağlıydı. II. Dünya Savaşı sıralarında RAF ile birleşmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ise tek bir birlik olma hakkı tanındı.
Pertevniyal Anadolu Lisesi
Pertevniyal Lisesi ("Valde Mektebi"), İstanbul’da Fatih ilçesi merkezinde Pertevniyal Valide Sultan Camii yanında “"Mahmudiye Mektebi"” adıyla 1872’de hizmete giren ve halen Anadolu Lisesi olarak eğitime devam eden, Türkiye'nin en köklü öğrenim kurumlarından biridir. İstanbul'un ve Türkiye'nin en başarılı okullarından biri olarak gösterilen Pertevniyal Lisesi, 2013-2014 öğretim yılında 140 mezunundan 42'sini, 2014-2015 yılında 180 mezunundan 36'sını çeşitli tıp fakültelerine göndererek büyük bir başarıya imza atmıştır.
II. Mahmut'un eşi ve Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Sultan tarafından yaptırılmıştır. "Valde Mektebi" adıyla da bilinir. 1998’den bu yana Anadolu Lisesi statüsüne geçmiştir. Karma eğitim vermektedir.
Okulun inşaatı, Pertevniyal Valide Sultan tarafından Aksaray'da Pertevniyal Valide Sultan Camisi’nin inşaatı ile birlikte başlatıldı. Valide Sultan, kendi adına yaptırdığı caminin yanına çeşme, kütüphane ve eşi II. Mahmut adına bir okul yaptırdı. Böylece “"Mahmudiye Mektebi"” adı ile inşa edilen okulun günümüze gelemeyen 2 katlı, 8 odalı kagir binası 3530 altın harcanarak iki yılda tamamlandı. Okul, 6 Nisan 1872’de tedrisata başladı. 1883 senesinde vefat eden Pertevniyal Valide Sultan okulun ihtiyaçlarını karşılaması için vakıf gelirleri bıraktı.
Eski okul binasının alt katı sübyan mektebi, üst katı rüşdiye olarak hizmet vermiştir. Sübyan kısmında okuma, Kur'an, Türkçe, tecvit, ilmihal, ahlak ve yazı dersleri; Rüştiye kısmında ise Arapça, Farsça, Matematik, imla ve inşa dersleri verilmekteydi. Bina, 1911 yılındaki Aksaray yangınında tamamen yandı. Okul, Aksaray'da Sinekli Bakkal Sokağı'ndaki bir konakta Mahmudiye Rüşdiyesi adı ile eğitim faaliyetlerine devam etti.
Valide Sultan’ın bıraktığı vakıf gelirinden sağlanan birikim ile 1930’da mimar "Sırrı Arif (Bilen)"’in tasarımına göre bugünkü binanın güney bölümündeki modern betonarme yapı inşa edildi. Yapıda bir okul için düşünülebilecek tüm ayrıntılar gözönüne alınmış; pencere tasarımına özel önem verilmiştir. 17 sınıfı, 4 laboratuvarı, spor salonundan oluşan yeni bina ilkokul olarak inşa edilmişti ama çevre halkının isteği üzerine liseye dönüştürüldü. “"Pertevniyal Lisesi"” adını alan okul 15 Ekim 1930’da tam devreli lise eğitimi (ortaokul ve lise bir arada) vermeye başladı.
1937 yılında binanın yetersiz gelmeye başlaması üzerine inşa edilen dört dershaneli ek bina, 1938-1939 eğitim döneminde hizmete girdi. "Aksaray Postanesi"’nin yıktırılması üzerine Pertevniyal Lisesi’nin sözü edilen ek binası, 1954-1964 arasında postane olarak hizmet vermiş, 1964 Eylül’ünde yeniden liseye devredilmiştir.
Okulun lise bölümü bakanlığın emri ile 1949-1950 yılında Çapa’daki lağvedilen Çapa Eğitim Enstitüsü’nün binasına “"Çapa Lisesi"” adıyla taşındı; Pertevniyel, bir ortaöğrenim kurumu haline geldi. Ancak 1950-1951 döneminde Çapa Lisesi lağvedilerek lise sınıfları tekrar Pertevniyal’a taşındı (Çapa’da Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen Okulu açılmıştır). 1952’de orta kısmı okulun bünyesi dışına çıkarıldı. Binanın yetersiz gelmesi üzerine 15 odalı yeni bir bina yaptırılarak 24 Eylül 1956’da tedrisata açıldı.
Artan öğrenci sayısı nedeniyle 1962-1963 döneminden itibaren çift öğrenim uygulandı. İstanbul Erkek Lisesi’nin Almanca tedrisata geçmesi Pertevniyal'e kayıtları çok fazla arttırdı. Okulda koridorlar, bodrumlar, lâboratuvarlar, depolar sınıf haline getirildi. 1963-1964 döneminde sınıfların bir kısmına "Oruçgazi İlkokulu"’nda ders vermek; 1964-1965’ten itibaren iki kişilik öğrenci sıralarına dört öğrenci oturtulması, ayakta ders takip edilmesi söz konusu idi. Bu şartlar karşısında bina ihtiyacının karşılanması için yeni bir okul arsası arayışı başladı. Okula yakın uygun arasa bulunamayınca okulun mevcut dört dershaneli ek binasının yıkılıp okul bahçesine 17 dershaneli 4 laboratuvarlı yeni bir bina inşa edildi. Kapalı spor salonu ve Konferans salonu olan yeni bina 1969’da hizmete açıldı.
Okul 1986’da Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi'nin binasına taşındı. Pertevniyal´in Aksaray´daki binasına Osmanlı Arşivi yerleştirildi. Okul yönetimi ve mezunların gayreti ile okul 1992’de Aksaray'daki binasına geri döndü. Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'nın çeşitli çalışmalarıyla önce süper lise, 1998 yılında ise Anadolu lisesi oldu.
Okulun tarihi binasının mimari özellikleri M. Vedat tarafından kaleme alınmış 1931 tarihli makalede şu şekilde anlatılmıştır.
Okulun mezunları tarafından kurulan "Pertevniyal Eğitim Vakfı", "Pertevniyal Lisesi'nden Yetişenler Derneği", "Pertevniyal Lisesi Öğrencilerine Yardım Derneği" ve "Pertevniyal Spor Kulübü" gibi topluluklar camianın sivil kuruluşlarıdır; bu kuruluşların düzenlediği etkinlik ve organizasyonlar aracılığı ile mezunlar bir araya gelirler.
Sina Akşin
Sina Akşin (d. 1937), Türk tarih akademisyeni ve profesör.
1955'te Robert Kolej'den mezun oldu ve 1959'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Fulbright Bursu ile ABD'ye gitti. Boston'daki Fletcher School of Law and Diplomacy'den Uluslararası İlişkiler alanında iki farklı yüksek lisans diploması aldı. 1961-1967 arasında Robert Kolej Yüksek Okulu'nda Uygarlık Tarihi öğretim görevlisi olarak çalıştı. Askerlik görevini yaparken İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden Son Çağ Tarihi alanında doktor unvanını aldı (1968).
Doktora tezi olan 31 Mart Olayı ilk kez bu dönemde yayımlanmıştır (1970, 1972). 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Siyasal Hayatı kürsüsüne asistan oldu. 1971-1972'de bir yıl süreyle ve bir Birleşmiş Milletler bursuyla İngiliz Devlet Arşivleri'nde çalışmalar yaptı. 1975'te doçent oldu. Doçentlik tezini "İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele" adıyla yayımlandı (1976, 1983). 1978-1979'da bir yıl süreyle ve Fransız Hükümeti'nin b'r bursuyla Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivinde çalıştı. 1980'de Türk Siyasal Hayatı kürsüsü başkanlığına seçildi. O yıl "Jön Türkler İttihat ve Terakki" kitabının ilk basımı yapıldı. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Toplum ve Bilim gibi dergilerde ve gazetelerde birçok yazı ve denemeleri çıktı. 1989'da profesör oldu. 2004 yılında aynı Fakülteden emekli oldu.
Tarih ve siyasal bilimler alanlarındaki çalışmalarının yanı sıra, bir dönem Bağımsız Cumh |
uriyet Partisi'nin genel başkan yardımcılığını da yürütmüştür. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) kurucu üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan yardımcılığı görevinde bulundu. ADD'nin GYK üyesidir.
Greyfurt
Greyfurt ("Citrus paradisi"), sedef otugiller (Rutaceae) familyasından bugün birçok çeşit ve kültür formları yetiştirilen, yaprak dökmeyen meyve türü.
Greyfurt 1750 li yıllarda Jamaika'da ortaya çıkmış doğal hibrid bir türdür zira Jamaika'nın yerli tatlı portakalının yanında yetiştirilmek üzere Kaptan Shaddock tarafından Güney Asya'dan getirilen yine bir turunç cinsi olan pomelo türü bu adada dikildiğinde bu iki türün birbiriyle tozlaşmaya girdiği ve bunun sonunca 3. bir tür olan greyfurt'un ortaya çıktığı görülmüştür. Jamaika'dan dünyaya bu tür yayılmıştır. En çok greyfurt üretimi yapan ülke Çin'dir.
Yaprakları derimsidir. Çiçekleri beyazımsı renkli, meyveleri büyük, toparlak yassı, açık sarı renkli, ince kabuklu, bol usarelidir. Meyvelerinin çekirdekli ve çekirdeksiz cinsleri bulunur. Meyve dilimlerinin kabukları soyulunca acılık kalmaz, rahatlıkla yenebilir.
Meyvelerinden gıda olarak istifade edilir. C vitamini bakımından zengindir. Meyve kabuklarından marmelat yapılır.
Hazmı kolaylaştıran ve kabızlığı önleyen greyfurt mikropları öldürme özelliği ile faydalı bir besindir.
Yan etkileri
Yapılan araştırmalar; greyfurt suyunun veya greyfurtun bazı ilaçlarla birlikte alınmasının zararlı yan etkiler ortaya çıkarabileceğini gösterdi. İlaçlar bağırsaklarda ve karaciğerde bulunan CYP450 enzimiyle parçalanarak vücudumuzdan atılmaktadırlar. Bu enzimin ince bağırsaklarda bulunan P-450 3A4 isimli bir türü greyfurt suyu içince yok olmakta ve bu nedenle de ilacın parçalanması geciktiğinden kanda birikmekte ve sonuçta ilaç zehirlenmesine neden olabilmektedir. Bu nedenle ilaç kullanan kişilerin greyfurt tüketmeden önce greyfurtun ilaca etkilerini bilmeleri önerilmektedir.
Pertevniyal
Pertevniyal aşağıdaki anlamlara gelebilir:
İslam Kerimov
İslam Abduğanıyeviç Kerimov (Özbekçe: "Islom Abdug'aniyevich Karimov" / "Ислом Абдуғаниевич Каримов"; 30 Ocak 1938, Semerkant - 2 Eylül 2016, Taşkent), 1990 yılından ölümüne dek Özbekistan Devlet Başkanı.
Kerimov SSCB'ne ait bir yurtta yetişip, daha sonra Taşkent'te makine mühendisliği ve iktisat bölümlerini okudu.
1964 yılında Komunist partiye katıldı. Devlet idaresine geçmeden önce mühendis olarak uçak sanayisinde çalışmıştır. 1983 ve 1986 yılları arasında Maliye Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. Adı yolsuzluk ve rüşvete karıştığı için 11 Ağustos 1984'te KGB tarafından Mayıs 1987'ye kadar gözaltı hapsinde tutuldu. 1989'da Özbekistan SSC'inde Komunist Parti'nin Birinci Sekreteri oldu. 24 Mart 1990'da Özbekistan SSCB'inde En Üst Sovyetlerin Başkanı oldu. Bu zaman içinde bütün SSC'nin bagımsızlığı için mücadelede bulundu ve 31 Ağustos 1991'de Özbekistan'nın bağımsızlığını ilan etti.
29 Aralık 1991'de, Özbekistan'ın ilk seçimlerinde % 86 oranında oy alarak Özbekistan Cumhuriyeti'nin ilk Devlet Başkanı seçildi. 1995'te tartışmalı bir referandumla görev süresini 2000 yılına kadar uzattı. 9 Ocak 2000'de, tek ve zayıf bir rakibe karşı yarıştığı devlet başkanlığı seçimlerini % 91.9 ile kazandı. 27 Ocak 2002'de, devlet başkanlığı süresini 5'ten 7 yıla uzatan ikinci bir referandumda daha istediği sonucu aldı.
11 Eylül saldırılarının ardından Amerika Birleşik Devletleri'nin Orta Asya'daki yakın müttefiklerinden biri haline geldi. 2001 yılında Afganistan'daki Taliban rejimine yönelik yapılan saldırılar için bir hava üssünü ABD güçlerine açtı. ABD'nin lojistik destek karşılığında Kerimov rejiminin insan hakları ihlallerini görmezden gelmesi pek çok insan hakları kuruluşunun tepkisini çekti.
Mayıs 2005'te meydana gelen Andican olayları sırasında hükûmet güçlerinin sert müdahalesi ABD hükûmeti tarafından eleştirildi, bunun üzerine Kerimov ülkesindeki ABD güçlerini sınırdışı etti. Terörist bir grup olarak kabul ettiği Özbekistan İslami Hareketi liderlerinden Tahir Yoldaş ve Cuma Hocayev gıyablarında idama mahkûm edildi.
Aralık 2007'de yapılan devlet başkanlığı seçimleri öncesinde üçüncü bir dönem daha aday olmak istemesi tartışmalara neden oldu. Kanunlara aykırı olmasına rağmen üçüncü bir dönem başvurduğu adaylığı seçim komisyonu tarafından kabul edildi. Batılı gözlemcilerin hayli tartışmalı bulduğu seçimleri, Özbekistan Liberal Demokratik Partisinin adayı olarak % 90.6 ile kazandı. Seçimler Şanghay İşbirliği Örgütü ve Bağımsız Devletler Topluluğu gibi örgütlerinin gözlemcilerince olumlu biçimde değerlendirilirken, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın gözlemcilerince eleştirildi.
27 Ağustos 2016 tarihinde geçirdiği beyin kanaması neticesinde hastaneye kaldırılan Kerimov, 2 Eylül 2016 tarihinde hayatını kaybetti.
Diplomat Gülnare Kerimova'nın babasıdır.
Alagöz
Pertevniyal Sultan
Pertevniyal Valide Sultan (d. 1810 - ö. 5 Şubat 1883) Osmanlı padişahı Abdülaziz'in annesi, Valide Sultan ve II. Mahmud'un eşidir.
Pertevniyal Valide Sultan'ın kökeni hakkında kesin bilgi olmamakla beraber Çerkes asıllı olduğu iddia edilir. 1829 yılında II. Mahmud'un eşi oldu. 10 yıllık bir evlilikten sonra eşi vefat etti. 25 Haziran 1861 tarihinde Sultan Abdülmecid'in vefatı üzerine oğlu Abdülaziz tahta geçince Pertevniyal Sultan da Valide Sultan unvanını aldı. Oğlunun bütün saltanatı boyunca Valide Sultan kaldı. Hayır hasenata çok önem verirdi. Pertevniyal Lisesi'ni, Pertevniyal Valide Sultan Camii'ni yaptirdi. Konya Aziziye Camii'nin yapımında da büyük maddi yardımları oldu (1867).
Oğlu vefat edince Valide Sultanlık dönemi bitti ama 7 yıl daha yaşadı. Ayrıca Yusufpaşa'da bulunan Aksaray Mahmudiye İlk Öğretim Okulunu'nu eşi II. Mahmud'un anısına yaptırmıştır. Okul birkaç kez talihsizliklerle karşılaşmasına rağmen bugün hala hizmet vermektedir.
5 Şubat 1883 tarihinde Dolmabahçe Sarayı'nda vefat etti. İstanbul'un Aksaray semtinde bulunan kendisinin yaptırmış olduğu Pertevniyal Valide Sultan Camii'ndeki Pertevniyal Sultan Türbesine defnedildi.
Hikâye-i Kesikbaş
Hikâye-i Kesikbaş, Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine de alınan Grijgal palangasını saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'in 1000 askerine karşı Kuru Kadının 114 kişiyle galibiyetinde şehit olan Veli ve Abdal olduğuna inanılan Deli Mehmet'in başını vermemesi üzerine Kuru kadı tarafından yazılan Hikâye-i Kesikbaş bahri (bölümü).
Beşikdüzü'lülerin Kadırga yaylasında bulunan ve Kadırga yaylasındaki Kesikbaş Tepesinde metfundur. Sinop'taki Seyit Bilal türbesi içinde bu hikâye anlatılır. Kosova'da Mestan Gazi türbesi için de bu hikâye anlatılır.
Ömer Seyfettin Olayı "Başını Vermeyen Şehit" adlı hikâyesinde şöyle anlatır.:
Grijgal'de, komşu palangalarda Kuru Kadı için "deli oldu" diyorlardı. Her an "bekâ" bâdesini içmiş ezeli bir sarhoş gibi nihayetsiz bir gaşy, pâyansız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmaya başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerîf" lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o zaman eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmed'in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahî zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten, içmekten kesildi. Bir gün yine perişan, kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev'e rastgeldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arkasına dokundu.
— Ahmak, dedi, neye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kâle geçirirse kazandığı hâli kaybeder. Eğer susaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
— Çok perişanım, diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum ahvâl ne hikmettir? İçinde aklımı kaçırdığım bu mehâbet, bu heybet nedir? Benimle senden başka onu gören oldu mu?
— Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
Hikâye-i Kesikbaş'da Mevlid-i Şerif'in miraç ve mevlid bahirleri gibi bahirlerden birisidir. Yeniçeri isyanlarıyla Yeniçeri ocaklarının kaldırılması sonucu Bektaşi Tekkeleride kapatılmıştır. Bektaşi Tekkeleri kapatılmasından sonra da 1970'li yıllara kadar Çorum yöresi Alevileri ve Sünnileri arasında yapılan Mevlidlerde bu bahir okunurdu. Sonra dan hocalar bu bahri okumaz oldu. Ehli beyti dahi anmaz oldular. Ondan sonra alevi-sünni düşmanlığı siyasal sebeplerlede artarak beslenmeye başladı.
Dalaman (anlam ayrımı)
Dalaman ismi aşağıda belirtilen yerler için kullanılabilmektedir:
Taşlama (edebiyat)
Taşlama, Türk halk edebiyatına ait satirik şiirlere verilen ad.
Taşlamalar, toplumdaki aksayan yönleri, bireysel yanlışlıkları ve devlet yönetimindeki hataları eleştirel bir dille konu edinir ve halk edebiyatında yermek, hicvetmek sözcüklerinin karşılığı olarak kullanılır. Taşlamalar, semai ve koşma dizem (nazım) biçimleriyle yazılır. Bu nazım şekilleri dörtlüklerden ibarettir; bunun için Divan edebiyatında dörtlüklerle yazılan ve felsefi-eleştirel dizem biçimleri olan rübai ve kıtalarla benzer özellikler gösterir. Taşlamalar divan edebiyatında bir tür olarak "hicviyye" karşılığını bulur. Hicviyye veya hiciv türünün Divan edebiyatındaki en büyük temsilcisi ise Nefi'dir. Taşlamanın en önemli temsilcileri ise Dertli, Ruhsati ve Seyrani gibi ozanlardır. Taşlama geleneği, çağdaş Türk edebiyatı dairesinde de kendini göstermiştir. Abdürrahim Karakoç gibi halk şiirine yakın şairler taşlamalar yazmıştır. Karakoç'un bir şiirini incelersek:
Görüldüğü gibi şair bu dörtlüğünde; dünyanın madde ve paraya dayalı işleyişinden rahatsız olmuş, dünyadaki çıkara dayalı sistemi eleştirmiştir.
Taşlamalar bazen genel bir sitem üzerinden ilerlerken bazen de doğrudan eleştirilen hedefe açıkça saldırılmıştır. Hatta Neyzen Tevfik gibi bazı şairler, şiirlerinde sokak dili ve argo ifadeleri kullanmaktan çekinmemiştir. Tevfik'in "Mecnun" şiiri buna örnektir.
Eleştiri, halk edebiyatında |
temel olarak iki yolla yapılmıştır. Bunlardan biri; "temsil yoluyla", ikincisi ise "türkü koşmak" yoluyladır. Temsil yoluyla yapılan eleştiriler genellikle "yapıcı eleştiri" mahiyetindedir. Bu tür yergilerde görülen eksiklik, temsil yoluyla öyküleştirilir ve iletinin ulaşması istenen merciye üstü kapalı bir biçimde mesaj verilerek; istenilmeyen davranışın giderilmesi beklenir. İkinci tür olan türkü dizme ise büyük oranda taşlamaya karşılık gelir. Çünkü istisnalar haricinde halk edebiyatı ürünleri saz eşliğinde söylenir ve bu eserlere halk nazarında "türkü" olarak bakılır. Taşlamaların dili temsil getirmeye göre daha sivridir. Bu şiirlerde yer yer alaycı ifadelere de rastlanır. Türkü koşma yoluyla oluşturulan eleştirilere örnek vermek gerekirse:
Görüldüğü gibi koşulan bu türküde eleştiri, sivri bir dille yapılmıştır.
Uludağ (anlam ayrımı)
Uludağ aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Ortaca
Hadrianapolis (Paflagonya)
Hadrianapolis Karabük'ün Eskipazar ilçesinde bulunan henüz yer yüzüne çıkarılmamış bir antik kenttir. Antik kent Roma döneminde 4. yüzyılda kurulmuştur. Ankara-Karabük yolu üzerinde bulunan Eskipazar merkezine 3 km uzaklıkta bulunan Hacı Ahmetler Köyü'ndeki asfalt yol ile ulaşım sağlanmaktadır. Günümüzde antik kentin bir bölümünün üzeri kapatılmıştır.
Antik şehirde çok sayıda mermer sütun ve sütun başlıkları, kiliseler, surlar, su sarnıçları, kaya mezarları, Roma hamamı, gözyaşı şişeleri, tüneller, erzak ve şarap mahsenleri vardır. Kazı çalışmaları sırasında zemini mozaik hayvan, kuş gibi resimlerle süslenmiş bir kilise çıkartılmıştır.
Döneminde oldukça gelişmiş bir şehir olduğu, sit alanı içinde bulunan mermer sütun ve sütun başlıklarından, heykellerden ve yapıların mimarı özelliklerinden anlaşılmaktadır. Yeri bilinmeyen fakat tarih kitaplarında şehir adına paranın basılan bir darphane olduğundan bahsedilmektedir. Sit alanı içinde çok sayıda sikke bulunmuştur. Yağmur yağdığında yağmur ve sel sularının sikkeleri ortaya çıkardığı ve sit alanı içinden geçen çaya bu sikkelerin taşınarak yok olduğu bölge sekinleri tarafından ifade edilmektedir.
Kurt Waldheim
Kurt Josef Waldheim (; d. 21 Aralık 1918 Sankt Andrä-Wördern (Aşağı Avusturya) - ö. 14 Haziran 2007, Viyana), Avusturya cumhurbaşkanı, diplomat, ÖVP politikacısıydı.
1938 yılında Avusturya'nın Alman ilhakından sonra Waldheim, Nazi Partisi'nin bir bölümü olan Nasyonal Sosyalist Alman Öğrenci Birliği'ne (NSDStB), üyelik başvurusunda bulunmuştur. Kısa bir süre sonra SA'nın kolordusuna kayıtlı üye oldu.
19 Ağustos 1944'te, Viyana'da Elisabeth Ritschel ile evlendi; ilk kızı, Lieselotte ertesi yıl doğdu. Bir oğlu Gerhard ve başka kızı olan Christa dünyaya geldiler.
Waldheim Viyana Üniversitesi'nde hukuk öğrenimini bitirdikten sonra, 1945 yılında Avusturya diplomatik hizmetine katıldı. 1948'de Paris'te Legation Birinci Sekreteri olarak görev yaptı ve 1951 den 1956 ya kadar Viyana'da Dışişleri Bakanlığında çalıştı. 1956 yılında, 1960 yılında Bakanlığa dönene kadar Kanada Büyükelçisi yapıldı, sonra 1964 yılında Birleşmiş Milletler Avusturya Daimi Temsilcisi oldu.
1968'den 1970'e kadar Avusturya dışişleri bakanıydı. (Klaus Hükümeti II)
1972 ve 1982 yılları arasında iki defa Birleşmiş Milletler genel sekreterliği görevini üstlendi. Waldheim’in, gençliğinde Nazi ordusunda görev yaptığını gizlediğinin ortaya çıkması uluslararası tepkilere yol açtı. Nazi Almanyası'nın ordusunda görev yaptığı ortaya çıkmasına rağmen 1986'da Avusturya'da cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanlığı görevi sırasında ABD dahil birçok ülke ziyaret yasağı koydu.
88 yaşında kalp yetmezliğinden öldü.
Waldheim 1941 yılı başlarında Wehrmacht için hazırlandı ve bir takım lideri olarak görev Doğu Cephesi'ne gönderildi. O yılın Aralık ayında, yaralandı ama hizmete 1942 yılında geri döndü. 1942 den 1945'e kadar Wehrmacht'a yaptığı hizmetler, 1985 ve 1986 yılında uluslararası inceleme konusu oldu. 1985 yılındaki otobiyografisinde, savaşın geri kalan zamanında, ön ileri hizmetten ayrıldığı ifade edildi ve 1944 yılında evlenmesinin yanı sıra, Viyana Üniversitesi'nde hukuk eğitimini tamamladı. belgeler ve tanıkların ifadesi ile Waldheim'ın askerliği 1945 yılına kadar devam açığa ortaya çıktı
bu süre zarfında Oberleutnant (Üsteğmen) rütbesine yükselmişti. 1943'te, Waldheim, General Alexander Löhr başkanlığındaki Ordu Grup E'de bir yaver olarak görev yapıyordu. 1986 yılında, Waldheim sadece bir tercüman ve bir memur olarak hizmet ettiğini ve Yugoslavya illerine komşu ya da yerel Sırp sivillerine karşı katliamlar ya da misillemelerle ilgili hiçbir bilgiye sahip olmadığını söyledi. 1945 yılında, Waldheim, ordu E Grubu komutasından kaçtığını söyledi ve Carinthia'da İngiliz kuvvetlerine teslim olduğunu belirtti.
Avusturya Halk Partisi
Avusturya Halk Partisi (Almanca Österreichische Volkspartei; kısaca ÖVP), Katolik çizgisi ile Avusturyalı muhafazakar ve liberal bir siyasî partidir. 630.000 üyesi ile ülkenin büyük partileri arasındadır.
17 Nisan 1945'te Leopold Kunschak, Hans Pernter, Lois Weinberger, Leopold Figl, Julius Raab ve Felix Hurdes tarafından Viyana'da kuruldu.
HSCSD
HSCSD, İngilizce " High Speed Circuit Switched Data" yani Yüksek Hızlı Şebeke Anahtarlamalı Veri anlamına gelmektedir. 2G GSM standardında daha yüksek hızda veri yollamak için geliştirilmiş olur, 43.2 kbps'ye kadar hızlarda veri transferi sağlar.
Kınık
CSD
CSD, İngilizce" Circuit Switched Data" yani Şebeke Anahtarlamalı Veri anlamına gelmektedir. 2G GSM ağı üzerinden 9.6 kbit hızında veri transferi imkânı tanır.
Bozdoğan
Bozdoğan şu anlamlara gelebilir:
ABBA
ABBA, 1972 yılında kurulan 1982 yılına dek etkin olan İsveçli bir pop müzik grubudur.
1966 yılında bir müzik grubu kurmaya karar veren Björn Ulvaeus ve Benny Andersson, 1969 ilkbaharında ABBA'nın diğer yarısını oluşturacak olan Agnetha Fältskog ve Anni-Frid Lyngstad'in katılımı ile grubu tamamladılar ve üyelerinin adlarının ilk harflerinden oluşan ABBA adını aldılar.
Benny Andersson, 18 yaşında İsveç'in ünlü gruplarından Hep Stars'ın elemanlarından biriydi. Björn Ulvaeus de müzikal kariyerine 18 yaşında başladı ve The Hootenanny Singers grubunda müzik yaptı. Ortak çıktıları bir turnede tanışan Benny ve Björn beraber şarkı yazmaya karar verdiler. İlk yazdıkları şarkı Hep Stars tarafından kaydedilen "Isn't It Easy to Say" oldu. The Hootenanny Singers'ın menejeri Stig Anderson ikiliyi daha çok şarkı yazmaları için cesaretlendirdi.
Andersson "Hej, Clown" adlı şarkısı ile Melodifestivalen 1969 katıldığında, eşi olacak şarkıcı Anni-Frid Lyngstad ile tanıştı ve bir ay sonra bir ilişkiye başladılar. 1969'da grupları dağılan Andersson ve Ulvaeus beraber çalışmaya başladı ve 1970'te "Lycka" adlı albümlerini yayınladı. Bu albümde Anni-Frid ve Ulvaeus'un kız arkadaşı Agnetha Fältskog de geri vokal yaptı.
"Lycka"'dan sonra Björn ve Benny, single çıkarmaya ve başka şarkıcılara şarkı vermeye devam ettiler. Haziran 1972'de "People Need Love" single'ı yayınlandı. Bu single "Björn & Benny, Agnetha & Anni-Frid" adı ile yayınlandı. Single, İsveç listelerinde ilk 20'ye girince dörtlü olarak bir albüm yayınlama kararı aldılar ve 26 Eylül 1972'de ilk albümlerinin kayıtlarına başladılar. 1973'te Eurovision'a katılmak için "Ring Ring" şarkısını kaydettiler ancak İsveç elemelerinde üçüncü oldular. Grubun ilk albümleri "Ring Ring" de bu dönem yayınlandı. "Ring Ring" single'ı birçok Avrupa ülkesinde ve Güney Afrika'da bir hit oldu.
1973'te grubun menejeri olan Stig Anderson, uzun olan grup adını ABBA diye kısatlmaya başladı. Benny'nin fikriyle ikinci B grubun logosunda ters çevrildi ve grubun logosu olarak kullanılmaya başlandı.
Grup 1974 yılında "Waterloo" ile Eurovision Şarkı Yarışması`na katıldı. Bu sırada grup ABBA adını aldı. 6 Nisan 1974'teki Eurovision Şarkı Yarışması'nda ABBA "Waterloo" ile birinci oldu. Bu başarı ABBA`nın tüm Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD`de de ünlü olmasını sağladı. Abba, "SOS" adlı üçüncü albümüyle ününü pekiştirdi.
1976 yılında "Greatest Hits" ve "The Best of ABBA Respectively", İngiltere ve Avustralya'da piyasaya sürüldü. Tüm dünyada büyük ilgi gören "Fernando" ve "Dancing Queen" gibi single çalışmaları, kısa sürede klasikler arasına girdi. "Dancing Queen" İngiltere listelerinde bir numaraya yükselen ilk ABBA şarkısı oldu.
1976 sonunda dördüncü albümleri olan "Arrival"ı piyasa çıktı. "Money Money Money" ve "Knowing Me, Knowing You" başta olmak üzere tüm parçalar büyük başarı kazandı. Ardından 1977 yılının başlarında Avrupa ve Avustralya turnesine çıktılar. Yıl sonunda ABBA için bir film çevrildi. Grup elemanlarının tamamı filmde rol aldı. Filmin vizyona girişini, "The Album" isimli yeni albümün piyasaya çıkışı izledi.
1979`da "Voulez-Vous" albümü piyasaya çıktı. Bu yılın son çeyreğine girilirken "Gimme! Gimme! Gimme! (A Man After Midnight)" adlı single çalışma piyasaya sürüldü. ABBA'nın en çok beğenilen parçalarını içeren toplama albümün ikincisi, "Greatest Hits Vol. 2" de, aynı yıl uluslararası başarı yakaladı.
1980 yılının Mart ayında ABBA, Japonya'da bir konser verdi. Birkaç ay sonra, "The Winner Takes It All"u da içeren "Super Trouper" adlı albüm piyasaya çıktı. Yıl sonunda ABBA'nın sekizinci albümü olan "The Visitors" piyasaya sürüldü. Öne çıkan parçaların başında "One of Us" geliyordu.
1982'de grup dışı çalışmalara başladılar. Björn ve Benny çeşitli müzikal denemelere yönelirken Agnetha ve Frida da solo kariyerlerini sürdürdüler. Bu dönemde tek çıkan albüm "ABBA LP" grubun ilk on yılında kaydettiği en iyi şarkıları içeriyordu. Aynı yılın sonunda ABBA, müzikal çalışmalarını bir süreliğine askıya alma kararı aldı ve dinlenmeye çekildi. Birkaç yıl sonra yeniden bir araya gelseler de kayıt yapmadan ayrılarak ABBA'nın aktif yaşamına son vermiş oldular.
1992'de piyasaya çıkan "Abba Gold" büyük ilgi gördü. 1993'te "More Abba Gold" ile devam eden serinin üçüncü albümü "The Box Set: Thank You For The Music" oldu. Sonrasında gelen ve çeşitli kayıt şirketleri tarafından düzenlenen bir dizi toplamayı 2003'ün b |
aşlarında Universal Special Products etiketiyle sunulan "On and On" izledi.
Eurovision Şarkı Yarışması'nın 50. yıl kutlamaları kapsamında düzenlenen, 50 yılın başarılı şarkıları arasında yapılan seçim sonucuyla ilk 14'e giren şarkıların yarışacağı yarışmada "Waterloo" ile 1974'deki yarışmada birinciliği elde eden İsveçli grubun şarkısı, 2005 yılında "Eurovision tarihinin en iyisi" seçildi.
Grubun 1992'de çıkan "ABBA Gold" adlı albümü 2008'de İngiltere'de yeniden müzik listelerinin başına oturdu.
Çine (anlam ayrımı)
Karacasu (anlam ayrımı)
Karacasu şu anlamlara gelebilir:
Karpuzlu (anlam ayrımı)
Karpuzlu, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Köşk
Cambridge
Cambridge, Birleşik Krallık'a bağlı İngiltere ülkesinde şehir. Özellikle dünyanın en iyi beş üniversitesinden biri olan Cambridge Üniversitesi ile bilinir. Cambridge şehri, Birleşik Krallık'ta Cambridgeshire vilayetinin idari merkezidir.
Londra'nın kuzeyinde olup yaklaşık 65 mil (105 km) uzaklıktadır. Çok sayıda küçük kasaba ve köylerle çevrilir. Ayrıca, Silicon Fen olarak bilinen yüksek teknoloji bölgesinin kalbidir.
Cambridge, en çok Cambridge Üniversitesi ile bilinir. Üniversite ünlü Cavendish Laboratuvarı, King's Kolej Şapeli ve Cambridge Üniversite Kütüphanesi'ni içerir. Cambridge silueti son iki şey ile tamamlanır: şehrin güney ucundaki Addenbrooke Hastanesi'nin bacası ve merkezdeki St John's Koleji Şapel Kulesi.
2001 yılı Birleşik Krallık nüfus sayımına göre şehrin nüfusu 22.153 öğrenci ile birlikte 108.863 kişi idi. Ama şehirsel alan güney Cambridgeshire bölgesinin bir kısmını içine alır ve şehirsel alan nüfusu yaklaşık 130.000'e ulaşır.
Cambridge'de, şehrin etrafındaki irili ufaklı pek çok tıbbi merkezde iyi düzeyde sağlık hizmetleri verilir. Birleşik Krallık'ın en büyük ve geniş hastanelerinden biri olan Addenbrooke Hastanesi eğitim ve öğretim hastanesidir. Ayrıca araştırma merkezi görevini de yapar.
Cambridge aktif Hıristiyan nüfusa ve pek çok kiliseye sahiptir. Bu kiliselerin bazıları şehrin büyüleyici mimari manzarasının bir kısmını şekillendirir.
Cambridge aile ve gençlik organizasyonu esaslıdır. Romsy Town'da Romsey Mill adlı gençlik ve cemiyet merkezi yer alır. Bu yer tekrar düzenlenmesinden sonra Şubat 2007'de yeniden açılmıştır. 29 Mayıs 2007 tarihinde ise York başpiskoposu Dr John Sentamu tarafından özel bir servise vakfedilmiştir.
Cambridge aşağıdaki ülke şehirleri ile kardeş şehirlik bağlantısı yapmıştır:
Cambridge, Massachusetts
Cambridge, Amerika Birleşik Devletleri'nin Massachusetts eyâletinde bulunan ve Boston kentinin komşusu olan bir kenttir. Özellikle MIT ve Harvard Üniversitelerini barındırmasıyla tanınır.
Iowa
Iowa, ABD'nin eyaletlerinden birisidir. Amerika Birleşik Devletleri'ne 1846 yılında katılmıştır. En büyük ve en gelişmiş şehri Des Moines'dur.
2010 sayımına göre, nüfusun %91.3'ü Beyaz (%88.7'si Hispanik olmayanlar), %2.9'u Siyahi ya da Afroamerikan, %0.4'ü ABD Kızılderilileri ve Alaska yerlileri, %1.7'si Asyalı, %0.1 Hawaii yerlileri ve diğer Pasifik Adaları yerlileri, %1.8 melezdir. Toplam nüfusun %5'i Hispanik ya da Latin kökenlidir.
Kişi başına düşen millî gelir 2008 itibarıyla 36.680 dolardır. Iowa ekonomisi önemli ölçüde tarıma dayalıdır. Toplam üretimin yüzde 24.3'ünü tarım sektörüne dayalı işletmeler gerçekleştirir. Üretilen başlıca ürünler domuz eti, mısır, soya fasulyesi, yulaf, büyükbaş hayvan, yumurta ve süt mamulleridir. Aynı zamanda Iowa ülkenin en çok etanol yakıtı üreten eyaletidir.
Endüstri ürünleri olarak ise gıda, makine, elektrikli ekipman, kimyasal ürünler, matbaacılık ürünleri ve ana metaller üretilir. ABD'nin en büyük finansal, sigorta ve yayımcılık şirketlerine ev sahipliği yapan eyaletin başkenti Des Moines, ABD'deki sigortacılık sektörünün merkezi sayılmaktadır.
Eyalette vergi oranları oldukça düşüktür. Kişilerin gelirleri, varlıkları ve yatırımlarına uygulanan vergi oranları yüzde 0.26 ile 8.98 arasında değişmektedir. Satışlardan ise yüzde 5 vergi alınır.
Kansas
Kansas, Amerika Birleşik Devletleri'nin eyaletlerinden birisidir. En büyük şehri Wichita'dır. Kansas Eyalet Üniversitesi, Kansas Üniversitesi ve Washburn Üniversitesi belli başlı üniversiteleridir. En önemli bilinmesi gerekenlerden biri de başkenti Topeka'dır. Ancak başkent olmasına karşın nüfusu sadece 160,000'dir. İkinci en büyük şehirdir. Kansas City ise sanılanın aksine tam olarak Kansas eyaletinde değil Missouri eyaletindedir. Yalnızca kuzeyinde bir bölümü Kansas Eyâleti sınırlarında yer alır. Kansas City Orta-Batı Amerika'nın moda başkentidir. Başkent Topeka'dan uzaklığı arabayla yaklaşık 1.5 saattir. Oz Büyücüsü filmi ve çıkan hortumlarıyla ünlüdür. Ayrıca Supermen efsanesine ev sahipliği yapmıştır. Superman'in çizgi romanlardaki Smallville kasabası bu eyalettedir. Genel olarak dümdüzdür; sadece ovalardan oluşur. İlkbahardaki fırtına ve hortumlarıyla ünlüdür. 2007'de çıkan hortum Greensburg kentini haritadan silmiştir. Ayrıca ABD'nin tam ortasındaki eyalettir. Komşuları Missouri, Nebraska, Oklahoma ve Kolorado'dur.
Gördes halıları
Gördes halısı, Manisa'inin Gördes ilçesi yöresine özgü özellikler taşıyan halı türüne denir. Figür ve motifleri geçmişin izlerini yaşatmaktadır.
Anadolu Türk halılarının düğüm tekniğine isim veren Gördes halıcılığı 17. yüzyıl'dan itibaren yayılmaya başlamış ve Gördes Batı Anadolu’nun önemli halı merkezlerinden biri haline gelmiştir.Hiçbir ustasının adı belli değildir.Çevresini,doğayı,duygu ve hayellerini ilmek ilmek,iplikleredolayan o genç kızların,kadınların adları,sanları asla bilinmez.Bilinen sadece yöresinin adıdır
Gördes düğümünde, halının tüylü kısmı eskise bile bağlantı yapan kısmı asırlarca kilim gibi kullanılır, desenini kaybetmez. 10 cm2’de 3600 düğüm ile çok ince ve sanatkârane bir işçilik gösterir. Malzeme ise eski Gördes halılarının değerini arttıran en önemli unsurdur. Tamamen koyun tüyü olan yapağıdan, el ile iğrilerek yapılır. Halıların ayrı bir özelliği de kullanılan renklerin doğada yetişen bitkilerin köklerinden elde edilmesidir.
Tarihi Gördes halılarını İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Sultanahmet Camii, Konya Mevlana Müzesi’nde görmek mümkündür.
Gördes halılarında kullanılan kök boyası çeşitli bitkilerden elde edilmektedir. Bu bitkilerin başlıcaları; soğan kabuğundan koyu sarı renk; ceviz kabuğundan koyu kahverengi, krem ve bej renkleri; boya kökünden koyu kırmızı, açık kırmızı, şeker rengi ve tarçın rengi; somak'tan kirli sarı; sarıkızotu'ndan tarçın rengi; sarıkızotu-indigo Hindistan’da yetişen bir bitkidir) karşımından yeşil renk; palamut'tan kızıl devetüyü, açık devetüyü ve gri renkler; mazı'dan koyu sarı; kızılçam kabuğundan sarı, kızıllı sarı, tarçın sarısı; adaçayı'ndan fildişi rengi ve bej rengi elde edilir. Sarımtırak tonlar veren basama otu ise genellikle renk karışımlarında kullanılır.
Bu boyaları elde etmek için, boya bitkileri bir gün önceden boyama kazanındaki suya bırakılıp, erimeleri sağlanır. Yünler ise;iyice ıslatılmış ve sıkılmış olarak boyaya atılır. 80 ve 90 derecede kaynatılır. Boya işlemi biten yünler, sabunlu ılık su ile yıkanıp gölgede kurutulur ve halıda kullanılmak üzere hazır hale getirilir.
Kula (anlam ayrımı)
Sarıgöl (anlam ayrımı)
İstanbul Deniz Otobüsleri
İDO - İstanbul Deniz Otobüsleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. İstanbul'un deniz ulaşımına ve trafik sorununun çözümüne katkıda bulunmak amacıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından 1987 yılında kurulmuştur. 2005 Mart ayında, TDİ'ye bağlı Şehirhatları İstanbul Deniz Otobüsleri'ne devredilmiştir. İDO günümüz itibarıyla 103 gemi ve 88 iskelesiyle dünyanın en büyük araç ve yolcu deniz taşımacılığı şirketidir.
İstanbul'da her geçen gün artan trafik sorununa alternatif arayan İ.B.B. 1987 ve 1988 yıllarında Norveç'ten satın alınan 449 yolcu kapasiteli 10 adet deniz otobüsü ile hizmete başlamıştır. Bugün toplam 22 deniz otobüsü ile hizmet veren İDO 1995 yılında Avustralya'dan satın alınan 2 adet Monohull tipi 155 yolcu kapasiteli deniz otobüsü ile 10 olan gemi adedini 12'ye çıkarmıştır (Akşemseddin & Ertuğrul Gazi).
10 gemilik bir projenin ilk 2 adedi olan ve 1996 yılında teslim edilen Avustralya yapımı catamaran tipi 450 yolcu kapasiteli deniz otobüsleriyle (Sinan Paşa & Piyale Paşa) ile bu sayı 14'ü bulurken, 1997 Norveç yapımı 350 kişilik 3 gemi ve 400 kişilik 2 gemi ve yine ilk defa Türkiye Gemi Sanayi Pendik Tersanesi'nde imal edilen 400 kişilik 1 gemi ile sayı 20'ye yükselmiştir. 1997 yılında Yalova - Yenikapı arasında çalıştırılmak üzere 500 yolcu, 94 araç kapasiteli arabalı feribot Avustralya'da inşa ettirilmiştir. 1998 yılında Yenikapı - Bandırma arasında karşılıklı çalıştırmak üzere yine aynı tersaneden - Austal Ships firmasından 800 yolcu kapasiteli 200 araçlık arabalı 2 feribot inşa ettirilmiştir (Turgut Özal & Adnan Menderes). Bu iki feribot 36 deniz mili hıza ulaşabiliyor. 12 Aralık 2005'te yine Austal firmasıyla kontratı imzalanan ve 2007'de teslim edilen 2 yeni feribotla yine Bursa-Yenikapı arasında ulaşım kolaylaşmıştır. Her biri 1200 yolcu ve 225 araç kapasiteli katamaran tipi bu gemiler 35 deniz mili hıza sahip olup mesafeyi 75 dakikaya indirmiştir. Ayrıca 2007 yılında Hollandalı Damen Shipyards'tan 5 adet 30 deniz mili hız, 449 yolcu kapasiteli deniz otobüsü alınmıştır.
2004 yılının Nisan ayında Akşemseddin ve Ertuğrul Gazi deniz otobüsleri İDO'dan Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'ne devredilmiştir.
İDO, 2005 Şubat ayında ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK) ile bir protokol yaparak Türkiye Şehir Hatları İşletmesini devralma iradesini ortaya koymuştur. Devralma işlemleri İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adına İDO tarafından yürütülmüştür. Devralma işlemiyle birlikte İstanbul’da deniz ulaşımından sorumlu tek otorite İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı olmuş ve bu otorite de büyük ölçüde İDO’ya devredilmiştir.
İDO filosu; Toplam 33 hatta, 25 Deniz Otobüsü, 10 Hızlı Feribot, 18 Araba Vapuru, 35 Şehirhatları Yolcu Vapuru, 10 Deniz Taksi ve Mav |
i Marmara Yolcu Gemisi ile 88 noktaya hizmet götürmektedir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin iştiraki İstanbul Deniz Otobüsleri Sanayi ve Ticaret A.Ş'nin (İDO) yüzde 100 oranındaki hissesinin özelleştirilmesi ihalesinin nihai pazarlık sonucu ihaleyi, 861 milyon dolarlık teklifle Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak Girişim Grubu kazandı.
İstanbul-Bursa seferlerinde 2013'te hizmete başlayan Bursa Deniz Otobüsleri (BUDO) şirketi yolculara bir seçenek daha sunmaktadır.
Oscar Bronner
Oscar Bronner (11 Ocak 1943; Hayfa, İsrail), gazete sahibi ve ressam.
Kabaterist Gerhard Bronner'in oğlu olan Oscar Bronner Ocak 1970 yılında Avusturya'da ekonomi dergisi Trend'i ve haber dergisi Profil'i kurdu.
1974'de Trend ve Profi'i satıp New York'a taşındı ve orada ressam olarak çalıştı.
1986'da Viyana'ya geri dönüp Kasım 1988'de Der Standard gazetesini kurdu.
Dwyn
Dwyn veya Dwumwen Kelt mitolojisinde aşk tanrısı.
Mülki idare amirliği
Mülki İdare Amirliği, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunundaki Mülki İdare sınıfına mensup olarak, kamu hizmetinde bulunan kişilerin yaptığı görevi tanımlar.
Selçuklularında da il merkezlerinde askeri ve mülki işlere bakan komutanlara amid denilmiştir.
Kertenkele
Kertenkele (Lacertilia) alt takımının, özellikle özkertenkelegiller (Lacertidae) familyası türlerinin genel adıdır.
Kertenkeleler alt takımının; özkertenkelegiller, gekogiller, varangiller, agamagiller, iguanagiller, boncuklukertenkelegiller, köryılansıgiller gibi familyaları vardır. Kertenkelelerin bugün dünya üzerinde 3000'den fazla türü mevcuttur. Soğuk iklime fazla dayanıklı olmadıklarından genel olarak çöllük bölgelerde ve tropikal kuşakların kurak kısımlarında çok boldur. Yer altında, ağaçlar üzerinde yaşayanları olduğu gibi, havada uçanları, suda yüzenleri, renk değiştirebilenleri de boldur.
Uzunca ve yuvarlakça olan vücutlarının üzerleri pullu veya pürtüklüdür. Çoğunlukla dört ayaklı ve pek azı iki ayaklı veya tamamen ayaksız olurlar. Her ayakta beşer adet parmak ve uçlarında gelişmiş tırnakları bulunur. Karın pulları sırt ve yanlarda olanlardan daha iridir.
Kertenkelelerin büyük çoğunlunda göz kapakları vardır ve çoğunda hareketlidir. Gekogillerde ve Amerika'da yaşayan Xantusiidae familyasının bireylerinin ise göz kapakları, kenarlarından birleşmiş olup, saat camı gibi saydam ve hareketsizdir. Yine Scincidae familyasından Ablepharus cinsi ve Lacertidae familyasından Ophisops cinslerinde gözkapağı birleşmiş olup sabittir. Yer altında yaşayan türlerin haricindekilerin dışkulak delikleri mevcuttur. Bazılarının ağaçlara asılmaya yarayan ince uzun ve kuvvetli kuyrukları vardır.
Kertenkeleler kendilerine yapılan bir saldırıda kuyruklarını bırakabilirler. Kertenkelelerin kuyrukları koptuğu zaman bir ayı geçmeyen bir zaman içinde yeni bir kuyruk meydana gelir. Yalnız bu yeni yetişen eskisi gibi olmayıp pul, renk ve yapı bakımından farklıdır. İlk kuyruktaki gibi omurgalar yoktur. Yeni kuyruğa kıkırdak dokusundan bir yapı destek olur. Bunda pullar gayri muntazam olup derideki desen meydana getiren boyalar da yoktur. Kuyruk kopmadan kırılırsa o yerden yeni bir kuyruk uzar. Böylece çatal kuyruk meydana gelir. Kertenkelelerdeki bu organ yenilenmesine rejenerasyon denir.
Böcek, akrep, çokbacaklılar ile beslenen kertenkelelerin kasla hareket eden ileriye uzanan dilleri, avları yakalamada en büyük silahlarıdır. Dil üzerindeki yapışkan tükrük, avı yakalayıp bırakmamada yardımcı olur. Çene içerisine oturtulmuş dişleri vardır.
Dişiler, yazın toprağın içine veya bir taşın altında çengel tırnaklı ayaklarıyla açtıkları çukurlara yumurtlar. Kış mevsiminde deliklerinin içinde ilkbahara kadar kış uykusuna yatarlar. Soğukkanlı olduklarından taşlar üzerinde güneşlenmeyi severler. Yakınlarından geçen böceklere saldırarak beslenirler. Renkleri yaşadıkları ortamlara uyduğundan kolay fark edilmeyip, yırtıcı kuş ve yılanlardan kolayca kurtulurlar. Tehlike anında kuyruklarının son kısmını kopararak hızla bir yarığın içine dalıp gözden kaybolurlar. Böcek ve kurtlarla geçindiklerinden insanlar için faydalı sayılırlar.
Amerika'da yaşayan kuyrukları küt Helodermatidae familyasının iki türü mevcuttur. Derileri boncuk biçimli yuvarlak pullarla kaplı olduğundan boncuklu kertenkele olarak da bilinirler. Uzunlukları bir metreyi bulur ve her iki tür de zehirlidir. Ancak zehir iletim mekanizmaları fazla gelişmemiş olduğundan insanlar için fazlaca tehlike oluşturmazlar.
Familya: Lacertidae
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi
Avusturya Sosyaldemokrat Partisi (SPÖ),14 Nisan 1945 tarihinde Adolf Schärf ve Karl Renner tarafından Viyana'da kurulan, Avusturya siyasetinde birçok kez hükümet kurarak ülkeyi yöneten sosyal demokrat bir siyasi partidir. Parti, Avusturya Ticaret Birliği Federasyonu (ÖGB) ve Avusturya Çalışma Odası (AK) ile bağlantılıdır. Şu anda Ulusal Konsey'in ve Federal Konsey'in ikinci büyük partisidir.
Akatalazemi
Akatalazemi, kalıtsal bir bozukluktur. Kalıtsal olarak kanda eritrosit katalazın yokluğu veya düşüklüğü durumuna verilen isimdir. Otozomal resesif biçimde geçer.
Jon Schaffer
Jon Ryan Schaffer (d. 15 Mart 1968, Indiana), ABD'li heavy metal gitaristi ve şarkı yazarıdır. Amerikan heavy metal grubu olan Iced Earth'ün kurucularındandır. Kendisi aynı zamanda "Set Abomine" adlı bir kitap üstünde uğraşmaktadır. Bu kitabın esin kaynağı ise Iced Earth'ün maskotu olan Genesis'tir.
Kervan
Kervan, eskiden, kara nakliyatını yapan kafile. Nakliyat at, katır, eşek ve daha ziyade develerle yapılırdı. Kervanlarda bulunan develerin taşıdıkları yüklere göre ağır veya hafif kervan adları verilirdi. Ağır kervandaki develer 300-350, hafif kervandakiler ise 170 kg yük taşırlardı. Günümüzde birçok motorlu kara, deniz veya hava vasıtasından meydana gelen nakliyat gruplarına konvoy, filo gibi isimler verilmektedir
Ağır kervanlardan en büyükleri senede bir defa Şam ve Mısır'dan Hicaz'a giden hac kervanlarıydı. Ayrı ayrı giden bu kervanlardan Şam'dan hareket edenler mal ve eşya haricinde 60-70.000, Mısır'dan gidenler ise 40-50.000 kişiyi bulurdu. Kervanların yürüyüşleri kış ve yaza göre değişik olurdu. Kışın gündüz giderle gece istirahat ederlerdi. Yazın sıcağın tesirinden güneş doğduktan iki saat sonra yürüyüşü keser dinlenmeye çekilirler, gece yürürlerdi. Şam'dan çıkan kervan normal olarak altmış bir günde Mekke'ye varır, hac mevsimi geçince mal alarak yolcularla beraber dönerlerdi. Gidiş ve dönüşlerde kervanlar temiz, düzlük yerlerde, su kenarlarında, kervansarayların bulunduğu mevkilerde konaklarlardı.
Bu büyük kervandan başka yalnız mal taşıyan Hint ve İran kervanları da vardı. Hindistan'dan çıkan kervanlar, Afganistan-İsfahan yolunu takib ederek, Bağdad, oradan Halep'e gelirlerdi. İran kervanları ise İsfahan-Tahran, Tiflis-Erzurum yoluyla Trabzon'a gider, oradan da gemilerle aldıkları mallarla İstanbul'a getirirlerdi. Ayrıca Anadolu'nun büyük vilayetleri arasında küçük kervanlar çalışır, mal taşıyarak hizmette bulunurlardı. Balkanlarda ise ekseri katırların çektiği kervanlar, sancaklar arasında her mevsimde mal taşırlardı. Küçük kervanlar, Temmuz ve Ağustos aylarının dışında muayyen vakit ve zamanlarda mal götürüp getirirlerdi. Senede bütün kervanlar için 100-150.000 kadar deve kullanılırdı. Normal olarak, bir kervan günde 50 ila 55 kilometre yol alabilirdi. Nakliye ücreti olarak mevsime, eşyanın miktarına göre bir günde sekiz kilo için doksan para ile üç kuruş arasında değişen bir ücret alınırdı.
Bir kervanın birleşerek hareket ettiği zamanlarda içlerinden biri kervancıbaşı seçilirdi. Emniyetsiz bulunan yerler düşünülerek kervanların hareket ve konaklamalarında silahlı nöbetçiler çıkarılır, bunlar gerekli tedbirleri alırlardı. Kervancıbaşının vereceği karara göre hareket edilir, konaklama ve hareket bunun emri ile olurdu. Hareket emri verdiği zaman derhal hazırlanılır, yarım saat sonra harekete geçilirdi. Kimse beklenilmez, büyük bir sükûnet ve intizam içinde zamanı gelince hareket edilirdi.
Tengricilik
Tengricilik , Töre ya da Gök Tanrı inancı, Türk ve Moğol halklarında, şimdiki inanç sistemlerine katılmadan önceki yaygın inancıdır. Tengri'ye ibâdet etmenin yanında Animizm, Totemlik bu inancın ana hatlarını oluşturmaktadır. "Tengri", bugünkü Türkçedeki "Tanrı" kelimesinin eski söyleniş şeklidir. Orhun Yazıtları'nda ilk çözülen kelime olup yazılışı "𐰃𐰼𐰭𐱅" şeklindedir.
Bu inanca göre Gök'ün yüce ruhu Tengri'ydi. Kişiler kendilerini Gök baba Tengri, toprak ana Ötüken ve insanları koruyan atalarının ruhları arasında güven içinde hissedip onlara ve diğer doğa ruhlarına dua ederlerdi. Büyük dağların, ağaçların ve bâzı göllerin güçlü ruhları barındırdıklarına inanarak dualarını bazen bu cisimlere yöneltirlerse de bu cisimler tanrı kabul edilmezdi. Sadece onun yeryüzündeki varlığının bir göstergesiydi. Göğün ve yeraltının ""yedi"" katı olduğuna, her katta çeşitli ruhların varolduğuna inanılırdı. Türkler doğaya, ruhlara saygılı davranıp belli kurallara uyarak dünyalarını dengede tutmaları ile kişisel güçlerinin doruğuna varıp dışarıya yansıdığına inanırlardı. Eğer bu denge, kötü ruhların saldırısı veya bir felaketten dolayı bozulursa bir kamın yardımı ya da Tengri'ye verilen bir adak ile yeniden düzene sokulması gerektiğine inanılırdı.
Bu inancın kalıntılarını günümüzde Moğollarda (Lamaizmle birleşmiş şekilde) ve bâzı "hâlâ" doğa'ya bağlı göçebe yaşam tarzı sürdüren Türk Halkları'nda, örneğin Altay-Türkleri ve Yakutlarda, Finlandiya, Macaristan ve Türkiye geçmiş 20 sene de tekrar canlanan bulmak mümkündür; ama, Tengriciliği çoktan bırakmış halklarda da bu inancın birçok parçası İslâm, Hristiyanlık, Budizm, Musevilik ya da Taoizm ile birlikte geleneksel kültür olarak hâlâ sürmektedir. Örnek olarak ağaca çaput bağlama gibi gelenekler ve Türkiye Türkçesindeki ""Utançtan yedi kat yerin dibine girdim"" deyimi gösterilebilir. Yine ölen birisin ardından yapılan mevlüd törenleri (haftası, kırkı, elli ikisi ve yılı diye de bilinir) Tengri dininden şu anki Türklere geçmiş bir gelenektir. Yalnızca Müslüman Türklerde ve Müslüman Boşn |
aklarda mevlüd okutulur. Müslüman Boşnaklar ise bu adeti Osmanlı döneminde müslüman Türklerden edinmiştir. Genel olarak dini ne olursa olsun tüm Türk uluslarında Tengri dönemi gelenekleri görmek mümkündür.
Eski Türklerin ve Moğolların bugün Tengricilik adıyla bilinen geleneksel inancı, kısa zaman öncesine kadar "Türk şamanizmi" diye adlandırılıyordu. Ama "Şamanizm" terimi artık yalnızca Sibirya'daki inanç sistemi için değil, bütün dünyadaki ilkel inançlar için kullanıldığından 1990'lardan beri Türklerin ve Moğolların geleneksel inancı için Batılı bilimciler arasında "Tengrizm" adı giderek yaygınlaşmaktadır.
Julie Stewart "Moğol Şamanizmi" adlı makalesinde şunları belirtiyor:
Tengricilik, Tengri’nin etrafından oluşmuş olan ve Macaristan’dan Büyük Okyanus’a kadar olan bölgede yayılmış olan bir inanç sisteminin adıdır. Tengri-Kültü'nün en eski kanıtları 3000 yıllık Çin kaynaklarında Hiung-nu (Doğu Hunlar) ve Tue'kue halklarını anlatan yazılarda bulunmuştur (bkz. En eski kanıtlar).
Hun (Çince de Hiung-nu) hükümdarlarının kanlarının Tengri tarafından kutlandırılmış olduğuna inanırlardı. Destanlarında, Tengri'nin yolladığı bir dişi ya da erkek kurdun tanrısal kanının çiftleşme yoluyla hükümdarlarının sülalesine karışmış olduğuna inandıkları çeşitli yollarla belirtilmektedir. En eskisi ve en yaygın olanı kutsal dişi kurt Asena hakkındaki efsanenin farklı sürümleridir. Birçok eski Türk topluluğunda, Göktürklerde ve Orta Çağ'a kadar varolmuş Türk devletlerinde, kendi köklerinin kutsal Asena sülalesine dayandığını vurgulayan ve bu yüzden halkı tarafından yaşayan bir yarı tanrı olarak görülmüş olan Türk hükümdarlarına rastlayabiliriz. Bu hükümdarlar, Tengri'yi yeryüzünde temsil eden Tengri'nin oğulları olarak kabul edilmiştir. Tengri'nin bu hükümdarlara verdiği kudretli hükümdar ruhu olan "kut"'u elde etmiş olduklarına inanılarak adlarına "Tengrikut" ya da "kutluğ" gibi eklemeler yapılmıştır.
Yine de günümüzde, özellikle Türkiye’de, birçok araştırmacı ve tarihçi, Tengriciliği tek tanrılı bir inanç gibi kabûl etmektedir. Prof. Dr. Hikmet Tanyu başta olmak üzere birçok tarihçi bu görüştedir. Özellikle Hikmet Tanyu, “İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı Dini” adlı eserinde, bu konu üzerinde durmaktadır. Tanyu, bu eserinde genel olarak İslâm üzerinden çıkarımlarda yapmakta ve Tengri’nin tek olduğunu, diğerlerinin ise, cin, melek ya da ruh olduğunu söylemektedir.
Göktürkler, Türk toplulukları arasında inançları, kültürleri ve politikaları hakkında değerli bilgiler içeren yazılı kanıtlar bırakan ilk ulus olmuştur. Orhun Yazıtları'nda Bilge Kağan eski Türk inancını yalnızca bir söz ile açıklamaktadır:
Göktürk hükümdarlarının unvanları sürekli Tengri ile olan bağlantılarına değinir; örneğin ""kök tengri yaratmış"" ya da „"tänri täg tänri yaratmış Türk bilge kağan"“
Göktürk İmparatorluğu'nda Tengricilik tek tanrıcı bir din olarak görünmektedir ve kesin olarak birçok başka inançları da barındırmış olan bu kültürde en büyük rolü oynamış ve hatta bu dönemde en parlak zamanlarından birini yaşamıştır. Göktürk hükümdarları halkları tarafından, tanrının seçtiği elçi olarak kabul edilmiştir. Dört 'il'e ayrılmış olan devletin bu illerinin yönetimi dört "il han"'ca temsil edilmiş ve bu ilhanlar da halkları tarafından tanrısal davranış görmüşlerdir. Ölen bir Han ya da Kağan'ın ölümden sonra da tanrısal varlığını sürdürdüğüne inanılmış ve halkına destek olmaya devam etmesi için her sene ölüm gününde onun için bir kurban kesilmiştir.
Ancak bunların yanında Göktürklere Doğu Hunlardan miras kalmış olan Çin etkileri de bulmak mümkündür: Doğu Hun İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra son hükümdarların oğullarının birbirlerine düşman olmaları sağlanmış, güneyde kalan bölümü Han Çinleri ile birlik olmuş ve onların kültüründen etkilenmiştir. Bu dönemde ve sonraki yüzyıllarda, Tabgaçlar gibi birçok Türk topluluğunun Çinlerin arasında erimiş olduğu tahmin edilir. Bilge Kağan, atalarının yaptığı bu hataları yazılarında ayrıntılı olarak ele almış ve halkını Çinlilerden gelen tehlikeye karşı uyarmıştır. Bu yüzden Göktürklerde halkın bütünlüğünü korumak için etkili şekilde vurgulanan bir Türk ulusçuluğunda ve Tengriciliğe büyük önem verilmiştir. Buna rağmen 12 hayvanlı Çin takvimi ve göğün yönlerini hayvan isimleri ile tanımlamak gibi bâzı etkiler kalmıştır. Böylece Göktürk İmparatorluğu topraklarının bölündüğü dört il, göğün hayvan isimleri ile adlandırılmasından dolayı Kartal ili, Domuz ili, Kaplan ili ve İt ili olarak adlandırılmıştır.
Göktürk yazıtlarında bulunan diğer bir cümle, Tengricilikteki mahşer günü hakkında bir fikir verir:
Böylece Göktürklerde dünyanın sonunun 'gök'ün yıkılması ve yerin çökmesi ile gerçekleşeceğine inanıldığı söylenebilir.
Kalıntılardan birinde, Budizm'in Türklerin arasında yayılmaması için uyarıcı bir metin bulunmaktadır. Metinde Büyük Kağan'ın kardeşi, Budizmin, Türkleri umursamaz, tembel ve edilgin yaptığını ve bunun önlenmesi gerektiğini kaydetmektedir.
Tengriciliğin diğer inançlara karşı anlayışının ve hoşgörüsünün kanıtlarını bulmak mümkündür. Örneğin, Karadeniz'in kuzeyinde yapılan kazılarda, Tengrici oldukları bilinen Ön Bulgarlar'ın kalıntıları arasında, Musevi, Hıristiyan ve Budistlerin de olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur..
Moğolların ve birçok Türk boylarının önderi olan Cengiz Han'ın da diğer inançlara karşı düşmanca bir tutumu yoktu. Savaş olmayan zamanlarda, hatta bazen savaşlardan sonra, Budist manastırlarında dinlenir, meditasyon ve oruç ile "ruhunu arıtırdı". Tengrist halkları birleştirip insanlık tarihinin en büyük devletini kurmuş olan hükümdar, konuşmalarına daima, "Sonsuz "Kök Tengri'nin" (Mavi Gök'ün) dileğiyle.." sözü ile başlardı. Cengiz Han'ın döneminde Tengricilik, Hunlardan ve Göktürklerden sonra, tekrar ve son kez, büyük bir ün kazanmıştı.
Kubilay Kağan, Çin'i fethettikten sonra oradaki yaygın dinlerle de ilgilenmeye başlamıştır. Örneğin; Tengricilik ile zaten akrabalığı olan Çinlilere ait "tek bir gök felsefesi" Tien Min'i taklit etmiştir. Ama özellikle Budist Uygur-Türk rahiplerinin bilgilerine ve eğitimlerine hayran kalmış ve onlardan bir heyeti, Buda'nın felsefesini Moğolların arasında da yaymak ve yeni bir Buda tapınağı kurmak görevi ile Karakurum'a göndermiştir. Bu rahipler sadece bugüne kadar Moğolistan'da var olan Lamaizmi değil, Uygurların kendi dillerine göre şekillendirdikleri sanskrit alfabesini de Moğolistan'a taşımışlardır.
Ama Budizme rağmen, Tengricilik Moğolistan'daki ağırlığını sürdürmüş, Budizm, Tengriciliğin içine ilave edilmiştir. Bugünkü Moğolların Budizmi, küçük bir Buda heykelini, boylarının Ongun'u ve ulu ataları Cengiz Han'ın resmi ile birlikte çadırın kutsal sayılan kuzey köşesine yerleştirmekten ibarettir.
Tengricilik, Hunlar, Avarlar, Ön Bulgarlar, Kumanlar ve antik çağın bâzı diğer savaşçı Türk ve Moğol toplulukları ve daha sonra da Cengiz Han'ın Altın Ordusu tarafından Avrupa'ya da taşınmıştır.
Bu inanç göçebe yaşamına o kadar bağlıdır ki, Tengrici kavimlerin yerleşik bir yaşama geçişleri daima göçebe hayatı ile birlikte Tengriciliği de bırakmalarını ve diğer inançları kabul etmelerini beraberinde getirmiştir. Göçebeliği bırakmayan kavimler, Tengriciliği de bırakmamışlardır. Doğu ve Orta Avrupa'da, Orta Çağ'ın sonlarına kadar, Tengri'ye dua eden bâzı ufak göçebe kavimlere rastlamak mümkün olmuştur.
"Tudomany" kelimesi eski Macarcada "sihir" ya da "esrarengiz bilgi" anlamına gelirdi (günümüzde "bilim" demektir). "Taltos" denilen Macar Şamanları günlerce sürebilen bir baygınlıktan sonra "tudomany"yi elde ederlerdi. "Taltos" kelimesi Eski Türkçe "tal-" ya da "talt-"'dan (günümüz Türkçesi: "dalmak") kaynaklanır ve "bayılmak" ya da "şuurunu kaybetmek" anlamına gelir. Şaman olma işlemi, şaman olacak kişinin kendinden geçmiş bir vaziyette "Gök'e kadar uzanan ağaca" (Macarca "Tetejetlen nagy fa") tırmanması ile gerçekleşirdi. Bu "Dünyalar Ağacı", bu halkların inancının bir parçasıydı.
Ön Bulgarlar, Gök tanrısı Tengri'ye "Tangra" derlerdi ve Tengricilik için tipik olan dağların kutsallığına inanma kapsamında Balkan'ın en yüksek dağına "Tangra" adını verdiler. Bu dağın adı Osmanlılar tarafından 15. yüzyılda "Maaşallah"'a çevrilene kadar böyle kalmıştır. Bugünkü Bulgarca'da bu dağın adı Maaşallah'tan türetilmiş şekilde "Musala"'dır.
Ayrıca şimdiye kadar bulunan 80 civarında eski Bulgar Run yazıtının neredeyse hepsinde "Tangra"nın adı geçmektedir. Bulgarlardan önce de Trakyalılar ve Yunanlar tarafından kutsal sayılmış olan ve eteklerinde eski Yunan tapınakları bulunan Perpenikon Dağı'nın en yüksek zirvesindeki dikili taşa, eski verimlilik tanrıçası olan Umay'ın resmi kazınmıştır.
Bulgarların Tengriciliği 864 yılında Han Boris (Mikail) I.'in Hristiyanlığı kabul etmesi ile sona ermiştir.
Avrupa'ya göç etmiş olan göçebe Tengrici kavimler, yerli olmaları ile birlikte zamanla eski inançlarını unutmuş ve yerli Slav, Germen ve Roman halklarıyla karışmışlardır.
10. yüzyıl öncesinde Araplar ve Farslarla temasa girip İslam'ı kabul etmiş olan Türk boyları vardır. Ama İslam'ı toplu halde kabul etmiş olan ilk büyük Türk topluluğu, Saltuk Buğra Karahan emri altındaki Karahanlılar olmuşlardır (920). Bundan sonra İslam, Orta Asya'nın güneybatısındaki Türk kavimleri arasında hızla yayılmıştır.
Bâzı Türk kavimlerinin İslama katılmadan evvel Nestoryan Hristiyanları oldukları hakkında da kanıtlar bulmak mümkündür. 581 yılından kalma bir Farsça yazıda, bir savaştan sonra esir düşen Türk askerlerinin yüzlerinde Haç dövmeleri bulunduğundan söz edilir.
762 yılında Bögü Kağan, Göktürk ülkesinin parçalanmasından doğmuş olan Uygur ülkesinde, Mani dinini ülkenin resmî inancı olarak ilan etmiştir. Ama Farslardan alınmış olan Mani dini, eski Türklerin Tengricilik ilkeleriyle kesinlikle bağdaşmadığından Uygur halkının tümüyle bu dini kabul ettiğine inanmak zordur.
Bundan yüz yıl kadar sonra, Uygurların çoğunluğu Budizmi kabul edip bu temelin üzerine ilk "yerleşik Türk kültürünü" geliştirmişlerdir. Hatta Budizmin öncüleri olup, dini diğer halkların arasında yaymaya başlamışlar, bi |
nlerce Çince ve Sanskritçe Budist yazısını özenle Türkçeye çevirmişlerdir. Budizmi kendi kültürlerine göre şekillendirmiş ve hatta ilk kez kadınlar için bir manastır inşa ederek "Budist rahibeler" geleneğini başlatmışlardır. Kırgızlar'ın saldırısından sonra bir süre göçebeliğe geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bugünkü Uygurlar çoğunlukla Müslümandır. Uygurlar bâzı gelenekleri Budizmden İslam'a taşımışlardır. Örneğin, kendini ruhsallığa adamış, maddi varlığı olmayan, göçmen rahip geleneğini İslam'da da devam ettirerek, kapı kapı dolaşarak hayır duaları ile geçimini sağlayan ve bazen ermiş olarak görülen derviş geleneğini çıkarmışlardır. İslam'daki tüm derviş şekilleri buradan kaynaklanmıştır.
16. yüzyıldan sonra, Sibirya'nın Türk kavimleri Ruslar tarafından gitgide Hristiyanlaştırılmış ve Slavlaştırılmıştır. Ama bu toplulukların Hristiyanlığında hâlâ Tengricilik kalıntılarını bulmak mümkündür. Örneğin hâlâ Şaman geleneği sürdürülmektedir ve köylerdeki Şamanlara olan güven, köyün papazına ya da doktoruna olan güvenden daha fazladır. Bugün Tengricilik artık sadece Moğollarda Lamaizm ile karışmış bir şekilde ve hâlâ doğaya bağlı ve göçebe yaşam sürdüren bâzı Sibiryalı küçük Türk kavimlerinde görülmektedir.
Tengriciliği bugüne kadar muhafaza etmiş olan kavimler daima göçebe olmuşlardır. Bâzı Müslüman Türkmen ve Kırgız boyları hâlâ tamamen veya kısmen göçebe bir yaşam sürdürmektedirler. Bu boylarda, eski dini törelerini İslami dualar ile karışık şekilde uygulayan şamanlara rastlamak mümkündür.
Son yüzyıllarda birkaç defa Tengriciliği modernleştirme ve canlandırma denemeleri yapılmıştır. Bu çabalardan biri, Altay bölgesinde doğmuş olan ve Batılı bilimcilerin "Burkhanism" dedikleri Burhancılık ya da "Ak Yang" (Ak Din)'dır. 1902 yılından 1930 yılına kadar süren Ak Din'in en önemli özelliği Şamanlara ve Ruslara karşı düşmanlığıdır. Onlara göre Şamanlar, yüzyıllar boyunca diğer dinlerin ritüellerini taklit etmiş ve saçma sapan şeyler yapmaya başlamışlardır. Ak Din, Şamanların Gök'ün (yani Tengri'nin) değil, yeraltının, yani kötülüğün temsilcileri olduklarını vurgulamış ve Şamanları yok etmeye çağırmıştır. Ak Din için vaaz verilen toplantılarda Şaman elbiseleri, Şaman davulları ve hatta Rusların şeytanlığı olarak görülen Rus kâğıt paraları bile yakılmıştır. Bu uygulamalara 1930 yılında Ruslar tarafından, şiddetli ve kanlı bir şekilde son verilmiştir.
Güneş, ay, ateş ve su, Tengri'nin kudretinin sembolleridir. İnsanların Gök'e dua ederek elde ettiklerine inandıkları "Buyan" adlı enerji, güneşin göğün neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. En fazla "buyan"ın yeni ay ve dolunayda elde edilebildiğine inanılır. Senenin en uzun gününün yaşandığı ve gündüz ile gecenin eşit olduğu günler, en önemli bayramlardır.
Yılbaşı, 21 Aralık'tan sonra gelen ilk yeni ayda, "Kızıl Güneş Bayramı" 21 Haziran'dan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır.
Venüs gezegeninin Türklerdeki adı "Erklik, " Moğollar'daki adı "Tsolman"dır. "Ateşli ok" denilen yıldız kaymalarını ve yeryüzüne düşen meteorları Erklik Han'ın gönderdiğine inanılır (Erlik Han ile karıştırılmamalı). Büyük ayı yıldızlarına Moğollar'da "Doolon Obdog" ("Yedi Yaş Damlalı Adam") derler. Gök'ün Ülker yıldızlarına bağlı olduğuna, ve Ülker'in etrafında döndüğüne inanılır.
Beyaz Ay bayramında 14 adet tütsü yakılır. Bunların ilk yedisi "Yedi Yaş Damlalı Adam" ve diğer yedisi Ülker içindir.
Çoğu eski inançlardaki gibi Tengricilikte de gerçek âlemin yanında bir "gök âlemi, " bir de "yeraltı âlemi" vardır. Bu âlemlerin arasındaki tek bağlantı, dünyanın merkezinde duran "Dünyalar Ağacı"dır.
Gök âlemi ve yeraltı âleminin yedişer katları vardır (bazen yeraltı dokuz, gök de 17 kat olarak geçmektedir). Şamanlar bu âlemlere yolculuk yapmak için birçok girişler tanırlar. Bu âlemlerin katlarında, aynı yeryüzündeki insanlar gibi bir hayat sürdüren varlıklar vardır. Onların da kendi saygı gösterdikleri ruhları ve şamanları vardır. Bazen bu varlıklar yeryüzünü ziyaret ederler ama insanlara görünmezler. Sadece ateşin garip bir cızırtısında ya da bir tilkinin havlamasında kendilerini belli ederler ve şamana görünürler.
Yeraltı âleminin yeryüzü ile çok benzerlikleri varsa da yeraltı halkının insanlarda olduğuna inanıldığı gibi üç yerine sadece iki ruhu vardır. Onlarda vücut ısısını üreten ve nefes alınmasını sağlayan "ami ruhu" eksiktir. Bu yüzden çok beyaz tenlilerdir ve kanları çok koyu renklidir. Yeraltı âleminin güneşi ve ayı çok daha az ışık verir. Yeraltında da ormanlar, ırmaklar ve yerleşim yerleri vardır.
Yeraltı âleminin efendisi Erlik Han'dır (Moğolca: Erleg Han). Erlik, Tengri'nin bir oğludur. Yeraltında yeniden doğmayı bekleyen ruhları da Erlik Han kontrol eder. Eğer hasta bir insanın "süne ruhu" daha ölmeden yeraltı âlemine kayarsa bir şaman, Erlik Han ile pazarlık yaparak onu tekrar geri getirebilir. Eğer bunu başaramazsa hasta ölür.
Gök âleminin de yeraltı âlemi gibi yeryüzü ile benzerlikleri varsa da bu âlemde insanların ruhları bulunmaz. Bu âlem, yeryüzünden çok daha aydınlıktır. Bâzı rivayetlere göre yedi tane güneşi vardır. Yeryüzündeki şamanlar bu âlemi ziyaret edebilirler. Burada sağlıklı, hiç dokunulmamış bir doğa vardır ve buranın yerlileri atalarının geleneklerinden hiçbir zaman sapmamışlardır. Bu âlem Tengri'nin diğer bir oğlu olan Ülgen'in himayesi altındadır.
Bâzı günlerde Gök âleminin kapısı aralanır ve ışığı bulutların arasından parlar. Bu anlar, şaman dualarının en tesirli olduğu anlardır. Bir şaman, kendisini gök âlemine götüren hayalî yolculuğunu bir kuşun, geyiğin ya da atın sırtına binerek ya da bu hayvanların şekline girerek gerçekleştirir.
Bir tengriciye göre Dünya sadece üç boyutlu bir ortam değil, aynı zamanda durmadan dönen bir çemberdir. Her şey bu çemberin içine bağlıdır ve çember durmadan eskir ve yenilenir. Dünya'nın üç boyutu, Güneş'in hareketi, durmadan hareket halinde olan mevsimler ve bütün yaratıkların ölümden sonra tekrar doğan ruhlarından oluşur.
Tengricilikte insan ve hayvanların birden çok ruha sahip olduklarına inanılır. Genelde her insanın üç ruha sahip olduğu kabul edilir ama ruhların isimleri, özellikleri ve sayıları bâzı kavimlerde farklı olabilir: örneğin Sibirya'nın kuzeyinde yaşayan ve bir Moğol halkı olan Samoyetler, kadınların dört, erkeklerin beş ruha sahip olduklarına inanmaktadırlar.
Kuzey Amerika'da, Orta ve Kuzey Asya'da araştırmalarda bulunmuş olan Paulsen ve Hultkratz, bu ruh inancının bütün halklarda aynı olan iki ruhunu şöyle açıklamışlardır:
Bunların yanında kavimden kavime değişen "kısmet ruhu, " "koruyucu ruh" ve bir de "çocuk ruhu" inancını tarif etmişlerdir. Yeni doğan bir çocuğun "Omi ruhu" olduğuna ve bu çocuk, bir yaşına girdiğinde bu ruhun "Ergen ruhu"na dönüştüğüne inanılır. Ayrıca aynı kavme ait olan insanların bir "kolektif ruh"a sahip olduklarına inandıkları tespit edilmiştir. Bu "kolektif ruh" inancı, aynı türe ait olan hayvanlara da yansıtılır. Yani aynı türe ait olan hayvanların büyük bir toplu ruha bağlı olduklarına inanılır.
Türklerde ve Moğollarda insan ruhları için birçok farklı isimler bulunur ama bunların özellikleri ve anlamları henüz yeterince araştırılmış değildir.
Jean Paul Roux, bu ruhların yanında bir de Uygurlar'ın Budist dönemlerinden kalan yazılarda sözü edilen ""Özkonuk"" ruhuna dikkati çeker.
Moğolistan'a araştırmalar yapmak için gidip sonunda hayatını Tengriciliğe adamış ve "Sarangel Odigen" adlı Şamaniçe olarak Moğolistan'da vefat eden bilimci Julie Stewart, Tengricilik hakkında yazdığı makalelerinden birinde ruh inancını şöyle tarif etmiştir:
Hayvanların iki ruhu vardır. Hayvan öldüğünde bunlardan birisi tekrar dünyaya gelir ve diğeri doğaya yerleşir. Hayvanlar, yeniden dirilebilen bir ruha sahip oldukları için onlara da saygılı davranmak ve eziyet etmemek gerekir.
"Kut", Tengri'nin sadece hükümdarlara verdiği güçlü bir ruhtur. Tengri, bu ruhu bir kağana uygun gördüğü zaman verir ve yine uygun gördüğü zaman geri alır. Bu ruha sahip olan bir kağanın unvanına ""Tengrikut"" eklenir.
"Iduk" Umay'ın, Yer Su'ların ve bâzı diğer dişi cinsiyetli kutsal varlıkların ismine katılan bir ektir ve henüz yeterince araştırılmamıştır. Jean Paul Roux'un fikrine göre, "Kut"un dişi varlıklara verilen uyarlamasıdır.
Tengricilikte ataların kutsal sayılması ve hatta bâzı büyük hükümdarların ölümlerinden sonra tanrı olarak kabul edilmesinden dolayı kabileden kabileye farklı tanrısal varlıklar bulunur. Bu yüzden Tengriciliğin bütün kutsal varlıklarını bir araya toplanması imkânsız gibidir. Mesela Altaylarda çok yüksek bir tanrı olarak görülen Kara Han'ın Oğuz Han'ın babası olduğu düşünülmektedir. Ayrıca Macar bilimcilere göre Macarcadaki "tanrı" anlamına gelen "İsten" kelimesi İstemi Kağan'a ölümünden sonra tanrı olarak tapılmasından kaynaklanmaktadır.
Tengriciliğin bir tek-tanrı dini olup olmadığı hakkında farklı görüşler var olduğu için bu kutsal varlıkların gerçekten "tanrı" olarak mı, yoksa sadece "güçlü ruhlar" olarak mı adlandırılması gerektiği kesin olarak söylenememektedir. Bu konu hakkında bilimcilerin farklı görüşleri, aşağıda Tek-Tanrı Kuramı başlığı altında ele alınmıştır.
Tengri'nin yanında Tengriciliğin coğrafyasında en yaygın ve en tanınmış kutsal varlıklar şunlardır:
Günümüzdeki Yakutlar ve Altaylar, yukarıda sayılan dört tanrısal varlığın yanında ayrıca şu kutsal varlıkları tanımaktadırlar:
Tengricilikte tabiat ruhlarla doludur. Bu ruhlar bulundukları yerlere ve özelliklerine göre kategorilere ayrılırlar. Bunların isimleri Tengrici halkların farklı dilleri ve lehçelerine göre değişebilir. Ama bunlar, genel olarak iki büyük gruba ayrılabilirler:
Rafael Bezertinov yazdığı "Tengrianizm: Religion of Turks and Mongols" adlı kitabında Türklerde 17 kutsal varlığın (Tengri, Umay, Erlik, Ülgen vs.), Moğollarda ise 99 "Gök ruhları"nın 77 "Yer ruhları" ile karşı karşıya durduklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca çoğunlukla Tengri ile bağlantılı olarak kullanılan "kök" (mavi) kelimesinin, bir "gök ruhu" taşıdığı inanılan yaratıklara da eklendiğine dikkati çeker;
Şamanlar, birçok ruhu kontrol ed |
ebilir ama bâzı gök ruhları o kadar güçlüdür ki bir şaman onları etkileyemez. Bir ruh, sadece denge bozulduysa ve düzeltilmesi gerekliyse rahatsız edilebilir. Önemsiz meseleler veya sırf merak için rahatsız edilmemeleri gerekir.
Moğollarda Tengri'nin yanındaki en güçlü kutsal varlıklar Gök'ün ayrı yönlerinde bulunduklarına inanılan dört kudretli gök ruhudur. Moğollar bunların adlarına da "-tenger" (gök) eklerler:
Moğolların bu gök ruhları çok güçlüdür ve etkilenemezler. Şamanlar, onlardan sadece bir âyinde yardımcı olmalarını rica edebilir. Bu ruh gruplarının dışında bir de Çor (Moğolca: Çotgor), Ozor, Ongun, Körmöz ve Burhan ruhları vardır.
Tengrici bir insanın doğaya karşı büyük saygısı vardır, çünkü doğa ruhlarla doludur. Büyük bir dağın, görkemli yaşlı bir ağacın, bir gölün ya da bir vahşî hayvanın bir ruhu ve böylece bir kişiliği vardır. İnsan doğadan sadece kendine ve ailesine lazım olduğu kadarını alır, savurganlık Tengri'yi ve Yer suları öfkelendirir. Eğer insan doğadan bir şey alabildiyse bu sırf doğa ruhlarının rızası ile olmuştur. Bu yüzden onlara minnettar olması gerekir.
Çin'in Tang döneminden kaldığı düşünülen Göç destanında Türkler, 40 kuşaktan beri kutsal saydıkları ve ondan güç aldıkları bir kayayı Çinlilere bırakırlar. Gök, âniden garip sarımsı bir renge bürünür, kuş ötüşleri ve doğadaki diğer sesler kesilir, bozkırlar sararmaya, solmaya başlar, Türklerin ve sürülerinin arasında salgın hastalıklar çıkar ve doğadan Yer suların sesleri duyulur "gööç gööç" diye. Yer su ruhları bu şekilde kendilerine ihanet eden Türkleri memleketlerinden kovar ve cezalandırırlar.
Dağ ruhlarının çok güçlü olduklarına inanılır ve bereket için onlara dua edilir. Her Tengrici halk, yaşadığı bölgenin en yüksek dağına hitap eder. Böylece günümüze kadar tüm Avrasya'da bâzı dağ isimleri, bu eski inancın kalıntıları olarak muhafaza edilmiştir. Bir Dağ ruhuna edilen dua, bir "Oba"ya yöneltilir. Bu oba, dağın yakınında bulunan ve o dağı temsil eden, 2-3 metre yüksekliğinde dallardan oluşan bir yığıntıdır, yanından geçen kimse üç kez etrafında dolanır ve sonunda obanın tepesine bir taş koyar. Böylece yolculuğunun devamı için uğur ve kendisi için güç aldığına inanır.
Bâzı kavimlerde dağa verilecek kurban, dağda bulunan bir gölün içine atılır.
Tengricilikte iki türlü adak vardır; kanlı adak ve kansız adaklar.
En çok makbule geçtiğine inanılan adak hayvanları beyaz atlardır. Atların dışında koyun, keçi ve sığır da kurban edilir. Tengricilikte bir hayvanı kurban ederken dikkate alınması gereken birçok kural vardır. Bir hayvanın tekrar doğacak olan bir ruhu olduğu için ona karşı saygı duyulur ve hayvana gereksiz acı vermemeye çalışılır. Kurban hayvanının başı kesilmez, çünkü ruhu kafasında, boynunda ve solunum yollarında bulunur ve bu yüzden bölünmemesi gerekir. Ayrıca kanının akmaması, kemiklerinin kırılmaması ve hayvanın, postun karın kısmında bulunan bir yırtığın dışında tek parça kalması gerekir. Hayvanın karın kısmından bir kısım kesilerek buradan hayvanın içine el sokulup can damarı bölünür. Moğolistan'da hâlâ bu şekilde yapılmaktadır. Daha sonra hayvan ikiye bölünür ve iki ayrı ateşin üstüne asılır. Hangisinin dumanı dik bir şekilde göğe doğru çıkarsa o bölümü kül olana kadar ateşin üzerinde bırakılır. Çünkü o bölümün kokusunun Tengri'nin hoşuna gittiğine inanılır. Günümüzün Müslüman Kırgızları, kurban bayramında da at kurban ederler.
Kansız adak olarak özel seçilmiş çeşitli gıda malzemeleri, içki, tütün, silah, ev eşyaları ve at yarışları ile güreş gibi farklı şeyler kullanılır. Mesela gök gürüldediğinde bir tas kımız, yoğurt ya da ayran ile üç kez çadırın etrafında dolanılır. Yıldırımın düştüğü noktada gençler, Tengri'nin hoşnutluğunu tekrar kazanmak için güreşler ederler. Ama her gün yapılan ve en sık rastlanan adak, bir tas kımızdan Gök'ün dört yönüne doğru biraz sıçratarak o içkiyi böylece Tengri'ye, Ötüken'e, atalara adayıp gerisini bir dikişte içmektir. Bu gelenek, günümüze kadar tüm Sibirya'da ve özellikle Moğolistan'da yaygındır. Bazen votka ile de yapılmaktadır.
Tengricilikte bir insanın birden fazla ruha sahip olduğuna ve bu ruhların farklı özellikleri olduğuna inanılması, dönemsel ve bölgesel farklı cenaze merasimlerine yol açmıştır.
Jean Paul Roux'a göre, eski Çin yazılarında Usunların cenazelerini erken dönemlerinde yaktıkları ve daha geç dönemlerde gömdükleri hakkında kanıtlar bulunmaktadır. Bâzı başka kaynaklara göre gömülecek cenazeler için mezarın konumu bir akarsunun yakınında seçilir ve bu, vücudun dışında akarsular yolu ile hareket eden süne ruhunun dikkate alındığına işaret eder. Diğer kaynaklarda mezarların konumu yüksek tepelerde seçildiğine kanıtlar bulunur ve bu, gök ile ilişkisi olan nefes ruhunun dikkate alındığına işaret eder.
Kaşgarlı Mahmud da eski Türklerin cenaze gelenekleri hakkında çok faydalı bilgiler aktarmıştır. Yukarıda saydığımız geleneklerin yanı sıra ağaçların üstünde sergilenen cenazeler olduğunu, cenaze merasimlerinde geride kalan yakınların kendilerine tırnakları ve bıçaklar ile zarar verdiklerini yazmaktadır. Cenaze merasiminde özellikle yüzlerini yaralayıp kan gelmesini sağlamaya önem verilmiştir. Çünkü göz yaşlarının kan ile karışıp akmasının derin bir anlamı vardır. Dikkate alınan geleneklerden cenaze çıkan bir evden 40 gün boyunca hiçbir şey alınıp bu eve hiçbir şey verilmemesidir. Bâzı kavimlerde 40 gün boyunca ölünün adı anılmaz, aksi takdirde ölünün ruhu o evi terk etmeyeceğine ve gitmesi gereken yola çıkmayacağına inanılır.
Jean-Paul Roux'nun "Türklerin ve Moğolların Eski Dini" başlıklı çalışmasından:
Emel Esin'in "Türklerde Maddî Kültürün Oluşumu" adlı eserinden:
“Kök Türkler hakkındaki Çin rivayetlerinden anlaşıldığına göre ceset, kubbeli ve yuvarlak biçimli olan Türk çadırına yatırılıyordu. Takvimde uygun bir gün seçerek yuğ merasiminin iki safhası icra edilirdi. Kök Türk beylerinin mezar taşlarında yuğ tarihleri verildiğine göre, gün belirlenirken bâzı astrolojik düşüncelerin varlığından da söz edilebilir. Esasen görüleceği gibi mezar taşlarında astrolojik simgeler de bulunuyordu. Merasim için seçilen günde ceset, at üzerine bindirilip bazen çadır şeklinde bir köşk içinde silahları ve madenî ayna gibi kıymetli eşyaları yakılıyor ve başka bir mevsimde küller gömülüyordu. Türk kağanlarının mezar abideleri dağ şeklindeydi. Daha sonra Kök Türklerde ve Oğuz Türklerinde olduğu gibi ceset yakılmadan gömülüyorsa giyimli ve zırhlı olarak, silahları ve elinde bir kadeh içki bulunan ceset, atıyla mezara yerleştiriliyordu. Mezar âbidesi olarak ölenin bir portresi ve hayatı sırasında giriştiği savaşlardan sahneler tasvir ediliyordu.
Ölen kimsenin hayattayken savaşta öldürdüğü kişilerin simgesi olan taşlar veya heykellere balbal deniyor ve bunlar da mezarın etrafına dikiliyordu. Balballar ve ölene kurban edilen hayvanlar, öbür dünyada hizmete tahsis edilmiş sayılıyordu. J. R. Hamilton ve E. Tryjarski tarafından yeni okunan geyikli bir Kök Türk mezar taşı yazısından anlaşıldığı üzere kurban edilen hayvanların da tasviri yapılıyordu.
Ölenin, onun maiyetinin ve balballar ile kurbanlık hayvanların tasvirleri dikili taşa oyulmuş bir heykel veya kabartma olmaktaydı. Ölenin hayat safhalarını temsil eden levhalar da taşa naklediliyor veya az kabartmalı şekilde oyuluyor ya da kırmızı boyayla çiziliyordu. Bu eserlerin üslubu ilkel, fakat çarpıcı bir ifade biçimiyle kendini gösteriyordu. İnsan tasvirlerinin hiçbiri diğerine benzememekte, kaynaklarda ölenin portresinin yapıldığı hakkındaki bilgi teyit edilmiş bulunmaktadır. Sin adı verilen bu mezar âbidelerinin bazısında Türk sanatkârlarının adları da okunmuştur.”
Jean Paul Roux'nun "Altay Türklerinde Ölüm" başlıklı araştırmasından:
Tengricilikte "Kam" (Şaman), kutsal birisi değildir. Sadece ruhlar ile iletişim kurabildiği için toplum ona saygı gösterir. Bu yüzden diğer dinlerden tanılan din adamları ile karşılaştırılması doğru olmaz. Kam'ın en önemli görevleri bozulan dengeyi tekrar yerine getirmek ve hastaları iyileştirmektir. İnsanların günlük ibadetleri için bir kama ihtiyaçları yoktur.
Bâzı kamlar daha güçlü ruhlar ile iletişim kurabilir ve diğer kamlardan daha güçlü olur. Ak ve Kara kamlar vardır. Bunların görevleri ve hünerleri farklıdır. Ak kamlar Gök'e bağlı ruhlar ile, kara kamlar ise yere ve yeraltı âlemine bağlı ruhlar ile iletişim kurarlar. Kamların giysilerine "manyak" denir. Kam'ın manyağına asılı bir sürü kendisine güç veren ya da kendisini kötü ruhlara karşı koruyan eşyalar vardır..
Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta Asya Şamanizminin temelleri Göktanrı, Güneş, Yer Su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir. Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır.
“İbn-i Sina görünüşe göre Türkmenlerin, yani göçebe Türklerin bir kabilesinde gerçekleşen bir şaman seansına katılmıştır: ‘Bir kehanet elde edebilmek için başvurulduğunda kâhin her yönde koşmaya koyuluyor ve bayılıncaya kadar nefes nefese kalıyor. Bu durumdayken hayalinin kendisine gösterdiği şeyleri dile getiriyor ve orada hazır bulunanlar, gereğini yapmak için sözlerini dikkatle dinliyorlar.’ Yine aynı 11. yüzyılda Kaşgarlı kam kelimesini dört kez kullanıyor. Bunu ‘kâhin’ şeklinde çeviriyor ve niteliğini üç örnekle açıklıyor: ‘Şamanlar, anlaşılmayan çok sayıda kelime söylediler.’ ‘Şaman büyü yaptı.’ ‘Şaman bir kehanette bulundu.’”
Tengriciliğin günümüze kadar çok canlı kalmış olan Moğolistan'da insanların kişisel gücü "Rüzgâr tayı" olarak tanımlanır. Rüzgâr tayının gücü, insanın dünyasını dengede tutması ile bağlantılıdır. Çok güçlü bir rüzgâr tayı, insanın sağlam bir mantığa sahip olmasını, kişisel gücünü dışarıya yansıtmasını ve daima doğru kararlar vermesini sağlar. Eğer bir insan gücünü kötü niyetleri için kullanır ve böylece dengeyi bozarsa bu, onun rüzgâr tayını zayıflatır. Böylece kötülük yapan insanların kendilerine de zarar verdiklerine inanılır (Karma felsefesinde olduğu gibi).
İnanışa göre rüzgâr tayı her gün yapılabilen ufak uygulamalar ile gü |
çlendirilebilir. Mesela kıymetlı bir içecekten göğün dört yönüne doğru sıçratılarak, Gök'e (Tengri'ye), yere ve atalara adak verilir ve dua edilir.
Buyanhışıg ya da kısaca Buyan da rüzgâr tayına benzeyen bir kavramdır. Bir insanın davranışları ile güçlenir ya da zayıflar. Tabulara dikkat edilmediğinde, atalara karşı saygısızlık yapıldığında ve gereksiz yere doğaya zarar verilip hayvanlar öldürüldüğünde doğadaki ruhlar öfkelenir ve insanın Buyanı zayıflar. Rüzgâr tayında farklı olarak Buyan, daha çok toplumsal bir enerji kaynağı olarak görülür. Bir kavime ait olan tek bir kişinin yaptığı hata ile tüm kavimin Buyanı zayıflayabilir. Bu yüzden insanlar, birbirlerine karşı da hata yapmamaları için dikkat ederler. Bir kavimin Buyanını güçlendirmek için bir şaman tarafından yönetilen törenler yapılır.
Rüzgâr tayı ve Buyan inanışları, insanların bâzı kurallara uyarak birbirleri ve çevreleri ile geçinmelerini sağlar..
Eski Türklerin daima hareket hâlinde olmuş olmaları, bu yüzden yeterince kazı yapılabilecek yerleşim yerleri bulunamaması, yazı kullanmaya çok geç başlamış olmaları (6. yüzyıl) ve sık sık yabancı kültürlerin etkisi altında kalmış olmaları, antik Türkleri araştırmayı çok zor bir mesele hâline getirir.
Ancak 6. yüzyıldan itibaren kendi yazdıkları dikili taşlar eski Türkler'in neye inandıklarını kanıtlamakta ise de yabancı halkların kalıntılarında Türkleri tarif eden çok daha eski yazılar bulunmaktadır. En mühim bilgiler Çin, Arap, Fars ve Bizans kitâbelerinde bulunur. Ancak bu halklar, Türkleri çoğunlukla düşman olarak görmüş oldukları için yazdıkları da neredeyse hiç olumlu değildir. Bu yüzden yabancı kaynaklarda Tengrici Türkler 'iki ayak üstünde yürüyen köpekler', 'insanlık dışı barbarlar', 'kurt ya da köpek kafalılar' gibi adlandırılmışlardır. Buna rağmen bu kaynaklarda da faydalı bilgiler bulmak mümkündür.
Orta Çağ'ın Türk araştırmacısı Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda tamamladığı Divân-ı Lügati't-Türk adlı sözlüğü, Tengriciliği araştırmak açısından en kıymetli kaynaktır. Kendisi Müslüman olan Kaşgarlı Mahmud, "kâfirler" diye adlandırdığı Tengrici Türklerin yaptıklarını beğenmediğini her fırsatta belirtmiştir. Buna rağmen yazdığı eseri günümüze kadar, İslâm öncesi Türkleri araştıran bütün bilimciler arasında en güvenilir kaynak olarak kabul edilir.
Günümüzde antik Türkleri ve onların inançlarını araştıran bilimcilerin sayıları artmıştır. Ancak birçok önemli noktada tartışmaları hâlâ devam eden farklı görüşler yaygındır.
Eski Türk inancının tek tanrıcı mı, çok tanrıcı mı olduğu hakkında farklı fikirler vardır. Bu noktada en mühim tartışma konusu "Tengri" kelimesinin hangi zamanda "Gök" ve hangi zamanda "Tanrı" anlamında kullanılmış olduğudur. Her iki anlamı da her kaynakta mantıklı bir telaffuz oluşturur. Bu sorunun cevabını bulmak, emin olabilmek için çok mühimdir.
Viyana Üniversitesi'nin bir makalesinde eski Türk inancı hakkında iki genel fikir olduğu şöyle açıklanmaktadır:
Jean Paul Roux, bu konuya da diğerlerinden daha çok açıklık getirmektedir:
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bu rejimin baskısından kurtulmuş olan Türk halkları, tekrar kendi köklerini ve millî kişiliklerini aramaya başlamışlardır. Bu gelişme, 1990'lı yıllarda ilk başta Tataristan'da, sonradan Rusya'da ve Kırgızistan'da belli olmuştur. Tataristan'da bu hareketin ismi ilk başlarda "Bizneng yul" (Bizim yol) iken sonradan "Tengirçilik" (Tengricilik) daha sık duyulur olmuştur. Zamanla Tengricilik, halkın arasında yaygın olan bir heves olmaktan çıkmış, devlet tarafından desteklenmeye ve enstitüleri kurulmaya başlanmıştır. Böylece 1997 yılında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te Tengrici bir topluluk kurulmuş ve en son verilere göre 500.000 resmî üyeye sahiptir. Tengriciliğin Kırgızistan'da bulunan başka önemli bir kuruluşu da "Tengir Ordo" (Tengri'nin Ordusu)'dur. Bu kuruluş, Kırgızistan'ın parlamentosunda milletvekili olan Dastan Sarygulov tarafından kurulmuş ve yine kendisi tarafından yönetilmektedir. Ayrıca Tengricilik araştırma merkezidir. Bu kuruluş, İstanbul Üniversitesi'nin Türk Dünyası Araştırma Merkezi ile bir işbirliği yapmaktadır. Tengir Ordo'nun çalışmalarına zamanla diğer Türk halklarının da ilgisi artmış ve Orta Asya'da çok kez basına yansımıştır.
Kazakistan'ın Başbakanı Nursultan Nazarbayev ve Kırgızistan'ın Başbakanı Askar Akayev, yaptıkları konuşmalarında Tengriciliğin Türk halklarının ortak millî ve geleneksel inancı olduğunu vurgulamaktadırlar.
Tengriciliğin Moğolistan'daki organizasyonu ""Golomt Center for Shamanist Studies"" (Golomt Şamanist Çalışmalar Merkezi)'dir. Bu kurum, Tengriciliği araştırmanın yanı sıra bu inancı Batılı ülkelere de tanıtıp yayma amacıyla bir İngilizce İnternet sitesi yayınlamaktadır.
Ayrıca Prof. Dr. Schagdaryn ve Dr. Sendenjaviin Dulam gibi bâzı Moğol bilimcileri, Dünya'nın birçok yerinde yüksekokullarda konuşmalar yapmaktadırlar.
'80'lerin sonu ve '90'ların başında, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla, Çuvaşistan'da Vattisen Yaly adı verilen ve Çuvaş Toplumunun etnik dinini yeniden canladırmayı hedefleyen bir Tengricilik şekli ortaya çıkmıştır. Vattisen Yaly'i takip edenler "Doğru Çuvaş" olarak tanımlanmaktadır.Çuvaş Ulusal Kongresi, 1990'lar boyunca boyunca bu Ulusal Din düşüncesini sürdürmüştür.Ülkenin aydınları, bu inanışın izini sürerek, eski ritüelleri yeniden uygulayarak topluma kazandırmışlardır.Vattisen Yaly üzerine teolojik tartışmalar sürdürülmüş ve bazı aydınlar tarafından, Katolik Kilisesi inancına benzer şekilde teslis formunda, bazı aydınlarca da tektanrıcı formda olması gerektiği belirtilmiştir.
Bu gelişmelerin yanında Orta Asya ülkelerinin bayraklarında ve armalarında Tengricilikle alakası olan sembollerin geriye döndüğü dikkati çekmektedir. Özellikle Gök'ün mavi rengi ve kurt sembolleri günümüzün Türk Cumhuriyetleri'nin bayraklarında yer almaktadırlar.
Tengrizm kelimesi henüz yayılmak üzere olduğundan farklı kavramlara da rastlamak mümkündür.
Şohet
Şohet: Musevilik’de yenilmesi serbest olan hayvanların kesiminin Şehita adı verilen kurallar dahilinde, özel bir kesim tekniği ile bu işin eğitimini almış ve anatomi bilgisi olan yetkili bir kişi tarafından yapılması gereklidir bu kişiye Şohet adı verilir.
Şohetlik eğitimi amlamış herhangi bir Musevi’nin kesmiş olduğu et, kaşer değildir aynı şekilde Şohet eğitimi almamış bir haham dahi Museviliğe göre kesim yapma hakkına sahip değildir. Şöhet eğitimi almamış bir Musevi kesim yaparsa bu hayvan trefa (murdar) olmuş sayılır.
Bir cemaatte Şohet olmak isteyen, Museviliğin kurallarını iyi bilen ve pratikte de uygulayan bir Musevi, gerekli eğitimlerden geçirilir. Bu eğitimde kesim yapacağı hayvanların anatomileri, bu hayvanlarda bulunabilecek hastalıklar ve kesim tekniği ile ilgili bilgiler verilir. Uzun süren bu eğitimden sonra diplomasını alan Şohet, diplomasında kesmesine izin verilen hayvanları (Kümes hayvanları, küçükbaş hayvanlar, büyükbaş hayvanlar ya da hepsi) kesme yetkisine sahip olur.
Şohet eğitimini almamış kişi tarafından veya şehita kurallarına uyulmadan yapılmış kesim hayvanın etini trefa (Mundar) hale getirir.
Menaker
Musevilikte bir et şehita kurallarına uygun olarak bir şohet tarafından kesilmiş olsa bile bu hayvanın arka butları içerisinde siyatik siniri (Git anaşe) olduğundan yenilmesi yasaktır. Bu siyatik sinirini tek parça halinde çıkartan ve bunun eğitimini alan kişiye menaker adı verilir.
Menaker kesimi yapılan hayvan üzerinde uzun süren bir anatomi eğitimi almış olduğundan hayvanın sinirinin nereden geçtiğini çok iyi bilir ve bu siniri hiç zedelemeden tek parça halinde çıkartabilir.
Menakerlik eğitimi çok uzun sürdüğünden birçok Musevi Cemaatinde menaker bulunmaz bu sebeple, böyle cemaatlerde butların tamamı trefa sayılır ve yenilmez.
Trefa
Trefa ya da Taref (ibranice: טרף, "trehf"): Musevilikte bir yiyeceğin dini kurallara göre yenilmesinin haram olması durumu (Mundar). Bu kelime “Kaşer” (koşer) kelimesinin zıt anlamlısı olarak kullanılır.
Genel olarak:
gibi besinler trefa (murdar)’dır.
Ayrıca yenilmesi serbest olan etlerden üretilse bile:
Trefa kapsamına girerler, bu ürünler tüketilemeyeceği gibi, bu tür ürünlerin pişirildiği tencereler, kullanılan kapkacak da Trefa (murdar) haline gelir.
Şehita
Musevilikte yenilmesi serbest olan hayvanlar ile ilgili kesim kurallarına Şehita adı verilir.
Musevilikte bir hayvanın etinin yenilebilmesi için, o hayvanın yenilmesine izin verilen bir hayvan olması yetmez. Aynı zamanda o hayvanın da Musevi dini kurallarına uygun olarak kesilmesi gerekir. Şehita kurallarına uyulmadan yapılan kesim sonucu ortaya çıkan etler trefa sayılır ve Musevilerce tüketilemez. Şehita kurallarını bilen ve bu kurallara uygun kesim yapan kişiye ise Şohet adı verilir.
Parve
Kaşerut kurallarına göre Musevilikte et ile süt ürünlerinin aynı anda tüketilmesi yasaktır, et yiyen bir kişinin bunun üzerine süt veya süt ürünü içeren bir yiyecek yiyebilmesi için 3-6 saat kadar bir süre geçmesi gerekir. Yahudiliğe göre et veya süt grubundan sayılmayan sebze, meyve, hububat gibi besinlere Parve adı verilir.
Parve kategorisinde bulunan yiyecekler hem etlilerle hem de sütlülerle birlikte kullanılabilir. Bunun için bunların bulunduğu yiyeceklerin ambalajında Parve olduğunu belirten bir ibare mutlaka bulunur.
Lafarge
Lafarge, merkezi Fransa'nın başkenti Paris'te bulunan ve inşaat malzemeleri üreten şirket. Çimento, agrega ve beton, çatı malzemeleri, alçı ve alçı levha olmak üzere dört ana faaliyet alanı bulunmaktadır. Kuruluşu 1833'e kadar uzanan Lafarge Grubu'nun bugün 68 ülkede 160 fabrikası ve 68.000'i aşkın çalışanı bulunmaktadır.
Türkiye'deki ilk çimento fabrikası 1911'de Kocaeli, Darıca'da yerel ortaklarla kurulan Aslan Çimento'dur. Lafarge 1989 yılında bu fabrikayı bünyesine katarak Türkiye'de çimento sektörüne girdi. Şirket 1992 yılında Lafarge Ereğli Çimento Öğütme Tesisi'ni de bünyesine kattı. 1994'de Yibitaş Holding ile ortaklık yaparak Yibitaş Lafarge Orta Anadolu Çimento AŞ'yi kurdu. Bu yeni şirket Sivas, Çorum ve Yozgat Çimento fabr |
ikaları ile Samsun, Nevşehir, Hasanoğlan çimento öğütme tesislerini bünyesine kattı. 2008 yılı başında Lafarge Grubu'nun Orascom Çimento Grubu'nu satınalmasıyla, bu grubun Türkiye'deki yatırımı olan Van Çimento da Lafarge Türkiye çatısı altına geçti. 2009 yılında Türkiye'deki yatırımlarını satma kararı aldı ve Aslan Çimento ve Van Çimento satıldı.
Grubun Türkiye'deki yatırımları şu anda Lafarge Ereğli Fabrikası ile alçı alanında Dalsan firması ile olan ortaklığı Lafarge Dalsan'dır.
Holcim
Holcim, Dünya çapında ikinci büyük çimento üreticisidir. İlk sırada Fransa merkezli Saint-Gobain yer alıyor. Holcim'in merkezi Zürih, İsviçre'dedir.
Daha önceki adı 'Holderbank' ila tanınan Holcim, şimdikı adını 1990'lı yılların sonunda aldı. Bu isim Holderbank ve Fransızca çimento anlamına gelen ciments kelimesinden türemiştir.
Bu firma, 1912 yılında İsviçre'in Aargau Kanton'unda Holderbank köyünde kurulmuştur. Bugün şirkette 80.000 kişi çalışmaktadır.
UBS
UBS, merkezi İsviçre'nin Zürih ve Basel kentlerinde bulunan bir banka ve dünyanın en büyük finans şirketlerinden biridir. Kişiye özel bankacılıkta (Private Banking) yönetilen aktif toplamı miktarına göre dünyanın en büyük "Private Bank" idir.
UBS, Haziran 1998'de iki büyük İsviçreli bankalarının birleşmesinden meydana gelmiştir:
Schweizerische Bankgesellschaft (SBG veya UBS; Union de Banque Suisses, Unione di Banca Svizzere, Union Bank of Switzerland), merkezi Zürih.
Schweizerischer Bankverein (SBV; Société de Banque Suisse, Società di Banca Svizzera, Swiss Bank Corporation), merkezi Basel
Mart 2014'te ABD Federal Mevduat Sigorta Kurumu (FDIC), UBS'in de aralarında bulunduğu 16 bankaya Libor faizlerinin belirlenmesinde manipülasyon yaptıkları gerekçesiyle dava açtı.
Credit Suisse
Credit Suisse, Merkezi Zürih, İsviçre'de bulunan banka ve finans şirketidir. 5 Temmuz 1856 yılında Alfred Escher'in Schweizerische Kreditanstalt'ı kurmasıyla meydana gelmiştir.
Mart 2014'te ABD Federal Mevduat Sigorta Kurumu (FDIC), Credit Suisse'in de aralarında bulunduğu 16 bankaya Libor faizlerinin belirlenmesinde manipülasyon yaptıkları gerekçesiyle dava açtı.
Dinar
Dinar kelimesinin farklı anlamları:
Bayat
Hamur
Sevda Yanığı
Sevda Yanığı, Funda Arar'ın 2 Ekim 2003 tarihinde yayınlanan üçüncü solo albümüdür. Bu albümün çıkış parçası olarak "Sevda Yanığı" adlı parça seçilmiş ve sanatçı sırasıyla "Yangın Yeri", "Roman", "Haberin Var mı?", "Aşksız Kal", "Kırık Düşler" ve "Özledim" adlı parçalarına klip çekmiştir.
Telfs
Telfs, Avusturya'nın Tirol eyâletinde bir belediye. İnnsbruck'un 27 km batısında bulunur.
Telfs'taki konuşulan diller:
Telfs'taki dinler:
Kafatası ölçümü
Kafatası ölçümü, kafatası kemiklerinin uzunluklarının ölçümüne dayanan teknik.
Yirminci yüzyıl başlarında antropologlar tarafından insan popülasyonlarını kategorilendirmek için başvurulan en yaygın yöntemden biriydi. Amerikalı antropolog Carleton Stevens Coon tarafından 1960'lı yıllara kadar kafatası indeksi insanları kategorilendirmek için kullanılmıştır. Sadece Amerika'da beyaz ırktan olanlar Coon'un kitabında yer verdiği şekilde "Kafkas" ırkından diye adlandırılmaktadır.
Kafatası ölçümü, 20. yüzyılın ortasına kadar bilimsel ırkçılıkta, ırkların karakteristiklerinin tasnifinde kullanılmıştır. Bu ölçüm, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalı ari ırk ve üstün ırk ideolojilerine temel oluşturmuştur.
Kafatası endeksi, kafanın azami genişliğinin azami uzunluğuna bölümünün 100 ile çarpılmasıyla hesaplanır (yatay düzlemde veya önden arkaya doğru). Hesaplanan gösterge 75'den küçük ise kafatası, üstten bakıldığında uzun ve düz demektir. Bu tip kafatasları dolikosefal olarak adlandırılır ve tipik Avustralya yerlileri Aborjinler ve Güney Afrika yerlileri bu sınıfa girer. Endeks 75 ile 80 arasında ise kafatası neredeyse ovaldir (yuvarlak). Bu tip kafataslarına mezosefal denir ve tipik Avrupalı ve Çinlilerde görülür. 80 ve üzeri endekse sahip kafatasları geniş ve kısadır ve brakisefal olarak adlandırılır. Bu sınıftaki kafatasları daha çok Türkler, Moğollar ve Andaman ve Nikobar adaları yerlilerinde görülür.
Yirminci yüzyılın başlarında insan popülasyonlarını kategorileştirmek için yaygın olarak kullanılmıştır. ABD'li antropolojist Carleton Stevens Coon, fiziksel antropoloji araştırmalarında, insan popülasyonlarının sınıflandırılması için 1960'lı yıllara kadar kafatası endeksi yöntemine de başvurmuştur.
Günümüzde kafatası endeksi, insan popülasyonlarının tasnifinde kullanılan yöntemler arasında değildir. Bu yöntem sadece bireylerin görünümlerinin tanımlanmasında ve Fetüs'ün yaşının belirlenmesinde kanuni haller ve gebelik ile ilgili sebeplerde başvurulmaktadır.
Hayvanların tasnifinde özellikle kedi ve köpeklerin sınıflandırılmasında kafatası endeksi kullanılır.
Sadece kafatası eni ve boyunun oranına dayanan kafatası indeksi yöntemi yerine modern tıpta kapsamlı yüz ve kafa iskeleti yapısı ölçümüne dayanan ve paleoantropolojide, fiziksel antropolojide kullanılan ve adli tıpın başvurduğu kafatası ölçüm bilimi olan antropometri kabul gören bir tekniktir. Kafatası antropometrisinde, kafatası bulunan ölülerin ve hatta fosillerin plastik yöntemler ile yüzlerinin hayattaykenki görünüşlerinin yeniden oluşturulmasında yararlanılmaktadır.
Pieter Camper canlıların yüz açılarının ölçüm değerleri ile zekaları arasında bir ilinti bulunacağını keşfettiğini açıkladı. Bu tekniğe göre Camper, antik heykeller bu açının 90° iken siyahi insanlarda 70° orangutanlarda ise 58° olduğunu hesapladı. Bu bulguya dayanarak tarihi süreç içinde insanoğlunun hiyerarşik tekamülünü işaret ettiğini iddia etti. Daha sonra bu konuda Étienne Geoffroy Saint-Hilaire (1772-1844) ve Paul Broca (1824-1880) tarafından bilimsel yayınlar yapıldı.
Fiziksel antropolojide paleoantropologlar tarafından fosillerin kafatası ölçüleri ve kafatası hacimleri canlının sınıflandırılmasında kullanılır.
19. yüzyıl ortasından 20. yüzyıl başına kadar antropolojide kafatası ölçümünü insan ırklarının sınıflanması için temel ölçüt olarak ortaya atan hipotezler ortaya çıkmıştır. Ancak bu hipotezlerin basitleştiriciliği günümüzde kabul edilmektedir.
Ancak kafatası endeksine dayalı bir sınıflandırması insan ırklarının belirlenmesi için temel oluşturamaz. Buna ek olarak, dünya halklarının tarihsel süreç boyunca birbirleriyle karışarak gelişmesinden dolayı, insanlığın ırklara ayrılması (ve buna bağlı olarak ırk tasnifinin nesnel ölçütlere bağlanması) çabası bilimsel temellere oturmamaktadır.
Nazan Maksudyan, 1925-1939 yılları arasında yayınlanan "Türk Antropoloji Mecmuasının" analizini yapmış ve ""Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstererek, Türklerin kadimliğini ve tarih boyunca sürmüş ebedi üstünlüğünü kanıtlamaktır."" olduğu tezini ortaya koymuştur. Maksudyan'a göre yeni bir tarih yorumu ortaya koyma çabasındakiler Türklerin ırk özellikleri tarif ederken başvurdukları önemli özelliklerden biri brakisefal kafa tipi idi. Birinci Türk Tarih Kongresinde Afet İnan başta olmak üzere katılımcılar sarı ırkla Türklerin bağ olmadığını ve Türklerin Orta Asya'da yaşayan tek ırk olduğunu vurguladılar. Bu şekilde dünya üzerindeki halkların büyük bir kısmının brakisefal olduğu gözlemlenmiş.
Bu dönemde yayınlanan ve 1931-1941 yılları arasında okutulan tarih dersi kitabında, batılı alimlerin her ne kadar tutarlı olmasa da kafatası ölçümü vb. antropolojik bulgulara dayanarak insanları ırklara ayırdıklarına yer verilmiştir.
Atatürk'ün mânevî kızı Afet (sonraki Prof. Dr. Afet İnan) İsviçreli antropolog profesör Eugène Pittard öğretmenliğinde Cenevre'de doktorasını yaparken, Türklerin vücut (antropolojik) ölçülerinin iyi araştırılmamış olduğunu, tezi için lüzumunu belirtip yardım istemiştir. Atatürk de "Sıhhiye Vekâleti"nden (Sağlık Bakanlığına) Anadolu'da iki kerede 40.000 ve 60.000 Türk'ün ölçülerinin alınmasını istemiştir. Bu şekilde toplanan verilerden yola çıkan tez, 1939'da Cenevre'de Fransızca olarak yayınlanmıştır: "Recherches sur les caractères anthropologiques des populations de la Turquie" (Türkiye Nüfusunun Antropolojik Özellikleri Üzerine araştırmalar), Genève, 1939. Kitapta Türklerin yalnız kafatası ölçüleri üzerine değil, boy ortalamaları, cilt-göz-saç renkleri ve göz kapağı çekikliği gibi yirmi kadar fiziksel antropolojik özellikleri üzerine çalışmalara dair bilgiler yayınlandı.
Burhaniye (anlam ayrımı)
Bucak
Bucak, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Osmangazi
Kurşunlu (anlam ayrımı)
Kurşunlu şu anlamlara gelebilir;
Honaz (anlam ayrımı)
Tortum (anlam ayrımı)
Çat (anlam ayrımı)
Çat ya Çat Köyü, bir yerleşim adıdir;
Han
Görele (anlam ayrımı)
Görele şu anlamlara gelebilir:
Çanakçı (anlam ayrımı)
Karakoyunlu
Susuz (anlam ayrımı)
İlçe adları:
Köy adları:
Kocasinan (anlam ayrımı)
Akkışla (anlam ayrımı)
Akkışla aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Delice (anlam ayrımı)
Demirköy (anlam ayrımı)
Boztepe (anlam ayrımı)
Ilgın
Ilgın şu anlamlara gelebilir:
Çeltik
Çeltik şu anlamlara gelebilir:
Akşehir (anlam ayrımı)
Güneysu (anlam ayrımı)
Kocaali (anlam ayrımı)
Kocaali şu anlamlara gelebilir:
Tekkeköy (anlam ayrımı)
Alaçam (anlam ayrımı)
Alaçam aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Bozova
Muratlı (anlam ayrımı)
Akçaabat (anlam ayrımı)
Akçaabat aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Armutlu (anlam ayrımı)
Armutu, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
657 (anlam ayrımı)
657 aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Bağıntı
Matematikte iki kümenin Kartezyen çarpımının herhangi bir alt kümesi bağıntı olarak tanımlanır. Bir kümedeki bir öğeyi başka bir kümedeki bir öğeye götürür. Yâni, iki öğe arasında bir "bağ" kurar. Örneğin, göndermeler tek yönlü bir bağıntıdır.
"A" ve "B" herhangi iki küme olsun. formula_1'nin herhangi bir altkümesine bağıntı denir:
Eşyayı, kavramları ya da tasarımları birlik, bağlılık, birliktelik gibi durumlarda toplayan görünüş ya da nitelik, görelik, °izafiyet, °rölativite.
|
burada "a" ile "b" öğeleri arasında bir bağ vardır. Dikkat edilirse bir bağıntı boş olabilir. Çünkü kümedeki öğelerin varlığından söz edilmiyor, eğer formula_3 simgesi olsaydı o zaman öğelerin varlığı zorunlu olurdu. Boşküme de kartezyen uzayın bir altkümesi olduğu için boş bağıntı mümkündür.
Daha genel olarak, birbirinden farklı olması gerekmeyen "n" küme (formula_4) arasındaki "n" 'li bağıntı (formula_5), bu kümelerin kartezyen çarpımının herhangi bir alt kümesidir.
"n", iki ise ikili bağıntı olarak adlandırılır.
"A" ile "A" arasındaki hayali bir evlilik ilişki ("E") aşağıdaki gibi olabilir:
Buna göre "A" kümesinin elemanlarından, Ayşe ve Ali, Esra ve Mehmet evlidir.
Bütün ilişkiler simetrik olmak zorunda değildir. Örneğin "K" kümesinden, yaşça büyüklük ilişkisi ("B") şöyle olabilir.
Bu ilişkiye göre yaş sıralaması büyükten küçüğe Fatma, Esra, Ayşe şeklindedir.
Alt küme
Matematikte, A ve B iki küme olmak üzere A'nın her elemanı B'nin de elemanı oluyorsa, A'ya B'nin alt kümesi denir. B'ye de A'nın kapsayan kümesi denir. Her küme kendisinin bir alt kümesidir. Boş küme her kümenin alt kümesidir.
Tutarsızlık
Herhangi bir cümle kümesi, herhangi bir cümle (P) için, hem P'yi hem de P'nin mantıksal tersini ispatlayabiliyorsa tutarsızdır.
Aynı şekilde herhangi bir kuram, herhangi bir cümle (P) için, hem P'yi hem de P'nin tersini içinde barındırıyorsa tutarsızdır.
Heinz Fischer
Heinz Fischer (; 9 Ekim 1938, Graz, Steiermark), Avusturyalı siyasetçi (SPÖ). 8 Temmuz 2004-2016 yılları arası Avusturya'nın eski cumhurbaşkanıdır. 25 Nisan 2010'da ikinci ve son dönem için yeniden seçildi. Daha önce 1983 ile 1987 yılları arası Bilim Bakanı olarak görev yaptı ve 1990 ile 2002 yılları arasında da Avusturya Ulusal Konseyi Başkanı olarak görev yaptı. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ), Cumhurbaşkanlığı süresince partisine olan üyeliğini askıya almıştır.
Viyana Üniversitesi'nde hukuk okudu. 1961 yılında doktora kazandı. 25 yaşındayken 1963 yılında, İsrail'in kuzeyinde, Kibbutz Sarid'de gönüllü olarak bir yıl geçirdi. Fischer ayrıca akademik kariyerini sürdürdü ve 1993 yılında Innsbruck Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü oldu.
1971 Avusturya parlamentosu Ulusal Konseyi üyesi oldu ve 1990 ile 2002 yılları arasında da konseyin başkanı olarak görev yaptı. 1983'ten 1987'ye kadar Fred Sinowatz başkanlığında bir koalisyon hükümeti'nde Bilim Bakanı oldu.
Ocak 2004'te Thomas Klestil'in yerine Cumhurbaşkanlığına aday olacağını duyurdu. Muhalefetteki Sosyal Demokrat Parti'nin adayı olarak 25 Nisan 2004 tarihinde göreve seçildi. Fischer, 8 Temmuz 2004 tarihinde göreve başlamak için yemin etti. 6 Temmuz tarihinde Klestil'in ölümünden sonra Cumhurbaşkanlığı görevine 8 Temmuz 2004'te başladı.
Heinz Fischer bir agnostiktir. 1968 yılından beri evlidir ve iki yetişkin çocuk babasıdır. Fischer'in dağcılık hobisi vardır ve uzun yıllar "Avusturya Doğa Arkadaşları" başkanı olmuştur.
Richard Gere
Richard Tiffany Gere (d. 31 Ağustos, 1949; Philadelphia, Pensilvanya) ABD'li sinema oyuncusudur.
Beş çocuklu ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Önceleri müzisyenlik üzerine çalıştı ve eğitim aldı. Daha sonraki zamanlarda oyunculuğa yöneldi. Amerika'nın önde gelen oyuncularındandır. Kırk civarında filmde rol aldı, An Officer and a Gentleman, Pretty Woman, Red Corner gibi filmlerle başarıyı yakalamıştır. Budizm inancına sahiptir.
Subay ve Centilmen
Subay ve Centilmen, orijinal adı ""An Officer and a Gentleman"" olan 1982 tarihli klasik film. Başrollerini Richard Gere ve Debra Winger paylaşmaktadır. Yönetmeni Taylor Hackford'dur.
Debra Winger
Debra Winger, 16 Mayıs 1955 Ohio doğumlu aktris.
Vince Vaughn
Vince Vaughn, (d. 28 Mart 1970, Minneapolis, Minnesota), Amerikalı aktör. Genelde komedi filmlerinde oynar. 40 civarı filmde oynamıştır. Annesi Lübnan ve İtalyan kökenli Katolik bir Kanadalı'dır. Babası ise İngiliz, İrlandalı, ve Alman asıllı Protestan bir Amerikalı et satıcısıdır. Ailesi ayrıldıktan sonra annesi ile beraber yaşamaya başladı, yarı Protestan ve yarı Katolik olarak kilise kurallarına göre yetişti. Liseyi Illinois eyaletinde bitirdi, ve lisede çok aktif bir genç idi. Futbol ve güreş sporlarına katıldı. Oyunculuğa ise 1987 yılında başladı, başlama nedeni ise lisedeki yalnızlığıydı. Lisede iken kızlardan hiç ilgi görmediğinden dolayı kompleksli olduğunu açıklayan Vince, lise hayatına hiç adapte olamadiğını itiraf etti. 2009 yılında Kyla Weber ile nişanlandı. Ondan önce ise Jennifer Aniston ile birlikte olmuştur. Kendisi yurtseverdir, Irak ve Afganistan'daki Amerikan askerlerini çok kez ziyaret etmiştir. Ayrıca Chicago kentinin tüm takımlarına destek verir ve maçlarında fazla görünür.
Starsky ve Hutch
Starsky ve Hutch, Paul Michael Glaser ve David Soul'un başrollerini paylaştığı 1975-1979 yılları arasında yayınlanmış kült televizyon dizisidir.
İki sokak polisinin maceraları anlatılır. Dizide özellikle polislerin kullandığı kırmızı ve beyaz renkli Ford Torino akıllarda kalmıştır. Yaratıcısı William Blinn'dir. 2005 yılında Ben Stiller ve Owen Wilson'un oynadığı filmle dizi Hollywood'a uyarlanmıştır.
Ben Stiller
Benjamin Edward Stiller (d. 30 Kasım 1965, New York kenti) Amerikalı Emmy ödüllü Yahudi asıllı komedyen, aktör, senarist, film yapımcısı ve yönetmeni. Babası aktör Jerry Stiller ve annesi Anne Meara. Babası Yahudi idi, annesi ise İrlandalı Katolik, ancak evliliklerinden sonra annesi de Yahudiliğe döndü. Filmleri dünya çapında 2,6 trilyon gişe getirmiştir. Babası daha Ben altı yaşında iken onu kendi rol aldığı filmlerin setlerine götürmüş, ve Ben'i aktörlükle tanıştırmıştır. Lisede aktörlük dersleri alan Ben sonradan şansını denemiş ve başarılı olmuştur. Birçok dizi ve filmde rol almış, 1990-1993 yılları arası The Ben Stiller Show adıyla kendi şovunu yapmıştır. Ayrıca , The Cable Guy, Zoolander ve Reality Bites gibi filmlerde yönetmenlik de yapmıştır. Öncelikle ünlü talk-show programı Saturday Night Live'da oynadığı skeçlerle tanınmıştır. Ayrıca 'Aramızdaki Sarışın', 'Çatı Katı' ve Zor Baba gibi kaliteli filmlere de imza atmıştır.
Jim Carrey
Jim Carrey (d. James Eugene Carrey; 17 Ocak 1962; Ontario), Altın Küre ödülü sahibi Kanadalı komedyen ve sinema oyuncusu.
1970'li yılların ortalarında, TV dizilerinde aldığı küçük rollerle oyunculuk dünyasına atılan Carrey, ilk çıkışını 1993 yılında "In Living Color" isimli TV şovuyla yaptı. Doğaçlama yeteneğinin ve mimiklerindeki esnekliğin farkına varılmasından sonra oynadığı 1994 yapımı filmi ile televizyon dünyasından sinema dünyasına geçiş yaptı ve büyük bir başarı elde etti.
Yine 1994'te gişe rekoru kıran The Mask filmiyle asıl çıkışını yaptı. Aynı yıl Salak ile Avanak filminde canlandırdığı "Lloyd Christmas" karakteriyle ününü pekiştirdi.
Ardından 1995'de Batman Forever filminde The Riddler yani Bilmececi rolünde oynadı. Yine aynı yıl, filminde oynayanarak başarısını artırdı. İki hayatlı, sıradışı ve başına buyruk karakterleri canlandırdığı filmler Cable Guy (1996) ve Liar Liar (1997) ile devam etti.
1998 yılıyla beraber Carrey, sinema ve TV ekranlarında canlandırdığı "güldüren" karakterlerden uzaklaşarak, The Truman Show (1998), Man on the Moon (1999), The Majestic (2001), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) ve The Number 23 (2007) adlı filmlerde başarılı bir drama oyuncusu olduğunu da kanıtladı.
Hiç Oscar alamamış olmasına rağmen 3 adet Altın Küre ödülüne, ve kendi kategorisinde bir rekor olan 9 adet MTV film ödülüne sahiptir. Empire Magazine dergisi tarafından, "tüm zamanların en iyi 100 sinema yıldızı" listesine 54. sıradan girmiş, yine aynı yıl People Magazine tarafından "dünyadaki en güzel 50 insan" listesine seçilmiş, 2003'de çıkarılan "90'ların en iyi Box Office yıldızları" sıralamasında da 5. sırayı almıştır. Animasyon seslendirmesi de yapmaktadır. Senaristi olduğu filmler vardır. Bazı filmlerinde ise yapımcılık yapmıştır.
Carrey, Ekim 2004 yılında ABD vatandaşlığını almıştır ve hem Amerika Birleşik Devletleri hem de memleketi Kanada'nın vatandaşı olduğundan çifte vatandaştır.
2011 yılında çektiği bir videoda kendisinden 26 yaş küçük olan aktris Emma Stone'a ilan-ı aşk etmiştir.
1995: En İyi Komedi Performansı MTV Film Ödülü, Dumb and Dumber
1995: MTV Film Ödülü - En iyi Öpüşme, Dumb and Dumber
1996: People's Choice Ödülü - En iyi komedi aktörü
1996: En İyi Komedi Performansı MTV Film Ödülü,
1996: MTV Film Ödülü - En iyi erkek oyuncu,
1997: MTV Film Ödülü - En iyi kötü karakter, The Cable Guy
1997: En İyi Komedi Performansı MTV Film Ödülü, The Cable Guy
1998: En İyi Komedi Performansı MTV Film Ödülü, Liar Liar
1998: Altın Küre Ödülü - En iyi aktör (Drama), The Truman Show
1999: MTV Film Ödülü - En iyi erkek oyuncu, The Truman Show
1999: Boston Society of Film Critics Ödülü - En iyi aktör, Man on the Moon
1999: Altın Küre Ödülü - En iyi aktör (komedi veya müzikal), Man on the Moon
2000: ShoWest Yılın Erkek Starı
Bayındır boyu
Bayundur boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden üçüncüsü; "Bayundur"lardır. Belgeleri şudur : diye tanımladığı bir Oğuz boyudur. Bu boyların Üçoklar kolundan (sol kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Gök Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir.
Akkoyunlu hanedanı Bayındır boyundan çıkmıştır.
Bayat boyu
Bayat boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden dokuzuncusu; "Bayat"lardır. Belgeleri şudur: diye tanımladığı bir Oğuz boyudur. Bu boyun, Bozoklar'dan Oğuz Kağan'ın oğlu Gün Han'ın soyundan geldiği kabul edilir. Ancak Kaşgarlı'nın bu sıralamada o dönem güç kazanan öncesinde ise 24. sırada bulunan Kınıkları 1. sıraya çıkarması da göz önünde bulundurulmalıdır. Kaşgarlı dışında genel kanıysa Kayıların 1. sırada, Bayatların ise 2. sırada olduğu şeklindedir.
"Bayat" kelimesinin Eski Türkçedeki anlamı "varlıklı, zengin" veya "devletli"'dir. Ayrıca, "kadīm (Tanrı)", "Allah'ın |
"Kadīm" sıfatı karşılığı", "Hudâ manasınadır" ve "eski, kadîm bir Türk aşîretidir; geceden kalmış taʿam, şebmānde, ʿilm-i mūsikide bir makam ismidir; nevā nagamātının mülhikātındandır" anlamlarındadır.
Siyasi birliği ve merkeziyetçiliği bir hedef olarak benimseyen Büyük Selçuklu Devleti, siyasi birliği sağlamak için 11. yüzyılda Anadolu'ya yönelen göçmenleri iskan ederken büyük ve kuvvetli boyları bölerek birbirinden uzak bölgelerde yerleştirmiştir. Bugün Anadolu’nun değişik yerlerinde Kınık, Avşar, Bayındır, Salur, Bayat, Çepni gibi büyük Oğuz boyları isimleri taşıyan köylere, ailelere rastlanması Selçukluların bu “"parçalayarak iskan"” politikalarının bir sonucudur.
Günümüzde Bayat, Bayatlar, Bayatlı gibi adlarında, çoğunluğu batı Anadolu'da otuziki yer adları görülür. Afyonkarahisar Yozgat Osmanpaşa Kasabası Bayat ve Çorum'un Bayat ilçelerinin, Bolu'nun Bayat köyünün adı bu boyla bağlantılıdır. Ayrica Adana il merkezinde Şambayadı, Adana ilinin Çukurova ilçesine bağlı 6500 nüfuslu bir mahalledir. Kırıkkale Urfa ve Elazığ illerinde yaşamlarını sürdürmektedir.Diyarbakır'ın Bismil ilçesindeki Köseli köyü de Bayat Türkmenlerinin oluşturduğu bir yerleşim yeridir. Bir bölümü Adıyaman'ın Şambayat ("şam-bayadı") kasabasına yerleşmiştir. Büyük bir kesim ise İzmir ilinde, Narlıdere civarına yerleşmiştir.Niğde Altunhisar Bayat koyu bulunmaktadır. En büyük kitle ise Konya/Ereğlisi civarında yaşamaktadır. Bugün kendilerine Bekdikler diyen bu insanlar Dulkadirli popülasyonunun bakiyeleridir. 4. Murad zamanında Maraş, Elbistan yörelerinden bu bölgeye göç ettirilmişlerdir. Bugün bile bu insanların hayatlarında klasik Türkmen, bozkır yaşamının öğelerine sıkça rastlanır. Ayrıca Kayserinin akkışla ilçesinin ve gömürgen köyünün kökeni bayat boyundan gelen oğuzlara dayanır. Kayseri hacılarda da nüfusun yarısından çoğu da bayat boyundan gelmektedir
Nevşehir ("Kozaklı ilçesi") ve (Avanos ilçesi İğdelikışla köyü ve Kuyulukışla Köyü) bölgesinde bayat boyundan gelen aileler yaşamaktadır. Sivas, Kilis, Gaziantep, Halep, Rakka bölgelerinde Bayat boyunun en büyük aşiretlerinden olan Elbeyliler yaşamaktadır.
Kırıkkale Balışeyh ilçesi ve Merkezinde yaşayan Pehlivanlı Aşireti, Bayat boyunun en büyük oymaklarından birisini oluşturur. Ailenin elinde 18 nesil geriye giden soyağaçları orijinal hali ile mevcuttur.Yapılan araştırmalar ışığında birçok kitap yazılmıştır.Ayrıntılı bilgiler Oğuzlar kitabında bulunabileceği gibi, Baki Yaşa Altınok'un Gazi Üniversitesi çatısında yaptığı araştırmalardanda edinilebilir.
Günümüzde Afganistan'da Bayat boyundan insanlar Kabil, Mezar-ı Şerif ve diğer küçük köy ve kasabalarda yaşamlarını sürdürmektedir.
Günümüzde Irak'da Bayat boyundan insanlar Erbil, Kerkük, Musul ve diğer küçük köy ve kasabalarda yaşamlarını sürdürmektedirler.
Günümüz İran"da da yer adlarında "Bayat", "Bayatan", "Bayatlu", "Bayatlar" olarak görünür; bunlar, Arak ile Zanjan yakınlarında, Urmiye yakınlarındaki (Reżāʾīya), Huzestan içinde Daşt-e Mişan'da, Borüjerd yakınlarında ve Horasan'da Daragaz yakınlarındadır. Safevi döneminde İran'da Bayatların toplam gücünün 40.000 aile olduğu tahmin edilir.
Azerbaycan'da beş (Ağcabedi, Deveçi, Neftçala, Şamahı ve Ucar rayonlarında), Türkmenistan'da dört ve Türkmenistan sınırına yakın Özbekistan'da bir, Bayat, Bayat-Khadzhi ve Bayat-Sindzhap adında yerleşim yerleri bulunur. Ayrıca, kuzey Suriye'de ve Türkmenistan'da Amuderya üzerinde, bu boydan küçük toplulukların yaşadığı görülür.
Karaevli boyu
Karaevli boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden onikincisi; "Karabölük"lerdir. Belgeleri şudur : diye tanımladığı bir Oğuz boyudur. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Gün Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir.
"Karabölük" kelimesi "kara çadırlı" anlamında kullanılmıştır.
Yazır boyu
Yazır boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biridir. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Ay Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir.
Yazır, Eskişehir, Denizli'nin Acıpayam ilçesinin bir beldesi ve çal ilçesinin bir köyü, Yozgat ve Çorum bu boyun mensupları ile bağlantılandırılabilecek şekilde Yazır Köyü, ÇAL ismini taşımaktadır. Teke sancağı (Antalya) Yazır obası sarı ve kara sıfatları ile iki kola ayrılmıştır. Bu bölgelerde oldukça muhim yazır toplulukları yerleşmiştir. Antalya-Korkuteli-Yazır Kumluca-Yazır Finike-Yazır. Daha ayrıntılı bilgileri anadoluturkmenleri.com da bulabilirsiniz.
"Yazır" kelimesi "yurdu geniş" anlamında kullanılmıştır.
Dodurga boyu
Dodurga boyu, bir Oğuz boyudur.
Destanî eserlerde ve vekāyi‘nâmelerde bu boyun adı geçmez ancak Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan birisidir; Kaşgarlı Mahmud'un kaleme aldığı Divân-ı Lügati't-Türk'e göreyse yirmi iki Oğuz bölüğünden onaltıncı sırada yer alanıdır (Divan-ı Lügati't-Türk'te ""Totırka"" imlası ile yazılır).
XIV. yüzyıl tarihçisi Reşîdüddîn; Câmiü't-Tevârih adlı eserinde Dodurga sözcüğünün "ülke almak, hanlık yapmak" anlamlarına geldiğini belirtmiş; Oğuzlar'ın Boz-Ok'lar koluna bağlı Dodurga boyunu, Oğuz Han'ın altı oğlundan biri olan Ay Han'dan çoğalmış olarak göstermiştir.
Câmiü't-Tevârih'e göre Dodurga boyunun ongunu (yani kutsal hayvanı) "kartal"dır; Ülüşü (Oğuz-eli’nin resmî toplantılarında koyunun etinden yiyeceği kısım) koyunun “"aşığlu"” denen kısmıdır.
Dodurga adlı yerleşim yerleri, isimlerini Dodurga boyundan almaktadırlar. Türkiye'de Dodurga ismini taşıyan bazı yerleşim yerleri aşağıda belirtilmiştir.(Dağdaş ve ark, 2001)
Sivas'ın Zara ilçesinde, Kızılırmak'ın her iki yakasında yerleşik olan, aynı zamanda ana yol kenarındaki Tödürge Gölü'ne de adını veren Tödürge Köyü, Dodurga boyunun Anadolu coğrafyasındaki en doğuda yer alan Dodurga adlı yerleşim birimidir. Köyün ismi Dodurga'dan zamanla değişerek Tödürge olmuştur.
XVI. yüzyılda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Dodurga adını taşıyan oymaklar da vardır. Cevdet Türkay'ın "Osmanlı İmparatorluğu'nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler" adlı eserinde Dodurga(Todurga) aşiretinin dağılmış olduğu iller arasında Adana, Tarsus, Kırşehir, Yozgat, Kahramanmaraş, Kocaeli, Bolu, Osmancık(Çorum) ve Ankara'nın bazı bölgeleri sayılmaktadır.
Adana yöresine dair eski kayıt defterlerinde Tarsus ve civarındaki Türkmen boyları içinde 34 oba ve 2 koldan oluşan bir Dodurga oymağının daha olduğu bilgisi vardır. Bu oymak "Esenlü" adı ile de anılmaktadır.
Diğer kalabalık bir Dodurga topluluğu Ulu Yörük arasında olup Turhal yöresindeki yedi kışlakta oturmaktaydı. Bu Dodurgalar’a Turhal Türkleri de deniliyordu.
Bir başka Dodurga topluluğu da Diyarbekir bölgesindeki Boz-ulus'a dahil bulunmaktaydı.
2014 yapımı dizisinde Kayı boyu ile birleşerek Moğollarla yapılan mücadele anlatılmaktadır.
Afşar boyu
Afşar boyu (veya Avşar boyu), Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden diye tanımladığı altıncısıdır. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Yıldız Han'ın dört oğlundan en büyüğü olan Afşar'ın soyundan gelir.
Afşar boyu adları şunlardır: Alplū, Arašlū, Bekešlū, Gündüzlü, Imirlü, Köse Aḥmedlū, Köselü, Pāpāglū, Qāsemlū, Qereḵlū, Karalu, Karamanlu, Salmanlu, Sindelli, Tur Ali Hacılu, Receplü, Balabanlu,Karabudaklı ve Qirqlū. Imirlū oymağı özgün Oğuz boyu olan Eymür oymağı ile ilgilidir.
Afşarlar Orta Asya'da iken Dede Korkut destanlarında "Oğuzeli" diye geçen Sir-Derya bölgesinde yaşamışlardır. Büyük göç ile birlikte Huzistan yoluyla bir grup da Irak, Suriye, Ermenistan yoluyla Anadolu'ya gelmişler, bu arada İran, Irak, Suriye, Afganistan ve Azerbaycan'a da yayılmışlardır. Afşarlar, Oğuz'un öteki torunları Kınıklar ve Kayılar gibi devlet kurmuş, büyük hükümdarlar ve sülaleler yetiştirmişlerdir. Karamanoğulları, Akkoyunlular, Aksungurlular, Özeroğulları, Sırkıntıoğulları, Karsantıoğulları, Küçük Alioğulları ve Kozanoğulları gibi, Afşarlardan kurulu ya da onların güçlü desteği ile yaşamış sülaleler de bulunmaktadır.
Gazneli Mahmut zamanında Oğuzlar'a Türkmen denmeye başlanmıştır. Anadolu'daki en güçlü Türkmen boyu olduğu ve devlet yönetmiş sayılı boylardan olduğu kayıtlarda yer alan Afşarlar İran Devleti'nin başına Safevilerden sonra geçen ikinci Türk boyudur. Sonuçta bu Türk boyu geniş bir bölgenin tarihinde belirleyici unsur olmuştur.
Afşarlar Türk tarihinin farklı aşamalarında kendilerinden söz ettirmişlerdir. Bu aşamalar aşağıdaki maddelerde toplanabilir.
Dulkadiroğlu Beyliği Anadolunun güneyinde Elbistan merkez olmak üzere kurulmuştur.(1298-1522)
Anadolu Afşarları'nı iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup, Karamanoğulları gibi, Selçuklular zamanından itibaren Anadolu'nun çeşitli illerine dağılmış, çok eskiden yerleşik hayata geçmiş olan gruptur. İkinci grup ise, 1865 yılına kadar güney Anadolu'da göçebe hayat sürmekte iken, bu tarihten sonra yerleşik hayata geçen Afşarlardır.
Türklerin tarihi coğrafyası içinde pek çok yerleşim yeri adı taşımaktadır. Ayrıca yaygın bir soyadı olarak günümüze kadar gelmiştir. Afşar boyu Türklük şuuru oldukça güçlü olan bir boydur.
Balkanlar'da da Afşar boyuna mensup insanlar vardır. Bu aileler Karamanoğulları ve Dulkadiroğulları Beyliklerinin Osmanlının göç politikası sebebiyle ve Fırka-i İslahiye olayının sonucunda 15., 16., 17. ve 18. yüzyılda sürgün yoluyla Konya, Karaman, Adana, Mersin, Kahramanmaraş, Kayseri, ve Sivas, civarından gönderilip toplu şekilde yerleşmişlerdir. Kayseri'de yoğun olarak yaşamaktadırlar. Bulgaristan'da Kırcaali-Hasköy, Yunanistan'da Gümülcine bölgelerinde toplu, Makedonya, Kosova yine Bulgaristan'da Deliorman civarında dağınık şekilde yaşarlar. Bulgaristan'ın Kırcaali ilindeki Durallar, Karalılar, Sindelli, Köseler ve Balabanlı, Eskicuma, Tırnovtsa, Sıratça gibi köyler örnek gösterilebilir. Balkanlar'daki Afşar grubu içerisinde Dulkadirli, Karamanlı, Danişmedlü ve Bozuluslu oymakları çoğunluktadır.
Afşarlar nihayet 18. yüzyıl ve 19. yüz |
yılda ve özellikle Anadolu'nun güney ve orta bölgelerinde Kayseri, Sivas, Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, Mersin'de Kozanoğulları, Bozdoğan, Menemenci, Sırkıntı, Kırıntı, Karsantı, Cerit gibi Türkmen boylarını Osmanlı Devleti'nin iskan politikasına karşı Dadaloğlu tarafından dile getirilen,"Kalktı göç eyledi, Afşar elleri,""Ağır ağır giden eller, bizimdir.""Arap atlar yakın eder, ırağı,""Yüce dağdan aşan yollar, bizimdir."şiiriyle ve" Ferman Padişahınsa Dağlar Bizimdir" sözüyle de kendilerinden söz ettirmişlerdir. Kayseri'de her yıl Dadaloğlu (Afşar) Şenlikleri yapılmaktadır, Afşar kurultayı düzenlenmektedir.
Çavuldur boyu
Çavuldur boyu veya Çuvaldar boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden ""Yirmincisi; "جووَلدَر Çuvaldar"lardır. Belgeleri şudur : "" diye tanımladığı bir Oğuz boyudur. Kaşgarlı Mahmud'un listesindeki Oğuz boylarının adları, zamanlarındaki söyleniş şekillerine göre yazılmıştır. Besim Atalay dipnotunda, Bu kelime bugün Anadolu'da ""Çavundur"" şeklinde söylenmektedir. Bu isimde Çankırı, Amasya illerinde köyler vardır, diye yorumlamıştır. Günümüzde Çankırı ili Kurşunlu ilçesine bağlı Çavundur beldesi, ısparta ili Şarkikaraağaç ilçesine bağlı Çavundur köyü ve Amasya ili Merzifon ilçesine bağlı Çavundur köyü. Ankara ili Çubuk ilçesine bağlı Yukarı Çavundur beldesi ve Aşağı Çavundur köyü bulunur. Ayrıca Türkmenistanda da Çavundur ili bulunmaktadır.
Bu boyların Üçoklar kolundan ("sol kolundan") Oğuz Kağan'ın oğlu Gök Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Kaşgarlı Mahmud'un ""مان قشلاغ Man kışlak" "Oğuz ülkesinde bir yer adı."" şeklinde tanımladığı bölgeye Çavuldur boyu Hazar Denizi kıyısındaki yarım adaya giderek yurt tutmuşlar ve buraya Man kışlak adını vermişlerdir. 1916 yılında Kilisli Muallim Rıfat'ın yayınladığı "Kitāb-i Dede Qorqūt ʾalā lisān-i ṭāʿif-i Oghūzān"'da ""Çavuldar"" şeklinde kullanılan bu boy adı, Türkmen dilinde ""Çovdur"" olarak günümüze ulaşmıştır. Günümüz Türkmenistan'da ""Çovdur"" adını taşıyan pek çok yer ve yurt adları vardır.
Alâmet olarak sungur(akdoğan) kuşunu kullanırlardı. "Çavuldur" kelimesi "ünlü, şöhretli" anlamında kullanılmıştır.
Gene Kelly
Eugene Curran "Gene" Kelly, (d. 23 Ağustos 1912; Pittsburgh, Pensilvanya – ö. 2 Şubat 1996). Gene Kelly ismiyle tanınan oyuncu en çok enerjik ve atletik danslarıyla biliniyordu.
Broadway'e Cole Porter'ın "Leave It To Me" isimli oyununda canlandırdığı Eskimo karakteri ile girdi. İlk ulusal başarısını 1940'da yakaladı. Bu sırada birçok oyunun koreografisi yaptı.İlk filmi "For Me and My Gal" ile 1940'ta Hollywood'a adım attı. Filmdeki rol arkadaşı Judy Garland'dı. 1951'de çektiği "An American in Paris" ve 1952 tarihli "Singin' in the Rain" en çok bilinen filmleri oldu.
1951 ve 1984'de iki defa özel Oscar ödülüne sahip oldu. 1960'da Fransız hükümeti tarafından 'Legion d'honneur' nişanına layık görüldü. 1985'de ABD Film Enstitüsü'nün Yaşamboyu Başarı ödülünü aldı.1940-1957 tarihleri arasında Betsy Blair, 1960-1973 arasında Jeanne Coyne ve 1990'dan ölümüne dek Patricia Wards ile evli kaldı. Bu evliliklerin ilkinden bir ve ikincisinden iki çocuk sahibi oldu.
"Singin' in the Rain" filmindeki meşhur dans sahnesinin çekimleri sırasında çok hastaydı ve yağmur altındaki dans sahnesini 39.4 derece ateşle çekti. Paris Operası'nda balesi sahnelenen ilk ABD'li koreograf oldu.
İngiltere'de yayımlanan "Empire" sinema dergisinin gelmiş geçmiş en iyi 100 sinema yıldızı listesinde 26'ncı sırada yer alan Genne Kelly, pop yıldızı Madonna'nın 1993'teki "Girlie Show" turunda danslar konusunda da danışmanlık yaptı.
Salur boyu
Salur boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden beşincisi; " صاَلغُر Salgur"lardır. Belgeleri şudur : diye tanımladığı bir Oğuz boyudur. Bu boyların Üçoklar kolundan (sol kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Dağ Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir.
"Salur" kelimesi "kılıç sallayan" anlamında kullanılmıştır. 14. yüzyılda Sivas,Erzincan, Kayseri ve Tokat civarında hüküm sürmüş Kadı Burhaneddin Devleti Salur boyuna mensuptur.
Anadolu'da Salur boyuna mensup halkın yaşadığı bölgelerde Salur ismini taşıyan çok sayıda köye rastlanmaktadır. Bu soydan gelenlerden bir grup, İskilip'te Salur köyünü kuranlar. Günümüzde Salur Soyadı olarak da taşınmakta. Bugün Çağdaş Türkmenlerin kökeni Salır boyu Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan, Irak ve İran'da, ve aynı kökden olan Çin'deki Salar uyruğu Salur boyundan gelmekte olduğu tahmin edelsede Salurlar asıl Hazar etraflarda yaşamış ve ordan İran Horasan ve orta Asya ve Anadolu bölgelerine kadar dağılmış. Anadoluda birçok Bölgede ve Anadolu Selçuklu ve beraberinde Anadoluda oluşan Beylikler ağırlıklı Salur Boylarından etkilenmiştir. Bunlar başta Karaman Teke ve Candaroğulları ağırlıklı Salur kökenli Taifeler Kabileler Oymaklar tarafından Meydana gelmişlerdir. Salurlar içerisindeki Taife ve Oymaklar adında bugün Salur Ata yurdu olan Hazar Bölgesinde Yer, Mezra, Köy ve Yerleşim yerleri isimleri halen yaşamakta. Salurlar içinde ciddi ölçüde Kıpçaklık da var. Hazar Bölgesi her zaman Oğuz ve Kıpçak Boy ve Taifelerin kaynaşıp bir arada yaşadığı Bölge olmuştur. Aynı şekilde Anadoluda Salurlar içinde Oğuz ve Kıpçak Taifeler beraber Hazar ve İran Bölgesinden göç ederek, kaynaşarak bir arada yaşamayı sürdürdüler.
Salur boyu kendi arasında sekiz oymaklara ayrılmaktadır:
Eymür boyu
Eymür boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biri ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden onbirincisi; "Eymür"lerdir. Belgeleri şudur : diye tanımladığı bir Türkmen Oğuz boyudur. Bugün Anadolu'nun değişik yörelerindeki eymir köyleri Alevi veya Sunni inançlara sahiptir. Bu boyların Üçoklar kolundan (sol kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Dağ Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Eymür ismi Oğuz Han'ın oğullarından üçoklardan Dağhan'ın oğlu Eymür'den gelmektedir.
1071'den 500 yıl önce Anadolu'ya ilk gelen Oğuz boyu'nun Eymürler olduğu mezar taşları ve tarihi kalıntılardan öğrenilmiştir.Türklerin Anadolu'ya girişi 1071 den önce Eymürler ile başlamış.
"Eymür" kelimesi "iyi durumda, varlıklı" anlamında kullanılmıştır. Anadolu'da birçok yerleşim birimleri ismini bu boydan almıştır.
Anadolu'da Ankara'nın birbuçuk kilometre güneyinde Dikmen köyü arkasında, aynı "Eymür" isminde bir göl bulunur.
Bayburt'un Demirözü ilçesi Aydın'ın Ataeymir köyü(halk arasında Eymir olarak söylenir) yakınlarında bu boy zamanında yerleşmiş ve bugün hâlâ yaşamını sürdürmektedir. Ayrıca yörede Eymür adını taşıyan bir yerde vardır.
Fütüvvet
Fütüvvet (Arapça: فتوت), tasavvufta bir akım, dinî ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı veya Anadolu'da 13. yüzyıldan bu yana görülen örgütlenmiş zanaatçılar ve esnaf birlikleri.
Fütüvvet fetâ kelimesinden gelmektedir. Fetâ yiğit, fütüvvet yiğitlik demektir. Fütüvvet, yiğitlik anlamına meslekî bir organizasyon; meslek teşkilatı olarak gelmektedir. Tasavvufî yönü olan bir meslek teşkilatıdır. Kaynağı şundan kaynaklanmaktadır; Sûfileri, tarikat erbâbını, dervişleri, tekkeye devam eden müridleri umûmiyetle, beleşçilikle itham etmişlerdir, oysa sûfiler, kendi emeğini biçmek fikrinde olan kimseler olarak görülmektedir.
Fütüvvet teşkilatının kuruluşu Abbasi Halifeliği dönemine şayandır. Siyasi gücünden sonra gittikçe dini gücünü yitirmiş olan Abbasi Halifeliği, "en-Nasır Lidinillâh Ebû’l-Abbas Ahmed"’in halifeliği zamanında (1180 - 1225) “Fütüvvet” teşkilatı aracılığı ile yeni bir atılım yapma fırsatı bulmuştur. Annesi Türk olan 34. Abbasi Halifesi "en-Nasır Lidinillâh", bazı mutasavvıf bilginlerin etkisiyle, önceleri tepki gösterdiği “Fütüvvet” teşkilatına girmiş ve kısa sürede yeniden düzenlediği bu teşkilatın en büyük önderi olmuştur. Halife en-Nasır Lidinillah, sadece sayıları oldukça kalabalık olan ve zaman zaman birbirleri ile çatışan inanç ve fikir topluluklarını “Fütüvvet” teşkilatı içinde toplayıp, manevi gücünü sağlamakla kalmamış, aynı zamanda bu teşkilatı siyasi emellerine aracı yaparak, itaat ettirme hakkını bütün İslam dünyasına yayma başarısını da göstermiştir. O dönem önderi 34. Abbasi Halifesi olan Fütüvvet teşkilatında, üyeleri arasında Sultan I. Alaeddin Keykubad ve Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî de vardı. Bir dönem ahilik Fütüvvet teşkilatının içinde örgütlenmiş ise de sonraları ayrı bir biçimde yapılanmış, Fütüvvet teşkilatı ortadan kalktıktan sonra da ahilik Anadolu’da varlığını uzun süre devam ettirmiştir.
Ahilik mesleği, yiğitlik ve cömertlik mefkûresi (ülküsü) olarak İslâm’ın doğuşu ve yayılması ile “Futuvva” ("yiğitlik ve cömertlik") mefkûresinin daha hicrî 2. yüzyılda özellikle Horasan ve Maveraünnehir’de etkili olarak yaygınlaştığı bilinmektedir. Mutasavvıflardan, fütüvvet ("fotowwa") ilkelerini bir tam uzunlukta içeren Kitabü’l-fütüvve ("Ketāb al-fotowwa") ismindeki eseri ilk yazan Horasan'lı Ebu Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin b. Muhammed Sülemi ("Sufi ʿ Abd al-Rahman Solami")'dir.
Anadolu’ya, Horasan’dan Orta Doğu’ya, Bağdat’a, Selçukîlerle Anadolu’ya gelmiş fütüvvet teşkilatı çok canlı olarak yaşamıştır. Kırşehir’de fütuvvetin pîri Ahi Evran olarak bilinmektedir. Şehirde, senede bir kez Ahî Evran merasimleri yapılmaktadır.
Döneminde, bir insan ahîyse; zengin, varlıklı, itibarlı, yüksek mercilerde olduğu anlaşılmaktadır.
Ayşe Saffet Alpar
Ayşe Safvet Rıza Alpar "(d. 17 Nisan 1903 - ö. 1 Şubat 1981)", Türkiye'nin ilk kadın rektörüdür. Balkan Savaşı'nda İşkodra kalesini savunurken 30-31 Ocak 1913'te şehid olan Müşir Hasan Rıza Paşa'nın kızıdır. İlk kadın kimyacılarımızdandır. Saffet Rıza Alpar, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Enstitüsünden mezun oldu. 1933'te Üniversite reformunda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Enstitüsü'ünde Ord. Prof. Herzog'un Sınaî Kimya ders muavini oldu. Aynı yerde doçent ve profesör oldu. Kimya fakültesi dekanlığı görevinde bulundu. Karadeniz Teknik Üniversitesi Temel Bil |
imler Fakültesi'nde Sınaî Kimya profesörü olarak ders verdi ve burada 1972-1974 yılları arasında dekanlık görevini üstlendi. Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Fakültesinde, 1968 yılında “Borakslar” üzerine doktora verdiği öğrencilerinden Prof. Dr. Turgut Teberdar (1922 -2006)’ın vefa göstererek yakın dostlarından Doç. Dr. Özcan Bolcan ve Fethi Gemuhluoğlu’nun yardımlarıyla atandığı Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin rektörlüğünü deruhde etti. Şahsiyet sahibi, cesur ve hayırsever bir hanım olarak tanınmıştı. 1977 Türkiye genel seçimleri’nde MHP İstanbul'dan 4. sırada milletvekili adayı olmuştur.
Derviş
Derviş, bir tarikata ve şeyhe bağlı olan mürid, sûfiyâne bir hayat yaşayan kişi.
Farsça bir kelime olmakla birlikte bütün müslüman milletlerin dillerine girmiş olan derviş, esas itibarıyla "muhtaç, fakir" anlamlarına gelir, Tasavvufi mana itibarı ile Allah fakiri, Allah'a muhtaç olduğunu hisseden, Allah'ı talep eden, Ehl-i Suffa (Peygamberin en yakın arkadaşları) anlamında derviş sıfat olarak kullanılmıştır. Dervişân da derviş kelimesinin çoğuludur.
Muhammedi şeriatta biat edilen evliyayı Allah'a vesile kabul edip, İslam'ın esaslarını yerine getirmek için söz veren sadakat ve samimiyeti esas kabul edip Allah'a bağlanan, zamana göre bağlı olduğu mürşidinin tasavvufi ögretisi üzere yaşamaya çalışan, Allah adamı, ehl-i hal olarak da anılır. Allah'a giden yol olarak kabul edilen tarikatler, dervişlerin üniversitesi olmuştur.Derviş mürşidinin tasarrufatı altında adedini mürşidin belirlediği Allah'ın zikri ile meşgul olup nefsindeki kötülüklerden arınıp insan olabilme, Allah'a kulluk yapabilme gayretiyle yaşar. Mutasavvifi en büyük derviş olarak Muhammed'i kabul eder.
CA Tiro Federal
Tiro Federal, Arjantin'in Rosario kentinde kurulmuş bir futbol kulübü. 1905 yılında kurulan kulüp, maçlarını 18.000 kişilik Tiro Federal Argentio stadyumunda oynamaktadır.
Süha Arın
Süha Arın (d. 23 Ocak 1942, Balıkesir - ö. 1 Şubat 2004, İstanbul), Türk akademisyen, belgesel yönetmeni.
"Türk belgesel sinemacılığının yüz akı ve büyük ustası" diye tanımlanan Arın, İlk, Orta ve Lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Washington, D.C.'deki Howard Üniversitesi'nde Sinema Televizyon Yapımcılığı ve Yönetmenliği (Lisans); The American University - Kitle Haberleşmesi-Hükümet ve Kamu Enformasyonu (Lisans üstü) eğitimleri aldıktan sonra, 1962'den itibaren Milli Eğitim Bakanlığı - Öğretici Filmler Merkezi için yönetmen ve senaristlik yaptı. 1966 - 1967 sürecinde Amerika'da "Capital Film Labs"`ta görev yaptı. Amerika'nın Sesi Radyosu Washington Muhabirliği, Uluslararası Sinema TV Merkezi (USIA) ve TRT Washington Muhabirliği, çevirmenlik ve sunuculuğunda bulundu. 1973 - 1974 sürecinde Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, International American University, Liverpool John Moores Üniversitesi Beykent Kampüsü (Beykent İleri Eğitim Kurumu) , Beykent Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Maltepe Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi'nde ders verdi. Ankara ve İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde sürdürdüğü öğretim görevinde, aralarında günümüzün ünlü yönetmenleri, gazetecileri ve akademisyenlerinin de bulunduğu çok sayıda öğrencinin yetişmesine katkıda bulundu. Sinema oyuncusu Semra Özdamar ile bir evililik yaşadı.
Çektiği ("Yörük Elif"), ("Likya'nın Sönmeyen Ateşi"), ("Fırat Göl Olurken") gibi filmlerden bazıları sansüre uğradı.
Arın, Amerika'daki NBC macerasını şöyle anlatır: ""Yılda 60.000 dolar gibi bir maaşla işe başlatıp, üstelik ABD vatandaşı yapacaklardı. O toplumun bana göre olmadığına karar verdim: Materyalist bir toplumdu ve mutlu, özgür insan görememiştim.""
Süha Arın, Basın Konseyi, Türsak, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu , İletişim Ve Sanat Araştırmaları Vakfı ile Tarih Vakfı'nın kurucu üyelerindendir.
1 Şubat 2004'te tedavi gördüğü İstanbul Haseki Kardiyoloji Enstitüsü'nde hayatını kaybetti.
CA River Plate
Club Atlético River Plate, Arjantin'in en köklü kulüplerinden birisi olup, 1901 yılında kurulmuştur.
Maçlarını 69.321 kişilik seyirci kapasitesine sahip Antonio Vespucio Liberti/Monumental stadyumunda oynamaktadır. Ezeli rakibi Boca Juniors ile olan maçları (Superclasico) tüm dünyada ilgiyle takip edilir ve Dünyanın en önemli derbi maçları arasında gösterilir. Takımın forma renkleri Beyaz, Kırmızı ve Siyahtır. Lig tarihinin en başarılı takımdır ve 34 şampiyonluğu bulunur. 2010-11 sezonu sonunda küme düşmesi bütün dünyada müthiş bir şaşkınlık yaratmıştır. Boca ile River lig tarihinde ilk kez 2011-12 Sezonunda karşı karşıya gelemediler. 2011-12 sezonu sonunda Primera B Nacional'i şampiyon olarak tamamlayarak tekrar Primera División (Arjantin)'ya yükseldi. CA River Plate son olarak Güney Amerika'nın en büyük kupası " Copa Libertadores " kupasını tam 19 yıl sonra müzesine getirip hasrete son verdi .
River Plate
River Plate şu anlamlara gelebilir
Taweret
Mısır mitolojisinde 'Tawaret' (aynı zamanda Taurt, Tuat, Taueret, Tuart, Ta-weret, Taweret ve Taueret) hamile kadınların bebeklerin koruyucusu olan tanrıçadır. Yüzü timsah, vücudu hipopotam, ayakları ise ceylan şeklinde betimlenir.
Abdülmecid Efendi
Abdülmecid Efendi (Osmanlı Türkçesi: عبد المجيد الثانى) (d. 29 Mayıs 1868, Beşiktaş, İstanbul - ö. 23 Ağustos 1944, Paris), son İslam halifesi, ressam, müzisyen. Osmanlı hanedanı hukukuna göre II. Abdülmecid olarak isimlendirilir.
Osmanlı hanedanının tek ressam üyesidir ve döneminin Türk ressamları arasında yer almıştır. Amcasının oğlu Mehmed Vahdettin'in 4 Temmuz 1918’de tahta çıkması üzerine Osmanlı tahtının veliahtı olan Abdülmecid; bu sıfatı 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılıncaya kadar taşıdı. TBMM tarafından 19 Kasım 1922'de halife seçildi. Osmanlı hilafetine resmen son veren 431 sayılı kanunun kabul edildiği 3 Mart 1924 tarihine kadar “"halife"” unvanını taşıdı. Tarihe “"Son Osmanlı Halifesi"” olarak geçmiştir.
Sultan Abdülaziz'in ortanca oğlu olarak 29 Mayıs 1868'de İstanbul'da doğdu. Annesi Hayranıdil Kadınefendi'dir.
1876'da babasının tahttan indirilmesinden sonra Sultan II. Abdülhamid’in gözetiminde Yıldız Sarayı’ndaki Şehzedeğan Mektebi’nde sıkı bir eğitim aldı. Tarihe ve edebiyata meraklı, dil öğrenmeye yatkındı. Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sanayi-i Nefise hocaları ile ilişki kurdu; Osman Hamdi Bey, Salvatore Valeri’den resim dersi aldı. Fausto Zonaro ile dostluk kurup resim çalışmalarında onun yolunda ilerledi.
Taht sırasında çok gerideydi. İcadiye'deki köşkünde sanatla meşgul olarak yaşadı. Dönemin saray geleneklerine uygun olarak alafranga yaşama ilgi duydu. Şahsuvar Başkadınefendi’den oğlu Ömer Faruk Efendi, Mehista kadınefendi’den kızı Dürrüşehvar Sultan dünyaya geldi.
Köşkünde ailesiyle birlikte dışa kapalı olarak yaşamayı II. Meşrutiyet'in ilanına kadar sürdürdü Yeni rejimin ilanından sonra ülkede kurulan pek çok sivil ve sosyal kuruma destek verdi. Ermeni Kadınlar Birliği'nin baş destekçisi, Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nin fahri başkanıydı.
Resim ve müzik sanatları ile çok yakından ilgiliydi. Türk resim sanatının öncü isimleri arasında yer aldı. 1909'da kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin fahri başkanlığını yaptı. Yurtiçinde ve yurtdışındaki çeşitli sergilere tablolarını gönderdiği bilinen Abdülmecid Efendi'nin eserlerinden birisi Paris'teki büyük yıllık sergide sergilenmiş; "Haremde Beethoven", "Haremde Goethe", "Yavuz Sultan Selim" adlı tabloları 1917'de Viyana'daki Türk ressamlar sergisinde sergilendi. Özellikle portre alanında başarılı idi. En önemli portrelerinden biri devrinin ünlü şairi Abdülhak Hamit Tarhan'ın portresidir. Kızı Dürrüşehvar Sultan'ın, oğlu Ömer Faruk Efendi'nin portreleri en bilinen eserlerindendir. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin gazete çıkarma girişimleri, Galatasaray sergileri, Şişli Atölyesi’nin kurulması, Viyana sergisi, Avni Lifij’in Paris’te burslu okutulması onun desteklediği sanatsal olaylardandır.
Resim kadar müziğe de büyük ilgi duyan Abdülmecid, ilk müzik derslerini Feleksu Kalfa’dan aldıktan sonra Macar piyanist Géza de Hegyei ve keman virtüözü Carl Berger ile çalıştı. Ünlü besteci Franz Liszt'in öğrencisi olan Hegyei’ye kendi yaptığı Lizst tablosunu; Carl Berger’e ise, kendi ürünü bir beste olan "Elegie"’yi armağan ettiği bilinir. Keman, piyano, viyolonsel ve klavsen çalan Abdülmecid'in üzerinde eski Türkçe harflerle adının yazılı olduğu 1911 yapımı değerli piyanosu Dolmabahçe Sarayı’nda 48 numaralı odada saklanmaktadır. Çok sayıda bestesi olduğu bilinir ancak eserlerinin pek azına ulaşılabilmiştir.
31 Mart Olayı’ndan sonra II. Abdülhamid tahttan indirilmiş; veliaht Reşat Efendi tahta çıkarılmış; Şehzade Abdülmecid Efendi’nin ağabeyi Yusuf İzzeddin Efendi veliaht olmuştu. Yusuf İzzeddin’in 1916’da intihar etmesinden sonra Sultan Abdülmecid’in oğullarından Vahdettin veliaht tayin edildi. 1918'de Mehmed Reşat’ın ölümü ve Vahdettin’in tahta çıkması üzerine Şehzade Abdülmecid Efendi veliaht ilan edilmiştir.
Veliaht Abdülmecid Efendi, I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal altında bulunduğu sırada padişaha Damat Ferit Paşa hükümetini eleştiren lâyihalar gönderdi. Damat Ferit hükümeti yerine Ali Rıza Paşa hükümeti kurulduktan sonra Vahdettin’e karşı muhalif tutumunu değiştirerek oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’yi amcazadesi Sultan Vahdeddin'in küçük kızı Sabiha Sultan ile evlendirdi.
Ülkeyi işgallerden kurtarmak için Anadolu’da örgütlenen Kuvay-ı Milliye hareketi, eski yaverlerinden Yumni Bey aracılığıyla onu 1920 Temmuz’unda Ankara’ya davet ettiklerinde olumlu yanıt vermedi. Ankara ile teması, Sultan Mehmet Vahdettin tarafından haber alınınca Çamlıca’daki veliahtlık dairesinden alınarak Dolmabahçe’deki özel dairesinde 38 gün göz hapsinde tutuldu.
Kurtuluş hareketinin önderi Mustafa Kemal, Şubat 1921’de bir mektup daha yazarak kendisine Sultanlık teklif ettiğinde Abdülmecid bir kere daha ‘hayır’ yanıtı verdi. Kendi yerine oğlu Ömer Faruk’u Ankara’ya gönderdi ama Mustafa Kemal Ömer Faruk’u kabul etmeyerek geri gönderdi. |
Abdülmecid Efendi 1921 sonunda Anadolu’ya geçmek için Fevzi Paşa aracılığıyla bir girişimde bulundu. Konu mecliste görüşüldü; uygun görülmedi.
Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra toplanacak barış konferansına hem Ankara hem de İstanbul hükümetlerinin davet edilmeleriyle başlayan ihtilaf üzerine TBMM 1 Kasım 1922'de kabul ettiği kanunla saltanatı kaldırdı. Saltanatın kaldırılması ile birlikte Abdülmecid'in veliaht sıfatı kayboldu.
Saltanatı elinden alınan ve ""ihanet-i vataniyye"" ile ithamına karar verilen Vahdettin’in, 16-17 Kasım 1922 gecesi bir İngiliz zırhlısı ile Türkiye'yi terk etmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hilafet makamının boşaldığına hükmetti. Meclis, 18 Kasım’da yapılan tartışmaların ardından 19 Kasım 1922 günü halifelik için seçim yaptı. Seçime katılan 162 mebustan 148’inin oyu ile Abdülmecit Efendi halife seçildi. Oylamada dokuz milletvekili çekimser kalmış; II. Abdülhamid’in şehzadelerinden Selim ve Abdürrahim efendilere beş oy verilmişti.
TBMM’nin kararını Abdülmecit Efendi’ye tebliğ etmek üzere Müfid Efendi başkanlığında kura ile seçilmiş 15 kişilik heyet İstanbul’a gönderildi. 24 Kasım 1922 günü Topkapı Sarayı'ndaki Hırka-i Şerif Dairesi'nde biat töreni gerçekleşti. İlk defa Arapça yerine Türkçe dua edildi. Cuma namazı için gidilen Fatih Camii’nde, yeni halife adına Müfid Efendi tarafından ilk defa Türkçe hutbe okundu. ""Küçük cihaddan büyüğüne döndük"" mealindeki hadis-i şerifi konu alan hutbede, "büyük cihad" cehalete karşı savaş diye yorumlandı. Yeni halife İslam alemine bir beyanname neşrederek kendisini seçen meclise teşekkür etti.
21-27 Aralık 1922 tarihinde toplanan Hint Hilafet Konferansı Abdülmecid'in halifeliğini tasdik ve kabul etti. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edilince hilafet ve halifenin durumu gündeme geldi. Halifenin ödeneğinin arttırılmasını talep etmesi ve yabancı siyasi konukları kabul etmek için izni istemesi Ankara hükümeti ile halife arasında gerilim yarattı. 5-20 Şubat 1924 günleri İzmir’de yapılan Harp Oyunları sırasında bir araya gelen devlet büyükleri Halifelik meselesini de görüştüler.
1 Mart 1924’te başlayan bütçe görüşmelerinin 3 Mart’taki son oturumunda Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı tarafından verilen bir önerge ile halifeliğin ilgası istendi. Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılması Hakkındaki (431 Sayılı) Kanun, oturuma katılan 158 üyenin 157’sinin oyuyla kabul edildi. Aynı kanun ile hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı alındı.
Kararı Abdülmecit Efendi’ye İstanbul Valisi Haydar Bey ve Polis Müdürü Saadettin Bey tarafından bildirildi. Abdülmecid ve ailesi halkın galeyana gelmemesi için ertesi sabah, saat 5.00’te gizlice Dolmabahçe Sarayı'ndan alınarak otomobil ile Çatalca'ya götürüldüler. Burada bir süre Rumeli Demiryolları Şirketi’nin amiri tarafından ağırlandıktan sonra Simplon Ekspresi’ne (eski Şark Ekspresi) bindirildiler.
Abdülmecid Efendi İsviçre'ye vardığında, o ülkenin kanunlarına göre birden fazla eşlilerin ülkeye girmesine izin verilmediği gerekçesi ile sınırda bir süre alıkonuldu ancak bu gecikmeden sonra ülkeye kabul edildi. Bir süre İsviçre’de Leman Gölü kıyısındaki "Büyük Alp Oteli"nde kaldıktan sonra Ekim 1924'te Fransa’nın Nice kentine geçti ve ömrünün geri kalanını orada tamamladı.
Abülmecid Efendi, sürgünün ilk durağı Montrö’de bir bildiri yayımlayarak Ankara Hükümeti’ni ‘ladini’ (dinsiz, din dışı) olmakla suçlamış ve İslam dünyasını Hilafet konusunda karar almaya çağırmıştı. Ancak Ankara’nın İsviçre’ye baskısı üzerine bir daha böyle konuşmalar yapmadı.
Abdülmecid Efendi, Fransa'nın Nice şehrinde sakin bir yaşam sürdü. Kızı Dürrüşehvar Sultan'ı ve yeğeni Nilüfer Hanım Sultan'ı dünyanın sayılı zenginlerinden Haydarabad Nizamı'nın oğullarıyla evlendirdi; bu sayede mali durumu düzeldi. Hilafet konusunda İslam aleminden umduğu ilgiyi bulamadığı için kendisini daha çok ibadete, resim çalışmalarına ve müziğe verdi.
Daha sonra Paris’e yerleşen Abdülmecid Efendi, hanedanın geleneksel protokolünü ısrarla uygulamaya devam etmiştir. Cuma namazlarını Paris Büyük Camii'nde kılardı. Evlenen Sultan ve Şehzadelerin nikâhlarını kıyarak, kendi tuğrasını taşıyan belgeler dağıttı. Yakışıksız davranışlarda bulunan şehzadeleri hanedandan ihraç ettiğini bildiren belgeler hazırladı. Hanedanın Irak petrolleri üzerindeki haklarından yararlanabilmek için oluşturulması planlanan aile birliği gereği Vahdeddin ile ortak bir vekalet vermesi istenince, halife ve ailenin resmî reisi olduğunu iddia ederek ortak vekalet vermeyi reddetti. Böylece akim kalan bu girişimin sonucunda hanedan umduğu faydayı sağlayamadı.
Mısır'ın Kavalalı prensleriyle evlenmek için Fransa'dan ayrılan çok düşkün olduğu torunları ve oğlunun gidişinden sonra eşleriyle beraber yalnız kalarak ızdıraplı günler geçirdi. Kızı Dürrüşehvar Sultan tarafından muhafaza edilmiş 12 ciltlik "Hatıralar" kitabını kaleme aldı.
23 Ağustos 1944'te sürgünde bulunduğu Paris'te kalp krizinden öldü. Dürrişehvar Sultan'ın Berar Prensesi sıfatıyla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü nezdindeki çabalarına rağmen cenazesi Türkiye'ye kabul edilmedi. Cenazesi Türkiye'ye kabul edilmeyince, Paris Büyük Camii'nde 10 yıl kadar bekletildi ve Camii mütevelli heyetinin cenazeyi daha fazla tutamayacaklarını bildirmesi üzerine Medine’ye nakledilerek Bâki Mezarlığı'na defnedildi.
Wadjet
Wadjet ya da Buto Aşağı Mısıra ait bir tanrıça olup, papirüslerin ve firavunların koruyucusudur. Kobra şeklinde tasvir edilir ve firavunları düşmanlardan koruma misyonu vardır.
İskenderpaşa (anlam ayrımı)
Hâlidîlik
Halidilik adını Halid Bağdadî'den alır. İslâm dinine bağlı bir Sünnî tarîkat olan Nakşibendîliğin en yaygın kollarından biridir. Türkiye'de etkinlik gösteren Nakşibendî şeyhleri genellikle Halidî'dir.
Nakşibendi Tarikâtı'nın Hâlidilik Kolu ile ilgili, Hâce Şâh Ghulam Ali Dehlevî'ye kadar "Nakşibendi tarikâtı" ile aynı silsileyi tâkip etmektedir. Türkiye'nin doğusu, Kuzey Irak ve Suriye'de yaygın olan bu kol adını Mevlânâ Hâlid-î Bağdâdî'den almaktadır.
31. Abdullah el Mücaviru fi Beledillah (Kuddise sirrahu)
32. Muahmmed Musatafa İsmet Garibullah (Kuddise sirrahu)
33. Halil Nurullah el Zağravi (Kuddise sirrahu)
34. Ali Rıza el Bezzaz (Kuddise sirrahu)
35. Ali Haydar El Ehishevi (Kuddise sirrahu)
36. Şeyhuna MAHMUD EL OFİ (KaddessAllahu Teala Esrarahum) Mahmud Ustaosmanoğlu
31. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî
32. Seyyid Fehîm Arvâsî
33. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "(Bu silsile burada son bulmaktadır. Yerine halife bırakmamıştır.)"
Devamı Palevi kolunun ana silsilesidir. Şeyh Ali Sepdi'den itibaren halifelerin kendi silsileleri mevcuttur.)
31. Şeyh-ul Meşayih Seyyidina Ali Es-Sebdi Palevi Diyarbekiri
32. Şeyh Mahmud Fevzi Efendi Palevi
33. Şeyh Muhammed Said Efendi Palevi
34. Şeyh Ali Rıza Efendi Palevi
35. Şeyh Muhammed Emin Efendi Palevi
Devamı Dağıstan Nakşibendi-Mahmûdîye kolunun silsilesidir.
31. İsmail el-Kurdumeri
32. Muhammad Salih Şirvani
33. İbrahim Kudkaşani
34. Hacı Yunus Effndi Lalali ed-Dağıstani ( - 1277 H)
35. Mahmud Efdndi ad-Daghestani
36. Cebrail Afandi ad-Daghestani
37. Abdurrahman Hacı Asawi ad-Daghestani
38. Hasan Hilmi Efendi ad-Daghestani (1852-1937 M)
39. Muhammad Ya`sub ad-Daghestani
40. Humayd Efendi Handiqi ad-Daghestani (1868-1952 M)
41. Husenil Muhammad Efendi `Uribi ad-Daghestani (1862-1967 M)
42. Muhammad Arif bin Hasan Hilmi al-Kahibi ad-Daghestani (1900-1977 M)
43. Muhammad Sa`adu Hajj Efendi Batluhi ad-Daghestani (1915-1995 M)
44. Abdulhamid Efendi al-İnhi ad-Daghestani
45. Hamzat Efendi Tlaqi ad-Daghestani
46. Muhammad Efendi Huçadi ad-Daghestani
47. Badrudin Efendi al-Botlihi ad-Daghestani
48. Shaykh Said Efendi al-çirkavi ad-Daghestani (1937- M)
49. Abdulcelil Efendi ad-Daghestani (1949 - M)
Mehmet İskender Paşa
Mehmet İskender Paşa (Asıl adı: Antoni Aleksander Ilinski) (1814 – 1861) Polonya asıllı Osmanlı Generali.
Genç yaşında Polonya ve Macaristan'da Avusturya-Rusya ittifakına karşı bağımsızlık mücadelelerine katıldı. 1844'te Osmanlı uyruğuna geçti. I. Abdülmecit döneminde (1839-1861) Osmanlı Ordusu'nda Bosna, Tuna, Kırım, Kafkaslar ve Bağdat’ta çeşitli görevler yaptı. 1855 yılında Kırım Savaşı sırasında Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu.
Galiçya'nın, bugün Slovakya’da yer alan Zelina (Ilina) kasabasında doğdu. 1830-31 Leh Ayaklanması'nda Litvanya Lejyonu'nda subay olarak görev aldı. Prens Adam Czartoryski'nin Paris'ten yönettiği sürgünler hareketine katıldı. Josef Bem (sonraları Murat Paşa) komutasında Portekiz Lejyonu’nda, İspanya, Çin, Hindistan ve Fransız Lejyonlarında çalıştı.
1844'te İstanbul'da, Michal Czajkowski (sonraları Mehmet Sadık Paşa) yönetimindeki "Doğu Ajansı" adına Kazaklara yönelik çalışmalar yaparken Rusların ihbarı üzerine tutuklandı. Ruslar kendilerine teslim edilmesi için baskı yapıyorlardı. Kurtulmak için tutuklu iken din değiştirdi, Mehmet İskender adıyla Osmanlı uyruğuna geçti. Kaymakam rütbesi ile orduya katıldı.
Ömer Paşa'nın komuta ettiği Rumeli Ordusu'nda görev yaptı. 1851'de Hersek Paşası Ali Rızvanbegoviç-Stolyeviç'in idamıyla sonuçlanan "isyan bastırma" harekatında ön plandaydı.
1854'te Kırım Savaşı’nda Tuna Cephesi'nde "başıbozuk" birliklerini örgütledi, atlı birliklere komuta etti. Başarıları ve gözü pekliği ile burada Miralay (Albay) rütbesine yükseldi. 7 Ağustos 1854 tarihinde Bükreş'e giren Osmanlı öncü birliğinin başındaydı.
Ertesi yıl, bu kez Kırım'da Gözleve Muharebesi'nde gösterdiği üstün yararlıklar nedeniyle Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu.
Aynı yıl, Kars'ı kuşatan Rus ordusunu arkadan çevirmek için Sohumkale (bugünkü Abhazya'nın baş kenti Sohum) limanına çıkan orduda öncü birliklerin başındaydı. Ancak bu güç Kars'a ulaşamadan şehir Rusların eline geçti.
1857'de Bağdat Valisi ve Genel Komutanı olarak tayin edilen Ömer Paşa ile birlikte Bağdat'a gitti. Necd ve Basra'da aşiret ayaklanmalarının bastırılması için yürütülen askeri harekata komuta etti. Aşiretler arasında "Ebû'n-nar" (Ateş Babası = A |
teş Saçan) lakabıyla tanındı.
2 Haziran 1861 tarihinde İstanbul'da döndüğü bir ziyafet sonrası fenalaşarak öldü. Edirnekapı Şehitliği'ne defnedildi.
Nefrit (mineral)
Nefrit, bir amfibol aktinoliti. Nefrit aslında bir mineral değil, aktinolit mineralinin bir çeşididir. Kimyasal formülü Ca(Mg, Fe)SiO(OH)'dir. Nefrit yeşim olarak da anılan değerli taşın iki türünden birisidir. Yeşim taşı olarak anılan diğer mineral ise jadeittir. Jadeit nefritten daha değerlidir. Ayrıca nefrit jadeitten daha fazla bulunur. Genellikle yeşil (özellikle koyu yeşil), gri ya da kremimsi beyaz renginde olur. Sertliği 6.0-6.5 arasındadır. Jadeit kadar sert değildir. Mat, yağımsı bir parlaklığa sahip iri parçalar halinde bulunur.
Nefrit binlerce yıldır Çinliler tarafından bilinir ve kullanılırdı. Çinlelerin oymaları 17. yüzyıldan sonra Myanmar jadeitlerinin keşfine kadar nefrit ile yapılmıştır. En önemli nefrit yatakları Çin'deki Kaşgar ve Khotan bölgelerinde bulunur. Nefrit çoğunlukla Çin, Burma (Myanmar) ve Yeni Zelanda'da kullanılırdı. Nefrit yüzyıllarca Yeni Zelanda'da Maoriler tarafından silah ve süs yapımında kullanılmıştır. Bugün hâlâ mücevher yapımı için çıkarılsa da madenciliği kısıtlanmış ve sıkı bir kontrol altına alınmıştır.
Eskiden nefritin böbrek rahatsızlıklarına iyi geldiği düşünülürdü. Özellikle Uzak Doğu ülkelerinde çok fazla değer verilen bir taştır. Britanya Kolumbiyası'nın "eyalet taşı", Wyoming'in ise resmi değerli taşıdır.
Kreatin
Kreatin, omurgalılarda doğal olarak oluşan ve kas hücrelerine yağları indirgeyerek enerji desteği sağlayan organik bir asittir.
Kreatin vücutta; L-Arjinin, Glisin ve L-Metiyonin aminoasitlerinden; böbrekte, karaciğerde ve pankreasta sentezlenir. Biyosentezden sonra iskelet kaslarına, kalbe, beyne ve diğer dokulara taşınır. Kreatin bu dokularda en büyük enerji depolayıcı form olan kreatin fosfat halinde metabolize olur.
Toplam kas kütlesini tahmin etmede kullanılır. Günlük kreatin atım miktarı yaklaşık 1-2 gr/gün kadardır. Sporcular ise günde(saat fark etmez) 3-5-8 gr arası kreatin alarak performanslarını artırabilirler. Kaslarda kreatin fosfat maddesinin kullanılmasının sebebi ise var olan ATP moleküllerinin gerekli enerjiyi yalnızca yarim saniye karşılayabilecek düzeyde olmasıdır. Kreatin fosfat molekülünün miktarı ise ATP'nin yaklaşık 20 katı kadardır.
Arşiv
Arşiv, bütün dünyada kurumların gerçek ve tüzel kişilerin faaliyetleri sonucunda meydana gelen, idari, hukuksal, tanıklık, kurumsal değeri olan ya da tekrar kullanılmak üzere üretilen her türlü görsel, yazılı ve data bilgilerinin muhafaza edildiği yerdir.
Arşivler; genel olarak klasik arşivler ve modern arşivler olarak ikiye ayrılır.
Arşiv sözcüğünün kökü, eski Yunanca "arkheion" sözcüğünün Latince'ye geçmiş hali olan "archivum" dur. Mana itibarıyla arşiv; resmi dairelerin, çeşitli müesseselerin veya kişilerin işlerini yürütürken, muamelesi tamamlanmış ve muhafazası icap eden vesikaların düzenli bir şekilde, belirli kaidelere göre bir araya getirilerek saklandığı yerdir. Arşivler, vesikaların çıktığı yerler olan devletin, şehrin veya müessesenin, ailenin hizmetinde oluşuna göre devlet arşivi, şehir arşivi, özel arşiv, aile arşivi gibi isimler alırlar.
Arşiv malzemesinin çekirdeğini; devlet dairelerinde, büyük müesseselerde günlük muameleler esnasında çıkan yazışmalar ve dosyalar meydana getirir. Fakat bütün bu kâğıtlar arşiv malzemesi değildir. Toplanan malzeme arşivlerde mütehassısları tarafından seçilip belirli kaidelere göre tasnif edilerek saklanır. Bu sınıflandırmanın sonradan istifade sırasında kolaylık sağlayacak şekilde olmasına dikkat edilir. Arşivleri teşkil eden malzeme; kesinliği olan dokümanlar olduğu için, geçmiş faaliyetlerin yaşayan ve gerçek delilleridir.
Arşivin dokümanları çoğunlukla kil tabletler, tunç tabletler, papirüsler, parşömenler, elyazısı ile, daktilo ile yazılmış veya matbaada basılmış kâğıt belgelerdir. Bunlardan başka mikrofilmler, fotoğraflar, ses bantları, video kasetleri gibi önemi haiz dokümanlar da arşiv belgesi olabilir.
Bir şeyin arşiv malzemesi olabilmesi için üzerinden en az 30 yıl geçmesi kaidesi kabul edilmiştir. Türkiye'de arşiv terimi, tarifteki manayı aşan bir biçimde kullanılmakta ve her türlü dokümantasyonu içine alan bir anlam da taşımaktadır.
Arşivin tarihi çok eski milletlere kadar dayanır. Eski Mısır ve Roma'da birçok devlet, tapınak ve aile arşivlerine sahipti. Mezopotamya'nın Nippur şehrinde, MÖ 2000 yılından başlayarak tablet halinde belgelerin saklandığı bir devlet arşivi bulunmuştur. Hattuşaş (Boğazköy)'ta yapılan kazılar sonucunda da, MÖ 1800-1200 yılları arasında Hititlere ait muharebe, antlaşma, kanun, kral yıllıkları ve daha birçok belgelerin saklandığı büyük bir devlet arşivi ortaya çıkarılmıştır. Bu arşiv muhtevasının önemli bir kısmı İstanbul, bir kısmı da Ankara arkeoloji müzelerindedir.
Zamanla bir arşiv bilimi oluştu ki, bu bilim arşivin günlük düzenini ve toplumdaki fonksiyonunu kurdu. Bu geleneğin kökeni ve nerden geldiği bilinmiyor ama bilinen en eski kullanim rehberleri Alman asilzadesi Jacob von Rammingen’in yazdığı rehberlerdir. Bu arşivbilimlerinin öncüsü 1571 yılında basılmış, ama olasılıkla 1500’lu yılların ilk yarısından önce yazıldığı sanılmaktadır. Jacob von Rammingen bu akedemik konunun babası diye anılırdı. O, Almanya´nin sahib olduğu en azından birkaç yüz yıllık bir arşiv geleneği kurdu. Arşiv teorisi ilk defa onun tarafından dile getirildi.
Avrupa devletlerinden Fransa, 1790 yılında ilk "Fransız Millî Arşivi"ni kurdu. İngiltere'de devlet adamları mevkilerinden ayrılırken kendi zamanlarına ait resmî evrakı beraberlerinde götürmeleri adettendi. Resmî evrakın dağınıklığını önlemek için İngiltere'de 1838'de "Public Record Office" kuruldu. Alman devlet arşivi ise 1867'de kurulmuştur.
Türk-İslam devletlerinde öteden beri yazılı ve yazısız kağıda hürmet fevkalade idi. Bilhassa kul hakkı geçmesi tehlikesi sebebiyle devlet evrakının muhafazasına daha çok ehemmiyet verilirdi. En büyük Türk-İslam devletlerinden biri olan Osmanlılar da aynı ananenin devamı olarak devlet evrakını en müstesna yerlerde muhafaza etmişlerdir. Orta Doğu ve Balkanlar'da asırlarca hüküm süren Osmanlı İmparatorluğunda devletin ilk devirlerinden başlayarak, resmî evraklar, ehemmiyet derecesine bakılmaksızın kese, torba ve sandıklarda belli usul ve düzenlere göre büyük bir titizlikle saklanmıştır. "Maliye defterleri hazinesi" ile "Defterhane hazinesi" devletin önemli hazinelerindendi. Çok değerli kayıtlar ve belgeler bu hazinelerde saklanırdı. Osmanlı Devleti'nde, devlet dairelerindeki evrakların düzenli muhafaza edilmesi, hakkında çeşitli direktiflerin verilmesi bu vesikaların muhafazasındaki ehemmiyeti göstermektedir. 1785'te Birinci Abdülhamid Hanın "Reis-ül-küttab"'a gönderdiği emirde, evrak ve defterlerin muhafazasına dikkat edilmesi istenilmektedir. Osmanlı arşivleri, Türkiye için olduğu gibi, dünya milletleri için de en sağlam ve geniş olanıdır. Üç kıtaya yayılıp, çeşitli dil, din ve ırktaki insanları asırlarca idare eden Osmanlılar, arşivlerinde bu milletlere ait bilgileri titizlikle kâğıt üzerine geçirip saklamışlardır.
İstanbul'un fethine kadar Bursa ve Edirne'de arşivler teşekkül etmiştir. İstanbul'un fethinden sonra, ilk arşiv Yedikule civarında yapıldı. Topkapı Sarayının inşasından sonra, Divan-ı Hümayun'un yanında bir arşiv yapıldı. 16. yüzyılda yüksek bir seviyeye ulaştı. Belgeler en küçük bir müsveddeye kadar atılmadan, torba, sandık, kılıf muhafaza hatta atlas içine kondu. Arşiv malzemeleri kurutulmuş mahzen depolarda saklandı.
Osmanlılarda, Divan-ı Hümayun'daki vesikalar kâğıt veya defter şeklinde tanzim edilirdi. Defterler ciltlenir, senelere göre tanzim ve tasnif edilir, hususi odalarda saklanırdı. Bu odalara "Mahzen-i evrak" adı verilirdi. Yaprak halindeki vesikalar dürülüp keselere konurdu.
Mühim vesikalar, fermanlar ise, atlas keselere ve muhafazalara yerleştirilirdi. Her dairede günün evrakı, bir tomar, her ayınki bir torbaya, her yılınki ise bir sandığa konurdu. Sandıkların üzerine de muhteviyatı gösteren etiketler yapıştırılırdı. Defterhane hazinesi, Divan-ı Hümayun toplantılarının düzenli devam ettiği zamanlarda, "Kubbealtı dairesi"nin yanında bulunmaktaydı. Sonraları toplantılar önemini kaybedince, hazine, Topkapı Sarayı'nın birinci kapısındaki Bab-ı Hümayun'un üst kısmına taşındı. Daha sonra da Sultanahmet'te "Saray-ı atik" denen mahzene ve Babıali'ye yakın olan "Tomruk dairesi"ne aktarıldı. Sarayın bir kısım evrağı Kubbealtı'nın bitişiğindeki "Dış hazine" binasında toplanmıştır. Maliye belgeleri de, Sultanahmet'teki "Eski Çadır Mehterleri" kışlasında muhafaza edilmekteydi. Bütün kanun, nizam, ferman ve emirler defterlere geçirilir, tasdik edilir, saklanırdı. Eski defterlere bakmak icab ettiğinde bunları bulup hemen getirecek görevliler vardı.
Devlet arşivi, padişahın, vezir-i azamlardaki mührüyle mühürlenen üç hazineden biri idi. Hükûmetin her toplantısından sonra konuşulanlar yazılır; bu mühür ile mühürlenirdi. Bir defterin arşivden çıkması sadrazamın yazılı emri ile olurdu. Arşiv dışında ne kadar kaldığı da kaydedilirdi.
Osmanlı devlet belgeleri çok iyi tutulur, sağlam kâğıtlara, silinmez mürekkeple yazılır ve çok iyi muhafaza edilirlerdi.
"Defter emini", istenen defter ve vesikayı, milyonlarca defter ve vesika arasından birkaç dakika içinde bulabilirdi. Çünkü en iyi şekilde ve fevkalade tasnif edilmişlerdi.
Osmanlı Devleti'nde modern manada millî arşivcilik konusunda ilk ciddi teşebbüs, devrin maliye nazırı Safveti Paşa'nın 1845'te Enderun'daki tarihî vesika ve defterleri bir tertip içine almaya çalışması ile görülür. Tam manasıyla modern arşivcilik ise, 1846'da "Hazine-i Evrak Nezareti'nin" kurulmasıyla başlar ve bugünkü Başbakanlık Arşivi'nin çekirdeğini teşkil eder. Aynı sene Bab-ı Ali'nin iç kısmında yüksekçe, rutubetsiz bir yer seçilerek ve özel olarak imal edilen tuğla ile mükemmel bir bina yapıldı. Nezaretin başına Hazine-i Evrak Nazırı olarak sadaret mektupçusu Esseyyid Hasan Muhsin Efendi tayin olundu. Türkiy |
e'de modern arşivciliğin mimarı bu zattır denilebilir.
Hasan Muhsin Efendi, emrindeki ekip ile kıymetli çalışmalar yaptı. Devletin mühim işlerine ait mahrem sayılacak, devletin sırlarını ifşa etmeyecek şekilde emin memurların tayin edilmesi gerektiği karara bağlandı. Arşive dahil olacak vesikaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten arşivcilik talimatını hazırladı. Bunu 1849'da "Hazine-i Evrak Nizamnamesi" adı ile yayınlayarak Türk arşivciliğini belli bir düzene soktu. Bu arşivde, her türlü muahedeler, hatt-ı hümayunlar, iç ve dış meselelere ait belgeler, Divan-ı Hümayun defterleri, meclis takrirleri, mazbatalar, kanunlar ... v.s. saklanıyordu. Nezaret, bir süre sonra "Hazine-i Evrak Müdürlüğü" unvanını almış ve Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar bu isimle devam etmiştir.
1922 senesinde "İcra Vekilleri Hey'eti Riyaseti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti"ne bağlı, İstanbul'da "Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği" kuruldu. 1923'te "Hazine-i Evrak Mümeyyizliği"ne çevrildi. 1927'de "Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği" adı altında Başvekalet müsteşarlığına bağlandı. 1933'ün Mayısında Teşkilat Kanunu gereğince, Ankara'daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul'daki Hazine-i Evrak Müdürlüğü, "Başvekalet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü" adı altında birleştirildi. 1937'de Hazine-i Evrak'ın adı "Arşiv Dairesi Müdürlüğü"ne dönüştürüldü. 1943'te "Başvekalet Arşiv Umum Müdürlüğü" haline çevrildi. 1954 "Başbakanlık Kuruluşu Hakkındaki Kanun" çerçevesinde Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü kuruldu ve "Başbakanlık Merkez Teşkilatı" içine alındı. 1976 yılında Başbakanlık Müsteşarlığına bağlı olarak Cumhuriyet Arşivi Dairesi Başkanlığı kuruldu. Bu dairenin görevi, Başbakanlıkta Cumhuriyet döneminde biriken evrakın tanzimidir.
Bugün yüz milyonlarca Türkçe ve Osmanlı Devleti'ne ait arşiv malzemesi, Osmanlı'dan ayrılan devletlerde kalmıştır. Mesela, "Kudüs Françisten Manastırı"'nda 2644 Türkçe vesika mevcuttur. Romanya arşivlerinde 210.000 vesika olduğu biliniyor. Bunun yanında milyonlarca vesika çürütülmüş, yakılmış ve 1931'de vagonlar dolusu Bulgaristan'a satılmıştır. 500.000 kadar Türkçe defter ve vesika Bulgaristan'dadır. Bir kısım evrak da ambalaj kağıdı olarak esnafa intikal etmiştir.
"Tarih-i Osmani Encümeni" millî tarih araştırmaları için Topkapı'dan çıkarılan evrakın tasnif edilmesi zaruretini duymuş ve bu işi Ali Emiri Efendi'nin başkanlığındaki bir heyete havale etmişti. 1918 - 1921 yılları arasında çalışan Ali Emiri, padişahlara göre kronolojik, 1921'de "Mahmud Kemal İnal", devlet teşkilatlarına ve yapılan işlemlere göre, Adliye, Askeri, Bahriye, Maliye gibi adlarla 22 başlık altında topladı. 1932'de muallim Cevdet İnançalp'in tasnifi ise "İbn'ül-emin" tasnifinin aynı olmakla beraber bu başlıklar 16'ya indirilmiş ve bunlara sonradan "Vilayat-ı Mümtaze" eklenmiştir. 1936'da Macaristan'dan getirtilen arşiv uzmanı Lagos Fekete eski tasnifleri bırakarak kısaca "Eskiyi olduğu gibi kurma, yeniden canlandırma" olarak adlandırılan sistemi uyguladı. Bütün bu tasnif çalışmaları, işin büyüklüğü karşısında neticesiz kaldı. Son yıllarda millî bir mesele haline gelen arşivlerimiz, özellikle "Başbakanlık Osmanlı Arşivi", yeniden ele alınmış ve genç bir kadro ile tasnif işlerine hız verilmiştir.
Millî mesele olmasından öte millî sorun olarak da ele alınabilir. Genç kadro 1987'de genç olmasına gençti ama 2009'da emekli olma çağına gelmiş yorgun ve ümitsiz bir kadro halindedir. Başbakanlık uzman yardımcısı unvanı ile işe başlatılan bu genç kadro devletin azizliğine uğramış, ellerinden alınan unvanlarından sonra Türkiye'nin en uzun süreli kadro karşılığı olmaksızın sözleşmeli personel unvanıyla çalıştırılan personeli haline gelmiştir. Yaş hadlerini çoktan aştıklarından, başka kurumlarda devlet memuru olma haklarını da kaybetmişlerdir. Acımasız bürokratik manevralar ile sözleşmeli personelin kadrolu memurdan tek farkı olan yüksek ücretleri de yeni başlayan bir öğretmenin altına düşürülmüştür. Liyakat ve hizmet şuuru açısından mümtaz kamu personeli olmalarına rağmen imam hatip okulunda az buçuk arap alfabesi öğrenmiş yeni Türkiye iktidar zihniyeti tarafından "bunların da yaptığı iş mi, yaz kursunda benim çocuk bile bu yazıyı öğrenir" küçümsemesine maruz kalmışlar ve her platformda arşivlerimize, Osmanlıya verdikleri önemden bahsedenlerin zerre kadar ilgilenmedikleri yüzüstü bıraktıkları bir kurum haline gelmiştir.
Bir arşivin başlıca görev ve fonksiyonları şu şekilde sıralanabilir:
Arşivlerde, geçmiş yüzyılların belgeleri, tarih araştırmaları
için en değerli dokümandır. Toplumsal, ekonomik yaşayışımızın bütün
görünüşleri,bu belgelerde yatmaktadır. Arşiv belgelerinden bilimsel
amaçlardan başka, resmi ya da kişisel işlerde, davalarda yararlanılabilir.
Arşivlerin kullanılması hak ve hürriyeti başlıca iki türde gerçekleşebilir; belgeleri doğrudan araştırıcının eline vermek (communication) veya sergilemek ( bu basın-yayın veya bilgisayar araçları ile de olabilir).Bu ikisi arasındaki fark, belge veya bilginin içeriğinin şahıslara bildirilmesi noktasındadır. Belgenin doğrudan araştırıcıya verilmesi, kataloglarda veya başka yerlerde referansı olan bir belgeyi bir kişiye incelemek için emanet etmektir.(Bilici,1994)
Adı geçen tahrirler sonucunda meydana getirilen defter ve diğer belgeler, son zamanlara kadar, devletin sırlarını ihtiva eden gizli hazine şeklinde adeta dini diyebileceğimiz bir kavramla yabancılara gösterilmekten uzak tutulmuşlardır. Defter-i Hakani dairesinde bu belgeler üzerinde çalışan ve onların muhafazası ile uğraşan memurlar, özel bir merasimle eski isimlerini terk ederek takma bir isim alırlardı. Defterhane avlusunda defnedilmiş pirlerinin ruhaniyetinden feyz alarak, birbirlerine birer tarikat mensubu adap ve muaşereti ile bağlı bulunurlardı. Ancak belirli zaman görev yapıp belirli derecelere ulaştıktan sonra bu defterlere bakmak ve içindeki sırları öğrenmek yetkisini alabilirlerdi.
Fransız'ların Philippe Auguste zamanından önce yaptıkları gibi, Osmanlılar da bürokratik işlemleri layıkıyla, seri şekilde yerine getirebilmek ve gerektiğinde müracaat edebilmek için Divan-ı Hümayun'a ait çeşitli memur ve defterleri ordu ile birlikte seferlere götürdükleri bilinmektedir. Defter Emini de diğer memurlarla beraber sefere giderdi. Fatih'ten beri bu defter emini vardır.Yavuz'un Çaldıran seferine Defter Emini ve defterler beraber götürülmüştür.Sefer sırasında Sivas civarına gelindiğinde ordunun ağırlıkları ile hazine ve timar defterleri Sivas Kalesi'ne gönderilip koruma altına alınmış, ordu ise ileri harekatını sürdürmüştür.
Şimdilik yerel hiçbir uzantıya sahip olmayan bu genel müdürlüğün görevleri şu şekilde belirtilmiştir:
Arşivcilik, arşivlenecek belgelerin idareciliğinin yapıldığı, belgelerin saklandığı, korunduğu, bakımının yapıldığı, düzenlendiği, sunulduğu ve çeşitli işlemlerin yapıldığı bir ilim dalıdır. Tarih ve niteliği ne olursa olsun, bireyler veya (özel veya kamuya ait) tüzel kişilikler tarafından, kendi varoluş amaçları doğrultusunda ve kendi fonksiyonlarının yerine getirilebilmesi için toplanan (üretilen veya teslim alınan), ve öncelikle delil olarak ve idari amaçlar için, daha sonra da taşıdıkları genel enformasyon değerleri için saklanan belgeler bütünüdür.
ingilizce'de archive science, Fransızca'da archivistique ve Almanca'da Archivwissenschaft,Archivlehre,Archivkunde şeklinde ifade edilen arşivcilik;arşiv nazariyesi,arşiv tatbikatını konu edinen bir bilim dalıdır.
"Bilgi ve Belge Yönetiminin toplumsal kuruluşlarındandır. Kurumlar faaliyetleri sırasında çeşitli belgeler üretirler. Kimileri güncelliğini korurken, kimileri yitirir. Bazıları tekrar kullanılmak üzere saklanır. Saklanan bu belgeler arşivi oluşturur." "Arşiv için; milletlerin, toplulukların, kişilerin hafızası da diyebiliriz."
"Arşivler bilgilerin kayıt altına alınmasıyla yani yazının kullanılmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Yazıyla birlikte bilgiler belge denilen yerlerde varlık bulunmuşlardır. "
"Milletlerin, kişilerin, toplulukların bilgi birikimlerine sahip çıkmaları, bilginin üzerine eklenerek gelişmesi açısından arşivler önemlidir. Fertlerin ve devletin haklarını ve milletler arası münasebetleri belgeleyip korurlar. İlgili olduğu konuyu aydınlatmaya ve tespite yararlar. Ayrıca her türlü ilmi araştırmalara imkan sağlarlar. Çünkü ait olduğu devrin örf ve adetlerini,sosyal yapısını,müesseselerini ve bunlar arasındaki münasebetleri ortaya koyarlar. Devlet kurum ve kuruluşlarının çalışmaları,idari işlemleri,her türlü araştırmalar ve mevzuat uygulamalarının yazılı belgeleri arşivlerde saklıdır. "
Asırlar ilerledikçe ve kraliyet idaresinin organları geliştikçe her bir idarenin arşivleri müstakil olarak ve herhangi bir teknik veya hukuki kurala bağlı olmaksızın saklanıyor ve tasnif ediliyordu.Bu idarelerin en meşhuru Paris Parlamentosu'dur ve defterleri kesintisiz olarak 1254'ten 1789'a kadar gelir.Ancak bu çok dağınık bir şekilde (1770'de yapılan bir ankete göre 5700 depo vardı) bulunan arşivlerin merkezi bir idareye bağlanması gerekiyordu.Fransa bu konuda, örneğin İspanya'ya göre, geç kalmıştı, çünkü Charles Quint 1543'te arşivleri Simancas şatosunda merkezileştirmişti.Daha sonra Venedik'te 1632'de ilk arşiv tasnif el kitabı yayınlandı.Fransa'da ise 1765'ten 1779'a kadar en az dört kitap yayınlandı.(Bilici,1994).
Avrupa'da arşivcilik, yazının bozulabilir malzemenin (kâğıt gibi)üzerine yazılmaya başlamasıyla önem kazandı.Eski Yunan'da ve Roma
İmparatorluğunda arşivlerin tutulduğu biliniyor ancak bunlar savaş sonucu yok olmuştur.11. yüzyıl öncesine ait bugüne çok az malzeme ulaşmıştır.
Arşivcilik bir bilimsel disiplin olarak 17. yüzyılda Fransa'da oluşmaya başladı. O zamanlar Dom Mobillon tarafından Diplomatik Bilimi adı altında bir meslek oluşturuldu. Ancak İtalya, İspanya ve Almanya'da arşivcilik el kitaplarının yine o tarihlerde yazıldığı biliniyor. 18.yüzyılın sonunda Avrupa'da -İngiltere hariç- arşivcilik teorisi ve uygulamaları Fransız ihtilali ile politik, idari ve yasal değişikliğe uğramış ve tamamen yenilenmiştir. 25 Haziran 1794'de kabul edilen Fransız an |
ayasasında, arşivleri halkın görmesinin bir kişisel hak olduğu kabul edilmiştir. Fransız Devrimi sonrası eski kurumlara ait birçok belge halka açık arşivlerde toplanmıştır. Bu eski dokümanları okuyacak ve yorumlayacak eğitilmiş arşivci ihtiyacı hissedilmeye başlanmıştır.Bunun sonucu olarak 1811'de Napoli'da Scuola del Grande Archivio ve 1821-1829 yılları arasında Ecole des Chartes açıldı. Ancak bu okullarda verilen eğitim bugün anladığımız anlamda bir eğitim değildi daha ziyade tarih eğitimi veren kurumlardı. Bu kurumlarda arşivcilik eğitiminin temeli sayılabilecek belgelerin ayıklanması ve arşive intikali teorileri verilmekte idi.
Uzun zaman arşivcilikte temel ağırlığı tarihi yaklaşımlar işgal etti.İngiltere ve İspanya için bu İkinci Dünya Savaşına kadar devam etti.Ancak Avrupa'nın diğer ülkeleri 1850'den sonra arşivciliğin dört temel problemi ile ilgilenmeye başladılar.(Kandur,1993)
Bunlar;
Bugün Türkiye'de en zengin arşiv, İstanbul-Kağıthane-Sadabad'daki Başbakanlık Osmanlı Arşividir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki arşiv malzemesi Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez teşkilatı, kuruluşları olan Divan-ı Hümayun, "bab-ı asafi" ve "bab-ı defteri" ve bu ana kuruluşlara bağlı olan kalem ve dairelere ait olan defterler ile evrakı içine almaktadır. Topkapı Sarayı Arşivinin devamı niteliğinde bulunan İkinci Abdülhamid Han'ın Yıldız Sarayı Arşivi de, Osmanlı Arşivinin bir bölümünü meydana getirmektedir. Ayrıca Sultan Abdülaziz Han ve Beşinci Murad Han devirlerine ait malzeme de bulunmaktadır. İmparatorluğun sona ermesi üzerine resmi dairelerin ve kaldırılan dairelerin evrağı da buraya intikal etmiştir.
Şu anda 100 milyonun üzerinde tarihi vesika bulunduran "Başbakanlık Osmanlı Arşivi" yalnız Türkiye'nin değil, Osmanlı İmparatorluğu'nun sona ermesinden sonra kurulan 20'den fazla devletin de ana arşivi durumundadır. Yani Anadolu, Asya, Avrupa, Afrika ve ayrıca Amerika'da kurulan devletlerle bulunan resmi ilişkilerden dolayı tüm dünyayı ilgilendiren bir belge koleksiyonu bu arşivde yer almaktadır. 2 Haziran 2013'te resmi açılışını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın onurlandırdığı, bünyesinde bir de arşiv müzesi barındıran İstanbul-Kağıthane'deki Millî Arşiv Sitesi, hem araştırma hizmetleri birimi ile hem de kurum internet sitesi üzerinden bu belgeleri araştırmacılara sunmaktadır.
Tanzimattan önce padişahlarla ilgili evrak ve defterlerin, azil ve idam edilen veya mallarına el konulan devlet adamlarının evlerinde bulunan bu gibi belgelerin sarayda saklanması usuldendi. Bu arşivde, en eskisi Orhan Gazi zamanına kadar giden 10.726 defter ve 12.724 vesika vardır. Arşivin A'dan H'ye kadar harflerle başlayan maddeleri ihtiva eden iki fasikül Topkapı Sarayı Müzesi Arşiv Kılavuzu (1938 - 1940) adıyla kaydedilmiştir.
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi'nde bulunan arşiv malzemelerinden defter serileri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarafından sayısal ortama aktarılmış ve araştırmaya açılmıştır. yaklaşık 200.000 adet belge serilerinin tasnif ve sayısallaştırılmasına devam edilmektedir.
Ankara'da bulunan bu arşivde 16. yüzyılın son tapu tahrir defterleri ile 1848'den sonraki tapu kayıtları muhafaza edilmektedir.
Şer'i mahkemelerin verdiği dava ve karar defterleriyle, merkezden verilen emirlere ait vesikaları muhafaza etmektedir. 1941'de Adalet Bakanlığı tarafından Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı'na devredilmiştir. Ankara'daki Millî Kütüphanede muhafaza edilmektedir. Bunların "Şer'iyye Sicilleri" adıyla katalogları yayınlanmıştır. Ankara'daki "şer'iyye sicilleri"nden başka "İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri Arşivi"nde de bir kısım "şer'iyye sicilleri" muhafaza edilmektedir.
Şer'iyye Sicilleri Arşivi, şu malzemeleri ihtiva etmektedir.
Millî Kütüphanede bulunan Şer'iyye Sicilleri Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğüne devredilmiş ve İstanbul'da Osmanlı Arşivinde araştırıcıların hizmetine görüntüleriyle birlikte açılmıştır.
Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak faaliyet gösteren Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde ve Vakıflar Bölge Müdürlükleri bünyesindeki arşivlerde vakıf kayıtları ile ilgili belgeler muhafaza edilmektedir.
Osmanlı içtimai bünyesinde, hayır ve hasenat müessesesi olan vakıfların mevcudiyetini teyid eden ve ortaya koyan vakfiyelerin, sicillerin ve belgelerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş bir arşivdir.Vakıflar Arşivi'nde bulunan vakfiyeler, tarihi devir itibarıyla başlıca dört gruba ayrılır:
1920 yılından beri çıkan yasalar, tutanaklar vs. saklanmaktadır.
Ayrıca devlet daireleri, belediyeler, okullar, özel kuruluşlar ve ailelerin arşivleri de vardır.
• Archival Science. International Journal on Recorded Information. Netherlands: Springer. ISSN: 1389-0166 (print version). ISSN: 1573-7519 (electronic version).
• Cook, M. (1986). The Management of Information from Archives. Hants, England: Gower.
• Horn, D. E. (1989). The development of ethics in archival practice. American Archivist, 52(1), 64-71.
• İlhan, M. Mehdi, An Overview of the Ottoman Archival Documents and Chronicles (Osmanlı Arşiv Belgeleri ve Kroniklerinin Genel Bir Değerlendirmesi)
• Keskin, İshak (2007). Osmanlı Arşivciliğinin Teorik Dayanakları Hakkında. Türk Kütüphaneciliği 21, 3 (2007), 271-303.
• McDonald, L. (1989). Ethical dilemmas facing an archivist in the business environment: the constraints on a business archivist. Journal of the Society of Archivists, 10(4), 168-172.
• MacNeil, H. (1991). Defining the limits of freedom of enquiry: the ethics of disclosing personal information held in government archives. Archivaria, (32), 138-144.
• Posner, Ernst (1972). Archives in the ancient world, Harvard University Press, Cambridge Massachusetts.
• Riberio, F. (2001). Archival Science and changes in paradigm. Archival Science, 1(3), 295-310.
• Stockting, B. & Queyroux, F. (Eds.). (2006). Encoding Across Frontiers: Proceedings of the European Conference on Encoded Archival Description And Context (EAD And EAC), Paris, France, 7-8 October, 2004. Haworth Information Press.
• Strömberg, JBLD (2010). The earliest predecessors of archival science - Jacob von Rammingen's two manuals of registry and archival management, printed in 1571, translated by JBLD Strömberg. Lund: Lundaboken, Wallin & Dalholm.
• Usherwood, B.; Wilson, K. & Bryson, J. (2005). Relevant repositories of public knowledge? Libraries, museums and archives in 'the information age'. Journal of Librarianship and Information Science, 37(2), 89-98.
• Binark,İ.(1980).Arşiv ve Arşivcilik Bilgileri.Ankara Cumhuriyet Arşivi Dairesi Başkanlığı.
• Kandur,H.(1995).Arşivcilik Konferansları I.İstanbul.Librairie de Pera.
• Keskin,İ.(2007). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü http://by2007.bilgiyonetimi.net/bildiriler/keskin-ppt.pdf
• Özerdim, S.N.(1967). Bilgi Kaynakları ve Arşivcilik Ankara ss.20 http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/361.pdf
Falco
Özdemir İnce
Özdemir İnce, (d. 1 Eylül 1936, Mersin), Türk şair, yazar, gazeteci.
1956'da Mersin Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti. 1960'ta Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nü bitirdi. Bir yıl Sandıklı Ortaokulu'nda öğretmenlik yaptıktan sonra Yedeksubaylık hizmetini İzmir-Bornova 57. Er Eğitim Tugayı'nda yaptı. Ardından, Aydın Lisesi'nde öğretmenlik yaparken Fransız hükümetinin açtığı sınavı kazanarak 1965-1966 yıllarında Paris'te Sorbonne Üniversitesi’e bağlı ["Institut des Professeurs de français à l'Etranger"]de çağdaş Fransız dili ve edebiyatı ile ["Institut de phonétique"]te fonetik (sesbilim) okudu. Yurda dönüşünde Aydın ve Muğla liselerinde öğretmen olarak çalıştı. 1969’da TRT’ye girdi. 1982’de kurumdan emekli oluncaya kadar Dış Haberler Müdürlüğü'nde çevirmen, televizyonda metin yazarı, Öndenetim ve Redaksiyon Müdürü, Program ve Yayın Planlama Müdürü, Genel Müdürlük Müşaviri ve Uzman olarak çalıştı. 1982-1989 yılları arasında çeviri yaparak hayatını kazandı. 1989-2000 yılları arasında Can Yayınları'nda editör, Telos Yayınları'nda editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Ocak 2000'de köşe yazarlığına başladığı Hürriyet Gazetesi'nden 1 Nisan 2012'de ayrılmıştır. 23 Nisan 2012 - 02 Haziran 2014 tarihleri arasında Aydınlık gazetesinde haftada 5 yazı yayınladıktan sonra bu gazeteden ayrıldı ve artık gazetelerde yazmamaya karar verdi. Bunun ardından kişisel web sitesini (www.ozdemirince.com) kurdu ve site 18 Haziran 2014 günü faaliyete geçti. Sitede Hürriyet ve Aydınlık gazetesinde yayınlanan yazıları ile yeni kaleme aldığı edebi ve siyasal yazıları, denemeleri, şiirleri ve yayınlanan kitapları hakkında bilgiler bulunmaktadır.
Varlık Dergisi'nde Türkiye'de imge, gerçeklik ve benzeri konularda şiir bilincinin gelişmesini sağlayan yazılar yazdı, bu yazıları Şiir ve Gerçeklik adlı kitabında topladı (4. baskı İmge Yayınları 2011). Ardından şiirin biçim, anlam ve ses katmanları konularında makalaler yazdı ve bunları Tabula Rasa adlı kitabında topladı. Aynı kitapta Metin Eloğlu, Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya üzerine nesnel değerlendirmeler de yer aldı (3. baskı, İmge Kitabevi 2011). Bunu geleneğe aykırı yorumlar getirdiği "gelenek ve şiir" konularında deneme ve eleştirilerin yer aldığı ve İlhan Berk'in poetik anlayışını açıklayan yazılarının yer aldığı Yazınsal Söylem Üzerine adlı kitabı yayımladı (3. basım İmge Kitabevi 2013). Şiirde Devrim (3.basım, İmge Kitabevi, 2015) ise modern şiirin kurucuları olan Aloysius Bertrand, Comte de Lautréamont ve Arthur Rimbaud üzerine yorumlarını bir araya getirdiği önemli kitabıdır. Bu dört kitapla muhalif bir bakış açısıyla Türk Şiir bilincinin gelişmesine olanak sağlamıştır. [2]
İlk şiiri 1954'te "Kaynak" dergisinde yayınlandı. Pazar Postası, Türk Dili, a, Değişim, Dost, Şiir Sanatı, Papirüs, Soyut, Türkiye Yazıları, Milliyet Sanat, Yusufçuk, Adam Sanat gibi dergilerde yayınlanan şiirleriyle tanındı. Şiir üzerine kuramsal yazılar ve değişik konularda denemeler, eleştirel denemeler yazdı.
1-Celal Soycan, "Mevsimsiz Bir Şair: Özdemir |
İnce", Dünya Kitap, 2005
2-Özdemir İnce, Ne Var Ne Yok, Destek Yayınları, 2014
3-Dr. Soner Akpınar, "Şair Özdemir İnce'nin Yazıları ve Yazarlığı, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Gecko (yazılım)
Gecko, Mozilla tabanlı yazılımların merkezinde bulunan ve sayfaları yorumlayıp ekrana yansıtan ana bileşendir.
Gecko'nun desteklediği kurallar ve uygulamalar arasında HTML 4.0, CSS 1/2 (ve yakında 3), W3C Document Object Model("Türkçesi W3C Belge Nesnesi Modeli"), XML 1.0, RDF ve JavaScript yer alır. Netscape 6, AOL ve diğer bazı platformlarla birlikte çalışan bileşenleri içeren Gecko Mozilla Vakfı tarafından sürekli geliştiriliyor. Gecko daha önce "Raptor" ve "NGLayout" adlarıyla tanınıyordu, ancak telif hakkı çatışmalarına yol açmamak için bu adı aldı.
Gecko Linux'un da içinde yer aldığı Unix benzeri işletim sistemlerinde işleyen iki tür yazdırma yöntemini bünyesinde barındırır.
Mozilla.org'daki Gecko belgeleri
Giyotin
Giyotin, idam mahkûmunun başını kesmek amacıyla geliştirilmiş bir çeşit idam aracı. Giyotin ilk kez 1792 yılında Jacques Nicholas Pelletier adlı bir hırsızı idam etmek için kullanılmıştır.
Giyotin, Fransız Devrimi ile adını duyurmuştur. Kendisinden çok önce, Avrupa'nın uzun yıllar kullandığı giyotin benzeri araçlar bulunsa da Fransız yapımı bu makine standart bir idam biçimi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Alet, adını mucidi Joseph-Ignace Guillotin'den alır. Bir doktor olan Guillotin aynı zamanda bir meclis üyesidir. İdam cezalarını infaz etmek için bir makine tasarlar. Amaç daha "insancıl" ve eski rejimden daha modern, daha devrimsel bir idam cezası uygulamaktır.
Fransa'da giyotinden önce soylular genellikle kılıçla ya da baltayla idam ediliyordu. Bunun yanında asılma da yaygın bir idam biçimiydi. Tüm bunların yanında çok acı veren yakılma ve eziyet içeren cezalar da bulunuyordu. Bu, giyotine göre eski ve geri kalmış yöntemlerde idam bir anda gerçekleşmiyor, acı verici bir süreç oluyordu. Hatta bu dönemde, ölüm acısız ve hızlı olsun diye kurbanın ailesi cellatlara para bile teklif ediyordu. Tüm bu şartlar altında devrimini gerçekleştiren Fransa, ölüm cezalarını da modernleştirmeliydi, bunlarla birlikte 20 Mart 1792'de giyotin resmi olarak Fransa'nın idam aleti haline geldi. 1939'da kullanımı durduruldu fakat Fransa'nın 1981'de idam cezasını kaldırmasına dek resmi idam aleti olarak kalmayı sürdürdü. Bu döneme dek idamlar ya giyotinle ya da kurbanlara tüfekle ateş edilerek infaz edilirdi.
Antoine Louis (1723-1792), Chirurgicale Akademisinin bir üyesiydi ve giyotin konseptini ilk olarak gerçekleştiren insandı. Geliştirdiği bu alete "lousion" ya da "loisette" deniyordu ve giyotinin atası sayılırdı. Kurbanın kafasını tutan iki parçalı tahta (lunette) ve belirli bir açıya sahip bıçak, Louis'in makinasında da bulunuyordu.
Giyotin ilk kez Nicolas J. Pelletier'in idamında, 25 Nisan 1792 tarihinde kullanıldı.
Mucit Guillotine hakkında yayılmış bir mit ise kendisinin, mucidi olduğu giyotinle öldürüldüğüdür; ancak, bu yanlıştır. Dr. Guillotine 26 Mayıs 1814'te doğal sebeplerden ötürü ölmüştür. Dr. Guillotine, aletin ve idam şeklinin kendi soyadıyla anılmasından rahatsız olmuş ve soyadını değiştirmiştir.
Haziran 1793 - Temmuz 1794 arası Fransa'da "Terör Dönemi" ya da kısaca "Terör" olarak adlandırılır. Monarşinin çöküşünün ardından yaşanan karışıklık, yabancı monarşist güçler tarafından saldırıya uğrama korkusu ve monarşi sonrası karşı-devrim partileri Fransa'yı tamamiyle bir paranoyaya sürükler. Devrimin gerçekleştirdiği demokratik reformların birçoğu bu dönemde iptal edilir ve giyotinli idamlar başlar. Bu dönemde Maximilien Robespierre, hükümetin en kuvvetli adamlarından biri haline gelir ve Terör'ün simgesi sayılır. Devrim Mahkemesi, binlerce insanı giyotine sürükledi. Asiller ve halk, entelektüeller, politikacılar, fahişeler... Herkes her an idam edilebilirdi. "Madam Giyotin" olarak anılan bu makineyle tanışmak için "cumhuriyet karşıtı" ifadesi bile yeterliydi. Giyotin, "Madam Giyotin" dışında "Ulusal Jilet" olarak da adlandırılmıştır. Tahminlere göre ölü sayısı 15.000 ile 40.000 kişi arasındadır. XVI. Louis ve kraliçe Marie Antoinette 1793 yılında idam edilir. Temmuz 1794'te Maximilien Robespierre de giyotinle idam edilir.
Bu süre boyunca giyotinli idamlar, idam yerine toplanan kalabalığın popüler bir eğlencesi haline gelir. Hatta bu dönemde idam saatlerinin yazılı olduğu programlar satılmaya başlanır. Her gün gelen izleyiciler en iyi izleme yerlerini öğrenirler. İdamları izlemeleri için ebeveynler, çocuklarını da getirir. Terör'ün bitimiyle bu kalabalıklar aniden dağılır. Aşırı tekrarlar bu ürkütücü eğlenceyi bile sıkıcı hale getirmiştir.
Halka açık son idam mahkûmu, 6 cinayet işlemiş Eugene Weidmann'dı. 17 Haziran 1939'da şu an Adalet Sarayı olan, fakat o zaman hapishane olarak kullanılan bir binada kafası kesildi. Fransa'daki son idam mahkûmu Hamida Djandoubi'dir ve 10 Eylül 1977'de cezası infaz edilmiştir. Fransa'da idam cezası 1981 yılında kaldırıldı.
Fransa dışında, 1792'den çok önce giyotin benzeri aletler bulunuyordu, ancak özellikle Avrupa'daki bazı ülkeler, bu "modern" idam makinesini kullanmayı seçmiştir.
Dikkate değer bir örnek; Almanya'nın kullandığı "Fallbeil" (Düşen Balta) denen alettir. Bu alet çeşitli Alman eyaletlerinde 17. yüzyıldan beri kullanılmaktadır hatta Napolyon Bonapart zamanında geleneksel idam aleti olur.
Giyotin ve tüfekle ateş ederek öldürme Almanya'daki legal idam yollarıdır. Almanya'da 1871-1918 arasında, Weimar Cumhuriyeti'nde ise 1919-1933 yılları arasında kullanılmıştır.
Alman Federal Cumhuriyeti'nde 11 Mayıs 1949'da 24 yaşındaki Berthold Wehmeyer adlı mahkûm idam edilir ve bu giyotinli son idam olur. Batı Almanya idam cezasını 1949 yılında kaldırır. Doğu Almanya idam cezasını 1987 yılında, Avusturya ise 1968 yılında kaldırmıştır. İsveç'te ise giyotinli son idam 1910 yılında gerçekleşir.
Giyotin, Amerika Birleşik Devletleri'nde hiçbir zaman kullanılmaz. 19. yüzyılda elektrikli sandalye kullanılmadan önce tartışıldıysa da devreye girmemiştir. 1996 yılında Georgia eyaletinin meclis üyesi Doug Teper, elektrikli sandalye yerine giyotin kullanımını önerir ve suçlunun organlarının hastalara bağışlanabileceğini söyler. Ancak bu öneri kabul edilmez.
Giyotinin ilk kullanımından itibaren Dr. Guillotin'in umduğu gibi hızlı bir ölüm yolu olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Geçmişteki idam yöntemlerinde acı çekmeyle ilgili minik kuşkular olmuştur. Ama giyotinin icadıyla, "insancıl" bir ölüm yolu olması dolayısıyla, bu konu ciddi bir biçimde tartışmaya açılmıştır. Giyotinin bıçağının kafayı vücuttan çok hızlı ayırması yüzünden kurbanın acı çekme süresini uzatması da olasıydı. Bıçağın yeterince çabuk kesmesi, beyne görece ufak bir etki yapması ve küçük bir ihtimal de olsa aniden bilinçsizlik haline geçilmesi de ihtimaller dahilindeydi.
İdamları izleyenler, hareket eden gözler ya da oynayan ağızlar hakkında sayısız hikâyeler anlatırdı. Hatta Charlotte Corday'in kopmuş kafasının ensesine atılan bir tokatta bir kızgınlık ifadesi oluştuğu bile söylenmişti.
Canlı kafalar yüzünden bilimadamları birçok deney yaptı. Ancak parmak şıklatmalara ve isimlerin telaffuzuna rağmen herhangi bir tepkiyle karşılaşmadılar. Büyük ihtimalle damarların büzülmesi, gibi bir sebepten dolayı kafaların surat ifadelerinin değiştiği söylendi. Fakat yine de bununla ilgili şüpheler devam etmektedir.
Asım Akin
Asım Akin, 1940 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. St. Joseph Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, asistan olarak göreve başladığı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kürsüsü'nde 1969 yılında Uzman, 1975 yılında Doçent ve 1982 yılında Profesör oldu. 1976-1977 yıllarında Fransa'ya giderek Paris Üniversitsi Tıp Fakültesi'nde çalıştı. 1978 yılında kurucusu bulunduğu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyeliğine atandı. Halen bu görevini sürdürmektedir.
Konusunda yazdığı "Temel Nükleer Tıp" adlı bir ders kitabı ve 200'ü aşkın yayımlanmış bilimsel yayın ve makalesi vardır. Düşünsel ve kültürel çalışmaları arasında "Masonluğun Kökenleri", "Evrende İnsan", "Tarih Boyunca Masonluk", "Masonluğun Kültür ve Mesajı", "Masonluk ve/veya Pozitif Düşünmenin Soyağacı" ile "Spekülatif Masonluğun Oluşumu" adlı kitapları yayımlanmıştır. 2005-2007 yılları arasında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın Büyük Üstatlığını yapmıştır.
Akın, evli ve iki çocuk babasıdır.
Bayağı doğan
Bayağı doğan ("Falco peregrinus"), gökdoğan, alaca doğan ya da yalnızca doğan doğangiller (Falconidae) familyasından oldukça yaygın bir gündüz yırtıcı kuş türüdür. Büyük bir kuş olan gökdoğanın sırtı kül grisi, başı kara ve alt kısımları beyaz üzerine çubukludur. Kuşlarla beslenen yırtıcı kuşlarda görüldüğü üzere, gökdoğan eşeysel dimorfizm sergiler ve dişileri erkek bireylerden biraz daha büyüktür. Gökdoğan hızıyla tanınır; avına doğru yaptığı kendine özgü dalış sırasında maksimum hızının anlık olarak saatte 360 km.’nin üzerine çıkabildiği tahmin edilmektedir. Bu hız gökdoğanı hayvanlar âleminin en hızlı türü yapmaktadır.
Gökdoğanın üreme alanları arktik tundralardan dönencelere kadar çok geniş bir alanı kapsar. Kutup bölgeleri, çok yüksek dağlar ve tropikal yağmur ormanlarının dışında dünyanın her yerinde bulunur. Üzerinde buz olmayan büyük kara parçası olarak yalnızca Yeni Zelanda’da hiç gökdoğan bulunmamaktadır. Bu dağılım, gökdoğanı dünyanın en yaygın yırtıcı kuşu hatta karada yaşayan en yaygın omurgalı hayvanı yapmaktadır. Türün Latince bilimsel adı, birçok kuzey popülasyonunun göç davranışlarına ithafen "gezici doğan" anlamına gelmektedir. Uzmanlar, boyutları ve görünüşleri değişen 17 ila 19 alt tür olduğunu savunmaktadır. Bu sayısal farklılığın sebebi kızıl enseli doğanın gökdoğan türü içinde iki ayrı alt tür olarak mı ya da kendine özgü "F. pelegrinoides" türü olarak mı sınıflandırılması gerektiği konusundaki anlaşmazlıklardır.
Gökdoğan genel olarak orta boyda kuşlarla beslenir ama |
küçük memelileri, küçük kertenkeleleri ve hatta böcekleri de avladıkları gözlemlenmiştir. Bir yaşında cinsel olgunluğa erişen gökdoğan hayat boyunca tek eşli olarak yaşar ve yuvasını kayalık kenarlarında ve son zamanlarda insan yapısı yüksek binalarda yapar. Böcek öldürücülerin, özellikle DDT’nin kullanılması nedeniyle gökdoğan türü birçok yerde tehdit altındadır. 1970’lerin başından itibaren başlayan DDT kullanımı yasağıyla birlikte ve yuvaların korunması ve hayvanların doğaya salınmasıyla popülasyonlar toparlanmıştır.
"Falco peregrinus" günümüzde kullanılan bilimsel adıyla ilk olarak 1771 yılında İngiliz kuşbilimci Marmaduke Tunstall tarafından "Ornithologia Britannica" adlı eserinde tanımlanmıştır. "Falco peregrinus" 1225 yılında Albertus Magnus tarafından kullanılmış halk latincesi bir ifadedir. Bu ismin seçilmesinin ardında yatan gerçek, genç gökdoğanların ulaşılması zor olan yuvalarında değil de üreme bölgelerine göç ederken yakalanmalarıdır. Doğan için kullanılan Latince "falco" terimi, orak anlamına gelen "falx" sözcüğüyle bağlantılıdır ve uzun ve ince kanatlarının uçarken oluşturduğu siluetten gelmektedir.
Gökdoğan, aynı kökene sahip olduğu "Hierofalco" altcinsini oluşturan ulu doğan, bıyıklı doğan, laggar doğanı ve aksungur ile birlikte kır doğanı ("F. mexicanus") ile aynı cins içinde sınıflandırılır. Bu türlerin kökeni diğer doğanlardan muhtemelen yaklaşık 8-5 milyon yıl önce Miyosen'in son dönemi ile Pliyosen’in ilk döneminde birbirinden uzaklaşmıştır. Gökdoğan ve "Hierofalco" grubunda hem Eski Dünya hem Kuzey Amerika türlerinin bulunması nedeniyle kökeninin Batı Avrasya’da ya da Afrika’da olması muhtemeldir. Diğer doğan türleri ile olan ilişkisi çok açık değildir; çok yaygın olan melezleşme, mitokondriyal dizi analizlerinde karışıklığa yol açmaktadır. Günümüzde esaret altında yetiştirilen gökdoğan diğer türlerle sıklıkla melezleştirilmektedir. Atmacacılık ve doğancılık için dayanıklılığı ile tanınan bıyıklı doğan ("F. biarmicus") ve dikkat çekici renklerde büyük kuşlar üretmek için aksungur ("F. rusticolus") ile çiftleştirilir.
"Falco peregrinus"‘un çok sayıda alt türü tanımlanmış, bunlardan on dokuzu, 1994’te "Dünya Kuşları El Kitabı" adlı kitapta kabul görmüştür. Bu kitapta Kanarya Adaları ve Afrika’nın kuzey kıyılarında bulunan kızıl enseli doğan ayrı bir tür ("F. pelegrinoides.") olarak değil, "Falco peregrinus" türünün iki ayrı alt türü "(pelegrinoides" ve "babylonicus)" olarak tanımlanmıştır. Aşağıdaki harita bu 19 türün genel coğrafi dağılımını göstermektedir:
Yukarıda listelenen alt türlerden ikisi ("Falco peregrinus pelegrinoides" ve "F. p. babylonicus)" sıklıkla ayrı bir tür olarak da sınıflandırılır: "Falco pelegrinoides" (Kızıl enseli doğan), 1994 yılında "Handbook of the Birds of the World" kitabında "F. peregrinus" türü içinde yer almıştır. Bu kuşlar Kanarya Adalarından Sahara kıyısınca Orta Doğu’dan Orta Asya ve Moğolistan’a kadar uzanan bölgede kurak yerlerde yaşarlar.
Kızıl enseli doğan adı üzerine gökdoğandan ensesindeki kızıl lekeden ayrılır. Bunun dışında, Gloger kanununa uygun olarak, çevresel nemliliğin pigmentasyon ile ilişkisine göre gökdoğandan farklıdır. Kızıl enseli doğanın kendine özgü garip bir uçuş şekli vardır. Fulmarların bazen yaptığı gibi kanatlarının yalnızca dış kısmını çırpar. Bu tarz uçuş gökdoğanlarda çok az görünür ve kızıl enseli doğanın uçuş şekli kadar belirgin değildir. Kızıl enseli doğanın omuz ve kalça kemikleri gökdoğana göre daha kalındır ama ayakları daha küçüktür. Kızıl enseli doğanlar aynı bölgede yaşayan gökdoğanlardan farklı zamanlarda ürerler ama postzigotik üreme engelleri yoktur. Gökdoğan – kızıl enseli doğan ("peregrinoid") grubunda %0,6–0,7’lik bir genetik ayrılık bulunur.
Bir başka alt tür olan "Falco peregrinus madens" de zaman zaman ayrı bir tür olarak tanınır ve bu durumda "F. pelegrinoides" türü içinde sınıflandırılır
Gökdoğanın gövde boyu 36 ile 58 cm arasında, kanat açıklığı da 91 ile 112 cm arasında değişir. Ağırlığı 600 g ile 1300 g arasındadır. Erkek ve dişi bireylerin tüyleri benzer renkte ve biçimdedir ancak eşeysel dimorfizm nedeniyle dişi bireyler erkek bireylerden yaklaşık %15-20 daha büyük ve %40-50 daha ağırdır.
Erişkin bireylerin sırt tüyleri ve uzun uçlu kanatları mavimsi siyah ile kül grisi renkleri arasındadır ve belli belirsiz koyu şeritler görülür; kanat uçları karadır. Alt bölgelerdeki tüyler beyaz ile pas rengi arasında değişkenlik gösterir ve koyu kahve ile kara şeritler göze çarpar. Sırt ile aynı renkte olan kuyruğun üzerindeki ince şeritler daha belirgindir. İnce ve uzun olan kuyruğun ucu yuvarlak ve karadır. Kuyruğun en ucunda ak bir şerit bulunur. Kafa kara renktedir ve soluk renkli ensenin yanları ile beyaz boğaz ile kontrast oluşturur. Beyaz renkli yanaklarda "bıyık" gibi her iki yanda siyah şerit bulunur. Gaganın tabanı ve ayaklar sarı renklidir ama gaganın ucu ile pençeler karadır. Üst gaganın ucu doğal uyum sonucunda oluşmuş ve gökdoğanın avının boyun omurunu keserek öldürmesini sağlayacak şekilde çentiklidir. Erişkin olmayan gökdoğanların rengi kahveye daha yakındır ve belirgin şeritler yerine düzensiz koyu çizgiler görülür. Gözlerinin çevresi ve gagalarının dibi soluk mavimsi renktedir.
Gökdoğan bir yaşın sonunda cinsel olgunluğa erişir ama sağlıklı popülasyonlarda iki ile üç yaşından sonra çiftleşir. Yaşamları boyunca tekeşlidirler ve aile her yıl aynı yuvaya geri döner. Erkek havada akrobatik hareketlerle, spiral uçuşla ve keskin dalışlarla dişiye kur yapar. Erkek yakaladığı avını havada dişiye verir. Dişi, erkeğin pençelerinden avı alabilmek için ters olarak uçar.
Üreme mevsiminde gökdoğan kendi bölgesini korur, yuvalar arasında yaklaşık 1 km uzaklık bulunur. Yuvalar arasında bulunan mesafe eşler ve yavruları için yeterli besin kaynağı bulunmasını sağlar. Bir üreme bölgesi içinde gökdoğan çiftinin birkaç yuvası bulunabilir. 16 yıllık bir dönem için çiftin kullandığı yuva sayısı bir ile yedi arasında değişebilir.
Gökdoğan genellikle kayalık yarlarda, hafif çökük yerlerde yuvalanır. Yuva yerini dişi seçer ve yumurtalarını bırakabilmek için gevşek toprakta, kumda, çakılda ya da ölü bitki örtüsünü kazıyarak sığ çukurlar oluşturur. Yuvayı yapmak için başka bir malzeme kullanmaz. Kayalıklarda yapılan yuvalar genellikle bitki örtüsü bulunduran ve güneye bakan yamaçlarda olur. Avustralya’nın bazı kısımları ve Kuzey Amerika’nın kuzeyi gibi bazı bölgelerde yuva yapmak için geniş ağaç kovukları da kullanılır. Avrupa gökdoğanlarının soyu tükenmeden önce orta ve batı Avrupa’da bu kuşlar diğer büyük kuşların artık kullanılmayan yuvalarını da kullanırlardı. Arktik gibi insandan uzak bölgelerde dik yamaçlar ve hatta alçak kayalar da yuva için kullanılabilir. Üreme bölgelerinin çoğunda artık gökdoğanlar insan yapımı yüksek binalarda ve köprülerde de yuva yapmaktadır. Bu yüksek yapılar, gökdoğanın doğal olarak seçtiği yüksek kayalıklara benzemektedir.
Gökdoğan çifti seçilen yuva bölgesini diğer gökdoğanlardan, kargalardan, balıkçıllardan, martılardan ve yuva yerdeyse tilkiler, sansarlar, kedigiller, ayılar ve kurtlar gibi memelilerden korur. Hem yuvalar hem de gökdoğan çifti daha büyük olan kartal, puhu ve aksungur gibi yırtıcı kuşların saldırısına uğrayabilir. Yuvalarını savunan gökdoğanların normalde uzak durdukları kaya kartalı ve kel kartal gibi kendinden oldukça büyük yırtıcıları yuvalarına çok yaklaştıkları için öldürdükleri bilinmektedir.
Yumurtlama zamanı bölgeden bölgeye değişiklik gösterir ama genellikle Kuzey Yarımküre’de şubat ile mart aylarında, Güney Yarımküre’de ise Temmuz ile Ağustos aylarındadır. Avustralya alt türü "macropus" Kasım ayına kadar yumurtlayabilir ve ekvator popülasyonları Haziran ile Aralık arasında herhangi bir zamanda çiftleşir. Eğer yumurtalar üreme mevsiminin başında kaybolduysa, dişi bir kere daha yumurtlar ancak kısa yaz mevsimi olan Arktik bölgesinde buna çok ender rastlanır. Genellikle üç ile dört arasında ama bazen en az bir ya da en çok beş yumurta yumurtlayabilir. Yumurtalar kırmızı ve kahverengi lekeler ile beyaz ve ten rengi arasında değişir. Genellikle dişinin yattığı kuluçka süresi 29 ile 33 gün arasındadır. Kuluçkaya gündüzleri erkek de yardımcı olur ama geceleri yalnızca dişi yumurtalarla yatar. Yuvada bulunan ortalama yavru sayısı 2,5’tur ve ortalama palazlanma sayısı ise yuva başına 1,5’tur.
Yavrular yumurtadan çıktığında krem rengi–beyaz arası tüyle kaplıdır ve görece büyük ayakları vardır. Hem erkek hem dişi, yavruları beslemek için avlanmak üzere yuvadan ayrılır. Ebeveynlerin avlanma alanları yuvadan 19-24 km arasında uzaklığa erişebilir. Yavrular yumurtadan çıktıktan 42-46 gün sonra palazlanır ve iki aylığa kadar ebeveynine bağımlı kalır.
Gökdoğanların doğada yaşam süresi 15,5 yıl kadardır. Bir yaşına kadar ölüm oranı %59–70 arasıdır ve her yıl %25–32 arası azalır. İnsan yapımı binalar ile çarpışmanın dışında gökdoğanlar daha büyük olan kartal ve puhu gibi yırtıcı kuşlar tarafından avlanırlar.
Gökdoğanlar bir dizi parazit ve patojene konaklık yapar. Avipoxvirus, Newcastle hastalığı virüsü, falconid herpesvirus 1 (ve muhtemelen diğer Herpesviridae de dahil olmak üzere) ve bazı mikozlar ile patojenik bakterilerin vektörüdür. Endoparazitler arasında "Plasmodium relictum" (genellikle gökdoğanda kuş sıtmasına neden olmaz), Strigeidaetrematodlar, "Serratospiculum amaculata" (nematodu) ve şerit solucanları sayılabilir. Bilinen gökdoğan ektoparazitleri arasında Mallophaga (kuş biti), "Ceratophyllus garei" (bir pire türü) ve Hippoboscidae sinekleri ("Icosta nigra", "Ornithoctona erythrocephala") sayılabilir.
Gökdoğan hemen hemen yalnızca güvercin ve kumru, su kuşları, ötücü kuşlar ve yağmur kuşları gibi orta büyüklükte kuşları avlayarak beslenir. Dünya üzerinde yaklaşık 1.500-2.000 arası kuş türünün (bu toplam kuş türlerinin kabaca beşte biri eder) gökdoğanlar tarafından avlandığı tahmin edilmektedir. Kuzey Amerika’da avların boyutları 3g’lık sinek kuşundan 3,1kg’lık Kanada turnasına kadar değişkenlik gösterir. Avların arasında küçük yırtıcılardan Amerika k |
erkenezi de bulunur. Gece avladığı küçük yarasalar dışında gökdoğan küçük memelileri nadiren avlar ama fırsat bulduğunda keme, fare, tavşan ve sincap da avlar. Büyük yapılı alt tür olan "pealei"nin kıyı popülasyonları neredeyse her zaman deniz kuşları ile beslenir. Brezilya’da Cubatão’nun mangrov bataklığında kışlayan bir "tundrius" alt türü gökdoğanın, başarılı bir şekilde genç bir kızıl aynağı avladığı gözlemlenmiştir. Av olarak neyin bulunduğuna bağlı olarak, böcekler ve sürüngenler diyetlerinin küçük bir bölümünü oluşturur. Şehir bölgelerinde gökdoğanın diyetinin büyük bölümü kaya ve sokak güvercinleri oluşturur; hatta bazı şehirlerde diyetlerinin %80’idir. Kumru, sığırcık ve karga gibi diğer şehir kuşları da avların arasındadır.
Gökdoğan, avlarının daha etkin olduğu seher vaktinde ve alacakaranlıkta avlanır. Ancak gece göçen kara boyunlu batağan ve bayağı bıldırcın gibi birçok kuşu göç mevsiminde geceleri avlar. Şehirlerde de gece avlandığı görülmüştür. Gökdoğan avlanmak için açık alana ihtiyaç duyar, dolayısıyla daha sıklıkla su, bataklık, vadi, tarla ve tundra üzerinde, ya yüksek bir tünekten ya da havadan arayarak avlanır. Avını bulunca, kuyruğunu ve kanatlarını arkaya doğru katlayarak, ayakları kıvrılmış şekilde dalışa geçer. Sıkıca kapadığı pençeleriyle avına havada çarparak sersemletir ya da öldürür ve dönerek yere düşmeden avını havada yakalar. Eğer avı taşıyamayacağı kadar ağır ise yere düşmesini bekler ve düştüğü yerde yer. Avını yemeden önce tüylerini yolar.
Gökdoğanların av için dalış yaptıklarında ulaştıkları hız ile ilgili birçok yazı yazılmış ve araştırma yapılmıştır. Ancak aerodinamik hesaplar ile tahmin edilen teorik hızlar, güvenilir şekilde ölçülmüş gerçek maksimum hızlar ve türün ortalama olarak kullandığı hızlar birbirinden ayrılmalıdır. "İdeal" bir gökdoğanın uçuş fiziği üzerine yapılan bir çalışma, düşük irtifadan yapılan dalışlarda 400 km/s, yüksek irtifadan yapılan dalışlarda da 625 km/s teorik hızlarına ulaşılabileceğini göstermiştir. René-Jean Monneret’ye göre de kuşun kütlesi, hacmi, aerodinamik sürtünme katsayısı, izlediği yolun yer ile olan açısı ve yolun uzunluğuna göre dik açılı uzun dalışlarda teorik olarak 400 km/s hızın üzerine çıkabileceği hesaplanmaktadır. Bu hesaplamaların tamamen teorik olduğunu ve avlarını çarpmanın yarattığı şok ile öldürmelerinin dışında, gökdoğanların gerçekten bu hızlara ulaştığını gösteren somut bir kanıt olmadığını belirtmek gerekir.
Ken Franklin 2005 yılında 389 km/s hızla dalış yapan bir gökdoğanı kaydetmiştir. Ekstrem durumların dışında gökdoğanın saldırı için dalışta kullandığı normal ölçülmüş hızlar 130 km/s ile 184 km/s arasında değişir. Yine de, en azından dalış esnasında, gökdoğan dünyanın en hızlı kuşu olarak kabul edilir. Çok hızlı saldırı dalışlarına rağmen avını sıklıkla kaçırır çünkü bu hızlı dalış sırasında avcısını farketmiş olan bir kuşu izlemek kolay değildir.
Gökdoğan Orta Asya’da göçebeler tarafından kullanılmaya başlandığından beri yani 3.000 yıldır kuş avlamak için doğancılıkta kullanılmaktadır. Yüksek hızla dalış yapabilme yeteneği nedeniyle çok aranmakta ve tecrübeli doğancılar tarafından sıklıkla tercih edilmektedir. Ayrıca havaalanlarında uçuş güvenliğini sağlamak için kuşları kaçırtmakta da gökdoğanlara görev verilmiştir. II. Dünya Savaşında da posta güvercinlerini engellemek için kullanılmıştır. Gökdoğan hem doğancılık hem de soyunun tükendiği yerlerde popülasyonu canlandırma amacıyla esaret altında başarıyla üretilmiştir.
1950’lerden 1970’lere kadar başta DDT olmak üzere organoklorin böcek öldürücülerin kullanılması nedeniyle gökdoğanın soyu tehdit altına girmiştir. Böcek öldürücüler besin zincirinde giderek artan dozlarda organoklorinin gökdoğanların yağ dokusunda birikmesine ve dolayısıyla yumurta kabuklarında kalsiyum miktarının azalmasına neden olmuştur. Daha ince kabuklar nedeniyle de yumurtadan çıkabilen yavru sayısı çok azalmıştır. Dünya’nın çeşitli bölgelerinde, örneğin ABD’nin doğusunda ve Belçika’da bu türün soyu bölgesel olarak tükenmiştir.
ABD, Kanada, Almanya ve Polonya’da vahşi yaşamı koruma kurumları esaret altında gökdoğan yetiştirmektedir. Yavrular ya bir oluk vasıtasıyla ya da yetişkin gökdoğan kafasına benzeyen el kuklasıyla beslenerek insana alışmaması sağlanır. Yeteri kadar büyüdüklerinde yavrular besleme kutusundan çıkarılır ve kanatlarını açmalarına izin verilir. Yavru palazlandıkça avlamayı öğrenmesi için besleme sıklığı azaltılır. Esaret altında yetiştirilen gökdoğan doğaya salınmadan önce özel bir kafes ile yüksek bir binanın tepesinde ya da kayalıklarda birkaç gün tutularak gelecekte yaşayacağı çevreye uyum sağlamasına olanak sağlanır.
Dünya çapında yürütülen kurtarma çalışmaları başarılı sonuçlar vermiştir. DDT kullanımının hemen hemen her yerde yasaklanması kuşların başarılı olarak üremelerine olanak sağlamıştır. Gökdoğan, ABD’nin tehdit altındaki türler listesinden 25 Ağustos 1999’da çıkarılmıştır.
Dünyanın birçok yerinde gökdoğan popülasyonları giderek çoğalmaya başlamıştır. Büyük Britanya’da 1960’larda yokolma sınırına gelen popülasyon, ‘’Kuşları Koruma Kraliyet Derneği’’nin (RSPB) çalışmalarıyla artış göstermiştir. RSPB’nin tahminlerine göre İngiltere’de 1.402 çift üreyen gökdoğan bulunmaktadır. Büyük Britanya’da artık gökdoğanlar birçok dağlık ve kıyı bölgesinde olduğu kadar şehir alanlarında da yuva yapmakta ve sokak güvercinleriyle beslenmektedir. Dünya’nın birçok bölgesinde şehir yaşamına uyum sağlayan gökdoğan, yüksek binaların ve köprülerin tepesinde yuva yaparak yaşamını sürdürmektedir. Kuşların buralarda yuva yapması cesaretlendirilmekte ve kimi zaman bu yuvalar kameralarla izlenmektedir.
Etkileyici avlanma teknikleri yüzünden gökdoğan genellikle saldırganlık ve savaş becerisiyle anılmıştır. Mississippi kültüründe (MS. 800-1500) yaşayan Amerika yerlileri diğer yırtıcı kuşlarla birlikte gökdoğanı “göksel gücün” sembolü olarak gördüler ve yüksek statü sahiplerini bu kuşların kostümleriyle gömdüler. Orta Çağ’ın sonlarına doğru avcılık için gökdoğanları kullanan Batı Avrupa aristokrasisi yırtıcı kuşlar hiyerarşisinde krallarla eşleştirilen aksungurdan hemen sonra gökdoğanları prenslerle eşleştirmişlerdir. Gökdoğan “pençelerinden çok cesaretini kuşanmış, krallara lâyık bir kuş” olarak görülüyordu.
Alaplı
Alaplı, Zonguldak ilinin bir ilçesidir.
Zonguldak il merkezine 58 km uzaklıktadır. Nüfusu 20.287'dir. Balıkçılık ve fındık üretimi yapılmaktadır. Erdemir Demir Çelik A.Ş.'nin yan sanayisi de buranın geçim kaynaklarındandır. Nüfusunun çoğunu işçiler oluşturmaktadır. İlçede iplik ve fındık fabrikaları mevcuttur.30 Mart 2014 yerel seçimler sonucu belediye başkanı Nuri TEKİN olmuştur.
Çaycuma
Çaycuma, Zonguldak ilinin bir ilçesidir.
Bölgedeki önemli sanayii tesisleri 1970'te kurulan, özelleştirme kapsamında OYAK'a satılarak "OYKA Kağıt Fabrikası" adını alan Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları Anonim Şirketi (SEKA) Fabrikası ve Perşembe beldesi ile arasında kalan Organize Sanayi Bölgesidir. Filyos beldesinde de Sümerbank Filyos Ateş Tuğlası Fabrikası bulunmaktadır.
Bülent Ecevit Üniversitesi'nin Çaycuma Kampüsü'nü barındırır.
Aynı zamanda Çaycuma bir havalimanına sahiptir. Zonguldak Havalimanı, Çaycuma'nın Saltukova beldesinde kalır. Yurt dışında göçmen sayısı fazla olması hasebiyle Havaalanı yurt dışı seferleri yapmaktadır. Dortmund ve Düsseldorf seferleri mevcuttur.
19. yüzyılda Kastamonu Vilayeti Çarşamba (Devrek) kazasına, 1873’te Bartın’a, 1902’de Çarşamba Nahiyesi olarak Zonguldak’a bağlandığı salnamelerden ve yazılı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Osmanlı döneminde önemli bir yerleşim yeri olmayan Çaycuma, Cumhuriyet döneminde de bu durumunu sürdürmüştür. Çay Cami ismi ile tanınan bu yerleşim Devrek’e bağlı bir bucak merkezi iken 1944 yılında ismi Çaycuma olarak değiştirilerek ilçe konumuna getirilmiştir.
Zonguldak il merkezinin doğusunda kalmaktadır. Kuzeyinde Karadeniz, doğusunda Bartın, güneyinde Devrek yer alır. Yüzoölçümü 490 Km'dir.
Çaycuma Filyos çayı ve bu çayın oluşturduğu vadi üzerine kuruludur. Dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahiptir. En büyük yükseltisi; Balat Dağıdır.
İlçede temel ekonomik etkinlik tarımdır. Genelde tarım alanlarının sınırlı olduğu Zonguldak ilinde, Filyos Çayı boyundaki verimli ovalar bitkisel üretim bakımından önem taşır. Bu kesimde mısır, sebze ve meyve üretilir. Hayvancılık, özellikle manda yetiştiriciliği de ilçede yapılan tarımsal etkinliklerdendir. Karadeniz kıyısındaki Hisarönü'nde balıkçılık gelişmiştir. Avlanan balıklar büyük ölçüde İstanbul'a gönderilir.
İlçe merkezi Çaycuma kenti Karadeniz kıyısından 25 Km. kadar içeride, Çaycuma Düzü'nün batı kenarında yer alır. Kent, çevresindeki yoğun kırsal nüfusa hizmet veren bir pazar niteliğindedir. En önemli sanayi kuruluşu 1970'de açılan ve Türkiye'nin üçüncü büyük kâğıt fabrikası olan SEKA Çaycuma Kağıt Fabrikası'dır. Fabrikanın üretimi Bartın Limanı'ndan yollanır. Kentte ayrıca yağ imalathaneleri ile un, bisküvi, şekerleme gibi gıda maddeleri üreten imalathaneler, kereste, bıçkı, hızar atölyeleri ve maden işçileri için özel ayakkabılar üreten küçük işyerleri vardır.
Bölgede en önemli sektörlerden ikisi, tekstil ve inşaat sektörleridir. İnşaat sektöründe ise Perşembeli iş adamlarının çok büyük yatırımları sayesinde büyük işgücü ortaya çıkmıştır.
Tekstil sektöründe ise bir bölümü Perşembe'de bulunan Organize Sanayi Bölgesinde çok sayıda fabrika bulunmaktadır.
Devrek
Devrek, Zonguldak ilinin bir ilçesidir.
Eskiçağlardan itibaren köklü bir geçmişi olan Devrek, bölgenin sosyal ve kültürel yükünü diğer yakın komşuları ile birlikte yürütmekte idi. Bu bağlamda Devrek, en erken Erken Kalkolitik Çağ’da (MÖ 5500) yerleşmeye sahne olmuş ve İlk Tunç Çağı’nın sonlarına kadar bu durum devam etmiştir. MÖ 2000 yılından itibaren Hellenistik Döneme kadar ‘Karanlık Çağ’ olarak adlandırdığımız bu yıllarda, bir yerleşmenin söz konusu olmadığı Devrek’in, Hellenistik Dönemden itibaren iskâna maruz kaldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Devrek ve çevresinde Hitit yerleşmesi |
söz konusu değildir.
Devrek’te, Selçuklu Dönemine ait herhangi bir eser ile karşılaşmamamız Devrek’in bu dönemi hakkında bir şeyler söylememizi zorlaştırmaktadır.
Osmanlı sultanı III. Ahmed dönemine ait 5 Mayıs 1706 tarihli bir Osmanlıca belgede (C.EV. dosya no:469, gömlek no: 23712) Hızırbey İli namıyla Devrek kastediliyor. Ancak belge bu tarihe ait, fakat vesika Hızırbey İli’nin bahsi ile Beyazıt Hüdavendigar (1389-1402) döneminde, şimdiki Devrek ve Çarşamba/Çaycuma nahiyesi ima edilerek burada, bu sultan döneminde Şeyh Hüseyin’e vakıf olarak tesis edilen Başsız Yoğurt karyesindeki bir mezradan söz ediliyor. Dolayısıyla şu andaki bilgilerimiz ışığında Hızırbey İli adıyla Devrek’in, Osmanlı döneminde Yıldırım Beyazıt devrinde var olduğunu söylemekte hiçbir beis yoktur.
Devrek ve çevresi özellikle beşinci Osmanlı padişahı Sultan Çelebi Mehmet (d. 1387 – ö. 1421) döneminde kurulmaya başlayarak Fatih Sultan Mehmet’in (d. 1432 –ö. 1481) Amasra’yı fethetmesiyle kuruluşunu tamamlamış olmalıdır. Zira Devrek’te, bugün Yeni Camii duvarına monte edilmiş olan bir kitabeden, H. 891 (M. 1486) tarihi okunabilmektedir. Ne yazık ki camii duvarındaki bu kitabenin üzeri yağlı boya ile boyanarak tahrip edilmiştir. Aynı yanlışlık bazı çeşme kitabeleri ile Tekke Camii kabristanında bulunan mezar taşlarına da uygulanmış ve Devrek tarihi için çok önemli olan bu eserlerimiz de aynı akıbete maruz kalmıştır.
Dr. Abdullah Cemal’in 1922’de, kaleme aldığı ‘Türkiye’nin Sıhhi-i İctimâi Coğrafyası: Zonguldak Sancağı’ adlı çalışmasının 35-36. sayfalarında: “Devrek kasabası oldukça kadîmdir. Fakat ne zaman teessüs ettiğine dair hiçbir malûmât-ı mevsûka ve tarihiyye yoktur. Âsâr-ı atîka ve mebânî-i kadîme-i mu’tebereye tesadüf edilemiyor. Yalnız kasabanın şimâl tarafında Devrek karyesinin Cuma ve bayramları için musallâ-yı umûmîleri olan avâm beyninde câmi-i atîk nâmını taşıyan ve Mustafa Şemsi Paşa tarafından inşa kılındığı anlaşılan Şemsi Paşa Câmii Şerifi yakınında Devrek karyesinin bundan 130 sene evvel ufacık bir mahalden ibaret olduğu menkulâttandır. Bu câmii şerifin duvarında (H. 821) tarihinin mevcudiyeti, bu kasabanın velev ki karye halinde bile olsa o tarihte varlığına delil olarak gösterilir.” cümleleri okunur.
O halde Yeni Camii duvarındaki 891 tarihli diğer kitabe nedir? Bu kitabe, Cami-i Atik yanında bulunan türbenin kitabesi olmalıdır. Şemşi Paşa Camii (Cami-i Atik)’in yıkılmasından sonra bu türbe ve burada yatan zat, Devrek-Ereğli yolu üzerinde İsabeyli Köyü yakınlarına taşınmıştır. Eğer bu söylediklerimiz doğru ise, bu kitabe de bu türbenin kitabesi olup, türbede yatan zat da Devrek’in ilk kurucularından biri olmalıdır. Ne yazık ki ‘türbesinin kitabesini arayan bu ismi meçhul alperen’ unutularak ve hem de Devrek’in merkezinden uzaklaştırılarak yaklaşık on bir km uzaklıktaki bir alanda tecrit edilmiş durumdadır. Ancak Yeni Cami duvarındaki türbe kitabesinin buradan sökülerek ya da bir kopyası yapılarak –Devrek’teki orijinal yerine türbe tekrar taşınamayacağı için- bu ‘mechul alperenin’ şimdiki türbesine monte edilmesi çok elzem bir görev olacaktır. Böylece Devrekli az da olsa bu ‘alperenine’ vefa borcunu herhalde ödemiş olacaktır.
Bolu sancağı, 1459 yılından itibaren hem tımarlı sipahi, hem de yaya ve müsellem teşkilatına bağlı bir sancak olarak, Osmanlı askeri teşkilatı içinde yer almaktaydı (K. Z. Taş, “Yaya ve Müsellem Sancağı Olarak Bolu’nun İdari Yapısı”, Bolu’da Halk Kültürü ve Köroğlu Uluslararası Sempozyumu, Bolu, 1998, 26). Dolayısıyla bu yıllarda Devrek, Bolu’ya bağlı, belki de bu amaca hizmet eden bir köy yerleşmesi idi ve Hızır Beğ Eli olarak anılıyordu.
Nitekim, 16. yüzyılın başlarında, Devrek, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ile Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki tapu tahrir defterlerine -(TT-86: Bolu livasını Gerede, Çaga, Hızırbeyli, Viranşehir, Borlu, Ereğli, Mengen, Kıbrıs vesair nahiyelerinde bulunan ve Amasra kalesi müstahfızlarına ait olan tımarların icmal defteri)-göre, Çarşamba ile birlikte zikredilerek, Hızır Beğ Eli olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca Çağa, Mengen, Gerede, Viranşehir, Taruklu-Borlu, Ulus-Amasra, On iki Divan, Yedi Divan, Yenice, Bendereğli, Konropa, Dodurga, Mudurnu ve Kıbrus ile birlikte Bolu’ya bağlı bir nahiye olarak görülmektedir.
Ancak H. 1099 (M. 1687/1688) yılı 836 nolu şer’iye sicilinde Bavlı, Bendereğli, Borlu, Çağa, Dirgine, Dört Divan, Eflani, Gerede, Konrapa, Mudurnu, Üskübü, Viranşehir ve Yenice gibi kazaların ismi geçmesine rağmen Devrek adına rastlanmaz (B. Çöpoğlu, H. 1099 (M.1687/1688) 836 Nolu Bolu Şer’iye Sicilinin Transkripsiyon ve Değerlendirilmesi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Yayımlanmamış Y. Lisans Tezi, 2008, 31-32). Fakat 1684-1686 yılı Şeri’ye Sicili’ndeki tımar ve zeametlerin gelir miktarları incelendiğinde, 6 zeamet ve 19 tımar kaydı bulunmuş ve bu zeametlerden en büyük olanı 59 160 akçe ile Bolu ve Karahisar Sancaklarındaki Uzungünü ve Hızırbeğli karyeleri baş sırayı almıştır.
Bu yıllarda Hızır Beğ Eli, seksen dört hane ve yaklaşık dört yüz yirmi; Çarşamba ise, yetmiş dokuz hane ve yaklaşık üç yüz doksan beş kişiden oluşan bir nüfusa sahipti. (E. Şahin, 1684-1686 Yılları Arasında Bolu’da Ekonomik ve Sosyal Hayat -835 Numaralı Bolu Şer’iye Siciline Göre-, Yayımlanmamış Y. Lisans Tezi, Konya, 2008, 38, 58).
18. yüzyılın ortalarında, Uluslu İbrahim Hamdi Efendi’nin kaleme aldığı ‘Atlas‐ı İbrahim Hamdi Efendi’ başlıklı seyahatnamesinden anlaşılacağı üzere, ‘Hızır Beğ Eli’ ismi bırakılmış ve yerleşim birimi için ‘Devrek’ adı kullanılır olmuştur: “Devrek altmış üç buçuk derece tûl ve kırk bir derece on üç dakika arzda Ereğli şarkîsinde deryadan alarga bir kazadır, hafta pazarı ve hanları ve dükkânları var bir nice karyedir.”
H. 1215/M. 1800/1801 yıllarında Bartın ve Devrek havalisi Ereğli kasabasına iltihâk edilmişti. 1811-1864 yılları arasında da Bolu ve Viranşehir sancakları birleştirilerek bu yıllarda Bolu’ya, Bolu Merkez, Mudurnu, Dodurga, Pavlı, Kıbrıscık, Dörtdivan, Gerede, Çağa, Mengen, Ulak Viranşehir=Eskipazar), Dirgine, Devrek, Yılanlıca (Devrek’te Gölpazarı, Hisarönü), Samako (Alaplı), Akçaşehir (Akçakoca), Üskübü (Kasaba) ve Konropa (Düzce) bağlanmıştır (D. Bayraktar, Şer’iye Sicillerine Göre Tanzimat’ın İlk Yıllarında Bolu (1838-1850), Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Ankara, 1995, 39-40).
Devrek, H. 1258/M. 1843/1844 yıllarında Ereğli’ye hâlâ bağlı olmakla birlikte, H. 1285/M. 1868/1869 yılında kaza yapılarak Ereğli’den ayrılmıştır. Ancak Zonguldak henüz liva olmadan -H. 23 Ş 1338/M.12 Mayıs 1920- önce bölgenin idari, sosyal, ekonomik ve kültürel yükü, Hamidiye olarak ünlenecek kazanın üzerine yüklenecektir. 16 Z 1304/M. 5 Eylül 1887 yılında Hamidiye kazası kurulmuş ve H.1314/M.1896/1897 yılında kazanın genelinde 172 köy ve merkezinde 65 köy barındırmıştır (Kastamonu Vilayet Salnamesi H. 1306, 1314, 412, 340-344). Hamidiye adının karışıklıklara sebebiyet vermesinden dolayı, 20 Ca 1328/30 Mayıs 1910 yılında tekrar Devrek adının kullanılmasına devam edilmiştir. Bir yıl sonra da Çarşamba nahiyesi 1911’de Çaycuma adına dönüştürüldü.
Hamidiye/Devrek Nüfusu 17. ve 18. yüzyılın ortalarında bir köy yerleşmesi olduğu anlaşılan Devrek’in nüfusunun, H.1288/M.1871/1872 yıllarından itibaren birden arttığı anlaşılmaktadır. H. 1306/M. 1888/1889 yılında da, Hamidiye nüfusunda büyük bir azalma fark edilmektedir. Ancak H. 1334/M. 1915/1916 yılında hem Müslüman nüfus’ta (53 168) hem de gayr-i Müslim nüfusta (Ermeni: 674) artış gözlemlenmektedir. H. 1311/M. 1893/1894) Devrek’e bağlı Çaycuma’da 202 Rum nüfus görülürken, 1922’de 405 olarak kaydedildiği anlaşılmaktadır (A. Cemal, Türkiye’nin Sıhhi-i İctimâi Coğrafyası: Zonguldak Sancağı, 17).
Hamidiye kazasının H. 1288/M. 1871/1872 yılı nüfusu:
İslam-Erkek:11890 Kadın: 9374
Ermeni Erkek: 221 Kadın: 198.
Hamidiye kazasının H. 1306/M. 1888/1889 yılı nüfusu:
İslam-Erkek:25085 Kadın: 19427
Ermeni Erkek: 179 Kadın: 132.
Hamidiye kazasının H. 1310/M. 1892/1893 yılı nüfusu:
İslam-Erkek:28231 Kadın: 21389
Ermeni Erkek: 192 Kadın: 162.
Hamidiye kazasının H. 1311/M. 1893/1894 yılı nüfusu:
İslam-Erkek:28987 Kadın: 22799
Ermeni Erkek: 198 Kadın: 172.
Salnamelere göre, Kastamonu vilayetinin bağlı bulunduğu Hamidiye kazasının, tüm sancak ve kazalar da göz önüne alındığında, Türk-Müslüman nüfusun, gayr-i Müslim nüfusa oranı, kıyas getiremeyecek kadar fazlalığı hemen dikkati çekmektedir. Dolayısıyla Hamidiye kazasında, H. 1314/M.1896/1897 yılında, 42 hane ve 392 kişiden oluşan sadece bir mahalle, gayr-i Müslim halktan oluşmakta idi.
Dr. A. Cemal’in kaleme aldığı, ‘Türkiye’nin Sıhhi-i İctimâi Coğrafyası: Zonguldak Sancağı’, adlı çalışmada, 20. yüzyılın başlarındaki Devrek, ana hatlarıyla şöyle tasvir edilmiştir:
Bolu’ya bağlıyken H. 1336/M.1917/1918 yılının sonlarında bu livadan ayrılarak, ayrı bir liva/sancak konumuna getirilen Zonguldak’a; Devrek, Ereğli ve Bartın kazaları bağlanmıştı. Bu yıllarda Devrek’te iki nahiye dâhilinde 128 köy (sayfa 13), otuz iki erkek, sekiz kız mektebi, iki medrese, sekiz han ve bir hamam bulunuyordu ancak hiç eczahane yoktu (sayfa 24). Devrek’te bütün zanaat ve sanat, Türkler tarafından idare edilmekte ve kazada terzi, kunduracı, demirci gibi zanatkarlar yanında şimşir, ceviz ağacından çeşitli ağaç ürünleri ve baston üreten sanatkârlar bulunmakta idi (sayfa 19).
Devrek’te, 25.000 kadar koyun ve keçi ile 10 000 inek, öküz, manda vardı (Bartın’da bu sayıya dâhildir). Bu sayıya rağmen Devrek’teki çift hayvanatı ihtiyacı ancak karşılıyordu. Bazı yıllarda ziraatın, iklim koşullarından dolayı kısır kalmasından, Devrek’teki hayvanat, kışın samansızlıktan dolayı telef oluyordu. Yine 1920’lerde, Devrek’e, damızlık at ve tosunlar getirilmiş ancak bakımsızlık yüzünden bu hayvanlar, seferberlik başlangıcında dağıtılmak zorunda kalmıştır (sayfa 13).
Bugün bazı geleneklerini unutmuş ancak töresine azami ölçülerde bağlı olan Devrek’te, XX. yüzyılın başlarında, nikâhtan önce evlenecek çiftler birbirini göremezdi ve iç güveylik yok denecek kadar azdı (sayfa 20).
Devrek’in Yaşadığı |
Bazı Önemli Olaylar ve Tarihleri
H. 11 Ca 1318 (M. 6 Eylül 1900)
Hamidiye kazasına atanan maarif kâtibi Rıza Efendi’ye geçiş tezkeresi verildi.
H. 1 Ş 1318 (M. 24 Kasım 1900)
Hamidiye ahalisinin ihtiyaç duyduğu cami ve mektebin yapılması talebinde bulunuldu.
H. 19 Ra 1319 (M. 6 Temmuz 1901)
Zonguldak nahiyesinin adli işlerinin görülmesinde zorluk yaşandığından Hamidiye yerine davalar Ereğli’de görülmeye başlandı.
H. 3 M 1320 (M. 12 Nisan 1902)
Madencileri kışkırtarak fesat çıkartan Devrekli Ohan’ın Zonguldak’ta fesat çıkarmasının önlenmesi istendi.
H. 21 Ra 1320 (M. 28 Haziran 1902)
Hamidiye kazası kaymakamı ile bazı memurlar hakkında, polis komiseri şikâyette bulundu.
H. 27 Ra 1320 (M. 4 Temmuz 1902)
Hamidiye kazası kaymakamlığına Şevki Efendi’nin atanmasıyla becayişleri yapılarak eski memuriyetten ayrılış tarihi bildirildi.
H. 15 Ca 1320 (M. 20 Ağustos 1902)
Müstakimler Türbetepe mevkiindeki kaçak kazıya müsaade edilmedi.
H. 22 C 1322 (M. 3 Eylül 1904)
Hamidiye mekteb-i kitabet imla ve hüsn-i hat muallimi Abbas Efendi istifa etti.
H. 16 Z 1324 (M. 31 Ocak 1907)
Hamidiye kazası belediye tabibi Hüsnü Süleyman Efendi hizmetlerinden dolayı ödüllendirildi.
H.4 C 1325 (M. 15 Temmuz 1907)
Hamidiye kasabasında halk tarafından yaptırılan hastane için vergisiz ağaç kesimine müsaade edildi.
H. 25 C 1325 (M. 5 Ağustos 1907)
Hamidie kazası belediye tabibi Esitel Nikola Efendi hizmetlerinden dolayı rütbe-i salise ile ödüllendirildi.
H. 2 B 1325 (M. 11 Ağustos 1907)
Hamidiye kazasındaki köprünün sel taşkınıyla yıkılması üzerine yeniden inşasında gayretleri görülen belediye reisi Halil Ağa, mecidi nişanı ile onurlandırıldı.
H. 25 Ş 1325 (M. 3 Ekim 1907)
Hamidiye kazası kaymakamı Muharrem Efendi hizmetlerinden dolayı rütbe-i salise ile ödüllendirildi.
H. 7 C 1326 (M. 7 Temmuz 1908)
Suistimalleri görülen Hamidiye kazası kaymakamı Ali Galip Efendi görevinden alındı.
H.14 B 1326 (M. 12 Ağustos 1908)
Hamidiye kazası kaymakamı Ali Galip Efendi’nin bazı yolsuzluklar yaptığı hakkındaki evraklar gönderildi.
H. 9 Ş 1326 (M. 6 Eylül 1908)
Girit’ten Hamidiye kazasına hicret ederek kendilerine gösterilen arazisine bazı müdahalelerin olması sonucu Girit muhaciri Raziye Hanım ve çocukları hakkında gereğinin yapılması için girişimde bulunuldu.
H. 9 M 1327 (M. 31 Ocak 1909) - H. 14 Z 1326 (M. 7 Ocak 1909)
Hopa kaymakamlığına Hamidiye kaymakamı Ali Galip Efendi, Hamidiye kaymakamlığına vekâleten bakan ve daha önce Düzce kaymakamlığına da vekâlet etmiş olan Hüseyin Hüsnü Efendi atandı.
H. 9 M 1327 (M. 31 Ocak 1909)
Hamidiye kazası Ermeni kilisesi reisi Takover’in bir cemiyet teşkil ettirerek ahali arasına fesad soktuğu hakkında Redif Binbaşısı Mehmed Efendi ve Hacı Abdullah Efendi’nin çektikleri telgraf soruşturulmaya başlandı.
H. 12 Ra 1327 (M. 3 Nisan 1909)
Hamidiye kazası merkezinin Çaycuma kasabasına nakli talep edildi ve bu konuda vilayetin görüşü soruldu.
H. 18 Ca 1327 (M. 7 Haziran 1909)
Çarşamba belediye reisi Tahir ve Rum metropolit vekili, Devrek ahalisinin nahiyelerinin kaza yapılmasına engel olmak için girişimde bulundukları husunda şikâyette bulundular.
H. 25 Za 1327 (M. 8 Aralık 1909) - H. 30 Ca 1328 (M. 9 Haziran 1910)
Devrek-Ereğli ve Devrek-Zonguldak arasındaki şose yolun inşasının tamamlanmasında mevsimin müsaid olmadığından bir yıl sonra inşaata devam edileceği bildirildi.
H. 23 S 1328 (M. 26 Mart 1910)
Hamidiye kazasının Derebulaca karyesinde ikamet eden ve Tırnova muhaciri bakkal Hacı Hüseyin ve Şumnu muhaciri Hacı Necip Ağa’nın simli kurşun ve kalay madenlerindeki hisseleri, Rusya tebasından Cevahirizâde Hamid Bey’e devr olundu.
H. 20 Ca 1328 (M. 30 Mayıs 1910) - H. 22 Ca 1328 (M. 1 Haziran1910)
Ereğli kazasına tabi Devrek adıyla bilinen nahiye, kaza olduğunda Hamidiye adını almıştı ancak bu isimle birçok kaza olduğu ve karışıklığa sebebiyet verdiğinden eski adı Devrek isminin kullanılmasına devam edilmeye başlandı.
H. 22 Ca 1328 (M. 1 Haziran 1910)
Hamidiye kazasının eski adı Devrek namıyla nam-ı padişahiye izahatle tevsim edilmesi kararlaştırıldı.
H. 8 Ş 1328 (M. 15 Ağustos 1910)
Devrek kaymakamı İbrahim Ethem ile naibi Mahmut Kamil Efendi arasındaki anlaşmazlıktan dolayı bazı işler aksadı.
H. 25 N 1328 (M. 30 Eylül 1910)
Çaycuma nahiyesinin ilga edilmeyeceği ancak Devrek’ten ayrılarak Zonguldak’a bağlanacağı kararlaştırıldı.
H. 22 Z 1328 (M. 25 Aralık 1910)
Zonguldak ve Devrek’te kolera salgını görüldü.
H. 4 Ra 1329 (M. 5 Mart 1911)
Devrek kasabası kenarından geçen çayın diğer cihetinden bir kanal açılması ve bir sed inşa edilmesi için gerekli meblağ ile bir fen memurunun gönderilmesi istendi.
H. 7 C 1329 (M. 5 Haziran 1911)
Devrek kazasına ait Çaycuma nahiyesine bağlı olan Perşembe nahiyesi köyleri ile birlikte Bartın’a bağlandı.
H. 24 C 1329 (M. 22 Haziran1911)
Devrek’te toprak kayması sonucu evsiz kalanlara yardım edildi.
H. 14 B 1329 (M. 11 Temmuz 1911)
Frengi hastalığı ile mücadele amacıyla Hamidiye ve Zonguldak’ta birer hastane açılması ve açılacak hastanelerin alet ve edavat ihtiyaçlarının karşılanması için tahsisisat ayrılması talebinde bulunuldu.
H. 20 B 1329 (M. 27 Temmuz 1911)
Devrek’te bulunan hapishanenin tamiratı için havalename gönderildi.
H. 6 Z 1329 (M. 28 Kasım 1911)
Devrek kazasına bağlı Çarşamba nahiyesinin Çaycuma ismine dönüştürülmesi uygun görüldü.
H. 3 S 1330 (M. 22 Ocak 1912)
Devrek’te sel felaketi sebebiyle bazı evler yıkıldı.
H. 3 S 1330 (M. 22 Ocak 1912)
Devrek kasabası sel sebebiyle yıkılan evler için gerekli kerestenin meccanen kesilmesinin mümkün olmadığına ancak sadece ücretsiz ağaç kesiminin yalnızca köyler için geçerli olduğuna karar verildi.
H. 6 C 1330 (M. 23 Mayıs 1912)
Devrek’teki Ermeni kilisesine bir kule inşası ve çan asılmasına izin verildi.
H. 27 C 1330 (M. 13 Haziran 1912)
Devrek kasabasındaki rüşdiye mektebi binası için kereste verilmsine imkân olmadığı belirtildi.
H. 6 S 1331 (M. 15 Ocak 1913)
Devrek kaymakamı İbrahim Bey yerine Kırkkilise tahrirat müdürü Esad Bey tayin edildi.
H. 13 Za 1331 (M. 14 Ekim 1913)
Hamidiye kasabasında Ermeni kabristanının yakınına askeri bina inşa edildi.
H. 23 Ca 1332 (M. 19 Nisan1914)
Molla Ahmetler ve Marazlar mahallerinin birleştirilmesi ile Müstakimler köyü kuruldu.
H. 27 Ş 1333 (M. 10 Temmuz 1915)
Devrek, Zonguldak arasındaki yolun şose haline getirilmesi için çalışmalara başlandı.
H. 23 Ş 1338 (M. 12 Mayıs 1920)
Zonguldak, Ereğli, Devrek ve Bartın kazaları Bolu’dan ayrılarak merkezi Zonguldak olmak üzere bir liva kuruldu
Bu bilgiler "Yerel Tarih Bakış Açısı İle Osmanlı Dönemimde Devrek ve Çevresi (Zonguldak, Krd. Ereğli, Çaycuma , Safranbolu, Bartın) Tarihi, (Editör: G. Karauğuz) Konya, 2011" adlı eserden derlenmiştir.
iç kesimlerinde, Zonguldak İl Merkezinin 60 km güneydoğusunda bulunmaktadır.
İlçenin Deniz seviyesinden yüksekliği 100 metredir.
İlçenin Yüzölçümü 1080 km'dir.
Devrek İlçesi etrafı dağlarla çevrili çukur bir alana kurulmuştur.
Başlıca Dağları: Batısında Babadağı, Güneyinde İlçenin en yüksek dağı olan Göldağı, Güney doğusunda Akçasu ve Yenice Dağları, Eğerci yöresinde Aksu, Karadere ve Kuşkayası Dağları vardır.
İlçenin en önemli yaylası Eğerci Bölgesinde bulunan Aksu yaylasıdır. En yüksek tepesi 925 metre olan Dorukan Tepesidir.
İlçenin en önemli akarsuyu Devrek çayıdır. Devrek çayı,Bolunun Abant dağlarından doğup büyük su adını alır. Yeniçağdan ve Dirgine yakınlarından katılan iki önemli koldan sonra Devrek Çayı adını alır. Çomaklar Deresi ve birkaç ufak dere de bu çaya katıldıktan sonra Gökçebey İlçesi yakınlarında Karabükten gelen Soğanlı Çayının devamı olan Yenice Çayı ile birleşerek Filyos Çayını meydana getirip, Filyos Bucağında Karadenize dökülür.
İlçe sınırları içinde Türkiye'nin en zengin orman alanları yer almaktadır. Bu ormanlar iğne yapraklı (Çam), Yayvan yapraklı (Meşe), ağaçlarından oluşmaktadır. Ormanların eteklerinde meşe ağaçlarına rastlandığı gibi bazı köylerde bu meşelikler koruma altına alınmıştır. İlçemizde en çok bulunan ağaçlar ; Köknar,Kayın,Meşe,Çam,Karaağaç,Kestane ve Ihlamur ağacıdır.
İlçenin iklimi genellikle Türkiye'de Karadeniz iklimi özelliklerini gösterir. Yazları serin,kışları ılık ve yağışlıdır. Yıllık yağış miktarı ortalama l7O metrekare/kg.dır. En sıcak yaz ortalaması 24-26 derece,en düşük ay ortalaması ise 5 -7 derecedir. Dört mevsim yağışlı geçmektedir.
İl merkezine ve Ereğli ilçesine bağımlı yaşamaktadır. Halkın çoğu Ereğli'ye demir çelik fabrikalarında çalışmak için göç etmiştir. Devrek'in yakınlarında bulunan Yedigöller Milli Parkı ve Bostandüzü Mesire Yeri bölge ticaretini artıran unsurlardır.
Gökçebey
Gökçebey, Zonguldak ilinin ilçesidir. İlçenin toplam nüfusu 25.588 olup bunun 7.300'ü kentte bulunmaktadır.
1845 yılına kadar, Tefen adıyla Bolu Sancağına bağlı 4 divandan (nahiye) oluşan bir kaza olan Gökçebey, bu kimliğini Cumhuriyetin kuruluşuna kadar korumuştur. Cumhuriyet döneminde nahiye yapılan Tefen'e, 1963 yılında Gökçebey adı verilmiş ve 1972 yılında beldede Belediye Teşkilatı kurulmuştur. Devrek ilçesine bağlı Gökçebey beldesi 3644 sayılı kanunla 1990 yılında ilçe statüsüne getirilmiştir.
Yüzölçümü 15.153 ha. olan ilçenin % 60'ı ormanlarla kaplıdır. Denizden yüksekliği 51 metre olan Gökçebey ilçesi, yüksekliği 906 - 1179 metre arasında değişen sekiz tepeyle çevrilidir. Filyos Irmağı ilçenin kenarından geçer ve Filyos beldesinden Karadenize dökülür. Karadeniz ikliminin egemen olan ilçede yazları ve kışları ılık geçer. İlçe merkezinde Camlı Köşk, Belediye Aile Çay Bahçesi ve Parkı, Atatürk Parkı ve Çay Bahçesi adlarında çocuk parkı ve kafeterya alanları vardır. Kabalaklı, Pamukdüzü, Kertili (Çamlık) mesire yerleri, Karanlık Dere, Kurtdamı ve Sarıgöl Ormanları av turizmine son derece elverişli yerlerdir.
ilçede 3 merkez ilköğretim okulu vardır. Bunlar ATATÜRK İlköğretim Okulu Gökçebey İlköğretim Okulu Cumhuriyet İlköğretim Okuludur. Bir de Gökçebey Çok Programlı Lisesi adında düz lise ve meslek lisesi aynı binada eğitim vermektedir.
Bounce (şarkı)
"Bounce", "Come Closer" albümünden çıkan ilk teklidir. Bounce d |
ahil birkaç şarkısı internete sızdırılınca Tarkan'ın önlem olarak erken bir şekilde 2005 yılında Türkiye'de, genel olarak ise 2006'da yurtdışında çıkardığı ilk İngilizce teklisidir.
Teklinin yurtdışı baskısında dünyaca ünlü yapımcı Don Candiani ve DJ Armand van Helden'in düzenlemeleri ile Kolombiyalı reggaeton şarkıcısı Adassa ile bir düet bulunmaktadır.
Şarkının klibi 12 Ekim 2005'te ünlü yönetmen Martin Weisz tarafından Los Angeles'ta yapım aşamasında olan bir otelde çekildi. Klipte 70 kişilik kadro ve 8 kişilik bir dans grubu kullanıldı. Dans koreografisini ünlü isim Travis Payne hazırladı.
Klip, bazı aksaklıklar ve albüm çıkış tarihinin ertelenmesinden dolayı Ocak ayında, ilk olarak Türk ana haber bültenlerinde, daha sonra da müzik televizyonlarında gösterilmeye başlandı.
Karadeniz Ereğli
Karadeniz Ereğli, Zonguldak il sınırları içinde bulunan bir ilçedir. Türkiye’nin kuzeyinde, Batı Karadeniz Bölgesi'nde yer almaktadır. Yüzölçümü 782 km²dir. İlçeye bağlı 3 belde (Gülüç, Kandilli (Armutçuk) ve Ormanlı) ve 93 köy vardır.
Şehir merkezine 31 mahalle bağlı olup adları Akarca, Bağlık, Balı, Belen, Belen Yeni, Bölücek, Dağlar, Elmatepe, Güldere, Göktepe, Hamzafakılı, Kavaklık, Kepez, Kestaneci, Kışla, Kırmacı, Kıyıcak, Kirmanlı, Kocaali, Korubaşı, Köseler, Murtaza, Müftü, Orhanlar, Ömerli, Ören, Sarıkokmaz, Süleymanlar, Topçalı, Uzunçayır ve Uzunmehmet'tir.
Gülüç beldesine bağlı mahalle sayısı 4 olup, adları Gülüç Merkez, Bekyeri, Çengelburnu ve Örencik'tir.
Armutçuk (Eski adıyla Kandilli) beldesine bağlı mahalle sayısı 5 olup, adları Armutçuk Merkez (diğer adıyla Çamlık), Geyikbeli, Şehitlik, Uzunmehmet Yayla ve Yeni Mahalle'dir.
Ormanlı beldesine bağlı mahalle sayısı 4 olup, adları Ormanlı Merkez, Sarıkaya, Seyitahmetli ve Sinitli'dir.
Gökçeler (Eski adıyla Neyren) beldesine bağlı mahalle sayısı 5 olup, adları Gökçeler Merkez, Açıkhava, Kızılsu, Pazaryeri ve Yeni Mahalle'dir.
Güneşli (Eski adıyla Çaylıoğlu) beldesine bağlı mahalle sayısı 5 olup, adları Çaylıoğlu Merkez, Asarlı, Güneşli, Hacıosmanlar ve Kocalar'dır.
Karadeniz Ereğli’de her yıl 18 Haziran'da Osmanlı Çileği Kültür ve Sanat Festivali düzenlenmektedir. Sonradan kaldırılmış olan Hamsi Festivali kapsamında 22 Aralık 2002 tarihinde 2.002 metre uzunluğunda “Dünya’nın En Uzun Mangalı” rekoru kırılmaya çalışılmış, 1.600 metrenin kabul edilmesi sonucu ilçe Guinness Rekorlar Kitabı'na adını yazdırmıştır.
Ereğli, tarihsel kökleri MÖ 2000'li yıllara uzanan çok eski bir kenttir. Bir uygarlık beşiğidir. Tarihsel veriler, ilçenin İyonlardan Türk egemenliğine kadar çok sayıda Anadolu Uygarlığını barındırdığını, bu şekilde bir uygarlıklar mozayiği oluşturduğunu göstermektedir. Ereğli bu özelliğini Batı Karadeniz’deki belli başlı iki doğal limandan birisine sahip olmasına borçludur. Ancak tarihsel veriler kıyı ticaretinin Ereğli’yi, hakkettiği gelişmişlik düzeyine ulaştırmakta yersiz kaldığını göstermektedir. Bunun nedeni, Ereğli'yi bir liman kenti olarak üretken iç kesimlere bağlayan karayollarının olmamasıdır, yani Ereğli bir hinterlanda sahip olamamıştır. 1334 (1918) tarihli Müstakil Bolu Sancağı Salname-i Resmiyesi'nde de bu gerçek vurgulanmakta; Ereğli’nin önemli çapta bir ticari hareketliliğine kavuşamaması, iç kesimlerle irtibatının olmayışına bağlanmaktadır. Ereğli’yi geliştiren, 1848 yılında işletmeye açılan taşkömürü madeni ile 1965 yılında işletmeye alınan Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları olmuştur. Bu dönemden itibaren sınai kentleşme sürecine giren ilçe, coğrafi yapısının da elverişli olması nedeniyle, giderek Batı Karadeniz’in ağır sanayi merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Ereğli son yıllarda güçlü ekonomik yapısını ve gelişmiş sosyo-kültürel yaşamının doğal bir sonucu olarak uluslararası barış ödüllerinden, ulusal çevre ödüllerine uzanan kentsel ve kültürel başarılara da sahne olmuş, kardeş ilçe anlaşmalarıyla Yunanistan’dan Almanya’ya kadar geniş bir bölge içerisinde sevgi, barış ve dostluk köprüleri kurmuştur.
Ereğli ilçesinde kullanılan Türk şivesinin Batı Anadolu ağızları içindeki konumu
Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre şöyledir:
Erdemirspor basketbol takımı, BEKO Basketbol Ligi'nde oynamaktaydı. Erdemirspor 2013 yılında ligden çekildi. Ayrıca ilçede amatör ligde mücadele eden takımlar bulunmaktadır.
1954 yılında Sümerbank öncülüğünde, ilgili bakanlıklardan temsilcilerin yer aldığı bir komisyon oluşturularak ulusal demir çelik sanayisinin gerekliliği gündeme getirildi. 1959 yılında ise Sanayi Bakanlığı'nca kurulan bir heyet ile ABD'de Koppers şirketi tarafından yapılabilirlik etüdü ve tesisi kuracak şirketin statüsü üzerine çalışmalar başlatıldı. Koppers Associates SA, İş Bankası A.Ş., Demir ve Çelik İşletmeleri Umum Müdürlüğü ile Ankara Ticaret ve Sanayi Odası yassı çelik üretecek şirketin kurucuları arasında yer aldı. Bu kuruluşlarca 1959 yılı sonunda imzalanan bir protokol ile kurulacak şirket için kanun tasarısı, Kurucular Anlaşması ve Şirket Esas Sözleşmesi gibi esasları hazırlamak ve yürütmek için bir müteşebbis heyeti seçildi.
Türkiye'nin ilk yassı çelik üreticisi tesisinin kurulması için 12 Şubat 1960'ta Kurucular Anlaşması imzalandı. 28 Şubat 1960 tarihinde kabul edilen 7462 sayılı bir kanunla Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları T.A.Ş. (Erdemir) adıyla bir anonim şirket kurulması için Bakanlar Kurulu'na yetki verildi. Süratle sanayileşme hamlesi yapan Türkiye'de gerek mevcut sanayinin beslenmesi gerekse yeni sanayi kollarının kurulup gelişmesi için 11 Mayıs 1960'ta fabrikanın kuruluşu resmen tescil edildi.
1961 yılında başlayan inşaat ve montaj çalışmaları 42 ay gibi kısa bir sürede tamamlandı ve Erdemir, 15 Mayıs 1965'te yaklaşık 0,5 milyon ton ham çelik ve 0,4 milyon ton yassı çelik kapasitesiyle üretime başladı.
Türkiye'nin en büyük sanayi yatırımlarından olan 1,5 milyar dolar tutarındaki Kapasite Artırma ve Modernizasyon Yatırımları (KAM I ve KAM II) 1996'da tamamlandı. 1998 yılında Karadeniz'in ve Türkiye'nin en büyük limanlarından olan Yeni Liman Tesisleri hizmete girdi. 1999'da Kalay/Krom Kaplama Tesisi'nin, 2001 yılında Erenco'nun kurulması büyüme stratejileri doğrultusundaki ilk adım oldu. 2002'de ERDEMİR Çelik Servis Merkezi faaliyete başlarken, İSDEMİR, ÇELBOR ve ERDEMİR Romanya satın alındı. Bunu 2004 yılında ERDEMİR Lojistik ile ERDEMİR Gaz'ın kurulması ve ERMADEN'in satın alınması izledi. Böylece Erdemir, Türkiye'nin en büyük şirketler topluluğundan biri haline geldi. Özelleştirme doğrultusunda Erdemir, 27 Şubat 2006'da 2 milyar 960 milyon $'a OYAK'a devredildi. 2008 yılında Yeni 1 No.lu Yüksek Fırın "Ayşe" üretime başladı.
Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları T.A.Ş.'nin amiral gemisi olduğu ERDEMİR Grubu'nda; 2001 yılında kurulan Erenco (Erdemir Mühendislik Yönetim ve Danışmanlık Hizmetleri A.Ş.) ve ERDEMİR Çelik Servis Merkezi, 2002 yılında alınan ERDEMİR Romania S.R.L., İSDEMİR (İskenderun Demir ve Çelik A.Ş.) ve ÇELBOR Çelik Çekme Boru San. ve Tic. A.Ş, 2004'te kurulan ERDEMİR Lojistik A.Ş., ve ERDEMİR Gaz San ve Tic A.Ş. ile aynı yıl satın alınan ERDEMİR Madencilik San. ve Tic. A.Ş., yer almaktadır.
Ocak 2013 itibarıyla Kdz. Ereğli'nin 7 tane kardeş kenti bulunmaktadır.
Jörg Haider
Jörg Haider (26 Ocak 1950; Bad Goisern, Yukarı Avusturya - 11 Ekim 2008; Köttmannsdorf, Karintiya), Avusturyalı bir siyâsetçidir (BZÖ, daha önce FPÖ'de politika yaptı).
Haider'in ebeveynleri Avusturya Nazi Partisi'nin (DNSAP, NSDAP, Alman Nazi Partisi Avusturya iştiraki) üyesi olmuştu. Haider'in babası Robert Haider, bir ayakkabıcıydı. Annesi Dorothea Rupp, Linz genel hastanesinde, hekim ve jinekoloji servisi başkanının kızıydı. Babası Robert Haider. Adolf Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesinden dört yıl önce, henüz on beş yaşında bir çocuk olarak 1929 yılında Nazi Partisine katıldı. Nazi Partisi Avusturya'da yasaklanmasından sonra bile partinin bir üyesi olarak kaldı. 1933 yılında, Haider Bavyera'ya taşındı ama Avusturya hükümetini devirme çabasında başarısız olan Nazilerden sonra ertesi yıl Avusturya'ya döndü. Haider Tutuklandı ve Almanya'ya geri dönmeyi seçti. Avusturya Lejyonunun, Sturmabteilung bölümüne katıldı.
Babası Haider Almanya'da iki yıllık askerlik görevini tamamladı ve Nazi Almanyası'nın Avusturya'yı ilhak edildikten (Anschluss) sonra 1938 yılında Avusturya'ya döndü. 1940 yılından itibaren, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da Batı ve Doğu Cepheleri bir subay olarak savaştı. Birkaç kez yaralandı, teğmen rütbesiyle Wehrmacht'da taburcu edildi. 1945 yılında, Bund Deutscher Mädel (BDM) lideri olan, Dorothea Rupp ile evlendi.
Savaşın sona ermesinin ardından, Robert Haider bir ayakkabı fabrikasında iş buldu. Bir öğretmen olan annesi Dorothea Haider'in savaşın sona ermesinin ardından birkaç yıl öğretmenlik yapması yasaklanmıştır.
Jörg Haider 1969 yılında askerlikten terhis olduktan sonra Viyana'ya taşındı ve Viyana Üniversitesi'nde hukuk ve siyaset bilimi eğitimi almaya başladı. 1974 yılında anayasa hukuku bölümünde Viyana Üniversitesi hukuk fakültesinde çalışmaya başladı.
Evli ve iki kız çocuğu babası olan Jörg Haider 14 yıl parti genelbaşkanı olarak görev aldı. Jörg Haider'ın önderliğinde FPÖ sürekli bir çıkış yaptı.
FPÖ'den ayrıldıktan sonra partideki arkadaşları ve hükümetteki kadrosuyla BZÖ partisini kurdu.
Jörg Haider 2005'ten 2006'ya kadar ve 2008'de BZÖ genelbaşkanıydı. 1999'dan beri Karintiya landeshauptmannı olarak görev yapmaktaydı. Karintiya bölgesinin ekonomik ve sosyal gelişimine büyük katkı sağladı.
Jörg Haider, nazi dönemini öven, sağcı popülist söylemleriyle bilinmektedir.
11 Ekim 2008 tarihinde, Klagenfurt şehri yakınlarında kendi kullandiği arabanın takla atması sonucu başından ve göğsünden yaralanarak öldü. Cenazesi Avusturya'nın çeşitli eyaletlerinde düzenlenen törenler ile kaldırıldı.
Kız kardeşi Ursula Haubner'dir.
Ereğli
Ereğli, Türkiye coğrafyasında birden fazla yerleşim yerinin ismidir. Antik çağda "Herakleia" veya benzeri şekillerde adlandırılan yerleşimler |
in isminin Türkçeye yansımış şeklidir.
Avusturya Özgürlük Partisi
Freiheitliche Partei Österreichs (FPÖ), Avusturya Özgürlük Partisi, 7 Nisan 1956'da Viyana'da kuruldu.
Jörg Haider'li yıllarında önemli çıkışlar kaydetti. Daha sonra Jörg Haider bu partideki arkadaşlarıyla ayrılıp BZÖ'yü kurdu. Şu anki genelbaşkanı Heinz Christian Strache'dir.
Avusturya Özgürlük Partisi Bağımsızlar Federasyonu'nun halefidir.
Heinz-Christian Strache ve FPÖ son Viyana seçiminde yapılan ırkçı sloganlarla eleştirildi.
Meselâ: 'Viyana İstanbul olmamalı'.
Avusturya'nın Geleceği için İttifak
Bündnis Zukunft Österreich (BZÖ), Avusturya'nın Geleceği için İttifak 4 Nisan 2005'de eski FPÖ lideri tarafından kuruldu. Kuruluşunun başlıca sebebi Jörg Haider ile Heinz-Christian Strache ve arkadaşları Andreas Mölzer ve Ewald Stadler arasında çıkan FPÖ'nün parti içi anlaşmazlıklardır.
Böylece BZÖ, Avusturya'nın İkinci Cumhuriyeti içinde seçimlere katılmadan ÖVP ile hükümet ortağı olan ve bakanları bulunan ilk partisi oldu.
"Generation Zukunft Österreich" ("GZÖ") partinin genç organizasyonudur.
Heinz-Christian Strache
Heinz-Christian Strache (d. 12 Haziran 1969, Viyana), Avusturyalı siyasetçi. 2005 yılından beri Avusturya Özgürlük Partisi Başkanıdır.
Diş teknisyeni eğitmeni olarak çalıştı. 1991 yılından beri Viyana siyasetinde aktiftir. 2004 yılında Hilmar Kabas'ın yerine FPÖ Viyana Başkanı olarak seçildi. Uzun süredir devam eden Ulusal Parti başkanı Jörg Haider'in öğrencisi olarak görüldü, ancak Ocak 2005'te parti içindeki artan çekişme yüzünden ona karşı durmaya başladı.
Eyalet seçimlerinde bir dizi kayıp sonrasında, Haider'in kız kardeşi Ursula Haubner'e karşı Ulusal Parti başkanlığına aday olacağını söylentileri yayıldı. Haubner'in yenilgiye uğraması riski muhtemelen Haider'i yeni bir parti kurma fikrine itti ve Haider Avusturya'nın Geleceği için İttifak (BZÖ)'ı kurdu. Bölünme sonrasında 23 Nisan 2005 tarihinde FPÖ başkanlığına seçildi.
Türk ve İslam karşıtı söylemleriyle bilinir.
Black (şarkıcı)
Colin Vearncombe (d.26 Mayıs 1962- ö.26 Ocak 2016), Black sahne ismiyle, 80'lerin unutulmaz pop yıldızıdır. "Wonderful Life", "Everything's Coming Up Roses" gibi hit sarkilariyla Türkiye radyolarında bir dönem boy göstermiştir.
26 Ocak 2016'da önceden geçirdiği trafik kazası sonucu oluşan travmaya bağlı komadan çıkamayarak İrlanda'nın Cork kentinde 53 yaşında ölmüştür.
Yeşilhisar (anlam ayrımı)
Yapraklı (anlam ayrımı)
Gaziosmanpaşa (anlam ayrımı)
Gölcük
Gölcük, Kocaeli iline bağlı bir ilçedir.
Gölcük, ayrıca şu anlamlara gelebilir;
Gömeç (anlam ayrımı)
Kulaklı orman baykuşu
Kulaklı orman baykuşu ("Asio otus"), baykuşgiller (Strigidae) familyasından büyük, dimdik duran ve gece gezen bir baykuş türü.
Istrahat halinde toparlak görünür, ancak uyarı halinde gergin, ince ve dimdik durur. Uyarı halinde iken kulak tüylerini dikleştirir ve koyu turuncu gözlerinin üstündeki siyah beyaz yüz deseniyle bir ‘V’ oluşturur. Oldukça benekli ve çizgilidir, alt tarafı kır baykuşundan daha koyudur. Kanatlarda kır baykuşundakine benzer el bileği lekesi vardır, primerleri daha parlak turuncu-kirli sarıdır ve beyaz firar hattı yoktur. Gür, inlemeye benzeyen ve kısa bir ötüşü vardır.
Gürpınar (anlam ayrımı)
Gürpınar, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Güzelyurt
Güzelyurt, yerleşim adları:
Hacılar (anlam ayrımı)
İlçe isimleri:
Belde isimleri:
Köy isimleri:
Höyük ismi
Halkapınar (anlam ayrımı)
Halkapınar, Konya'nın bir ilçesidir.
Halkapınar ayrıca şu anlamlara gelebilir:
Harmancık
Harmancık aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Harran (anlam ayrımı)
Bafa, Milas
Bafa, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı, Bafa Gölü kıyısında bir mahalledir. Beldede 1972'de belediye kurulmuştur. Nüfusu 1980'de 2110, 1985'te 2947, 1990'da 3610, 1997'de 2036, 2000'de 2001 olarak tespit edilmiştir. 2007 sayımlarına göre nüfusu 2000'in altında olduğu için 2009 yerel seçimlerinden itibaren belediyenin kaldırılması için çıkarılan kanunun ilgili maddeleri diğer birçok belde yanı sıra Bafa için de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde CHP adayı belediye başkanı olarak seçilmiştir. Bafa'nın 2009 yerel seçimlerinde belediye başkanı Zühra Dönmez seçilmiştir. O dönemde seçilebilen Türkiye'deki çok az sayıdaki kadın belediye başkanından birisi olmuştur. Bafa mahallesinde 30 Mart 2014 yapılan yerel seçimlerde mahalle muhtarlığına Ahmet Özkaya seçilmiştir.
Bafa, güneyinde Ilbıra dağı ve kuzeyinde Beşparmak dağı ile çevrilidir. Bafa Gölü'ne doğru uzanan çayırın sağladığı düzlük arazi sayesinde Söke Ovası ve Ege Denizi ile hava bağını kurar ve yazın bu boşluktan gelen rüzgarla serinler. Söke-Milas arasında Milas'a 28 km. kala Bafa'nın içinden geçersiniz. Bodrum'a gidenler için Bodrum'dan önceki son mola yeri olabilir. Sular akan çay bahçeleri ve lokantalarından birinde, arkanızda veya karşınızda duran dağların zeytinlerinden sıkılmış doğal yağlarla pişmiş yemekler yiyebilirsiniz. Sebzeleri Bafa Gölü'ne açılan çayırında yetişmiştir mutlaka. Meyvecilik gelişmemiştir. Son yıllarda pamuk üreticilerinin fiyatlardan memnun kalmamaları mahalledeki pamuk üreticiliğini oldukça azaltmıştır.
Ekler
Ekler, yumuşak hamurlu bir tatlıdır. Genel olarak içinde vanilyalı krema vardır ve üstü çikolata kaplıdır. Bazen kahve, rom aromalı muhallebi, meyveli dolgular veya kestane püresi ile de doldurulur.
Ekler hakkında bilinen çok az şeyden biri, 19. yüzyılın sonlarında Fransa'da çıktığıdır. Birçok yemek tarihçisi eklerin ilk olarak Fransız kraliyet ailesinin ünlü hamur işi aşçısı Marie-Antoine Carême tarafından yapıldığını ileri sürmektedir.
"Éclair", Fransızca'da şimşek patlaması anlamına gelmektedir.Kelime Fransızcadır. Adını bir lokmada kolayca yenilmesinden almıştır.
Hisarcık
Hocalar (anlam ayrımı)
Horasan (anlam ayrımı)
dili.
Ilgaz
Selimiye, Milas
Selimiye Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir. Yaklaşık nüfusu 8000 olup Milas'a 16 km Muğla'ya 87 km Bodrum'a 70 km İzmir'e 180 km kadar uzaklıktadır. Selimiye'de yaşayan insanların çoğunluğu geçimini tarımdan sağlamaktadır. Başlıca diğer gelir kaynaklarının başında hayvancılık gelmektedir. Selimiye'de zeytincilik pamuk mısır ve bunun benzeri ürünler bol yetişmektedir. Küçük baş ve büyük baş hayvancılığa elverişli bir iklimi vardır. Selimiye'nin en büyük sorunlarının başında yağmursuz geçen kışlardan dolayı kapıya kadar gelen kuraklık ve orman yangınları gelmektedir. Selimiye'de bir ilk öğretim okulu ve bir lise vardır. Çevre köylerden ve Selimiye merkezden gelen yaklaşık 1500 öğrenci öğrenim hayatlarına buralarda devam etmektedir. Ayrıca Selimiye'de Euromos pek fazla bilinmese de Euromos tarihi çok güzel bir şekilde doğallığını bozmadan yansıtan bir şehirdir. Selimiye'nin yerel yemekleri Keşkek ve Çaykama'dır. Özellikle Çaykama Türkiye'de sadece Selimiye'de yapılır.
Ilıca
Ilıca, bkn. kaplıca
İdil
İdil kelimesinin farklı anlamları:
İhsaniye (anlam ayrımı)
İhsaniye, Arapça kökenli isim, İyilik eden, Bağış bağışlama, Verilen bağışlanan şey Lütuf, iyilik anlamlarına gelmektedir.
Baykuş
Baykuş ya da Gece yırtıcı kuşları (), kuşlar (Aves) sınıfının, karinalılar (Carinatae) bölümünün, gökkuzgunumsular (Coraciiformes) takımına giren gece yırtıcı kuşları (Strigiformes) alt takımında yer alan türlere verilen genel ad.
Başları büyük ve tüylüdür. Kuyrukları kısa olmakla beraber, kanatları enli ve uzundur. Bir kısmının kanat açıklığı, bir adam boyuna ulaşır. Serçe kadar küçük olanları da vardır. Gagaları kıvrık, pençeleri keskin, kanca tırnaklı ve döner parmaklıdır. Kuvvetli pençeleri adeta avına kenetlenir.
Baykuşlar tam bir sessizlik içinde avlanır. Bütün vücudu yumuşak ve ince tüylerle kaplıdır. Tüyler, uçuş sırasında tabii bir susturucudur. Uçuş esnasında kanatlarının “pırpır” sesi duyulmaz. İri gözleri, başlarının yanında değil önündedir. Aşırı büyüklükteki gözleri, göz oyuğunda hareket edemez. Araba farı gibi yuvalarında sabittir.Baykuşlar boynunu 270 derece çevirerek panoramik bir görüş sağlayarak çevresini kontrol edebilir. Dişi baykuş erkeklerinden daha iri olup, 2-10 yumurta yumurtlarlar. Kuluçka süresi 30-40 gündür. Yumurtadan çıkan yavruların göz ve kulakları kapalıdır. Yavruların yuvada kalma süresi farklıdır.
“Al purple” yani “mor ışık görüntüsüne” sebep olan kimyasal bir madde bulunur. Rod hücreleri, en küçük bir ışığı bile kimyasal bir sinyale çevirirler. Böylece insanın sadece bir ışık parıltısını fark ettiği yerde baykuş buradaki cismi bütün teferruatı ile görür. Bütün kuşlarda üst göz kapağı alttakine geldiği halde baykuşlarda olay tersinedir. Mavi rengi görebilen tek kuş türüdür.
Baykuşların görme ve işitme kabiliyetleri son derece hassastır. Çok az ışıkta avlarını yakalayabildikleri gibi, zifiri karanlıkta da işitme duyularıyla yerini tespit ederek yakalarlar. Kulakları, en küçük hışırtıyı işitebilecek duyarlıktadır. Hassas kulaklarıyla, gecenin sessizliğinde uçan pervanenin kanat sesini veya bir tohumun çiğnenişini, hatta tam sessizlikte düşen iğnenin sesini bile işitebilirler.
Baykuşun geniş yüzü, nispeten sert ve kavisli tüylerle kaplıdır. Tüyler bir kepçe gibi sesleri toplar ve kulağa yansıtır. Bazı baykuş cinslerinin kulak delikleri öyle büyüktür ki, başın yan tarafını tamamen kaplar. Ayrıca baykuşların başı geniştir ve kulakları diğer kuşlara göre birbirinden daha uzaktır. Böylece ses dalgası bir kulağa çarptıktan sonra diğerine gelir. Baykuş bu son derece küçük zaman aralığı içinde sesin geldiği yönü tayin eder. Baykuşların ilginç özelliklerinden biri de kulaklarının perdeli oluşudur. İstedikleri zaman açar, istediklerinde kaparlar. Dinlenme halinde ve yavaş uçuşlarında kulak perdesini açar, hızlı uçuşlarında ise kaparlar.
İncesu (anlam ayrımı)
İlçe adları:
Belde adları:
Köy adları:
İnönü
İnönü şu anlamlara gelebilir:
Kaman
Türkiye'de mimarlık
Türkiye'de mimarlık, Türkiye mimarisi veya Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarisi |
1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin toprakları üzerinde süregelen mimarlık sürecini inceler.
Türkiye’deki mimarlık uygulamaları belli dönemlerde yaygın olan mimari akımlardan, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan belli sorunlardan ve çelişkilerden etkilenerek veya onlara tepki olarak oluşmuştur. Bu çelişkilerden başta geleni özellikle cumhuriyetin ilk dönemlerinde gündeme gelen Doğu-Batı ikilemidir. Buna ek olarak ulusal-evrensel, geleneksel-modern veya dindarlık-laiklik gibi ikilemler ve farklı siyasi görüşler de mimarlık uygulamalarının seyrini etkilemiştir. Bu dönemlerin birbirinden kesin olarak ayrılması pek mümkün değildir. Bazı akımlar diğerleri ile iç içe belirli bir zaman dilimine kadar varlığını sürdümüşler; bir dönemin veya ekolün temsilcisi olarak nitelendirilen bazı Türk mimarlar, kariyerlerinin ilerki dönemlerinde daha farklı stillerde de eserler tasarlamışlardır.
Türkiye'nin kurulduğu ilk yıllarda yaygın ve etkili olan bir sivil toplum örgütlenmesi ve devlet alanı dışında mimariye destek verecek özerk bir burjuvazi yoktu. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğu döneminde elitist içeriğe sahip olup, sadece saraya bağlı olan mimarlar; yeni dönem de aynı üslupla devlet yönetimine bağlı kaldılar. Bu durum 1950’lerden itibaren değişmeye başladıysa da özel sektörün gelişmesi ve mimarlık alanına yön verip, hâkim olmaya başlaması çok daha sonraları gerçekleşti.
Türkiye'deki mimarlık, ilk dönemlerinde Osmanlı mimarisinden oldukça etkilendi. Özellikle 1920'li yıllara hakim olan Birinci Ulusal Mimarlık Akımında bu etkileri gözlemlemek mümkündür. 1930'lu ve 1940'lı yıllarda yabancı kökenli (ağırlıklı olarak Almanya, Avusturya ve İsviçre'den) mimarların Türkiye'ye çağrıldığı ve onlara farklı amaçlar için ağırlıklı olarak kamu yapıları inşa ettirildiği gözlemlenmektedir. II. Dünya Savaşı ve sonrası, yani Türkiye'nin dış dünyadan izole olduğu 1940'lı yıllarda başlayıp 1950'lere kadar süren dönemde İkinci Ulusal Mimari Akımı etkili oldu. Bu dönemin sona ermesi ile Türkiye’de tek parti iktidarının sona ermesi birbiri ile paralel dönemlerdir. Türkiye’de mimarlık uygulamaları, yurt dışında gelişen modern ve postmodern mimarlık akımlarından etkilenmişse de özellikle 1970’li yıllara kadar ağırlıklı olarak yerli ve ülkeye özgü bir mimarlık kültüründen söz etmek mümkündür. İlk dönemlerinde müteahhitlerin ve devletin etkisinin olduğu Türkiye’de mimarlık sürecinde, 1980’lerden itibaren özel sektörün ağırlığı arttı.
Türkiye’de yapılar tasarlama ve uygulama fırsatı bulan mimarlar “kültürel kimlik” ve “kent kimliği” sorularına farklı bağlamlarda ve farklı zamanlarda cevaplar aramışlarsa da; Türkiye’de mimarlık incelenirken dikkate alınması gereken en önemli hususlardan biri de bu süreç ile paralel gelişen ve tüm kentlerin görünür kimliğini etkileyen başka bir yapı pratiğinin, yani gecekondulaşma ve çarpık kentleşmenin şehirlere hâkim olmasıdır.
1923’te yeni kurulmuş bir devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin mimarlık anlayışına, gerek dönemin toplumsal ve siyasal gelişmeleri, gerek kimlik arayışları; özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde gelişmeye başlayan milliyetçilik akımı etki etti. Bunun sonucu ortaya çıkan mimarlık üslubuna Birinci Ulusal Mimarlık Akımı adı verildi. Ancak bu dönemde modern mimari üsluplara uygun yapılar da inşa edildi.
1930’lu yıllar, mimarlık eğitiminin yeniden yapılandırılması, mimarlık eğitiminde kurumsallaşma ve de Türkiye’de ilk düzenli mimarlık dergisi olan "Arkitekt"’in çıkması bağlamlarında önemlidir. Zeki Sayar, Abidin Mortaş ve Abdullah Ziya Kozanoğlu tarafından 1931 yılında yayına "Mimar dergisi" olarak başlayan sonra "Arkitekt" ismini alan bu yayın, 1981 yılına kadar yayınlanmaya devam etti.
Dönemin mimarlıkla ilgili önemli gelişmelerinden birisi, 1926 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin İstanbul’un Fındıklı semtinde yer alan Cemile Sultan Sarayı'na taşınması ve Güzel Sanatlar Akademisi olarak eğitim vermeye başlamasıydı. O döneme kadar Rönesans ve Osmanlı mimarisi alanlarında eğitim veren bu okulda, 1926 yılından itibaren modern mimari bazlı eğitim verilmeye başlandı. Dönemin kaydadeğer önemli gelişmelerinden birisi de Türkiye’nin ilk kadın mimarı olan Leman Cevat Tomsu'nun 1934 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olmasıydı.
Mimar Kemaleddin ve Vedat Tek'in öncülüğünü yaptığı ve ilk aşamada "Neoklasik Türk Üslubu" ya da "Milli Mimari Rönesansı" denilen ama sonraları "Birinci Ulusal Mimarlık Akımı" adı verilen bu mimari üslubun en belirgin özelliği hem yerel hem de klasik Osmanlı yapılarında yer alan mimari öğelere ve süslemelere yer verilmesiydi. Klasik Osmanlı mimarisinden farklı olarak eskiden sadece dinî yapılarda kullanılan kubbe, saçak gibi mimari öğeler Birinci Ulusal Mimarlık Akımı döneminde her türlü kamu yapılarında sıklıkla kullanıldı. Ancak bu akımın etkisi sadece kamu binaları ile sınırlı kaldı. Bu akıma "Osmanlı Canlandırmacılığı" ve "Yeni Osmanlıcılık" gibi adlar da verildi.
Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın temsilcileri başta Mimar Kemaleddin ve Vedat Tek olmak üzere Arif Hikmet Koyunoğlu, Ali Talat Bey ve Giulio Mongeri'dir. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı örnekleri arasında Mimar Kemaleddin’in İstanbul’da inşa edilen Kamer Hatun Camii, Tayyare Apartmanları ve Ankara’daki Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları merkez binası verilebilir. Mimar Kemaleddin Bey tarafından tasarlanan ve 1926 ile 1927 yıllarından inşa edilen II. Vakıf Apartmanı Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi’nin diğer bir eseridir ve halen Devlet Tiyatroları’na hizmet vermektedir. Vedat Tek'in tasarımları arasında ise İstanbul Sirkeci'de yer alan Büyük Postane ve Haydarpaşa Vapur İskelesi yer alır. Arif Hikmet Koyunoğlu’nun uygulanmış projeleri arasında Ankara’da inşa edilen Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi (1927-1930) ve Ankara Etnografya Müzesi (1925-1928) yer almaktadır. Giulio Mongeri’nin Ankara'da inşa edilen Birinci Ulusal Mimarlık Akımı örnekleri arasında Ulus’ta yer alan Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü Binası (1926) ile Osmanlı Bankası (1926) ve İş Bankası (1928) binaları yer almaktadır. Ayrıca Ali Talat Bey tarafından tasarlanmış olan Beşiktaş İskelesi ve Kuzguncuk İskelesi de dönemin uygulamalarındandır.
1930’lu yıllarda inşa edilen ve Ulusal Mimarlık Akımı içinde kabul edilmeyen yapılar da inşa edildi. Bu gruba giren, hem geleneksel öğeleri hem de modern mimarlık unsurlarını içeren projelerden birisi Ankara Tren Garı idi. Şekip Akalın tarafından tasarlanan ve 1935 ile 1937 yılları arasında inşa edilen bu gar binası 1891 yılında yapılan ve dönemin taleplerine artık yetersiz gelen eski gar binasını yerine inşa edildi. 1930’lu yıllarda yaygın olan mimari uygulamaların Ankara’daki ilk örneklerindendir.
Paolo Vietti-Violi tarafından tasarlanan ve de Türkiye’nin ilk stadyumu olma unvanına sahip 19 Mayıs Stadyumu ise 1934 ile 1936 yılları arasında Ankara’da inşa edildi. Seyfi Arkan tarafından tasarlanan ve 1935 yılında inşa edilen Florya Atatürk Deniz Köşkü de 1930’lu yılların modernist mimarisi özelliklerini yansıtmaktadır. Günümüzde bu yapı Millî Saraylar Daire Başkanlığına bağlı saraylardan birisidir.
Theodor Jost ve Robert Oerley tarafından tasarlanan ve 1927 ile 1932 yılları arasında inşa edilen Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü dönemin sağlık yapılarından birisidir. Theodor Jost’un tasarladığı ilk bölüm düz çatılı kübik hacimlerden oluşurken, Rober Oerley’in eklemeleri ve genişleme projesi sırasında çatılar değiştirildi. Yapının girişinde bulunan demir ızgara ve giriş üzerindeki kadın sporcu rölyefi, 1930’lu yılların modernizm stilinin özelliklerini yansıtmaktadır.
Yeni kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin başkentinin Ankara olması nedeniyle bu şehirde yeni idari binaların inşa edilmesi ihtiyacı doğdu. İhtiyaç olmasına rağmen yeterli sayıda yerli mimar olmaması nedeniyle 1927’den itibaren Avrupa’dan gelen mimarlara bu projelerin bir kısmı yaptırıldı. Almanya, Avusturya, Fransa ve İsviçre’den gelen toplam 40 mimar ve şehir plancısı 1924 ile 1942 yılları arasında Türkiye'de birçok projeye imzalarını attılar. Bu mimarlar ve şehir plancıları arasında Gudrun Baudisch, Rudolf Belling, Paul Bonatz, Ernst Arnold Egli, Martin Elsaesser, Anton Hanak, Franz Hillinger, Clemens Holzmeister, Werner Issel, Hermann Jansen, Theodor Jost, Heinrich Krippel, Carl Christoph Lörcher, Robert Oerley, Bernhard Pfau, Bruno Taut ve Josef Thorak yer almaktaydı. Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayıp 1940’lara kadar devam eden, hatta daha sonrasında projelerin sürdüğü bu dönemi Avrupa avangardı olarak niteleyen mimarlık eleştirmenleri vardır.
Bu döneme hâkim olan yabancı mimarların ağırlıklı olarak Orta Avrupa’dan (Avusturya ve Almanya) gelmeleri nedeniyle, o dönemde yaygın olan neo-klasik akım da mimari üslup olarak uygulamalara yansıdı. Bu dönemde inşa edilen yapılara bakıldığına ağırlıklı olarak simetrik planlara sahiptirler. Ağır basan diğer mimari özellikler de yalın ve simetrik cepheler, seri şekilde kendini tekrarlayan pencereler, neo-klasik üslupta yaygın bir tasarım olan anıtsal boyutta merdiveler ve sütunlu giriş düzenlemeleridir. Dönemin önemli eserleri arasında Çankaya Köşkü’nün bir parçası olan Pembe Köşk (Gudrun Baudisch ve Clemens Holzmeister; 1930–1932), Ankara Opera Sahnesi (Paul Bonatz; 1946–1947), Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (Bruno Taut, 1937), TBMM binası (Clemens Holzmeister, 1938–1963), Yargıtay binası (Clemens Holzmeister, 1933–1935) yer almaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının inşaatına da bu dönemde başlandı. Clemens Holzmeister’in mimari tasarımını gerçekleştirdiği bu yapı Hermann Jansen tarafından hazırlanan Jansen planına göre Çankaya yolu ile Dikmen arasında kalan ve de Devlet Mahallesi denilen alandaki en yüksek noktada inşa edildi. TBMM binasının resmen açıldığı 6 Ocak 1961 tarihinden 4 yıl sonra 1965 yılında çevresinin peyzaj düzenlenmesi için bir yarışma açıldı. Türkiye’de peyzaj mimarlığı alanında ilk yarışma niteliğini taşıyan bu yarışmanın sonunda ziraat mühendisi olan Yüksel Öztan’ın tasarımı birinci oldu.
Dönemin |
modern mimarlık akımlarının Türkiye’deki mimarlık uygulamalarına etkileri çok yaygın olmasa da, özellikle uluslararası üslup stilindeki birçok yapı 1930’lu ve 1940’lı yıllarda inşa edildiler. Bu tarzda inşa edilmiş yapılar arasında İstanbul Üniversitesi Gözlemevi (Arif Hikmet Holtay, 1934), Florya Deniz Köşkü (Seyfi Arkan, 1934), Taksim Belediye Gazinosu (Rüknettin Güney, 1938) ve Yalova Termal Oteli (Sedad Hakkı Eldem, 1935-1938) yer almaktadır.
Döneme ait farklı uygulamalar da mevcuttur. Örneğin Mersin Halkevi binası, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki bir devlet örgütlenmesi olan halkevi mimari tekniklerinin sergilendiği bir yapıdır. Türkiye’de inşa edilen en büyük halkevi olan bu yapı, ayrıca ülkede ilk kez döner sahne teknolojisinin kullanıldığı mekânlardan birisidir. Ertuğrul Menteşe tarafından tasarlanmış olan yapı kompleksi 1944 ile 1946 yılları arasında tamamlandı.
İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik olumsuzluklar, savaş dolayısıyla yurtdışından gerekli yapı malzemelerinin getirilememesi gibi zorlukların yaşandığı ve de 1940’lı yıllarda başlayıp 1950’lerde de devam eden bu döneme İkinci Ulusal Mimarlık Akımı denmektedir. Bu dönemi "Yeni Yöreselcilik" olarak niteleyen mimarlık eleştirmenleri de vardır.
Bu dönemde tıpkı Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nda olduğu gibi Osmanlı mimarisi ve özellikle Selçuklu yapılarının mimari özellikleri baz alındı. Bu iki mimari anlayışa ek olarak Türk konut mimarlığının özellikleri de bu akımın uygulayıcıları tarafından kullanıldı. Ağırlıklı olarak klasik Osmanlı formlarını kullanan Birinci Ulusal Mimarlık Akımı zamanında zamanının gerisinde kaldığı eleştirileri almış olsa da, İkinci Ulusal Mimarlık Akımı bu şekilde bir eleştiriye pek maruz kalmadı. Bunun en önemli nedenlerinden birisi modern mimarinin öğelerinin ikinci üslupta daha yaygın kullanılmasıydı. Kolay monte edilebilen hafif taşıyıcı sistemler ve mekânlara daha fazla güneş ışığı sağlayan geleneksel ahşap ev mimari öğeleri, İkinci Ulusal Mimarlık Akımı uygulayıcıları tarafından sıklıkla kullanıldı.
1940’lı yıllarda dünyada da yaygınlaşan milliyetçilik akımlarının etkisiyle yerini daha ulusal akımlara bırakması hususu ile ilgili en somut örneklerden birisi Ankara’da yer alan eski Sergi Evi’dir. Şevki Balmumcu tarafından 1933 ile 1934 yılları arasında inşa edilen Sergi Evi, özgün hâliyle Sovyet Yapısalcılığı stiline yakın bir tasarım idi. Başka yorumlara göre bu tasarım aslında De Stijl stilinde bir yapı idi. Ancak yapı Paul Bonatz tarafından yeniden tasarlandı ve Ankara Opera Sahnesi olarak 1948’te tekrar kullanıma açıldı. Günümüzde Ankara’da kullanımda olan tek opera salonu olan bu binanın ilk modernist çizgileri tamamen klasikleştirilmiş, revaklar, takılar ve süsler ile İkinci Ulusal Mimarlık Akımı üslubuna uygun hale getirildi.
İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın temsilcilerinin başında Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat gelmekteydi. Ayrıca Bruno Taut da bu akımla özdeşleştirilmiş tasarımlar gerçekleştirdi. Sedat Hakkı Eldem ile Emin Onat’ın birlikte yapmış olduğu tasarımlar arasında en tanınmışı İstanbul Üniversitesi'ne ait Fen Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi binaları (1944-1952) ve İstanbul Adalet Sarayı (1949) binasıdır. İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi yapılarının en belirgin özellikleri simetriye önem vermesi ve anıtsal olmalarıdır. Bu yönüyle dönemin totaliter rejimlerinin sonucu olan Faşist mimarisi veya Nazi mimarisi öğelerini taşısa da, saçakları gibi bir takım mimari öğeleri ile Osmanlı konut mimarisine referans vermektedir. İstanbul Adalet Sarayı projesi ise her ne kadar modern mimarlığın özelliklerini taşıyan bir yapı olsa bile yine de İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın en son uygulanmış örneği olarak da kabul edilmektedir.
Doğan Erginbaş, Ömer Güney ve İsmail Utkular’ın ortak tasarladığı bir proje olan ve Şişli’de yer alan İstanbul Radyoevi (1945) bu akıma örnek başka bir yapıdır. İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nda yaygın olan simetri kullanımı ve anıtsallık kavramlarınının uygulandığı daha anıtsal iki örnek mevcuttur. Bunlarda ilki Feridun Kip, Doğan Erginbaş ve İsmail Utkular’ın tasarladıkları ve 1954 ile 1960 yılları arasında inşa edilen Çanakkale Şehitleri Anıtı’dır. Diğeri ise Emin Halid Onat ve Ahmet Orhan Arda tarafından tasarlanmış olan 1944 ile 1953 yılları arasında inşa edilen Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrinin yer aldığı Anıtkabir’dir.
Dönemin üslubunu yansıtan diğer örnekler Sedad Hakkı Eldem tarafından 1939 yılında tasarlanmış Uluslararası New York Sergisi'ndeki (EXPO 39 New York) Türkiye Pavyonu ve Vasfi Egeli tarafından tasarlanıp 1945 ile 1949 yılları arasında inşa edilmiş Şişli Camii’dir.
Her ne kadar İkinci Ulusal Mimarlık Akımı 1950’li yılların sonlarına kadar etkisini sürdürmüşse de, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bu akımın etkileri de azaldı. Gerek savaşın sona ermesiyle yapı malzemelerinde mevcut olan kısıtlamaların kalkması, gerekse yurt dışına giden Türk mimarların yurda geri dönmeye başlamaları bu dönemdeki değişikliklerin başta gelen sebeplerindendi. Ayrıca cumhuriyetin ilan edildiği ilk dönemlerde kurulmuş mimarlık fakültelerinin mimar mezunlarını vermeye başlamaları ve sayılarının artması da değişimin diğer nedeniydi. Önceki dönemler gibi belirgin mimari üsluplarla tanımlanması pek mümkün olmayan 1950’li yıllarda farklı mimarlar farklı mimarlık anlayışlarına göre eserler inşa ettiler.
Ayrıca soğuk savaş döneminde Türkiye'nin NATO cephesinde yer almasıyla ve de benimsenmeye başlanan liberal ekonomik modelin yol açtığı değişimler Türkiye’deki mimarlık için de bir dönüm noktası oldu. Özel sektörün yavaş yavaş ön plana çıkmaya başladığı bu dönemden itibaren ofis yapıları gibi binalar mimarlık gündeminde daha fazla yer etmeye başladı.
Türkiye’de mimarlık eğitiminde dönüm noktalarından birisi ODTÜ bünyesinde bir mimarlık fakültesinin 1956 yılında kurulmasıydı. Böylelikle ilk defa İstanbul dışında mimarlık eğitimi veren bir fakülte kuruldu.
Mimarların örgütlenmeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından öncesine dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Saraya Bağlı Mimarlar anlamında gelen Hassa Mimarlar Ocağı, bu topraklar üzerindeki ilk mimarlık örgütlenmesiydi. Modern anlamda bir mimarlar birliği 1908 yılında Mimar Kemaleddin Bey’in öncülüğünden kurulan Osmanlı Mühendis ve Mimar Cemiyeti'ydi. Ayrıca 1909 yılından itibaren özellikle İstanbul’lu mimarlar Güzel Sanatlar Birliği altında örgütlendiler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından 1928 yılında kurulan Türk Mimarlar Cemiyeti (sonradan Mimarlar Derneği olarak ismini değiştirdi) Türkiye’de mimarların dernek statüsündeki ilk örgütlenmeleriydi.
Ancak mimarların örgütlenmesindeki en önemli dönüm noktası 1954 yılında kurulan Mimarlar Odası’ydı. Mimarlar Odası ilk kurulduğunda sadece Ankara, İstanbul ve İzmir Şubeleri’ne sahip iken, 1960’lardan itibaren temsilciliklerin sayısı arttı ve 1980’lere gelindiğinde bu temsilciliklerin çoğu şubelere dönüştü. Mimarlar Odası kurulduğundan beri hem mimarlık mesleğinin hem de mimarların sorunlarını, bunlara paralel olarak Türkiye’deki mimarlık ve kentleşme sorunlarına çözümler aramaktadır.
Bu dönemin en tanımış örneklerinden birisi ABD’li bir mimarlık firması olan Skidmore, Owings and Merrill (SOM) tarafından tasarlanan; yerel danışmanlığının da Sedat Hakkı Eldem tarafından yapıldığı Elmadağ ile Harbiye arasında yer alan, 1955’te açılan, Türkiye’nin ilk 5 yıldızlı oteli olan İstanbul Hilton Oteli’dir. Bu yapı Türkiye’de uluslararası stilin önemli örneklerinden birisi olarak nitelendirilmektedir. Ancak İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın temsilcilerinden birisi olan Sedat Hakkı Eldem’in bu yapı için SOM ile birlikte tasarım yapması bazı mimarlar tarafından “kimlik sapması” eleştirilerine neden oldu. Ayrıca bu proje 1950’lerden itibaren Türkiye’de etkisini daha da göstermeye başlayan, başta ABD olmak üzere, Batı kökenli modern mimari akımların önemli sembollerindendir.
Bu döneme has başka bir örnek de 1953 yılında inşa edilen ve ulusal mimarlık yarışmasında birincilik ödülünü kazanan Nevzat Erol’un tasarladığı İstanbul Belediye Sarayı’dır. Tıpkı İstanbul Hilton Oteli gibi bu yapı da uluslararası üslup akımının örneklerindendir. Mimari tarz olarak Güney Amerika’lı mimarlardan birisi olan Oscar Niemeyer’ın Brezilya’nın başkenti Brasilia’daki tasarımlarından etkilenen bu yapının belirgin mimari özelliklerinin başında prizmatik kitleleri ve bunların üzerlerine konan eğrisel plastik kütlelerin kullanılması gelmektedir.
Bu dönemin diğer uygulamalarından birisi de Ankara’da yer alan Kızılay Emek İşhanı’dır. Enver Tokay tarafından tasarlanan ve de 1959 ile 1965 yılları arasında inşa edilen bu yapının Türkiye mimarlık tarihinde ayrıca önemi vardır. Uluslararası üslup tarzında Ankara’da inşa edilmiş ilk yapı olmasının yanı sıra rasyonalizm üslubunun da Türkiye’deki ilk örneklerindendir. Bu yapıyı Türkiye mimarlık tarihinde önemli kılan başka bir faktör ise, 24 katlı olması ve 76 metreye yüksekliği ile ülkede inşa edilen ilk gökdelen olmasıdır.
Turgut Cansever ve Abdurrahman Hancı tarafından 1950 ile 1952 yılları arasında tasarlanan ve Büyükada’da 1951 ile 1957 yılları arasında inşa edilen Büyükada Anadolu Kulübü'nde dönemin modern mimarlığın temsilcilerinden olan Le Corbusier’in etkilerini gözlemlemek mümkündür. Bu dönemde inşa edilmiş diğer bir yapı da Sakarya’da yer alan Sakarya Hükümet Konağı binasıdır. Bayındırlık Bakanlığı tarafından açılan yarışmada birincilik kazanan Enis Kortan, Avyerinos Andonyadis, Nişan Yaubyan ve Harutyun Vapurciyan’dan oluşan ekibin tasarladığı bina Türkiye’de rasyonalizmin örneklerinden olup, bu alanda Sakarya’da inşa edilmiş ilk uygulamadır. Kütlenin yere oturması yerine kolonlar vasıtasıyla yükseliyor izleniminin verilmesi, bağımsız cephe ve esnek kat planları gibi Le Corbusier’in tasarım prensipleri bu yapıda oldukça belirgindir.
Döneme ait kaydadeğer bir başka yapı da İstanbul’un Sultanahmet bölgesinde 1948 ile 1971 yılları arasında inşa edilen ve Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat tarafından tasarlanan İstanbul Adalet Sara |
yı’dır. Bu yapı özellikle Sedad Hakkı Eldem’in mimarlık kariyerinde önemli uygulamalardan birisi olarak nitelendirilmektedir. Belli bir tempoda tekrarlanan yapı blokları, kolonların düşey çizgiler olarak vurgulanması gibi fonksiyonel özellikleri ile rasyonalizm anlayışının tipik özelliklerini yansıtmaktadır. Bazı özellikleri ile İkinci Ulusal Mimarlık Akımı içinde gösterilip, bu dönemin en son uygulanmış örneği olarak da kabul edilmektedir. Orijinal tasarımda yer alan binalar grubundan sadece mahkemeler bloğu uygulanma fırsatı elde etmiş, ancak proje mimarlarından Emin Onat’ın 1961 yılında ölmesi ve inşaat alanında bulunan arkeolojik kalıntılar nedeniyle projenin geri kalanı inşa edilememiştir. 2007 yılında bu yapı Adalet Bakanlığından İstanbul Büyükşehir Belediyesine devredilmiştir.
1958 yılında Belçika’nın başkenti Brüksel’de gerçekleşen Expo’58 için Muhlis Türkmen, Utarit İzgi, Hamdi Şensoy ve İlhan Türegün tarafından tasarlanan Türkiye Pavyonu 1950’li yıllarda çağdaş mimarlık uygulamasının başka bir örneğidir. Bu döneme ait diğer kaydadeğer yapılar ise Enver Tokay, Behruz Çinici ve Teoman Doruk tarafından tasarlanan ve 1959 yılında inşa edilen Ankara’da yer alan DSİ Genel Müdürlük Binası ve yine aynı sene İstanbul’da inşa edilmiş ve İlhan Tayman ile Yılmaz Sanlı tarafından tasarlanan Tekel Genel Müdürlük Binası'dır.
Türkiye'de yer alan şehirleri 1950’li yıllardan itibaren şekillendiren esas unsur modern veya geleneksel mimari uygulamalar değildir. Her ne kadar 1950’li yıllarda Türkiye’de modern mimarlık uygulamaları inşa edildiyse de, köyden kente göç sonucu ortaya çıkan konut ihtiyacı, devletin yeni konut uygulamaları için sermayeye sahip olmaması ve de kaçak yapılaşmaya karşı denetimlerin yetersiz olması nedeniyle büyük şehirler hızlı bir şekilde ve plansız büyümeye başladılar. Bu duruma paralel olarak gecekondulaşma da hız kazandı. Şehirlerdeki nüfus artışı 1940 ile 1950 yılları arası %20.1 iken bu oran 1950 ile 1960 yılları arasında %80.2 gibi oldukça yüksek bir rakama ulaştı. Bu şekilde hem gecekondu alanları oluşurken, hem de nitelikli apartman ve site inşaatları yapılmaya devam etti.
Bu süreç 1960’lı yıllarda artarak devam etti ve de gecekondulaşmanın kentlerin görünür kimliğine hakim olmaları 1970’li yılları buldu, 1980’li yıllarda da zirveye ulaştı. Bu şekilde Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’deki kentlerin mimari kimliğini yansıtan az katlı evler ve çok katlı apartmanlar; yerini kaliteye ve mimari tasarıma önem vermeyen birbirinin kopyası ve kentin kültürü ve geçmişinden tamamen bağımsız binalara bıraktı. Bu süreç başta İstanbul olmak üzere tüm ülke genelinde tarihi kentlerin doku özelliklerinde kalıcı tahribatlar yarattı.
Çarpık şehirleşmenin en önemli nedenlerinden birisi olarak nitelendirilen imar affı, Cumhuriyet tarihinde ilk kez 1949 yılında gerçekleşti. 5431 sayılı “Ruhsatsız yapıların yıkılmasına ve 2290 sayılı Belediye Yapı ve Yollar Kanunun 13. Maddesinin Değiştirilmesine Dair Kanun’un 1. maddesi ruhsatsız yapılara imar planına uygun olmaları halinde yıkılmamalarına olanak sağladı. Bu kanun sonraki yıllardaki imar affı uygulamalarına da emsal teşkil etti.
1960 yılında inşaaat ve yapı malzemelerinde standardizasyon için önemli bir kurum olan Türk Standartları Enstitüsü’nün kurulması dönemin kayda değer olaylarındandır. Ayrıca günümüzde halen etkin olan ve "Yapı" dergisi, kitaplar ve diğer etkinlikleri ile Türkiye’deki mimarlık alanında yetkin bir kuruluş olan Yapı Endüstri Merkezi (YEM) de 1968 yılında kuruldu.
1960’lı yılların en önemli özelliklerinden birisi, geçmişe kıyasla bu dönemde inşa edilen yapıların rasyonalizm stilinden uzaklaşmalarıdır. 1960’lı yıllarda, dünyadaki gelişmelere paralel olarak, Türkiye’deki mimarlar da bu stilden uzaklaşma eğilimleri göstermeye ve daha parçalı ve hareketli biçimlere yönelmeye başladılar.
Bu dönemin kaydadeğer projelerinin başında İstanbul Vakıflar Oteli (bugünkü "Ceylan Intercontinental Oteli") gelmektedir. Türkiye Vakıflar Bankası’nın 1959 yılında açtığı ve de İstanbul’un Taksim bölgesinde inşa edilmesi istenen yarışmayı Kemal Ahmet Aru, Tekin Aydın, Mehmet Ali Handan, Hande Suher, Yalçın Emiroğlu ve Altay Erol tarafından oluşan bir mimarlık bürosu olan AHE Mimarlık kazandı. İnşaatı 1975 yılına kadar süren bu otel binası AHE Mimarlık grubunun en önemli projesi olarak nitelendirilmektedir.
Bu dönemin kaydadeğer eserlerinden birisi de İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’dır. 1959 yılında İstanbul Manifaturacılar Çarşısı Kooperatifi tarafından açılan yarışmada birincilik ödülü alan Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler tarafından tasarlanan yapı 1960 ile 1967 yılları arasında inşa edildi. 1117 adet dükkân, sosyal birimler, restaurantlar ve diğer hizmet birimleri ile dönemin tanınmış yapıtlarından birisi olarak nitelendirilmektedir. Yaklaşık 10.000 kişinin çalıştığı çarşıda halen 2.300 işyeri faaliyet göstermektedir. İstanbul'daki ilk alışveriş merkezi örneklerinden birisi olarak kabul edilen İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nda dönemin sanatçılarından Kuzgun Acar, Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Yavuz Görey, Ali Teoman Germaner, Sadi Diren ve Nedim Günsür’ün eserlerine de yer verildi.
Bu dönemde Ankara’da uygulanmış bir proje de Marc Saugey ve Yüksel Okan tarafından 1960 yılında tasarlanan ve 1960 ile 1966 arasında inşa edilen Büyük Ankara Oteli’ydi. Modern mimarlığın 1960’lı yıllardaki Türkiye'de inşa edilen örneklerinden sayılan bu yapı aynı zamanda organik mimari üslubununun da Türkiye’deki bilinen uygulamalarından birisidir. Ayrıca Emekli Sandığı tarafından inşaatının tamamlandığı 1966 yılından 1986 yılına kadar Ankara’daki tek beş yıldızlı otel olma niteliğine sahip bu yapı, 2005 yılında Özelleştirme İdaresi tarafından ihale üsülüyle satıldı. Atatürk Bulvarı üzerinde ve TBMM'nin karşısında bulunan bu yapı Rixos Grand Ankara adıyla yeni bir otel hizmet vermek üzere yenilenmesinin ardından Mayıs 2009’da yeniden kullanıma açıldı.
1960’lı yılların dikkate değer diğer yapıları arasında Behruz Çinici ve Altuğ Çinici’nin 1961 yılından itibaren tasarlamaya başladıkları ODTÜ kampüsü binaları vardır. Kampüse daha sonra farklı yapılar da eklendi ama Kapalı ve Açık Yüzme Havuzları (1961), Kreş (1961), Teleskop Binası (1961), Öğrenci Merkezi (1961), Bilgisayar Mühendisliği Binası (1980), Mühendislik Fakültesi Laboratuvarları (1980), Fen - Edebiyat Fakültesi (1980), İdari İlimler Fakültesi (1980) ve Mimarlık Fakültesi (1980) ilk binalar arasında yer almaktadır. Bu proje Türkiye gerçekleştirilen ilk planlı ve geniş kapsamlı uygulamadır.
Bu dönemde inşa edilmiş yapılar arasında Sedat Hakkı Eldem’in 1962 yılında tasarladığı ve de 1962 ile 1964 yılları arasında inşa edilen SSK Zeyrek Tesisleri’nin de ayrı bir önemi vardır. Tarihsel bir kent dokusu içinde inşa edilen modern bir yapı olmasına rağmen SSK Zeyrek Tesisleri'nde çevresine uyum sağlayan ve geleneksel Türk mimarisinin yatay çatı çizgisi, geniş saçaklar, sıraya dizilen pencereler ve çıkmalar gibi uygulamaları kullanıldı. Sedat Hakkı Eldem bu yapı ile 1986 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü kazandı.
Turgut Cansever ve Ertur Yener’in tasarladıkları, 1951 ile 1967 yıllarında Ankara’da inşa edilen Türk Tarih Kurumu bu döneme ait diğer tanınmış bir yapıttır. Zemin katta konferans salonu, kitap depoları, üst katlarda kütüphane, okuma salonları ve ofislerin yer aldığı bu bina 1980 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazandı.
1950’li ve 1960’lı yıllarda modern proje uygulamaları olan bir başka mimar grubu da Haluk Baysal ve Melih Birsel’dir. Bu mimarların tasarladığı yapıların başında Hukukçular Kooperatifi için inşa edilmiş Hukukçular Sitesi gelmektedir. İstanbul’un Mecidiyeköy semtineki Büyükdere Caddesi üzerinde ve eski İETT Garajı’nın (şimdiki Cevahir Alışveriş Merkezi) köşesinde inşa edilen bu yapı İsviçre kökenli bir mimar olan Le Corbusier'nin İtalya’nın Marsilya şehrinde tasarladığı Unité d'Habitation binası ile benzerlikler göstermektedir.
Türkiye’de modern mimarlık stilinde inşa edilen kültür yapılarının başında İstanbul’un Taksim bölgesinde inşa edilmiş Atatürk Kültür Merkezi gelmektedir. Orijinal olarak Feridun Kip ve Rüknettin Güney tarafından tasarlanan yapı, sonradan Hayati Tabanlıoğlu’nun tasarımıyla inşa edildi. 1957 ile 1969 yılları arasından inşa edilen yapı, 1970 yılında çıkan yangından sonra 1972 ile 1978 arası tekrar inşa edildi. Modern bir mimariye sahip olan AKM binası daha çok fonksiyonalizm stilinde bir uygulama olarak nitelendirilmektedir.
Dönemin toplu konut uygulamalarından birisi olan 1960 ile 1962 yılları arasında tamamlanan ve de 20 hektarlık bir alana yayılan Ataköy 1. Kısım inşaatı Ertuğrul Menteşe tarafından tasarlandı. Şevki Vanlı ve Ersen Gömleksizoğlu tarafından Ankara’nın Tandoğan bölgesinde Millî Savunma Bakanlığı için tasarladığı; 1966 ile 1967 yıllarında inşa edilen Tandoğan Öğrenci Yurdu dönemin başka bir kaydadeğer örneğidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin inşaat programları içinde yeni camilerin inşaatı önemli bir yer tutmuyordu. Bunun nedeni Osmanlı döneminden kalan camilerin Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrası nüfusun az oluşundan dolayı yeterli olmasıydı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve de ekonomik kalkınmanın hızlanmasıyla birlikte gerek köyden kente göçün artması, gerekse buna paralel nüfus artışı yeni camilere olan talebi arttırdı. Türkiye’de hem mimari hem de siyasi arenada camilerin tasarlanması hep doğu-batı, modern-geleneksel, laik-islamcı kimlikleri üzerinden siyasi tartışmalara yol açmıştır.
1967 yılında inşası başlayan ve ancak 1987 yılında tamamlanabilen Kocatepe Camii, gelenek ile modernizmin çatışmasına iyi bir örnektir. Daha sonra Pakistan’ın başkenti İslamabad’ta Faysal Camii’nin tasarımını yapacak olan Vedat Dalokay, 1957 yılında açılan Kocatepe Camisi Projesi Yarışması'nı Doğan Tekelioğlu ile birlikte kazandı. 1962 yılında temelleri atılıp inşaatına başlanan ve modern üsluba sahip olan bu caminin projesi ilerleyen yıllarda camiyi yaptırılacak derneğin başkanlığı tarafından durduru |
ldu. 1967 yılında ise dernek, yeni bir mimari yarışma yapmadan doğrudan sipariş yöntemi ile, bu caminin tasarlanması görevini Hüsrev Tayla ve Fatin Uluengin’e verdi. İlk modern tasarıma kıyasla, sonradan inşa edilen caminin üslubunun klasik Osmanlı cami üslubuna yakın olması tartışma ve olumlu/olumsuz eleştiri konusu oldu.
1960’lı yıllardan itibaren sosyal hakları ve refah düzeyinin artması ile birlikte iç turizm de gelişmeye başladı. Bulundukları şehirlerden dışarıya özellikle deniz kenarlarına tatil yapmaya gidenler sayesinde artan talep sonucu mevcut kentsel alanlardaki çarpık kentleşme trendi, başta Ege Denizi ve Akdeniz olmak üzere, sahil şeritlerini de sıçradı.
Ancak döneme ait başarılı mimari uygulamalar da mevcuttur. Sedat Gürel tarafından tasarlanan ve Çanakkale’nın Assos kasabasında 1971 yılında inşa edilen Sedat Gürel Evleri mimarlığı peyzaj ve doğal çevreye saygılı olma amacını güden başarılı bir uygulama olarak gösterilmektedir.
1970’li yıllarda Türkiye’de mimarlık uygulamaları dünyadaki modern mimari ve postmodern mimari akımlarındaki gelişmelerden etkilendiler. Bu döneme damgasını vuran esas unsur ise dönemin çalkantılı siyasi atmosferi ve aşırı nüfus artışı idi. Ancak 1970’li yıllar Türkiye’de mimarlık ve yapı kültürü konusunda önemli bir dönüm noktasını teşkil etmedi. Bu yıllar 1950’li ve 1960’lı yıllarda başlayan sorunların, farklılaşmaların, arayışların sürdüğü dönemlerdi. Bu dönemde mimarlıkta kayda değer bir kırılma yaşanmadı.
1950’lerde başlayan, 1960’larda hızlanan şehirlere göç etme hızı, 1970’lerde daha da artış gösterdi. Bu dönemlerde hem uzun vadeli planlamasının yapılmadığı büyükşehirlerdeki konut açığı, hem de yetkili kurum ve kuruluşların ve yerel yönetimlerin yeterli önlem almaması nedeniyle kaçak yapılar ve gecekondular şehirlerde oldukça yaygınlaştılar. Bu şekilde çarpık şehirleşme 1970’li yıllara damgasını çok daha fazla vurdu. Bunun üç nedeni gecekondulaşma, müteahhit stili apartman dairelerinin şehir dokusuna daha da hakim olması ve de son derece monoton ve mimari üsluba sahip olmayan devlet yapılarının daha da yaygınlaşmasıydı. 1950’li yıllarda başlayan, 1960’lı yıllarda hız kazanan bu süreç 1980’li yıllarda daha da hızlandı ve gecekondulara getirilen af ile farklı bir boyut kazandı.
1950’lerde serbest teşebbüsün daha da serbestleşmesiyle ortaya çıkan ve 1960’lı yıllarda yeni yapılan yapılara daha da hakim olan küçük çaplı müteahhitler tarafından inşa edilen anomim, mimari karaktere sahip olmayan, birbirinin kopyası apartman dairelerinden oluşan konut piyasası hakimiyet alanını 1970’li yıllarda daha da geliştirdi. Bazıları tarafından "Müteahhit Modernizmi" adı da verilen bu anlayış yüzünden müteahhitlerin, en yüksek karı elde etmek için mevcut alanı maksimum kullanması ve estetik kaygıları tamamen bir kenara bırakması oldukça yaygın bir pratiğe dönüştü.
Ayrıca devletin finanse ettiği kamu binaları da Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin aksine, oldukça monoton ve mimari üsluba sahip olmayan anlayış ile şehir dokularına son derece tahribat verici bir şekilde inşa edildiler. Devlet binalarındaki ilk yıllardaki modern ve farklı anlayışlarla inşa edilen yapılar 1960’lı ve 1970’li yıllardan itibaren kendilerini dönemin monoton, vasat ve mimari gelişimden tamamen kopmuş yapılara bıraktı. Bazılarınca "Bakanlık Üslubu" adı da verilen bu mimari tarz 1960’lı yıllardan başlayıp 1970’li yılların sonuna kadar şehir dokusuna müteahhitler tarafından inşa edilmiş apartman yapıları kadar zarar verdi. "Teknokratik modernizm" adı da verilen bu anlayışın uygulama alanı 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Askeri Darbesi ile daha da arttı. Bu iki askeri müdahale döneminin mimarlıkla ve inşaatla ilgili ortak yönü, devletin kamu yapıları ve inşaatları denetlemesi gücünü belirgin bir şekilde arttırmasıydı. Ayrıca teorik olarak herkese açık ve erişebilir olması beklenen kamu binalarının modern mimari dili zamanla iyice kayboldu. Modüler ve tek pencere boyutu, geçirgen olmayan zemin tasarımları, yekpare monoton cepheler gibi mimari kimliği olmayan kamu yapıları, son derece sıradan ve niteliksiz uygulamalar haline geldiler.
Bu dönemin kayda değer örneklerinden birisi Cengiz Bektaş’ın tasarladığı Türk Dil Kurumu binasıdır. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından finanse edilen 1972 ile 1978 yılları arasından Ankara’da inşa edilen bu proje 1988 yılında Ulusal Mimarlık Ödülleri’nden Yapı Dalı Başarı Ödülü’nü kazandı.
Sedad Hakkı Eldem tarafından tasarlanan ve de Vehbi Koç Vakfı’nın finanse ettiği Atatürk Kitaplığı dönemin tanınmış mimari eserlerinden birisidir. 1973 ile 1975 yılları arasında İstanbul’un Taksim bölgesindeki Taşkışla’nın hemen karşısında inşa edilen bu yapı, orijinal olarak kütüphane, müze ve sergi salonlarının yer alacağı bir kültür kompleksi olarak tasarlanmışsa da, sadece kütüphanesi inşa edildi. Yapının en belirgin görsel özelliklerinden birisi altıgen geometrinin üçgensel ızgaralarla kullanılmasıdır.
Döneme ait farklı bir proje olan Abdi İpekçi Spor Salonu mimari olarak çok kayda değer özelliklere sahip olmasa da Türkiye’de inşa edildiği dönemde en geniş açıklığa sahip uzay çatı sistemine sahip olması nedeniyle kaydadeğer bir yapıdır. Ayrıca Türkiye’de pre-fabrik uygulamasının fabrika binaları dışında ilk kez uygulandığı proje olarak da önemlidir. Ragıp Buluç, Ziya Tanalı ve Ercan Yener tarafından tasarlanmış olan yapı 1978 ile 1989 yılları arasında inşa edildi.
1980’li yıllardan sonra ivmesi artan sanayi sektörünün gelişmesinin, Türkiye’deki inşaat sektörüne, dolayısıyla mimarlığa da yansımaları oldu. Özellikle pre-fabrik yapıların inşa edilmesinin kolaylaşması, tünel kalıp sistemlerinin ve hazır betonun yaygınlaşması Türkiye’deki mimariye günümüze kadar gelen etkileri oldu. Hem standart yapı elemanlarında, hem de çelik, alüminyum, plastik ve cam sanayinin gelişmesi giydirme cephe sistemi uygulanmasına fırsat verdi. Bütün bu gelişmeler Türkiye’de hem akıllı binaların hem de gökdelenlerin yapılmasının da önünü açtı.
Türkiye’de dünya çapında olan mimari değişimler ve farklı akımlardan bazıları geç de olsa uygulama alanı buldular. 1980’li yıllara kadar yapı pratiğinde ve tasarımında gelişmelerin yavaş olmasına karşın, 1980’li yıllarda başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte sayıları artan eleştirel yayınlarının ve tartışma ortamları mimari kimlik konularında bir birikim oluşmasına öncülük etti. Buna örnek olarak 1988 yılında itibaren her iki yılda bir düzenlenen Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri verilebilir.
İnşaatına 1986 yılında başlanıp 1989 yılında tamamlanan TBMM Camii Kompleksi, parçası olduğu TBMM binasının neoklasik anlayışla inşa edilen anıtsallığından kaçınan ve son derece modern bir cami uygulamasıdır. 1957 yılında tasarımına başlanan ve ancak 1987 yılında tamamlanabilen Kocatepe Camii’nin yarattığı modern-geleneksel; laik-dindar; modern-postmodern tartışmaları, bu cami için de yapıldı; saydam kıble duvarı, minaresiz ve kubbesiz tasarımıyla bu proje olumlu veya olumsuz birçok eleştirilere maruz kaldı. Kocatepe Camii ve TBMM Camii Kompleksi de birbiriyle sürekli tartışma içinde olan iki farklı görüşün uygulamaları olarak kabul edilmektedirler. Behruz Çinici ve Can Çinici TBMM Camii Kompleksi'ni tasarımı ile 1995 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazandı. Ancak Türkiye’de kentlerin en ön planda olan yapılarından camilerin mimarisinde genel olarak kayda değer gelişmeler olmadı. İstisnaları olsa da 1990’lı yıllarda da ağırlıklı olarak kalıplaşmış formlarda ve cephelerdeki cami inşaatları yapılmaya devam edildi.
Türkiye’nin ilk modern alışveriş merkezi (AVM) olması nedeniyle Galleria Ataköy Alışveriş Merkezi Türkiye mimarlık tarihinde önemli bir yapıdır. Hayati Tabanlıoğlu tarafından tasarlanan Galleria 1987 ile 1988 yılları arasında inşa edildi. Yakaladığı başarı nedeniyle önce büyük şehirlerde, sonra da ülke geneline yayılan alışveriş merkezleri inşa edilme yolunu açan yapı olması nedeniyle de ayrıca öneme sahiptir.
Bu dönemin kayda değer mimarlarının başında Merih Karaaslan gelmektedir. 1990 yılındaki 2. Ulusal Mimarlık Sergisi’nde en iyi proje ödülü aldığı Ankara'da yer alan Terasevler Sitesi projesi ve 1996 yılındaki 5. Ulusal Mimarlık Sergisi’nde en iyi yapı ödülü aldığı Kapadokya'da yer alan Peri Tower Oteli bu dönemin kayda değer projelerinin başında gelmektedir. Dönemin başka bir kaydadeğer uygulaması Sevinç Hadi ve Şandor Hadi tarafından İstanbul’un Teşvikiye semtinde tasarlanıp, inşaatı 1992 yılında tamamlanan Milli Reasürans Kompleksi’dir.
1990’lı yıllardan günümüze gelen süreç hem küreselleşme nedeniyle, hem internetin yaygınlaşması ile farklı mimarların farklı stillerde denemeler yapmaya başladığı bir dönem oldu. İlk aşamada ağırlıklı olarak turizm yapılarında başlayan bu trend, sonraları diğer yapı türlerinde de yaygınlaştı. Ayrıca 1960’lı yıllardan itibaren mimarlıktan özel sektörün artan hakimiyeti bu dönemde daha da arttı.
Her ne kadar kent kimliğine direkt katkısı henüz olmadıysa da, 1950’lerde başlayıp 1980’lerin sonuna kadar yaygın olan tipik ve mimari özelliğe sahip olamayan apartman tipolojisinden farklılaşma uygulamaları da bu dönemde artmaya başladı. Bu yeni arayışlar dar ve belirli bir alanda sıkıştırılmış inşaatlar oldukları için ağırlıklı olarak cephelerde kendisini gösterdi. Bu dönemde yaygınlaşmaya başlayan toplu konut uygulamalarında da kayda değer çağdaş mimari uygulamaları pek fazla olmadı. İnşa edilen toplu konutların ağırlıklı bir kısmı birbirini tekrarlayan cephe ve plan şemalarıyla inşa edildiler.
Bu dönemde yaygınlaşmaya başlayan başka bir mimari üslup da modern cephe sistemlerinin kullanılmaya başlanması oldu. 1980’lerde başlayan ancak 1990’larda daha da gelişen inşaat sektöründe yeni cephe malzemelerin bulunabilmesi farklı cephe sistemlerine olanak verdi. Ancak bu uygulamalar düşük bir teknolojik profile sahip oldukları, yaratıcı ve özgün olmadıkları gerekçesiyle de eleştirildiler.
Dünyadaki sanayileşmiş ülkelerin kentlerinde yaşayanların, özellikle üst gelirlilerin, sonradan gelen göçerlere tepki olarak şehrin dışına kaçma ref |
leksi, Türkiye’de 1980’li yıllara kadar gerçekleşmedi. Bunun nedenlerinden birisi şehrin çeperlerinde yer alan bölgelerin gecekondularla kaplanmasıydı. İkinci nedeni de 1982 yılında çıkan imar ve gecekondu affına kadar bu alanların kentsel arsa statüsünde olmamasıydı. 1982’den sonra uydu kentlerin yayılması hızlandı. Ancak bu bağlamda esas dönüm noktasını 1984 yılında çıkarılan ve döneminde gecekondu affı olarak da nitelendirilen "2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanunu" oluşturdu.
Bu husustaki diğer gelişme de 1981 yılında çıkarılan "2487 sayılı Toplu Konut Kanunu"’dur. Başka bir kaydadeğer gelişme de 1984 yılında kısaca TOKİ olarak da bilinen Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi'nin kurulmasıdır.
Ağırlıklı olarak özel sektör tarafından finanse edilen nostaljik mahalleler ve banliyö yerleşimleri ise 1990’lı yıllardan itibaren özellikle üst gelir grupları için popüler olmaya başladı. İstanbul’de oluşan kapalı siteler ardında yaşanan bu banliyö yerleşimlerinden ilk tanınmış olanı Kemer Country idi. Ayrıca yine 1990’lı yıllarda başlayan ve 2000’li yıllarda daha da hızlanan başka bir inşaat biçimi de parkları, peyzaj düzenlemeleri, terasları ve havuzları ile pazarlanan yüksek katlı yapılardı.
1960’larda iç turizmin gelişmeye başlamasıyla ağırlıklı olarak Ege Denizi ve Akdeniz sahillerindeki konut furyası, yapılan imar değişiklikleri ve afları yüzünden 1980’li ve 1990’lı yıllarda daha da hızlandı. Bu dönemde de yerel mimariyle veya modern mimariyle özdeşleştirilmiş kayda değer çok fazla proje inşa edilmedi. Ancak Ersen Gürsel ve Mehmet Çubuk gibi bazı mimarların başarılı turizm amaçlı proje çalışmaları oldu.
Özellikle 2000’li yıllardan itibaren internetin yaygınlaşmasıyla birlikte küresel bağlamda enformasyon ve sermaye akışının ivmesinin artması başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde mimarlığı etkiledi. Bu değişiklikler özellikle sermayenin yoğunlaştığı İstanbul’un fiziksel ve sosyal dokusuna daha fazla etki yaptı. Bu süreç halen devam etmekte olup, son yıllarda Türkiye'de mimarlık alanında gelişmeler aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Küreselleşmenin getirdiği olgulardan birisi yabancı kökenli mimarlara farklı amaçlarla farklı türlerde yapıların tasarlandırılmasıdır ki bu trend dünyada özellikle Avrupa, Ortadoğu ve Asya’daki ülkelerindeki gelişmelere paraleldir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılların aksine bu dönemde yabancı mimarlar ihtiyaç duyulduklarından değil de, tercih edildiklerinden seçildiler. 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Kartal ve Büyükçekmece’de yer alan gelişme alanlarında tasarım yarışmaları açmaları ve bu yarışmaları Zaha Hadid ve Ken Yeang’ın kazanması, bundan sonraki süreçte Türkiye’de yabancı mimarların, Cumhuriyet’in ilk yıllarından farklı olarak, ülkenin mimarisine katkıda bulunmasına örnek oldular. Ayrıca eğer inşa edilirse Frank Gehry’nin İstanbul’un Tepebaşı semti için tasarladığı Suna Kıraç Kültür Merkezi de bu hususta ayrı bir örnek teşkil edecektir.
2000’li yıllardan itibaren hem yerel hem de global sermayenin taleplerini karşılayacak yeni mekanların ihtiyacı daha da arttı. Bunun en somut yansımalarından birisi İstanbul şehrinin Şişli ilçesinde yer alan Büyükdere Caddesi’nin son yıllarda gösterdiği değişimdir. Doğan Tekeli ve Sami Sisa tarafından tasarlanan İş Kuleleri, Haluk Tümay ve Ayhan Böke tarafından tasarlanan Sabancı Center, Swanke Hayden Connell Architects tarafından tasarlanan Tekfen Tower, Doğan Tekeli ve Sami Sisa tarafından tasarlanan Metrocity, Jerde Partnership ve Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından tasarlanan Kanyon, Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından tasarlanan Levent Loft, Emre Arolat Mimarlık ve Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından tasarlanan Zorlu Center gibi projeler bu caddeyi Türkiye’nin en yoğun gökdelenlerinin ve en fazla A sınıfı ofislerin yer aldığı bölge haline getirdi. Bu caddede yer alan ve Türkiye’nin en yüksek binası Mart 2011'de tamamlanan ve 261 metreye yükselen ve Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından tasarlanan Sapphire of İstanbul’dur. Ayrıca Ataşehir bölgesinde inşa edilmesi planlanan İstanbul Finans Merkezi projesinin tamamlanması halinde İstanbul’un Anadolu Yakası’nda da benzeri bir dönüşümün yaşanması ve bu yakada da birçok gökdelenin inşa edilmesi beklenmektedir.
Çağdaş Türk mimarisinde modern cami inşaatları 2000’li yıllardan sonra artmaya başladı. Bu döneme has örnekler arasında İstanbul’da yer alan ve Adnan Kazmaoğlu tarafından tasarlanan Yeşilvadi Camii; Ankara’da yer alan ve Erkut Şahinbaş tarafından tasarlanan Doğramacızade Ali Sami Paşa Camii; Nevşehir’de yer alan ve Hakkı Atamulu tarafından tasarlanan Derinkuyu Park Camii; İstanbul’da yer alan ve Hüsrev Tayla tarafından tasarlanan Şakirin Camii ve Düzce’de yer alan ve Ergün Subaşı tarafından tasarlanan Akçakoca Merkez Camii gösterilebilir.
Kamu yapılarının Türkiye mimarisine 2000'li yıllardan sonraki dönemdeki katkısı hem olumlu hem de olumsuz eleştiriler almaktadır. Bu süreçe getirilen olumsuz eleştirilerin başında bazı yeni projelerin Osmanlı veya Selçuklu mimarisinden etkilenen ancak bunu postmodern kolaycılıkla modern mimari malzemelerle harmanlayan ancak belirli bir mimari dil oluşturmayan yapılar olduğu düşüncesidir. Olumlu görülen eleştirilerin başında kamu projelerin tasarımında son yıllarda daha mimari tasarımın ağır bastığı, klasik dikdörtgen prizması ve düz cephe formasyonunda vazgeçilmesi gelmektedir.
Son yıllarda mimari form olarak dik açılı ve klasik prizma formlarının dışında, daha hareketli (eğik, boş/dolu, eğimli gibi) cephe ve form biçimlerinin kullanılması yaygınlaştı. Ayrıca tek fonksiyona sahip projeler yerine karma işlevli yapıların yapılması da son yıllarda daha da arttı. Bu dönemde birçok Türk mimar sadece Türkiye’de değil de Türkiye dışında da tasarımlar gerçekleştirdi. Bu ülkelerin başında Libya, Rusya, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Balkan ülkeleri gelmektedir.
2000'li yıllardan itibaren Türkiye’de mimarlık eğitimi veren üniversitelerin sayısında artış oldu. 1990 yılında 11 eğitim kurumunda mimarlık eğitimi verilirken, 2009 yılına gelindiğinde Mimarlık Fakültesi sayısı 41’e yükseldi. Bu dönemde restorasyon çalışmalarının daha da sistematiğe kavuşması gerçekleşti. 2004 yılında gerçekleşen yasal mevzuat ile her türlü restorasyon çalışmasının projelendirilmesi şartı getirildi. Uygulamada ve ödenekte geçmiş yıllara kıyasla oldukça yüksek oranlarda artış olması olumlu bir gelişme olarak nitelendirilmesine rağmen, bu süreçte mimarların projelerdeki telif haklarını devretmeleri ve denetim yetkilerinin sınırlanması da eleştiri konusu oldu.
1920’lerden günümüze inşa edilmiş yapıların çoğunluğu resmi kurullar tarafından saptanıp, değerlendirilip, kültür varlığı ilan edilip koruma altına alınmadıklarından dolayı yıkılma tehdidi altındadırlar. Her ne kadar erken cumhuriyet dönemi mimarlık eserlerinin bir bölümü koruma statüsünde olsa da, bazı uzmanlar bu şekilde tarihe referanslı mimarlığı koruma eğiliminin eksik olduğu ve farklı bir yaklaşım getirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu yaklaşım değişikliğinde ilk ve en önemli adımın kültürel miras niteliği taşıyan dönemsel mimari ürünlerin daha kapsamlı bir şekilde belgelenmesidir. Ayrıca kültürel miras niteliği verilmesi kriterlerini oluşturma, buna yönelik yöntem geliştirme ve yasal statüleri gibi konularda yeterli yasal düzenleme mevcut değildir, mevcut haliyle yasal boşluklar vardır. Üçüncü unsur ise kültürel miras potensiyeli taşıyan yapıların bu nitelikleri tartışılırken veya niteliği hakkında bir uzlaşı olduğu ve yasal süreç devam ederken yok olmasına karşı etkin önlemlerin mevcut olmamasıdır. Yıkılmak istenen veya yıkılan yapılardan bazıları şunlardır:
Karahallı (anlam ayrımı)
İlçe adları:
Köy adları:
Karakeçili (anlam ayrımı)
Karakeçili şu anlamlara gelebilir:
Karamürsel (anlam ayrımı)
Karamürsel, Kaptan-ı Derya Mürsel Alp'in lakabıdır.
Karapınar (anlam ayrımı)
Karapürçek
Karapürçek, şu anlamlara gelebilir,
Karatay
Pazuzu
Pazuzu, Sümer ve Akad mitolojilerinde, rüzgar cinlerinin kralı ve tanrı Hanbi'nin oğludur. Ayrıca, Sümerliler için güneybatı rüzgarını, fırtınaları taşımayı, temsil ederdi.
Pazuzu genellikle bir erkeğin vücudu ve bir köpek veya aslan'ın kafasıyla tasvir edilmiştir. Ayak yerine pençeleri, bir çift kanadı ve bir akrebin kuyruğuna sahiptir. Ayrıca, sağ eli yukarı, sol eli ise aşağı doğru sarkar; ellerinin bu durumunun hayat ve ölüm veya yaratmak, yok etmek anlamlarına geldiği düşünülmüştür.
Pazuzu, kuru dönemlerde kıtlık ve kuraklık, yağmurlu dönemlerde ise çekirge getiren Güney-batı rüzgarının ciniydi. Doğum sırasında anne ve bebeğe zarar verdiğine inanılan kötü niyetli tanrıça Lamaştu'dan korunmak için Pazuzu muskaları takılırdı. Her ne kadar kötü bir ruh olsa da, Pazuzu'nun insanları salgınlara ve diğer şeytani ruhlara karşı koruduğuna inanılır.
Kaynarca
Kaynarca Türkiye coğrafyasında birden fazla yerleşim yerinin ismidir.
Keskin (anlam ayrımı)
Kestel (anlam ayrımı)
İlçe adları:
Belde adları:
Köy adları:
Kızılören (anlam ayrımı)
Kızılören, yerleşim adları:
Kızıltepe
Kızıltepe aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Kocaköy (anlam ayrımı)
Armutalan, Marmaris
Armutalan, Marmaris Körfezi’nin kuzeyinde Marmaris, Armutalan, Beldibi ve İçmeler belediyelerini kapsayan düzlükte yer alan ve Muğla’ya 49 km, Dalaman’a 92 km ve Datça’ya 66 km uzaklıkta, Muğla'nın Marmaris ilçesine bağlı bir mahalledir.
Armutalan Belediyesi sınırları doğuda Höyük ve Kocakır Tepeleri, batıda Mezargediği Tepesi ve Sıraca Ovası, kuzeyde Katır Gediği ve Sumaklı Tepeleri, güneyde Pamucak Tepesi ve denizle belirlenmiş olup; güney doğusunda Hastane Kavşağı ile Çamlıca Tepesi’ni birleştiren hat bulunmaktadır. Armutalan Belediyesi’ne komşu belediyeler güneybatı’da İçmeler, doğuda Beldibi, doğu ve güneydoğuda Marmaris belediyeleridir.
Belediye sınırları içindeki alanın büyüklüğü 1.421,08 hektar (14,21 km²) olup bunun |
396,12 hektarı (% 27,97) planlı yerleşim alanı, 16,83 hektarı (% 1,18) mesire, geriye kalan 1.006,84 hektarı da (% 70,85) orman alanıdır.
Yerleşim alanı, 28° 14' 25" D, 36° 51' 18" K koordinatları arasında kalmakta olup kuzey-güney doğrultusundaki maksimum uzunluğu 6,75 km, doğu-batı doğrultusundaki maksimum genişliği ise 2,65 km’dir.
Armutalan’ın yer aldığı alüvyon düzlüğü üç bir taraftan faylarla sınırlıdır. Dereler ya faylara koşut (fay zonu üzerinde) ya da onlara dik konumdadır. Derelerin akış yönleri Armutalan yerleşim merkezine doğrudur. Söğütlü Dere ve İncirli Dere’nin akış yönleri ise güneydoğu yönündedir.
Sahip olunan coğrafi yapı, kentin gelişiminde önemli bir unsurdur. 1980’li yıllara kadar küçük bir köy olan Armutalan, bölgedeki turizmin gelişmesi ve 1987 yılında belediye örgütünün kurulması sonrasında hem alan hem de nüfus olarak Türkiye ortalamalarının çok üstünde bir gelişme göstermiştir. Marmaris ve Armutalan yerleşimlerinin üstünde olduğu düzlüğün neredeyse yarısını, bu düzlükteki nüfusun ise 1/3’ünü barındıran, ülke ve dünya ölçeğinde tanınmış birçok konaklama tesisini barındıran, ülkemizin önemli bir turizm bölgesidir.
Armutalan yerleşimi içinde yer alan dört ayrı mahallenin nüfusları, Armutalan Sağlık Ocağı verilerine göre Merkez Mahallesi için 7.769, Sinan Mahallesi için 2.150, Camiavlu Mahallesi için 3.488, Şirinyer Mahallesi için 2.658'dir. Sinan mahallesi Marmaris'in en belalı mahallesidir aynı zamanda armutalana gelen o mahalleye dikkat etmelidir..
Marmaris Şeriye Sicili Defterlerine göre doğrudan doğruya Marmaris Kazası'nın Merkez Nahiyesi'ne bağlı ufak bir köy olan Armutalanı'nın nüfusu, 1302 H/1885 M tarihli Aydın Vilayet Salnamesi'ne göre 62 hanede 385 kişidir. Bu sayı 1965 yılında 724'ü, 1970'de 964'ü, 1980'de 1.381'i, 1985'de 2042'i, 1990'da 4.727'yi bulmuş, beldede 1997 yılında belediye örgütünün kurulması ile birlikte nüfus büyük oranlarda artmıştır.
Tarihi kayıtlara göre, Merkez Mahallesi'ndeki eski yerleşim dokusu içinde yaşayan nüfusun tarımla, balıkçılıkla ve ormancılıkla uğraştığı, kentte turizm etkinliklerinin artması ile birlikte önce açtığı pansiyon ve apart otellerle daha sonra da yıldızlı otellerle ""turizmci"" olmaya başladığı bilinmektedir.
Yerleşim alanının denize yaklaşan güney ve güneydoğu kesimleri alüvyol bir düzlük olmakla birlikte Şirinyer ve Camiavlu mahallelerinin tümü ile Sinan Mahallesi’nin batı kesimleri yer yer 300 – 350 m yüksekliklere ulaşan dalgalı bir arazi yapısına sahiptir.
Belediye sınırları içindeki başlıca yükseklikler şu şekilde sıralanabilir: Kızılağaç Tepesi (342 m), Soğukbelen Tepesi (325 m), Ketencik Tepesi (294 m), Çağıl Tepe (289 m), Yörük Tepesi (256 m), Zeytin Tepesi (237 m), Topkonan Tepesi (81 m).
Armutalan yerleşim alanında toplam 11 adet dere bulunmaktadır: Deşderen Deresi – 1.617 m, Biber Deresi – 1.399 m, Bakla Deresi – 852 m, Sinam Deresi – 2.265 m (Ketenci Otel’in yanından denize ulaşır.), Hacı Osman Deresi – 1.971 m, Kuru Dere – 430 m, Kuru Dere – 472 m, Sarı Mehmet Deresi – 510 m, Söğütlü Deresi – 678 m, Kuru Dere – 511 m, İncirli Dere.
Yerleşim alanı içinde üç adet doğal su kaynağı (Soğucak Çeşmesi, Kavakdibi Çeşmesi ve Mehmet Balcı Sokak’taki Jandarma Çeşmesi) olup bunlardan sadece Soğucak Çeşmesi'nin suyu içilebilir.
Marmaris Körfezi’ne dökülen bu dereler basit rejimli ve geçici; yani, mevsimlik akıma sahip akarsulardır. Yağışlı mevsimlerde ve özellikle de kış aylarında akış gösterirler. Uzun süren kuraklık nedeniyle kullanımları sınırlıdır. Çoğu zaman cılız akan bu dereler, çevreden aşındırıp getirdikleri materyali ve yataklarına dökülen molozları taşıyamayacak kadar güçsüz ve düşük bir akıma sahiptirler. Bu akarsuların yukarılardan akarak geldikleri düzlükteki yatakları sığdır ve mecralarında akarak Marmaris Körfezi’ne dökülürler. Suların yatakları kum, çakıl ve iri bloklarla doludur.
Armutalan ve çevresi Akdeniz bitki topluluğu türlerini içermektedir. Yerleşimin ve yakın çevresinin iklim ve toprak koşullarına göre şekillenen doğal bitki örtüsü çok çeşitli ve zengin bir flora oluşturur. Kış aylarında aşırı düşük sıcaklık ve kuraklık olmaması bitkilerin gelişimi için elverişlidir. Yaz kuraklığı çok belirgin olduğundan kurakçıl (kserofit) formasyonlar gelişmiştir. Bunlara “maki formasyonu” denir. Yüksek dağlık alanlarda ise iğne yapraklı ormanlar bulunmaktadır. Dağların kuzeye bakan yamaçlarında, Karadeniz’e özgü nemcil (higrofit) ağaç türleri ile kıyı şeridinde nemli tropikal kuşağın bazı türleri görülmektedir. Ormanlık alanlar genellikle kızılçam (Pinus brutia) ormanları ile örtülüdür
Yerleşim alanı ve çevresinde kızılçam ("Pinus brutia"), fıstık çamı ("P. Pinea"), ardıç ("Juniperus sp."), sedir ("Cedrus libani"), meşe ("Quercus sp."), çınar ("Platanus orientalis"), kavak ("Populus sp.- alba nigra"), söğüt ("Salix sp."), servi ("Cupressus sempervirens"), karaağaç ("Ulmus sp."), sığla ("Liquidamber orientalis"), zeytin ("Olea europea"), okaliptüs ("Eucalyptus cameldulensis"), keçiboynuzu ("Ceratonia ciliqua"), tespih ağacı ("Strax officinalis"), mersin ("Myrtus communis"), defne ("Laurus nobilis"), zakkum ("Nerium oleander"), erguvan ("Celtis ciliquastrum"), çitlembik ("Pistacia terebinthus"), sandal ("Arbutus unedo"), kocayemiş ("Arbutus andrachne"), karaçalı ("Paliurus spinachristi"), hayıt ("Vitex agnus-castus") ağaç türleri yaygındır.
Kentin iklimi yazları sıcak ve kurak, kışları bol yağışlı Akdeniz iklimidir. İklim üzerinde deniz etkisi ve yükseltinin yanı sıra, yer şekillerinin uzanışı da büyük rol oynar. 800 m. yüksekliğe kadar olan alanlarda “Asıl Akdeniz İklimi” ve daha yüksek alanlarda “Akdeniz Dağ İklimi” hissedilir. Maksimum-minimum sıcaklık değerleri, nemlilik, yağış miktarı ve hakim rüzgâr yönleri yerel coğrafi koşullara göre değişmektedir. Akdeniz iklimi ve enlem etkisine bağlı olarak yazları artan sıcaklık değerleri, kışları deniz etkisine ve yüksekliğe bağlı olarak kıyılarda ılık, dağlık kesimlerde düşüktür. Nispeten kısa, serin, ıslak kışları, uzun, sıcak, kurak yazlar takip eder. En fazla yağmur Kasım ve Aralık aylarında düşer. Kurak mevsim süresince istisnai olarak yağmur olabilir. Uzun kuraklıklar yaygındır. Kar yağışı genellikle görülmez. Kış aylarındaki yoğun yağışlar esnasında su baskınları ve sel görülebilir. Kentte mutlak nem oranı yüksektir. Kurak mevsim süresince akşamları nem yoğunlaşarak bitkilerin ve toprağın üzerinde görülmektedir. Yaz mevsimi süresince rüzgârlar kuzeydoğudan, kış mevsimi boyunca da güneybatıdan eser.
30 yıllık meteoroloji verilerine göre yıllık ortalama sıcaklık değeri 18,8 C°, yıllık ortalama en yüksek sıcaklık 24 C°, yıllık ortalama en düşük sıcaklık 14,5 C°, yıllık ortalama yağışlı gün sayısı 77 gündür.
Armutalan’da son on yıl içerisinde en çok yağış 2002 yılında görülmüşken, 2003-2009 aralığında yağışlarda genel bir düşüş yaşanmış ve 2009 yılı yağışı en düşük seviyeye inerek metrekarede 774,8 Kg.’a ulaşmıştır. Bu durum 2009 yılında artan yağış miktarı ile ani bir çıkış yaparak metrekarede 1424,3 Kg. değeri ile on yıllık ortalamanın üstüne çıkmıştır.
26 yıllık meteorolojik ortalamalara göre Armutalan’daki yıllık ortalama güneşlenme süresi 7,4 saat olup; bu değer Mayıs ayında 9,4, Haziran ayında 10,8, Temmuz ayında 11,2, Ağustos ayında 10,7, Eylül ayında 9,2 saate çıkmaktadır.
7 Haziran 1987 tarihinde kurulan Armutalan Belediyesi, 1.421,08 hektarlık bir alanda TUİK’in 2012 yılı ADNKS verilerine göre 8.693’ü kadın, 9.331’i erkek olmak üzere toplam 18.024’lük bir nüfusu barındırmaktadır.
1965’li yıllarda 724 nüfuslu bir köy yerleşimi olan Armutalan, özellikle belediye örgütünün oluşturulmasını izleyen 1987 yılından sonra büyük oranda bir gelişme göstererek Marmaris yerleşiminin aşağı yukarı yarısı tutarında bir nüfusa ulaşmıştır.
Armutalan beldesi, 2012 yılı ADNKY verilerine göre barındırdığı nüfus itibarıyla Türkiye’deki yerleşim yerleri arasında 284 ncü, belde yerleşimleri arasında da 7 nci sırada bulunmaktadır.
Türkiye genelindeki nüfus artış hızı, 2009 yılı ADNKS verilerine göre Binde 14,5 olduğu halde bu verinin Marmaris ve Armutalan'ı da kapsayan Muğla ili rakamı, Türkiye ortalamasının bir katından fazlasıyla, Binde 32,4 olarak ortaya çıkmaktadır.
2004 yılında DPT tarafından düzenlenen “İlçelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması”na göre içinde Armutalan'ın da bulunduğu Marmaris ilçesi, okur-yazar oranı açısından tüm ilçeler arasında % 96,92 oranı ile toplam 872 ilçe arasında 1 nci sırada bulunmaktadır.
Okur-yazarlık oranı, 2008 ve 2009 yılı ADNKS verilerine göre sırasıyla % 91,42 ve % 90,23 olup; oranın bu şekilde düşmesinin en önemli nedeni, 2008 yılında % 7,19, 2008 yılında da % 8,17 olan “Bilinmeyen” kategorisinin varlığıdır.
2009 yılı ADNKS verilerine göre Türkiye’nin ortalama nüfus yoğunluğu 94 kişi olduğu halde Muğla ili’nin nüfus yoğunluğu 2008 yılı ADNKS verilerine göre 62 kişi/km², Marmaris’te de 88,7 kişi/km², Armutalan belediye sınırları içinde 1.089,2 kişi/km²’dir.
Armutalan beldesinin de içinde bulunduğu Marmaris ilçesi, DPT tarafından 1996 ve 2004 yıllarında düzenlenen iki ayrı “İlçelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Seviyelerine Göre Sıralanması Araştırması”nda, sosyo-ekonomik ölçekte en gelişmiş yerleşimler arasında sırasıyla 14 ncü ve 22 nci sıraları işgal etmiştir.
1996 yılı itibarıyla 2. Derecede Gelişmiş İl grubunda bulunan Muğla ili ve ilçelerinin 1996 yılında 858, 2004 yılında da 872 ilçe içindeki konumunu gösteren sıralama listesinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, Türk turizminin önemli uluslararası merkezleri olan Bodrum ve Marmaris gibi ilçeler listenin ön sıralarını işgal etmekle birlikte; aradan geçen 8 yıl sonunda sahip oldukları konumu koruyamadıkları anlaşılmıştır. Ortaca, Dalaman, Fethiye, Ula ve Kavaklıdere gibi ilçeler 1996 yılına göre daha üst sıralara tırmanmakla birlikte; Bodrum, Marmaris, Muğla Merkez, Datça, Milas ve Yatağan gibi önemli merkezlerin daha alt sıralara inmesi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli gelişmelerdir.
Armutalan beldesinde bulunan 3'ü resmi, 1'i özel olan 4 i |
lköğretim okulunda (Evrenpaşa İlköğretim Okulu, Şehit Ahmet Benler İlköğretim Okulu, Kenan Evren İlköğretim Okulu, Özel Marmaris Ufuk İlköğretim Okulu) 2008-2009 öğretim yılı itibarıyla 2.727 adet öğrenci okumakta olup öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 18'dir. (Türkiye ortalaması 23'dür)
2010 yılında Armutalan Belediyesi tarafından yaptırılan modern binasına geçen Armutalan Sağlık Ocağı'nda 2 pratisyen hekim, 7 hemşire, 8 ebe, 1 sağlık memuru görev yapmakta olup; ayakta tedavi ve başvuru sayısı 2009 yılı verilerine göre 27.310'dur.
2006 tarihli Armutalan Turizm Geliştirme Odaklı Kentsel İyileştirme Stratejik Planı verilerine göre kentsel alanın % 28,61'i konut, % 2,20 ticaret, % 8,19'u turistik tesis, % 2,55'i çalışma, % 29,70'i yollara, % 6,51 yeşil alanlara ait olup geriye kalan % 22,23'ü yapılaşmamıştır.
396,12 hektar büyüklüğündeki planlı kentsel alanın % 77,77’sini oluşturan 308 hektarı yerleşim alanıdır
Belediye sınırları içindeki çok küçük alanlarda ekmeklik buğday, yonca, fiğ, yağlık zeytin, mandalina ve sebze tarımı yapılmakla birlikte ülkemizin önemli bir bal üretim merkezi olan Armutalan'da 2008-2009 dönemi verilerine göre 4.555 adet modern kovandan toplam 91,1 ton bal elde edilmektedir.
Belde ekonomisinin belkemiğini oluşturan ve Merkez, Sinan ve Şirinyer mahallelerinde yoğunlaşan turistik konaklama tesislerinin sayısı, 2006 yılı verilerine göre 72'si apart otel, 32'si belediye belgeli otel, 5'i de Bakanlık belgeli otel olmak üzere toplam 109'dur. Bu tesislerin barındırdığı oda sayısı 5.695, yatak sayısı da 13.216'dır.
Önceleri Marmaris Belediyesi sınırları içinde bulunan yerleşim, 7 Haziran 1987 tarihinde belediye örgütünün kurulmasıyla kendi yerel örgütüne kavuşmuştur.
Beldenin ilk belediye başkanı İsmet ÇAKIROĞLU (07.06.1987-28.03.2004) olup; bu görev 28.03.2004 tarihinden bu yana, iki dönem üst üste seçilen Muhammet ÜNLÜ (CHP) yürütülmektedir.
2009 tarihli son yerel seçimlerde partilerin belediye başkanlığı için aldıkları oyların miktar ve oranı şu şekildedir:
CHP % 48,98 ; AKP % 36,85 ; MHP % 5,17 ; DSP % 4,65 ; DP % 4,16 ; SP % 0,19.
Belediye Meclisinin toplam 11 üyesinin 7 üyesi (Z.Lale TURHAN, Ümit GÜLER, M.Zeki DANIŞMAN, İsmail Nejat ÖZBOZDAĞ, Mehmet İŞLER, Hüsnü BAYSAL, Haluk ÇİFTÇİ) CHP'li, 4 üyesi (Ahmet Turan ŞAHİN, Mustafa CAN, Dr. Ömer ÇİÇEK, Mümtaz KÜÇÜKKASAP) AKP'lidir.
2007 ve 2008 yıllarında Marmaris ve Armutalan Belediyelerinin Jemjucina ile birlikte gerçekleştirdikleri İncilerin Dansı Uluslararası Çocuk Festivali, 2008 yılında yapılan protokol ile 2009 yılından itibaren Armutalan Belediyesi tarafından yapılmaya başlanmıştır. Bu kapsamda 2010 yılı Armutalan Uluslararası İncilerin Dansı Çocuk Festivali, 6 ülkeden toplam 40 grubun katılımı ile 10-15 Haziran 2010 tarihleri arasında yapılacaktır.
Armutalan Belediyesi temel altyapı hizmetlerinin bölge bütününde yürütülmesi amacıyla oluşturulan Marmaris Çevre Koruma Altyapı Tesisleri Yapma ve İşletme Birliği- MARİÇ BELBİR (ATAK) ile Marmaris ve Çevresi Turizm Alanı Altyapı Hizmet Birliği (MARTAB) üyesidir.
1. Balchik - Bulgaristan
2. Bran - Romanya
3. Mangalia - Romanya
4. Tilos / Rodos - Yunanistan
Bozburun, Marmaris
Bozburun, Muğla ili Marmaris sınırları içinde Türkiye'nin güneybatısında yer alan, 2038 nüfuslu bir tatil beldesidir.
= Tarihi =
Belde halkı Oğuzların Bayındır boyuna mensuptur. Beldenin çekik gözlü yerlileri ise Orta Asya kökenlidir.
Bozburun adını coğrafî görünümünden almıştır. Dağları boz renktedir ve doğal bir buruna sahiptir. En önemli geçim kaynakları arasında turizm, balıkçılık ve tekne yapımını sayılabilir.
Bozburun, gulet tipi yat yapımında ünlenmiştir. Marmaris marinasında bulunan yatların, guletlerin yarısından fazlası Bozburun yapımıdır.
Bozburun'un tatil için seçilmesinin nedeni sessiz ve temiz çevreye sahip olmasıdır. Bunun yanı sıra, çok sayıda pansiyon ve restoran da tatilcilere hizmet vermektedir.
Bozburun ve civarı, Marmaris'in fazla turistikleşmiş, doğallığı azalmış ve yüksek fiyatlı kesiminin dışında sayılabilir. Bu bölge, daha sakin bir tatil, köy hayatına yakın bir yaşam tarzı isteyen turist türüne hitap eder.
İçmeler, Marmaris
İçmeler, Muğla'nın Marmaris ilçesine bağlı bir mahalledir. Marmaris Körfezi içinde yer alır. Nüfusu 9.604'tür. Adı meşhur ve şifalı içme suyundan gelmektedir.
Turunç, Marmaris
Turunç Muğla ilinin Marmaris ilçesine bağlı bir mahalledir.
Mavi bayrak ödüllü denize kıyısı olan ve başlıca geçim kaynağı turizm olan bir mahalledir.
Mahallenin nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur.
Köy halkı kültürünü turizm nedeniyle kaybetmiş durumdadır.
Kara olarak Ege, deniz olarak ise Akdeniz üzerinde taşımaktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi öncelikle turizm, daha sonra tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Turunç, artık belediye değil, Marmaris Belediyesine bağlı bir mahalledir. İlköğretim okulu vardır. Beldenin içme suyu şebekesi vardır. kanalizasyon şebekesi mevcuttur. PTT şubesi mevcuttur. Sağlık ocağı mevcuttur. Beldede elektrik ve sabit telefon vardır.
Kozluk (anlam ayrımı)
Kuluncak (anlam ayrımı)
Kumlu (anlam ayrımı)
Maden (anlam ayrımı)
Maden, yer kabuğunda iç ve dış doğal etkenlerle oluşan, ekonomik yönden değer taşıyan minerallere verilen addır. Şu anlamlara gelebilir:
Maltepe (anlam ayrımı)
Maltepe şu anlamlara gelebilir:
Manyas (anlam ayrımı)
Musabeyli (anlam ayrımı)
Narman (anlam ayrımı)
Orta
Orta aşağıdaki anlamlara gelebilir.
Ömerli
DAC
DAC kısaltmasının açılımları şu şekilde olabilir:
Pehlivanköy (anlam ayrımı)
Pehlivanköy şu anlamlara gelebilir:
Saraydüzü (anlam ayrımı)
Savaştepe (anlam ayrımı)
Selim
Selim aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Seydiler (anlam ayrımı)
Sincik (anlam ayrımı)
İlçeler
Köyler
Sivrihisar (anlam ayrımı)
Sivrihisar aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Söğütlü (anlam ayrımı)
İlçe adları:
Köy adları:
Sulusaray (anlam ayrımı)
Yerleşim isimleri:
Şaphane
Şaphane aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Şarköy (anlam ayrımı)
Şarköy, bir yerleşim yeridir:
Şirvan (anlam ayrımı)
Şirvan, aşağıdaki anlamlara gelebilir;
Talas
Talas, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Çavdır (anlam ayrımı)
Termal
Termal şu anlamlara gelebilir:
Çelebi
Çelebi, bir unvan. Ayrıca aşağıdaki anlamlarda kullanılır:
Malafa
Malafa, Hakan Günday'ın kuyumcular (ve halıcılar) üzerinden satış dünyası ile yaşam arasında paralellikler kurarak pazarlama ve satış dünyasını anlattığı, okuyucuya değişik bir dünyanın kapılarını açan romanı. Çoğunlukla Ermenice kelimelerden oluşan kuyumcu argosunun ağırlıklı olarak kullanıldığı romanda, büyük bir kuyumcu mağazasında çalışan "tezgahtar"ların ve alışverişe ge(tiri)len "turist"lerin bir günlük macerası anlatılır.
Roman, aynı zamanda DOT tiyatrosunun prodüksiyonu, Murat Daltaban'ın yönetimi ve yine Hakan Günday'ın oyunlaştırması ile 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde sahnelenmiştir.
Arşın
Arşın, Türkiye'de metrenin resmen kabulüne kadar kullanılan uzunluk ölçüsü birimi ve aletidir.
Kullanıldıkları yerlere ve uzunluklara göre arşın:
Değerli kumaşları bilhassa ipekleri ölçmede "endaze" kullanılırdı (endaze 65,25 cm'dir).
Türkiye'de 26 Mart 1931 tarih ve 1782 sayılı kanunla, arşın ölçü birimi kaldırılıp, yerine metre sistemi kabul edildi. 1933'ten sonra da arşının bütün çeşitleri tamamen ortadan kaldırılıp metrik sisteme geçildi.
Karintiya
Karintiya (Almanca: Kärnten; Slovence: Koroška), Avusturya'da bir eyalet. İtalya ve Slovenya'yla sınırı vardır. Bölgenin güneyinde önemli Sloven azınlık bulunmaktadır.
Karintiya Eyaleti'nde, Avusturya Geleceği için İttifak'ın seçim sonuçları ortalamanın üstündedir.
HSDPA
HSDPA, İngilizce" High Speed Downlink Packet Access", (Yüksek Hızda veri paketi indirme bağlantısı). 3G teknolojisi üzerine kurulmuştur. 3GPP standardı versiyon 11 tanımında en yüksek veri indirme hızı 337 Mbit/s olarak tanımlıdır. Mevcut sistemlerde 42 Mbit/s indirme hızına ulaşılabilmektedir. Bu hız, UMTS (sabit telefon) sistemine göre daha yüksek bir hız anlamına gelir.
Tutak (anlam ayrımı)
Tutak aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Tuzluca
Ulaş (anlam ayrımı)
Ulaş kelimesi, Eski Türkçede bitişiklik, bitişik komşu anlamına gelmektedir. Ayrıca şu anlamlarda da kullanılabilir:
(ayrıca bakınız: Ulaşlı ve Ulaşlar)
Hücre bilgisi
Hücre bilgisi, 2G ile ortaya atılmış ve hücresel ağdaki bir hücreye özel bir mesajın devamlı olarak yollanmasına yarayan bir teknolojidir. Türkiye'de "bulunulan bölgenin adı" veya "maç sonuçları yayını" gibi amaçlar için kullanılmaktadır.
Uzundere (anlam ayrımı)
Üzümlü (anlam ayrımı)
Hücresel ağ
Bir hücresel ağ, birkaç radyo hücresi (kısaca "hücre" de denir) kullanılarak yaratılmış bir kablosuz ağ tipidir. Her hücreye hizmet bir baz istasyonu tarafından verilir. Günümüzdeki popüler örnekleri GSM, DECT veya Wi-fi'dir.
Hücresel ağlar, normal ağlara göre birçok avantaja sahiptir:
Bir futbol sahasının çimlerini yer değiştirmeyen ve her yöne su veren cihazlarla sulamaya çalıştığımızı varsayalım. Burada iki seçimimiz var:
İlk seçimde bazı sorunlarla karşılaşırız:
Oysaki ikinci seçimde sahanın her yeri eşit su alır. Buna ek olarak, her sulama cihazının sulama alanı daha dar olduğu için, tribünlerin sulanmamasını sağlayabiliriz (ama her durumda biraz ıslanacaktır, ayrı konu).
Kapsama alanı, aynı çim sulamak gibi bir iştir: eğer tüm Türkiye'yi tek bir anten kullanarak kapsamaya çalışırsak insanların anten ile konuşabilmek için daha fazla enerji harcaması gerekecektir. Buna ek olarak, antene yakın olanların telefonları düzgün çalışacak, antenden uzak olanlar iletişim sorunları çekecektir.
Raslantısal olarak, futbol sahası da Türkiye de dikdörtgensel bir şekle sahiptir, dolayısıyla "tribünlerin sulanması" şebekenin komşu ülkelerde yayın yapması anlamına gelmektedir. Bu, lisanslama konusunda ciddi sorunlar doğurur!
|
Her baz istasyonu, belli bir kapasiteye sahiptir: bu sayı, GSM 900'de yüzlerle, GSM 1800'de binlerle, 3G'de ise gigabitlerle ifade edilse bile her durumda bir sonu vardır. Dolayısıyla, büyük bir bölgeye tek antenden hizmet vermek saçma olacaktır. Hücresel sistemde, her hücre bir alana hizmet verdiği ve o alandaki insan sayısı aşağı-yukarı belli olduğu için yük dağıtımı yapılabilmektedir.
Bkz: Hücreler arası geçiş
Yahyalı (anlam ayrımı)
Yahyalı şu anlamlara gelebilir:
Yalvaç
Yenihisar
Yeşilova (anlam ayrımı)
Şarlman
Şarlman (, Almanca: Karl I. der Große, Latince: Carolus Magnus veya Karolus Magnus) (yak. d. 2 Nisan 742 – ö. 28 Ocak 814, Aachen) Frank ve Lombard kralıdır. Karolenj Devleti'ni imparatorluk statüsüne yükselten hükümdardır.
Şarlman'ın doğum tarihi ve yeri tartışmalıdır. 742 yılı civarında bugünkü Belçika'nın Liège şehrine yakın bir yerde veya Prüm'de ya da Aachen'de doğduğu tahmin edilmektedir. Şarlman'ın babası Kısa Pepin Franklar Krallığı'nın kralıydı. Öldüğünde krallığın topraklarını iki oğlu arasında paylaştırdı. Şarlman, kardeşi Carloman'ın ölümü üzerine tek başına Frankların kralı oldu. Ayrıca Lombardiya ve Saksonya'yı da topraklarına kattı. Batıda Endülüslerle doğuda Avar ve Macarlarla çarpıştı.
Şarlman büyük savaşlar kazandı ve birçok prensliği, dükalığı ve derebeyliği fethetti ya da yağmaladı. İlk önce Köln'e giderek kendini Alsace-Lorraine, Akitanya, Bretenya ve Cenova Kralı ve Bohemya Prensi ilan etti. Daha sonra yeni fetihler yaparak Aachen'de kendini Amsterdam, Rotterdam, Frizye, Gelderland, Frankfurt ve Münih Kralı ilan etti. Şarlman birçok Krallık ve Devleti egemenliğine aldı.
Sonunda Papa III. Leo'ya başvuru yaptı. Papa tarafından 25 Aralık 800 Roma'da Aziz Petrus Bazilikası'nda tac giydirilerek Şarlman Kutsal Roma İmparatoru ve kurduğu devlet de Batı Roma İmparatorluğu'nun varisi sayıldı.
Kutsal Roma İmparatoru olan Şarlman bugünkü Almanya'yı fethetti. Lombardlar'ı püskürttü, ardından Sakson, Anglo, Cermen ve Got kabilelerinden askerler toplayarak orta büyüklükteki bir orduyla Fransa ve Avusturya'yı fethetti. Böylece Şarlman Roma İmparatoru, Sakson, Frank, Lombard, Anglo, Cermen, Got ve Slav Kralı oldu. Hıristiyanlık dinini kılıç ve ateşle Saksonya'ya kabul ettirdi.
Şarlman'ın iki büyük rüyası vardı:
Bir süre için, din dışı güçlerle Papalık arasında yeni bir iş birliği gelişti. Kilise'den bağımsız bir yargı isteyen Şarlman bunun için İngiliz filozof Alcuin'i ülkesine çağırdı. Alcuin burada: sapkınlara karşı risaleler yazdı,imparatora methiyeler düzdü ve kutsal kitabı yorumladı. Fakat kral Şarlman'a hiçbir zaman okuma yazmayı tam olarak öğretemedi.
Şarlman'ın ölümünden sonra Kilise ile sezar taklitleri arasındaki mücadele ve savaşlar tekrar başladı.
Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu
Yük dağıtımı
Yük dağıtımı (İngilizce Load Balancing), çok yüksek miktarda isteğin karşılanabilmesi için isteklerin birkaç cihaz tarafından işlenmesi anlamına gelmektedir. Günümüzde telefon ağları ve internet siteleri olmak üzere çoğu büyük çaplı iletişim sistemi tarafından kullanılır.
Ahırlı (anlam ayrımı)
Ahırlı aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Ahmetli (anlam ayrımı)
Ahmetli aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Akçakale (anlam ayrımı)
Akçakale aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Akköy (anlam ayrımı)
Akköy, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Yidiş
Yidiş (Yidiş ייִדיש "yidiş" / אידיש "idiş" "yahudi") yaklaşık olarak 1000 yıldan fazla bir süreden beri Avrupa'da yaşayan Aşkenaz Yahudîlerinin kullandığı bir dildir. Genel kabule göre Yidiş, Almanca kökenli ve fakat İbranice, Aramîce, Latince ve Slav dillerinden unsurların karışması ile zaman içinde ortaya çıkmış Cermen kökenli müstakil bir lisandır. Kimi kaynaklarda "Yahudî Almancası" olarak tanımlandığı da görülmektedir. Doğu Yidiş ve batı Yidiş olmak üzere iki ana dil gurubuna ayrılır. Yidiş, hem latin alfabesiyle, hem de İbranî alfabesiyle yazılabilir.
Yidiş, ortaçağdan itibaren Avrupa'da Yahudîler'in zorunlu göçleri dolayısıyla öncelikle doğu Avrupa ve Rusya'da bugün doğu Yidiş olarak tanımlanan lisan yayılmış, 18. ve 19. yüzyıllardan itibaren Yahudîler'in batı Avrupa'ya göç etmesiyle de batı Yidiş ortaya çıkmıştır. 20;inci yüzyıl itibarıyla İsrail ve Amerika kıtalarına da taşınmıştır.
Yidiş, Aşkenaz Yahûdileri'nin kullandığı üç lisandan biridir. Daha çok yazılı metinlerde sınırlı kalmış olarak kullanılmakta olan İbranîce ve Aramîce'nin yanında Yidiş, Aşkenaz Yahudîleri'nin konuşma dili olma özelliğini kazanmış. Aynı şekilde Seferâd Yahudîleri de "Yahudî İspanyolcası" olarak tâbir edilen ve "Yudezmo" adı verilen bir lisan geliştirmişlerdir.
18. yüzyıldan itibaren Yidiş kullanımında büyük oranda doğu Yidiş kullanıldığı için, bugün Yidiş denildiğinde aslında doğu Yidiş kastedilmektedir. Bu zaman zarfında batı Yidiş'in kullanımı büyük oranda terkedilmiştir.
Yidiş dili: ABD'de (1.250.000), Rusya'da (701.000), İsrail'de (215.000), Ukrayna'da (634.000), Beyaz Rusya'da (231.000), Almanya'da (49.210), Kanada'da (49.890), Letonya'da (40.000), Romanya'da (1.100), Estonya'da (570), Arjantin'de, Polonya'da, Macaristan'da, Hollanda'da, Moldova'da ve birçok ülkede Musevi azınlıklarca toplam 3.200.000’den fazla kişi tarafından konuşulur.
Hint Avrupa dilleri'nini Cermen dilleri kolunun, Batı Almanca-Batı Grubu, Yüksek Almanca bölümünde bulunan Yidiş, her ne kadar farklı bir alfabe ile yazılsa da bu dili bilmeyen insanlarca duyulduğunda Almanca olduğu zannedilebilir. Almanca bilen bir kişi bu dili %60 - %70 oranında anlayabilir. Ancak Yidiş diline İbranice, Aramice ve Slav kökenli dillerden giren ek ve kelimeler bulunduğundan tam anlama mümkün olmaz.
Batı ve doğu lehçesi olmak üzere iki lehçesi vardır. Doğu Avrupa ve Asya’da konuşulan Doğu lehçesi Slav dillerinden etkilenmişken batı lehçesi daha çok Batı Avrupa dilleri ve özellikle İngilizceden etkilenmiştir.
Bugün dünya üzerinde Yidiş dili ile basılmakta olan 100’den fazla, gazete ve dergi bulunmaktadır. Yidiş dili zengin bir edebiyat dili olduğundan bu dil ile verilmiş eserlerin sayısı bilinmemektedir. Yine dünya üzerinde birçok ülkede Yidiş dilinde oyunların sahneye konduğu tiyatrolar gibi internet üzerinde de birçok site Yidiş dili ile yayın yapmaktadır.
Yeşim (taş)
Yeşim, asırlar boyunca mücevherat ve küçük heykel yapımında kullanılmış, en çok yeşil renkte bulunan sert, kıymetli taş. En kıymetlileri "zümrüt yeşimi" ve "Burma yeşimi"dir.
İki tür yeşimden biri jadeit, sodyum alüminyum silikat (NaAlSiO), diğeri ise nefrit, kalsiyum magnezyum demir silikattır (Ca(Mg,Fe)SiO(OH)). Yeşim doğada küçük parçalar halinde bulunur. Jadeit nefritten daha nadirdir ve daha değerlidir. Her ne kadar yeşim binlerce yıldır bilinse ve kullanılsa da, yeşim olarak anılan taşların aslında iki farklı mineral türü olduğu ancak 1863'de keşfedilmiştir. Yeşimin sertliği Mohs sertlik skalasında 6,5 - 7,0 arasında yer almaktadır.
En çok yeşil ve tonları renge sahip olması yanında, mücevher olarak kullanıldığında siyah, gri, kırmızı, mavi renkleri yeşime özel adlar kazandırır. Dünya üzerinde en zengin yeşim yatakları Burma, Çin, Yeni Zelanda ve Meksika'da bulunur. Hotan, Yarkent, Türkistan ve Baykal Gölü yakınlarında eskiden beri yeşim elde edilmektedir. Müzelerde yeşimden yapılmış Çin, Buda, Aztek küçük heykel ve sanat eserleri sergilenmektedir.
Yeşimin bir sanat ham maddesi olarak kullanılması onun birbirine sıkı kenetlenmiş kristal yapısından ileri gelir. Bu özelliği, yeşime çok ince oyma işçiliği yapılmasına imkân sağlar. Mermerden çok sert olduğu için iklim şartlarına dayanıklıdır.
Yeşim, binlerce yıldır Çin'de bilinir ve kullanılırdı. Daha M.Ö. 3000 civarlarında yeşim Çin'de "yu", "kraliyet cevheri" olarak tanınırdı. En çok insan kafası, hayvan, ağaç, mobilya gibi heykelcikler yapımında kullanılmıştır. ABD yüklü paralar ödeyerek Çin'den satın aldığı yeşim heykelcikleri müzelerinde saklamaktadır. Çin'de kullanılan yeşim genel olarak nefritti. Çinliler 17. yüzyıldan sonra Burma jadeitlerinin bulunmasıyla oymalarda ve diğer araçlarda jadeit kullanmaya başlamışlardır.
Yeşimin Asya kültüründe önemli bir yeri vardır. Asya kültüründe yeşim taşı takmanın iyi şans getireceğine inanılırdı. Ayrıca antik çağlarda yeşim taşının böbrek hastalıklarını iyileştirici gücü olduğuna inanılırdı. Bunun dışında bazı bölgelerde yeşim taşının diş çürüklerine ve ağrılarına iyi geldiğine de inanılmıştır.
Yeşim olarak anılan iki farklı taşa, jadeit ve nefrite, farklı bölgelerde farklı isimler takılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Agate verdâtre, Feitsui, Jadeit, Jadeita, Natronjadeit, Yunnan Jade, Yu-stone, Sinkiang jade
Aotea, Axe-stone, B.C. Jade, Beilstein, Grave Jade, Kidney Stone, Lapis Nephriticus, Nephrit, Nephrita, Nephrite (of Werner), New Zealand Greenstone, New Zealand Jade, Spinach Jade, Talcum Nephriticus, Tomb Jade.
Akyurt
Altıntaş (anlam ayrımı)
Altıntaş şu anlamlara gelebilir:
Altınyayla
Araç
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre;
1. Araç - Bir iş yapmakta veya sonuçlandırmakta gücünden yararlanılan nesne.
2. Araç - Ulaşım aracı, taşıt
3. Araç - Kişiler veya nesneler arasında bağlantı sağlayan şey, vasıta.
4. Araç - Kastamonu ilinin bir ilçesi.
Arsin
Arsin AsHformüllü inorganik bileşik. Bu yanıcı ve fazlaca zehirli gaz arsenik elementinin en basit bileşiklerinden biridir.
AsHgenelikle As kaynağı bir bileşik ile eşdeğer H içeren bir bileşiğin tepkimesinden elde edilir.
1775'te, Carl Scheele arsenik(III) oksiti- asit varlığında- çinko ile indirgedi. Bu tepkime aşağıda verilen Marsh testine temel oluşturdu.
Alternatif olarak, As kaynağı bileşik, protonik ayraçlar ile tepkime vererek arsin gazını oluşturur:
Asarcık (anlam ayrımı)
Atabey
Atabey kavramı aşağıdaki anlamlarda kullanılabilir:
Ayaş (anlam ayrımı)
Aydınlar (anlam ayrımı)
Ayrancı (anlam ayrımı)
Ayvacık
Babadağ
Babadağ, şu anlamlara gelebilir;
Başmakçı (anlam ayrımı)
Belen (anlam ayrımı)
Bozkır (anlam ayrımı)
Çaldıran
Çaldıran aşa |
ğıdaki anlamlara gelebilir:
Çardak
Çardak sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir:
Çatak (anlam ayrımı)
Çatak ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir:
Çeltikçi
Çınarcık (anlam ayrımı)
Çiftlik (anlam ayrımı)
Çiftlik, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Çiftlikköy (anlam ayrımı)
Çivril (anlam ayrımı)
Çobanlar (anlam ayrımı)
Çubuk
Çukurca (anlam ayrımı)
Demirözü (anlam ayrımı)
Demirözü aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Derbent
Dereli (anlam ayrımı)
Dereli, aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Dikmen (anlam ayrımı)
Dikmen aşağıdaki anlamlara gelebilir:
Dodurga
Dodurga, Dodurgalar:
Doğanyurt (anlam ayrımı)
Doğanyurt şu anlamlara gelebilir:
Dörtyol (anlam ayrımı)
Edremit
Ekinözü (anlam ayrımı)
Elbeyli (anlam ayrımı)
Elmadağ
Elmadağ kavramı birden fazla anlam taşıyabilir:
Evciler (anlam ayrımı)
Elektroskop
Elektroskop, bir cisimde statik elektrik yükünün olup olmadığını, yükün eksi (-) veya artı (+) işaretli olduğunu tespit etmeye yarayan alet.
İletken bir çubuğun bir ucuna iki yaprakçık, diğer ucuna iletken bir plaka veya küre yerleştirerek, plakanın alt kısmı yaprakçıklarla beraber yalıtkan bir muhafazanın içine alınır. Bu basit bir yapraklı elektroskopu teşkil eder. Birkaç voltluk potansiyel farkları tespit etmeye yarayan kondansatörlü elektroskopların yanında, bulutlarda statik elektriğin olup olmadığını bulmaya yarayan elektroskoplar da mevcuttur.
Keldaniler
Keldaniler, Asurlar'ın Katolik kısmını oluştururlar.
Efes Konsili'nden sonra bağımsız bir diofizit kilise kuran Nasturiler, Orta Doğu ve Hindistan'da yayılırlar.
1553 yılı itibarı ile Nasturi hiristiyanların bir kısmı Katolikliği benimser ve Papa'nın otoritesini kabul ederler. Yeni kurulan bu kiliseye "Keldani Kilisesi" adı verilir ve bu tarihten sonra Katolikliği benimseyen Doğu Kilisesi hristiyanlarına Keldani adı verilir. Bazıları ise "Keldani" adının bu halka Katoliklik sonrası verilmediğini, ismin antik bir Güney Mezopotamya halkı olan Kaldeliler den geldiğini savunur.
Keldaniler Papa'nın otoritesini kabul etmekle beraber kendi inanç sistemlerinin bir kısmını koruyabilmiş ve ayinlerini ana dilleri olan Asurca'da (Neo-Aramice) yapmayı sürdürmüşlerdir. Günümüzde ayinlerinin bir kısmı Arapça olarak da yapılmaktadır.
Katolikliğe dönüştürülmemiş olan kısım (Nasturiler) uzun bir süre Hakkari merkeze bağlı Kodşanıs (Konak) köyünü patriklik merkezi olarak kabul etmişlerdir. Nasturi patrikleri 1918'e kadar bu köyde ikamet etmişlerdir. 9. yüzyıl ortalarına dek Hakkari nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Nasturiler, 1843 ve 1846'da "Cizîra Botan" mîrî Bedirhan Bey ile Hakkari mîrî Nurullah Bey'in düzenlediği iki saldırıda önemli ölçüde zayiat vermişlerdir. 1915-18 döneminde Kürt aşiretleri ile çatışan Hakkari Nasturileri önce İran'da Urmiye yöresine ve daha sonra İngiliz yönetimine giren Irak'a iltica etmişler. Günümüzde Patriklik Merkezi Irak'ta Bağdat'dır. Patrikleri "Louis Raphaël I Sako"'dur. Irak'ın eski lideri Saddam Hüseyin'in başbakan yardımcısı Tarık Aziz ("Mikhail Yuhanna"), günümüzde en tanınmış Keldanilerdendir. Irak'taki yaklaşık yarım milyon Hıristiyan'ın çoğunluğunu Katolik Asurlar (Keldaniler) oluşturur. Musul'da yaklaşık 50 bin Keldani yaşamaktadır.
"Keldani" ismi ilk kez, Babil'in yönetimine geçen Kaldî Hanedanı'yla (MÖ 6. yüzyıl) ortaya çıkmış ve Kaldilerin ülkesine Helen (Antik Yunan) kültüründe "Kaldi ülkesi" (Antik Yunanca Χαλδαία, Kaldaya; Akadca māt Kaldu, İbranice כשדים, Kaśdim, Arapça كلدان, Keldan) denilmiştir. Keldan veya Kaldea, Mezopotamya'nın en güney kısmını, civarındaki günümüz Kuveyt'i, ve Basra Körfezi'nin civardaki kıyılarını kapsardı. Kaldî ismi, Latince "occultus" (gizem) isminden, "okült ile (ve/veya okültizm ile) uğraşan" anlamına gelir (Latince "occulere" (gizlemek, üstünü örtmek) fiilinden). Kitab-ı Mukaddes'te, "Keldani" ismi yıldızbilimci veya kâhin anlamlarında geçer.
Zülfikar
Zülfikar (, ), İslâm peygamberi Muhammed'in damadı, amcasının oğlu ve Dört Büyük Halife'den biri olan Ali'nin çatal şeklinde iki başlı kılıcının adıdır.
Kelime anlamı olarak, "sahip" anlamındaki "zû" ile "omurga,boğum" anlamına gelen "fekār" kelimelerinden oluşan zülfekār, Türkçeye zülfikar şeklinde geçmiştir. Bedir Muharebesi sonrasında, yedi karış uzunluğunda ve bir karış kalınlığında olan kılıç savaş ganimeti olarak İslâm peygamberi Muhammed' e geçmiş ve kendisi kılıcı Ali' ye verene kadar kullanmıştır. Merzûk es-Sakīl adında bir usta tarafından yapıldığı rivayet edilen kılıç, genel kabule göre Bedir’de öldürülen Âs b. Münebbih’e aittir. Kılıcın Ali' ye ne zaman verildiği kesin olarak bilinmemekle birlikte genel olarak Uhud Muharebesi'nde verildiği kabul edilmektedir.
Ali'nin Uhud Savaşı'nda Kureyş’in önde gelen savaşçılarından dokuz kişiyi öldürdüğü, bu savaşta bedeninden yetmiş yara alarak son ana kadar Muhammed'i savunduğu, bu sebeple de Cebrail'in, “Zülfikar'dan keskin kılıç, Ali’den büyük yiğit yoktur.” (“Lâ fetâ illâ Alî, lâ seyfe illâ zülfikār”, Arapça ) dediği rivayet edilir.
Kılıcın akıbeti konusunda da çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Ali ve onun soyundan gelenlere intikal eden kılıç, daha sonra Abbasi ve Fatımi halifeler arasında el değiştirdikten sonra 11. yüzyılda ortadan kaybolmuştur.
Caferilik'te ise bu kılıç, on ikinci ve "son İmam" olan El-Mehdi'de bulunmaktadır.
Teslis (Hristiyanlık)
Teslis veya Üçleme, Hristiyan doktrininde Tanrı'nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan oluşan üçlü doğası. Hristiyanlıktaki üç ilahî varlığı içeren akideleri tanımlayan bir ifadedir. Hristiyan kaynaklarda sıklıkla "Kutsal Teslis" veya "Kutsal Üçleme" şeklinde kullanılır.
Hristiyan teolojisine göre bu üçlü birlik birbirinden ayrılmaz ve tek bir Tanrı'nın birbirini tamamlayan farklı yansımaları olarak görülür. Bu açıdan monoteist teoloji çizgisindedir. Diğer tek tanrılı İbrahimî dinlerden Yahudilik ve İslâm ise teslis inancını reddeder.
Türkçeye Arapça'dan geçmiştir. Arapça sözcüğün aslı "تَثْلِيثٌ" fakat dînî kavram olarak "ثالُوثٌ" kelimesi kullanılmaktadır.
Farklı din ve mitolojilerde farklı kökenlere, özelliklere ve anlayışlara sahip farklı teslisler bulunmakta ve bunların çoğunun kendi bütünlüklerinde özel isimleri vardır. Hint din ve mitolojisindeki 'Trimurti' gibi. Bugün Türkçede 'teslis' dendiğinde sıklıkla Hristiyanlıktaki 'Teslis' akla gelse de, daha genel bir anlama sahiptir.
Teslislere şu an varlığını sürdüren inanç sistemlerinde rastlandığı gibi (örneğin Hinduizm ve Hristiyanlık), bugün var olmayan antik dinî inanç ve mitolojilerde de rastlanır. Teslislerin ortak bir geçmiş kültürü işaret ettiğine dair çeşitli hipotezler olsa da bunların hiçbirisi kabul edilen bilimsel kuramlar değildir. Bununla birlikte arkeolojik ve tarihî bulgular komşu kültürlerde bulunan veya aynı topraklarda ardışık dönemlerde ikamet etmiş topluluklardaki teslislerin arasında bir benzerlik, etkileşim ve belki nedensel bağlantı olabileceğini düşündürmüştür.
Teslis kavramının kendisine ve doktrinlerine Yeni Ahit'te rastlanmaz. İsa ve havarilerinin Yahudilikteki Şema kavramıyla çelişen ifadelerine de rastlanmaz. Şema'ya kaynak olan Eski Ahit'teki Tesniye bölümünde şöyle denir: "Dinle, ey İsrail: Tanrımız olan Rab, tek bir Rab'dır." (Tesniye 6:4)
Ancak Teslis'e dayanak olarak gösterilen bazı Kitab-ı Mukaddes âyetleri vardır. Örneğin:
Yunancadan gelen "" kelimesini Baba, Oğul ve Kutsal Ruh için kullanılmasına ilk kez M.S. 2. yüzyılın ikinci yarısında Hristiyanlığın savunucusu Atinalı Atenagoras'da rastlanır:
İlk defa teslis kelimesini kullanan kişi Antakyalı Theophilus'tur (ö. 181). Bugüne kadar gelmiş ve birkaç kitaptan meydana gelen tek eseri olan "Apologia ad Autolycum"’da putperest arkadaşına hakkı anlatmaya çalışırken ' kelimesini Baba, Oğul ve Rûh yerine "Tanrı, Kelimesi ve Hikmeti (Eski Yunanca ' ve ')" için kullanmıştır. Batı kilisesinde teslis kelimesi bu yazıdan birkaç on yıl sonra Tertullianus tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Bunun için Latincedeki ' (üç) ve ' (birlik) kelimelerinden yeni bir kelime olan 'ı üretmiştir. Hukukçu olan Tertulianus, iş hayâtındaki kavramları dîne aktararak Roma Hukûku'ndan alınmış ifâdeleri dîne almıştır. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh için ' (şahıslar - hukuktaki taraf için kullanılmaktadır), üçünün birliği için ' (cevher) kelimeleri gibi. O zaman dînî kavramlara eklenen bu kelimelerle Hristiyan teslîsi ifâde edilecek olursa Tanrı cevherde birdir, fakat ', yâni hükmetmede üç şahıs vardır. Bugünkü Avrupâi dillerde ' ile karıştırılmaması için ' yerine Yunancadan alınan ' (gerçek, huy, varlık, kişisel tabiat) kelimesi tercih edilmektedir.
Tarihte Kitab-ı Mukaddes'i kabul eden cemaatlerin çoğu teslis doktrinine uymuşlardır. Hem Batılı (Katolik ve Protestanlar), hem de Doğulu (Ortodoks, Monofizit ve Nasturî) kiliselerin hepsi, M.S. 4. yüzyılın sonundan itibaren teslisi savunmuşlardır.
Hristiyanlık içinde de teslis inancını reddeden ve İsa'nın hem tanrısal, hem de insânî doğasına karşı çıkan akımlar tarih boyunca ortaya çıkmıştır. Bu akımları ortaya çıkaran önemli felsefî akım Kuzey İtalya'dan gelen aydın dönem Hümanizm'idir. Teslisi reddeden bazı dînî hareketler şunlardır:
Ayrıca teslisi kabul eden dînî cemaatlerde bu doktrine karşı tek tük de olsa bu cemaatlerin din adamlarınca Kitab-ı Mukaddes'le bağdaşmadığı görüşleri ileri sürülmüş ve sürülmektedir. Meselâ Alexander Hislop, Adolph Ernst Knoch veya Karl-Heinz Ohlig gibi.
Değişik zaman ve dînî sistemlerdeki teslisler şunlardır:
Hacıköy
Libido
Libido, Sigmund Freud tarafından ortaya atılan, insanoğlunun ana sorun kaynağı olarak görünen, bastırılmış duyguları insan benliğinde ateşleyen terimdir. Türkçede "insana yaşama gücünü veren enerji" olarak kullanılır. Freud her ne kadar diğer uzmanların "insana yaşama gücünü veren enerji" demesine rağmen libidonun zararlı olduğunu kanıtlamıştır. Libido düşürücü de buradan icat olmuştur.
Daha teknik olarak tanımıyla Carl Jung tarafından bulunmuştur. G |
enel olarak libido, özgür yaratım ya da psişik olarak bireysel gelişi
Freud'a göre libido içgüdüsel enerjidir. Uygarlaşma davranışının uzlaşımlaşması ile çatışma halindedir. Toplumsal konforun getirdiği libidoyu kontrol etme ihtiyacı olarak tanımlanır. Bu toplumsallık ile bireysellik arasındaki huzursuzluk ve gerilimi yönetir. Bu rahatsızlığı, huzursuzluğu Freud neurosis (nevroz, sinirce) olarak isimlendirmiştir. Böylece libido dönüşüme uğramak zorunda kalır. Sosyal alanda kullanılacağı bir alana yöneltilerek yüceltilir. Freud'a göre bu yüceltmedi (sublimation)
Libido, yaratıcı hayatı teşvik edebilir. İnsanlık için doğal yol seksle gerçekleşmesidir. Bununla birlikte derin bilinçaltı seviyelerinde iki seviye birleşebilir bunun sonucunda seksüel çekim ve seksüel dürtü için evrimsel koşullarda sonuçlar verebilir. Bu koşulların kullanımı libidonun karşıt anlamlı sözcüğü olan destrudo'yu oluşturur. (insanın içindeki ölüm, yıkım, kendi kendini yıkım/yok etme içgüdüsü). Freud insan yaşamını iki temel dinamik arasındaki savaşın oynandığı tiyatro olarak görmüş: yaşama içgüdüsü (eros) ve ölüm içgüdüsü (thanatos). Bilindiği üzere Freud daha çok yaşam içgüdüsü ile uğraşmıştır).
Kelime, Freud'un öğrencisi psikanalist Edoardo Weiss tarafından üretilmiş. İlk olarak 1935 tarihli "imago" dergisindeki "Todestrieb und Masochimus" başlıklı makalesinde kullanmış.(Freud "1996-2000"? yıllarını yoğun psişik bunalım dönemler, büyük yalnızlık, muhteşem yaratıcı melankolisi ile geçirir.. Freud daha Paris’teyken ilk şoku yaşamıştı, hem Charcot’nun kişiliğinin getirdiği büyük şok, hem de Paris kentindeki kültür şokunu. Viyana’ya döndüğünde kriz öncesi kriz diye tanımlanan çeşitli psikosomatik reaksiyonlar göstermeye başlamıştı, kalp bölgesinde lokalize olan sancılar, taşikardi, kronik kabızlık, solunum bozukluğu, uykusuzluk, ölüm isteği gibi. 1893 yılında iyice çözülme dönemine gelir onun psişik yapısı. Buna göre yeni bir kriz başlar. Kendisine sigarayı bırakması önerilir, fakat kabul etmez.“Sigarayı bırakarak mutlu yaşayacağıma, sigarayla birlikte mutsuz da olsa keyifli yaşayayım” der. Freud yine bu dönemde, 1894 yılı Haziran ayında, sonradan psikanalizin temel kavramlarından biri olan libido tanımını ilk kez kullanır.)
Bir kısım psikanalist (Federn) aynı içgüdüyü "mortido" kelimesiyle tanımlamış.
Doktor ve psikiyatristler libidonun azaltılmasını bir çeşit seksüel fonksiyon kaybı olarak görmekte ve bunu tıbbi bir problem olarak ele almaktadır. Örneğin, libidonun azalışını, erkekte testosteron ve kadında östrojen hormonunun üretiminin azalmasına bağlarlar. Hormon yetersizliği hormon tedavileriyle düzenlenebilir.
Birçok tıbbi durum altında libido azalabilir. Ameliyat, aşırı yorgunluk, bitkinlik, psikiyatrik sorunlar(depresyon, kaygı) gibi. Bazı ilaçların da libido düşüşünde yan etkileri söz konusu olabilir.
Mezuza
Mezuza (İbranice: מזוזה), bazı Musevilerin evinin giriş kapısının sağ pervazına yerleştirdiği ve içinde Tevrat'tan metinler bulunan kutucuk.
İbranice'de mezuza "kapı pervazı" anlamına gelir ancak dar manada mezuza, kapı pervazına çakılan, tahta veya metal benzeri maddeden yapılmış bir muhafazaya yerleştirilmiş parşömendir. Tevrat'ın Tesniye (6:4-9 ve 11:13-21) bölümlerindeki Şema Yisrael metinleri bulunmaktadır: "Duy, Ey İsrail, RAB bizim ilahımızdır, RAB birdir." Soldan sağa dürülmüş olan bu parşömenin dış yüzeyinde ise "Her Şeye Kadir" anlamına gelen "Şaday" kelimesi yazar ki bu aynı zamanda "Şomer Delatot Yisrael" yani "İsrail Kapılarının Koruyucusu" cümlesinin baş harflerinden de oluşur.
Mezuza evin dış kapısına ve evin banyo - tuvalet hariç tüm kapıların sağ pervazına üst ucu içeriyi gösterecek şekilde hafif bir eğimle ve özel bir dua ile çakılır. Her dindar Musevi evden çıkarken ve girerken parmaklarıyla bu mezuzaya dokunur ve öper. Mezuzalar Sofer adı verilen ve bu konuda eğitim almış hattatlar tarafından kaşer (helal) bir hayvanın derisi üzerine mürekkep ile kamış kalemle yazılır. Musevi inancında kapıların pervazlarına çakılı olan mezuzaların en az yedi senede iki defa açılıp kontrol edilmesi gereklidir. Eğer mürekkeplerde bir akma söz konusuysa hemen bir hahama götürülür ve değişmesi icabediyorsa yenisiyle değiştirilir.
Lira
Lira, günümüzde Türkiye'nin yanı sıra Lübnan, Sudan ve Suriye'nin resmî para birimlerinin adıdır.
Euro Alanı üyelerinden İtalya (1807-1813, 1861-2001), Kıbrıs (1879-2007), Malta (1972-2007) ve Vatikan (1866-1870, 1929-2001) ile, Fransa (781-1795) ve İsrail'in (1948-1980) geçmiş para birimleri lira idi. Ayrıca lira terimi, Birleşik Krallık ve Saint Helena'nın günümüzdeki, İrlanda'nın ise Euro öncesi para birimi (997-2001) olan pound sözcüğünün de Türkçe karşılığıdır.
Türkçeye, İtalyanca üzerinden Latinceden geçmiştir. Latince "libra" sözcüğü, "terazi" anlamındadır. Libre, Roma İmparatorluğu döneminde, değerli metallerin ölçümünde 327,45 gramlık bir ağırlık birimi olarak kullanılmış ve böylece para birimi anlamında da kullanılır olmuştur. Öte yandan "pound" sözcüğü de Latince "pondus" (ağırlık) sözcüğünden türemiştir.
(*) Bu ülkeler, para birimlerini Euro olarak değiştirmişlerdir.
BAE Systems
BAE Systems (kısa adı: BAE), havacılık ve savunma sanayisinde etkinlik gösteren bir İngiliz şirketidir. Dünyanın en büyük şirketlerinden biridir.
Bu İngiliz şirketinin merkezi Farnborough'dadır. BAE'nın 20 ülkede 100.000'in üzerinde çalışanı vardır. BAE savunma sanayisinin yanında hava ve uzay sanayisinde de çalışıyor.
BAE Systems 1999 yılında British Aerospace ve Marconi Electronic Systems'in birleşmesiyle ortaya çıktı ve böylece savunma sanayisinde dördüncü büyük şirket oldu.
2003 yılına kadar bu şirket Lockheed Martin ve Boeing'in birçok alt kuruluşunu satın aldı. 2005 yılında tank üreticisi Alvis'i satın alıp kara araçları bölümünü geliştirdi. Aynı yıl United Defense'i satın alarak ABD'deki konumunu güçlendirdi.
BAE'nin yıllık cirosu 15 milyar dolar olup bunun %40'ını ABD'de elde etmektedir. Amerikalı olmayan bu şirket Pentagon'un en önemli 10 sağlayıcıları arasındadır.
BAE yerli savaş uçağı TFX projesinin gerçekleştirilmesinde ortak şirket olarak seçilmiştir.
Pentagon
Pentagon, ABD'nin Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'nın genel adıdır.
Arlington County Virjinya, Washington, D.C. sınırında bulunmaktadır. ABD'deki askeri işlerle ilgili tüm resmi kurumlar, Pentagon kapsamında ele alınır. Adını Washington'da üstlendiği binanın biçiminden alır. 1941 ile 1943 yılları arasında inşa edilen ve iç içe geçen beş tane beşgenden (pentagon,yunanca'da beşgen demektir) oluşan bina 600,000 m² toplam alan ve 340,000 m² kullanım alanıyla dünyanın en büyük resmi daire binalarından biridir.
Varşova Paktı
Varşova Paktı, 14 Mayıs 1955 tarihinde Varşova'da, sekiz sosyalist ülkenin imzaladığı "Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması" ile kurulan askeri ve siyasal birlik. Antlaşmayı imzalayan ülkeler Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve SSCB'ydi. Anlaşma, daha önceleri SSCB ile Çekoslovakya (1943); Polonya (1945); Bulgaristan, Macaristan ve Romanya (1948) arasında imzalanan ikili anlaşmaları bütünlüyordu. Pakt, Macaristan, Çekoslovakya ve Afganistan'ın işgalleri gibi önemli siyasal olaylarda askeri unsur olarak yer almıştır.
Sosyalist ülkeleri, karşılıklı bağlarını bir pakt içinde güçlendirmeye yönelten başlıca neden; sosyalist ülkelere ve sosyalizmin yayılmasına karşı 1949'da kurulan NATO'nun, askeri etkinliklerini artırması ve silahlanmaya hız vermesiydi. Birliğin kuruluşuna ilişkin ilk adım, 29 Kasım-2 Aralık 1954 tarihleri arasında sekiz sosyalist ülkenin katılımıyla, ortak güvenliğin ve barışın korunması konusunda ve Moskova'da düzenlenen konferansta atıldı. Varşova Paktı, Londra ve Paris Antlaşmaları ile Federal Almanya'nın NATO'ya girmesi ve NATO'ya bağlı olarak Batı Avrupa Birliği'nin kurulmasıyla Avrupa'da doğan ve giderek artan savaş tehlikesine karşı biçimlendi. Pakt kurucularına göre bu gelişmeler, barışsever devletlerin güvenliği bakımından bir tehdit oluşturuyor ve savunma sağlayıcı karşı önlemlerin alınmasını gerektiriyordu.
Paktın kuruluşundan hemen sonra, Temmuz 1955'te Moskova'da, ABD'yi de içine alan bir Avrupa güvenliğinin yararına olmak üzere, NATO ve Varşova Paktı'nın dağıtılması önerildi. Varşova Paktı'nın kuruluşunu izleyen süreçte, SSCB ile üye ülkeler arasında zincirleme bir biçimde ikili yardım anlaşmaları imzalandı. SSCB aynı zamanda Polonya, Macaristan, Romanya ve Demokratik Almanya ile 1956 Aralık - 1957 Mayıs döneminde bir dizi kuvvet statüsü anlaşması imzaladı. Aynı tür bir antlaşma, Çekoslovakya'yla 1968'de imzalandı. Anlaşmada uluslararası ilişkilerde tehdit ve kuvvete başvurma kınanarak, üyelerin bunu önlemek konusunda gerekli tüm çabayı gösterecekleri belirtiliyordu.
Paktın çok uluslu silahlı kuvvetlerinin tek ortak eylemi Ağustos 1968'de Çekoslovakya'nın işgali oldu. Romanya ve Arnavutluk hariç tüm üye ülkeler harekata katıldı.
Moğolistan, 1963'te, Çin-Sovyet ayrılığı'nda üyelik başvurusu yaptı. Ancak Pakta, Avrupa'da olmadığı için gözlemci olarak katılabildi. 1966'dan itibaren de Sovyet askerleri Moğolistan'da konuşlandırıldı. Arnavutluk ise 1962-1968 döneminde çalışmalarına katılmadığı pakttan 1968'de, Çekoslovakya'nın işgalinden sonra kesin olarak çekildi. Doğu Almanya, Paktın askeri kanadına 1956'da katıldı. Batı Almanya ile birleşmesi sonucu 1990 yılında paktan çekildi ve NATO'ya girmiş oldu.
1991 yılında SSCB'nin dağılması ve üye devletlerde sosyalist rejimden çok partili parlamenter rejimlere geçilmesi, Avrupa'nın iki bloklu yapısını siyasal bakımdan ortadan kaldırdı. Varşova Paktı, 1 Temmuz 1991'de dağıtıldı ve böylece savaş sonrası Avrupa'sının iki kutuplu yapısı askeri bakımdan da tarihe karışmış oldu.
Başlangıçta yılda en az iki kez toplanması öngörülen Siyasal Danışma Komitesi CPC'nin, 1972'den itibaren yılda iki kez toplanmasına karar verildi. Başkanlık ve toplantı yerinin, üye devletlerce sırayla üstlenildiği organ, üye ülkelerin Komünist Parti Birinci Sekreterleri, |
Devlet Başkanları ve Dışişleri Bakanlarından oluşmaktaydı. Toplantılarda genellikle, Varşova Paktı Ordusu'nun komutanı da bulunurdu. En üst düzey askeri rütbe ise, Birleşik Yüksek Komutanlık (USC) idi. CPC'nin denetiminde olan USC'nin önde gelen görevlileri, başkomutan, kurmay başkanı ve başkomutan yardımcılığı yapan Askeri Konsey üyeleriydi. 1969'dan paktın son bulmasına kadar her yıl toplanmış sürekli bir organ olan Savunma Bakanları Komitesi'nce desteklenmekteydi. Üye devletler arasındaki iş birliğini güçlendirmek amacıyla kurulan Dışişleri Bakanları Komitesi de 1976'dan itibaren benzer bir işlevi yerine getirmiştir. Danışmanlık işlevi görmekte olan Askerî Konsey, savunma bakan yardımcılarından ve üye devletlerin genelkurmay başkanlarından oluşmuştur.
Varşova Paktı silahlı kuvvetleri, 4,5 milyona yakını Avrupa'da olmak üzere yaklaşık 6,3 milyon muvazzaf personele sahipti. Ek olarak 700.000 kişilik ulusal güvenlik kuvvetleri de bulunmaktaydı. Paktın dünya üzerinde aktif durumda; 244 tümen, 27 bağımsız tugay, 60.000 savaş tankı içeren kara ve 12.000 uçağı içeren hava kuvvetleri vardı. Büyük bölümünü Sovyet donanmasının oluşturduğu Deniz Kuvvetleri, nükleer balistik füze denizaltılarına ek olarak 300 denizaltı gemisinden oluşuyordu. Bunların bir bölümü, denizaltılarından Cruise-seyir füzeleri atabilmekteydi. Su üstü kuvvetlerinde, uçak gemisi ve kruvazörlerden oluşan 40 savaş gemisi, çok sayıda değişik türden gemi ve havadan gemilere güdümlü füze atabilen 500 deniz bombardıman uçağı envanter dahilindeydi.
Paktın kıtalararası balistik füzeleri (ICBM), denizaltı gemilerindan atılan balistik füzeler (SLBM) ve bombardıman uçaklarından oluşan stratejik kuvvetlerinin tümü Sovyetler Birliği tarafından sağlanmıştır. 1989’da Varşova Paktı'nın asker sayısı 6.310.000 dolayındaydı. Fiili asker sayısı 5.390.000 olan NATO silahlı kuvvetleriyle 920.000 kişilik bir fark vardı. SSCB ise tek başına ABD’nin üç katından fazla askere sahipti.
Melissa Panarello
Melissa Panarello, 1985, İtalyan yazar.
İlk kitabı "100 colpi di spazzola prima di andare a dormire"/Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi 30 dilde 41 ülkede yayınlandı ve pek çok ülkede en çok satanlar listesine girdi, bazı ülkelerde de dağıtımı yasaklandı. Bu kitap, yazarın günlüğü şeklinde hazırlanmış bir kitaptı ve daha çok olaylar -özellikle de yazarın cinsel hayatı ve seks deneyimleri- üzerine kurgulanmıştı. 100 Fırça Darbesi, Yapımcı Francesca Neri’nin filmin haklarını almasıyla, beyazperdeye uyarlandı.
Genç yazarın ikinci kitabı "L'odore del tuo respiro (Nefesinin kokusu)" ise Yusufçuk Gece Gelir adı ile Türkiye'de yayınlandı. Bu kitap da günlük şeklindeydi, yazarın ilk kitabının basılmasıyla ünlü olmasından sonraki yaşantısını anlatıyordu. Bu kitapta ise genellikle olayların ruhsal boyutlarını inceliyordu.
Melissa P. röportajlarından birinde, bu kitapları yazmadan önce Vladimir Nabokov'un Lolita'sını okumadığını açıkladı. Edebiyat çevreleri eleştirilerinde, Melissa P. kitaplarının ahenkten, fikirden ve vasat bir kitapta olması beklenen pek çok şeyden yoksun olduğunu, erotizmin estetikten bağımsız ve pornografiye kaçan bir üslupla işlendiğini, kitapların çok satmasında sanatsal değerlerinden daha çok izlenen stratejinin etkili olduğunu belirtmektedirler.
Jean Genet
Jean Genet "("Jan Jöne" diye okunur)" (19 Aralık 1910, Paris - 15 Nisan 1986, Paris), Fransız düşünür; oyun, deneme ve roman yazarı; şair, politika aktivisti. Daha çok tiyatro oyunlarıyla tanınır.
Camille Gabrielle Genet tarafından 1910 yılında kimsesizler yurduna bırakılan yeni doğmuş bebeğe "Jean" adı verilmişti. Jean, yedi yaşına geldiğinde zanaatçı bir ailenin yanına yerleştirildi. 10 yaşında hırsızlığa başladı, on üç yaşında bir zanaat okuluna kaydoldu. Ancak orada da çok kalmayacaktı; 1926'da, 3 ay süren ilk hapishane deneyimini yaşadığında 15 yaşındaydı. Serbest kaldığında uslanmamıştı; bu kez reşit olana kadar kalmak üzere ıslahevini boyladı. 1930'ların sertliği ile ünlü bu ıslahevi Genet’yi gerçek bir suçlu haline getirdi.
Islahevinden kurtulabilmek için yazıldığı askerlikten ve ardından Fransa'dan firar eden Genet, pek çok ülkeyi ve hapishaneyi ziyaret edeceği bir yıllık seyahatinin sonucunda 1937’de Fransa’ya geri döndü ve yeniden suç dünyasına daldı. Beş yıl boyunca ya hırsızlık yaptı ya fahişelik. 1942’de bir kez daha cezaevine düştüğünde olgunlaşmıştı artık. İlk şiirini yazdı, ilk kitabı "Notre-Dame des Fleurs" (Çiçeklerin Meryem Anası) yayımlandı. Ardından "Miracle de la rose" (Gülün Mucizesi) geldi. 1948 yılında yayımlanan "Journal du voleur" (Hırsızın Günlüğü) bir anlamda Genet'nin otobiyografisi niteliğindedir. "Le balcon" (Balkon), oyunları ve hatta tüm eserleri içinde en çarpıcı olanı kabul edilir. Balkon adlı oyununda yeryüzü egemenlerini alaycı ve acımasız bir dille eleştirir. Bu oyun Türkçe olarak 1998 yılında Tiyatro Stüdyosu tarafından sahnelendi. Ölümünden kısa süre önce, atölyesinde ziyaret ettiği Alberto Giacometti ile yaptığı röportaj ve Giacometti'nin sanatı üzerine kendi yorumunun bulunduğu "L'Atelier d'Alberto Giacometti" Giacometti'nin Atölyesi adlı röportaj/sanat içerikli kitabı, Genet'nin son yapıtıdır.
Kitapları sayesinde tanıştığı André Gide, Jean Cocteau ve Jean-Paul Sartre'ın cumhurbaşkanına verdikleri dilekçe sonucu özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu af sonrası, tekrar yeraltı dünyasına dönmemiş, kendisini tamamıyla edebiyata vermiştir. Ancak toplumsal olaylara, ezilen insanlara karşı hiç duyarsız kalmamış; Mayıs 1968'de öğrencilerin, Vietnam Savaşı sırasında Amerikan solunun,
ırkçılığa karşı Kara Panterler'in ve İsrail’e karşı da Filistinliler'in yanındaydı. Bu konular hakkında yazdıkları ve röportajları Türkçe olarak "Açık Düşman" başlığıyla yayımlanmıştır.
Bir süredir gırtlak kanseriyle mücadele eden Genet 1986'da Paris'te bir otel odasında ölü olarak bulundu. Genet'nin başını sert bir şekilde çarpmış olabileceği düşünülmektedir.
Barter
Barter ya da trampa, para kullanmaksızın ürünlerin değişimiyle (takas) yapılan ticaret.
Bu sistemde alacak-verecek ilişkisi firmaların kendileri arasında değil, barter havuzuna doğru olmaktadır. Böylelikle, barter sistemine üye olan bir firmaya yapılan satış işlemi sonucunda alacak yine barter sistemine üye olan bir diğer firmadan mal veya hizmet alarak tahsil edilebilmektedir.
Sabit kur
Sabit kur, yerel para biriminin değerinin, başka bir para biriminin veya para birimleri sepetinin değerine veya altın gibi başka bir değere bağlandigi kur düzenidir. Ölçü alınan bu değerler yükselip düştükçe, bunlara bağlanmış olan yerel para biriminin de değeri değişir. Kur değeri alt ya da üst limit çizgisini geçerse kura müdahale edilir. Sabit kur uygulaması için ülke döviz rezevlerinin yeterli düzeyde ve sürekli dış finans kaynaklı olması gerekir.
Serbestçe başka para birimlerine çevrilebilir (konvertibl) para birim değerinin başka değerlere sabitlenmesi, merkez bankasının alım ve satım işlemleri ile sağlanır. Buna göre merkez bankası yerel para birimiyle ilgili olası arz veya talep kaymalarını, bunları karşılayacak işlemler yaparak dengeler ve yerel para biriminin hedeflenen seviyede (veya aralıkta) kalmasını sağlar.
Sabit kur düzeninin tersi dalgalı kur düzenidir.
Sabit kur düzeninin kullanılmasının başlıca nedeni, genellikle enflasyonu kontrol altına almak için uygulanan, sıkı para politikalarının güvenirliğini artırmaktır. Enflasyon hakkındaki beklentiler, gerçekleşecek enflasyonun üzerinde etkili olduğu için bu güvenirliği sağlamak önemlidir. Sabit kur düzenini uygulayan ülkeler aynı zamanda imkansız üçlü gereği bağımsız para politikası da uygulamaktadırlar.Ayrıca otoritelerin yukarıda bahsi geçen riskler nedeniyle enflasyona yol açacak tüm politikalardan kaçınacağı ve sıkı para politikasını titizlikle uygulayacağı beklentisi ağırlık kazanır. Başka bir deyişle sabit kur düzeni, sıkı para politikalarına bağlılık mesajı verir.
Sabit kur düzeninin bir başka faydası da, kur belirsizliğine (düzenin aniden bırakılması ihtimali dışında) son vererek, ülkeler arası ticaret için uygun bir ortam oluşturmasıdır.
Sabit kur düzeni, hükümetlerin ekonomideki iç dengeleri sağlamak için zaman zaman başvurabilecekleri para politikalarını, bağımsız olarak uygulamalarını olanaksız kılar. Ayrıca bu düzen, kurun sabitlendiği para biriminin kullanıldığı ülkede gerçekleşebilecek enflasyonun, düzeni uygulayan ülkeye de yansımasına neden olur. Bu nedenlerle birçok iktisatçı değişken kur düzeninin, çoğu durumda, sabit kur düzenine tercih edilmesi gerektiği görüşünde birleşir.
Buna ilave olarak, sabit kur düzeninin para birimlerinin gerçek piyasa değerlerini yansıtmalarına engel olduğu, bu nedenle de krizlere yol açabilecek bazı önemli riskler yarattığı öne sürülmektedir. Bu risklerin bir yönü, merkez bankasının alım satım işlemleri için gerekli olan döviz birikimi ile ilgilidir. Eğer kurun sabitlendiği değer, bu para biriminin uzun vade ortalama piyasa değerine eşit veya yakınsa, kısa vadeli arz veya talep değişiklikleri merkez bankası birikimleri için bir sorun oluşturmayacaktır. Zaman zaman artan, zaman zaman ise azalan talep (veya arz) uzun vadede merkez bankası birikimlerinin aynı seviyelerde kalmasına imkân tanır. Öte yandan eğer belirlenen kur, olması gereken uzun vade ortalama kurdan çok farklıysa, merkez bankası tekrar tekrar aynı yönde işlem yaptığı için, bir süre sonra birikimlerinde erime başlayacaktır. Bu durum sabit kur düzeninin sürdürülebilirliği açısından bir tehlike oluşturur.
Bununla yakından ilgili bir başka konu da, sabit kur düzeni süresince yaşanabilecek yüksek enflasyonun yarattığı risklerdir. Ülkede, kurun bağlandığı para birimlerinin kullanıldığı ülkelere göre daha yüksek oranlarda enflasyon yaşanması, diğer değişkenler sabit varsayıldığında, yerel para biriminin gerçek piyasa değerinin, sabitlenen kurun altına düşmesine yol açacak, bu aralık açıldıkca yukarıda anlatılan sorun için zemin hazırlanacaktır. Bu nedenle sabit kur düzeni uygulayan ülkelerin yüksek enflasyona yol açacak politikalardan kaçınması gere |
kir.
Sabit kur düzeniyle ilgili bir başka risk de spekülatif saldırılardır. Genellikle bu saldırılar yatırımcıların, özellikle de yukarıda anlatılan nedenlerle devalüasyon beklentileri yaşanan dönemlerde, yerel para birimi üzerinden büyük tutarlarda borç alıp bu kaynakları başka para birimlerine çevirmeleri şeklinde olur. Yatırımcıların bu ikinci işlemleri yerel para birimi açısından ani ve yoğun bir arz olusturur. Merkez bankasının sabit kur politikasını sürdürebilmek için çok miktarda döviz satarak karşılığında piyasadan yerel para birimini alması gerekecektir. Eğer spekülatif saldırı büyük tutarlarda olduysa; veya bu hareketlenme giderek daha çok yatırımcının benzer işlemler yapmasına neden olarak toplamda büyük bir tutarda arz yaratmışsa, merkez bankası bu arzı karşılayacak döviz satışı yapmak konusunda zorluk çekebilir; veya bu saldırı karşılansa bile yeni saldırılar olması ihtimalinin yüksek olduğunu, bu nedenle de sonuçta kurun istenen seviyede tutulamayacağını öngörerek bu arzı karşılamamaya karar verebilir. Böyle bir durumda devalüasyon kararı alınır. Bu da zaten spekülatif saldırıyı gerçekleştiren yatırımcıların ümit ettiği sonuçtur. Almış oldukları dövizleri yeni kur üzerinden yerli para birimine çevirerek borçlarını ödeyebilir, iki kur arasındaki farkı da kar olarak kazanmış olurlar.
T.C Merkez Bankası
Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü
Adnan Kahveci
Adnan Kahveci (20 Şubat 1949, Köprübaşı, Trabzon - 5 Şubat, 1993 Gerede), elektrik mühendisi profesör, 46, 47. ve 48. hükümetlerde görev almış siyasetçi ve devlet adamı.
1949 yılında Trabzon'un Köprübaşı ilçesi Beşköy beldesi Yılmazlar mahallesinde doğdu. İlkokul yıllarında Milliyet gazetesinin açtığı yarışmada birinci oldu. Eğitimine İstanbul Kabataş Erkek Lisesinde devam etti. 1966'da dönem birincisi olarak mezun oldu. Üniversite sınavında birinci oldu ve İstanbul Üniversitesine girdi. Eğitimine ABD'de Indiana'daki Purdue Üniversitesinde devam etti ve buradan elektrik mühendisi olarak mezun oldu. Missouri Üniversitesi'nde doktora yaptı. Bu üniversitede bir süre akademik çalışmalarına devam ettikten sonra Türkiye'ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yaptı.
Üniversitedeki görevinden sonra İçişleri Bakanlığı bünyesindeki teknik danışmanlık göreviyle beraber siyasi hayata adım atar. Korkut Özal'a danışmanlıkla başlayan bürokrasiyle tanışıklığı 12 Eylül sonrası Turgut Özal'a danışmanlıkla sürdü.12 Eylül döneminde Başbakanlık Danışmanlığına atandı ve o sıralarda Turgut Özal'la tanışmıştır. 1983 yılında ANAP'ın kurucuları arasında yer alan Kahveci, 1987 yılında İstanbul'dan milletvekili seçildi, XVIII. ve XIX. dönem İstanbul Milletvekilliği yaptı
1987'de DPT ve Hazineden sorumlu Devlet Bakanı oldu.
Dönemin başbakanı Yıldırım Akbulut tarafından 1990 yılında Maliye Bakanlığı görevine getirildi.
5 Şubat 1993 tarihinde eşi ve iki çocuğu ile birlikte Bolu-Gerede yakınlarında otobanda ters yola girerek trafik kazası geçirdi. Adnan Kahveci ve eşi olay anında hayatlarını kaybederken, 17 yaşındaki çocukları Aslıhan Kahveci yaralı olarak kurtuldu ancak, bitkisel hayata girdi ve 10 gün sonra öldü. Adnan Kahveci'nin mezarı eşi ve kızıyla birlikte İstanbul'un Anadolu yakasında Kartal-Yakacık Mezarlığı'ndadır.
Hücreler arası geçiş
Bir hücresel ağda, servislerden yararlanırken (yani, GSM'de konuşma veya veri iletişimi sırasında) kullanıcının yer değiştirmesi; kullanıcının bir hücrenin kapsama alanından çıkıp başka bir hücrenin kapsama alanına girmesini gerektirir.
Hücreler arası geçiş, kullanıcı hücre değiştirirken var olan iletişimin kesilmemesini sağlar. Bu, şu şekilde elde edilir:
Baz istasyonu
Baz istasyonu, iki yönlü bir mobil ağ sisteminde yayın yapan birimdir.
Radyo sistemindeki bir antenden farklı olarak, baz istasyonu hem sinyal alır, hem de sinyal gönderir yani iki antenden oluşur. Günümüzde baz istasyonları değişik yönlere doğru değişik güçlerde yayın yapma kabiliyetine sahip olan tevcihli antenler kullanır. İnsanların dikkatini çekmemek için, baz istasyonları değişik boy ve şekillerde olabilir.
Baz kelimesi İngilizce base (temel taban esas) kelimesinin Türkçeye geçmiş şeklidir. Baz istasyonu cep telefonu ile haberleşmede elektro manyetik sinyalleri yayınlayan veya alan bir anten ile bir radyo verici alıcısıdır.
BTK Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun yönetmeliğine göre, baz istasyonlarında belirlenmiş güvenlik mesafesindeki cihaz başına düşen elektrik alanı sınır değeri 900 MHz için 10,26 V/m’yi, 1800 MHz için 15.1’i geçemez.
Bu değerler ICNIRP (Uluslararası İyonlaşmamış Radyasyondan Korunma Komisyonu) tarafından belirlenen ve tüm operatörler tarafından referans alınan dünya standardı olan 41,2 V/m’nin 4 kat daha düşük seviyesine denk gelmektedir.
1-Dünya Sağlık Örgütü 2000 yılında Cep Telefonları ve Baz İstasyonları ile ilgili temel veriler belgesi yayınladı. Bu belgede “Alınacak önlemler” bölümünde şu ifade yer almaktadır: “Mevcut bilimsel deliller, cep telefonu kullanımı için herhangi bir özel önlem alınması gerekliliği öngörmemektedir. Bireyler endişe duyuyorsa, arama sürelerini kısıtlayarak ya da cep telefonlarını baştan ve vücuttan uzak tutmak için ‘hands-free’e (uzaktan konuşma) özelliği olan cihazları kullanarak kendileri ve çocuklarının RF maruz kalma oranlarını kısıtlamayı tercih edebilirler.”
2-Dünya Sağlık Örgütü 2006 yılında baz istasyonları ve kablosuz teknolojiler ile ilgili temel veriler belgesi yayınladı. Bu belge, baz istasyonları çevresinde kanser kütlesi oluşumu ve uyku ve kardiyovasküler problemler gibi semptomların görülmesine ilişkin bilimsel delilleri özetlemekteydi. Sonuç bölümündeki ifadeye göre; “son derece düşük yayılım seviyeleri ve bu güne kadar toplanan araştırma sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, baz istasyonları ve kablosuz şebekelerin yaydığı zayıf RF (radyo frekans) sinyallerinin olumsuz sağlık etkilerine yol açtığı yönünde ikna edici hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır.”
3-Bağımsız uzmanlar tarafından çok sayıda inceleme yapılmıştır ve hiçbirinde, Uluslararası İyonlaştırmayan Radyasyondan Korunma Komisyonu (ICNIRP) tarafından belirlenen limitlerin altında kalan seviyelerde radyofrekans alanlarına maruz kalınmasının, sağlık üzerinde olumsuz etkisi olduğu yönünde bir sonuca ulaşılmamıştır. Cep telefonları ve baz istasyonları, insanların öngörülen seviyelerin üzerinde bir seviyede radyofrekans alanına maruz kalmamasını teminen tasarlanmıştır ve işletilmektedir. (BTK Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu, dünya genelinde iyonize olmayan radyasyon limitlerini belirleyen, dünyada en çok tercih edilen, en güvenilir otorite olan ICNIRP’ı referans almaktadır.)
4-Frekans spektrumun çok çeşitli kısımlarına maruz kalmanın sağlık üzerindeki muhtemel etkileri konusunda kapsamlı bir araştırma yapılmıştır. Bugüne kadar yapılan tüm incelemeler, ICNIRP EMF (Elektro Manyetik Alan) Talimatlarında tavsiye edilen limitlerin altında kalan ve 0–300 GHz frekansları aralığını kapsayan maruziyetlerin, sağlık açısından bilinen olumsuz bir etkisinin olmadığını göstermektedir. Ancak, sağlık açısından riskleri tespit etmek için daha iyi bir değerlendirme yapmadan önce, bilgilerdeki eksikliklerin tamamlanması gerekir. (WHO, IEMF web sitesi, http://www.who.int/peh-emf/research/en/, 27 Eylül 2006)
Cep telefonları ile baz istasyonları arasında sistem mantığı gereği ısı ışın yaymaz. Mikro dalga etkisi yoktur. Mikrodalga etkisinin zararları aşağıda anlatılmakta olsa da baz istasyonlarının çalışma mantığı mikro dalga ile karıştırılmamalıdır. Mikrodalgaların kanser ile ilişkisi üç şekildedir: Mikrodalganın kendisinin kanseri oluşturması, kanser yapıcı maddelerin hücreye girişini kolaylaştırması veya mevcut kanserli ortamın yaygınlaşmasını hızlandırması. Mikrodalga, DNA’yı onararak kanseri engelleyen melatonini azaltmakta ve dolayısıyla tümörü, lenfom (lenf bezi kanseri), ben kanseri, erbezi tümörü, çocukluk kanserleri meydana gelmektedir. Buna ek olarak mikrodalgaların kan içerisindeki anti-oksidanları azalttığı da gözlenmiştir. Bu da serbest radikallerin miktarını arttırıp genel kanser riskini arttırırken yaşlanmayı da hızlandırmaktadır. Baz istasyonları çalışma mantığı olarak ısı ışın yaymadığından mikro dalga etkisi yoktur. Bu nedenle insan sağlığı üzerinde kanıtlanan hiçbir etkisi yoktur. Btk yine de işi sık tutup sistemleri güvenlik mesafesi ve kurallarına göre kurdurmaktadır. Dünya sağlık örgütü, tübitak raporları cep telefonu baz istasyonlarının zararsız olduğunu desteklemektedir. Baz istasyonları GSM-900, GSM-1800 ve GSM-1900 frekans bantlarından yayın yapmakta ve bu yayınlar radyo / televizyon sinyallerinin çok altındadır. Baz istasyonu sinyalleri için uluslararası standartlar ölçüsünde azami limit değer 40 V/metredir. Türkiye'de 10 V/metre üst limit değerler uygulanmaktadır.
Mobil terminal
Mobil terminal, bir mobil ağda ağın sunduğu hizmetlerden yararlanan birim. Popüler örnekler olarak cep telefonu veya Wi-fi destekli bir dizüstü bilgisayar gösterilebilir.
Cep telefonu
Cep telefonu, kolayca taşınabilen, geniş kapsama alanlı, kablosuz telefon sistemini kullanan bir iletişim ve multimedya aygıtı.
Cep telefonu ile sağlanan hizmetler, telefon modeline ve servis sağlayıcıya göre değişmekle beraber en yaygın olarak kullanılanları, sesli görüşme ve kısa mesaj hizmetidir. Sesli ve yazılı görüşmenin yanı sıra görüntülü görüşme, görüntülü mesaj, müzikçalar, video oyunları, internet, veri transferi ve hatta ofis uygulamaları gibi tüm diğer bilgisayar işlevlerini kullanıcısına ulaştırabilir.
Cep telefonları internet ve telefon bankacılığı hizmetlerindede kullanılabilir. Paypal gibi çevrimiçi hesapları kullanarak, sms aracılığıyla, satın alınan mal ve hizmetlerin ücretlerinin ödenmesi amacıyla kullanılabilir.
Teknolojideki gelişmeler sonucu her geçen gün yeni cep telefonu modelleri çıkmaktadır. Bu modeller zaman zaman farklı grupların özelliklerini de barındırdığı için tam bir sınıflandırma yapmak mümkün değildir. Cep telefonları genel bir sınıflamayla başlıca şu gruplara |
ayrılır:
Tuş takımlı: Tuş takımlı telefonlar karakter girişi ve menü seçimleri için fiziksel butonlara sahiptir. Başlıca iki gruba ayrılır:
Dokunmatik: Bu tür telefonlarda dokunmatik ekran ya da dokunmatik padlara parmaklar veya özel kalemlerle dokunarak veri girişi yapılabilir.
Bazı telefon modellerinde dokunmatik ekran ve tuş takımı bir arada bulunur.
Normal (düz): Normal veya düz telefonlar, sadece ekrana veya ekran ile aynı düzlemde bulunan bir tuş takımına sahiptir. Tuş takımını ya da ekranı kaplayan, koruyan herhangi bir parça ihtiva etmez. İlk cep telefonları modellerinin tamamı bu şekildedir. Tuş kilidini aktif hale getirmek için genellikle birkaç tuştan oluşan bir kombinasyonu kullanmak gerekir.
Kapaklı: Kapaklı cep telefonlarında (İngilizce: "flip phone") tuş takımını, ekranı veya her ikisini birden kaplayan koruyucu bir kapak bulunur. Genellikle bir çift menteşe etrafında dönen kapak, elle veya bir düğme yardımı ile açılıp kapanır. Kapaklı cep telefonlarında ekran ve tuş takımı dış etkenlerden korunurken, tuş kilidi kullanımına da gerek kalmaz.
Kızaklı (kayan kapaklı veya kaydıraklı): Kızaklı telefonlar (İngilizce: "slide phone"), genellikle bir çift kızak üzerinde hareket eden iki parçadan oluşur. Üstteki parça sadece ekranı, birkaç önemli tuşu ya da her ikisini birden ihtiva eder. Alttaki parça ise genellikle tuş takımını ihtiva eder. Kızaklı cep telefonlarında, genellikle, tuş kilidini açmak için üsteki parçayı kaydırmak yeterlidir.
Simkart, cep telefonlarının servis sağlayıcının telefon hizmetinden yararlanmasını sağlayan ve kimlik bilgilerini barındıran bir mikroçiptir. Simkart sözcüğü, İngilizce "Subscriber Identity Module" (Abone Kimlik Modülü) sözcüklerinin baş harfleri ile kart sözcüğünün birleşmesinden meydana gelmiştir. Simkart cep telefonunun içine yerleştirilir. Çıkarıldığında cep telefonundan normal aramalar yapılamaz. Simkartsız bir cep telefonu ile sadece acil servisler aranılabilir. Simkart başka bir telefona takıldığında eğer yeni telefon farklı simkartlara kilitli değilse normal şekilde çalışır.
Günümüzdeki cep telefonlarında yaygın olarak şarj edilebilir lityum iyon piller kullanılır. Pilin ömrü telefon modeline, özelliklerine ve kullanıcının alışkanlıklarına göre farklılık gösterir. Cep telefonlarının şarj edilme ihtiyacını minimuma indirmek veya tamamen ortadan kaldırmak için güneş enerjisi ile çalışan cep telefonları üretimi konusunda yoğun çalışmalar yapılmaktadır.
Cep telefonlarında sinyalleri daha iyi yakalayabilmek için antene ihtiyaç vardır. İlk modellerde genellikle harici bir anten bulunurken, gelişmiş modellerde harici anten yerine dahili anten bulunur. Modern telefonlarda, SAR etkisini azaltmak amacıyla dahili antenler kullanıcının kulak hizasına gelmeyecek şekilde genellikle cihazın alt kısımlarında konumlandırılırlar.
Cep telefonunun mucidi Amerikalı John F. Mitchell ve Martin Cooper'dır. Motorola şirketinde mühendis olarak çalışırken 1973'te ilk cep telefonunu geliştiren Martin Cooper, "İlk cep telefonları bir kilodan ağırdı, bataryası 20 dakikadan fazla dayanmıyordu, ancak bu telefonların uzun süre elde tutulmaması açısından iyiydi" demiştir.
Cep telefonlarının tüm zararları kapsamlı olarak incelenememiştir. Tüm zararlarının ve insanlar üzerindeki etkilerinin daha detaylı incelenebilmesi için daha uzun bir zaman dilimine ihtiyaç duyulmaktadır.
Finlandiya'da insan hücreleriyle ve canlı farelerle yapılan iki yıllık bir deneyin sonuçlarına göre cep telefonları zararlı maddelerin beyine kan yolu ile girmesini engelleyen kan bariyerlerine zarar vermektedir. Küçülen bariyerler beyne ulaşan zararlı molekülleri filtreleme görevini tam olarak yerine getirememektedir.
Selçuk Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, cep telefonu kullanımı alzheimer ve parkinson gibi hastalıkların oluşma riskini artırmaktadır.
Cep telefonu ve kanser arasındaki ilişkiyi araştıran günümüze kadarki en kapsamlı çalışma Danimarka'da yapılmıştır. Aralarında 10 yıldan fazladır cep telefonu kullanan kişilerin de bulunduğu 420 bin kişinin katıldığı bu araştırma da cep telefonu ile hiçbir kanser tipi arasında bağlantı kurulamamıştır. Bunun haricindeki araştırmaların çoğunda da cep telefonunun kanser riskini artırdığına dair bir bulguya ulaşılamamıştır. Birkaç araştırmada, beyin kanseri olan kimselerde cep telefonu kullanılan tarafta kanser gelişme riskinin yüksek olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Ancak aynı kimselerin beyninin diğer yarısında kanser gelişme riskinin de düştüğü gözlenmiştir.
Bununla birlikte birçok kanser türünün vücutta oluşumu on yıldan fazla sürdüğü için, kablosuz telefonların özellikle insanlarda kanserojen etkisinin tam olarak incelenebilmesi uzun zaman gerekmekte ve deneklerin kablosuz telefonları bu süre zarfında yoğun olarak kullanan kimseler olması gerekmektedir. İsviçre'nin Orebro Üniversitesi'nden Profesör Kjell Hansson Mild, birçok resmi raporun kablosuz telefonların zararsız olduğunu söylemesini çok tuhaf bulduğunu, on yıldan fazla kablosuz telefon kullanımının vücutta değişikliklere neden olduğunu gösteren güçlü bulguların bulunduğunu belirtmiştir.
Oyun, SMS gibi görsel öğelerinin uzun süre kullanımı göz yorulmasına ve baş ağrısına neden olabilir. Aynı şekilde sesli öğelerinin uzun süre, yüksek ayarda ve özellikle kulaklık ile kullanımı geçici ve kalıcı işitme kayıplarına ve baş ağrısına neden olabilir.
İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre direksiyon başında cep telefonu kullanımı dikkati %30 oranında azaltmaktadır. Bu etki yasaların izin verdiği maksimum alkol miktarının yaptığı etkiden daha fazladır. Birçok ülkede direksiyon başındayken elde cep telefonu kullanımı kanunen yasaktır. Yasalarda yapılan son değişikliklerle "ahizesiz" (İngilizce: "hands-free") kullanım da yasaklanmaya çalışılmaktadır.
Cep telefonlarından tamamen uzak durmak pek mümkün görünmese de basit önlemlerle muhtemel zararları minimuma indirilebilir. İş makinası ve taşıt kullanırken cep telefonu kullanımından kaçınılmalı, yüksek ses ayarında ve uzun süre kullanılmamalı, çok gerekli olmadıkça hamile bayanlar ve çocuklar tarafından kullanılmamalıdır.
Selçuk Üniversitesi'ndeki bir araştırmanın sonuçlarına göre, kulaklık ve mikrofon seti kullananların yaklaşık yüzde 80'inde, cep telefonundan kaynaklanan sorunların görülmediği ortaya çıkmıştır. Bir diğer sonuca göre ise telefondan tam sinyal alınamıyorsa, cihaz daha fazla elektromanyetik dalga yayacağı için konuşmanın kısa tutulması tavsiye edilmektedir.
2001 yılından itibaren vücut tarafından absorbe edilen elektromanyetik dalga miktarı birimi (Specific Absorption Rate [SAR]) Avrupa'da standart hale getirilmiştir. Birçok ülkede cep telefonu üreticileri SAR bilgisini tüketiciye vermek zorundadır. Düşük SAR'lı bir telefon modeli seçmek cep telefonlarının muhtemel kanserojen etkilerinden korunmada etkili olabilir.
Kimyasal maddelerin doğaya vereceği zararları minimuma indirmek için ömrünü tamamlayan cep telefonları doğaya terkedilmemeli, geri dönüşüm yapılmalıdır.
Kapsama alanı
Kapsama alanı, bir mobil ağ sisteminde baz istasyonları tarafından yayın yapılan alandır. Sadece bu alanın içinde hizmetlerden yararlanılabilir.
Karanlığın Kahkahası
Karanlığın Kahkahası, orijinal ismiyle "Fantastic Fables", Amerikalı yazar ve gazeteci Ambrose Bierce tarafından kaleme alınmış, kısa öyküler barındıran bir eserdir.
Karanlığın Kahkahası, 245 tane kısa öykü içerir. Eser Bierce'ın istihza ve hiciv tarzının önemli örneklerini barındırır. Fabl türünden olan öykülerde, politikacılar, işadamları, yargıçlar, doktorlar, dinadamları, kamu görevlileri ve toplumun önemli bir kesimini oluşturan daha birçok meslekten, yozlaşmış insan tiplemeleri boy gösteriyor. Fabl türünün farklı ve güzel örneklerinden olan öykülerde, hayvanların yanı sıra fikirleri ve hatta kendi yarattığı hayali karakterleri kişileştiriyor. Ayrıca eserde, tanınmış Ezop masallarından birkaçının zamanın ve şahsının ihtiyaçlarına ve durumuna göre yeniden yazdığı halleri de mevcuttur.
Karanlığın Kahkahası, Amerikan edebiyatının kısa öykü ve hiciv konusundaki en önemli eserlerinden biri olup, dünya edebiyatının da hiciv konusundaki en güzel örneklerinden biri olarak görülür.
1G
1G ilk nesil kablosuz telefon teknolojisidir. 1980'li yıllarda oluşturulan bu teknoloji, hücresel bir ağ sistemi kullanır.
1G, hücresel bir teknoloji kullanır ve hücreler arası geçiş desteği sunar. Dolayısıyla:
sunar. Buna ek olarak, 1G ile ortaya atılan dolaşım (roaming) tekniği sayesinde 1G cihazların birçok ağda kullanılabilmesi, dolayısıyla telefon değiştirmeden yurtdışında da görüşme olanağı sunulmuştur.
1G, analog veri akışı teknolojisini kullanır. Bunun sonucu olarak:
Bu sorunlar 2G standardı ile aşılmıştır.
Analog veri
Analog veri, zamana göre değişen başka bir türden niceliği temsil edip kendisi de zaman göre değişen ve sürekli bir özellik gösteren veridir. Farklı bilimlerde de köken olarak farklı olmakla birlikte aynı işlevi gören ve birbirine karşılık gelen yapılardan her birine verilen isim olan analog kelimesi burada da aynı şekilde büyüklük değişimleri açısından başka bir sinyalin eşdeğeri olan sinyallere verilen isimdir. Böylece bir ortamdaki veri başka bir ortamda temsil edilebilir ve işlenebilir hale gelir. Örneğin analog bir ses sinyali, ses dalgalarının oluşturduğu basınç kuvvetini elektrik ortamında gerilim ile eşleştirerek temsil edilebilmesini sağlar. Analog ses sinyalinde gerilim değeri zamana göre sürekli bir değişiklik gösterir ve bu değişiklik orijinal ses sinyalindeki ses dalgalarının oluşturduğu basınç kuvvetinin değişimine paralellik gösterir. Yani diğer bir deyişle analog bir ses sinyalinde gerilim değeri orijinal ses sinyalindeki ses dalgalarının basınç kuvveti büyüklüğüne endekslenmiştir. Sayısal veya dijital veriler ise orijinal verinin değerlerinin belirli zaman aralıklarıyla örneklenmesi sonucu elde edilen sayı değerlerinin sıralanmasıyla oluşan veridir. Dolayısıyla analog veriler gibi orijinal veriyle sürekli eşleşme özelliğine |
sahip değildir çünkü zamanın sadece belli noktalarında örneklenerek oluşturulmuştur.
Analog sinyaller, giriş sinyalinin bazı başka sinyaller ile toplama, çarpma veya faz farkı gibi elektriksel işlemler geçirilerek değiştirilmesi ile elde edilir. Dolayısıyla, giriş sinyali ve çıkış sinyali arasındaki geçiş bir matematiksel formül ile gösterilebilir.
Analog veri ile sayısal veri arasındaki en büyük fark, analog verinin sürekli (İngilizce "continuous") olan bir ölçekte, sayısal verinin ise rakamlarla sınırlı olan, sürekli olmayan (İngilizce "discrete") bir ölçekte var olmasıdır.
WAV
WAV (Waveform Audio File Format), IBM ve Microsoft'un küçük ses kayıtlarını herhangi bir bilgisayarda çalmak için geliştirdiği, sıkıştırma içermeyen bir ses dosyası biçimidir. İngilizce'de "dalga" anlamına gelen "Wave" kelimesinin ilk üç harfinin alınmasıyla oluşturulmuştur.
Yaygın olan dosya biçimleri arasında en basitlerinden biridir. Windows 3.1'den bu yana Windows ortamında ses dosyalarının ana biçimi olarak kullanılmaktadır. WAV (.wav) uzantısıyla tanımlanır. Öncelikle kişisel bilgisayarlarda kullanılmasına rağmen, internetteki küçük müzik dosyaları için de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Apple ve Macintosh tarafından da geçerli ve kullanılabilir bir biçim olarak kabul edilmektedir.
Yapısı çok basittir. MP3 ve diğer sıkıştırılmış dosya biçimlerinin aksine WAV'lar sadece sayısallaştırılmış seslerdir. Basittirler, sıkıştırma uygulamamasının etkisiyle sesin kalitesini düşürmezler, ancak çok yer kaplarlar.
WAV üç kısmdan oluşur. Bunlardan birincisi dosyayı WAV olarak adlandıran kısımdır. İkinci kısım değişkenlerin nitelendirildiği kısımdır. (örn: örnekleme frekansı). Uçüncü kısımdaysa asıl bilgi yani müzik parçası depolanır.
Portable Network Graphics
PNG, "Taşınabilir Ağ Grafiği" anlamındaki "(Portable Network Graphics)" 'in kısaltmasıdır ve kayıpsız sıkıştırarak görüntü saklamak için kullanılan bir saklama biçimidir. PNG biçiminde paletli ya da gerçek renkte görüntüler seçimlik bir saydamlık kanalıyla saklanabilir.
Halihazırda GIF gibi kabul edilebilir başarımda ve yaygın bir kayıpsız sıkıştırma algoritması varken PNG'nin geliştirilmesini motive eden şey, Unisys'in GIF'de kullanılan LZW algoritması üstündeki patent hakkının ihlallerini takip edeceğini duyurması oldu. Gelişen ve yaygınlaşan donanım teknolojisiyle beraber GIF biçimi yetersiz kalmaya da başlamıştı. PNG, bir W3C tavsiyesi olarak 1.0 sürümüyle 1 Temmuz 1996'da yayımlandı. 1.1 ve 1.2 sürümleriyle yeni genişletmeler tanımlandı ve 1.2 sürümü küçük değişikliklerle ISO/IEC 15948:2003 adıyla bir ISO standardı oldu.
PNG'nin kabulü, Unisys'in Ağustos 1999'da ticari olmayan veya özgür yazılım için telif ücretlerinden muaf LZW lisansını kaldırmasıyla daha da hızlandı.
GIF'deki patent sorunlu LZW yerine PNG'de zip, gzip ve türevlerince de kullanılan
LZ77 algoritması kullanılmaktadır. zlib gibi yaygın olarak kullanılan gerçeklemelerinin de bulunması bu seçimin bir nedeni olmuştur. Benzer ayarlar kullanıldığında, bu algoritma LZW'ye göre çok daha iyi sonuçlar vermektedir. Ancak, her iki algoritma da resmin iki boyutlu doğasını göz ardı ederek, resimleri bir boyutlu veri akımları kabul edip sıkıştırdıklarından optimum kayıpsız iki boyutlu sıkıştırmadan uzaktırlar.
GIF gibi PNG de paletli resimleri destekler, piksel başına 1, 2, 4 ya da 8 bitlik paletli resimler oluşturulabilir. Bunun dışında, gerçek renkli resimler için kanal başına 8 ya da 16 bit kullanılır. PNG gri ton ya da kırmızı, yeşil ve mavi renkli kanalların yanı sıra renk kanallarıyla aynı duyarlılıkta bir saydamlık kanalı da destekler; GIF'de saydamlık bir renk değerinin saydam olarak işaretlenmesiyle elde ediliyordu.
PNG biçimi hareketli resimleri desteklemez. PNG tabanlı MNG ve APNG biçimleriyle (GIF stili) hareketli resimler desteklenmektedir, ancak bu biçimlerin ikisi de küçük kitleler tarafından kullanılmaktadır.
İçlerinde GIMP, Inkscape, Adobe Photoshop, Macromedia Fireworks, Microsoft Paint ve Apple iPhoto'nun da bulunduğu birçok program PNG biçiminde görüntü saklamayı desteklemektedir.
PNG biçiminde görüntü üretirken, görüntünün istenen kalite seviyesinin gerektirdiği en az renk derinliğinde saklanması gerektiği unutulmamalıdır. Örneğin, siyah-beyaz bir çizimi 8-bit gri tonlamada saklamak dosya büyüklüğünü çok artıracaktır. PNG görüntüyü üreten programın sakladığı meta verinin çokluğu da dosyanın şişmesinde bir etkendir. Çoğu programlar sadece program adı ve zaman bilgisi gibi şeyleri saklarken Macromedia Fireworks gibi programların ayrıntılı ve büyük miktarda veriyi PNG dosyalarında tuttuğu bilinmektedir.
Özgür yazılım olan tarayıcıların hemen hepsi libpng kullanarak PNG desteklerini gerçekledikleri Internet Explorer'ın PNG desteği sağlaması diğer tarayıcılara göre daha yavaş gerçekleşmiştir. Internet Explorer 6, saydamlık kanallı PNG'leri desteklemezken, Internet Explorer 7 ile PNG'ye iyileştirilmiş bir destek verilmektedir. Internet Explorer 8 ve sonrasındaki sürümleri, PNG görüntü biçimine tam destek vermektedir.
Fotoğraf ve fotoğraf benzeri resimlerde JPEG, PNG'ye göre çok daha küçük dosyaları küçük kalite kayıpları bedeliyle üretecektir. Çizim ya da metin gibi keskin geçişler içeren resimlerde PNG çok daha iyi sonuç verecektir, çünkü bu tür resimler frekans domaininde kompakt biçimde gösterilemezler. JPEG ile sıkıştırıldıklarında bu resimlerdeki çizgi ve metinlerin etraflarında basamaklanmalar ve bulanıklıklar görülür.
PNG'nin JPEG'e genelde tercih edilmemesindeki en büyük etken, kayıplı bir sıkıştırma algoritmasını kullanan JPEG'e kıyasla, PNG dosyalarının kimi zaman 4-5 kat daha fazla disk alanı kaplamasıdır. PNG keskin kenarlı, vektörel ve metin içeren resimlerde daha başarılı sonuç verirken, İnternet'teki yüklenme hızının kabul edilebilir kalite kaybına tercih edildiği durumlarda JPEG kullanılmaktadır.
JPEG, kullanılan sıkıştırma algoritmasının yüksekliğiyle orantılı olarak, özellikle kenar ve renk geçişlerinde (gradient) kalite kaybına uğrayan bir biçimdir. Ancak yüksek sıkıştırma yeteneği ve EXIF bilgilerini saklayabilmesi gibi üstünlükleri, sayısal kameralarda JPEG biçiminin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
TIFF de patent problemli LZW algoritmasını kullanmaktadır. Web tarayıcılarının çoğu, genel kitlelerin kullanımı için çok detaylı olan TIFF biçimini dahili olarak desteklememektedir. TIFF destekleyen uygulamaların büyük bir kısmı da standardın altkümelerini desteklediğinden uyum problemleri çıkabilmektedir. Öte yandan TIFF, CCITT Grup 4 gibi özelleşmiş algoritmalar sayesinde siyah-beyaz görüntüleri PNG'den daha iyi sıkıştırmaktadır.
Küçük görüntüler için GIF biçimi, PNG'ye göre daha fazla sıkıştırma olanağı sağlar. PNG biçimi, GIF'e göre daha geniş şeffaflık seçenekleri sunar. PNG biçimindeki görüntüler, GIF'e göre daha az program tarafından desteklenir (örneğin eski office yazılımları ve internet tarayıcıları). PNG görüntüleri, GIF biçimindekilere göre bilgisayar ekranında daha hızlı belirir.
PNG dosya biçimi ile ilgili teknik bilgiler
JPEG
JPEG, Joint Photographic Experts Group ("Birleşik Fotoğraf Uzmanları Grubu") tarafından standartlaştırılmış bir sayısal görüntü kodlama biçimidir. Bu biçim, 1994 yılında ISO 10918-1 adıyla standartlaşmıştır.
JPEG standardında görüntü saklayan dosya biçimi de çoğunluk tarafından JPEG olarak adlandırılır. Bu dosyalar genellikle ".jpg", ".jpe" ya da ".jfif" uzantılıdır, ancak çoğunlukla ".jpg" uzantısı kullanılır. Ancak, JPEG standardı sadece görüntünün nasıl kodlanacağını tanımlar, görüntünün herhangi bir saklama ortamında depolanma biçimini belirtmez. JPEG olarak bildiğimiz dosya biçimi, Independent JPEG Group adlı başka bir grubun JFIF ("JPEG File Interchange Format" - JPEG Dosya Alışveriş Biçimi) adlı standardı tarafından tanımlanmıştır.
Bu dosya biçimi, WWW üzerinden görüntü iletmek ve fotografik görüntü saklamak için en popüler dosya biçimi olmuştur. JPEG / JFIF formatı, web için gerçekten de başarılı bir depolama ve veri transfer yapısına sahiptir. Çünkü bu işi yapan GIF formatı sadece 256 rengi desteklediğinden fotografik görüntülerde yetersiz kalmaktadır. PNG'nin görüntü kalitesi daha iyi olsa da web için yeterli boyut optimizasyonunu yapamadığı için büyük boyutlu resimler ortaya çıkmaktadır. Bu da fotografik resimlerin web için kullanılacağı durumlarda da JPEG’i kullanışlı ve tercih edilir bir format haline getirmektedir.
Genel dilde JPEG kısaltması, JPEG standardından çok JFIF dosya biçimine karşılık gelir. Ancak TIFF gibi başka dosya biçimleri de JPEG standardında görüntü saklayabilmektedir.
JPEG dijital kameralarda ve diğer fotoğrafik görüntü yakalama cihazları tarafından kullanılan en yaygın görüntü biçimidir.JPEG / JFIF birlikte fotografik görüntülerin saklanması ve iletiminde World Wide Web üzerindeki en yaygın biçimdir.Diğer varyasyonlar seçkin değildirler, sadece JPEG olarak adlandırılır.
Dijital ortamda, JPEG dijital fotoğraf (resim) için kayıplı sıkıştırma yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. depolama boyutu ve görüntü kalitesi arasında seçilebilir değişim sağlayan ayarlanabilir dereceli sıkıştırmadır. JPEG genellikle görüntü kalitesinde az algılanabilir kaybı ile 10:01 sıkıştırma sağlar.
JPEG, ayarlanabilir kayıplı sıkıştırma kullanır, dolayısıyla JPEG verisinden okunan görüntü ile veriyi yaratmak için kullanılan görüntü aynı değildir. Ancak, kayıplar insan görme sisteminin daha az önem verdiği detaylarda gerçekleştiği için çoğu zaman fark edilmez.
JPEG kodlamada ilk adım, görüntünün RGB uzayından farklı bir uzay olan YCbCr uzayına dönüştürülmesidir. Böylelikle görüntü pikselleri birer parlaklık ve ikişer renk bileşeni ile gösterebilirler. YCbCr, renkli televizyon yayınlarında da kullanılan YUV uzayına benzer bir uzaydır.
İnsan retinası, yapısı nedeniyle bir görüntüdeki renk verisini parlaklık verisine göre daha düşük çözünürlükte görür. Dolayısıyla renk verisinin parlaklığa göre daha düşük bir çözünürlükte örneklenmesi, çoğunlukla hissedilir bir değişikliğe neden olmaz. JPEG, yatayda ve/veya dü |
şeyde renk verisinin parlaklığın yarısı çözünürlükte örneklenmesine imkân verir.
Her renk bileşeni, 8x8 bloklar halinde ayrık kosinüs dönüşümü ile dönüştürülür, bu sayede resmin "enerjisi" az sayıda (dönüşüm uzayındaki) pikselde yoğunlaştırılır. Dönüştürülen blokların nicemlenmesi sonrasında da sıfırdan farklı az sayıda değer ile bloğu ifade etmek mümkün olur. Dönüşüm uzayındaki yüksek frekans pikselleri, resmin görsel kalitesinde görece az rol oynarlar, dolayısıyla yüksek frekans pikselleri daha az sayıda değere nicemlenir.
Nicemleme, sıkıştırma miktarının ayarlanabilmesini de sağlar. Daha çok nicemleme ile aslından uzak ama daha çok sıkıştırılmış görüntüler elde edilebilir. Nicemlemenin bu yan etkisi görüntüden görüntüye değişen bir nicemleme miktarına kadar büyük miktarda görsel bozulmalara neden olmaz.
Nicemleme sonrasında görüntü blokları nicemleme öncesine göre daha az çeşit sayı(sembol) ile ifade edilir hale gelir. Sık rastlanan semboller daha az, seyrek semboller daha çok bitle kodlanarak bilginin daha yoğun ifade edilmesi sağlanabilir. Nicemlenmiş görüntü blokları, standart ya da görüntüye özgü kod tabloları kullanılarak kodlanır ve dosyada depolanırlar.
Nicemlenmiş blokların aritmetik kodlama ile kodlanması da mümkündür, ancak aritmetik kodlamanın üstündeki patentler nedeniyle bu yöntem popüler değildir.
Sıkıştırma oranı arttıkça görsel detayda azalma görülür. Oranın artmasıyla keskin hatların etrafında dalgalanmalar ve detay kaybı, yüksek sıkıştırma ortanlarında da bloklanma belirgin hale gelir. JPEG görüntülerin çeşitli dönüşümler geçirmesi (ör. ölçeklenme) sıkıştırma yan etkilerini daha belirgin hale getirebilir.
JPEG kodlanmış görüntüde yüksek frekans bileşenleri görüntü detay bilgisinin önemli bir kısmını içerir. Sıkıştırma oranı yükseldikçe yüksek frekans bileşenlerinin daha fazlası kaybedilir. En yüksek sıkıştırma oranlarında ise sadece en düşük frekans bileşeni sıfırdan farklıdır, bu nedenle görüntü bloklar halinde görünür.
Fotoğraf ve fotoğraf benzeri resimlerde JPEG, PNG'ye göre çok daha küçük dosyaları küçük kalite kayıpları bedeliyle üretecektir. Ancak çizim ya da metin gibi keskin geçişler içeren resimlerde PNG çok daha iyi sonuç verecektir, çünkü bu tür resimler frekans domaininde kompakt biçimde gösterilemezler. JPEG ile sıkıştırıldıklarında bu resimlerdeki çizgi ve metinlerin etraflarında basamaklanmalar ve bulanıklıklar görülür.
PNG'nin JPEG'e genelde tercih edilmemesindeki en büyük etken, kayıplı bir sıkıştırma algoritmasını kullanan JPEG'e kıyasla, PNG dosyalarının kimi zaman 4-5 kat daha büyük alan kaplamasıdır. PNG keskin kenarlı, vektörel ve metin içeren resimlerde daha başarılı sonuç verirken, İnternet'teki yüklenme hızının kabul edilebilir kalite kaybına tercih edildiği durumlarda JPEG kullanılmaktadır.
JPEG, özellikle doğa görüntüleri gibi yüksek frekanslı bileşenleri görece önemsiz görüntüleri çok az görsel kayıpla, kayıpsız sıkıştırma yöntemlerinden çok daha yüksek verimle sıkıştırabilir.
JPEG, kullanılan sıkıştırma algoritmasının yüksekliğiyle orantılı olarak, özellikle kenar ve renk geçişlerinde (gradient) kalite kaybına uğrayan bir biçimdir. Ancak yüksek sıkıştırma yeteneği ve EXIF bilgilerini saklayabilmesi gibi üstünlükleri, sayısal kameralarda JPEG biçiminin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
JPEG, özellikle doğa görüntüleri gibi yüksek frekanslı bileşenleri görece önemsiz görüntüleri çok az görsel kayıpla, kayıpsız sıkıştırma yöntemlerinden çok daha yüksek verimle sıkıştırabilir. Ancak, çizimler ya da keskin hatlı cisimler içeren görüntülerde sıkıştırma miktarı arttıkça keskin hatların etrafında dalgalanma görülür.
Seyit Yöre
Seyit Yöre, (d. 1974 Kayseri) müzikolog/etnomüzikolog, besteci, yorumcu (müzisyen), oyuncu.
Araştırmalar yaparak başladığı müzik çalışmalarını özel derslerle (Teori, Ud, Gitar ve Piyano ile) pekiştirdi. "Lisans (BA)" eğitimini Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü, Etnomüzikoloji ve Folklor Anabilim Dalı’nda (2001); "Yüksek lisans (MA)" eğitimini ise Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Etnomüzikoloji ve Folklor ABD'ında "Alnar’ın Piyano Yapıtlarında Melodik Çizgiye İlişkin Makam Kategorizasyonu" başlıklı bir tezle tamamladı (2005). Lisans ve Yüksek Lisans eğitimi boyunca Prof. İlhan Baran ile Çağdaş Müzik ve Caz Müzik Stil ve Teknikleri ile Müzik Analizi üzerine, Prof. Ertuğrul Bayraktarkatal ile Müzikoloji-Etnomüzikoloji üzerine çalıştı. Ankara Devlet Tiyatrosu'nda oyuncu (2002-2004), H.Ü. Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü, Etnomüzikoloji ve Folklor ABD'ında, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Müzik Öğretmenliği Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi olarak çalıştı (2004-2007). "Doktora (PhD)" eğitimini ise 2010 yılında Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Güzel Sanatlar Eğitimi ABD'ında "Ahmed Adnan Saygun'un Çoksesli Müzikte/Türk Çoksesli Müziği'nde Ulusalcılık Görüş ve Yönlerinin Değerlendirilmesi" adlı müzikolojik bir tezle tamamlayan Yöre, Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı Geleneksel Türk Müziği ve Sahne Sanatları Bölümlerinde de öğretim üyeliği yapmıştır (2007-2016). Sanatsal ve müzikolojik çalışmalarını uluslararası müzikler, geleneksel müzikler ve popüler müzikler çerçevesinde sürdürmekte ve bu çalışmalarını ulusal ve uluslararası dergilerde makale olarak yayınlamakta olup, sanatsal çalışmalarını ise besteci, seslendirici ve aranjör olarak sürdürmektedir. Yöre, 2001 yılında kendisinin de (Hülya Kazan’la birlikte) seslendirici olduğu ve Prof. İlhan Baran ile çerçevelendirdiği Türk Sanat Müziği’nde “yeni monofoni” stili eserlerinden oluşan "Alla Turca" adlı bir CD ve Ahmed Adnan Saygun'un "Yalan-Sanat Konuşmaları" adlı kitabını hazırlayıp 64 yıl sonra yeniden yayınladı (Bağlam Yayıncılık, 2009). Yöre'nin "Temel Besteleme Malzemeleriyle Çağdaş Müzik" adlı özgün bir kitabı bulunmaktadır (Bağlam Yayıncılık, 2012). Doç. Dr. Seyit Yöre, halen İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü Etnomüzikoloji ve Folklor ABD. öğretim üyesidir.
Graphics Interchange Format
GIF, İngilizce "Grafik Değiştirme Biçimi" anlamına gelen" Graphics Interchange Format"in kısaltmasıdır ve bir sayısal resim saklama biçimidir. Kayıpsız sıkıştırma kullanır. 8-bit renge (yani 256 renge) kadar destek verir ve 1-bit'lik (yani tek renk için) saydamlık sunar. JPEG ile birlikte bilgisayar dünyasında kullanılan en yaygın resim saklama biçimlerinden biridir. Genelde grafiklerin (az renk içermeleri dolayısıyla) saklanması için kullanılır.
GIF, animasyonları küçük ve düşük çözünürlüklü film klipleri için kullanılabilir.Genel sınırlama dikkate alındığında 256 renkle GIF, genellikle dijital fotoğrafçılık için kullanılmaz.Dijital fotoğrafçılar görüntü dosyası formatları daha geniş bir dizi üretebilen TIFF, RAW veya JPEG gibi formatlar kullanır.
PNG ve JPEG'den farklı olarak, GIF formatı piksel tabanlı animasyonların üretilmesine olanak tanır.
Methiye
Methiye, edebiyatta bir kimseyi veya bir şeyi övmek için yazılmış şiirlerdir. Methiyeler, genellikle padişahları, sadrazamları, devlet ileri gelenlerini ve din büyüklerini övmek için yazılan kasidelerdir. Ancak kaside şeklinden başka nazım şekilleri ile söylenmiş methiyeler de vardır.
Mersiye
Mersiye, Aruz vezniyle yazılan bir şiir türü. Türkçeye Arapça "mars̠iyya" (ağıt) sözcüğünden geçmiştir. Törenlerde mersiye okuyan kişiye "mersiyehan" denir.
Divan edebiyatında ölen bir kimsenin yiğitliğini, cömertliğini iyiliğini, yaptıklarını övmek ve ölümünden duyulan acıyı dile getirmek için yazılan şiir türüne mersiye adı verilir. Mersiyeler genellikle mesnevi ve terkib-i bent nazım biçimlerinde yazılmıştır. Ünlü divan şairi Baki'nin Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümü üstüne yazdığı Kanuni Mersiyesi, bu türün en güzel örneklerindendir. Divan Edebiyatı klasik çağında orta uzunlukta ve tamamı beyitlerden oluşan bir şiir iken; son evrede 8 beyitten ve bunu tamamlayan bendlerden oluşan bir yapıya dönüşmüştür. Arapça ve Farsça kelimeler çok olduğundan dili ağırdır.
Şiili ve Alevilikte mersiye türü Kerbela Olayı ile özdeşleşmiştir. Mersiye, Kerbela vakasını işleyen, Ehlibeyte ve On İki İmamlara bağlılığı, sevgiyi dile getiren bir şiir türüdür. Özelikle Muharrem Ay'ı boyunca söylenen ve Ehlibeyt taraftarlarının olduğu her coğrafyada ve her dilde söylenen ağıtlar bütünüdür mersiyeler. Mersiyelerde zalim olana, haksız olana bir öfke vardır. Yine mazlum olana, haklı olana bir sevgi ve sempati vardır. Mersiyeleri salt ağıt boyutuyla algılamak eksiklik olur. Mersiyeler bu noktada bilinç taşımasıdır. Aynı zamanda ne kadar da zaman geçmiş olursa olsun iyinin unutulmayacağının ve kötünün, zalimin her daim lanetleneceğinin göstergeleridir. Edebi açıdan, Ehlibeyte bağlı olanlar için bir edebi zenginliktir.
Hezliyat
Hezliyat, bir divan edebiyatı terimi, nazım türü.
Alaylı bir dille kaleme alınmış nazım türüdür. Kaba şakalara, taşlamalara ve sövgülere yer verilir.Divan edebiyatında Nefi'nin meşhur olduğu hicivlerle benzerlikler gösterir.Her ikisinde de alay ve yergi söz konusudur.Divan edebiyatında adını sıkça duymasak da hicive benzerlik gösterdiğinden incelenmesi gereken bir türdür.Hezeliyat olarak da bilinir. Hezliyatta zarif bir nükte ya da güzel bir manzum bulunur. Konu şakayla karışık alaylı bir dille anlatılır. Nev’izade Atai’nin Bahayi-i Küfri eseri bu türün örneğidir. Bayburtlu Zihni’de hezliyatın usta şairlerindendir.
Mezopotamya mimarisi
Mezopotamya sözcüğü Grekçe Potamos (nehirler) ve Mezos (arası)sözcüklerinin birleşiminden doğmuştur ve bu yeni sözcük genel anlamda Fırat ve Dicle nehirlerinin Anadolu'yu terk ettiği bölgeden başlayıp iki nehrin birleşerek Basra körfezine döküldüğü noktaya dek uzanan nehirler arasındaki geniş alanı kapsar.
Mezopotamya bataklık ve balçık bir bölgedir. Her yıl iki nehrin taşkınlarıyla bölge sular altında kalır ama bu taşkınlar aynı zamanda bölgenin bereketidir. Bu nedenle çok eskiden beri bölgede yaşam vardır. Aynı nedenle bir cazibe merkezi olan bölgede hi |
çbir zaman uzun süreli bir otorite başa geçmemiştir. Bölge zaman zaman yerli halklar ve saldırgan kavimlerin idaresine girmiştir. Bölgeyi, Bağdat'ı orta nokta alıp Aşağı ve Yukarı Mezopotamya olarak adlandırabiliriz. Yukarı Mezopotamya Asur yurdudur. Bağdat'ın hemen aşağısında Akad ve Babil, onun altında Sümerler ve üçünün doğusunda Elemler görülür.
Sümerlerle başlayan Mezopotamya Mimarisi MÖ 5000 yıllarında başlar ve günümüze kadar gelir. Sümerler MÖ 3000 başında Fırat ve Dicle Nehirlerinin mecralarına yerleştiler. Bu insanların geldikleri yer yüksek İran yaylalarıdır. Bundan önceki yerleri bilinmemektedir. İlk inşaatlar kamış örgüden olup üzerine balçık çamuru sıvanıyordu. Bu yapı anlayışından sonra, pişmiş toprak tuğla, mimarinin esas yapı malzemesi olmuştu. Bu ilk çağda, güzel formlu, pişmiş kaplar bulunmuştur. Ancak bu kaplarda bir form ve süs yoktur. Kapların üzerine ilk süsler kazınarak yapılmıştır.
Yukarı Mezopotamya’da nadiren taş malzeme bulunsa da aşağıda hiç bulunmaz, bunun için hakim malzeme balçıktan hazırlanan ve güneşte ya da fırında kurutulan kerpiç tuğladır. Taş malzeme dışarıdan getirilir ve yalnızca temellerde kullanılır, tıpkı ahşap malzemenin de dışarıdan getirildiği gibi. Mezopotamya parlak bir uygarlık göstermiş olmasına rağmen bu dayanıksız malzeme, bölgedeki görkemli yapıların şekilsiz höyük kabartılarına dönüşmesine neden olmuştur. Oysa halklarının ortaya koyduğu anıtsal yapıların, kullandıkları sırlı tuğlaların parlak renkli yüzeyleriyle sağlanan görkemli görünümleri vardı.
Mezopotamya sanatı bir halkın, bir imparatorluğun, bir idare sisteminin karakter ve bütünlüğünü göstermez. Mezopotamya'nın coğrafi durumu yüzünden burada, Babil ve Asur'da ayrı ayrı uygarlıklar doğar. MÖ ilk binlerde Mezopotamya'da küçük kent devletleri vardır. Bu kent devletleri aralarında durmadan savaşırlar. Ve böylece yönetim bir kentten diğerine geçer. Ayrıca dıştan gelen göçler yüzünden bu bölge süresiz olarak değişmiş ve gelişme olanağı bulamamıştır. İşte bu yüzden Mezopotamya’da sanat, Mısır'da olduğu gibi mantıklı bir gelişim gösterememiştir.
Bu nehir boyu sanatı, arkaik yönü ile akla uygun ve sağlamdır. Ancak Mısır’daki gibi portre anlayışlı ve insani değildir. Heykel sanatı Mısır'a göre daha inşaidir. Yani tasvir etmemekte, buna karşılık öğeleri yan yana getirerek inşa etmektedir. Bu bakımdan monoton ve dekoratiftir. Mimari zengin buluşlar ve yaratıcılık içindedir. Mezopotamya'nın mimari sanatında Mısır'da olduğu gibi sütun, filpaye gibi öğeler ile cepheden anlatım, simetrik oluş ve dikey kuruluş vardır. Rölyeflerde teknik bakımından derin bir kazıma yoktur. Geniş yüzeylerde kübik bir anlatım içindedir. Bacaklar birbirine paralel ve vücut dar bir biçimde gösterilmiştir. Elbiseler bütün vücudu örtmektedir.
Bu katı, cepheden anlatım, simetri ve paralellik, arkaik sanatların ortak özelliğidir. Önasya heykeli Mısır sanatına nazaran bir vücut heykelinden çok, bir elbise heykelidir. Önasya sanatında figür, Mısır da olduğu gibi bir blok içinde olmayıp, figür bizzat bir bloktur. Yani Önasya'da form ve tasvir bir bütün içindedir böylece figür temsil edici bir görünüş kazanmıştır.
Mezopotamya mimarisindeki bazı özellikler bize Önasya sanatının tasvir edici değil, inşacı olduğunu gösterir. Bu yönden inceleyince Mezopotamya sanatının süsleme sanatlarında başarılı olacağını ve olduğunu anlatır. Süs ve ziynet merakı, kaplarda, mimaride, silahlarda ve mobilyalarda açık olarak gözlemlenir. Eşya ve mimarideki süsler bir düzey üzerinde gelişigüzel dağıtılmamış olup ufki ve dikey olarak düzenlenmiştir. Yani tasvirsiz motif, Mezopotamya sanatının başlıca özelliği olmuştur.
Mezopotamya sanatının ilk zamanlarında, organik biçimlerin geometrikleştirildiği ve süs öğesi haline getirildiği görülür. Örneğin Fara'da bulunmuş olan pişmiş topraktan bir levha üzerindeki yılanların, bir örgü motifi haline getirildiği görülmektedir. Bu şekil değiştirme, bizim kilimlerimizde olan durumdur. Germenlerin Göçler Çağındaki hayvan süslerine de benzemektedir. Ancak bu özellik, Orta Asya'da Avrupa'ya geçmiştir.
Bitki sapları, sarmaşık yaprakları, çiçekler, güller ve palmiyelerin geometrik sitilizasyon, Önasya süslemeleri meydana getirir. Bütün bu öğeler, Asur dininin gösterişli tapınma sembolünde de vardır. Önasya sanatına hakim olan bu inşacı anlayış, belki sanatta bir tasviri anlatıma engel olduysa da, bu ülkelerin mimari eserlerinde bir gerilemeye sebep olmamıştır.
Önasya sanatının mimarisi, doğa formlarının taklidinden doğan motifler olmadığı gibi, belli bir hayat durumunu anlatan motifler de
değildir.
Mezopotamya ülkelerinin mimarilerinde, akla dayanan matematik bir bütün anlayışından doğan düzen görülür. Örneğin, esas salon ve yan odalar düzenli olarak birbirine bağlanır. Bütün Önasya ülkelerinde olduğu gibi büyük salon önem taşır. Mezopotamya'daki bu büyük salon anlayışı, dünyada yaşama, yani dünya nimetlerine önem verme ilkesine dayanır. Buradaki gösteriş ve ihtişam hep bu dünya içindir. İşte bu anlayış anıtsal, görkemli kabul salonlarının mimarisine ve yüksek büyük kapılara gidilmesine başlıca neden olmuştur. Babil’deki büyük İştar Kapısı, bütün bu anlatılanları saptar. Böylece biz bütün mimarı unsurları bir bütün halinde yapı içinde yer aldıklarını görürüz. Mimari süslerde tamamen geometriktir. Dikey yüzeyler halinde yükselen duvarlara karşın, duvar bitimine yakın derin bir yatay çizgi, duvarlarda bir saçak etkisi yapar. Bu çizgi fonksiyonsuz olmakla birlikte matematiksel inşai bir form meydana getirir.
Yuvarlak filpayeler Önasya sanatında daha ilk çağlarda görülür. Duvarlar ve filpayeler renkli geometrik süslemelerle kaplanır. Bu süslerin üzerleri düz renkli çubuklar ve boncuk kakmalarla kaplanır. Sonunda bu süslemeler bir halı görünüşü kazanır. Kesinlik ve geometriye dayanan formlar, Mezopotamya sanatında önemli bir yer tutan sütunlarda da kendini gösterir. Bu mimarideki sütunları, Mısır mimarisinde olduğu gibi bitkisel motifli sütün başlıkları değil, tamamen geometrik kesinlikteki kübik bir sisteme dayanan başlıklar biçimlendirmiştir.
Savaşçı heykellerinin de kapı, kale ve tapınak kenarlarına konuluşunda, koruyucu figür düşüncesinin yeri vardır. Böylece mimaride insan ve hayvan figürlerinin süs öğesi olma fonksiyonu yanında, hayati bir yeri oluyor ve bu mimarinin ayrılmaz bir parçasının olmasının nedenini de anlatıyor. Yani resim ve heykeller Mezopotamyalı için koruyucu bir güçtür. Bu bakımdan mimaride gerekli yerini almaktadır. Ayrıca bu doğa figürlerinin mimaride taşıyıcı bir fonksiyonunu olanları da vardır.
Mezopotamya sanatı, Önasya sanatları içinde yer alır. Bu bölgede çeşitli halklar yerleşmiş, birbirleriyle kültür ilişkilerinde bulunmuş, savaşmışlardır. Geniş zaman aralıkları içinde, kültür önderliği birinden diğerine geçmiştir. Bu halklar içinde Sami ırkından olmayanlar Kassitler, Hurriler, Mitanniler ve Sümerlerdir. Bu kavimlerin nerden geldikleri belli değildir. Mezopotamya’nın ilk sanat hareketi, muhtemel olarak MÖ 4000 yıllarında bir seramik özelliğinde açık olarak görülür. Seramik kaplarda geometrik motifleri olan derin sevgi açıkça belirir. Bu çağın kaplarında geometrik süsleme yanında, havyan ve bitkilerin geometrik bir biçimle modül edilerek kap yüzeyinde düzenlendiği görülür. Bu kaplar ayrıca renkli olarak yapılmış ve bu renkli seramiklere “Halaf Kültürü renkli seramiği” denmiştir. Bu çeşit dekorasyonlu seramik, samarra da en olgun seviyesini bulur. Bitki motiflerinin stilize edilerek gayet açık kati formlar halinde, yüzey doldurucu bir karakterde özellikle dokuma motiflerinde görülmektedir.
Cemdet-Nasr çağına ait mimarinin de, yukarıda gördüğümüz baş heykeli gibi olgun mükemmelliğine vardığını görüyoruz. Bunlar tapınak yapılarıdır. Uruk'ta Gaura tepesinde mimari bütünlüğü olan bir yapı bulunmuştur. Bu yapı bir esas salon ile yan odalardan ibarettir. Temel planlarından anlaşıldığı gibi bina matematik bir kat'iyettedir. Parçaların birbirine bağlanışı ve iç mekan formları da bir amaca göre biçimlendirilmiştir. Buradan Mezopotamya mimarisinin birçok deneylerden sonra bu plana ulaştığını anlıyoruz. Ortadaki uzunlamasına yapılmış salondan, bu tapınağın yatay bir ayin sistemine uygun olarak inşa edildiği anlaşılmaktadır. Esasen mühürler üzerindeki ayin resimlerinden yatay bir dini merasim düzeni olduğunu anlıyoruz. Mimari bütünlük ve anıtsal anlayış bakımından çağın en ilginç eseri, yine Gaura tepesindeki bir tapınakta görünür. Tapınağa giriş kapısı, binanın iki yanındaki çıkıntı arasına sıkıştırılmıştır. Giriş büyük bir salona açılır, salonun ortasında mihrap olacak bir yer vardır. Orta salondan yanlardaki uzun salonlara giriş kapıları bulunur. Binanın tümünde oldukça simetrik bir inşa görülür. Ancak plana dikkatle bakılacak olursa, bu binanın simetrik olmadığı anlaşılır. Yanlardaki uzun salonların, ortadaki esas salona göre daha yüksek oldukları sanılmaktadır. Çünkü Babil’deki kent kapılarının da aynı biçimde oldukları biliniyor.
Uruk-Cendet-Nasr kültürünün araştırılmasında birçok tabakalar çıkarılmıştır. Bu kültürün eserleri arasında iki halk tabakasının eserleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan biri halka hükmeden tabaka, diğeri ise aşağı tabaka ya da yerli halk tabakasıdır. Sonradan buraya gelip de hakim olan halkın, esas yerlileri buradan çıkarmadıkları anlaşılıyor. Yerli halkın eserleri, mozaik gibi bir teknikle ve geometrik anlayıştaki süslemelerdir. Bugün Berlin’de bulunan mozaik bir duvar, bu ilk yerli halkın eserleri arasındadır. Böylece Uruk ve Cemdet-Nasr çağları incelendiğinde iki anlayışta eserler görülür. Bunlardan biri geometrik anlamda bir süsleme-dekorasyon anlayışıdır. Diğeri ise tasviri rölyef ve heykel sanatıdır. Yani biri soyut – dekoratif anlamda bir sanat, diğeri ise doğa gözleminden yararlanılarak yapılmış olan heykel ve rölyef sanatıdır. Mimaride de yatay bir icaplarına uygun bir uzun salon vardır.
Soyut – geometrik süsleme sanatının, bu ilk yerli halkın sanatı olduğu anlaşılmıştır. Tasviri ve canlı, doğal ifadenin sanatın ise, sonradan gelip yerlilere hükmeden halka ait ol |
duğu anlaşılmıştır. Bu sonuca götüren nedenler açıktır.
Uruk-Cemdet–Nasr kültürün sonuna doğru, birden geometrik – soyut anlatım yeniden çoğalır ve birinci plana geçer. Buradan da eski yerli halkın yeniden kendi yönetimlerini ellerine geçirdikleri sonucu çıkarılmaktadır. İşte bu değişme sırasında biz tarihte ilk kez olarak yazının bulunduğunu görüyoruz. Böylece bu çağda Mezopotamya, dünyada ilk kez yazıyı Mısır’dan önce icat etmiş oluyor. Bu, dünya ve insanlık tarihinde önemli bir olaydır.
Bu çağ Cemdet-Nasr ile Akkad kültürü arasındaki zamanı kapsar.
Bu çağın eserlerinde kahraman motifleri, yarısı insan, yarısı hayvan figürleri yanında vahşi hayvanlar, boğalar, yırtıcı kuşlar ve bilhassa aslanlar yer alırlar.
Lagaşlı Entemena’nın vazosu ile El-Obed’e bulunan bakır rölyef bu çağın en iyi eserlerindendir. Entemena’nın gümüş vazosu üzerinde yukarıda bahsedilen aslan başlı kuş motifi yer almaktadır. Bu esas motif, birbirlerine arkalarını vermiş simetrik iki aslanın üst ortasında görülür. Vazo üzerindeki bu biçimlendirme tamamen çizgiye dayanan bir anlatımdır. Bu çağın önemli olan tarzı, Cemdet-Nasr’ın formlu üslubundan tamamen çizgiye dayanmasıyla ayrılır.
Bu çağda Cemdet-Nasr çağının taş vazolarındaki çıkıntılı ve hareketli heykel anlayışından silüet anlayışındaki desenlere dönülüyor ve Uruk çağının mimarisi içinde bir renkli halı görüntüsü veren motiflere ulaşılıyor. Bu suretle, gemetrik-dekoratif figürlerin içinde yer alan bir şeridin, tavana kadar uzadığı görülür. İnsan ve hayvanların, dekoratif motifler haline geldiği duvar yüzeyi üstünde, yazı desenlerinin de değerlendirdiği görülür. Rölyef figürlerinin çehrelerinde burun ve alın, bir çizgi ile geometrik üçgen halinde ifade edilmiştir. Bu anlatım şeklinin, tarihten önceki zamanların tasvirine benzediğini görürüz. Buradan da anlaşıldığı gibi, klasik anlamda bir heykele doğru gelişen Cemdet-Nasr çağından tekrar saf bir arkaizme gidiliyor.
Lagaş’ta bulunan bir rölyefte Kral Urnanşe, karısı ve çocukları ile birlikte resmedilmiştir. Rölyefte bir tapınağın kurucusu olarak kral, başı üstünde bir sepetle toprak taşımaktadır. Rölyefin alt tarafında gene kralın elinde bir bardak vardır. Bu kültüre ait rölyef anlayışı da önceki El-Obed kültüründe de vardır.
Mesilim çağının ilk, kaba ve derinliği olmayan figürlü heykel üslubu, Kişli Mesilim kralının adına göre isimlendirilmiştir. İlk bakışta bu figürlerde bir Cemdet-Nasr örneği görülür. Öyle ki, Cemdet-Nasr kaplarındaki yüksek rölyefin çıkıntılı ifadesi içinde, boğa yerine aslan biçimlendirilmiştir. Ne var ki bu çıkıntıların yüzeyler halinde olduğu da dikkat edilince anlaşılır. Bu çağın biçimlendirmesi dekoratiftir.
Bu çağda yeni gelen bir kavmin mimarisi de değişiktir. Yapılarında kullandıkları tuğlaların bir tarafı düz, diğer tarafı hafif bombelidir. Tuğlalar, dikine bir balık kılçığı gibi dizilmekte ve böylece binanın yüzünde bir süsleme meydana getirilmektedir. Bu kavimden önceki Cemdet-Nasr halkının kullandığı tuğlalar ise, düzgün dikdörtgen prizma biçimindeydi. Bir tarafı bombeli tuğlaların seçimi, bu halkın eskiye ait bir inşaat alışkanlığını vermektedir. Esasen Cemdet-Nasr çağının kuvvetli kalın yapıları bu tuğla ile inşa edilemezdi. Örnek olarak Eşunnak’ta, bugün Tell Asmar denilen bölgede, bir Mesilim çağı eseri olan Square Tapınağında, Cemdet-Nasr katı, yönlü ve esas oda ile öteki odaların simetri içinde olduğu düzeni yoktur. Bu tapınağın planı kare değildir. Binanın iç planın da tam bir geometrik düzen görülmez. Ortadaki esas salonun öteki odalar ile olan ilişkileri de belirsizdir. Binanın tümü bir ev gibidir. Bu yapının bir tapınak olduğu düşünülürse, Cemdet-Nasr çağının Tanrı sembolüne oranla burada Tanrı’nın bir çeşit insanlaştırıldığı dikkati çeker.
Mezopotamya halklarından biri olan Sümerler, ne Hint-Avrupa kavimlerinden, ne de Semit halklarındandır. Sümerler MÖ 3000 başında Fırat ve Dicle nehirlerinin mecralarına yerleşmişlerdir. Bu insanların geldikleri yer yüksek İran yaylalarıdır. Dicle ve Fırat’ın sularını kanallarla tarlalarına kadar getirmişler, suyun akışını düzenlemişlerdir. İlk inşaatlar kamış örgüden olup üzerine balçık çamuru sıvanıyordu. Bu yapı anlayışından sonra, pişmiş toprak tuğla, mimarinin esas yapı malzemesi olmuştu.
Susa'daki en eskiye ait kalıntıların formları, tanınmayacak kadar değişime uğramıştır. Hayvanların çok basitleştirilmiş silüetleri, vazoların üzerindeki teke resimleri gibi, tamamen dekoratif öğeler halindedir. Yani hayvan, görünüşünü tamamen kaybeden motifler haline gelmiştir. Vazoların üzerini süsleyen bu ilk ressamlar, bir gelişim basamağını böylece karakterize etmişlerdir. Bu süslemelerdeki açıklık, kesinlik, dekoratif biçimlendirme ve silüet anlatımı ile kuşlara ve diğer hayvanlara ait ilgi yüzünden İran'ın prehistorik özellikleri ile bir paralellik içinde olduğu hususunda bazı tahminler yürütülmektedir.
Sümerler yazıyı ilk bulan uygarlıktır. Tapınaklarda mallarını depoladıkları odaların kapılarına, ne tür ürün olduğunu gösteren işaretler koymuşlar ve bu işaretler geliştirilerek bir yazı diline dönüştürülmüştür. Çivi yazısı olarak adlandırılan Sümer yazısı yumuşak kil tabletler üzerine metal parçalarının bastırılmasıyla yazılır ve sonra bu tabletler fırınlanarak sertleştirilirdi.
Sümerler, Mezopotamya’nın batak ve balçık konumundan ötürü anıtsal yapılarını taşkınlara karşı korumak gayesiyle daima yüksek bir set üzerine inşa etmişlerdir. Sümer yapılarının üst örtüsü daima toprak düz damdır. Bu dam, ülke dışından getirilen ahşap malzemeden kirişlerin üzerine sıkıştırılmış, geçirimsiz bir kil tabakasının örtülmesiyle oluşturulur.
Sümerler tuğlaların değişik dizilişlerinden yararlanarak kemer ve tonoz yapmayı öğrendiler. Aslında bu bir zorunluluktan doğmuştur. Şehirlerini taşkın sularından kurtarmak amacıyla kanallar açarak suyu yönlendiriyorlardı. Bu iş için anıtsal yapıların altından da geçen 4 m‘yi bulan genişlikte kanallar yapmışlardır. Sümerler ayrıca kubbeyi de geliştirip ilk uygulayan uygarlıktır ve bu üst örtü sistemleri ileride Roma mimarisinin temel taşlarından birini oluşturacaktır. Ancak ilk kubbeli yapılar Harran’dakilere benzer ilkel örneklerdir ve ortaları aydınlanma ve baca işlevleri için açık bırakılmıştır. Bu kubbeler saray ve konut odalarıyla toros denilen mezar yapılarında kullanılmıştır.
Sümer evleri bir avlunun üç yanını saran odalardan oluşur. Avlunun dördüncü yönünde genellikle evin girişi yer alır. Dışa kapalı olan bu evlerde çoğunlukla ikinci kat olur ya da birinci kat duvarları biraz daha yüksek tutularak, geceleri uyumaya elverişli, korkuluklu bir teras kat bulunur.
Her kentin merkezinde, kentin koruyucu tanrısının tapınağı ve yöneticinin sarayı bulunurdu. Kent kalın duvarlı surlarla kuşatılmıştı, aynı şekilde Sümerlerin ilk dönem tapınak ve sarayları da nehir taşkınlarına karşı çok kalın kerpiç dış duvarlarla korunuyordu. Sarayların belirgin bir planı yoktur. İhtiyaca göre büyüklü küçüklü avlu çevresinde sıralanmış oda ve salonlardan meydana gelir. Sümer tapınakları basit bir platform veya bir teras üzerinde yer alır. Genellikle ilk önce üst katlar tahrip olduğu için tapınağın mimari bölümlenmesi için bir şey söylemek güçtür. Ancak yine de tapınağın merkezini, içinde kült heykeli ve sunağın bulunduğu büyük bir salonun oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Sümerlerin, Zigurat adı verilen 3-7 kat arası değişen yüksekliklere sahip tapınakların gelişimi yeni Sümerler döneminde olmuştur. Bu dönemin tapınakları giderek küçülen katlar halinde birbiri üzerine yerleşen teraslardan oluşur ve en üstte yine asıl tapınak bölümü yer alır. İlk dönem yapılarında farklı olarak bunlarda fırınlanmış tuğlalar kullanılmıştır. Üst kat Tanrı’nın gökten inmesini sağlayan bir merdivenin başlangıcı kabul edildiğinden burada bir karşılama tapınağı bulunur. Zemin kat ise Tanrı’nın evi kabul edilir ve iki bölüm arasındaki merdivenler cennet ile dünyanın bağlantısını simgeler. Her katın dış yüzleri fırınlanmış tuğlalarla kaplanmıştır ve sıra sıra dışa taşkın ayaklar katların cephelerini monotonluktan kurtarır.
Sümerlerde halka ait cenazeler, evin zemini altına ya da duvar kalınlığı içine gömülür. Ayrıca açık arazide açılan mezara gömülüp, baş ucunda süslemeli ve yazıtlı mezar taşı olan örnekler de vardır
Sümerlerde büyük şahsiyetlerin gömüldüğü iki tür mezar görülür : Hipoje ve Tolos. Bu mezarlarda asıl ölünün dışında onun için kurban edilmiş ölüler ve çok kıymetli eşyalar da bulunmaktadır. Ancak bu tip mezarların büyük çoğunluğu daha önceki dönemlerde soyuldukları için gerçek zenginliklerini göstermekten uzaktır.
Mezopotamya’nın sanat hayatında, dağ kavimlerinin göçleri, kabartma formlu, görüntüye uygun hareketli, anatomiye düşkün bir sanatın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu sanat, derinliği olan bir heykel anlayışı olup, her yeni kavmin Mezopotamya’ya gelişi ile ortaya çıkan bir anlatım biçimi yaratmıştır.
Akkadlar’da mimarı, süsleyici bir ihtişama önem verdiği gibi, insanı şaşırtan plastik anlatımıyla da dikkati çeker. Bu Cemdet-Nasr’ın biçimlendirme şekline bağlanabilen ya da hiç olmazsa Cemdet-Nasr’a içten bir akrabalık gösteren bir sanattır.
Akkad çağına ait bulunan bütün rölyeflerde, esirlere yapılan işkence, önem kazanan bir konu olmuştur. Savaş sahneleri Mezopotamyalı için çok önemlidir. Bu eserlerin Sümer kültürü ile doğduğu, ancak Akkad çağında yapıldığı kabul edilmektedir. Savaş, zafer, esirler, esir düşmüş asker, hep iki kişi halinde karşı karşıya ve yan yana olarak anlatılmışlardır. Figürler üst üste getirilmediğinden vücutlar bağımsız olarak ifade edilmişlerdir. Mimarinin ilk gelişim basamağında rölyeflerdeki bu husus, hep böyle olmuştur. Eserlerde, elbise kumaşının altından vücudun formları belli olmaktadır. Ayak, bacak ve başın profilden, vücudun cepheden oluşu bütün rölyeflerde korunan bir anlatım şeklidir.
Figür olarak çevresi ile bağımsız, ayakta duran bir heykel, bu çağda Mezopotamya’da çok az görülmektedir. Ancak böyle, tam baş heykeli olarak kimi parçaların bugüne dek kaldığını görüyoruz.
Akkadlar zamanında dikkati çeken özell |
iklerden biri büyük anıt heykellerin azlığıdır.
Sümerlerin aşağı Mezopotamya’da gücünü kaybetmesi üzerine egemenlik Babil Krallığına geçmiştir. Bu dönemde mimari fazla gelişmemiş ama astronomide gelişmeler kaydedilmiştir.
Eski dönemin en önemli yapısı Ischali’de Ishtar tapınağıdır. Tapınak üç ayrı kutsal bölümü içeren dikdörtgen planlı bir yapı kompleksidir. Mimaride asıl gelişme yeni Babil çağında ve özellikle Nabukadnezar döneminde görülmüştür. Onun döneminde ortaya konulan eserler başkent Babil’in mimarisinde önemli bir pay sahibi olmuştur. Bu mimari eserler arasında şehrin tanrısı Marduk adına yapılan yedi katlı Zigurat, kral sarayı, asma bahçeleri ve tapınağa götüren tören yolunun başlangıcındaki Ishtar kapısı sayılabilir. Babil Fırat’ın Nabukatnezar tarafından surlar doğu ve kuzey yönünde genişletilmiş ve en kuzey köşeye kralın sarayı yapılmıştır.
Kentin çok sayıda kapısı vardır ama bunlardan en önemlisi kapısıdır. Berlin müzesinde ön cephesi ayağa kaldırılmış, 12 m yüksekliğindeki kapının iki kemerli kapısı vardır ve kapılar iki yanında yer alan mazgallı kulelerin koruması altındadır. Kapıyı ilginç kılan mimarisinden çok, cephesindeki sırlı tuğlaların kullanımıyla sağlanan renkli görünümdür. Mavinin hakim olduğu renkli fon üzerinde, sarı sırlı tuğlalarla işlenmiş, Marduk’un simgesi ejder ve boğa motifleri bulunmaktadır. Benzer bir düzenlemeyi tören yolunun iki yanındaki yüksek duvarlar üzerinde de görmekteyiz. Burada her bir yanda altmışardan birer ayağını ileri uzatmış durumda görülen 120 aslan figürü işlenmiştir.
Kentin kuzeyinde bulunandan ayrı asıl saray bu tören yolunun sol tarafında kalmakta ve avlu çevresinde sıralanmış salonlar ve teraslardan oluşmaktadır.
Sarayın hemen karşısında Dünyanın 7 Harikası'ndan biri olduğu kabul edilen Asma Bahçeleri yer almaktadır. Bu bahçeler kral Nabukatnezar’ın dağlık bir ülkeden olan eşi Semiramis’in vatan hasreti çekmemesi için gerçekleştirilmiş yapay setler üzerine kurulmuştur. Bugün belirleyici izi olmamasına rağmen düz arazide bu teraslı bahçenin ayaklar üzerine oturan tonozlu bir alt yapısı olduğu, üzerindeki kalın toprak tabakasına nadide ağaç türleri dikilerek, bunları Fırat’tan su dolaplarıyla çekilen suyla sulandığı varsayılıyor.
Tanrı Marduk adına yaptırılan tapınak, 7 katlı, üst katına rampa ile ulaşılan 90m yüksekliğinde bir zigurattır. Tevrat’ta adı geçen Babil kulesinin bu yapı olduğu sanılır. Çok yıl sonra Büyük İskender Babil’e geldiğinde bu kuleyi yeniden yaptırmak amacıyla enkazını temizletmiş ama ömrü bu işe girişmeye yetmemiştir.
Savaşçı bir kavim olan Asurlar yukarı Mezopotamya’nın dağlık coğrafi karakteri ile tam bir uyum gösterirler. İlk yerleşmeleri Dicle ile Zap suyu arasında, başkenti Asur olan bölgedir. Asur ülkesi dağlık bir bölge olduğu halde, mimaride Mezopotamya gelenekleri esas alınarak, mimari yapılarında fırınlanmış kerpiç tuğla ve sırlı tuğlalar kullanılmıştır.bu dönem mimarisinin en önemli özelliği 3 girişli kapıların ve bu kapıların solunda da taht salonunun olmasıdır.
Asur kent surları Hitit geleneğinde olduğu gibi kalınlıkları 15 m’yi bulan çift sıra surla kuşatılıştır ama farklı olarak malzeme, kerpiç tuğladır. Kent kapılarına da önem verilmiştir. Bu kapıların girişlerinden başlayan yollar, kentin tapınak ve sarayının bulunduğu alana uzanan düzenli yollardır. Ayrıca burada poternaları da görürüz ama burada malzeme yine kerpiç tuğladır ve geçitlerin ikiden fazla girişi vardır. Yeni Asur askeri mimarisinde "Ekal Maşarti" ismi verilen uzun ince yapılar vardır. Bu yapılar da şehre yakın bağımsız alanlara kurulmuştur.
Konut mimarisinde Bit-Hilani tarzı konutlar yapılmış ama bu ev şemasının adı, onların koyduğu isim ile tanınmıştır. Binaların üst örtüsü düz toprak damdır ama bunu sağlamak için gerekli ahşap malzeme bulunmadığı zaman binalar kubbe ya da tonoz üst örtü ile kapatılır ve bunun üzeri yine bir toprak tabakası örtülerek dam düzeltilmiş olurdu.
Mezopotamya geleneğine uyularak burada da anıtsal yapılar bir set ya da teras üzerine inşa edilir. Saray yapıları kompleks binalar olup birbirine geçişleri olan avlular çevresinde sıralanmış salonlardan meydana gelir ve bu tür yapıların duvarlarında nakış izlerine rastlanmıştır. Anıtsal yapıların kapılarını “Lamassu” denilen insan başlı, kanatlı ve beş ayaklı çok iri boğa heykelleri korumaktadır. En önemli saraylar Khorsabad’da II.Sargon’un ve Kalhu’da II. Asurbanipal’in saraylarıdır. Hitit orthostatlarını hatırlatan kabartmalı taş kaplama levhalarını burada da görürüz. Sarayların ilginç bir mimari elemanı, ileride Yunan mimarisinde karşılaşılacak olan Karyetid ve telemonların öncüsü konumunda olan Atlantlardır ki bunlar üst yarısı kadın ya da erkek Heykeli formunda olan sütunlardır.
Sümer geleneğine uygun olarak Zigurat formunda yapılırlar ve 7 katlıdırlar. En üst kademede asıl tapınak bulunur. Ziguratların 7 katının her biri güneş tayfındaki 7 renkten birinin rengini taşır.Zigguratlar aynı zamanda astronomi için de önemli tapınaklardır.Zira en üst kat astronomi için ayrılmıştır.
Asur şehirlerinde kent dışı bir mezarlık söz konusu değildir. Halk cenazesini yaşadığı evin bir odasının zeminine gömer. Kral ve soylular için kare ya da dikdörtgen planlı yer altı mezar odaları yapılırdı. Derinliği 2 metreyi geçmeyen bu mezar odalarında ölü toprak altına gömülür ya da zemin üstüne bir sanduka ile bırakılır, yanına da çeşitli eşyalar konurdu. Bu mezarlar üst örtülerine göre 2 çeşittir ki bunlardan ilki diğerinin prototipidir:
Ametist
Ametist (Antik Yunanca: ἀμέθυστος / amethystos, = ἀ (a)(değil) + μεθὐω / methýô, (methus) « sarhoş etmek »), SiO, mor renkli bir kuvars türü. Genellikle mücevher olarak kullanılır. Renksiz, şeffaf kayaç kristali, kuvarsın en saf halidir.
Ametistin adını Yunanca "a", "değil" (olumsuzluk eki) ve "methuskein", "sarhoş etmek" kelimelerinden aldığı söylenir. Bunun nedeni eski zamanlarda yaygın olan taşın sahibini sarhoşluktan koruduğuna dair inançtır. Ametistten yapılmış bir kase veya kupadan şarap içmenin kişiyi sarhoş etmeyeceğine inanılıyordu. Yine de taşın isminin , taş için Doğu'da kullanılan bir ismin dejenere olmasından türemiş olabileceği de düşünülmektedir.
20. yüzyılda ametistin rengini sahip olduğu manganezden aldığı düşünülmüştür. Fakat, bazı otoriteler rengin organik bir kaynağı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ferrik tiyosiyanat önerilmiş ve mineralde kükürtün saptandığı belirtilmiştir. 2005 yılından itibaren, ametistin renginden yabancı (katışkı) atomların sorumlu olduğu düşünülmektedir.
Isıya maruz kaldığında, ametistin rengi sarıya döner. Genel olarak sarı kuvars cevherlerinin (sitrin, dumanlı kuvars ve diğerleri) genel olarak "yanmış ametist" olduğu söylenmektedir. Kayacın yeryüzüne çıkmış uzantılarında, ametist damarlarının renklerini kaybetmeleri muhtemeldir. Ametistin sertliği 7'dir.
Popüler bir değerli taş olan ametistin çeşitli renklerine farklı tanımlar verilmiştir. Örneğin, ""Rose de France"" genellikle açık pembemsi lavanta veya leylak gölgeye sahiptir. En değerli rengi ise kırmızı parıltılara sahip koyu menekşe rengi olanıdır; bu renkteki ametist ""Sibiryalı"" olarak adlandırılır. İsminden de anlaşılacağı gibi bu renkteki ametist genellikle Sibirya'dan çıkarılsa da, Sibirya dışında Uruguay ve Zambiya başta olmak üzere başka bölgelerden de çıkarılmaktadır.
Ametist ABD'de birçok yerde bulunsa da bunlar mücevherlerde kullanabilecek kadar güzel ve değerli değildir. Ametist Brezilya, Uruguay, Bolivya, Arjantin, Zambiya, Namibya ve diğer Afrika ülkelerinde çıkarılır. "En kaliteli kristalli ametistler genellikle Hindistan, Brezilya ve Uruguay'daki volkanik kayaçların içindeki gaz boşluklarında (jeodlarda) oluşur.
Ayrıca Türkiye'de Balıkesir - Dursunbey ilçesinde, Erzincan ve Ordu'da da ametist yatakları olduğu bilinmektedir.
Ametist taşı birçok farklı kültür ve bölgede kraliyet aileleri tarfından sevilmiştir. Mısır kraliyet hanedanları tarafından sevilen ametist, Mısır'da genel olarak oymalarda kullanılırdı.
Leonardo Da Vinci ametistin şeytani, günahkar düşünceleri dağıttığı ve zekayı canlandırdığını yazmıştır. Bu büyük ihtimalle o zamanlarda var olan yaygın bir kanıydı.
Ayrıca, eski zamanlarda ametist dindarlığın ve bekaretin sembolü olarak görülürdü. Bu nedenle Orta Çağ boyunca Katolik Kilisesi ve diğer dini grup ve kiliselerde, özellikle oymalarda fazlasıyla kullanılmış ve değer verilmiştir. Yine aynı nedenlerle taş piskoposlar için özel bir önem arz etmiştir. Bugün hâlâ birçok piskopos ve diğer bazı din görevlileri ametist taşlı yüzükler takar.
Ametist Şubat ayının doğum taşıdır. Ayrıca Balık, Koç, Kova ve Yay takımyıldızlarıyla bağdaştırılmıştır.
Ayrıca, Tibet'te ametist taşı kutsal sayılır.
Eski zamanlarda en değerli taşlardan (elmas, safir, yakut ve zümrüt) sayılan ametist daha sonraları bu değerini ve önemini yitirmiştir. Bunun en büyük nedeni, Brezilya gibi, bazı bölgelerde büyük yatakların keşfedilmesidir.
Gökdelen
Gökdelen, çok yüksek yapı anlamına gelmektedir, gemicilikte geminin uzun direğine verilen isimdir.
Bir gökdelen için en düşük yükseklik 305 metre (1000 fit) olarak kabul edilmektedir.
“Gökdelen” kelimesinin karşılığı olan İngilizce kelime "skyscraper" (gök kazıyan), 19. yüzyılın sonlarında, New York’taki halkın muazzam yapılara karşı olan korkusu sonucu ortaya çıkmıştır.
Amerika Birleşik Devletlerin’de, geleneksel olarak gökdelenlerin en düşük uzunluğu 153 metre (500 fit) olarak kabul edilmektedir.
Çelik, güçlendirilmiş betonlar, su pompaları ve asansörler gökdelenler için en önemli gelişmelere sebep olmuştur.
Gökdelenlerin ağırlık taşıyan sistemleri diğer yapılara göre büyük farklılıklar göstermektedir. 4 kata kadar yapılar sadece duvarlardan destek alabilirler, ancak gökdelenler çelik iskeletlerden destek almak zorunda olan geniş yapılardır. Duvarlar bu çelik iskeletlere perde gibi asılırlar-hatta mimaride bu çelik iskeletler tarafından desteklenen cam kaplamalı yüksek yapılara “perde duvar” denir. Rüzgar için ise özel durumlar göz önüne alınmaktadır.
İngilizce ile Fransızcadaki adl |
arı «gök-kazıyan» anlamına gelir ve bu iki dilden diğer dillere büyük ölçüde olduğu gibi harfiyen çevrilmiştir.
İlk gökdelen olarak Şikago'da 1884-1885’te inşa edilen on katlı “Home Insurance” binası kabul edilmektedir. Günümüz koşullarıyla ilk gökdelen ise New York’taki “Woolworth Building” dir.
Gökdelenler 19. yüzyılın sonlarında New York, Şikago ve Londra da, 1930'ların başından itibaren Güney Amerika (Sao Paulo, Buenos Aires) ve Asya (Şanghay, Hong Kong, Singapur)’da inşa edilmeye başlandı.
Davutlar, Kuşadası
Davutlar, Aydın'ın Kuşadası ilçesine bağlı bir mahalle.
Davutlar
Bağdamları, Milas
Bağdamları, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Kütahya'dan gelip Muğla Marçal Dağı üzerinden Karaova (Yaşyer Ovası)'ya inen yazları yaylalara çıkan yörükler tarafından kurulmuştur. Mahallenin ilk adı "Gereme-i Cedid"dir. Cumhuriyet döneminde "Gereme Yeniköy" olmuştur. Köy isimlerinin yeniden adlandırılması hakkında kanunla; Üzüm bağı çok olduğu için ismi 1965 yıllarında "Bağdamları mahallesi" olarak değiştirilmiştir.
Mahallenin gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.
Muğla iline 92 km, Milas ilçesine 23 km uzaklıktadır.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.
Mahallede ilköğretim okulu vardır. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup mahallede elektrik ve sabit telefon vardır. Köy kahvehanesi yenilenmiş ve avlusu çevrili bir mekana sahiptir. Köy dolmuşları aracılığıyla her saat başı mahalleden Milas seferi yapılmaktadır.
Topkapı Hastanesi
Topkapı Hastanesi 1984 yılında Doç. Dr. Edip Uğurcan Kürklü ve eşi Sema Kürklü tarafından kurulan Türkiye'nin ilk özel kalp hastanesidir. 1988 yılında Edip Kürklü'nun vefatından sonra, 1996 yılına kadar varlığını bilfiil sürdürdü.
Kaos GL
Kaos GL Derneği, 1994'ün Eylül ayında Türkiye'deki LGBT bireylerin bir araya gelerek, maruz bırakıldıkları ayrımcılığa karşı mücadele ederek özgürleşmek amacıyla Ankara'da kurduğu, eşcinsellerin kurtuluşunun heteroseksüelleri de özgürleştireceği fikrini şiar edinen bir LGBT derneğidir. 1994'ün yazında İnsan Hakları Derneği (İHD), Ankara Şubesi'nde oluşturulan Gey ve Lezbiyen Hakları Komisyonu'nda çalışmalar yürüten aktivistler Kaos GL’nin oluşmasına katkıda bulundular.
Kaos GL grubu kurulduğundan beri Kaos GL dergisini çıkarmaktadır. 20 Eylül 1994’te Kaos GL Dergisi’nin ilk sayısı yayınlandı. Eylül 2000 tarihinden bu yana da Kaos Kültür Merkezi'nde kültürel etkinlikler, toplantılar, film gösterimleri düzenleyen KAOS GL Derneği, ilk LGBT kütüphanesini de oluşturmuştur.
Kaos Gay ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği (Kaos GL) dernekleşmek için resmi başvuruda bulundu ve 15 Eylül 2005 tarihinde tüzel kişilik kazandı. Ancak Ankara Valiliği 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 56. Maddesinde yer alan "Hukuka ve ahlaka aykırı dernek kurulamaz" hükmüne dayanarak dernek tüzüğünün ve isminin ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılması için Cumhuriyet Savcılığı'na başvurdu. Valiliğin başvurusunu inceleyen Basın Savcısı ise dava açılmasına gerek görmedi, böylelikle Kaos GL Türkiye’de tüzel kişilik kazanan ilk LGBT derneği oldu.
21 Temmuz 2006'da derneğin yayımladığı "Kaos GL" dergisinin "Cinselliğin Görselliği, Görselliğin Cinselliği: Pornografi" konusuna yer veren 28. sayısının tüm nüshalarının "genel ahlakın korunması ilkesine aykırı olduğu" gerekçesiyle toplatılmasına karar verildi ve derginin yazı işleri müdürü Umut Güner hakkında "basın yoluyla müstehcen görüntüler yayımlamak" suçundan ceza davası açıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 22 Kasım 2016 tarihli kararında "derginin söz konusu sayısının bir bütün olarak değerlendirildiğinde, eleştirel ve analitik yazılar aracılığıyla, farklı yaklaşımlara ve özellikle LGBT kişilerin yaklaşımlarına göre pornografi konusunu ele aldığını" ve "yerel makamların, bilgi sahibi olmayan bir toplumun söz konusu dergiye erişimini engellemek amacıyla sayının bütün nüshalarının toplatılmasına nazaran daha hafif nitelikte önleyici bir tedbiri uygulamaya çalışmadığını" tespit etti ve Kaos GL'nin ifade özgürlüğü hakkının ihlal edildiğine oybirliğiyle karar verdi.
Galata Köprüsü
Galata Köprüsü, İstanbul'da Haliç üzerine yapılmış, Karaköy'le Eminönü'nü birleştiren köprüdür.
1994 yılı Aralık ayında tamamlanarak hizmete girmiş olan ve günümüzde hizmet vermekte olan Galatasaray Köprüsü, 490 metre uzunluğunda ve 80 metrelik kısmı açılabilen bir baskül köprüdür. Dünyada üzerinden tramvay geçen ender baskül köprülerden biridir.
Haliç'i birleştiren ve "Galata Köprüsü" olarak bilinen ilk köprü, 1845 yılında inşa edilmişti. Bu köprü 1863, 1875 ve 1912 yıllarında yenilenmiş; 1912'de inşa edilen Birinci Ulusal Mimarlık Akımı tarzındaki köprü, şehrin simgelerinden birisi olmuştur. Şehrin sembolü olan Galata Köprüsü 1992'de yanmış ve adı ""Tarihi Galata Köprüsü"" olmuştur.
Tarih boyunca Haliç'in iki yakasını birleştiren birçok köprü yapılmıştır. En eski kayıtlara göre, Altın Boynuz üzerine ilk köprü 6. yüzyılda I. Justinianus tarafından yapıldı. Bizans tarihçileri, Haliç üzerindeki ilk köprünün I. Justinianus (6. yy.) devrinde yapıldığını, adının 'Aghios Khalinikos Köprüsü' olduğunu yazar. Yeri tam olarak bilinmemekle birlikte, 12 kemerden oluşan bu taş köprünün Eyüp-Sütlüce arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet de İstanbul'un fethi sırasında Haliç'e bir köprü yaptırmıştır. Demir halkalarla birbirine bağlanmış ve üzerine kalın kalaslar çakılmış dev fıçılardan oluşan bu köprü Ayvansaray-Kasımpaşa arasında idi. Nişancı Mehmet Paşa ise bu köprünün fıçılardan değil, yan yana demirlenmiş ve kirişlerle birbirine bağlanmış gemilerden oluştuğunu söyler. Bu mobil köprü, 1453'te İstanbul fethedildiğinde, orduların Haliç'in bir tarafından, diğerine geçebilmesi için kullanıldı.
1502-1503 yıllarında bölgeye ilk kalıcı köprüyü yapma planları konuşuluyordu. Galata Köprüsü için ilk girişim II. Beyazıt döneminde yapıldı. Sultan II.Beyazıd, Leonardo da Vinci'den bir tasarım yapmasını istedi. Leonardo da Vinci, padişaha bir Haliç Köprüsü tasarımı sundu. Altın Boynuz için hazırlanan köprü tek açıklıklı 240 metre uzunluğunda ve 24 metre genişliğinde idi . Yapılmış olsaydı dünyadaki en uzun köprü olacaktı. Ancak bu tasarım padişahın onayını alamayınca proje rafa kalktı. Başka bir İtalyan sanatçısısı olan Mikelanj İstanbul'a köprü için davet edildi. Mikelanj bu teklifi geri çevirdi. Bundan sonra Altın Boynuz'u geçecek bir köprü yapma düşüncesi 19. yüzyıl'a kadar rafa kaldırıldı.
Derken 19. yüzyılda, Sultan II. Mahmut (1808-1839) tarafından Azapkapı ve Unkapanı arasına, epey mesafeli bir köprü yaptırıldı. Açılış tarihi 3 Eylül 1836 olan bu köprü "Hayratiye", "Cisr-i Atik" ve "Eski Köprü" olarak biliniyordu. Proje, Yüksek Amiral Fevzi Ahmet Paşa tarafından işçileri ve deniz tersane imkânlarını kullanarak icra edildi. Tarihçi Lüti'ye göre bu köprü duba bağlantısıyla yapılıyordu. Yaklaşık 500-540 metre uzunluğundaydı. Köprü 1912 yılında yıkılmıştır.
Leonardo da Vinci'nin gerçekleştirilmesi teknik olarak imkânsız görülen tasarımının üzerinden 350 yıl geçtikten sonra ilk modern Galata köprüsü, 1845 yılında , Sultan Abdülmecid zamanında, annesi Bezm-i Alem Valide Sultan tarafından yaptırıldı ve 18 yıl kullanıldı. Köprüye 'Cisr-i Cedid' , 'Valide Köprüsü', 'Yeni Köprü', 'Büyük Köprü', 'Yeni Cami Köprüsü', 'Güvercinli Köprü' adları takılmıştı. Köprünün Karaköy tarafında, yeni köprünün Sultan Abdülmecid Han tarafından inşa ettirildiğini belirten Şinasi'nin bir beyti vardı. Köprünün üzerinden ilk geçen Sultan Abdülmecid idi. Altından geçen ilk gemi ise Fransız kaptan Magnan'ın kullandığı Cygne gemisi oldu. İlk üç gün köprü geçişi parasız idi. 25 Ekim 1845'te Denizcilik Bakanlığı tarafından toplanan ve mürüriye olarak bilinen köprü geçiş ücreti toplanmaya başlandı. Köprü geçiş ücretleri şöyleydi:
Yıllar içinde Cisr-i Cedid'in yerine yeni Galata köprüleri yapılmakla beraber, köprü geçiş ücretini 31 Mayıs 1930'a kadar köprünün her iki sonunda ayakta duran beyaz üniformalı memurlarca toplandı.
Bu köprü Sultan Abdülaziz'in (1861-1876) emri üzerine, III. Napolyon'un İstanbul ziyaretinden hemen önce Ethem Pertev Paşa tarafından inşa edildi ve 1863'te yerine yerleştirildi.
1870 de bir Fransız şirketi "Forget et Chantiers de la Mediteranee" ile üçüncü köprünün yapımı için bir sözleşme imzalandı. Ancak Fransa ile Almanya arasında savaşın patlak vermesi projeyi erteledi. Eski sözleşme feshedildi ve yeni köprünün yapımı 1872'de İngiliz firması G. Wells'e verildi. Köprü 1875'te tamamlandı. Yeni köprü 480 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde ve 24 duba üzerinde duruyordu. Maliyeti 105,000 altın lirasıydı. Bu köprü 1912 yılına kadar kullanıldı ve bu tarihte, Haliç'in daha yukarılarına doğru çekildi.
Dördüncü köprü Alman firması MAN AG tarafından 1912'de 350,000 altın Lirasına inşa edildi. Köprü 466 metre uzunluğunda,25 metre genişliğinde idi. 16 Mayıs 1992'deki yangına kadar bu köprü kullanılmıştır. Köprünün yanma nedeni hala tam olarak bilinmemektedir. Yanan köprü onarıldıktan sonra Balat-Hasköy arasına yerleştirildi ve yerine, bugün "Galata Köprüsü" olarak bilinen modern bir köprü yapıldı. Dördüncü köprü günümüzde ""Eski Galata Köprüsü"" veya ""Tarihi Galata Köprüsü"" olarak bilinmektedir.
Tarihi Galata Köprüsü, Haliç'teki su sirkülasyonu engellediği iddiası ile ortada bulunan bölümü açılmış bir vaziyette yıllarca bekledikten sonra 2016 sonunda Haliç'ten çıkarılarak tamire götürülmüştür. Tamirattan sonra nasıl değerlendirileceği belirsizdir.
Beşinci Galata Köprüsü, bir önceki köprünün birkaç metre kuzeyinde STFA şirketi tarafından inşa edildi. İnşaatı 1994 Aralık ayında tamamlanan köprü, diğerleri gibi Eminönü ve Karaköy'ü birbirine bağlıyordu. Tasarımı ve teftişi GAMB (Göncer Ayalp Engineering Company) tarafından yapıldı. Beşinci Galata Köp |
rüsü 490 metre uzunluğunda ve 80 metrelik kısmı açılabilen bir baskül köprüdür. Köprünün yüzeyi 42 metre genişliğindedir ve her yöne doğru 3 şeritli bir yol ve bir yaya yolu bulunmaktadır. Tramvay hattının Kabataş'a kadar uzatılması sonucu, köprünün ortasındaki iki şerit tramvay yoluna ayrılmıştır. Bu köprü, Norwich'deki Trowse Köprüsü ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki birkaç köprünün yanı sıra, dünyada üzerinden tramvay geçen ender baskül köprülerden biridir.
Ancak köprünün böyle bir eklentiye uygun olarak tasarlanmaması nedeniyle, tramvay yolu inşaatı birçok soruna neden oldu. Kapakları açılıp kapandığında, hatların birbirine tam olarak değmemesi bu sorunların başında geliyordu. Köprünün altındaki lokanta ve market kısmı 2003'te açıldı.
Bugün İstanbul'un geleneksel ikonlarından biri haline gelmiş Galata Köprüsü, Yeni İstanbul (Karaköy, Beyoğlu, Harbiye) ve Eski İstanbul'u (Sultanahmet, Fatih, Eminönü) birbirine bağladığı için "iki kültürü birbirine bağlayan köprü" simgeselliğini taşımaktadır.
Peyami Safa'nın romanı "Fatih Harbiye" de, "Fatih ilçesi'nden Harbiye'ye köprü yolu ile giden bir kimse farklı uygarlık ve farklı kültürü ayaklarına yerleştirir" der. Galata Köprüsü tasarım olarak başka köprülerden pek farklı olmasa da (hatta örneğin Paris ya da Budapeşte'nin köprülerine göre oldukça sıkıcı bir tasarıma sahip olsa da) kültürel değeri nedeniyle pek çok edebiyatçı, ressam, yönetmen ve oymacıya konu olmuştur.
Dolaşım
Dolaşım (İngilizce roaming) özelliği, GSM ile birlikte ortaya çıkmış bir teknolojidir ve bir mobil ağın (veya şebeke operatörünün) abonesi olan bir kullanıcının bu aboneliğini diğer ağlarda da kullanabilmesine olanak tanır.
Dolaşım sayesinde bir ağ sadece bir bölgeyi kapsama alanına alıp diğer bölgelerdeki hizmetini de başka ağlar üzerinden verir. Bunun uygulamaları şu şekildedir:
Sistemin en büyük avantajı, tüm ağlarda kullanıcının telefon numarasının aynı olması ve telefonunun aynı şekilde çalışıyor olmasıdır.
MTC ("mobilde sonlanan çağrı"), taşınabilir cihaza doğru yapılan normal telefon çağrıları, kısa mesaj (SMS) gibi işlemleri anlatır.
Bu sistemin bazı sorunları vardır:
Kurtlar Vadisi Irak
Kurtlar Vadisi Irak, yönetmenliğini Serdar Akar'ın yaptığı 2006 yapımı Türk filmi. Türk yapımı "Fetih 1453"ten sonra en pahalı bütçeye sahip (14 milyon $) bir film olup konusu itibarıyla ABD Temsilciler Meclisinde Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'a Amerikan Hükûmetinin uluslararası tutumu ve dünya tarafından nasıl görüldüğüne dair sözlü soru önergesi verdirten Türkiye'nin 83. kuruluş yıldönümüne özel ilk filmdir.
4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak'ta Türk karargahına Amerikan askerileri baskın yapıp Türk askerlerini tutuklayıp başlarına çuval geçirmişlerdir.Polat Alemdar bu olayın intikamını almak için Irak'a gitmiştir. Amerikan komutan Sam William Marshall ve askerlerine yaptığı planla başlarına çuval geçirip gazetecilerin onları fotoğraflarını çekmesini ister ama Sam elindeki koz sayesinde kurtulmuştur Polat ve ekibi plan değiştirip Sam'i öldürmek isterler,Amerikalılar düğünde havaya ateş açan insanları terörist diye tutuklayarak organlarını alıp ülkelere satmaktadır Leyla kendi düğününde eşi öldürüldükten sonra Amerikalı askerlere büyük bir nefret duymaktadır. Polat pazar yerinde Sam öldürmek ister. Leyla'nın akrabası Ali ölen oğlunun intikamını almak için canlı bomba olmuştur ve pazar yerinde patlamıştır Sam ufak bir yara almıştır Amerikan askerleri ve diğer insanlar arasında çok sayıda ölü ve yaralı vardır Erhan, Abdülhey ve Memati olay yerinden kaçarlar Polat'ın peşine iki Amerikan askeri takılır Polat ikisini de öldürür ve buluşmaları gereken yerde adamlarıyla buluşur Amerikan askerleri saklandıkları yeri bulup baskın yapmıştır Polat ve adamları kaçarlar Leyla onları saklamıştır. Polat ve adamları kurtulur Polat yeni bir plan yapar Sam'e gelecek olan piyanonun içine bomba koyarlar Sam bombadan kurtulur ve Askerlerle köye saldırır Polat ve ekibi yaralanır ama askerileri öldürmeyi başarırlar Sam Leyla'yı öldürmüştür Polat Sam ile teke tek kavgada Leyla'nın hançeri ile Sam'i öldürür.
Film Türkiye'de gösterime girdiğinde izleyici rekorları kırmıştır.
ABD'de film halen fazla bilinmemektedir. Ancak bazı çevrelerce Yahudi lobisi gibi filmde rol almayı kabul etmiş olan iki tanınmış Amerikalı oyuncuya (Billy Zane ve Gary Busey) yönelik eleştiriler veya televizyon parodilerinde yergili şakalar yapılmıştır. Billy Zane anne-babası Yunan'dır. Bu eleştirilere "birilerinin bu savaşın iğrençliğini duyurması gerekiyordu" diyerek karşı koymuştur.
Almanya'da muhafazakar Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesi filmi, Yahudi düşmanlığı, ABD düşmanlığı, Türk milliyetçiliği, ırkçılık gibi ithamlarla yerden yere vurmuştur. Handelsblatt'ın film hakkındaki yorumu daha rahat olmuş, film bir aksiyon filmi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bavyera'da muhafazakar CSU partisi başkanı Edmund Stoiber, 19 Şubat 2006 tarihli "Bild am Sonntag" gazetesindeki demecinde, filmin, Batı dünyasını eleştirdiği ve ırkçı olduğu görüşüne dayanarak, Alman sinemalarında gösterilmesinden çıkarılmasını istediğini belirtmiştir. Film Almanya'da 65 sinemada Almanca altyazılı Türkçe versiyonunda gösterilmektedir.
Fransa'da işe, bu ülkeye daha önce pek çok Türk filmini ithal etmiş bulunan Toocool şirketinin sahibi, gösterime giriş için 1 Mart tarihini açıklamış olmalarına rağmen, Fransa'da monopol oluşturan iki film dağıtımcısının da sözleşme imzalamaktan kaçındığını belirtmekte, "Sinsi Sansür"den yakınmaktadır. Film dünya televizyonlarında yayınlanmaktadır. Örneğin Macaristan'ın DUNA televizyonu 16 Mayıs 2009 da filmi yayınlamıştır. Filmin İran'da özel sektör tarafından gösterilen ilk yabancı film olması beklenmektedir.
Muggle
Muggle, Harry Potter serisinde büyücülük yetenekleri olmayan kişilere verilen addır.
Büyücülük yeteneği olmayan ana ve babadan da büyücüler doğabilir (muggle'dan doğmalar). Bunlara en iyi örnekler Lily Potter ve Hermione Granger'dir. Bunun yanı sıra ya anne-babasından biri muggle olan ((half-blood) melez) büyücüler de vardır. Bunlara en iyi örnek Severus Snape ve Lord Voldemort'tur.
Büyü dünyasının insanları muggle'larla iç içe yaşamalarına rağmen çeşitli yollarla kendilerini soyutlamışlardır. Muggle uzaklaştırıcı büyüler ve zihin temizleyici büyüler en başta gelen yöntemleridir.
Muggle doğumlu büyücülere bazı safkan büyücüler "mudblood (bulanık)" diyerek onları aşağılamaktadırlar.
Turkcell
Turkcell , Türkiye merkezli teknolojik iletişim operatör şirketidir. GSM, 2G , 3G , 4G ve 4.5G operatörüdür. GSM 900, UMTS2100, LTE800, LTE900, LTE1800, LTE2100, LTE2600 teknolojilerini kullanarak hizmet vermektedir. Kurulduğu günden bu yana, lisans bedeli de dahil olmak üzere, yurt içerisinde, Turkcell ileriye dönük hedeflerinde 18 milyar Lira yatırım yapmayı hedeflemiştir ve yüzbinlerce Türk vatandaşına iş istihdamı sağlamıştır.
Turkcell Grubu, yaklaşık 3 milyar TL gelir ile tarihinin en yüksek ‘çeyrek’ gelirine ulaştı.
28 Kasım 2008 tarihinde yapılan Üçüncü Nesil A Lisansı ihalesini Turkcell, 358 milyon € ile kazandı.
Şirket Çin merkezli ZTE ve Huawei firmalarının telefonlarını kendi markası alında satışa sunmaktadır. Türkiye'de operatör markasıyla çıkan ilk telefonlardan olan T10 yerini her yıl çıkan yeni cihazlara bırakmıştır. Sırasıyla T10, T11, T20, T21(Maxiplus 5), T30, T40, T50, T60 ve T70 modelleri Turkcell kullanıcıların karşısına çıkmaktadır. Telefonların büyük bir kısmı ZTE tarafından üretilmektedir.
Turkcell 2014 yılının 1. çeyreğinde Türkiye'nin 4G'li ilk telefonu olan yeni amiral gemisi Turkcell T50'yi tanıtmıştır. Aynı zamanda Turkcell T50'nin yanında yeni nesil saat olan Turkcell T-Fit'i tanıtmıştır.
Türkiye'de GSM temelli mobil iletişim, Şubat 1994'te Turkcell'in hizmete girmesiyle başladı. 27 Nisan 1998'de T.C. Ulaştırma Bakanlığı ile 25 yıllık GSM lisans anlaşması imzaladı. Turkcell aynı zamanda Borsa İstanbul Sürdürülebilirlik Endeksi’nde yer almaktadır.
Turkcell dünyada HSPA+ teknolojisini kullanan ilk operatörlerden biri olmuştur. HSPA+ teknolojisini şebekesinde ilk uygulaya operatörlerden biri olarak data kullanımındaki artışa paralel iki yeni HSPA+ teknolojisini daha hayata geçirmişlerdir. Üç Taşıyıcılı HSDPA ile DC-HSUPA teknolojileri sayesinde, dünyada ilk defa 3G şebekesinde 63,3 Mbps’a varan veri indirme hızı; ayrıca 11,5 Mbps’a varan veri yükleme hızı sağlanabilmektedir. Turkcell, Türkiye'nin evlere kadar saniyede 1000 Mbps'e varan hızlarda fiber genişbant erişimi sağlayan ilk telekom operatörüdür.
Şubat 1994'te Turkcell Türkiye'nin ilk GSM ağı olarak başladı. 2015 yılının 1.çeyreği itibarıyla Türkiye'deki cep telefonu kullanıcılarının yüzde 47,6'na sahiptir. Turkcell'i % 29,3 pazar payıyla Vodafone ve % 23,1 pazar payıyla Türk Telekom takip etmektedir.
Turkcell 11 Temmuz 2000 yılından itibaren İstanbul borsasında hisselerini satışa çıkardığından beri New York Borsası'nda listelenen ilk Türk şirketi olmuştur. Turkcell'in hissedar yapısı aşağıdaki gibidir: %51 Turkcell Holding A.Ş'ye ait, %0.05 Çukurova Holding A.Ş'ye, %13,07 Sonera Holding B.V'ye, %1,18 MV Holding A.Ş'ye aittir ve serbest payda ise %34,7 dir. 2011'in Aralık ayında Sonera Holding ve Çukurova Grubu doğrudan ve dolaylı olarak sırasıyla Turkcell'in hisse senedinin yaklaşık %37.1 ve %13.8'ini sahiplendiler. Çukurova Grubu 2005 yılının mart ayında TeliaSonera'ya hissesinin büyük bir kısmını sattı. O zamandan beri bu iki firma anlaşıp anlaşamama konusunda tartışıyorlar. 2009 yılının Ağustos ayında Uluslararası Ticaret Odası Çukurova'nın Turkcell Holding içindeki kalan tüm hisselerini TeliaSonera‘ya dağıtmasının gerektiği durumunda bir hüküm yayınladı.
Turkcell uluslararası alanda da GSM hizmetleri sağlamaktadır. Fintur Holding ile birlikte 9.6 milyon aboneye sahip ve Azerbaycan, Kazakistan, Gürcistan ve Moldova'da TeliaSonera ile birlikte 30 Eylül 2007'de aday üyeliği bulunmaktadır. Turkcell çoğunluğu elinde bulunduran Ukrayna firması Astelit ile birlikte de 10.6 milyon aboneye sahiptir.
9 Ocak |
2007’de Turkcell Genel Müdürü olarak atanan Süreyya Ciliv, 31 Ocak 2015 tarihinde görevinden ayrıldı. 26 Mart 2015 tarihinde yerine Kaan Terzioğlu'nun getirildiği açıklandı.
Turkcell Aralık 2014 itibarıyla 2G/EDGE teknolojisinde Türkiye nüfusunun %99,81'ini, 3G teknolojisinde ise nüfusun %91,21'ini kapsama alanı altına almıştır. Dünyanın ilk üç taşıyıcılı mobil internet teknolojisini de hizmete sunmuştur. Bu teknoloji ile 3G'de 63,3 Mbps indirme 11,5 Mbps gönderme hızlarına ulaşmak mümkün olmuştur.
Turkcell TV+ olarak bilinen bu hizmet; bilgisayar, tablet, telefon ve televizyondan izlenebilen, internet üzerinden yayın yapan dijital TV platfromudur. İlk olarak bilgisayar, tablet ve telefon üzerinden hizmet vermeye başlayan servis 2015 yılı itibarıyla IPTV hizmetine dönüştü. Turkcell Süperonline'ın fiber internet altyapısı üzerinden Full HD olarak hizmet verebilen Turkcell TV, Türk Telekom'a ait olan Tivibu'dan sonra Türkiye'deki 2. IPTV hizmeti oldu. Servis ilk 6 ayında 100.000'i aşkın kullanıcı sayısına ulaştı.
Turkcell, Türkiye'nin ilk yerli ve milli mobil tabanlı arama motoru "Yaani" nin de kurucusudur. Yapılan açıklamada Yaani için mobil uygulamadan sonra tarayıcı tabanlı bir adım atılacağını belirtmiştir.
Azerbaycan, Kazakistan, Moldova ve Gürcistan gibi halen büyümekte olan pazarlardaki mobil operasyonlarına, %41,45'ine sahip olduğu Fintur aracılığıyla iştirak etmektedir.
Turkcell'in Ukrayna'da %100 hissesine sahip olduğu Astelit şirketi life:) markası Şubat 2005'te GSM hizmetleri vermeye başladı. Belarus'ta Turkcell, BeST'in hisselerinin %80'ini Belarus Cumhuriyet Devlet Varlık Komitesi'nden 2008'de satın aldı.
2011 yılından beri Almanya’da Turkcell Europe markasıyla bulunan Turkcell, Deutsche Telekom’un iştiraki ile yaptığı pazarlama işbirliği ile Almanya'daki faaliyetlerine devam etmektedir.
1999 yılında hizmete giren %100 Turkcell iştiraki KKTCell ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Telekomünikasyon Dairesi ile gelir paylaşımı anlaşması çerçevesinde faaliyet göstermektedir.
Avea
Avea, Türkiye'nin üçüncü GSM operatörüydü. Yeni nesil şebekesi ile Türkiye nüfusunun %98'ine hizmet vermekteydi. Avea, 205 ülkede 685 operatörle uluslararası dolaşım anlaşmasına sahipti.. CEO'su Haziran 2009'dan Ocak 2016'ya kadar Erkan Akdemir'di. 26 Ocak 2016 itibarıyla üst grubu olan Türk Telekom ile birleşmiş olup kendini feshetmiştir. Böylece Avea markası tamamen son bulmuş, yerine Türk Telekom Mobil adı altına hizmet vermeye başlamıştır.
TT&TIM İletişim Hizmetleri A.Ş., Türk Telekom'un GSM operatörü Aycell'in, %51 İş Bankası Grubu ve %49 TIM ortaklığı ile kurulmuş olan İş-TIM ile birleşmesi sonucu, 19 Şubat 2004 tarihinde resmen kurulmuştur. Birleşmeden sonra Aria ve Aycell markalarının TT&TIM çatısı altında devam ettiği kısa bir süreç yaşanmıştır. 23 Haziran 2004 tarihi itibarıyla ise birleşmeden doğan sinerjinin ifade edildiği "Avea" markası, bu iki markayı temsilen piyasaya sunulmuştur. 15 Ekim 2004 tarihi itibarıyla "TT&TİM İletişim Hizmetleri A.Ş" ticari unvanı, "Avea İletişim Hizmetleri A.Ş." olarak değişmiştir.
GSM sektörünün en genç, dinamik ve alternatif operatörü olmuş Avea, Türkiye GSM pazarına ciddi bir rekabet ortamı getirmiştir. Türk Telekom'un %55 oranındaki hissesinin özelleştirilme süreci Kasım 2005 itibarıyla tamamlanmış, özelleştirme sonunda, Oger Telecom Türk Telekom'un %55 hissesine sahip olmuştur. Avea'nın geri kalan %18,63 hissesi İş Bankası'na aitti. Daha önce de TIM'in (Telecom Italia) Avea'daki hisselerini satın alan Türk Telekom'un payı 28 Şubat 2012 itibarıyla %89,9965'e yükselmiştir.
Türkiye'deki tek GSM 1800 (MHz) operatörüdür.
Şirket, bazı spor kulüpleriyle yaptığı anlaşmalarla, yalnızca isim hakkı kulüplerde bulunan Bursasporcell, Fenercell, GSMobile, Samsuncell ve Trabzoncell gibi sanal operatörleri de barındırmaktaydı. Bimcell, PTTcell, Pocell gibi gelir paylaşım ortaklıklarıda mevcuttu. Ayrıca İzmir spor kulüpleriylede iş birliği başlamıştı. 2012 yılında faaliyete başlayan ALTAYCELL, GÖZTEPECELL, KAFKAFCELL, BUCACELL gibi iştirakleri de vardı.
Müşteri hizmetleri numaraları; 444 1 500, Avea içi 500, Kurumsal hatlar için 444 1 550 idi.
4 Ağustos 2015 tarihinde Kamuyu Aydınlatma Platformu'nda (KAP) yapılan açıklama ile İş Bankası'nın şirketteki hisselerini almış olan Türk Telekom şirketinin, Avea İletişim Hizmetleri A.Ş'nin tamamının sahibi olduğu duyuruldu.
21 Ekim 2015 tarihli verilere göre Avea'nın 17 Milyon abonesi bulunmaktadır.
Aria (GSM operatörü)
Aria, İtalyan TIM (Telecom Italia Mobile) firması ve Türkiye İş Bankası'nın iş birliği ile Türkiye'de ilk GSM 1800 projesinin hayata geçirilmesi amacıyla kurulmuş mobil iletişim servis sağlayıcı özel bir şirkettir.
Ulaştırma Bakanlığı tarafından açılan GSM 1800 Sayısal Hücresel Mobil Telefon Sistemi'nin tesis ve işletmesi ihalesine katılan Türkiye İş Bankası ve Telecom Italia Mobile konsorsiyumu, 2 milyar 525 milyon ABD doları vererek ihaleyi kazandı. İş-TIM Telekomünikasyon Hizmetleri A.Ş. 20 Eylül 2000 tarihinde Türkiye'nin ilk GSM 1800 Mobil Telefon Ağı işletimi için T.C. Ulaştırma Bakanlığı ile lisans anlaşmasını imzaladı. 2002-2004 yılları arasında Galatasaray ve Fenerbahçe'nin sponsoruydu.
Şirket, Aria ticari ismiyle 28 Eylül 2000'de faaliyete geçti. Daha sonra 8 Nisan 2004 tarihinde Aycell ile birlikte Avea çatısı altında birleşti.
Uzun süre Avea markası altında AyCell ile ortaklıklarını sürdürürken 2016 yılında bu ortaklık Türk Telekom tarafından satın alınmış ve Türk Telekom markası altına girmiştir.
Aycell
Aycell, Türkiye'deki eski bir GSM işletmecisi. Ulaştırma Bakanlığı'nın 16 Mart 2000 tarihli ihalesiyle, GSM 1800 mobil telefon işletme lisansı Türk Telekomünikasyon A.Ş.'e verilmiştir. Bunun sonucunda 8 Ocak 2001 tarihinde ayrı bir sermaye şirketi olarak Aycell Haberleşme ve Pazarlama Hizmetleri A.Ş. kurulmuştur.
Şirket, teknik açılışını 22 Ağustos 2001 tarihinde, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve yine dönemin Ulaştırma Bakanı Oktay Vural arasındaki bir telefon görüşmesi ile yaptı.
8 Nisan 2004 tarihinde ise, Aria ile birlikte Avea çatısı altında birleşti. Bu yeni şirket, Aria'nın geniş servis yelpazesi ile Aycell'in uygun tarifelerini birleştirerek farklı bir açılım sağlamak istemiştir.
26.01.2016 tarihinde Avea Türk Telekomla birleşmiştir.
MVS
MVS, İngilizce" Mobile Video Streaming" yani "Mobil Video Akışı" anlamına gelir. Cep telefonu ile canlı veya daha önceden kaydedilmiş görüntülerin izlenmesini sağlar.
Türkiye'de Telsim tarafından MVS, Aria / Avea tarafından da MobilVizyon adı altında 28 Ocak 2003 tarihinden beri sunulmaktadır. Bu operatörler, cep telefonundan şu görüntülerin izlenmesine olanak sağlar:
Bu teknoloji, Avrupa genelinde 2005 ortası gibi kullanıma açılmaya başlamıştır.
Multimedya mesaj
MMS, İngilizce" Multimedia Messaging Service" yani "Mobil Çoklu Ortam Mesajlaşma Hizmeti" anlamına gelir. Cep telefonu ile fotoğraflı, sesli, animasyonlu ve videolu mesajların yollanmasına olanak tanır.
Türkiye'de Turkcell tarafından MaxiMesaj, Telsim tarafından Cepİmaj, Aria / Avea tarafından da MMS+ adı altında 16 Temmuz 2002 tarihinden beri sunulmaktadır. 2006 başı itibarıyla, üç operatör de maalesef sadece şebeke içi MMS mesajlarına olanak tanımaktadır.
Multimedya mesaj yani MMS teknolojisi sayesinde metnin içerisine resim, müzik ve video dosyaları eklemek mümkün. MMS'in SMS (kısa mesaj) teknolojisine göre en belirgin ve ilgi çekici farkı metinle sınırlı kalmaması. MMS'le dijital kameralardan çekilen veya herhangi bir yolla telefona aktarılan resimler, aynı kalitede gönderilebiliyor. Bunun yanı sıra MMS mesajlara ses ve video eklenebilmesi de mümkün. MMS uyumlu telefonlar multimedya mesajlara ulaşmanın tek yolu değil. Kullanıcılar kendilerine gönderilen MMS mesajlarını internet üzerinden görebiliyor. Örneğin arkadaşınıza o gün katıldığınız geziden çektiğiniz resimleri anında gönderdiniz. Telefonu MMS uyumlu değilse, işte bu noktada MMS - C devreye giriyor ve arkadaşınıza normal bir SMS atarak uyarıda bulunuyor. Ve gönderdiğiniz içeriğe ulaşacağınız internet adresini veriyor.
Şahin Özyüksel
Prf. Dr. Şahin Özyüksel, (d. 1943 - Seyitgazi, Eskişehir / ö. 2011 - Eskişehir) heykeltıraş ve akademisyen.
1965 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü'ne en yüksek puanı alarak girdi. 1971 yılında mezun oldu. 1971-1973 yılları arasında Eskişehir'de gazete çıkardı. Aynı zamanda iç mimarlık ve dekorasyon işleriyle uğraştı. Daha sonra Eskişehir Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Müdürlüğü'ne atandı. İki yılda bir serginin açıldığı bu galeriyi yorucu çalışmalar sonunda 15 günde bir sergi açılır duruma getirerek halkın ve sanatçıların çalışabileceği, sanatsal konuşmaların yapılabileceği bir ortama dönüştürdü.
1981 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'ne heykeltıraş olarak atandı. Bu müzede antikiteyi daha yakından izleme fırsatı buldu. 1982 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Merkezi'nde çalışmaya başladı. 1985 yılında Uygulamalı Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na geçti ve bu yeni okulun kurulmasına çok önemli katkıları oldu. 1988 yılına kadar aynı okulda Seramik Bölüm Başkanlığı yaptı ve 3 boyutlu tasarım derslerini yürüttü. Aynı yıllarda heykel atölyesini örgütledi.
1988 - 1989 akademik yılında bir yıl boyunca Birmingham Technic Fine Arts Faculty'de fellowship (misafir öğretim görevlisi) olarak bulundu. Haftada bir gün derse girdi ve Çağdaş Türk Plastik Sanatları konusunda konferanslar verdi. Bronz döküm tekniklerini öğrendi. Aynı okulun atölyelerinde ürettiği heykelleri üniversite galerisinde sergiledi, eserleriyle İngiliz basınının yoğun ilgisini gördü. 1990 yılında Anadolu Üniversitesi Uygulamalı Sanatlar Meslek Yüksek Okulu'nun heykel bölümünü kurdu. 1996 yılına kadar heykel bölümü başkanlığını yürüttü. 1996 - 2001 yılları arasında Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği bölümünde Ana sanat dalı başkanlığı yaptı. 2001 - 2002 yılları arasında 6 ay süreyle University Central of England (BIAD) Birmingham Institue Art |
s and Design’da research fellowship (misafir öğretim görevlisi) olarak bulundu. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığı yapmıştır.
Yalan (roman)
Yalan; Tahsin Yücel'in ilk basımı 2002 yılında İstanbul'da Can yayınları tarafından yapılan romanı. 2003 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı.
Roman, kendine ait olmayan bir dil kuramı ile ünlenip olağanüstü hafızası, ansiklopedik bilgisi ve rastlantıların yardımıyla hiç yalan söylemeden tüm hayatı bir yalana dönen Yusuf Aksu adlı karakterin yaşamını anlatır. Bir ön-öykü ve üç bölümden oluşur.
Muhsin Yazıcıoğlu
Muhsin Yazıcıoğlu (31 Aralık 1954, Elmalı, Şarkışla - 25 Mart 2009, Göksun), Türk Siyasetçi, Veteriner hekim ve Ülkücü lider. Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı, 19., 20., ve 23. dönem TBMM Sivas milletvekili ve Büyük Birlik Partisi'nin kurucusu ve ilk genel başkanıdır. 25 Mart 2009 tarihinde helikopter kazasında Kahramanmaraş'ta şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti.
31 Aralık 1954 günü Halit ve Fidan Yazıcıoğlu çiftinin son çocuğu olarak Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Elmalı köyünde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Şarkışla'da yaptıktan sonra Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi'ni bitirdi. Eşi Gülefer Yazıcıoğlu ile de burada tanışıp evlenen Muhsin Yazıcıoğlu iki çocuk babası idi.
1968 yılında Şarkışla'da Genç Ülkücüler Hareketi'ne katıldı; üniversite eğitimi için 1972'de Ankara'ya geldikten sonra da Ülkü Ocakları Genel Merkezi'nde görev yapmaya başladı. Sırasıyla Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı'nda bulundu. 1978 yılında faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği'nin de kurucu genel başkanı oldu. Bu dönemde yaşanan Bahçelievler ve Kahramanmaraş katliamlarıyla suçlandı, fakat yargı tarafından suçsuz bulundu ve serbest bırakıldı. 1980 sonrası yapılan yargılamalarda da beş yılı hücrede olmak üzere yedi buçuk yıl hapishanede yattı. Daha sonra suçsuz bulundu ve beraat etti.
1978 yılında Abdullah Çatlı ve Mustafa Pehlivanoğlu yakalanınca Ankara'ya geldiklerinden bir saat kadar sonra şubeye telefon açarak "Bu size son ihtarım. Abdullah Çatlı'yı bırakmazsanız Ankara'nın 150 yerinde bomba patlatacağız" diyerek emniyeti tehdit ettiği rivayet edilir. Bir iddiadan ibaret olan bu bilginin bir kesinliği yoktur. 1978 yılında Alevî vatandaşlara karşı düzenlenen katliamın ÜGD başkanı olarak tertipçisi olmakla suçlanmış, daha sonra suçsuzluğuna kanaat getirilerek beraat etmiştir.
1980 yılına kadar Milliyetçi Hareket Partisi'nde genel başkan müşavirliği görevinde bulundu. 12 Eylül 1980'den sonra MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılandı. 5½ yılı hücrede olmak üzere 7½ yıl Mamak Cezaevi'nde kaldı. Burada "Üşüyorum" adlı bir şiir yazdı.
Cezaevinden çıktıktan sonra cezaevindeki ülkücüler ve onların ailelerine yardım amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı'nın başkanlığını yaptı. Yazıcıoğlu, 1987'de Milliyetçi Çalışma Partisi'ne (MÇP) girdi ve genel sekreter yardımcılığı görevinde bulundu. 20 Ekim 1991 Milletvekili Genel Seçimlerinde, Refah Partisi (RP), Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi'nin (IDP) oluşturduğu ittifak bünyesinde milletvekili adayı olan Muhsin Yazıcıoğlu, Sivas'tan milletvekili seçildi.
Yazıcıoğlu, 7 Temmuz 1992'de "içinde bulunduğu partinin siyasî anlayışıyla uyuşamadığı" gerekçesiyle beş milletvekili arkadaşı ile beraber MÇP'den ayrıldı. 29 Ocak 1993'te, MÇP'den ayrılan bir grup arkadaşı ile beraber Büyük Birlik Partisi'ni (BBP) kurdu ve partinin genel başkanı oldu.
24 Aralık 1995 tarihinde yapılan erken genel seçimlerde ANAP-BBP ittifakından 20. dönem Sivas milletvekili olarak yeniden TBMM'ye girdi. 28 Şubat 1996 yılında ANAP'tan istifa ederek, BBP'ye döndü. 8 Ekim 2000 tarihindeki 4., 20 Temmuz 2003 tarihli 5. ve 30 Nisan 2006 tarihli 6. Olağan ve 15 Nisan 2007 tarihli 2. Olağanüstü Büyük Kurultaylarda yeniden genel başkan seçildi.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde Sivas'tan bağımsız milletvekili olarak TBMM'ye girdi ve seçimlerden önce bıraktığı BBP genel başkanlığına tekrar seçildi.
25 Mart 2009 tarihinde Kahramanmaraş mitinginden Yozgat-Yerköy mitingine hareket etmek üzere içinde bulunduğu helikopter, bilinmeyen bir sebepten dolayı düştü. Helikopter düştükten sonra İHA muhabiri İsmail Güneş 112 Acil Servis'i aramıştır. Bu konuşmada bacağının kırık olduğunu, helikopterde bulunanlardan sadece BBP Sivas il başkanı Erhan Üstündağ'ın inlediğini, ne BBP Sivas il başkan yardımcısı Murat Çetinkaya, ne de pilot Kaya İstektepe'den ses geldiğini, Muhsin Yazıcıoğlu'nu ise göremediğini söylemiştir.
Bu konuşmalar İsmail Güneş'in son konuşması olmuştur. Kazadan 48 saat sonra helikopterin enkazı ve Muhsin Yazıcıoğlu dâhil altı kişinin naaşı arama ekipleri içerisinden 17 gönüllü civar köylüsü tarafından Sisne ve Kızılöz Köyleri arasındaki Keş Dağı Kuru Dere Kanlıçukur mevkiinde bulundu. Enkaz, 48 saat süren arama çalışmalarının yapıldığı bölgenin içerisinde değil 115 km uzağındaydı.
28 Mart 2009 tarihi ve saat 14:10'da BBP genel sekreteri Yalçın Topçu'nun yaptığı açıklamaya göre BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekiler vefat etmişlerdir. Kendisi daha önce on yedi defa trafik kazası geçirmişti ancak bunların hepsini hafif sıyrıklarla atlatmıştı.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenazesi ölümünden altı gün sonra 31 Mart 2009 tarihinde Kocatepe Camii'nde düzenlendi. TBMM'deki törende Yazıcıoğlu'nun Türk bayrağına sarılı naaşının üzeri çiçeklerle süslendi. Cenaze törenine basın mensupları dâhil yaklaşık 700.000 kişi katıldı. Vasiyeti üzerine cenazesi, Taceddin Dergâhı'na gömülmeyi vasiyet ettiği için bir bakanlar kurulu kararı çıkarılarak Mehmet Âkif Ersoy müzesi olarak kullanılan dergâhın bahçesine defnedildi. Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünün ardından memleketi Sivas'ta birçok parka ve caddeye ismi verildi. Adıyaman, Amasya ve Ankara Çamlıdere ilçesinde yapılan caddenin ismi Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi olarak değiştirildi. Anadolu'nun birçok yerinde park, cadde ve vakıflara onun ismi verilerek kendisine duyulan sevgi ve saygı tekrar ifade edildi.
25 Mart 2009 tarihinde meydana gelen kazadan sonra ortaya atılan suikast iddialarını araştırılması için 2 Şubat 2010 tarihinde; Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına grup başkanvekili ve Ankara milletvekili Hakkı Suha Okay(10/333); Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu adına grup başkanvekilleri Kocaeli milletvekili Nihat Ergün, Kayseri milletvekili Mustafa Elitaş, Giresun milletvekili Nurettin Canikli, Hatay milletvekili Sadullah Ergin ve Yozgat milletvekili Bekir Bozdağ(10/334); Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına grup başkanvekilleri Mersin milletvekili Mehmet Şandır ve İzmir milletvekili Oktay Vural'ın önergesiyle Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu. 4 Nisan 2011 tarihinde açıklanan Meclis Araştırma Komisyonu raporundan tatmin olmayan ailesi ise iddialarında arkasının kesilmemesi ve dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün gazeteciler ile sohbette sarf ettiği "helikopterin beynini keçiler sökmedi ya" cümlesi üzerine dönemin Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Yalçın Topçu ve Gülefer Yazıcıoğlu'nun girişimleri üzerine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün talimatıyla Devlet Denetleme Kurulu olayı incelemeye almış ve 21 Ocak 2011 tarihinde de raporunu açıklamıştır.
Günümüzde kazanın oluş biçimi ve kaza sonrasında yaşanan ihmaller hâlen tartışılmakta olup konu, Kahramanmaraş Özel Yetkili Savcılığı'nca hâlen soruşturulmaktadır.
6 Ocak 2014 tarihinde Aksiyon dergisinin 996. sayısında Muhsin Yazıcıoğlu ve beş arkadaşını taşıyan helikopterin düşme nedeninin karbon monoksit olabileceğine ilişkin bilgilere yer verildi.
İki yıla aşkın bir süredir Özel Yetkili Malatya Cumhuriyet Savcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında helikopterin neden düştüğüne ilişkin çok önemli delillere ulaşıldı. Bu kapsamda Aksiyon Dergisi, ölenlerin kanlarında helikopter düşmeden önce karbon monoksit bulunduğuna ilişkin özel bir dosya yayımladı. Köksal Akpınar'ın haberine göre pilot Kaya İstektepe ve gazeteci İsmail Güneş'in kanında bulunan karbon monoksit değerlerinin helikopter düştüğünde çok daha yüksek olduğu ispatlandı. Savcılık, hayatını kaybedenlerin kanlarındaki karbon monoksitin jetlerin egzoz gazından oluştuğu üzerinde duruyor.
15 Temmuz 2016 tarihindeki askerî darbe girişimi esnasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kaldığı Marmaris'teki otele, Erdoğan'ın otelden ayrıldığından haberdar olmadan onu öldürmek veya sağ yakalamak amacıyla baskın yapan darbecilerin içinde bulunan ve bu baskının ardından kaçmaya çalışırken İzmir'de yakalanan Astsubay Üstçavuş Aydın Özsıcak'ın Muhsin Yazıcıoğlu içindeyken düşen helikoptere kısa sürede ulaşıp bunu diğer ekiplere iletmeyen ve helikopterin GPS cihazını sökerken (bu yüzden helikoptere ulaşılması uzun süre gecikmiştir) görüntülenen kaza, kırım ekibindeki astsubaylardan biri olması sebebiyle hakkında soruşturma açılmış olması ve Özsıcak'ın bir FETÖ mensubu olması sebebiyle kamuoyunda Muhsin Yazıcıoğlu'nun FETÖ/PDY (Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması) tarafından düzenlenen bir suikast sonucu helikopteri düşürülmek suretiyle öldürüldüğü ihtimali ağırlık kazanmıştır. Ayrıca darbe girişiminin başarısıza olmasıyla Yunanistan'a kaçan ve diplomatik temaslar sonucu Yunanistan'dan Türkiye'ye iade edilen sekiz askerden Davut Uçum'un, Aydın Özsıcak'la beraber helikopterden parça söken ekipte yer alması da bu ihtimali güçlendirmiştir.
Marmelat
Marmelat, meyvelerden yapılan tatlı yiyecek. Taze ya da kuru meyvelerin rendelenerek ya da ezilerek şekerle kaynatılması ve püre durumuna getirilmesiyle oluşur. Reçelden daha çok kaynatılır ve suyunu daha çok çeker. Dolayısıyla akışkanlığı reçele göre daha azdır. Dayanıklı bir besin maddesi olan marmelat, bazı kimyasal maddelerin karıştırılmasıyla da uzun süre bozulmadan saklanabilir. Limon, kızılcık, mandalina, portakal, bergamot veya bu meyvelerin değişik kombinasyonlarıyla yapılabilir. Ayva peltesi anlamına gelen ve Portekizce bir sözcük olan "marmelada" kelimesinden türemiştir. Türkçeye ise Fransızca üzerinden geçmiştir.
|
Karyalılar
Karyalılar, M.Ö. 2. bin yılının sonlarından itibaren güneybatı Anadolu'da varlıkları bilinen ve Karya uygarlığını kurmuş kavim. Başkentleri başlangıçta Mylasa'da ("Milas") iken, MÖ 4. yüzyılda Mausolus tarafından Halikarnas'a ("Bodrum") taşınmış, ancak Mylasa önemini korumuştur. Yaklaşık olarak Büyük Menderes Nehri ile Dalaman Çayı arasındaki bölgeye denk gelen yayılma alanlarında çok sayıda köy ve mezra türü yerleşimin bir araya gelerek oluşturduğu federasyonlar etrafında örgütlenmişlerdir.
En önemli kült merkezlerinden biri olan ve Zeus adı ile anılmakta birlikte yerli özelliklere sahip tanrılarından biri olan Mylasa'daki "Karyalı Zeus"un tapınağına Karyalıların yanı sıra sadece kuzey komşuları Lidyalılar ve Misyalıların kabul edilmesi geleneğinin işaret ettiği, anılan halklarla akrabalık bağları bulunduğuna dayalı inançları MÖ 1. binyıl boyunca canlı kalmış, günümüz bulgularıyla da doğrulanır niteliktedir. Nitekim, Karyalılarla ilgili ilk tarihi kayıtlardan biri, Mylasalı Arselis adlı bir Karya beyinin MÖ 7. yüzyılın başlarında Kral Gyges'in Sard'daki Lidya tahtını ele geçirmesine yardım etmesi ile ilgilidir. Diğer öndegelen tanrıları arasında, Arselis'in Lidya'dan getirdiği çifte baltayı (labrys) taşıdığı tasvir edilen "Labrandalı Zeus" ve ana tapınağı yine Mylasa'da bulunan "Zeus Osogoa" ("başlangıçta sadece "Osogoa"") bulunmaktaydı.
Arselis ile ilgili anılan ilk kesin tarihi kaydın kısa bir süre öncesine kadar (MÖ 8. yüzyıl) sürdüğü varsayılan bir dönemde Karyalıların Ege Denizi'ne yayılmış bir deniz kavmi olduklarını düşündüren eski Yunan kaynaklarına dayalı bir anlatı geleneği de bulunmaktadır. Daha da öncesinde Homeros'ta ise Karyalılar Truva Savaşı'nda Truvalıların müttefikleri arasında sayılmaktadır ve bölgeleri Milet ("Balat") ve Mykale'yi ("Dilek Yarımadası") de kapsayacak şekilde daha da kuzeye uzanır şekilde belirtilmektedir. Aynı dönemler Karya iç bölgeleri de yoğun ve özgün üretim tarzları ile arkeolojinin dikkatini çekmiştir.
Batı Anadolu sahil şeridine yönelik üç eski Yunan kolonizasyon dalgasının sonuncusunu ve en geç tarihlisini oluşturan Dorların kıyılarda koloniler kurmalarıyla Karyalılar iç bölgelerde egemenliklerini sürdürmüşler ve bu dönemde Mylasa, Alabanda ("Çine"), Alinda ("Karpuzlu"), Idrias ("Eskihisar"), Idyma ("Akyaka"), Garga (İncekemer), sonradan Afrodisias adını alacak mermercilik merkezi ("Geyre") gibi gerçek anlamda Karya kentleri, yine Mylasa, Labranda, Kyramus, Hylimus gibi Karya kült merkezleri ortaya çıkmıştır. MÖ 7. ve 6. yıllarda Mernmnadlar hanedanının Lidya kralları Anadolu'nun önemli bir kısmı gibi Karya Dor kentlerini de ele geçirdiler. MÖ 546'da Lidyalıların Perslere yenilmesinden itibaren ise, Karyalılar da Pers İmparatorluğu'nun yönetimi altına girdiler. Karyalıların bölgelerinde Perslere karşı kaydadeğer direniş örnekleri sergiledikleri ve Atina merkezli olarak kurulan Attik Delos Birliği'ne bir süre üye oldukları anlaşılmaktadır. Mylasalı Hetakomnidler hanedanı ve özellikle de Mausolus döneminde fiilen bağımsız politikalar izlemişler, ancak Helenizmin iç bölgelere de nüfuz etmesi ve eski Yunanca'nın resmi dil olarak yerleşmesi de bu dönemde başlamış, Karya dili muhtemelen Milattan kısa bir süre öncesinde veya sonrasında tarihe karışmıştır. Karya ülkesi Büyük İskender'in generalleri tarafından kurulan devletler ve sonrasında Roma İmparatorluğu içindeki çekişmelerden en çok zarar gören bölgelerden biri olmuş, MÖ 27'de Augustus'un Roma İmparatorluğu'nu kurmasıyla refaha kavuşmuştur. Karyalılar Anadolu'da içlerinde çoktanrıcı inançların en uzun ömürlü kaldığı halklardan biri olarak da dikkati çekmiştir. I. Konstantin saltanatında Doğu Roma İmparatorluğu'nun Hıristiyanlık dinine geçmeye başlamasına kadar (4. yüzyıl) bu yeni din Karyalılar arasında fazla ilerleme kaydedemiştir. Bölge 13. yüzyıl ortalarından itibaren Menteşe Beyliği hakimiyetine geçmiştir.
Kalsedon
Kalsedon, kimyasal formülü SiO, kuvars mineralinin kriptokristalin çeşitlerinden biridir. Yağımsı bir parlaklığa sahiptir. Saf kalsedon çok ince tabakalar halinde dizilmiş çok ince kuvars liflerinden oluşur. Saf kalsedonun rengi yarı şeffaf gri veya beyazdır. Grimsi mavi veya kahverengi gölgeli hatta siyahımsı olanları da vardır. Safsızlıklar sebebiyle şeritlerde farklı renk ve desenler olur. Bu renk ve desenlere göre ise kalsedonun farklı çeşitleri tanımlanır: akik (kornelian), oniks, jasp ve krizopras. Kalsedonun özgül ağırlığı 2.59-2.61'dir. Jeodlarda bulunan az sayıdaki minerallerdendir.
Hititlerden beri kalsedon taşı, Anadolu'daki yataklardan çıkartılıp kullanılmaktaydı. Romalılar döneminde taşın bugünkü İstanbul, Kadıköy'deki limandan ihracat için sevkiyatı yapılmaya başlandı. O dönemlerde Kadıköy küçük bir Antik kasabasıydı ve adı da "Chalkedon" idi. Kalsedon taşı adını bu küçük liman kasabasından almıştır.
Eski kültürlerde kalsedonun ruhu ve inancı olumlu şekilde etkilediğine, uyku sorunlarını tedavi ettiğine inanılırdı. Bunun dışında her kalsedon çeşidine farklı bir tedavi edici güç ve önem atfedilmiştir.
Anadoludaki, bugünkü Eskişehir, bölgesindeki kalsedon yataklarından binlerce yıldır taş çıkarılmaktadır. Kalsedon Hitit ve Urartu dönemleri boyunca buradan çıkarılan kalsedonu ihraç etmiştir. Daha sonra Romalılar döneminde ise taşın ihracı çok yüksek seviyelere ulaşmıştır. Taş genelde mühür halkası, mücevher ve oymalarda kullanılırdı.
Halkın Emek Partisi
Halkın Emek Partisi (HEP), 1990-93 arasında Türkiye'de faaliyet göstermiş siyasi parti.
Ekim 1989’da Paris’te düzenlenen "Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları" konulu bir konferansa katılan Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) milletvekilleri Kenan Sönmez, İsmail Hakkı Önal, Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Adnan Ekmen, Mahmut Alınak, Salih Sümer 16 Kasım’da partiden ihraç edildi.
İhraç kararını protesto eden Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Cüneyt Canver, Mehmet Kahraman, Arif Sağ ve İlhami Binici 23 Kasım’da, Kemal Anadol, Hüsnü Okçuoğlu ve Tevfik Koçak 1 Aralık’ta, Kamil Ateşoğlu ve Aydın Güven Gürkan da 13 Aralık’ta partiden istifa ettiler. Bunu Diyarbakır örgütündeki toplu istifalar izledi.
Aralarında istifacı 10 milletvekilinin de (Abdullah Baştürk, Ahmet Türk, Cüneyt Canver, Kenan Sönmez, Salih Sümer, İsmail Hakkı Önal, Mehmet Ali Eren, Arif Sağ, İbrahim Aksoy, Adnan Ekmen) bulunduğu bazı eski SHP’liler tarafından 7 Haziran 1990 tarihinde kuruldu. İlk genel başkanı Fehmi Işıklar, ilk genel sekreteri İbrahim Aksoy'du.
Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın'ın ölü bedeni 8 Temmuz 1991'de bulundu. "Faili meçhul" bir cinayetle öldürülen Aydın'ın ölümünde "derin devlet" yapılanmasının rol oynadığı şüphesi mevcuttur ve bu gibi cinayetler siyaset bilimci Nicole Watts tarafından "HEP'in faaliyetlerini kısıtlamaya yönelik resmî çabaların yansıması" olarak değerlendirilmiştir. Aydın'ın cenazesine 25.000 kişi katıldı ve polisle kalabalık arasında çıkan olaylarda altı kişi öldü, 150'den fazla kişi yaralandı. Partinin Gaziantep il başkanı Abdulsamet Sakık, birçok ilçe yöneticisi ve üyesi de benzer biçimde "faili meçhul" cinayetlere kurban gitmiştir.
20 Ekim 1991 tarihinde gerçekleştirilen erken genel seçimlerde yüzde 10'luk seçim barajını aşamayacağını anlayınca adaylarını SHP listelerinden seçime soktu. 21 HEP'li (Mahmut Kılınç (Adıyaman), Adnan Ekmen (Batman), Nizamettin Toğuç (Batman), Hatip Dicle (Diyarbakır), Fehmi Işıklar (Diyarbakır), Salih Sümer (Diyarbakır), Mahmut Uyanık (Diyarbakır), Sedat Yurtdaş (Diyarbakır), Leyla Zana (Diyarbakır), Mehmet Sincar (Mardin), Ahmet Türk (Mardin), Mehmet Ali Yiğit (Mardin), Muzaffer Demir (Muş), Sırrı Sakık (Muş), Emin Sever (Muş), Zübeyir Aydar (Siirt), Naif Güneş (Siirt), Mahmut Alınak (Şırnak), Orhan Doğan (Şırnak), Selim Sadak (Şırnak), Remzi Kartal (Van) ) SHP listelerinden TBMM'ye seçildi. 15 Aralık 1991'de yapılan 1. Olağanüstü Kongre'de Feridun Yazar genel başkanlığa seçildi.
Mart 1992'de, önce TBMM'nin açılışında yaşanan Kürtçe yemin krizi, ardından da 1992 Nevruzu'nda yaşananların ardından SHP lideri Erdal İnönü'nün isteğiyle Fehmi Işıklar, Adnan Ekmen ve Salih Sümer dışındaki 18 HEP kökenli milletvekilleri SHP'den istifa etti. 3 Temmuz 1992'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma amacını taşımak” ve "yasaya aykırı siyasi faaliyetlerin mihrakı olmak" iddiasıyla HEP'in kapatılması istendi. 19 Ekim 1992'de HEP'in kapatılma ihtimaline karşı Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) kuruldu, aynı yıl içinde ÖZDEP, HEP'e katıldı.
19 Eylül 1992'de Ankara'da toplanan HEP 2. Olağanüstü Kongresi'nde, kongreye tek aday olarak katılan Mardin milletvekili Ahmet Türk genel başkan seçildi. 1 Kasım 1992 yerel ara seçimlerde Devrimci Seçim Bloku'yla seçime katıldı. Iğdır belediye meclisine girdi.
HEP'li 18 milletvekili, baskıları protesto etmek için genel merkezde 12 Kasım 1992 yılında 8 gün süren, süresiz açlık grevi başlattılar.
Anayasa Mahkemesi 11 üyenin oybirliği ile 14 Temmuz 1993'de HEP’in kapatılmasına, ayrıca eski HEP genel başkanı olan TBMM Başkanvekili ve SHP Diyarbakır milletvekili Fehmi Işıklar'ın milletvekilliğinin düşürülmesine karar verdi. Demokrasi Partisi'ne (DEP) geçen 18 milletvekilinin TBMM üyelikleri ise, dava açılan tarihten iki gün sonra HEP'e üye oldukları için düşmedi.
Halkın Emek Partisi, Kürt siyasi hareketinin Türkiye'deki ilk temsilcisi olarak kabul edilir. Ana ideolojik eğilimi "Kürt yanlısı" veya Kürt milliyetçiliği olarak tarif edilmiştir. Bu ideolojik eğilim sol bir çerçevede biçimlendirildi, Tanıl Bora'nın ifadesine göre Kürt siyasi hareketinin genelinde olduğu üzere "Kürt kimliğinin tanınmasını [...] evrensel bir eşitlik ve özgürlük sorunsalına oturtmaya dönük" bir çaba sergilendi.
Partinin emeli Türkiye'de devam eden Türk milliyetçiliği temelli uygulamaları sistem içinde kalarak değiştirmekti. Mevcut siyasi sistem sınırları içerisinde hareket etme politikasını vurgulamak amacıyla tüzükte İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne atıfta bulunuldu, özellikle partinin ilk kurulduğu dönemde parti |
nin tüm Türkiye'yi temsil etme amaçlı siyaset yaptığı söylemi vurgulandı. Parti kendisini "işçiler, işsizler, köylüler, memurlar, öğretmenler, demokrat, sosyal demokrat ve sosyalist aydınlar, esnaf, zanaatkâr, baskıya ve sömürüye maruz kalan halk kitleleri ve demokrasiden yana olan herkese" hitap eden bir parti olarak tanımladı. Bununla beraber, parti tüzüğü, etkinlikleri, açıklamaları ve üye profili partinin Kürt karakterini yansıttı. Partinin kuruluş sürecinde Kürt olmayan şahıslar da rol aldı; ancak bu şahısların çoğu "Kürt partisi" karakterinin baskınlığı nedeniyle partiden uzaklaştı.
HEP'in ilk başlarda kendisini dar anlamda bir "Kürt partisi" olarak tanımlamaktan uzak bu çabası, özellikle parti üyelerine saldırılar arttıkça azaldı. Parti başkanı Işıklar, parti liderliğinin "Kürt partisi" tanımlamasından rahatsız olmadığını, bunu "bu ülkede en çok ezilen, baskı altında tutulanların Kürtler olduğunun itirafı" olarak gördüklerini belirtti. Bu süreçte self determinasyon hakkına yönelik göndermeler Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğüne yönelik atıflara göre öncelik kazandı. Özellikle 1991 seçimlerinde meclise daha genç ve "radikal" milletvekillerinin girmesinin ardından şiddete karşıtlık söylemi de sarsıldı, HEP toplantıları ve mitinglerinde Abdullah Öcalan posterleri yer almaya başladı.
Halkın Emek Partisinin savundukları arasında anadilde eğitim ve yayın, Kürt sorunun özgürce tartışılacağı demokratik ortam, Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği'nin (OHAL) kaldırılması; özel tim, kontregerilla faaliyetlerinin, köy koruculuğununu, anti terör yasalarının kaldırılması, köye dönüşlerin sağlanması, toplu sözleşmeli grev hakkı bulunmaktaydı.
HSUPA
HSUPA (İngilizce" High Speed Uplink Packet Access", yani Yüksek Hızlı Veri Paketi Yükleme İmkanı), 3G için yapılmış ve veri göndermedeki transfer hızını teoride 14.4 mbit'e pratikte ise 2.3 mbit'e çıkartan iletişim standardıdır. Bazı çevrelerce 3.92G olarak da anılır. Genellikle telefonlerda "H+" adlı mobil veri hızı olarak lanse edilir.
Ayrıca bkz: HSDPA
Nohut (cins)
Cicer bir diğer adıyla nohut. İngilizce'de Cicer ismi kullanıldığında akla yabani nohutlar gelmektedir. "Chickpea" denildiğinde ise kültür nohutu hatırlanmaktadır. Cicer cinsi 43 tane tür içermektedir. Bunlarda kültür nohutunun da aralarında bulunduğu 9 tür tek yıllık, diğerleri ise çok yıllıktır.
Cicer'in orijini olarak Türkiye'nin güneydoğusu gösterilmektedir. Yapılan moleküler biyolojik analizler bu olgunun doğruluğunu güçlendirmektedir. Ayrıca Filistin'e kadar olan bölgede ve Orta Doğu'da cicer türleri yoğundur. Henüz sistematiğinde problemler yaşanan bir cins olması münesabatiyle Cicer ile ilgili morfolojik, sito-genetik, moleküler düzeyde çalışmalar devam etmektedir.
TED Ankara Koleji
Türk Eğitim Derneği (TED) Ankara Koleji Ankara'da ilk ve orta öğretim düzeyinde eğitim veren bir vakıf okuludur. 1930-1931 eğitim ve öğretim yılında anaokulu ile eğitim etkinliklerine başlamış, ardından 1931, 1933 ve 1936 yıllarında açılan ilkokul, ortaokul ve lise kısımlarıyla Türkiye'nin en önemli eğitim kurumlarından biri haline gelmiştir.
TED Ankara Koleji, TED Ankara Yenişehir Lisesi olarak kurulmuş cumhuriyetin ilk "özel" okuludur. Yenişehir Lisesi Türkçe Eğitim-Öğretim uygulamaktaydı. 1953 yılında lisenin bütün eğitimi Türkçe , Edebiyat, Dil ve Anlatım, Tarih ve Coğrafya dersleri hariç İngilizceye çevrilmiştir. 1953 yılında yönetimi TED Ankara Koleji Vakfı'na bırakılan okul bugüne kadar 27,000' i aşkın mezun vermiştir. Ted Ankara Koleji'nin İncek'te bulunan yeni yerleşkesi, dünyanın en büyük ikinci, avrupanın en büyük anaokul ilköğretim ve lise yerleşkesidir. 2013 yılı öğrenci sayısı 5500'dür.
TED Ankara Koleji Özel Lisesi'nde 3 tane eğitim programı seçeneği vardır.
Bunlar:
Bu programda okumaya hak kazanmak için, her sene Nisan ayında yapılan sınavda başarılı olmak gerekir.Bu sınav 6, 7 ve 8.sınıf ilk dönem konularını içermektedir.Sınava giren öğrenciler başarılarına göre sıralanır. Yaklaşık olarak her sene okul içinden 65 öğrenci (Toplam 70 ) alınır. TEOG sınav sonuçları açıklanması ile YEP (Yerleştirmeye Esas Puan) %0,5 oranında BİY sınav notuna eklenir.
TED Ankara Koleji Lisesi'nin eğitim dili İngilizce olduğundan dolayı bu üç programda da dersler İngilizcedir. Millî Eğitim Bakanlığı'nın da öngördüğü şartlar nedeniyle TED
Ankara Koleji Lisesi'nde 9. sınıfı okumaya hak kazanmak için Türkçe ve İngilizce
derslerinden yeterlilik (hazırlık) sınavına girilmesi ve en az 4(70) notu alması
gerekmektedir.
Sezar şifrelemesi
Tarihin ilk kriptolojik fikirleri İngilizce'de "transposition and substitution cipher" adını taşır, yani "yer değiştirme ve harf değiştirme şifrelemesi". Bu yöntemlerden ilki bir yazıdaki harflerin yerlerini değiştirerek, ikincisi ise harfleri başka harflerle değiştirerek elde edilir. Bu şifrelemeyi kullanan belki de en ünlü teknik Sezar Şifresi'dir: Bu şifrede, her harf o harften birkaç sonraki harf kullanılarak yazılır. Örneğin, 3 harf atlamalı Sezar Şifresi'nde "deneme" yerine "ghqhph" yazılır.
Öte yandan, Sezar Şifresi(Cevrimsel alfabe) kırmak görece kolay olmaktadır: Bir filolog, bir dilde en çok geçen harfleri bulabilir. O harfler ile mesajda en sık geçen harfleri karşılaştırarak hangi harfin hangi harf ile değiştirildiğini bulabilir. Bu adımların ardından, mesaj çözülmüş olur.
Sezar Şifresi Hakkında:
Rotor makinesi
Sezar şifrelemesinin ardından en popüler şifreleme yöntemlerden biri Rotasyonel Şifreleme (İngilizce Rotor Machine) olmuştur. Bu makinelerin en popüler örneği, Nazi Almanyası'nın II. Dünya Savaşı sırasında kullandığı Enigma makinesi adlı cihazdır.
Rotasyonel şifre makinesinin en önemli özelliği, birkaç rotor'un bir araya getirilmesiyle birlikte şifrelemenin dinamik olarak değiştirilebilmesidir: örneğin, ilk harfler bir şifreleme çeşidi, ikinci harfler başka bir şifreleme çeşidi, üçüncü harfler ise başka bir şifreleme çeşidiyle şifrelenebilir.
Bu tür şifrelemelerin kırılması için en popüler harfler yerine en popüler harf sekansları bilinmelidir; örneğin İngilizce'de NG ve ST harflerine arka arkaya sık rastlanır.
Psilocybe semilanceata
Psilocybe semilanceata, Strophariaceae familyasından halüsinojen bir mantardır. %1-2 civarındaki Psilocybin içeriği ile en etkin halüsinojen mantarlardan biridir. Almanya Hildesheim'deki bir katedralin kapısında M.S. 1020 yılından kalma bronz kabartma rölyefte Âdem ve Havva'nın cennetten kovulmasına neden olan yasak meyve olarak "Psilocybe semilanceata" resmedilmiştir.
Karya
Karya veya Karia güneybatı Anadolu'da ana hatlarıyla günümüzdeki Büyük Menderes Nehri güneyi, Muğla ili kuzey kısımları ve içerideki bölgeye denk gelen coğrafyanın eski çağlardaki ismi. Bölgenin oluşumu eski Yunan kavimlerinin Anadolu'nun Ege kıyılarında koloniler kurmaya başlamalarından öncesine dayanmaktadır ve bir uygarlık düzeyi yaratmış olan Karyalıların Anadolu'nun bir yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasındaki mutabakat genişlemektedir.
Herodot'a göre, Karyalıların ismi efsanevi kurucu kralları Kar'dan türemiştir. Dilbilim araştırmaları Karya dilinin, komşu Lidya ve Likya ve daha kuzeydeki Misya dilleri gibi, Hititlerin ardılı Luvi dilinden türemiş yerli bir Anadolu dili olduğunun kanıtlarını ortaya koymuştur. Bizzat Karyalıların Anadolu'nun yerlileri olduğu inancını taşıdıkları yine Herodot tarafından belirtilmektedir.
Homeros, İlyada Destanı'nda, sonradan bir İyonya kenti haline gelen Milet'in (Miletos; Balat) Troya Savaşları zamanında bir Karya kenti olduğunu belirtmektedir. Bizzat Karyalıların, Anadolu'nun daha eski bir halkı (Hint-Avrupa kavimleri öncesi) olan Lelegler ile henüz tabiatı tam olarak belirginleştirilememiş bir ilişkileri olduğuna dair işaretler bulunmaktadır. Karyalıların Ege Adalarına yayıldıkları ilk yüzyıllarında hakimiyetleri altına girmiş bir yerli halk olduğu düşünülen ve Yunanistan'ın en eski sakinleri olan Pelasgların ardılı olabilecek Lelegler hakkında Strabo, Karyalıların ve Leleglerin aralarında birbirlerini ayırt edemeyecek ölçüde karışmış olduklarını yazmaktadır. Buna göre eski Yunanların yayılmasıyla Karyalılar ve Lelegler bir arada Anadolu'ya çekilmişlerdir. Yine de, Leleglerin en azından bir kısmının uzun süre özgün bir kimlik taşıdıkları, Mausolus'un Halikarnas'ı başkent edindikten sonra çevredeki isimleri bilinen 8 Leleg yerleşiminin nüfusunu yeni başkentinde iskan etmiş olmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Karya ülkesi içinde, Likya sınırlarında yer alan Kaunos (Dalyan) şehrinin halkı, Girit adası ile ilişkili olması muhtemel özgün bir etnik kimliği Karya tarihi boyunca korumuştur.
Karya sözcüğü, Luvi dilinde ""uç ülke, sarp ülke"" anlamına gelen ""karuwa"" sözcüğünün eski Yunanca'ya geçmiş şeklidir.
Karyalılar, Homeros, Herodot ve Strabo'nun yanı sıra, Tevrat'ta ve Mısır hiyeroglif yazıtlarında da anılmaktadır. Bu dönemde özellikle paralı askerlik yaptıkları anlaşılmaktadır. Karya veya Karyalılar Hitit metinlerinde Karkiya, Babillilerce Karsa, Elami ve eski Pers dilinde Kurka olarak anılmaktadır.
Karya MÖ 11. yüzyıldan MÖ 545'e kadar bağımsızlığını muhafaza etti ve özellikle başlangıçta denizcilikle uğraştılar. Kıyılarda eski Yunan kolonilerinin kurulmaya başlamasından sonra da, iç bölgelerde Karya hakimiyeti ve kültürü devam etti.
MÖ 545 sonrasında Karya Pers İmparatorluğu'nun Karka satraplığı haline gelmiştir. Yerli hanedanın ve Pers satrapının yaşadığı en önemli şehri Halikarnas (Bodrum) olmuş, diğer önemli yerleşimleri arasında Mylasa (Milas), Latmus Heraclea'sı (günümüzde Bafa Gölü üzerindeki Kapıkırı köyü), Laodikeia (Denizli),Tabae - Kale, Mindos (Gümüşlük), ve Alabanda (Çine) yer almıştır. Bir Karya mermer ocağı olarak kurulmuş Afrodisias da, Karya bölgesinin MÖ 334'de Büyük İskender tarafından fethedilmesinden sonraki dönem sonrasında, önemini Bizans İmparatorluğu dönemine kadar sürdürmüş bir antik çağ merkezi haline gelmiştir.
Tarihi kayıtların özellikle Pers işgalinden ve Perslerle eski Yunanlar arasındaki savaşların sürdüğü dönemde zenginleşmesi nedeniyle Karya tarihinin dah |
a iyi bilinen dönemi MÖ 6. yüzyıl sonrasıdır. Bu dönemde ilki Halikarnas'da (Bodrum) hüküm sürmüş, ikincisi ise Mylasa (Milas) merkezli kurulduktan sonra Karya'nın bu en avantajlı liman kentine sonradan taşınmış iki hanedan öne çıktı. İdima'da (Akyaka) üçüncü bir hanedanın hüküm sürmüş olabileceğine dair ihtimaller öne sürülmektedir.
Karyalılar arasında Salamis Deniz Savaşı'na (MÖ 480) katılmış Artemisia I, Pers yönetimi altında askeri komutanlık yapmış Hecatomnus (MÖ 380 öncesi), sırasıyla Karya ülkesini yönetmiş oğulları mozolesi ile ünlü Mausolus (MÖ 377-353), Idrieus (MÖ 351-344) ve Pixodarus (MÖ 340-334) ve kızları II. Artemisia (MÖ 352-350) ve Ada (MÖ 344-340 ve Büyük İskender'in Karya'ya geldiği 334 sonrası) sayılabilir.
Roma İmparatorluğu döneminde ismini duyurmuş bir Karyalı da MS 49'dan itibaren birkaç olimpiyatta şampiyonluk elde eden boksör Melankomas olmuştur.
Ticari niteliği en yüksek incir meyvesi cinsinin beşiği ve merkezi Karya bölgesinde olduğundan, bu "düz incir"in (common fig) ismi, bugün halk arasında "Aydın inciri" denildiği gibi, botanik bilimine "Ficus carica" şeklinde geçmiştir.
Kibele
Kibele veya Kybele "(Magna Mater: Tanrıların anası)", Anadolu kökenli bir ana tanrıçadır. Ana tanrıça inancı, birçok kültürde farklı isimlerle yer alır. Yunan anakarasında Rhea, özellikle Roma dönemi Mısır kültüründe İsis ve Yunan adaşı gibi bekaretle değil, doğurganlık ve bereketle ilişkilendirilen Efes Artemis'i ("İyon Kibelesi"), belli başlı ana tanrıça figürleridir.
Tarihte, Akdeniz çevresinde, Asya'da ve kuzey ülkelerinde birçok kültür ve uygarlıkta çeşitli isimlerle anılan bir Ana Tanrıça kültü ile karşılaşmak mümkündür. Anadolu'da yapılan kazılar, ana tanrıça figürünün MÖ 6500 - 7000'lere kadar dayandığını ortaya çıkartmıştır. Analığı, üremeyi, dişiliği, hayatın sürmesini ve dolayısıyla bereketi simgeleyen tanrıça, ayakta, oturmuş ya da uzanmış olarak betimlenir; düzgün vücudu her zaman tasvir konusudur.
Heykellerin bir bölümünde doğum yaparken görülür. Otururken ya da doğum anındaki bazı heykellerde yanında iki leopar veya aslan bulunur. Ana tanrıçanın kutsal hayvanı olan leopar, hayvanların kraliçesi olduğunu ve doğa üzerindeki sınırsız egemenliğini simgeler. Bazen kollarında, çeşitli efsanelere göre tanrıçanın hem çocuğu, hem de sevgilisi olan Attis'i taşır.
Kibele figürünün kökeni Anadolu'da çok eski dönemlere dayanır. Örneğin Hitit ve Hurriler tarafından tapınılan "Kubaba", tartışmalı da olsa, çok sonraları oluşacak Kibele'ye öncülük eden figürlerden biri sayılır Bu heykel 1958 yılında Konya'nın Çumra ilçesindeki Çatalhöyük köyünde bulunmuştur. En yaygın kullanımı Frig uygarlığındadır. Frigya mitolojisinde bir "ana tanrıça" olan Kibele'ye genellikle dağ zirvelerinde tapınılırdı. Doğa ile özdeşleştirilmiş, özellikle bazı vahşi hayvanlarla ilişkilendirilmiştir.
Anadolu'da çok sayıda Kybele anıtı vardır. Afyon-Eskişehir civarında yeralan açık hava tapınaklarında niş içinde, iki yanında arka ayakları üzerinde birer aslan duran ana tanrıça kabartması bulunur. Ana tanrıçaya tapınmaya gelenlerin, bereket ve doğurganlıktan pay almak için Kybele'nin ve aslanların üreme organlarına dokunarak aşındırdıkları görülmektedir.
Anadolu’da Kibele’yi baş ilahe (ana tanrıça) olarak kabul eden bir topluluğun vecde dayalı bir organizasyon biçimini Frigyalılar döneminde kazandığı sanılmaktadır. Eski metinler Koribantlar denilen Frigyalı Kibele rahiplerinin psişik yeteneklere sahip olduklarını, tılsımlı taşlar kullandıklarını ve kendilerini hadım ettiklerini bildirmektedir. Enerjik etkinliğe sahip olduklarına inanılan bu tılsımlı taşlardan en ünlüsü vaktiyle Pessinus’ta bulunan, "Kibele kara-taşı" olarak bilinir. Friglerde bereket ve çoğalmanın simgesi olmuştur. Bu inanış daha sonra Yunanlara ve Araplara geçmiştir. (Hübel, Kıble, Karataş),
Kybele inancı daha sonraki uygarlıkları da büyük ölçüde etkilemiştir. Özellikle Yunan ve Roma mitolojisinde, Frigya dönemindeki bazı tapınma ritüelleri aynı formda kültik olarak devam etmiş, Kibele'nin özellikleri farklı tanrı ve tanrıçalarda yeniden hayat bulmuştur. Bunun en bilinen örneği Yunan mitolojisindeki Artemis'tir; Artemis Roma mitolojisinde Diana adını almıştır.
Kybele, edebiyatta en çok sözü edilen tanrıçalardan biridir. Özellikle Romalı yazarlar Kybele'den çok sık bahsetmişlerdir.
Kybele, Zeus'un rüyasında gördüğü ve kendisine hakim olamayacak kadar etkileyici bir varlıktır. Aslı tanrıça değildir. Çift cinsiyetlidir yani iki cinsi de etkisi altında tutabilecek kadar cazibelidir. Zeus'un rüyası gerçeğe döner ve Kybele ortaya çıkar. Zeus Kybele'nin tehlikeli olduğunu bildiği için öldürülme taraftarıdır ama Afrodit böyle güzellikteki bir varlığın öldürülmesine izin vermez. Sonuçta Kybele'nin erkeklik organı hadım edilir, bu organ düştüğü yerden badem ağacı olur ve bu ağacın ilk mahsülde toprağa düşen meyvesinden bir erkek doğar. Bu doğar doğmaz keçiler arasında kalır ve kendini keçi sanır. Bir çiftçinin bunu fark etmesi üzerine çiftçi ona insan olduğunu söyler ve şart koşup kızıyla evlendirir. Bir süre sonra Kybele kendi parçası olan bu erkeği bulur ve kendi yanına almak ister ama çiftçi vermez. Kybele de hem çiftçiyi hem de kendi parçasını zehirler. Bu olayla Kybele Amazon kadınlarının temsili olmuştur.
Attis Kybele'nin sevgilisidir. Ancak Kybele'ye verdiği sözü unutarak Pessinus Kralı'nın kızını sever. Onunla evlendikleri gece düğüne Tanrıça Kybele de davet edilir. Ancak Kybele düğüne geldiğinde ve Attis ile karşı karşıya kaldığında Attis ne yapacağını bilemez. Kybele'ye olan sözünü unuttuğu için duyduğu pişmanlıktan ötürü cinsel organını orada keser ve kanlar içinde kıvranmaya başlar. Sevgilisinin böyle acı içinde kıvranmasına daha fazla dayanamayan Kybele Attis'i bir çam ağacına dönüştürerek ona sonsuzluğu bağışlar. Çam ağacının her mevsim yeşil kalmasının sebebi budur.
Pessinus Mabedi'nde Tanrıça Kybele adına her sene düzenlenen şenliklerde de bu tapınakta rahip olmak isteyen erkeklerin hadım edilmesinin ve kesilen cinsel organlarının bir çam ağacı altına gömülmesinin kökeni budur.
Bu inanış daha sonra sami ırkında (Arap ve Yahudiler) cinsel organı değil ama ucunu (erkeklerde praeputium, kadınlarda klitoris) kesme şeklinde günümüze kadar devam etmiştir.,
Romalılar, bir türlü Kartacalıları yenilgiye uğratamaz. Kahinler aracılıyla zaferin ancak Frigyadaki Pessinus Kibele tapınağınından, tanrıçanın kara heykelini Roma'ya getirebilirlerse mümkün olacağını öğrenirler. Romalılar da taşı ve beraberinde getirdiği Kibele kültürünü Roma'ya taşırlar.
Mişna
Mişna משנה: Yahudilikde Medeni ve Ceza Hukuk'u olan Talmud'un ilk bölümü. Sözlü kanunlar ilk olarak Haham Yehuda HaNasi tarafından derlenmiş ve Mişna (משנה) adı verilmiştir. Mişna İbranice Şana kökünden gelir bu tekrarlayarak belleme anlamındadır. Mişnalar İbranice kaleme alınmıştır.
Musevi inancına göre; Yahudi halkı Sina Dağı’nda Yazılı Tevrat ile birlikte Sözlü Tevrat'ı da almıştır. Sözlü Tevrat, yazılı kanunların nasıl uygulanacağının ve takip edileceğinin sözlü açıklamasıydı.
Sözlü Tevrat nesilden nesle aktarıldı fakat hiçbir zaman kaleme alınmadı. Çünkü Sözlü Tevrat’nın akışkan olması gerekiyordu. Kurallar aynı kalmakla beraber uygulamanın her türden yeni koşula uyarlanması gerekiyordu.
Sistem olabildiğince iyi çalıştı, Sanhedrin (Musevilerin En Yüksek Dini Kurulu) sayesinde aktarma zinciri hiç kesintiye uğramadan devam etti. Tapınağın (Bet Amikdaş) yıkılmasından sonra Sanhedrin birçok defalar ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Yahudi bilgeler Adrianus’un eziyetleri sırasında ve daha sonraları gizlenmek zorunda kaldılar. Buna rağmen MS 122 yılında Uşa’da yeniden toplanmayı başardılar ve bir sessizlik döneminde, MS 158'de Yavne’ye yerleştiler.
Hahamlar bu kadar çok eziyet ve huzursuzluğun ortasında ve Yahudi halkı ülkesinden kaçarken, hahamsal gücün merkezini daha uzun süre ayakta tutamayacaklarını biliyorlardı.
Rabi Yehuda HaNasi gidişatın kısa zamanda düzelmeyeceğini fark etti. Yıkılmış olan Bet Amikdaş’ın (Süleyman'ın Mabedi) kendi döneminde, hatta daha sonraları gelecek olan nesil sırasında bile yeniden inşa edilmeyeceğini anladı. Sürekli eziyetler ve çok zor yaşama koşulları Yahudileri ülkelerini terk etmeye zorluyordu. Bu aşamada Rabi Yehuda HaNasi, Merkezi otoritenin (Sanhedrin) her zamankinden zayıf olduğunu ve tamamen sona erebileceğini farketti.
Rabi Yehuda HaNasi benzersiz yeteneklere ve vizyona sahip büyük bir Tevrat bilgini ve kuvvetli bir liderdi. Bu da ona bu kargaşa ortamında Yahudi halkına önderlik etme gücünü verdi.
Nispeten sakin bir dönemde Rabi Yehuda HaNasi, Adrianus’u izleyen Roma imparatorları ile özellikle de Markus Aurelius ile dost olmayı başardı. Tarihçi Rabi Berel Wein Echoes of Glory (sh. 224) adlı kitabında şöyle yazar:
Parta savaşı sırasında, büyük şans eseri, Markus Aurelius Rabi (Yehuda HaNasi) ile karşılaştı; dost, hatta sırdaş oldular... Markus Aurelius Yehuda’da dostuna devlet politikası konularında olduğu kadar, kişisel konularda da danıştı...
Markus Aurelius’un, MS 180 yılındaki ölümüyle Yahudiler için zor ve baskı dolu yıllar başladı. Rabi Yehuda HaNasi aktarma zincirinin hiçbir zaman kırılmaması için, Sözlü Tevrat'ın yazma zamanının geldiğine karar verdi.
Bu meşakkatli, sorumluluk gerektiren ve uzun sürecek bir işti. Haham Yehuda HaNasi bütün bilgileri toplamak için olabildiğince çok din bilgesine başvurdu. Silsile yoluyla Sina Dağı’nda Musa’ya verilen mesajlara kadar uzanacak geleneklerle ilgili bütün bildiklerini sordu. Bütün bu hatırlananları derledi ve düzenledi, sonucunda da Mişna ortaya çıktı. (Mişna sözcüğü İbranicede “tekrar” demek çünkü tekrarlayarak öğrenilirdi; mişna genişletildiğinde “öğrenmek” anlamına gelir.)
Mişna 6 Bölümden oluşmaktadır. Bunlara İbranice (sedarim, tekili seder סדר) denir. Bu altı bölümden her biri kendi aralarında 7 ila 12 alt bölüme ayrılır. Her alt bölüme de İbranice masehtot (tekili masehet מסכת) denmektedir. Mişna’da Toplam 63 altbölüm bulunmaktadır. Bunlar:
Mişna biçimi genellikle iki din bilgesinin soru |
cevabı biçimindedir. Soru sorana makşan cevaplayana ise tartzan denir. Bu fikir alışverişi de Gemara’nın yapıtaşlarını oluşturur.
Alabanda
Şifre
Şifre kelimesi aşağıdaki anlamlarda kullanılabilir:
Pansuman
Pansuman, genel olarak yara tedavisi demektir. Yaraların mikroplardan temizlenmesi ve korunması için yapılan yıkama ve örtme işlemidir. Yara iyileşmesinin iyi, çabuk ve iz bırakmadan olması için bölgenin ölü dokulardan ve mikroorganizmalardan temizlenmesi ve dış ortamın zararlı etkilerinden korunması gerekir. Böylece hem mikropların hem de tahriş edici maddelerin yaraya ulaşması engellenmiş olur. Pansuman, ifraz maddelerini yaradan uzaklaştıran, emen, kanayan kısmı tampone eden, yaralı bölgenin anatomik ve fizyolojik durumunu muhafaza eden ve aseptik esaslar içinde uygulanan tedavidir.
Yara kapalı ise tentürdiyot veya mersol kullanılarak temizlenir. Makat ve üreme organları çevresindeki yaralar ile açık yaralarda, kendilerinin de tahriş edici etkileri sebebiyle kullanılmazlar.
Açık yaralarda, ölü dokular temizlendikten sonra ilk pansuman yapılır: Tuzlu su serumu (serum fizyolojik) ve soluheks denilen antiseptik madde köpürtülerek yara iyice yıkanır. Sonra tekrar serum fizyolojikle yıkama yapılır. Bunlar dokuyu tahriş etmez ve yeni ölü dokular ortaya çıkarmazlar. Bunlar yoksa yara yine bir başka antiseptik olan savlon ile yıkanır. Daha sonra yaranın özelliğine göre antibiyotikli veya başka merhem ve pomatlar tatbik edilir. Sonra yara PAD (pansuman kapayıcı pamuk ve onu saran gazlı bez) ile örtülüp üzeri filasterle yapıştırılır veya sargı beziyle sarılır.
Pansuman setinde steril olarak gazlı bezler, gazlı bezleri tutarak yarayı yıkamak için kullanılacak pens ve penset, ölü dokuları kesmek için makas veya neşter, yarayı kapatmak için PAD bulunur.
Pansuman yaparken antisepsi ve asepsiye (mikropsuzlaştırma ve temizliğe) dikkat edilir. Steril pansuman aletleri, yara dışında hiçbir yere dokundurulmaz.
Pansuman ile mikroplar hiçbir zaman tam olarak yok edilemediğinden, yeniden çoğalmalarını önlemek ve katılan ilaçları tazelemek için pansuman belirli aralıklarla değiştirilir.
Bir de bazı deri hastalıklarında ve iyileşmeyen açık yaralarda kullanılan "sulu pansuman" vardır. Bunlar etkili maddelerin suda eritilmesiyle hazırlanan sıvılarla yapılır. Esas olarak, sulantılı deri hastalıklarında sızıntıyı kesmek için kullanılırlar. Su, buharlaşma özelliğinde olduğu için uygulanan bölge soğur ve damarlar büzülerek sızıntı kısa sürede durur. Ayrıca antiseptik madde katılarak mikropların öldürülmesi de sağlanabilir.
Sulu pansuman için sık sık kullanılan sıvılardan birkaçı: serum fizyolojik, borik asitli su, "barrow" solüsyonu ve rivanol solüsyonudur. Tatbiki kolay olan sulu pansumanı sık sık hasta kendisi uygular. Temiz bir kaba konulan solüsyona gazlı bez batırılır, iyice sıkılır. Sulu değil nemli olacak şekilde iki kat olarak hasta bölgeye serilir. Beş dakikada bir aynı uygulama tekrar edilir.
Deşifre
Deşifre, kriptoloji biliminde şifre işleminin geriye alınarak asıl veriye tekrar ulaşılması işlemi. Kelime kökü fransızca ""Déchiffrer""den gelmektedir. Kullanılan şifreleme yöntemine göre değişen bir algoritmik zorluk derecesine sahip olabilir.
Gemara
Gemara (גמרא): Talmud'un ikinci bölümü.
Rabi Yehuda HaNasi'nin Mişna’yı tamamlamasından sonra Hahamlar Mişna'nın yeterli olmadığını fark ettiler. Çünkü Mişna okuyacak kişinin konuyu çok iyi bildiğini varsayarak, kısaltmalar ve kodlar içeriyordu.
Bu yüzden Mişna'nın açıklaması olan Gemara'nın yazılmasına ihtiyaç duyuldu Bu analize Gemara (גמרא) adı verilir. Ki bu da Tamamlama anlamına gelir. Gemara Aramice olarak kaleme alınmıştır.
Mişna'nın yazılmasından yaklaşık 300 yıl kadar sonra Babil’de ve İsrail’de Büyük Hahamlar Komitesi toplanmış ve Mişna’nın analizini yaparak Gemara'yı oluşturmuşlardır.
Gemara, Mişna’nın 63 alt bölümünden sadece 37 tanesinin analizini yapmıştır bunlar:
Alabanda (antik kent)
Alabanda Aydın'ın Çine ilçesine 9 km uzaklıktaki Doğanyurt köyünde, eskiden Araphisar olarak adlandırılan Doğanyurt mevkiinde bulunan bir antik çağ kentidir. MÖ 4. yüzyılda Helenleşmeden önce bir Karya kenti idi. Kentin adı muhtemelen Karya dilinden gelir. Kar dili çözülmemiş olduğu için, sözcük anlamının ne olduğu bilinmemektedir. "Atyarışı yeri" veya "at zaferi" anlamına geldiğine dair söylentiler bilimsel esastan yoksundur.
Türkçe Araphisar adının eski biçimi Alap Hisarı olup, Alabanda adından türetilmiş olduğuna kesin gözüyle bakılabilir.
Hellenistik dönemden kalan kent surları, bouleterion, agora, tiyatro, Roma hamamları, Zeus Khrysaoris Tapınağı, anıt mezarlar başlıca kalıntılardır. Vitruvius'un sözünü ettiği Apollon tapınağı yöredeki en önemli yapıdır.
Herodotos, Strabon ve Vitruvius gibi Antik yazarlar; Alabanda’nın amiraller, mimarlar ve hatipler yetiştirmiş kültürlü ve entelektüel bir kent olduğundan bahsetmektedir. Alabandalıların büyük bir zenginliğe sahip olduğunu, lüks içinde yaşadıklarını ve şehirdeki bütün kızların harp çaldıklarını Strabon'dan öğreniyoruz. Yapılan kazılarda iki tapınağın temelleri ortaya çıkarılmıştır. Kentteki önemli yapılardan biri bouleuteriondur. Bunun dışında doğuda yoğun şekilde görülen lahitler nekropolün burada yer aldığını göstermektedir. Bunun dışında su kemeri ve tiyatro görülebilen yapılardandır.
Günümüzde kazıları Adnan Menderes Üniversitesi öğretim üyelerinden Suat Ateşlier tarafından yapılmaktadır
Yahudi dilleri
Yahudi dilleri, dünya üzerinde Yahudilerin konuştuğu veya bir zamanlar konuşmuş olduğu diller.
Yahudiler tarih boyunca farklı diller konuşmuşlar ve bu dillerde eserler vermişlerdir. Şüphesiz bunlardan en fazla bilineni İbranicedir. Nebukadnezar tarafından Babil'e sürülen Yahudiler burada Aramice öğrenmişler ve bu dilde birçok kitaplar yazmışlardır. Daha sonralara Aramice, İbranice'nin yerini almış İbranice sadece din dili olarak yaşatılmıştır. Helenistik dönemde Yahudiler Yunancanın Koine diyalektini konuşmaya başlamışlardır.
İkinci tapınağın yıkılmasıyla dünyaya dağılan Yahudiler İspanya'da 15. yüzyıl İspanyolca'sı olan Ladino, Doğu Avrupa'da da Cermenik bir dil olan Yidiş kullanmışlardır. Arap ülkelerinde yaşayan Yahudilerse Arapça konuşmuşlar ve Yahudi lehçesi geliştirmişlerdir.
Günümüzde Yahudiler, birinci dil olarak bulundukları ülkenin dilini konuşurlarken, ikinci dil olarak İbranice, Yidiş, Ladino, Aramice, Yahudi Arapçası gibi kendi orijinlerine uygun Yahudi dillerinden birini konuşurlar.
Tanah
Tanah, Tevrat ve Zebur'u da kapsayan, Musevilik dininin kutsal kitabı. Hristiyanlarca da kutsal kabul edilir, bununla birlikte Hristiyanlar Tanah'ı "Eski Ahit" olarak anar ve farklı şekillerde yorumlarlar. Eski Ahit, Hristiyanlığın kutsal kitabı Kitab-ı Mukaddes'in ilk kısmını meydana getirir. İslamiyet'te Tanah'ın sadece Tevrat ve Zebur bölümleri kutsal kabul edilir ancak bunların Tanrı tarafından -sırası ile- Musa ve Davud peygamberlere indirildiğine ve insanlar tarafından tahrif edildiğine inanılır. Tanah'ı meydana getiren kitapçıkların (bölümlerin) çoğu İbranice olarak, bir kısmı ise Aramice olarak yazılmıştır. MÖ 1200 ila MÖ 100 yılları arasında yazıldığı kabul edilmektedir.
İbrahimî dinlerde Tanrı'nın Musa (Moşe) ile bir ahit yaptığı kabul edilir. Hristiyanlar Tanrı'nın İsa ile yeni bir antlaşma yaptığına inandıklarından Tanah'ı Eski Ahit olarak adlandırırlar. Yahudiler İsa'nın mesihliğini veya peygamberliğini kabul etmezler. Yeni Ahit'i kutsal kitap kabul etmez, Tanah'a Eski Ahit denmesini uygunsuz bulurlar. Eski Ahit ile Tanah arasındaki başlıca fark kitapların sıralanışı ve isimleridir.
"TaNaH" (תנ"ך) sözcüğü, Yasa (Tora), Peygamberler (Neviim), ve Yazılar (Ketuvim) bölümlerinin baş harflerinin (TNK) bir araya gelmesiyle oluşmuştur.
Not:
İbranice'de K harfi ortada ve sonda kullanıldığı zaman H olur.
Tanah, Musevilikte şu üç ana kısma ayrılır:
1. Tora (תורה) (Tevrât): Şeriat, Yasa veya Pentateuk olarak da bilinir. Beş kitaptan meydan gelir: Tekvin (Bereşit, Yaratılış), Çıkış (Şemot, Mısır'dan Çıkış), Levililer (Vayikra), Sayılar (Bamidbar), Tesniye (Devarim, Yasa'nın Tekrarı).
2. Neviim (נביאים) (Peygamberler): İlk ve son peygamberler denilir. 21 kitaptan meydana gelir. İlk Peygamberler; Yeşu, Hakimler, 1. Samuel, 2. Samuel, 1. Krallar, 2. Krallar. Son Peygamberler; Yeşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya (Ovadya), Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya (Sefanya), Hagay, Zekeriya, Malaki.
3. Ketuvim (כתובים) (Yazılar): Bilgesel, tarihsel ve şiirsel bölümler. 13 kitaptan meydana gelir. Mezmurlar (Zebur), Süleyman'ın Özdeyişleri , Eyüp, Ezgiler Ezgisi, Rut, Yeremya'nın Mersiyeleri (Ağıtlar), Vaiz, Ester, Daniel, Ezra (Üzeyir), Nehemya, 1. Tarihler, 2. Tarihler.
Alinda
Alinda, Aydın'ın Karpuzlu ilçe merkezinin üst kısımlarında yer alan bir antik çağ kentidir. Kent kalıntılarının boyutları ve altında Karpuzlu Ovası'nın uzandığı manzarası hayli etkileyicidir.
Korsan TV
Korsan TV, Oyunculuğunu Ata Demirer'in, yapımcılığını Beşiktaş Kültür Merkezi'nin, yönetmenliğini Murat Karahüseyinoğlu'nun üstlendiği bir komedi-skeç-taklit programıdır. Star TV'de yayınlanan programda Bülent Ersoy, Müslüm Gürses, Fatih Terim gibi ünlülerin taklitleri ve Ata Demirer'e ait Niyazi Gül, Necip İncesaz gibi tiplemelerin canlandırmaları yer almaktadır.
Doğru akım motoru
Doğru akım motoru, dünya literatüründe DC (Direct Current) Motor olarak bilinen elektrik motorlarıdır. Genel olarak aşağıdaki şekilde sınıflandırılırlar:
Kullanımı ve kontrolü kolay olması sebebi ile genelde konum ve hız kontrolü yapılan uygulamalarda kullanılan motorlardır.
Lökoplast
Lökoplastlar, renksiz plastitlerdir. Bitkilerin ışık görmeyen kısımlarında (kök,yumru vb.) bulunurlar. Nişasta depolarlar. Fotosentez sonucu kloroplasta dönüşür ve üretilen glikoz, iletim sistemi yoluyla depo yeri olan lökoplastlara gelir. Burada glikoz molekülleri birleşerek nişasta molekülleri meydana gelir. Nişastanın sentezi esnasında,su açığa çıkar. "n" sayıda glikoz molekülünün birleşmesi esnasınd |
a (n-1) sayıda HO molekülü açığa çıkar. Nişasta taneciklerinin şekil ve büyüklükleri bitkinin çeşidine göre farklılık gösterir.
Lökoplastlar genellikle bitkinin ışık görmeyen kısmında görülen ve renksiz olan bu plastidler nişasta içerdiklerinden birçok araştırıcı tarafından "amiloplast" olarak da adlandırılır. Fakat bir kısım lökoplast nişasta içermez.
Güneş-Dil Teorisi
Güneş Dil Teorisi, Türkçenin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan dilbilim teorisidir. Teori, 1930'lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklendi ve bizzat geliştirildi, ancak dilbilimciler tarafından kabul görmedi ve kısa sürede önemini yitirdi. Atatürk'ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son verdi. Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında ""Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi"" diye cevap vermişti.
1990'lı yıllarda bazı yazarlar tarafından, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkeleri, ilk yıllarındaki icraatları ve Atatürk İlkeleri hakkında, Güneş-Dil Teorisi çalışmaları örnek verilerek, "resmi devlet ideolojisi", ve "etnisitenin inkâr edilmesi" gibi tanımlama ve yorumlar getirilmiştir. Bu amaçla Atatürk'ün desteklediği Güneş-Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi hakkında akıl dışı rivayetler uydurulduğu ve Atatürk'ün, ""safsatalara inanan biri"" olarak gösterilmek istendiği yazılmıştır. Bunların, Atatürk Devrimlerini ve onların etkilerini eleştirme maksadı taşıdığı ve postmodernist dalganın etkisiyle yapılan maksatlı yayınlar olduğu savunulur.
Ulus gazetesinde 1935 yılında dillerin kökeni sorunu ile ilgili "Notlarımızı anlatan izah" başlığıyla imzasız makaleler yayınlandı. 14 Kasım 1935 tarihinde "Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili" adıyla makaleler kitap haline getirildi. TDK genel sekreteri İbrahim Necmi Dilmen, Tahsin Mayatepek ile yazışmasında bu notların ve açıklamalarının Atatürk'e ait olduğunu ancak ""kendileri isimlerinin ilanını arzu buyurmadıklarından"" imzasız yayınlandığını açıklar. Bu notların hazırlanmasında Rus dilci Pekarski, Fransız Hilarie de Barenton ve B. Carra de Vaux'un eserlerinden faydalanılmıştı. Necmi Dilmen'in mektubunda Atatürk'ün yazdığı anlaşılan "Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımdan Türk Dili" isimli kitapta, Sırp asıllı Avusturyalı dilbilimci Dr. Phil. Hermann Kvergić'in Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi (Fransızca:"La Psychologie de Quelques Éléments des Langues Turques") isimli 41 sayfalık basılmamış Fransızca eserinden de faydalandığı açıklanmıştır.
Bu tez, yazarı tarafından 1935 yılında Viyana’dan önce Türk Dil Kurumu'ndan Ahmet Cevat Emre'ye gönderildi. Emre'nin kıymetsiz bulduğu mektubuna cevap alamayan Kvergić, bu kez eserini doğrudan Atatürk’e gönderdi. Teorideki esas fikir bizzat Atatürk tarafından geliştirildi ve sunuldu.
Güneş Dil Teorisi, 1930'lu yıllarda Atatürk tarafından desteklenmiş, Türk Dilini Tetkik Cemiyeti'nin düzenlediği 3. Dil Kurultayında katılımcılar tarafından tartışılmış ve hatta kurultay raporunda katılımcı dilbilimciler tarafından da araştırılmasını teşvik edilmiştir.
Hermann Kvergić'in teorisinin ana fikri "Türk dilinin dünyada esas bir dil olduğu ve dünya dillerindeki birçok kelimenin de Türkçeden türediği"ydi.
Güneş Dil Teorisinin tarih içerisinde oynadığı rol, Atatürk Devrimleri'ni anlamak açısından önemlidir. Ümmetten millete geçme aşamasında olan ve Batı karşısında kendisini aşağılanmış hisseden Türk milletine özgüven aşılamak Teorinin amaçları arasında görülmüştür. Teori, Atatürk Devrimleri'nin yıktığı düzenle ve Avrupa merkezci tarih teorileriyle hesaplaşma çabası olarak değerlendirilmektedir. Atatürk Türk Tarih Tezi'ni desteklemek için Kvergić'in hipotezinin geliştirilmesini istiyordu. Çünkü kendisine güvenen ve saygı duyan bir millet bilincinin uyanmasını istiyordu. Avrupalı tarihçilerin Türkleri aşağılamasına yanıt olarak "Türk dili, Taş ve Maden devrinde kültür kelimelerini göç yolu ile yeryüzündeki dillere yayan kadim büyük bir kültür dilidir." mesajı verilecekti.
Xfire
Xfire birden fazla ek programın oyunlar için getirdiği özellikleri tek bir çatı altında toplayan yazılım platformu. Xfire kullanarak arkadaşlarınız ile:
Ayrıca Xfire ile arkadaşlarınız ile çektiğiniz resim ve videoları profiliniz üzerinden paylaşabilir, videolar hakkında yorumlar yazabilirsiniz.
Coupe
Coupe 2 veya 4 oturma yeri olan, 2 kapılı, 2 veya 4 yan penceresi olan kapalı binek taşıtıdır. 4kapılı coupe (mercedes cls350 gibi) araçlarda olduğu için buradaki tanım eksik ya da yanlıştır.
İki kişilik olup bir arka oturacak yeri olanlar "clup coupe" olarak adlandırılmıştır.
SAE coupeyi iç hacmi 934 litreden daha küçük otomobil diye tanımlarken, Fransızlar yolcu bölümü bir ara cam bölme ile sürücü bölümünden ayrılarak aracın sürücüsünün açıkta yolcularının kapalı mekanda seyahat ettiği ilk taşıtlara "coupe chauffeur" adını vermişlerdi.
Genellikle dört kişilik iki kapılı arkada oturma yeri sabit tavanlı, öndeki oturma yerlerinin üstü açılabilir arabalar da "coupe de ville" ya da "town coupe" olarak adlandırılmıştır. Renault ve Bugatti bu adı Panel Brougham modeli araçlar için uygulamıştı. Brougham, motorlu taşıtlar döneminin ilk sıralarında iki ya da dört kişilik kapalı otomobili anlatmak için kullanılmıştır. Bu otomobillerin keskin çizgileri ve düz yüzeyleri olanları ise Panel Brougham olarak adlandırılmıştır.
İki kapılı sürücü yanındaki koltuğun katlanabildiği otomobiller ise "Opera coupe" olarak adlandırılmıştır.
Cabriolet
Cabriolet veya Kabrio, 2 veya daha fazla oturma yeri olan (arkada acil oturma yeri ) 2 veya 4 kapılı , 2 veya 4 yan pencereli (tamamıyla indirilebilir camlar) havaya dayanıklı açılır kapanır tavanı olan, açık veya kapalı olarak kullanılabilen binek taşıtı. Tavanı tenteden yapılmışsa "softtop", tavanı metalden yapılmışsa "hardtop" diye kendi arasında sınıflandırılır.
Hatchback
Hatchback, 3 ila 5 kapılı, 4 veya daha fazla oturma yeri olan, genellikle arka koltuklar yatırılabilir, bagaj uzantısı olmayan, arka tarafı düz olarak yere inen, bagaj kapısı tamamen açılabilir, bagaj kısmı kabine dahil olan, kapalı binek taşıtlarına verilen addır. Yandan görünümü Sedan otomobiller gibi olan, yani bagaj çıkıntısı olan, fakat arka camı ile bagaj kapağı tek parça olan ve bagajı kabine dahil olan modeller (deyim yerinde ise Sedan görünümlü Hatchback otomobiller) liftback (namı diğer Notchback) olarak adlandırılmaktadır.
Hatchback otomobiller bugün, Avrupa pazarında en çok satılan otomobillerdir. Mini, küçük ve kompakt hatchbackler ekonomik ve ucuz yapılılarıyla dikkat çekerken; VW Golf, Opel Astra ve Renault Clio gibi büyük bir kesime hitap eden hatchbackler sürekli satış rekorları kırmaktadır. Hot Hatch olarak tabir edilen ve çoğunlukla 3 kapılı olan sportif HB'ler top modellerde 300 HP'e kadar çıkan güçleriyle özel deneyimler yaşatırken, liftback adlı sedan görünümlü HB'ler orta sınıfa farklı bir bakış açısı getirmektedir.
Şarbon
Şarbon, antraks veya anthrax; "Bacillus anthracis" adlı bakteri nedeniyle oluşan bulaşıcı bir hastalık. Otobur hayvanlarda -özellikle sığır, koyun ve beygirlerde- ani olarak ortaya çıkan ve insanlara da geçebilen bir hastalıktır. İnsanlara doğrudan hayvanlarla temastan veya hayvan ürünlerinden geçer. Mikroorganizma insanlara deriden girerse "kara çıban" denilen karakteristik bölgesel bir çıbanla ödem; kan dolaşımına karışması ile de sepsis (kan zehirlenmesi) ve iç organ lezyonları meydana gelir. Mikroplu etlerin yenmesi ağır bağırsak hastalıkları yapar. Hayvanlarda ise vücut sıcaklığı yükselir, dalak şişer, kan, katran gibi koyu renk alır ve pıhtılaşmaz.
Etken Gram pozitif bir basildir (çomak).Hastalık oluşturan infektif formu spor formudur.Vücuda alındıktan sonra spor formu vejetatif forma dönüşür ve hastalık tablosunu ortaya çıkarır.Bu nedenle antraks'tan ölen insan ve hayvanların otopsi/nekropsi'sini yapmak yasaktır.Zira bu işlem etkenlerin sporlanmasına neden olur ve antraks sporları 30-60 yıl arası canlılığını koruyabilir.Fakat kadavra açılmadığı ve etkenler vejetatif formda kaldığı zaman birkaç gün içinde etkenler ölür.
Doğal şartlar altında sıcak kanlı hayvanlardan beygir, sığır, koyun ve domuzlar arasında çok yaygın olarak görülebilir. Kanatlı hayvanlar ise inceleme yapmak için hastalandırılabilirler.Hastalığa en çok sığırlar duyarlıdır. Genç hayvanlar, ergin ve yaşlılardan daha duyarlıdırlar. Açlık, yorgunluk, uzun yolculuk, fazla sıcak ve soğuk, iyi beslenememe, fena bakım, organik bozukluklar, şap vb viral hastalıklar, iç parazitler ve diğer stres faktörleri hastalığın çıkış ve yayılışında önemli rol oynarlar. Hastalık rutubetli, bataklık ve sıcak bölgelerde diğer bölgelerden daha çok görülür. Önleyici tedbirler alınmazsa büyük kayıplara yol açar.
Ölen hayvanların insanlar tarafından veya merada bırakılarak yırtıcı kuşlar ve hayvanlar tarafından parçalanması ve kuşlar, yağmur ve sel sularıyla uzaklara, diğer meralara ve topraklara nakledilmesi buralara bulaşmasına sebep olur. Kan emici sinekler de hastalığı yayabilirler.
Şarbon, meslek hastalığı şeklinde görülür. Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimler/patologlarda rastlanabilir.
Hastalık; hayvanlarda sendeleme, solunum güçlüğü, ayakta duramama, titreme ve halsizliklere sebep olur. Kısa sürede öldürür. Ölen hayvanlarda ölümden hemen önce ve sonra ağız, burun ve makattan kanlı bir akıntı gelir.Bu kan akması etkenin kanın pıhtılaşma yeteneğini sekteye uğratması sebebiyle olur. Vücut sıcaklığı artar. Hayvanlarda süt veriminde azalmaya, gebe olanlarda yavru atmaya sebep olur.Zira yüksek mortalite ile seyreden bir hastalıktır.
Basil, insanlarda deriden girerse, ortası siyah, çevresi cerahatli karakabarcık adı verilen çıbanı (karbunkel) meydana getirir. Ölümden 2-3 saat sonra deri siyah bir renk alır.
Hastalık deri şarbonu ve iç organ şarbonu olarak ikiye ayrılır. İç organlarda bağırsak şarbonu ve akciğer şarbonu olur. Deride karakabarcık ve kötü ödeme sebep olur.İnsanlarda çoğunlukla de |
ri formu görülür.
Cilt üzerinde derinin açık yüzeylerinde meydana gelir. Yüz, burun, el ve ayakta çıkar. Vücudun kapalı yerlerinde nadirdir. Hastalık başlarken bulaşma yerinde kaşınma ve yanma, pire ısırığı görünümünde kırmızı ufak bir nokta hasıl olur. Kabarır, büyür ve irinleşir, ortası çukurlaşır, içindeki sıvı bulanır, kahverengi olur. Çapı 6–9 cm'ye kadar ulaşabilir. Hastalığın başlangıcında baş ağrısı, halsizlik ve iştahsızlık vardır. Hastalık sükunet bulunca sıcaklık düşer, yaranın üzerindeki siyah kabuk kösele gibi sertleşir.
Derinin bazı bölgelerinde boyun, göğüs, özellikle göz kapaklarında, ağız içi ve dilde meydana gelir. Mikrobun girdiği yerde hafif ve ağrısız bir kızarıklık görülür.
Mikrop, ağızda çoğalırsa kısa sürede boğaza ilerler ve öldürür.
Şarbonlu hayvan etini yiyen insanlarda görülür. Kırgınlık, halsizlik, başağrısı ve terleme meydana gelir. Bulantı, kusma, diyare(ishal) ve karın ağrısıyla vücut scaklığı yükselir. Bazen kanlı ishal görülür. Nabız hızlanır ve zayıfları 2-3 günde öldürür.
Sporlu toz ve kılların solunması ile olur. Ani bir titremeyle 40-41 °C'ye yükselen, ateşle başlar. Şiddetli kusma vardır. Nabız zayıflar ve hızlanır. 2-3 günde öldürür.Şarbonun en tehlikeli formudur.Akciğerlerdeki yoğun dolaşımdan dolayı septisemiye neden olur ve ölüm nedeni genellikle septik şok, cerebral anoksemi'dir.
Şarbon hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı bir hastalıktır. Korunma için öncelikle hayvan hastalığı ortadan kaldırılmalıdır. Hasta hayvanlar öldürülür ve cesetleri yakılır veya kireçli çukurlara gömülür. Çukurlar derin olmalıdır. Yüzeyde olursa şarbon sporları solucan ve böceklerle toprak yüzeyine taşınabilirler. Hayvan sürülerini şarbon sporları bulaşık olan otlaklardan uzaklaştırmalıdır. Buradaki otlar yakılmalıdır. Bulaşık ahır artıkları ve gübreler de yakılmalıdır. Şarbon sporları insanlara meslek ilgisi dışında yün ve deriden bulaşır. Kuşkulu maddeler yakılıp yok edilir. Hasta insanlarda kullanılan pansuman maddeleri yakılmalı ve madeni aletler strerilize edilmelidir.
Hyundai Motor Company
Hyundai Motor Company, (korece-hangul= 현대자동차 주식회사 hanja= 現代自動車株式會社) Güney Kore merkezli çok uluslu otomotiv firması. Korece Hyundai kelimesinin Türkçe karşılığı çağdaş, modern anlamındadır. Hyundai, aralarında inşaat müteahhitliği, otomobil, gemi yapımı, sigortacılık, elektronik, lojistik de bulunan pek çok alanda etkinlik göstermektedir.
1967 yılında Güney Kore Ulsan’da Chung Ju Yung , Hyundai Motors firmasını HMC adıyla adıyla kurarak İngiltere'den kit halinde gelen Ford Cortina modeli arabaları monte etmeye başlamıştır.
Chung Ju Yung gelişmelerinin sektöre farklı bir açıdan bakan bir yabancı tarafından gerçekleştirleceğine inanıyordu. Yabancılara pek de olumlu bir gözle bakmayan bir kültürde bu riskli bir tercihti. Yung bu riski göze aldı ve tercihi İngiltere’den George Turnbull oldu.
Turnbull, Kore'ye 1974 başlarında geldi ve kendisine Ulsan'da bir otomobil fabrikası kurarak ilk arabasını iki yıl içinde üretme görevi verildi. Otomobil üretimi için gelişmiş bir alt yapısı olmayan bir ülkede bu, gerçekleşebilmesi güç bir görevdi. Koreli anlayışı, kurulan fabrikasının ısıtma sisteminin; ancak proje kâra geçtikten sonra gündeme gelebileceğini öngörmekteydi. Turnbull yönetimi kâr etmeyi beklemeden ısıtma sistemi monte etmeye güç razı edebildi. Güç şartlara rağmen iki yıl sonra Hyundai Pony, ilk Güney Kore halk arabası olarak üretim hattından satışa geçebildi. Bir Koreli ve bir İngiliz elele vererek Güney Korelilerin yaygın bir şekilde satın alıp kullanabileceği bir otomobili hayata geçirdiler.
Muskovit
Muskovit (KAl(Al Si O) (OH), beyaz mika olarak da bilinir, içindeki katık maddelere göre saydam, gümüşi, soluk yeşil, esmerce veya sedefimsi renklerde, pullu yapıda, sertliği 2,5-3,0 arasında, yoğunluğu 2,8 g/cm³ olup, asitlerde ayrışmaz ve erimez.
Muskovit asit erüptif kayalarda, gnayslarda ve kristal şistlerde yüksek miktarda bulunur. Sekonder (ikincil) olarak potasyumlu feldspatların ayrışmasıyla ile de muskovit oluşur. Sekonder oluşan ince taneli muskovit serisi olarak adlandırılır. Bu muskovitin sertliği 2,2, özgül ağırlığı 2,8'dir.
Sami Yusuf
Sami Yusuf (; ; d. 21 Temmuz 1980) Güney Azerbaycan kökenli İngiliz şarkıcı, söz yazarı, besteci, yapımcı ve müzisyen.
Türkiye'de de farklı şehirlerde konserler vermiştir. Türkiye'de 2006 yılında İstanbul Taksim Meydanı'nda verdiği konsere 250.000 kişi katılmış ve büyük yankı uyandırmıştır.
Sami Yusuf 1980 yılında Tebriz, İran'da Azeri bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Müzisyen bir ailede yetişen Yusuf 3 yaşında iken ailesi Birleşik Krallık'a yerleşmiştir. Müzik hocalığını daha genç yaşlardan itibaren, bestekar ve müzisyen olan babası Babak Radmanesh yapmıştır.2003 yılında Al Muallim albümünü piyasaya sürmüştür. 2011 yılında Birleşmiş Milletler Ünlü Gönüllüsü Ortakları arasına seçilmiş, Dünya Gıda Programı (WFP) adına yardım kampanyalarında görev almıştır. 2013 yılında, Haiyan tayfunu’nun vurduğu Filipinler’deki afetzedelere yardım amaçlı WFP öncülüğünde Live Feed Philippines Kampanyası başlatmıştır ve "Hope Survives" adlı parçasıyla bu kampanyaya dikkat çekmiştir. Temmuz 2009'da Roehampton Üniversitesi'nden doktora fahri ödülü almıştır.Sami Yusuf Awakening records plak şirketinden ayrıldıktan sonra bir süre Etm International şirketi ile çalışmış ve daha sonra Andante Records plak şirketini kurmuştur. 2015 yılında "The Gift of Love" adlı eseri için Türkiye, Suudi Arabistan, Filistin, Ürdün, Kanada gibi farklı ülkelerde çekim yapmıştır. 2005'te Mariam Yusuf ile evlenmiştir.
Sami Yusuf 2003 yılında Al muallim albüm'ünü piyasaya sürmüştür.Bu albüm kısa zamanda dinleyicilerle bütenleşmiş ve dünyada yaklaşık 2 milyon kişi tarafından satın alınmıştır.Albüm'de Suppilacition eseri Afganistanlı yazar Halid Hüseyni kitabından kurgulunan "The Kitter(Uçurtma avcısı) filminde kulanılmıştır.Sami Yusuf 2005 yılında My Ummah albümünü çıkarmış ve albümde yer alan"Hasbi Rabbi" eseri dinleyiciler tarafından sevilmiş;bu eser'e Birleşik Krallık'ta Londra'da, Türkiye'de İstanbul'da, Hindistan'da Taç Mahal'de, Mısır'da Kahire'de çekim yapmıştır ve Türkiye'de büyük bir kitle tarafından sahiplenilmiştir. Albüm Sami Yusuf'un evrensel bir sanatçı olmasına büyük katkı yapmıştır.My Ummah albümü 5 milyon dinleyiciyle buluşmuştur. Sami Yusuf'un Türkiye'de 2006 yılında İstanbul'da Taksim Meydanı'nda verdiği konsere 250.000 kişi katılmış ve büyük yankı uyandırmıştır. Türk halkı ile bağı iyice sıklaşmıştır. 2007 yılında Time Dergisi'ne "İslam'In En Büyük İslam Pop-Rock Yıldızı" olarak dergi kapağının kapak olmuştur. 2007 yılında Londra'da Wembley Arena'da 30.000 kişinin katılımıyla konser vermiştir ve Londra konserinde söyledigi eserleri bir çeşit konser albümü olarak çıkarmıştır.Sami Yusuf'tan izinsiz olarak Withiout you albümü çıkarılmış ve Sami yusuf albümü kabul etmemiştir.ve konu hakında şunları demiştir:" Benim değerli erkek ve kız kardeşlerim;Lütfen sahte albümü alarak bu insanları desteklemeyiniz. O parçalar MP3'ten başka bir şey değildir; bu insanlara bir 3. şahıs tarafından sızdırılmış demo ve materyallerdir.Bu tamamen benim değerli destekçilerime yönelik bir alaydır;yanlış yönlendirme ve aldatmadır. Kişisel zorluklarla başa çıkabilirim, geçtiğimiz bir yıl boyunca onlara katlanmak zorunda kaldım; Ama benim sevgili kardeşlerimin kandırılmasını hoş göremem.Sübhan Allah; bizim; kız kardeşlerimiz, erkek kardeşlerimiz; annelerimiz, babalarımız, çocuklarımız Filistin'de katlediliyor ve biz burada birbirimize(?) zarar vermeye çalışıyoruz.Ya Allah Onsurna;Ya Allah Onsurna;Ya Allah Onsurna; Ya Allah Irhamna Ya Rabb...Biz Muhammad'in ümmeti olmayı hak etmiyoruz. İslam' a dinimiz olarak sahip olmayı hak etmiyoruz.Çok yakında resmi açıklamayı yayınlayacağım İnşallah.Allah hepimizi bağışlasın."sözlerini sarf etmiştir. Ayrıca Withiout you eserinin Türkçe bölümü için Sezen Aksu'dan söz almıştır.Sezen Aksu'nun sözleri:Giz/Eser bir yel dağılır sis/Ne iz bırakır ne bir Giz/Yine o derin, dipsiz/O şefkatle affeden/Evvelim, şimdim, ahirim/Benim Sevgili sahibim/Bir okula misafirim/Mezuniyet bekleyen.Ancak albüm tam olarak taraflar tarafından kabul edimediği için albümde demo olarak yer almıştır. Bu görüş ayrılıklarından sonra Sami Yusuf Awekaning Records plak şirketinden ayrılmıştır.daha sonra 2010 yılında Etm International opak sirketi ile altı albümlük sözleşme imzalamıştır.Sami Yusuf 2010 yılInın sonlarına doğru "Wherever you are" albümü çıkmıştır.bu albümde "You Come To Me" adlı eseri Youtube'a yüklenilmiş ama eski plak şirketi ile davalı olduğundan Youtube tarafından kaldırılmıştır. Ancak kısa zamanda tekrar yüklenilmiştir ve şu anda 20 milyon kişi tarafından izlenilmiştir.Wherever you are albümü 10 milyon kişi tarafından satın alınmıştır.Sami Yusuf 2012 yılında Salaam albümü piyasaya sürmüştür ve albüm dünyada 30 milyon dinleyiciyle buluşmuştur. Salaam albümde bulunan Forgetten Promises Afrika'da son 60 yılda en büyük insan açlıgını göstermek için Avrupa,Afrika ülkerinde klip için çekim yapmıştır.Sami Yusuf 2014 yılında The Centre abümü çıkarmıştir.Sami Yusuf Tahranlı Araştırmacı Yazar ,Akademisyen Prof.Seyyid Hüseyin Nasr bütün sözleri Hüseyin Nasr'a ait Songs Of the Way albümü çıkarılmıştır.Son iki yılda Sami Yusuf iki tane daha konser albümüne yer vermiştir.2015 yılında "The Gift of Love" adlı eseri için Türkiye, Suudi Arabistan, Filistin, Ürdün, Kanada gibi farklı ülkelerde çekim yapmıştır. Bir tanesi 2012 yılında Katar'da verdigi konseri "Live at the Katara Ampitheatre" ve ikincisi 2015 yılında Londra'da konser verdiği "Live Concert 2015" albümüdür.Sami Yusuf 2015 yılında temmuz ayında Nazert'de verdiği konsere 100 bin kişi katılmıştır. Ancak Nazert'de verdiği konser yüzünden iran televizyonlarından yayınlanması yasaklanmıştır. Bunun üzerine Sami Yusuf karar üzerine şunları dile getirmiştir: Ben. Ben İran'da benim değerli dinleyiciler için bazen benim müzik inkar olacağını üzgünüm sevgili Filistinli kardeşlerimizin yüzlerine güldürecek İran hükümeti |
ne böyle bir suç neden olabilir farkında değildi ama özür dilemeyeceğim Filistin'de gerçekleştirmek için. "demiştir.
Albümdeki Parçalar:
Albümdeki parçalar:
Sami Yusuf bu albümü kabul etmese de eski plak şirketi tarafından çıkarılmıştır.
Albümdeki Parçalar:
Albümdeki Parçalar:
Albümdeki Parçalar:
Albümdeki Parçalar:
Albümdeki Parçalar:
Akdağ
Akdağ,
Dolmabahçe Saat Kulesi
Dolmabahçe Saat Kulesi, Bezmi Alem Valide Sultan Camii ile Dolmabahçe Sarayı'nın Saltanat Kapısı arasında yer alan saat kulesi. 1890-1895 yılları arasında Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılan saat kulesi 1.210.550 kuruşa mal olmuştur.
Saray mimarı Sarkis Balyan tarafından Neobarok ve Ampir tarzında yapılmıştır. 27 metre yüksekliğinde ve 4 katlı olan kulenin 94 basamağı vardır. Merdiven sahanlıklarının zemini renkli taşlarla, geometrik şekiller verilerek yapılmıştır. 12 x 12 m ölçülerindeki mermer platforma, kule sütunları ile 8,50 x 8,50 m abadındaki yapı oturur. Kulenin her kenarında altışar basamaklı merdiven ve köşelerde iki katlı birer fıskiye bulunur.
Her bir cephesinde saat bulunur. Saatler Fransız imalatıdır. Deniz tarafındaki saat ayrı kurulurken, diğer üçünün kurulması birlikte olur. Saatçibaşı Johann Meyer tarafından takılan Paul Garnier markalı saat 1979`da kısmen elektronik sisteme çevrilmiştir ve çalışır durumdadır.
G.O.R.A.
G.O.R.A., senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı, yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak'ın yaptığı, bilim kurgu ve komedi türlerindeki 2004 çıkışlı Türk filmidir.
Çekimleri 2002 yılında başlayan film, Türkiye'de 12 Kasım 2004 tarihinde gösterime girdi. Türk sinemasında en pahalı yapımlardan biri olan filmi 4 milyon kişi izledi. Filmin yapımcılığı, Uzan Ailesi'ne ait olan TürkFilmi adlı şirket ile Ömer Faruk Sorak tarafından üstlenilmiştir. Ancak Uzan Ailesi'nin bankalarına devlet el koyunca, film de TMSF kontrolüne geçti. Vizyona girişi geciken filmi BKM, Yılmaz aracılığıyla satın alarak yayımlayabildi. Film içerisindeki müzikler Ozan Çolakoğlu'na, filmin bitiş müziği ise Sagopa Kajmer'e aittir.
Türkiye'nin turistik kentlerinden biri olan Antalya'da tüccarlık yapan Arif uzaylılar tarafından kaçırılarak G.O.R.A. isimli gezegene götürülür. Arif, gezegende tutsakken gezegeni bir alev topundan kurtarır ve bu sırada Ceku isimli prensesle tanışır. Bütün bunlar olurken, G.O.R.A. gezegeninin kötü kalpli komutanı Logar, Ceku ile evlenerek gezegenin yönetimini ele geçirmek istemektedir. Arif bunu öğrenir ve gezegenden kaçarken Ceku'yu da yanında götürmek ister, fakat bunun için Komutan Logar'a karşı mücadele vermesi gerekmektedir.
Vakıf Serisi
Vakıf Serisi, rus asıllı, amerikalı yazar Isaac Asimov tarafından yazılan bilim kurgu serisidir. Yaklaşık 30 yıl boyunca bir üçleme olarak kalan seri Vakıf, Vakıf ve İmparatorluk ve İkinci Vakıf kitaplarından oluşmaktaydı. 1981 yılından sonra Asimov seriye 2 ardıl (Vakıf'ın Sınırı, Vakıf ve Dünya) ve 2 öncül (Vakıf Kurulurken, Vakıf İleri) eklemiştir. Eklenen bu kitaplar Asimov'un yazdığı diğer iki seri olan Robot serisi ve İmaparatorluk Serisi'ne göndermeler yaparak, tüm bu serilerin aynı hayali evrende geçtiğini göstermiştir.
Serinin temelini ilk romanın baş karakterlerinden olan Hari Seldon'un tüm hayatını geliştirmeye harcadığı psikotarih (matematiksel sosyoloji'nin bir dalı) biliminin tahminleri oluşturmaktadır. Kitle eylemi kanunlarını kullanan bu bilim, büyük ölçeklerde geleceği tahmin edebilmektedir. Hari Seldon yaptığı araştırmalar sonucuda tüm Samanyolu'nda hüküm süren Galaksi İmparatorluğu'nun çöküşünün önüne geçilemez olduğunu ve ikinci bir imparatorluk kurulana kadar yaklaşık 30.000 yıllık bir Karanlık Çağ'ın geçeceğini görmüştür. Seldon ayrıca eğer gerekli düzenlemeler yapılırsa imparatorluksuz geçecek bu dönemin 1.000 yıllık bir süreci kapsayacak kadar azaltılabileceğini de hesaplamış ve bu daha tercih edilir sonuç için bir vakıf kurmaya karar vermiştir. Bu vakıf yetenekli sanatkar ve mühendisler tarafından insanlığın bilgi birikimini korumak ve geliştirmek üzere Galaksi'nin bir ucunda kurulmuştur.
"Vakıf" ilk olarak 8 kısa hikâye şeklinde "Astounding Magazine" dergisinde Mayıs 1942 ve Ocak 1950 ayları arasında yayınlanmıştır. Asimov'a göre, hikâyelerin ana fikri Edward Gibbon'un "Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi" kitabına dayanmakta ve editörü John W. Campbell ile bir buluşması sırasında düşünmeden ortaya çıkmıştır . Asimov bu hikâyelerini Batı Philadelphia'daki apartman dairesinde Philadelphia Tersanesi'nde çalışırken yazmıştır.
İlk yayınlanan hikâyelerinden ilk dördü bir öncül hikâye ile birlikte toplanarak Gnome Press tarafından 1951 yılında "Vakıf" adında yayınlanmıştır. Kalan dört hikâye ise ikili ikili ayrı olarak yine Gnome tarafından "Vakıf ve İmparatorluk" (1952) and "İkinci Vakıf" (1953), adları ile basılmış ve halen anılmakta olan Vakıf üçlemesi adını almıştır .
1981 yılında Asimov, yayıncısı tarafından "Vakıf"ın hikâyesini anlatan dördüncü bir kitabı yazması için ikna edilmiş ve ortaya önceki kitaplardaki olayları kronolojik olarak takip eden "Vakıf'ın Sınırı" (1982) kitabı çıkmıştır.
Bu kitaptan dört yıl sonra ise Asimov adı Vakıf ve Dünya (1986) olan yeni bir ardıl kitap yayınlamıştır. Bu kitabı ise öncül kitaplar olan "Vakıf Kurulurken" (1988) ve"Vakıf İleri" (1993) izlemiştir. Ardıl ve öncül kitapların yazımı arasındaki iki yıllık sürede Asimov "Vakıf" serisini yazmış olduğu diğer seriler ile bağlamış ve tek bir hayali evren yaratmıştır.
Akçalı, Milas
Akçalı, Muğla ilinin Milas ilçesine bağlı bir mahalledir.
Mahallenin eski adı Burnak'tır.
mahallenin eski adı buraya yerleşen çoban tarafından barınak diye adlandırılmıştır.sonra burnak adını almış 1960 ihtilalinden sonra akçalı adını almıştır.
300 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen eski gelenek ve göreneklerini unutmuştur.yemekleri keşkek,ot yemekleri,tepsi börekleri,et yemekleri,bütün yemeklerimiz zeytinyağlıdır.sağlık kaynağıdır.
Muğla iline 106 km, Milas ilçesine 37 km uzaklıktadır. Milas'a 40 km uzaklıkta bir dağ mahallesidir. Bafa (Çamiçi) kasabasından Bafa Gölüne giden yol takip edilerek gidilir.
Mahallenin iklimi, Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir.
Mahallenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı olup özellikle geçimlerini zeytincilik ve arıcılık yapılmaktadır.
Mahallede, ilköğretim okulu yoktur. Öğrenciler eğitim için Bafa ilköğretim Okulu'na taşımalı olarak gitmektedir. Mahallenin içme suyu şebekesi vardır. Kanalizasyon şebekesi yoktur.
Direcik, Yenipazar
Direcik, Aydın'ın Yenipazar ilçesine bağlı bir mahalle.
Diofizitizm
Diofizit, Nestorius'un savunuculuğunu yaptığı görüş. Monofizit kavramının zıddı.
Bu görüşe göre:
Dolayısıyla, bu görüşe göre Meryem "Tanrı'nın annesi" (Theotokos) değil Mesih İsa'nın annesidir; Tanrı doğurulamaz dolayısıyla da İsa, Baba ile aynı özden olamaz. Ancak, Kelam'ın gelmesinden sonra İsa'da hem insansal, hem de tanrısal bir arada varolmuş, İsa hem tanrı hem de insan olmuştur. İsa kelamın gelmesinden sonra bu iki tabiatı da taşır (Diofizit).
Bu görüşe göre çarmıha gerilirken tanrısal tabiat İsa'dan ayrılmış sadece insan olan İsa acı çekmiş, çektiği acılar Tanrı olan İsa'ya dokunmamıştır.
Bu görüşleri Roma ve Yunan kiliseleri kabul etmemişler, 431 yılında toplanan I. Efes Konsili'nce reddedilmiş ancak Nestorius aforoz edilmemiş, sadece görevden alınmıştır. Faaliyetlerine devam eden Nestorius güçlenmeye başlayınca MS 449 yılında Efes'te toplanan II. Efes Konsili'inde alınan kararla Nestorius aforoz edilmiş ve sonuç olarak Nestorius'un görüşlerinin savunanlar kendi özel kiliselerini kurmuşlardır.
Günümüzde Asuri (Nasturi) ve Keldani kiliseleri diofizit görüşe sahip olan kiliselerdir.
Sedan (otomobil)
Sedan, 4 veya daha fazla oturma yeri olan 2 veya 4 kapılı, sabit şaseli veya orta kolonlu, 4 veya daha fazla penceresi olan kapalı binek taşıtlarına denir.
Sedan geçmişte önemli ve zengin kişilerin taşındığı Türkçe karşılığı tahtırevan olarak adlandırılan taşıma aracının karşılığıdır. Car and Driver’e göre sedan adı sabit tavanlı ve en az dört kapılı ya da sabit tavanlı iki kapılı ve en az 933 litrelik iç hacmi olan otomobillere denir.
İngiltere’de sedan yerine saloon sözcüğü kullanılır.
İki kapılı bir sedanın diğer adı coach’tur. Ford iki kapılı sedan için Tudor sedan deyimini kullanmıştır.
Sedan otomobiller bugün, ABD ve Asya pazarında en çok rağbet gören otomobillerdir. Avrupalı modern hatchbacklere karşı tüm gücüyle direnen eskiden kalma sedanlar, kimi zaman SW'lerden bile geniş olan iç mekân hacimleri ve bagaj kapasiteleri ile çoğu ailenin tercihidir. Kendi içinde 4 kapılı Coupe kavramını türeten, günümüzde tasarımları önemli ölçüde gelişen sedanlar, özellikle gelişmekte olan ülkelerin ilk tercihidir.
Motorlu taşıtlarda yakıt ekonomisi
Motorlu taşıtların çalışmasında temel madde yakıttır. Ulaşım masraflarının büyük bir bölümünü yakıt oluşturmaktadır. Bu nedenle yakıt en yüksek ekonomi ile kullanılmalıdır.
Otomobillerde yakıt ekonomisini etkileyen birçok faktör vardır. Bunlar taşıtın tasarımından , teknik durumuna , yol ve iklim şartlarından , sürücü deneyimine kadar çeşitli faktörleri içine alır . Ulaşım organizasyonu durumu da bunlara eklenebilir.
Belirli bir motor çıkış gücü için taşıt performansındaki artış motor kursu / kat edilen yol oranının büyümesi ile elde edilir . Bu motor büyüklüğü ve diferansiyel dişli oranının artırılmasıyla sağlanır . Genellikle performans düzeyi yükseldikçe yakıt ekonomisi düşer yani yakıt ekonomisi ve performans birbiriyle ters orantılıdır . motorlar ekonomi , bunun üzerindeki silindir sayısına sahip motorlar ise performans amaçlanarak üretilirler .
Otomatik transmisyon ve hidrolik direksiyon taşıtlarda kullanım kolaylığını artıran sistemler olarak kabul edilebilir. Otomatik transmisyonda güç kaybı mekanik ve hidrolik olmak üzere iki grupta toplanabilir. Mekanik kayıplar genellikle sürtünmeden , hidrolik kayıplar ise pompalama ve tork konvektöründeki kaymadan kaynaklanır. Kayma ile meydana gelen kayıplar oldukça fazladır. Kayma k |
onvektör yapısına , taşıt hızına ve iletilen momente bağlıdır.
Modern taşıtlarda klimalar gittikçe yaygınlaşmakta ve güvenli bir sürüş için ihtiyaç haline gelmektedir. Klimanın çalışması için gerekli moment sistemin kapasitesine , hava sıcaklığına ve taşıt hızına bağlı olarak değişir . Yüksek hızlarda hava akışının artmasından dolayı kondanser verimli çalışmaktadır (kondanser: kompresör tarafından sıkıştırılmış yüksek sıcaklık ve yüksek basınçlı soğutma gazından ısı alıp soğutarak bu gazı sıvı hale dönüştürmek için kullanılan klima elemanı). Dolayısıyla buna bağlı olarak da moment ihtiyacı azalmaktadır . Ayrıca yüksek hızlarda motor momenti daha ekonomik bir özgül yakıt sarfiyatıyla elde edilmektedir.
Yakıt ekonomisini etkileyen en önemli faktörlerden bir tanesidir.Bir taşıtı yatay yolda sabit hızda hareket ettirebilmek için taşıta karşı oluşan dirençlerden yuvarlanma ve hava dirençlerinin yenilmesi gerekir. Yuvarlanma taşıt ağırlığının bir fonksiyonudur. Taşıt büyüklüğü ile birlikte taşıtın ağırlığı da artacağından yuvarlanma direncide bunlara paralel olarak doğru aranda artar.
Çalışma (işletme) şartlarıda yakıt ekonomisini önemli ölçüde etkiler. Motor ayarlarının düzensiz olması yakıt tüketimini artırır. Düşük motor soğutma suyu sıcaklığı ısı kaybını azaltacağından verim düşer , bunun yanı sıra yakıt silindirlere daha büyük zerreler halinde gireceğinden yanma verimsizleşir. Aktarma organları dişlileri ve yataklarındaki aşırı sürtünmeler , fren sıkılığı , lastik hava basınçlarının düşüklüğü , ön düzen ayarsızlığı ve alternatöre binen yük gibi faktörler toplam direnç kuvvetlerini artıracağından yakıt sarfiyatı da artacaktır.
Sürücü deneyimine göre taşıt kullanımı değişir. Özellikle bu farklılık vites değiştirme zamanlarının seçiminde olur. Aynı taşıtın değişik sürücülerle kullanımında %10 az veya fazla fark görülebilir.
Daha az yakıtla daha uzun yol kat etmede sürücü deneyimini şu başlıklar altında toparlayabiliriz :
Yalan (anlam ayrımı)
Yalan, herhangi bir kişi, topluluk veya kuruma, yanıltmak amacı güdülerek yapılan rol veya doğru olmayan herhangi bir ifadedir. Şu anlamlara da gelebilir:
Kara Aşka Beyaz Göndermeler
Murat Yılmazyıldırım'ın 2004 yılında çıkarmış olduğu albüm. Tolga Çebi ve Sinan Gürsoy gibi müzisyenlerin de katkıda bulunduğu albümün şarkı listesi şu şekildedir:
Gulf Stream
"Diğer kullanımlar için Gulf Stream (anlam ayrımı)"
Gulf Stream ya da Körfez Akıntısı Kuzey Atlantik Akıntısı'nın bir parçası olan, Meksika Körfezi'nden başlayıp Birleşik Krallık'ın kuzeyine kadar devam eden sıcak su akıntısı. Kuzey Ekvator Akıntısı'nca beslenir. Avrupa'nın kuzeyindeki iklimi yumuşatarak yaşanabilir kılar.
Körfez akıntısı, yolculuğuna Meksika Körfezinden başladıktan sonra Kuzey Amerika'nın doğu kıyılarını takip ederek, Florida kıyılarına oradan da Newfoundland'a hareket eder. Akıntı bundan sonra Atlantik Okyanusunu geçer ve 30°D, 40°K dolaylarında ikiye ayrılır; bir kolu Avrupa'nın batı kıyılarına ulaşır, öteki ise Batı Afrika kıyılarına doğru hareket eder.
Akıntı'nın Meksika Körfezi'ndeki hızı 3,5 knot (6,5 km/saat) olarak ölçülmüştür. Buradaki debisi 30 milyon metreküptür ki Missisipi Nehri'nin birkaçyüz katıdır. Hatteras Burnu'nda hızı 1 knot'a kadar düşer. Kıta sahanlığından akan akıntının sıcaklığı Kıtanın sahilinden akan soğuk güney akıntısıyla 'Soğuk Duvar' adı verilen yapıyı oluşturur. Burada akıntının derin mavi suları diğer sulardan rahatlıkla ayırt edilebilir.
Körfez Akıntısı'nın en temel etkisi, Avrupa'nın kuzeybatısının ısınmasını sağlamasıdır. Matematik konumu düşünecek olursak, Kuzey Avrupa Sibirya ile aynı enlemdedir. Ancak akıntı, Kuzey Avrupa'nın, özellikle de İngiltere'nin ikliminin ılıman ve nemli olmasını sağlamaktadır. Bölgede limon ve çeşitli astropik bitkilerin yetişmesi buna bağlıdır.
Golf Stream in English Wikipedia
Beşkardeş, Kulu
Beşkardeş Konya ilinin Kulu ilçesine bağlı bir mahalledir.
Köy halkı 19. yüzyılda bölgeye göç ettirilen Kürtlerdir.
Konya iline 136, Kulu ilçesine 17 Km. mesafededir.
İlköğretim okulu vardır. Sağlık evi vardır ancak sağlık ocağı yoktur. PTT şubesi vardır. Su şebekesi ve kanalizasyonu vardır.
Işın Demirkent
Işın Demirkent (1938, İzmir - 3 Şubat 2006, İstanbul), Türk tarih profesörüdür.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi. Aynı bölümde asistan oldu. Doktorasını "Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118)" konusunda yaptı. Doçent ve Profesör unvanlarını aldı. 1975-1976 yıllarında Frankfurt'da J.W. Goethe Üniversitesinde bir yıl araştırma ve inceleme yaptı. 1983'den ölümüne kadar Türk Tarih Kurumu asli üyesiydi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yaptı.
Deniz Özbey
Deniz Özbey Akyüz (25 Kasım 1969 İstanbul), Türk müzisyen, mimar, Vega grubunu solisti.
Mimar Sinan Üniversitesi mezunudur.
Tuğrul Akyüz ile evlidir ve 1 çocukları vardır.
Teoman'ın seslendirdiği 2003 yılında yayınlanan Teoman albümündeki Kupa Kızı ve Sinek Valesi adlı şarkının bestecisidir.
Twitter adresi
Oktay Sözbir
Oktay Sözbir. (d. 15 Aralık 1942, ö. 4 Şubat 2006, İstanbul)
1962'de İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sanat hayatına başlayan sanatçı, birçok özel tiyatroda çalıştı. Sinema yaşamına 1975'te Yılmaz Güney'in "Bir Gün Mutlaka" adlı filmi ile adım attı. Asıl tanındığı rolü ise "Bizimkiler" adlı TV dizisinde canlandırdığı "Yandan çarklı Halil" tiplemesi ile oldu.
Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu, Şan Tiyatrosu ve Dormen Tiyatrosu'nda da çalışan Sözbir, 1990 yılından beri Şehir Tiyatroları'nda görev yapıyordu. 2006 yılında İstanbul 'da vefat eden Oktay Sözbir Ümraniye, Kocatepe Mezarlığı 'nda toprağa verildi.
V. Karl
V. Karl ya da Şarlken (Fransızca: "Charles Quint/Beşinci Charles", İspanyolca: "Carlos V", İtalyanca: "Carlo V"; 24 Şubat 1500 - 21 Eylül 1558), Kutsal Roma İmparatoru, İspanya Kralı, Habsburg Hollandası Lordu ve Burgonya Kontu.
Şarlken, 24 Şubat 1500 tarihinde Belçika'nın Gent şehrinde doğdu, babası Habsburg Hanedanından Yakışıklı Felipe, annesi ise Kastilya ve Aragon Prensesi Kastilyalı Deli Juana'ydı. Geleceğin imparatoru gözüyle bakıldığından özenle büyütüldü. Hem Alman hem de İspanyol kanı taşıyordu ve her iki dili de konuşabiliyordu.
Hollanda'da büyüyen Şarlken babasının erken yaşta ölümü, annesinin de ruhen rahatsız olmasından dolayı halası Margaret tarafından eğitildi. Prenses Margarete, imparator I. Maximilian (Kutsal Roma İmparatoru) tarafından genç prenses naibi olarak Burgonya Düklüğünün valiliğine atandı. 1515 yılında Burgonya ileri gelenlerininde desteğiyle halası naiplik görevinden alınmış ve Şarlken reşit ilan edildikten sonra Burgonya Dükü olmuştur. Anne tarafından büyük babası II. Fernando'nun 1516 yılında ölümüyle Kastilya, Aragon, Napoli ve Sicilya krallıklarının taçları şahsında birleşti. Kutsal Roma İmparatoru I. Maximilian (Kutsal Roma İmparatoru)' ın ölümü sonrasında 28 Haziran 1519'da Alman imparatoru seçilerek Avrupa'daki en büyük imparatorluğun hükümdarı oldu. 26 Ekim 1520 yılında Aachen daki katedralde resmi bir törenle Kutsal Roma Cermen İmparatoru ilan edildi.
Alman imparatoru olarak (1519-1556), İspanya kralı olarak (1516-1556), Hollanda-Belçika kralı olarak (1516-1556) yılları arasında hüküm sürdü. İmparatorluğun sınırlarına İspanya ve ona bağlı sömürgeleri ile Avusturya-Almanya topraklarının hepsi dahildi. 1519'da V. Karl, Kutsal Roma Imparatoru ve Avusturya Arşidükü oldu. Bundan itibaren V. Karl'in üzerinde hükümdarlık yaptığı arazilerin Avrupa, Uzak Doğu ve Amerikana üzerindeki yüzölçümünün 4 milyon kilometre kareyi aştığı tahmin edilmektedir.
Şarlken'in İmparatorluğu dönemindeki en büyük düşmanları, sırasıyla Osmanlı İmparatorluğu, Fransa Krallığı, İngiltere Krallığı ve Hıristiyanlığın Protestanlık mezhebinin kurucusu meşhur Alman papaz Martin Luther'di.
V. Karl'ın annesi İspanya Kralı II. Fernando'nun kızı Kastilya Prensesi Kastilyalı Juanna'dır. İngiltere Kraliçesi ise; Tudor Hanedanı'ndan İngiltere Kralı VIII. Henry'nin eşi, İspanya Kralı II. Fernando'nun kızı ve Kastilya Prensesi Juanna'nın kardeşi Aragonlu Katherine'dir. Yani İngiltere Kraliçesi Aragonlu Katherine V. Karl'ın teyzesidir. V. Karl, Kutsal Roma İmparatoru olunca teyzesini çok sevdiğinden ve ona düşkün olduğundan İngiltere'ye dostça yaklaştı.
Aragonlu Katherine, VIII. Henry'nin ağabeyi Arthur ile evlendirilecekti ancak Arthur nedeni bilinmeyen bir şekilde aniden ölünce Henry ile evlendirildi. Henry ise kadınlara olan düşkünlüğü ile biliniyordu ve sayısız metresi vardı ve ilişkilerinde sorunlar yaşanıyordu. Henry bir süre Katherine'den boşanmak istedi. Amacı, Katherine'den daha güzel bulduğu Anne Boleyn'le evlenmekti ancak İngiliz kilisesi bu boşanma davasını kabul etmedi çünkü Katherine'nin yeğeni V. Karl, Roma'yı ve Papalık Devletini işgal edip, papaya evliliğin iptal edilmemesi için baskıda bulunuğundan Papa evliliği iptal etmedi. Bu duruma karşı çıkan VIII. Henry'de Katolik Kilisesinden ayrılarak Anglikan Kilisesini kurdu ve Katherine'den boşandı. V. Karl'ın İngiltere ilişkileri de kesildi.
Şarlken, annesi Kastilya Prensesi Joanna'dan gelen bağlarla 1516'da Aragon, Kastilya, Napoli ve Sicilya krallıkları taçlarını giyerek Aragon Kralı, Kastilya Kralı, Napoli Kralı ve Sicilya Kralı unvanını aldı. 1519'da da büyükbabası Kutsal Roma İmparatoru I.Maximilian'dan kalan bağlarla Kutsal Roma İmparatoru unvanını alarak Avrupa'nın en büyük İmparatorluğunun sahibi oldu. Almanya, Sicilya ve Napoli sayesinde İtalya, Aragon ve Kastilya sayesinde İspanya taçlarını alarak Almanya, İtalya ve İspanya İmparatoru ilan edildi.
Şarlken, Avrupa'nın tamamını işgal ederek Avrupa-Almanya İmparatorluğunu ilan etmek istiyordu. Fransa kralı François'de Avrupa Hristiyan İmparatorluğu kurmak istiyordu. Böylece Şarlken ve François savaşa başladı. 1525 yılında meydana gelen Pavia Muharebesi'nde François' in ordusu yenilgiye uğramış ve kendisi de Şarlken'e esir düştü. Bunun sonucunda Şarlken'in Avrupa'daki egemenliğini sağla |
mlaştırdı.
Öte yandan Osmanlı Sultanı I. Süleyman ve Macaristan Kralı II. Lajos arasındaki gerginlik Balkan-Hristiyan Birliğini tehdit ediyordu. Zaten I. Murad döneminden beri bu birlik iyice bozulmuştu. Macaristan ve Bohemya Kralı unvanıyla Lajos Tudor Hanedanlığı'nın temsilcisi durumundaydı. Şarlken'de Habsburg Hanedanlığı temsilcisiydi. Tudor ve Habsburg hanedanlıkları arasında bir bağ vardı. Böylece Lajos ve Şarlken yakınlaştı.
I. François'in annesi I. Süleyman'a oğlunu kurtarmasını, Fransa'ya yardım etmesini yazmıştı. I. Süleyman bu mektuba karşılık vermiş ve ordusuyla Macar seferine çıkmıştır. Mohaç'ta büyük bir savaş yaşanmış (Mohaç Muharebesi) Lajos savaşta ölmüş, Macaristan ve Transilvanya feth edilmişti. İstanbul Antlaşması imzalandı.
Şarlken 1530'da Papa tarafından Kutsal Roma İmparatoru olarak kutsandı.
Protestan prenslerle imparator Şarlken arasında anlaşmazlıkların artması sonrasında Katolik ve Protestan prensler arasında imparatorun tüm ısrarlarına rağmen uzlaşmaya vardılar ve Protestanlığı tanıyan Augsburg Barışı yapıldı. Böylece imparatorun kilisenin bölünmesini engelleme politikası başarısızlığa uğradı. Ayrıca Fransa üzerine gerçekleştirilen seferde başarısız olmuştu. Yeni Papa ile yaşanan ihtilaflar ve Osmanlı ile yaşanan sorunlar sonrasında 1555 yılında İspanya Krallığı'nı ve Alçak Ülkeler'i oğlu II. Felipe'ye, 1556 yılında da imparatorluk makamını kardeşi Ferdinand'a bıraktı.
V. Karl 1557'de İspanya'da Extramaura eyaletindeki Yuste manastırına çekildi. Fakat buradan devamlı olarak imparatorluğunun ileri gelenleri ile mektuplaşmaya devam etti ve imparatorluğunda ortaya çıkan gelişmelerle yakından ilgilendi. Çok akut gut hastalığından muzdaripti. Bazı tarihçiler onun 1552'de Metz şehrini kuşattığı ama eline geçiremeyip sonra da mağlup edilmesini bir gut krizi geçirmesine bağlarlar. V. Karl'in inzivaya çekilme kararını bu mağlubiyetten hemen sonra aldığını belirtirler. İnzivaya çekildiği manastırda odasının her duvarının saatlerle kaplı olduğu bildirilir ve bazı tarihçiler bunun kendi hükümdarlığını ve bu hükümdaralığına zaman hasredememesini sembolize ettiğini iddia ederler.
Şarlken manastıra çekildikten 1 yıl sonra, 21 Eylül 1558'de sıtmadan öldü. 1574'de cesedi oğlu İspanya Kralı II. Felipe tarafından Madrid' de inşa ettirilen El Escorial Manastırına defnedildi.
Şarlken Avrupa'da kendi egemenliği altında Katolik bir imparatorluk kurmak istemişti. Bu amaçla uzun yıllar Fransa, Protestanlar ve Osmanlılarla savaştı. Ancak geniş bir alana yayılmış farklı iktisadi, dinsel ve kültürel yapılara sahip krallıkları Katoliklik etrafında bir araya getirmeyi başaramadı. Kısacası Karl, ne Türk yayılmasını engelleyebilmiş ne Fransa'nın artan gücünü durdurabilmiş ne de Alman halkları arasındaki karışıklığı durdurabilmiştir.
Lewis Carroll
Charles Lutwidge Dodgson (27 Ocak 1832 - 14 Ocak 1898) ya da daha çok tanındığı takma adıyla Lewis Carroll, ünlü İngiliz yazar, matematikçi, mantıkçı, Anglikan papazı ve fotoğrafçıdır.
Carroll'ın en ünlü eserleri; "Alice's Adventures in Wonderland" ("Alice Harikalar Diyarında") ve onun devamı olan "Through the Looking-Glass" ("Aynanın İçinden") adlı kitapları ve "The Hunting of the Snark" ve "Jabberwocky" adlı şiirleridir ve hepsi absürt edebiyatın örneklerindendir. Kelime oyunları, mantık ve fantezideki yeteneği sayesinde ün kazanmıştır. Ancak bunun ötesinde, eserleri modern kültüre iyice yerleşmiştir. Birçok sanatçıyı, direkt olarak etkilemiştir. Kuzey Amerika, Japonya, İngiltere ve Yeni Zelanda başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde, sadece Carroll'ın eserlerinin zevkle okunması ve daha da yaygınlaştırılması ve hayatının araştırılmasına adanmış kuruluşlar vardır.
İlk gençlik döneminde Dodgson evde eğitim gördü. Aile arşivlerinde saklanmış "okuma listeleri" Dodgson'un değerli bir zekaya sahip olduğuna tanıklık etmektedir: Yedi yaşındayken bir Hristiyan alegorisi olan Çarmıh Yolcusu'nu okuyordu. Aynı zamanda kardeşlerinin birçoğunda da görülen ve onun sosyal hayatını etkileyen bir kekemelikten muzdaripti. On iki yaşındayken Richmond yakınlarındaki Richmond Gramer Okulu'na gönderildi.
1846 yılında genç Dodgson Rugby School'a gönderildi. Orada çok da mutlu olmadığı, oradan ayrıldıktan birkaç yıl sonra yazdığı aşağıdaki paragrafta açıkça görülebilir:
Ancak Dodgson eğitiminde başarılı olmakta hiç zorlanmadı. O dönemde matematik hocası olan R.B. Mayor onun hakkında "Rugby'e geldiğimden beri daha çok gelecek vaat eden bir çocuk görmemiştim" demiştir.
1849 yılında Rugby'den ayrıldı ve 1850 yılının Mayıs ayında babasının eski okulu olan Christ Church'ün bir üyesi olarak Oxford'a kayıt oldu. Üniversitede yurt odalarının boşalmasını bekledikten sonra Ocak 1851'de bir eve yerleşti. Eve geri dön çağrısı geldiğinde yalnızca iki gündür Oxford'daydı. Annesi belki menenjit ya da bir beyin felcinden ötürü "beyin iltihaplanması" nedeniyle kırk yedi yaşında hayatını kaybetmişti.
Akademik kariyerinin ilk dönemlerinde büyük ümit vadetmek ve karşıkonulamaz bir dikkat dağınıklığına sahip olmak arasında devinim gösterdi. Her zaman çok fazla çalışmıyordu, ancak çok yetenekliydi ve başarmak onun için kolaydı. 1852'de Matematik sınavlarında onur derecesine sahip oldu ve çok kısa zaman sonra babasının eski bir arkadaşı Canon Edward Bouverie Pusey onu öğrenci bursuna aday gösterdi. 1854'te son bitirme sınavlarında matematikte yine onur öğrencisi olarak lisansını eğitimini tamamladı. Christ Church'de kaldı. Bir yandan çalışıp bir yandan ders verdi. Ancak bir sonraki yıl çok önemli bir bursu kaçırdı. Çalışmaya yeterince kendini adayamadığı için olduğunu kendisi de itiraf etti. Buna rağmen matematikteki yeteneği sayesinde 1855'te Christ Church'de matematik dersi verme şansını elde etti.. Dodgson bundan sonraki yirmialtı yıl boyunca bu görevi sürdüdü. Başlangıçtaki mutsuzluğuna rağmen Dodgson ölümüne kadar Christ Church'te kaldı ve birçok görev aldı.
Charles Dodgson yaklasık olarak 1.80m boyunda, ince uzun, kıvırcık kahverengi saçlı ve duruma göre değişen gri ya da mavi gözlü bir gençti. Daha ileriki yaşlarında vücut yapısının asimetrik olduğu ve biraz garip ve fazla dik bir duruşunun olduğu söylenir, ancak bu orta yaşlarında geçirdiği diz sakatlanmasının bir sonucu olabilir. Çok küçük bir çocukken geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu bir kulağı duyma yeteneğini kaybetmiştir. On yedi yaşında çok ağır geçirdiği boğmaca büyük ihtimalle hayatının daha sonraki yıllarındaki kronik göğüs hastalıklarının sebebidir. Başka bir sorun ise kendinin "tereddüt" olarak tanımladığı çocukluğunda edindiği ve tüm yaşamı boyunca onun felaketi olan kekemeliktir.
Kekelemesinin Dodgson'un davranış biçimine etkisi daima çok güçlü olmuştur. Dodgson'un yalnızca yetişkinlerin arasında kekelediği, çocuklarla konuşurken çok akıcı ve özgür biçimde kendini ifade edebildiğine dair bir inanış vardır ancak bu inanşı destekleyecek kesin bir kanıt yoktur. Onunla tanışıklığı olan birçok çocuk kekelemesini hatırlarken, yetişkinlerin çoğu bunu fark etmemiştir. Görünen o ki, tanıştığı insanlardan ziyade Dodgson kekelemesinin üzerinde durmaktadır. Dodgson'un kendisini "Alice Harikalar Diyarında"daki Dodo olarak karikatürize ettiği ve soyadını söylerken yaşadığı zorluktan dolayı karakteri kendiyle özdeşleştirdiği söylenir, ancak buna dair birinci elden bir kanıt yoktur.
Dodgson'un kekemeliği her ne kadar onu rahatsız etse de, diğer kişisel özelliklerini kullanarak toplum içerisinde bir yer almasına engel olmamıştır. İnsanların kendilerini eğlendirdikleri, topluluğu eğlendirmek için şarkı söylemenin veya ezberden parça okumanın moda olduğu bir dönemde, genç Dodgson'ın çok donanımlı ve çekici bir şovmen olduğu, oldukça iyi şarkı söydlediği ve bunu seyirci önünde yapmaktan hiç çekinmediği, taklitte ve hikaye anlatmakta usta olduğu söylenir.
Erken dönemde verdiği eserlerden, büyük başarı yakalayan "Alice" kitaplarını yazdığı döneme kadar geçen sürede Dodgson Ön-Raffaelocu Kardeşler arasına katıldı. İlk olarak 1857'de John Ruskin ile tanıştı ve arkadaş oldu. Dante Gabriel Rossetti ve ailesiye yakın bir arkadaşlık bağı geliştirdi ve aynı zamanda başta William Holman Hunt, John Everett Millais, ve Arthur Hughes olmak üzere birçok sanatçıyla tanıştı. Aynı zamanda peri masalı yazarı George MacDonald'ı iyi tanırdı. Hatta küçük MacDonald çocuklarının hikâyeye karşı duydukları heyecan, Dodgson'u "Alice"'i yayınlamaya iten neden oldu.
Genellikle Dodgson politik, dini ve kişisel konularda tutucu olarak nitelendirilir. Martin Gardner Dodgson'ı bir muhafazakar olarak nitelendirirken, "lordlar kamarasına huşu içinde baktığını ve aşağı tabakadan olan kimselere karşı bir züppe" olduğunu belirtiyor. The Revd W. Tuckwell, "Oxford Hatıralarında" (1900) ondan "hoşgörüsüz, çekingen, titiz, matematik saplantılı, saygınlığına çok düşkün, politikada çok tutucu, ilahiyatçı, Alice'in yaşadığı yer nasıl karelere bölünmüşse, kendininki de aynı öyle" diye bahsediyor. Ancak Dodgson'un bu değerlendirmelerle ters düşen şekilde başka din ve felsefelere karşı bir merakı olduğu görülüyor. Örneğin; Britanyalı Psişik Araştırma Derneği'nin kurucu üyesi olması bunlardan biri.
'Carroll Myth' taraftarları bu etkenlerin Gardner sendromu olasılığını yeniden gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Belki de Dodgson'un gerçek görünüşü inanılandan daha bozuk olabilir. ('Carroll Myth' için aşağıya bakın).
Dodgson çeşitli felsefi konular üzerine bazı araştırmalar yazmıştır. 1895'te "Kaplumbağa Aşil'e Ne Dedi?" (What the Tortoise Said to Achilles) makalesinde yarattığı tümdengelim mantığı üzerine kurulu gerileme argümanı, "Mind" felsefe dergisinin ilk sayılarından birinde yayımlanmıştır. 1995'te, yüz yıl sonra bu makale aynı dergide daha sonraki yıllarda yayınlanan Simon Blackburn'un "Practical Tortoise Raising" makalesi ile birlikte yeniden basılmıştır.
Küçük yaşlarından itibaren Dodgson şiir ve kısa hikâyeler yazdı. Bunları aile dergisi "Mischmasch"'de yayımlandı ve sonradan birçok dergiye göndererek, makul bir başarı elde etti. 1854 ve 1856 yılları arasın |
da eserleri "The Comic Times" ve "The Train" ve daha küçük dergiler olan "Whitby Gazette" ve "Oxford Critic" gibi ulusal yayınlarda yer aldı. Yazınlarının çoğu komik, bazen hicivliydi, ancak standart ve zorlamaydı.
1855'te kendi yazınları hakkında şunları yazdı; "Şu ana kadar gerçekten yayımlanmaya değer bir şey yazmış olduğumu düşünmüyorum (buna "Whitby Gazette" ya da"Oxonian Advertiser"ı dahil etmiyorum), ancak bir gün bunu yapacağıma dair umutsuz değilim". 1850'den sonraki yıllarda kardeşlerini eğlendirmek için yazdığı kukla oyunlarından yalnızca biri La Guida di Bragia günümüze kalmayı başarmıştır.
1856'da ünlü olduğu ismiyle ilk eserini yayınladı. Romantik bir şiir olan "Solitude", "The Train" dergisinde yazarı "Lewis Carroll" olarak yer aldı. Bu takma isim gerçek ismi üzerinde bir kelime oyunuydu; "Lewis", "Ludovicus" isminin ingilizleştirilmiş haliydi ve "Lutwidge" isminin Latincesiydi, "Carroll" ise Latin ismi "Carolus" ile benzeyen ve "Charles"'ın türetilmiş olduğu isimdi.
Yine 1856 yılında Christ Church'e gelen yeni dekan Henry Liddell beraberinde genç ailesini de getirdi. Kimse bu ailenin ilerideki yıllarda Dodgson'un yazın kariyerine bu kadar etkisi olacağını tahmin edemezdi. Dodgson Liddell'in eşi Lorina ve çocukları ile ve özellikle de üç kız kardeş olan Lorina, Edith ve Alice Liddell ile yakın arkadaşlıklar kurdu. Uzun yıllar boyunca yarattığı "Alice" karakterinin Alice Liddell'in yansıması olduğu düşünüldü. Buna dair en görünür kanıt "Aynanın İçinden"in sonundaki akrostik şiirde adının bulunması ve iki kitabın da gizlenmiş yerlerinde üstükapalı olarak ona atıfta bulunmuş olmasıdır. Ancak Dodgson hayatının ileriki yıllarında "küçük eroin" diye adlandırdığı ilham kaynağının gerçek bir çocuk olduğunu defalarca reddettiyse de, eserlerini tanıdığı küçük kızlara ithaf etti ve isimlerini akrostik şiirlerinin başına ekledi. Gertrude Chataway'in ismi aynı bu şekilde "Köpan Avı"'nın başında bulunmaktadır ancak bugüne kadar kimse şiirde anlatılan karakterlerden birini bile onunla örtüştürmemiştir.
Her ne kadar bu konuda yeterli bilgi bulunmasa da (Dodgson'un 1858–1862 yılları arasındaki günlükleri kayıptır), 1850'lerin sonuna kadar Dodgson'un Liddell ailesi ile olan arkadaşlığının hayatında önemli bir yer ettiğine kesin gözüyle bakılıyor ve hatta ailenin çocuklarını (önce oğulları Harry, daha sonra üç kızkardeş) sık sık bir yetişkin eşliğinde Nuneham Courtenay ya da Godstow yakınlarında sandalla gezmeye çıkartmayı adet edinmiş olduğu biliniyor. İşte Dodgson, ilk ve en büyük ticari başarısı olacak olan kitabının taslağını, 4 Temmuz 1862'de, bu gezilerden birinde yaratmıştır. Hikâyenin kaleme alınmasının Alice Liddell'in ısrarının sonucu olduğu söylenir. Dodgson sonunda Kasım 1864'te hikâyeyi kendi çizimleri ve elyazısı ile "Alice'in Yeraltındaki Maceraları (Alice's Adventures Under Ground)" ismi ile takdim etmiştir.
Bundan önce bir aile dostu ve akıl hocası olan George MacDonald Dodgson'un henüz tamamlanmamış taslağını okumuştu ve McDonald çocuklarının hikâyeye duydukları heyecan Dodgson'ın yayınlama kararı almasında etken oldu. 1863 yılında henüz bitirmediği taslağı, yayıncı Macmillan'a götürdü ve Mcmillan hikâyeyi beğendi. "Alice Perilerin Arasında" ve "Alice'in Altın Saati" gibi isim alternatifleri düşünüldü ve sonunda hikâye "Alice Harikalar Diyarında" ismiyle 1865 yılında, Dodgson'un ilk kez bundan dokuz yıl önce kullandığı Lewis Carroll takma adıyla basıldı. Açıkça görülüyor ki Dodgson bir kitabın profesyonel bir sanatçının dokunuşuna ihtiyaç duyduğunu düşündü ve kitabın illüstrasyonları Sir John Tenniel tarafından yapıldı.
İlk Alice kitabının büyük ticari başarısı Dodgson'un hayatını birçok yönden değiştirmiştir. Kendi yarattığı benliği "Lewis Carroll" kısa zamanda dünya çapında ünlendi. Hayranlarının mektuplarına boğulan Carroll, bazen dilediğinden bile daha fazla ilgi görmüş olmalı. Hatta başka bir popüler hikâyeye göre, Kraliçe Victoria hikâyeyi o kadar beğendi ki, Dodgson'un bir sonraki kitabını kendisine ithaf etmesini istedi ve hemen akabinde "Determinantlar Üzerine Temel Bir İnceleme" (An Elementary Treatise on Determinant) başlıklı matematik kitabı kraliçeye ithaf edilmiştir. Dodgson bu hikâyeyi şiddtle reddetmiş ve ""...Bu tek kelimeyle her yönden yanlış, buna benzezen bir şey bile olmadı"" demiştir. Bir Times makalesinde "Saklamak için ne kadar uğraşsa da, Alice'in yazarını matematik eserlerinde de tanımayı başarmak oldukça kolay olurdu." diyen T.B. Strong'a göre de, gerçekten bu hikâyenin doğru olma ihtimali oldukça düşük. Buna ek olarak, Dodgson kitabın başarısıyla birlikte çok büyük miktarlarda para kazanmaya başladı, ancak görünürde pek de hoşlanmadığı Christ Church'deki işine devam etmiştir.
1871'in sonlarında, devam kitabı "Aynanın İçinden" basıldı . (Kitabın birinci baskısında basım yılı "1872" olacak şekilde düzenlenmiştir.) Kitabın biraz daha karanlık olan havası, büyük olasılıkla Dodgson'un hayatındaki değişikliklerin bir yansımasıydı. Babası aniden 1868'de vafat etti, ve bu onu birkaç yıl süren bir depresyona sürükledi.
1856 yılında Dodgson yeni sanat formu fotoğrafla meşgul olmaya başladı. Önce amcası Skeffington Lutwidge, ve daha sonra Oxford'dan arkadaşı olan Reginald Southey'in çalışmalarından etkilendi. Kısa bir zaman sonra bu sanat dalında uzmanlaştı ve tanınan bir fotoğrafçı haline geldi, hatta ilk yıllarda hayatını fotoğraftan kazanmayı bile düşünmüştür.
Roger Taylor ve Edward Wakeling tarafından yapılan yakın zamanlı bir araştırma Dodgson'un hala korunmayı başarmış olan tüm baskıları listelerken, Taylor var olan fotoğrafların yüzde ellisinden fazlasında küçük kızların resmedildiğine dikkat çekiyor. Ancak bunun orijinal fotoğraf portfolyosunun yaklaşık yüzde altmışının kayıp olduğu göze alındığında çarpıtılmış bir veri olması mümkün. Dodgson küçük kızların dışında birçok erkek, kadın, erkek çocuk ve manzarayı ve kafatasları, oyuncak bebekler, köpekler, heykeller, tablolar ve ağaçlar gibi objeleri de fotoğraflamıştır. Çocukların fotoğrafları bir ebeveyn eşliğinde ve birçoğu da; pozlama iyi bir doğal ışık gerektirdiğinden, Liddell'lerin bahçesinde çekilmiştir.
Dodgson, fotoğrafı yüksek sınıf arasında bulunmak için de yararlı bulmuştur. Kariyerinin en verimli kısmında John Everett Millais, Ellen Terry, Dante Gabriel Rossetti, Julia Margaret Cameron, Michael Faraday ve Alfred, Lord Tennyson gibi önemli kişilerin portrelerini oluşturmuştur.
Dodgson 1880'de fotoğrafı ani bir kararla bıraktı. Geçen 24 yılda, bu konuda heryönden uzmanlaşmış, Ton Quan'ın çatı katında kendi stüdyosunu kurmuş, ve yaklaşık 3,000 karelik bir portfolyo yaratmıştı. Ancak 1,000'den azı zamının yıkımına karşı koyarak günümüze gelebildi. Dodgson'un kullandığı kolodyum işlemi ile fotoğraf üretmek, 1870'lerde ticari fotoğrafçıların uyguladığı kuru plaka fotoğrafçılığa göre çok daha zahmetliydi. Fotoğrafı bırakma sebebinin, stüdyoyu işler halde tutmanın zorlukları olduğunu açıkladı.
Modernizm etkisi ile zevkler değişime uğradı, ve fotoğraf 1920 ile 1960 yılları arasında unutulmuş bir sanat dalı haline geldi.
Dodgson matematik alanında akademik çalışmalar yaptı. En çok geometri, matris cebri, matematiksel mantık ve matematik oyunları üzerine çalıştı ve gerçek ismiyle ondan fazla kitap yayınladı. Aynı zamanda seçimleri ve komiteleri inceleyerek, bu kavramlar üzerine yeni fikirler geliştirdi, fakat bu çalışmalarından bazıları ancak ölümünden sonra yayımlandı. Kazancını Oxford'da uzun yıllar boyunca sürdürdüğü matematik öğretmenliğinden sağladı.
Hayatının son yirmi yılında, gittikçe artan ününe ve servetine rağmen, Dodgson'un yaşam şeklinde çok az değişiklik oldu. 1881'e kadadr Christ Church'de öğretmenlik yapmaya devam etti, ve ölümüne kadar da burada yaşadı. Son romanı, iki ciltlik "Sylvie ve Bruno", sırasıyla 1889 ve 1893 yıllarında basıldı, ancak kitapların başarısı "Alice"'in başarısının yanına bile yaklaşamadı. Karmaşıklığı okuyucu tarafından pek takdir görmedi ve kitabın eleştirileri de dahil olmak üzere yalnızca 13,000 baskısının satılması hayal kırıklığı uyandırdı.
Dodgson'un bu yıllarda bir dini bir yurtdışı gezisine çıktığı ve Peder Henry Liddon ile Rusya'ya gittiği biliniyor. Dodgson bu geziyi kendisinin "Russian Journal" (Rusya Günlüğü) olarak adlandırdığı yazılarında tariflemiş ve günlüğün ilk ticari baskısı 1935 yılında yayımlanmıştır. Rusya'ya gidiş ve dönüşü sırasında Dodgson Belçika, Almanya, Fransa ve Polonya'nın da bir kısmını görmüştür.
14 Ocak 1898'de Guildford'da kız kardeşinin evi "The Chestnuts"'da zatürre ve grip nedeniyle öldüğünde, 66 yaşına basmasına yalnızca iki hafta kalmıştı. Dodgson Guildford'da Mount Mezarlığı'na defnedildi.
Panzehir
Panzehir, bir zehirin etkisini önleyen veya yok eden madde. Panzehirler ağız yoluyla zehirlenmelerde emilimi azaltmak amacıyla kullanılanlar (bölgesel panzehirler) ve kan dolaşımına çeşitli yollarla karışmış olan zehire karşı kullanılanlar (sistematik panzehirler) olmak üzere iki büyük grupta toplanırlar.
Mide yıkamalarında son yıkama suyuna karıştırılarak kullanılan bölgesel panzehirlerden en yaygın olanı aktif kömür (Carbon Vegetale)dür. Bitki kaynaklı kömürün ufaltılması ile elde edilen bu madde çok küçük parçalar halinde olduğu için zehiri tutucu sahası son derece arttırılmıştır. Bağırsakta emilme özelliği olmadığı için de vücuda zarar verme durumu yoktur. Çok yüksek dozlarda verilebilir. 20 gram aktif kömür 200 mililitre suda bulamaç haline getirilerek verilmesi en büyük faydayı sağlar. Aktif kömür birçok zehirlenmede kullanılan bir panzehirdir. Kuru ekmeğin yakılmasıyla da basit olarak aktif kömür elde edilebilir.
Potasyum permanganatın (KMnO), 1/10.000'lik solüsyonu veya tentürdiyotlu su, alkaloidlerle olan zehirlenmelerde kullanılır. Bu iki panzehir alkaloitleri okside ederek etkisiz hale getirir.
Asit ve alkali (bazik) maddelerle olan zehirlenmelerde, zehiri hemen nötralize etmek gerekir. Çünkü bunlar çok fazla tahriş edici ve dokuyu harap edici özellikte maddelerdir. Sülfürik asit, nitrik asit, tuz ruhu gibi asit ma |
ddelerle olan zehirlenmelerde nötralizasyon için magnezyum sütü (Mg(OH) gibi anti asitler kullanılır. Alkali zehirlenmelerinde; sirke, sirkeli su, askorbik asit gibi asit maddeler kullanılır.
Anyon değiştirici bir reçine olan kolestiramin, aspirin ve asetaminofen gibi zayıf asit yapısındaki ilaçlarla olan zehirlenmelerde ağızdan verilir. Kolestiramin bunları bağlayarak emilip hızla kana geçmelerini önler. Yumurta akı, süt, yoğurt gibi proteini bol maddeler, cıva ve gümüş gibi ağır metal zehirlenmelerine karşı panzehir olarak etkilidirler.
Diğer bölgesel panzehirler arasında gümüş nitrata karşı sodyum klorür, iyota karşı nişasta, demire karşı sodyum karbonat, süt, yoğurt, nişasta sayılabilir.
Kan dolaşımına geçmiş olan zehirlere karşı kullanılırlar. Kimyasal, fizyolojik ve farmakolojik panzehirler olarak üç gruptur.
Sistemik panzehirlerin kimyasal olanları genellikle şelasyon yapıcı (zehirle halkalı bileşik meydana getirici) maddelerdir. Bu yolla oluşan halkalı maddeye şelat adı verilir. Şelatlar suda kolay çözündüklerinden vücuttan atılmaları da kolaydır. Şelasyonla zehir etkisiz hale gelir, zehirlenme belirtileri giderek azalır ve kaybolur. Bu bakımdan zehir alımından sonra ne kadar erken verilirlerse o kadar iyi olur.
Şelat yapıcı maddelerden biri dimerkaprol'dür (British Anti Lewisite = BAL). Arsenik ve cıva bağlamak için kullanılır. Ayrıca altın, krom ve kadmiyum zehirlenmelerinde de etkilidir. Kas içine şırınga edilir. Dimerkaptosüksinik asit adlı bir türevi ise, ağızdan kullanılan bir panzehirdir.
Yaygın bir şelat yapıcı madde de "kalsiyum disodyum etilendiamin tetra asetik asit"tir (CaNa EDTA). % 5'lik dextroz solüsyonu içine katılarak damardan uygulanır. Bilhassa kurşun zehirlenmelerine, ayrıca çinko ve manganez zehirlenmelerine karşı da kullanılır.
Kurşun zehirlenmelerinde bundan sonra ikinci güçlü madde penisilin parçalanırken meydana gelen penisilamindir. Bu bir amino asittir. Ayrıca cıva zehirlenmelerinde bilhassa N-asetil penisilamin türevi çok başarılıdır.
Desferrioksamin, demir bağlayan şelat yapıcı bir maddedir. Hem ağızdan verilir, hem de şırınga edilir.
Fizyolojik panzehirler, zehirin etkisiyle organın bozulan faaliyetini düzelten maddelerdir. Mesela, damarı büzücü maddelerle olan zehirlenmelerde damar genişletici olan bir ilaç, fizyolojik panzehir olarak kullanılır.
Farmakolojik panzehirler daha karışık etkileri olan maddelerdir. Daha çabuk etki gösterirler. Bunlardan biri organofosfat (böcek zehiri) zehirlenmelerinde kullanılan atropindir. Zehirlenme esnasında ağız kuruyuncaya kadar atropin verilir. Atropin ayrıca Karbamat (mesela Baygon) zehirlenmesinde de kullanılır. Morfin zehirlenmelerinde damardan Naloksan adlı madde veya cilt altına Nalorfin verilir. Bunlar verilince solunum düzelir ve morfinin diğer etkileri hızla silinmeye başlar.
Aşırı antikoagülan (kan pıhtılaşmasını önleyici) alınınca K vitamini, karbonmonoksit zehirlenmesinde oksijen, antifiriz zehirlenmesinde etil alkol, heparine karşı protamin sülfat, sayılabilecek diğer panzehirlerdir.
Kevin Carter
Kevin Carter (13 Eylül 1960 - 27 Temmuz 1994) Johannesburg, Güney Afrika Cumhuriyeti doğumlu Pulitzer ödüllü fotoğrafçı ve Bang-Bang Kulübü üyesi.
Fotoğrafçılık kariyerinin büyük bölümünü, son yıllarını yaşayan, Güney Afrika`daki ırkçı Apartheid rejiminde geçirmiştir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yaşanan ırk ayrımcılığını yansıtmayı planlayan, zaman zaman da yaşanan vahşetin paparazzisi olmakla itham edilen Bang-Bang Kulübü`nün öncülerindendir.
27 Temmuz 1994'te Johannesburg'un bir banliyösünde park ettiği kamyonetinin içine egzoz basarak intihar etti. Yanında çevresine yazılmış çok sayıda mektup bulundu.
1994'te fotoğraf dalında Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter`ın çektiği fotoğraf, zayıflıktan ölmek üzere olan siyah küçük kız çocuğu ile yakınında tüneyen akbabayı yansıtmaktadır. Kızın, birkaç kilometre ilerdeki Birleşmiş Milletler yardım kampına gitmek istediği sanılmaktadır.
Bu ânı fotoğrafladıktan sonra akbaba kaçmış, ancak Carter küçük kıza kampa ulaşması için yardım etmemiş, oradan uzaklaşmıştır. Bu yüzden yoğun eleştirilere maruz kalan Carter profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını söylerek kendisini savundu. O dönemde, gazeteciler ve fotoğrafçılar, bulaşıcı hastalıklar nedeniyle hasta insanlara dokunmamaları konusunda sıkı biçimde uyarılıyorlardı.
Bu fotoğraf, yardım örgütlerine büyük miktarda maddi kaynak sağladı. Bu olaydan sonra ağır depresyona giren Kevin Carter egzoz verdiği kamyonetinin içinde Walkman ile müzik dinleyerek intihar etti.
Naacal
Naacal Tabletleri, önce Augustus Le Plongeon daha sonra ise James Churchward tarafından bir zamanlar varolduğu iddia edilen antik bir halk ve uygarlık. Naacal'ın varlığına dair hiçbir bilimsel ve arkeolojik veri bulunmamış olmasına karşın, hakkında çok sayıda kurgu eserler yazılmıştır.
İlk olarak Augustus Le Plongeon, 1896 yılında yayınladığı "Queen Moo and the Egyptian Sphinx" adlı eserinde Naacal diye bir halktan bahsetti. Le Plongeon'a göre Naacal'lar Maya dininin ve uygarlığının misyonerleriydi. Le Plongeon, Churchward'ın aksine Orta Amerika'da eski ve güçlü bir uygarlığın olduğunu ileri sürüyordu.
Naacal iddialarıyla ilgili bilinen bir sonraki yayın James Churchward tarafından 1926 yılında yapıldı. Churchward'ın kitabının adı "Kayıp Mu Kıtası, İnsanlığın Anayurdu" "The Lost Continent of Mu, Motherland of Man" idi. Churchward'a göre Naacal'lar kayıp Mu kıtasının halkına ve diline verilen bir isim olduğu gibi uygarlığın da adı idi.
Churchward'a göre bu uygarlığın nüfusu 64 milyon idi ve 50.000 yıldır varlığını sürdüren, teknolojik olarak çok gelişmiş bir uygarlığın sadece gerilemiş bir kalıntısı idiler. 50.000 yıl önceki bu uygarlık, hem Churchward'ın zamanından (19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı) ve diğer bütün geçmiş uygarlıklardan çok daha gelişmiş idi.
Churchward'ın iddiasına göre Tibet'te bulunan bir mabedin başrahibi Rishi tarafından kendisine bazı tabletler gösterilir. Churchward bu tabletlerin dilini öğrenir ve çözer. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Buna göre yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur. Ancak bu tabletlerin kendileri Churchward onları gördükten sonra kaybolmuştur.
Churchward, Naacal tabletlerinden edindiğini iddia ettiği bilgiler ile 5 kitap yazdı.
""Ulu büyük Melik'in… Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrı'nın karada gücü nedir? O Melik nebatatı büyütür, gökyüzünün rengini değiştirir... Bizi genç bitkilere, taze sürgünlere, yeni filizlere karşı müşfik kılan, bize gök yüzünün çeşitli renklerini seçtiren, yükselen bulutlan gösteren, parlak yıldızlar ile beraber gelen nimetleri, hafif çiyi, serinletici yağmuru gönderen, .güneşi;. ayın ışığını sevdiren büyük Melikin, Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrı'nın kudretini kâinat selâmlasın!... O, arzda insan yaratmış, insanları çoğaltmış, emirlere emir dinleyecekler, emir dinleyeceklere emirler ihsan etmiştir. İnsanları yaratan, emirlere salâhiyetler sunan, tebaaları itaatli kılan büyük Meliki, Ulu Hükümdarı, Yüce Tanrı'yı kâinat alkışlasın... Büyük Melikin, Ulu Hükümdarın, Yüce Tanrı'nın denizde gücü nedir? O Melik gümüş balıklarını, yılan balıklarını, maymun balıklarını, ıstakozları, derin sularda yüzen iri balıkları, denizdeki diğer çeşit balıkları ve sair şeyleri deniz ile beraber halk etmiştir. Bu Yüce Hâlikı kâinat selâmlasın!... Bizi sineklerin, böceklerin, kurtların, diğer haşerelerin zararlarına karşı dayandıran odur. Onu, her şeyin Halikını, kâinat dualar* ile yücelesin!""
""Mu kıtası sıcak, fakat pek münbit ve mahsuldar, ovalık bir memleket idi. Her tarafı güzel çayırlar, meralar, düzlüklerde bitmiş zengin ormanlar süslüyordu. Akışları sakin, muntazam, geniş yataklı, seyrüsefere fevkalâde müsait nehirler kenarında kalabalık nüfuslu, büyük, zengin şehirler vardı. Dünya cenneti denmeğe lâyık olan bu kıtada hiç yüksek dağ yoktu. Dağlar yalnız orada değil, dünyanın başka taraflarında da henüz fazla yükselmemişti. Mu ve Muluların mevcudiyeti yeryüzünde büyük dağların teşekkülünden evvelki jeolojik zamana, üçüncü arz devrine tesadüf ediyordu. Mu ormanlarında ve sularında bu devrin hayvanları yaşıyordu. Mu insanları her nevi hayvanı muti bir hale getirmenin yolunu biliyorlardı. Koca kıtayı pek düzgün yollar ile kurşuni örümcek ağını örnek tutarak örmüşlerdi. Yollar nereden başlar, nerede biter, kestirilemez idi. O kadar mükemmel yapılmışlardı ki, kalıntıları karşısında günümüzün mühendisleri, kaldırım ustaları gözlerine inanamamaktadırlar. Main şeklindeki kaldırım taşları yan yana konuvermiş değil, birbirine kopmayacak surette eklenmiştir. Ne taraftan bakılsa kenarlar hattı müstakim teşkil eder.""
""Mu kıtası ahalisi, bir hükümetin idaresi altında on kabileden terekküp ediyordu. Hükümet başkanına Mu'nun güneşi: tacı, hükümdarı, hâkimi, emîri mânasına Ra-Mu deniyordu. Ramu'lar ahaliyi Tanrı'nın vahiy ettiği mukaddes yazılar ahkâmına göre idare ediyorlardı. Başkanlar halka karşı vazifesini müdrik, müşfik, halk başkanlara karşı içten gelen bir istekle hürmetkar idi. Emir etsin, yahut emre tâbi olsun bütün Mu sakinleri tek Tanrı'ya inanıyordu.""
Her Şey Çok Güzel Olacak
Her Şey Çok Güzel Olacak, 1998 Türkiye yapımı güldürü filmidir.
Ömer Vargı'nın yönettiği filmin yapımcılığını Filma-Cass adına Mine Vargı üstlenmiş, görüntülerini ise Garry Turnbul çekmiştir. Cem Yılmaz'ın Mazhar Alanson ile başrollerini paylaştığı ilk sinema deneyimidir. Ayrıca Cem Yılmaz bu filmin senaryosunda da yer almıştır.
Altan, karıştığı kavga sırasında yıllardır görmediği kardeşi Nuri'yle karşılaşır. Nuri'nin çalıştığı ecza deposunu, uzun süredir açmayı planladığı bar için bir para kaynağı olarak görür. Çeşitli uğraşlardan sonra Nuri'ye tekrar yakınlaşmayı başaran Altan, farkına varmadan hem kendisini hem de Nuri'yi tehlikeli maceraların içine sürükler. Nuri ve Altan, her şeyin çok güzel olacağını umarak yaşamla mücadeleye devam ederler. Bu mücadele i |
çerisinde unuttukları önemli detaylar vardır.
Her Şey Çok Güzel Olacak - Özgün Film Müzikleri, filmin 1998 yılında yayınlanan film müziği albümüdür. Albümdeki bütün şarkılarda Mazhar Alanson imzası vardır. Albümün çoğu enstrümantal bestelerden ve filmden alınan diyaloglardan oluşmaktadır. Vokalde Alanson'a Cem Yılmaz ve Sami Özer'in eşlik ettiği ve ilk versiyonu 1974'te yayınlanan Mazhar ve Fuat albümü "Türküz Türkü Çağırırız"'da "Nerde Hani?" adıyla bulunan "Bu Ne Biçim Hikaye Böyle" şarkısına video klip çekilmiştir. Albümde iki versiyonu ile bulunan "Benim Hala Umudum Var", 2002 yılında çıkan Alanson albümü "Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar" albümünde yeni bir düzenleme ile tekrar yayınlandı. "Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim" ise MFÖ'nün 2006 yılında çıkan "AGU" albümünde "Ne Bileyim Ben" adıyla yeniden yorumlandı.
"Tüm şarkılar Mazhar Alanson tarafından yazılıp bestelendi."
Dakika
Dakika, 1 saatin 1/60'ına ve 60 saniyeye eşit olan zaman birimidir.
Aynı zamanda 1 derecenin 1/60'ını da simgeler. Kısaca dk'tır. Açısal olarak " ' " işareti ile gösterilir. Bir zaman dilimidir.
Kılıçkaya Barajı ve Hidroelektrik Santrali
Kılıçkaya Barajı, Kelkit Nehri üzerinde enerji üretmek amacıyla 1980-1990 yılları arasında inşa edilmiş bir barajdır. Göl alanı 64 km² olan barajın, 33 km²'si Sivas'ın Suşehri ilçesi sınırlarında, 31 km²'si Giresun'un Şebinkarahisar ilçesi sınırlarında yer alır.
Toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 7.000.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 134,00 m., normal su kotunda göl hacmi 1400,39 hm³, normal su kotunda göl alanı 64 km²'dir. Baraj 124 MW güç ile senede 332 GWh'lık enerji üretmektedir.
Ceran
Ceran Lingua International, İngiltere merkezli bir dil okuludur. İngiltere'nin en bilinen dil okullarındandır.
Peridot
Peridot (yılantaşı), olivin mineralinin bir çeşidi sarı yakut'tur. Zebercet olarak da anılır. Peridot ismini Yunanca "peridona" ("bolca vermek") kelimesinden alır. Halk arasındaki diğer isimi "yılantaşı"dır. Bazen "beril" olarak isimledirilse de, [beril] Berilyum içeren farklı bir taş grubundandır.
Peridot parlak sarı-yeşil renktedir.Mineraldeki demir oranı taşın renginin tonunu belirler.Özellikle altınımsı yeşil ve koyu yeşil olanları daha değerli sayılır.Bu renklerdeki taşlarda kahverengi-yeşil olanlara oranla daha az demir vardır.Pek sert olmayan peridotun sertliği Mohs skalasında 6.5-7 arasındadır.Kimyasal formülü (Mg,Fe)SiO olan peridotun yağsı bir parlaklığı vardır.
Her ne kadar olivin çok rastlanan bir mineral olsa da,değerli taş olarak kullanılabilecek peridot az bulunur.Ayrıca,demir nikel alaşımlı göktaşlarında peridot kristallerine rastlanmıştır.Peridot Burma,Norveç,Avustralya, Brezilya,Çin,Kenya,Meksika,Pakistan,Güney Afrika,Sri Lanka, Tanzanya ve ABD'de (Arizona,Hawaii,Nevada ve New Mexico) bulunmaktadır. Pakistan'da bulunan özel bir peridot türüne "Kaşmir peridotu" denmektedir.
Peridot klasik dönemden beri mücevhercilikte kullanılmaktadır.İlk kaynağı Kızıldeniz'deki Zebercet Adası'dır.Bu nedenle taş "zebercet" ismiyle de anılmaktadır.Milattan önceki çağlardan beri Mısır'da mücevherlerde kullanılan peridot,genellikle Zebercet Adası'ndan çıkarılırdı.Peridot Ağustos ayının doğum taşıdır.Taşın sahibine başarı,iyi şans ve barış getireceğine inanılır.Ayrıca,Hawaiililer peridot kristallerinin,ateş tanrıçaları Pele'nin gözyaşları olduğuna inanıyorlardı.
Muhyiddin-i Arabi'nin bir kıssasında geçer:
"Kaf, yerküreyi kuşatmış olan yeşil zeberced'den bir dağdır ve semanın etrafı onun üzerindedir; kökleri, dünyanın üzerinde durduğu kaya'ya ulaşır ve zelzelenin kaynağı bu dağdır."
Nissan
Nissan Jidōsha Kabushiki Gaisha (日産自動車株式会社) veya kısaltılmış haliyle Nissan, (日産) çok uluslu Japonya merkezli otomotiv şirketi.
1910 yılında , , adlı 3 ortak tarafından şirketi kurulur. Üç ortağın soyisimlerinin ilk harfinden oluşan ilk araç DAT 1914 yılında üretilir. 1925 yılında şirket DAT Motorcar Co. ismini alır. 1926 yılında Jitsuyo Jidosha company ile birleşerek Osaka merkezli DAT Manufacturing Co. Ltd. şirketi kurulur. Şirket 1932 yılına kadar bu çatı altında otomobil üretir. Şirket 1930 yılında Birleşik Krallık'a ait Austin ile yaptığı ortaklık ile otomobil ve motor dizaynlarının geliştirilmesinde işbirliğine gider. Austin 7'yi 1930 yılında üretmeye başlar. 1931 yılında DAT'ın oğlu anlamına gelen ilk DATSON üretilir. Ancak Japonca'da SON kelimesi kayıp anlamına geldiğinden SON, SUN takısı ile değiştirilir. 1933 yılında şirket Jidosha-Seizo co. adını alır ve Yokohama'ya taşınır.
1934 yılında Jidosha-Seizo co. ve Nihon Sangyo Co.ltd. şirketleri birleşerek Ni-san adını alır. 1 Haziran 1934'te şirketin adı Nissan Motor Co. Ltd. olur.
1966 yılında Prince Motor Company adlı şirket ile birleşir. Birleşme sonrası Prince adı kullanılmazken Prince Motor Company'e ait Skyline ve Gloria isimleri Nissan markası altına alınır.
Nissan 1989 yılında Amerika pazarı için İnfiniti adı altında yeni bir lüks marka tanıtımı yapar.
1992 yılında Nissan Amerika'da 2 milyonuncu aracını satar ve ABD'li üretici Ford ile ortak olarak ilk MPV sınıfındaki aracı Nissan Quest'i üretir.
Nissan 1990'lı yıllarda düştüğü finansal krizden kurtulmak amacıyla 26 Mart 1999 tarihinde Renault ile bir güçbirliği anlaşması imzalar. Anlaşmaya göre Renault Nissan'ın kontrol hissesini satın aldı ve şirketin başına gönüllü olan Fransız Carlos Ghosn'un kendi isteği ile atadı. Nissan Avrupa'da söz sahibi olmak Renault da teknolojisini ve dizel motorlarının daha da verimli olmasını sağlamak ve ABD'deki bilinirliğini artırmak amacı ve karşılıklı piyasada söz sahibi olmak için anlaştılar . Bu anlaşmaya göre Nissan Japon ve bağımsız Renault da Fransız ve bağımsız iki marka olarak kalacak fakat güçlerini arttırmak için Renault-Nissan adı ile fabrikalar kurup gelişim sağlayacaktı bu Renault-Nissan adlı şirketler topluluğu satışlarını iki marka adına yapacaktı bu çerçevede DCI motorlar bugünkü halini aldı. DCI Renault-Nissan'ın ortak malı oldu. Her iki markada da DCI engines görmek mümkündür.
Operasyon maliyetlerini ve şirket borcunu azaltmanın yanı sıra uzun dönemde büyümeyi de amaçlayan 1999-2002 yılları arasında 3 yıllık bir plan olarak geliştirilmiştir.
2002 ile 2005 yıllarında 3 yıllık bir süre içinde sürekli ve karlı büyümeyi hedefleyen bir plan olarak ortaya çıkartılmıştır. Bu planın açılımı dünya çapında %40 satış hacmini büyütme amaçlı 1 milyon ek satış (2,6 milyondan 3,5 milyona), %8 operasyonel karlılık ve sıfır otomotiv borcu şeklindedir.
Güneş ve dürüstlük. Markanın, daire içine yazılmış ismi, güneşin doğuşu ile Japon bayrağındaki beyaz zemin içindeki kırmızı noktayı simgeliyor. Amblem, dürüstlüğü ve samimiyeti sembolize ediyor.
Kuzey Amerika, Avrupa, Japonya ve Deniz aşırı ülkeler olmak üzere 4 ana bölgede yapılanmış olan Nissan, Avrupa'ya araç ihracına 1962 yılında başladı. 1983'te Terrano II ve Vanette Cargo üretiminin gerçekleştiği Nissan Motor İberica, İspanya'da üretime geçti. 1984 yılında Nissan'ın bir diğer fabrikası, Sunderland'da Motor Manufacturing İngiltere kuruldu. 1980'lerde Meksika , Avustralya, Tenesse , Mississipi ve Güney Afrika'da üretim merkezleri kuruldu. 1993'te şirket Avrupa'daki varlığının 60. yılını kutladı ve yine 1993 yılında İngiltere'de üretilen Micra yılın en iyi otomobili ödülünü aldı.
Subaru
Subaru, Fuji Heavy Industries tarafından 1953 yılında kurulan Japon otomobil üreticisi. Subaru'nun ana firması Fuji Heavy Industries şu an Toyota ile kardeş firmadır. Toyota FHI'ın hisselerinin %16.5'ini elinde tutmaktadır.
Proteaz
Proteinlerin parçalanmasından sorumlu enzim grubu. Proteazlar veya peptidazlar peptid bağlarının hidroliz reaksiyonu ile yıkımını katalizler. Proteaz enzimleri hayvan, bitki, bakteri, arkea ve virüslerde bulunur.
Katalitik mekanizmalarına göre 6 ana sınıfa ayrılırlar; serin, treonin, sistein, aspartat, glutamik asit ve metallo proteazlar. Treonin (1995) ve glutamik asit (2004) proteazlar nispeten daha sonra karakteriz edilmistir. Peptid bağının yıkımı, proteazın katalitik sistein veya treonin amino asitinin veya bir su molekülünün peptidteki karboksil (C=O) grubuyla nükleofil yer değiştirme tepkimesi sonucu olur. Nükleofil oluşumunu katalitik üçlüde yer alan histidinin sağlar.
Proteazlar ayrıca en aktif oldukları pH derecelerine göre de sınıflandırılırlar: asidik, nötr ve bazik (alkali) proteazlar.
Proteolitik reaksiyonlar basit veya karmaşık biyolojik proseslerdir ve iyi şekilde düzenlenmeleri gerekir. Doğada bunu sağlayan proteaz regülasyon mekanizmaları görülmektedir, örneğin; yüksek substrat özgüllüğü. Bazı proteazlar yüksek substrat özgüllüğü gostermez ve nerdeyse bütün proteinleri parçalayabilir. Orneğin sindirimde rol alan tripsin.
Hücrede protein sentezi ve yıkımı hücresel bileşenlerin ihtiyaç duyduğu homeostasisi sağlar. Yapısında selüloz bulunur.
Škoda Auto
Škoda Auto, Çek otomobil üreticisi, en eski otomobil üreticilerinden biridir. 1991'de Volkswagen Grubu tarafından satın alındı.
Şirket 1895 yılında Laurin & Klement adlı aile şirketinde çalışan 2 kişinin bisiklet yapmak üzere ortaklık kurmaları ile kuruldu. 1899'da motosiklet, 6 yıl sonra da araba üretmeye başladılar. Fabrikası Mlada Boleslav kentinde bulunmaktadır. "Škoda" Çekçede "hasar" anlamına gelmektedir.
Mladá Boleslav şehri ve otomobil üreticisi Škoda Auto, 100 yıldan uzun bir süredir birlikte gelişme göstermektedirler. Škoda Auto, şehrin yüz ölçümünün üçte birinden fazlasını kaplamakta ve şehrin bütünleşik bir parçasıdır. Ana üretim operasyonu kademeli olarak fabrikanın yeni bölümlerine kaydırılmış ve orijinal haliyle korunan eski fabrika tesisin uç noktasında kalarak otomobil üreticisinin şehre bakan yüzü haline gelmiştir.
1895 yılı Aralık ayının başlarında, her ikisi de bisiklet meraklısı olan teknisyen Václav Laurin ve kitap satıcısı Václav Klement kendi tasarladıkları ve 19`uncu yüzyılın milliyetçi havasına uygun şekilde Slavia olarak adlandırdıkları bisikletlerin üretimine başladılar. Birkaç yıl sonra 1899`da, Laurin & Klement Co. motosik |
let üretmeye başladı ve kısa süre içerisinde başarıya ulaşarak birkaç yarış kazandı. Yüz yılın başlarında yapılan ilk denemelerin ardından, 1905 yılından itibaren motosiklet üretimi kademeli olarak yerini otomobil üretimine bıraktı.
Motosikletler gibi ilk Laurin & Klement otomobili olan Voiturette A modeli de başarılı oldu ve zaman içerisinde klasik bir Çek otomobili haline geldi. Kısa süre içerisinde, gelişmekte olan uluslararası otomobil pazarında Şirket için dengeli bir konum oluşturdu ve Şirketin geniş çapta faaliyet göstermeye başlamasını sağladı. Üretim hacmi arttı ve kısa süre içerisinde bir bireysel girişimin potansiyelinin üzerine çıktı. 1907 yılında Şirket kurucuları anonim şirkete dönüşüm işlemlerini başlattılar. Škoda operasyonlarının uluslararası karakteri giderek önem kazanmaya başladı. Üretim tesisleri sürekli olarak genişletildi ve 1914 yılından sonra Škoda silahlı kuvvetler için üretim yapmaya başladı. Ülkenin ekonomik gelişimine bağlı olarak 1920'li yıllarda, o dönemde çeşitli tiplerde binek otomobiller, kamyonlar, otobüsler, uçak motorları ve tarım makineleri üreten şirketin güçlenmesi ve modernize edilmesi için güçlü bir endüstriyel ortakla ortaklık kurulması gerekli hale geldi.
1925 yılında Pilsen Škoda Co. ile birleşme tamamlandı ve Laurin & Klement markası tarihe karıştı. 1930`ların başlarında otomotiv bölümü yeniden organize edilerek Škoda Group içerisinde ayrı bir anonim şirket haline getirildi. (Automobile Industry Co. ASAP). Kriz sonrasında Şirket, Škoda Popular modeli ile bir atılım gerçekleştirdi.
1939 ile 1945 yılları arasındaki Alman işgali şirket tarihinde önemli bir duraklamaya neden oldu ve şirket Alman İmparatorluğunun endüstriyel yapısına dahil oldu. Sivil üretim programı derhal sınırlandı ve üretim Alman ordusunun gereksinimlerine odaklandı.
Savaşın sona ermesinden hemen sonra başlayan geniş çaplı devletleştirme sürecinde, 1946 yılında Şirket bir kamu kuruluşu haline geldi ve AZNP adını aldı. Dönemin ekonomik ve politik değişim sürecinde Şirket tek binek otomobil üreticisi haline geldi.
Geleneksel üretim süreçleri ve geçmişte elde edilen başarılar doğrultusunda, Çekoslovak ekonomisi, sosyalist dönemin ardından planlı ekonominin ve aşırı hızlı büyümenin getirdiği değişimler ile beraber yüksek bir standart yakaladı. Bu standart ancak batı dünyasında yeni teknolojilerin gelişmeye başladığı 1960`lı yılların sonlarında sorgulanmaya başladı. 1970'li yıllarda yaşanan ekonomik durgunluk, şirketin Doğu Avrupa pazarındaki liderliğine rağmen Mladá Boleslav`lı otomobil üreticisini de etkilemişti. Üretim 1987 yılında Škoda Favorit modelinin üretimine başlanması ile yeniden artırıldı.
1989 yılında yaşanan politik değişimlerin ardından, yeni ekonomik koşullar doğrultusunda Çekoslovakya Cumhuriyeti Hükümeti ile Škoda, deneyimi ve yatırımlarıyla şirkete uzun vadede uluslararası rekabet gücü kazandıracak güçlü bir yabancı ortak arayışına girdi. 1990 yılı Aralık ayında Hükümet, Alman Volkswagen Group ile iş birliği kararı aldı. 16 Nisan 1991 tarihinde Škoda-Volkswagen ortak girişimi Škoda automobilova a.s. adıyla faaliyet göstermeye başladı ve VW, Audi ve SEAT markalarının ardından Volkswagen Group bünyesindeki dördüncü marka oldu.
Ölüm Yiyen
Ölüm Yiyen (), J.K. Rowling tarafından yazılmış olan Harry Potter serisinde Karanlık Taraf'ın (Karanlık Lord'un) hizmetkarlarına verilen genel isimdir. Hitler Almanyası'ndaki SS kuvvetlerine gönderme olarak yaratılmışlardır. Ölüm Yiyenler, genellikle kukuleta giyer ve maske takarlar. Her birinin de sol kolunda Karanlık İşaret bulunur.
Sybill Trelawney'nin kehaneti sonucu Lord Voldemort, Harry Potter'ı öldürmeye gider fakat Lily Potter, oğlunu korumak için ölür ve ona bir koruma sağlar. Öldüren Lanet, Lord Voldemort'a geri döner. Lord Voldemort, Hortkuluklar sayesinde hayatta kalır fakat güçten düşer ve Ölüm Yiyenler onu terk eder. Çoğu kendisine bir iş bulur ve normal biri gibi yaşamaya başlar fakat Peter Pettigrew, efendisine yardım eder.
Peter Pettigrew, Tom Riddle Sr'ın kemiği, kendi eti ve Harry'nin kanından bir iksir yapar ve Lord Voldemort'u hayata döndürür. Lord Voldemort'un yükselişiyle birlikte, Ölüm Yiyenler ondan af dilerler. Lord Voldemort da onlara işkence eder fakat affeder. Onun için Azkaban'a giren Rodolphus Lestrange ve Bellatrix Lestrange'ı da ödüllendirir. Yine terör estirmeye başlarlar. Sihir Bakanlığı'nı ele geçirirler. Hogwarts öğretmenleri Ölüm Yiyen'lerden atanmaya başlar. Herkes bunun bir son bulmasını ister ve bu açıdan Sağ Kalan Çocuk Harry Potter'a güvenirler. Hortkulukları yok eden Harry, Lord Voldemort'u öldürür. Ölüm Yiyenlerin çoğu yakalanır. Bazıları iyilere geçer. Kalanları da normal bir hayat yaşamaya devam eder.
Regulus Black, Sirius’un küçük erkek kardeşiydi. Sirius’un aksine, Regulus ebeveynlerinin favorisiydi. Çünkü Regulus ailesinin safkanların yüceliği konusunda, kibirlilik derecesine varan gururlarını ve geleneklerini benimsemişti. Gerçekten de Regulus 1977 yılında 16 yaşındayken Voldemort’un Ölüm Yiyenlerinden biri oldu.
Sirius, Regulus’un paniklemesi ve kaçmaya çalışması yüzünden Ölüm Yiyenler tarafından öldürüldüğünü düşünüyordu. İşin aslı Regulus, Voldemort’un ne yaptığını kendi gözleriyle görünce kalbinde birtakım değişimler başlamıştı.
1979’da, Voldemort, Regulus’tan bir ev cini istediği zaman, Regulus çok düşkün olduğu Kreacher’ı yolladı. Ne yazık ki evcini, Voldemort’un gizli hortkuluğunu sakladığı bir adadaki mağarada ölüme terk edildi. Regulus’un verdiği emirle evcini evine geri döndü. Kreacher’ın ona anlattığı hikâye bardağı taşıran son damla olmuştu. Bunun üzerine Regulus Voldemort’u yok etmeye karar verdi.
Karanlık Lord’un ağzından kaçırdığı kibirli sözlerden, Regulus saklı olan şeyin ne olduğunu çözdü. Regulus evcinine o adaya birlikte geri dönmelerini emretti ve gerçek hortkuluğun yerine sahtesini yerleştirdi. Regulus Black, bu sahte tılsıma Voldemort’a: “Sen bu notu okumadan çok önce öleceğimi biliyorum, ama yine de sırrını ortaya çıkaranın ben olduğumu bilmeni istiyorum. R.A.B” notunu bırakmıştır.Kreacher’a gerçek olanı almasını ve yok etmesini söyledi. Regulus taşın üzerindeki kazandan iksiri içti ve orada kilitli kaldı. Ardından İnferusların saldırısına uğrayıp gölün altına çekildi. O, kaçan Kracher’a olanları ailedeki kimseye anlatmamasını söyledi. Böylece onlar bir şey bilmeden onu koruyacaklardı. O namı-diğer “R.A.B” idi.
J.K.Rowling bize “Regulus çok derinde küçük şeylere sahipti, Draco gibi. O, Voldemort’un gücüne aldandı. Ama gerçekte o gücü elde etmenin birçok yolu olduğunu biliyordu.”
Alecto Carrow, Voldemort'un sadık Ölüm Yiyen'lerinden birisidir. Hogwarts'a saldırıldığı zaman kardeşi Amycus ile birlikteydi. Kamburdur.
7.senede Muggle Araştırmaları hocası olmuştur. Öğrencilere; Muggle'ların nasıl hayvanlara benzediklerini, aptal ve pis olduklarını, büyücülere kötü davrandıklarını ve bu yüzden büyücülerin saklanmak zorunda kaldıklarını,ama şimdi yeniden doğal dengenin kurulmakta olduğunu anlatır.Hogwarts Savaşı'ndan önce Minerva McGonagall tarafından yakalanmıştır.
Amycus Carrow, Voldemort'un sadık Ölüm Yiyen'lerinden birisidir. 1997 de Hogwarts’ ı istila eden Ölüm Yiyenler grubunun parçasıdır. Kambur görünüşlü, soluk hamur gibi bir yüzü ve minik gözleri vardır.
Hogwarts'a saldırıldığı zaman kardeşi Alecto ile birlikteydi. Topluca görünüşlüdür. Orantısız alaycı bakışları olan ve hırıltıya benzer gülüşlü bir erkektir. İnanılmaz kötü ve ağır disiplin cezaları vardır. Hiçbir öğrenci memnun olmadığı gibi öğretmenler de memnun değildir. .Hogwarts Savaşı'ndan önce Minerva McGonagall tarafından yakalanmıştır.
7. senede Hogwarts'da Karanlık Sanatlara Karşı Savunma hocalığını yapmıştır. Savaşta Minerva Mcgonagal tarafından yakalanmıştır.
Bartemius "Barty" Crouch, Jr., Bir Ölüm Yiyen'dir. İlk olarak Harry Potter ve Ateş Kadehi kitabında adı geçmiştir. Uluslararası Sihirsel İşbirliği Dairesinin başkanı olan Bartemius Crouch'un oğludur. Saman rengi saçlı, solgun tenli bir genç olan Barty Crouch Jr., Voldemort’un nerede olduğunu bulmaya çalışan Ölüm Yiyenlerin arasına katılmıştır. Söz konusu Ölüm Yiyenler Longbottom’lara onlara bilgi vermeleri için işkence etmiş ve yakalanarak Azkaban’a gönderilmişlerdir. Dördüncü Kitapta Çok Özlü İksir ile Alastor Moddy yerine geçerek Üçbüyücü kupasını Harry Potter'ı Lord Voldemortun yanına götürecek bir anahtar yapmıştır.
Muhtemelen Ölüm Yiyenlerin en ünlüsüdür. Longbottom’lara işkencenin bir parçası olması, ayrıca Azkaban’a yerleştirmeden önce bir kez bile düşünmeyen çok önemli Sihir Bakanlığı çalışanı Barty Crouch’un oğludur. Çok Özlü İksir kullanarak annesiyle yer değiştirmiştir. Annesini Azkaban’da ölüme terk ettikten sonra (bu annesinin seçimiydi), babası tarafından evi terk etmemesi ve Lord Voldemort’u bulmaması için Imperius lanetiyle kontrol edildi. Voldemort tarafından Barty tekrar kendine geldi ve bu sefer babasını Imperius Laneti ile kontrol altına aldılar. Barty, Çok Özlü İksir sayesinde Harry’nin Hogwarts hayatında neredeyse tam 1 yıl boyunca kaldı. Bu adamın aynı zamanda Voldemort’un dönüşünden sorumlu olan en önemli insanlardan biri olduğunu söyleyebilirsiniz, ama sonuçta Cedric Diggory’nin ölümüne de sebep olmuştu (2. Hogwarts şampiyonu). Daha sonra Albus Dumbledore tarafından kimliğini, sırlarını vs. açığa çıkarmasını sağlayan güçlü bir gerçek iksiri olan Veritaserum ile konuşturuldu. Şimdi Ruh emicilerin öpmesiyle kendi ruhundan arınmış biri olarak tamamen kullanılmaz hale gelmiştir. Eğer ruhu emilmemiş olsaydı Lord Voldemort'un en değer verdiği hizmetkârı olacaktı.
Kendisi en önemli Ölüm Yiyenlerden biridir. 1980 yılında, Rodophlus, Rabastan, Barty Crouch Jr, Bellatrix Lestrange ile Longbottom Ailesi'ne işkence edip, Gideon ve Fabian Prewett'ı öldürmekten hüküm giymiş ve yine Rodophlus, Rabastan, Barty Crouch Jr., ve Bellatrix Lestrange ile beraber Azkaban'a gönderilmiştir. Fakat 1996 yılında Bellatrix, Rodophlus ve Rabastan ile kaçmış, (Barty Crouch Jr. daha önce kaçmış, Alastor Moody kılığında Hogwarts'a girmiş ve H |
arry Potter'a o sene yapılan Üç Büyücü Turnuvası sayesinde tuzak kurmuş, yakalanmış ve Fudge'ın emriyle bir Ruh Emici tarafından öpülmüştür.) Esrar Dairesi'nde dövüşmüş, ama tekrar yakalanış ve bir süre sonra yine Azkaban'a gönderilmiştir. Ölüm Yadigarları'nda, zaten Voldemort'un kontrolü altında olan Azkaban'dan kaçtıktan sonra Pius Thicknesse'e imperius lanetini yapmasına rağmen Yaxley kendis yapmış gibi göstermektedir. Hogwarts Savaşı'nda Remus Lupin'i öldürmüş, Filius Filtwick tarafından yakalanmıştır.
Yaşayan en vahşi kurtadamdır. Keçe gibi kır saçlı ve bıyıklı, iriyarı, sivri uçlu dişli ve uzun bacaklıdır. Kulakları tırmalayan havlama gibi sesi vardır. Üzerinde kir ve kan karışımı güçlü ve rahatsız edici bir koku vardır.
Mümkün olduğu kadar çok sayıda kişiyi ısırıp kirletmeyi hayattaki görevi olarak görür. Büyücüleri alt edecek kadar çok sayıda kurtadam yaratmak istiyor. Voldemort ona hizmetleri karşılığında av vaat etmişti. Greyback'in uzmanlık alanı çocuklardır... "Küçükken ısırın, der, ve onları anneleriyle babalarından uzakta büyütün, normal büyücülerden nefret edecek şekilde yetiştirin." düşüncesine sahiptir. Voldemort onu insanların kızlarıyla oğulları üzerine salma tehdidinde bulunmuştu; genelde iyi sonuçlar veren bir tehdittir
Fenrir dolunayda kurbanlarının yakınında bekler, saldıracak kadar yakın olmayı garantiye alır. Hepsini planlar. İşte Voldemort'un kurtadamları idare etmekte kullandığı kişi böyle birisidir.
Draco'nun planı sayesinde Borgin ve Burkes'teki dolaptan Hogwarts'a geçen Ölüm Yiyen'ler ile birlikte okula geldi. Asıl hedefi çocuklar olan Fenrir için bu bulunmaz bir fırsattı.
Kurtadamların ısırdığı kişilerin kurtadam olabilmesi için dönüşmüş olması gerekmektir. Yine de bazı etkiler bırakabiliyor tam dönüşmemiş olsa bile. Kurtadam ısırıklarının şifası yoktur. Kurtadam ısıkları, ısıran kişi tam dönüşmemiş olsa bile lanetli yaralar olmasından dolayı tam olarak iyileşmezler. Ve ısırıktan dolayı bir takım kurdumsu özellikleri olma ihtimali de vardır.
Fenrir, Voldemort'un muggleları yakalayanlara vereceği ödülden istifade edip Kapkaçırcılara katılmış ve ormanda saklanırken Harry, Ron ve Hermione'yi bulup Malfoy Malikanesine getirmiştir. Ancak malikanede bulunan Bellatrix, Harry'nin yakalanmasını kendine mal etmek için Fenrir'i devredışı bırakır. Fenrir daha sonra Hogwarts'daki savaşta kendini gösterir.
Durmstrang Enstitüsü'nün müdürüdür. Gri saçları ve soluk bir yüzü vardır. Voldemort, Harry Potter'a yenilmeden önce O'nun en büyük destekçilerinden biriydi. Ancak daha sonra Deli Göz-Moody tarafından yakalanmış ve mahkemede diğer destekçilerin adlarını verdiği için serbest bırakılmıştır. Üç Büyücü Turnuvası sırasında kolundaki Ölüm Yiyen işareti yeniden parlamaya başlayınca Hogwarts'tan kaçmıştır. İki yıl sonra ise Kuzey'de bir kulübede ölüsü bulunmuştur.
Bellatrix "Bella" Lestrange (kızlık soyadı Black), en önemli ölüm yiyendir. Bellatrix, serinin ilk kitaplarında adsız bir yan karakterken, daha sonraki kitaplarda ana kötü karakterlerden biri haline gelmiştir. Ayrıca kitaplarda tanıtılan ilk kadın Ölüm Yiyen'dir. Neville Longbattom'ın ailesine bilgi edinmek için Curcio Laneti ile işkence yaparak delirtmiş ve bu nedenle Voldemort güç kaybedince seherbazlar tarafından yakalanıp Azkaban'a atılmış ancak serinin 5. kitabında diğer Ölüm Yiyenler ile birlikte Azkaban'dan kaçarak Voldemort'un ordusuna tekrar katılmıştır.Yine serinin beşinci kitabı Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nda Harry Potter'in vaftiz babası olan kuzeni Sirius Black'i öldürmüştür. Lord Voldemort'un en sıkı destekçilerinden biridir. Bellatrix'in yaptığı büyük bir hata yüzünden de Harry, Hermione ve Ron bir hortkuluğun yerini bulup onu yok ederler. Serinin 7. kitabında ise Malfoy'ların malikanesinde Dobby; Harry, Ron, Luna, Hermione ve asa yapımcısı Ollivander'ı buharlaştırırken Bellatrix attığı hançer ile Dobby'i öldürmüştür. Ayrıca 7. kitapta Fred Weasley ve Nymphadora Tonks'u öldürmüştür.
Asası 42,3 cm ceviz ve ejderha yüreği teli, esnemezdir.
Kasasında gemino ve flagrante laneti (büyüsü) vardır. (Çoğaltma Büyüsü)
Serinin beşinci kitabı Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı'nın film uyarlamasında Bellatrix'i Helena Bonham Carter canlandırmaktadır. Harry Potter ve Melez Prens ve Harry Potter ve Ölüm Yadigarları filminde de kendisi canlandırmıştır.
Kocası Rodolphus Lestrange, kocasının kardeşi Rabastan Lestrange ve genç Barty Crouch Jr ile beraber Crouch'un yönettiği mahkemede Azkaban'a atıldı. Zümrüdüanka Yoldaşlığı filminde Azkaban'dan kaçmıştır.
Rodolphus Lestrange ile evlidir ancak evlilikleri sevgiden yoksundur. Hatta J.K. Rowling bir röportajında Bellatrix'in Voldemort'a takıntılı ve aşık olduğunu söylemiştir. Kız kardeşi Narcissa "Cissy" Black Malfoy'dur (Lucius Malfoy'un eşi). Andromeda Tonks, Bellatrix ve Narcissa'nın kız kardeşidir; fakat bir Muggle doğumlu büyücü ile evlendiğinden Bella ve Cissy Andromeda'yı reddetmiştir.
Draco Malfoy (Narcissa'nın oğlu) ve Nymphadora Tonks (Andromeda'nın kızı) Bellatrix'in yeğenleridir. Bellatrix son kitapta Nymphadora'yı öldürmüştür; nedeni Nymphadora'nın babasının bir muggle olması ve Nymphadora'nın bir kurtadam olan Remus Lupin ile evlenmesi ve ailelerinin adına leke sürmesidir. En güçlü 9. büyücüdür.
Lord Voldemort'un en sadık hizmetkarıdır. İsminin anlamı : Bellatrix(Fransızca) hoş, güzel ve asil anlamındadır. Karanlık Lord tarafından bizzat eğitilmiş ve bir kara büyü ustasıdır. Ayrıca Lord Voldemort'a aşıktır. Son savaşta Molly Weasley tarafından öldürülmüştür.
Lucius ve Narcissa Malfoy'un tek çocuklarıdır. Harry Potter'la aynı yaştadırlar. Esrar Dairesinde yapılan savaşta babasının başaramadığı görevi yüzünden Voldemort tarafından Albus Dumbledore'u öldürme görevi verilmiştir. 6. Senede aldığı görevden dolayı kaygılanan annesi Severus Snape'i görevi yerine getirirken yardımcı olması ve arkasını kollaması için bozulmaz yemini etmişlerdir.
Asası, Alıç ağacından yapılmıştır, özü tek boynuzlu at kılıdır. Tam 25.5 cm'dir. Makul derecede esnektir. Draco bu asa ile Dumbledore'a Expelliarmus büyüsü yapmış ve onu asasız bırakmıştır. Tabi Dumbledore buna izin vermiştir planları doğrultusunda (o gece ölmesi gerekiyordu.) Fakat bunu Draco'nun yapmaması onun iyi birisi olduğunu kendisine hissettirmek için elinden geleni yapmıştır. Daha sonra Malfoy Malikanesi'nde Draco bu asa ile yanında Annesi olmak üzere Harry ve Ron'la savaşmıştır. Daha sonra Dobby'nin gelmesi ve oradakileri yenmesi üzerine Harry tarafından büyü kullanılmayarak Draco'dan alınmıştır.
Hiçbir zaman Ölüm yiyen olmak istememiştir.
Lucius Malfoy, J.K. Rowling'in yazdığı fantastik romanlar dizisi, Harry Potter serisinde yer alan kurgusal bir kahramandır.
Asası Karaağaç, çekirdeği ise Ejderha Yürekteli'dir. İstemeyerek de olsa asasını Voldemort'a vermiştir. Asasını kaybettiği için otoritesini de kaybetmiştir.
Wiltshire'da oturur. Bir zamanlar Voldemort'un destekçisi olan gruptandır. Bir ölüm yiyendir. Severus Snape, Lucius'un eski arkadaşıdır. Severus Snape Hogwarts'a ilk geldiğinde Sınıf Başkanıdır. Snape Slytherin masasına oturunca onun sırtını sıvazlamıştır. Voldemort tekrar eski gücünü kazanmaya çalışırken ona olan bağlılığı canlanır. Evinde çok çeşitli Karanlık Sanatlar Malzemesi vardır. Bazılarını evde bazılarını da yemek odasının döşemesinin altındaki bir odada saklar. Kendisinin de safkan bir büyücü olmakla birlikte Hogwarts'ta da sadece safkan büyücülerin yetiştirilmesi için sürekli baskı yaparak gücünü ve parasını bu değişiklik yapılsın diye kullanır. Dumbledore'un etkisiz bir müdür olduğunu düşündüğü için onun zaman zaman geçici olarak görevden uzaklaşmasını sağlar.
Yıllardır onlarla yaşayan Dobby adında bir evcinleri vardır. Fakat Harry onu ustaca bir oyunla serbest bırakmıştır. Büyücü Topluluğundaki etkisini kullanarak çok miktarda bağış ve yardımlarla Sihir Bakanlığında hatırı sayılır bir güç elde etmiştir. Bakan Cornelius Fudge da ona safkan büyücü olmasından ve sayılamayacak kadar çok olan parasından ötürü ses çıkarmamaktadır. Lucius, Tehlikeli Yaratıkların Yönetimi Komitesi'nde görevlidir.
Bakanlıkta yapılan savaştan sonra Azkaban'da hapse atılmıştır. Kendisiyle birlikte daha birçok kişiyi de yakalatmıştır, hem de kehaneti alamadan. Asıl görevi kehaneti almak olduğundan Voldemort ona kızgındır. Tutuklandıktan sonra evine baskın düzenlenerek tehlikeli olabilecek her şeye bakanlık tarafından el konulmuştur.
Voldemort'un yeniden güçlenmesi ve Azkaban'ı koruyan Ruh Emicilerin mahkûmları serbest bırakmasından sonra ise Voldemort'un yanında yerini almıştır. Ancak Voldemort kendisine tam anlamıyla güvenmemektedir. Esas isteğinin kendi güçlenmesi olduğunu Voldemort'un güçlenmesi veya ideallerinin çok önem taşımadığını bilmektedir. Son yaptığı işlerde de başarısızlığa uğrayınca ceza olarak oğluna Dumbledore'u öldürme görevini verir. Aslında Voldemort da Draco'nun bu görevi başaramayacağını bilmektedir. Lucius ile karısı için oğullarının başarısızlığını ve bunun bedelini ödediğini görmek gerçekten çok acı olacaktır.
Hogwarts'taki savaşta Lucius, oğlunun hayatından şüphe duyar. Bağıran Baraka'da konuşurlarken bunu doğrudan Voldemort'a söylemese de tek hedefi oğlunu sağ salim kurtulması için savaşın bitirilip Harry'nin yakalanmasıdır. Bunun için Voldemort'u ikna etmeye çalışır. Ancak o bunu farkındadır.
Son savaştan sonra iyilerin tarafına geçmiştir.
Peter Pettigrew, Harry Potter serisinde hayali karakterdir. Harry Potter'ın babası James Potter'ın en yakın arkadaşlarından biridir. Aynı zamanda fareye dönüşebilen bir animagustur. Bu yüzden lakabı Kılkuyruk'tur. Çocukluk döneminde James Potter ve Sirius Black'e hayran olan Pettigrew; Harry'i Voldemort'tan korumak için Albus Dumbledore'un yaptığı Fidelius büyüsünün sır tutucusu olarak seçilmiştir.
Peter gidip Potter'larin yerini Voldemort'a anlatmış, James ve Lily'nin ölümüne sebep olmuştur. Sirius Black olanları öğrendiğinde Pettigrew'ı bir caddede kıstırır. Bunun üzerine Pettigrew caddenin büyük bir kısmını havaya uçurmuşturur ve fareye |
dönüşmeden önce bir parmağını kopartıp kanalizasyona kaçmıştır. Bu olayın ardından yıllarca Harry Potter'ın en yakın arkadaşı Ron Weasleynin evcil hayvanı Scabbers olarak yaşamış ve böylece saklanmayı başarmıştır. On üç yıl boyunca Weaasley'lerin evcil hayvanı olarak saklanmış olan Pettigrew'ı bütün büyücülük toplumu Sirius Black tarafından öldürülmüş(12 muggle ile birlikte) olarak biliyordu.
Sirius Black Gelecek Postası'nda Weasley'lerin mısırda çekilmiş olan fotoğraflarında gördüğü Pettigrew'ı tanıması üzerine büyücü hapishanesi olan Azkaban'dan kaçar ve Pettigrew'ın peşine düşer ve Hogwarts'ta yakaladığı Pettigrew'ın gerçek kimliği ortaya çıkar.Harry'nin onun kimliğini ve ihanetini öğrendikten sonra yine de yaşamını bağışlamasının (Anne ve babasının en iyi dostları Remus Lupin ve Sirius Black in katil olmalarını istemeyeceklerini düşündüğü için bağışlamıştır.) (Dumbledore'un da öngördüğü üzere Pettigrew Harry'nin bu hareketini Harry'ye kendisinin yedinci hortkuluk olduğunu ve kendi içindeki hortkuluğu yok etmeden Voldemort'u öldüremeyeceği bilgisini vererek ödeyecektir) ardından kaçmış ve yeniden Lord Voldemort'un ölüm yiyenlerine katılmıştır. Pettigrew, Harry'nin Hogwarts'taki dördüncü yılında kendi elini feda ederek Lord Voldemort'un yeniden geri dönmesine yardım etmiştir.Daha sonra son kitapta Harry'ye duyduğu ufak bir minnet duygusu sonucu Voldemortun yaptığı lanetli el ile kendini boğarak ölmüştür.
İlk Savaşta Ölüm yiyendir. Sybill Trelawney'den duyduğu "''temmuz ayında Karanlık Lordu alt edecek bir oğlan çocuğunun doğması ile ilgilidir" karanlık lordu alt edecek olan geliyor... yedi ay ölürken doğacak... karanlık lorda üç kez karşı çıkanlardan doğacak. Ve karanlık lord çocugu dengi olarak işaretleyecek. Ama çocuk karanlık lordun bilmediği bir güce sahip olacak. Biri diğerinin elinde ölecek. Çünkü biri yaşarken diğeri varlığını sürdüremez." " Kehaneti Karanlık Lord'a iletmiştir. Annesi Harry'i korumaktayken öldüğünden (Lily Potter Snape'in çocukluk aşkı) Ölüm yiyenlerden iyilerin tarafına geçerek yoldaşlık için casusluk yapmaya başlamıştır. Draco'nun görevinde Arkasını kollamıştır. Karanlık Lord'un Hogwarts'da etkisi sırasında Müdür olmuştur. Hogwarts savaşında Minerva Mcgonagall ile düello yapmıştır. Bağıran Baraka'da Karanlık Lord tarafından Mürver asaya daha çok hakim olabilmek için öldürmüştür. Yaşamının son anlarında Harry'e anılarını vererek okuyuculara ve izleyicilere aslında ne kadar yanlış anlaşılan biri olduğu göstermiştir.
Asası, 31 cm uzunluğundadır. Karaağaç yapımıdır, özü ise kakao çekirdeğidir. Esnek bir asa degildir, oldukça katıdır. Özellikle savunma büyülerinde çok iyidir. Dumbledore'u öldüren asadır. Çok kısa bir süre Sirius Black tarafından kullanılmıştır. Snape öldükten sonra asaya ne olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte Snape'le beraber gömüldüğü tahmin edilmiştir.Lily Evans(Potter)'a onu gördüğü zamandan beri aşıktır.O ölünce acısı ve suçluluk duygusu yüzünden Dumledore'a uyup dışarıdan zalim bir profesör gibi gözükse de aslında amacı Harry Potter'ı korumaktır.Ayrıca Lily Evans(Potter)'a duyduğu aşkından dolayı Patronusu bir Kartal iken Lily Evans(Potter)'ın Patronusu olan "Gümüş Maral'a" dönüşmüştür böyle bir şey olnası çok zordur ancak çok büyük acıdan ve sevgiden dolayı patronus değişebilir ve Snape'de ikisi de vardır bu nedenle patronusu bir "Maral"dır.
Yaxley, en önemli Ölüm Yiyen'lerden biridir ve Lord Voldemort'un Sihir Bakanlığı'ndaki ajanlarından biridir.Antonin Dolohov Pius Thicknesse'e imperius lanetini yapmasına rağmen kendisi yapmış gibi göstermiştir. 7.kitapta Harry, Hermione ve Ron bakanlığa girdikleri zaman Ölüm Yiyenler tarafından fark edilmişlerdir. Harry ve arkadaşları tam Grimmauld Meydanı 12 numaraya cisimlenirken Yaxley Hermione'nin kolundan tutmuş ve onlarla birlikte Grimmauld Meydanı 12 Numaraya cisimlenmiştir. Hermione Yaxley'i bir tiksindirme büyüsüyle uzaklaştırsa da Yaxley çoktan Grimmauld Meydanının sırrını öğrenmiştir. Bu sayede Ölüm Yiyenler Grimmauld Meydanı 12 Numaraya girebilmişlerdir. Son savaşta George Weasley ve Lee Jordan tarafından yakalandı.
Tümör nekroz faktör
Tümör nekrozu faktörü (TNF) ("tumor necrosis factor"), birçok hücre tipi tarafından salgılanan ve kanserli hücrelerin yıkımını sağlayan bir sitokindir. 185 amino asitlik bir glikoprotein hormonudur, ancak bazı hücreler daha uzun veya daha kısa izoformlarını salgılayabilir. İnsanlarda 7. kromozomda kodlanır. İki formu bulunmaktadır:
İki tipi kodlayan genler de MHC'de bulunmaktadır. TNFα, makrofajlar ve bazı diğer hücreler tarafından üretilir. TNFβ ise T hücre lenfositleri tarafından üretilir.
İnterlökin-1 (İL-1; "interleukin-1, IL-1") ile birçok özellik paylaşmaktadır. TNF, IL-1 ile birlikte ya da ayrı ayrı sistemik enflamasyonu tetiklemekte ve bununla ilgili belirtilerin (örn. ateş) ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Gram-negatif bakterilerin hücre duvarı yapısında bulunan ve aynı zamanda bir endotoksin olan lipopolisakkarid (LPS; "lipopolysaccharide"), TNFα üretimini tetikler. Ayrıca, nötrofil ve monositler için kemotaktiktir ve nötrofil aktivitesini arttırır. TNF'nin lokal olarak konsantrasyonunun artması, bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olan belirtilere neden olur (septik şok, ateş, kas ağrısı, uyuşukluk, baş ağrısı, mide bulantısı ve enflamasyon).
Hipotalamusta:
Karaciğerde:
Makrofajlarda:
Diğer hücrelerde:
Jackie Brown (film)
Jackie Brown, 1997, ABD yapımı film. Quentin Tarantino'nun yönetmenliğini üstlendiği filmin baş rollerde Pam Grier, Robert de Niro, Samuel L. Jackson ve Bridget Fonda oynamıştır.
Alsergrund
Alsergrund (), Viyana'nın 9. Merkez ilçesidir. İlçe ismini ortasından geçen Als adlı nehirden alır; eskiden buralarda üzüm tarlaları bulunuyordu. İlk yerleşim Orta Çağ'da oluşmaya başlamıştır. Daha sonraları etrafındaki küçük yerleşim bölgelerini de içine alacak şekilde büyümüştür.
İmparator I. Leopold 1963 yıllarında fakirlere hizmet vermek amacı ile büyük bir Grossarmenhaus-Düşkünler Evi'ni yaptırmıştır, daha sonraki senelerde İmparator II. Joseph'in yaptırdığı AKH - Üniversite Hastanesi ve Josephinum ile yapılaşmalar devam etmiştir.
Alsergrund 1850 yılında Viyana'ya 9. Merkez ilçe olarak bağlanmıştır.
Avusturya'nın en büyük üniversite hastanesi olan AKH sonradan yapılan değişikliklerle modern bir görünüme sahip olmuştur. Bu hastanenin çevresine yerleşen çeşitli kollarda uzmanlaşmış doktorlar zamanla Josefstadt ve buranın, Doktor Bölgesi diye adlandırılmasına neden olmuştur.
AKH'nın hemen yanında Kan Kanseri tedavisi ile ünlü St. Anna Çocuk Hastanesi bulunmaktadır.
Alsergrund'da ulaşım metro, tramvay, otobüs ve tren gibi her türlü toplu taşıma araçları ile sağlanmatadır. Ayrıca Franz Josef Tren Garı eskiden olduğu gibi bugün de Viyana ile kuzeyde bulunan St.Pölten, Krems, Zwettl gibi şehirlere ve köylerine en önemli ulaşımı sağlamaktadır.
Ünlü Viyana Üniversitesi ayrıca Ticaret Üniversitesi ve Tıp Üniversitesi de buradadır.
Philippe Djian
Philippe Djian (1949, Fransa), Ermeni kökenli Fransız yazar.
Commedia dell'Arte
Commedia dell`Arte, İtalya'daki Rönesans tiyatro etkinlikleri saray ve akademi çevrelerinde halktan uzak yapılırken ve hepsi amatörken profesyonel tiyatro topluluklarının halk tiyatrosunu oluşturuyordu.
Bir tiyatro tarihi yazarının tanımı şöyledir: “Saraylarda komedya sokaklarda komedyen” akademi ve sarayda verilen temsillere Commedia Erudita (bilgili tiyatrosu- draması) deniyordu. Profesyonel topluluklar kendilerine sanat tiyatrosu anlamına gelen Commedia dell'Arte ve Commedia dell'Improvisio adını takmışlardı. Commedia dell'Arte'nin tam olarak ne zaman ve nasıl oluştuğu noktasında pek çok farklı görüş mevcuttur.
Kimileri kökenini Roma zamanının mimlerine ve eğlendiricilerine indirirken kimileri Roma komedya yazarları Plautus ve Terentius'un komedyalarından beri evrimleşip değişerek doğaçlama oyunlar halinde ortaya çıktığını ileri sürüyorlar. Kimilerine göre Bergamo kentinde 14-15. yüzyıllarda ortaya çıkmış doğmaca komedyalardan gelişmiştir. Kökeni ne olursa olsun tarihsel kayıtlarda 1560'larda ilk kez adına rastlanılıyor. Artık 1600'lerde topluluklar Venedik'ten İtalya'ya, oradan Fransa, İspanya ve diğer Avrupa ülkelerine, gittikleri her yerde halk ve yönetici sınıflardan daima seyirci buluyorlar.
Oyuncu nerdeyse Commedia dell'Arte'nin yüreği ve asıl öğesidir. Topluluklar buldukları her alanda oynamışlardır, kent meydanlarında ya da sarayda, kapalı bir yerde ya da açık havada, sabit sahnelerde ya da geçici kurulmuş doğaçlama sahnelerinde. Eğer süslü dekorlu sahneler bulurlarsa onu kullanıyorlardı, bulamadıkları zaman bir yükseltinin ortasında perde kurarak oynuyorlardı. Her ortama uyabilme en büyük erdemleriydi.
Metin, durumları, düğümleri ve sonucu yalnız özetleyen senaryolardı. Oyuncular diyalogları doğaçlamadan yaratır ve aksiyonları açıklayan doğaçlama söyleşiler yaparlardı. Her temsilde metnin ana hatları aynı kalmakla birlikte ayrıntılar değişirdi. Bu değişim o andaki esine ve seyircinin tepkisine dayanırdı. Günümüze 700 kadar senaryo kalmıştır. Trajik olanı azdı, büyük bölümü aşk olayları, entrikalar, kılık değiştirmeler ve kesişen amaçlar çevresinde dönüp gelişen komikliklerdi.
Doğaçlama, Commedia dell'Arte'nin ayırt edici özelliğidir. Topluluklarda aynı tipi aynı oyuncu hayat boyu oynardı. Her tipin giysisi, aksesuvarları belliydi. Komiklikler Lazzi adı altında standartlaştırılmıştı. Diyaloglara usta oyuncular edebiyat ve şiirden parçalar sıkıştırırlardı. Buna rağmen doğaçlama diyaloglara ve nüktelere aynı anda uygun nükteler ve diyaloglarla cevap verebilmek için oyuncuların çok hazırlanmış ve ustalaşmış olmaları gerekiyordu.
Commedia dell'Arte kişileri kalıp karakterler olup 3'e ayrılıyordu. (Kimileri ikiye ayırır- maskeliler, maskesizler (aşıklar). Aşıklar, efendiler, hizmetkârlar. Aşıklar en gerçekçi tiplerdi. Genç, yakışıklı, maskesiz ve son moda giyinmişlerdi. Her toplulukta en az bir, en çok iki çift aşıklar bulunurdu.
En çok tekrarlanan üç efendi: Pantalone – Venedikli yaşlı bir tü |
ccardır. Ya aşıklardan birinin babası ya da kendisi genç kıza tutulan bir yaşlıdır. Giysisi kırmızı vücuda oturmuş bir ceket-pelerin, yumuşak terlikler, kenarsız yumuşak bir kep, uzun burunlu kahverengi yarım bir maske ve düzensiz bir gri sakal. Dottore, Pantallone'nin ya arkadaşı ya da rakibidir. Ya avukat ya da doktordur. Akademisyendir. Bilgiçlik taslar ve çoğu kez yanlış söylediği latince atasözleriyle bilgisini göstermeye çalışır. Akıllı olduğu savına rağmen saftır ve kolayca aldanır. Kılığı zamanın akademik giysisi ve kepidir. Capitano aşıklardan biridir ama zamanla palavracı ve korkak bir askere dönüşmüştür. O çağlarda başı İspanyollarla savaş derdinden kurtulmayan İtalyanların İspanyol askerlerini taşlamak için ya da onlardan esinlenerek bu tipin yaratıldığını ileri sürenler vardır. Savaş ve aşktaki başarılarıyla övünür fakat her ikisine de güvenilemez. Daima bir pelerin, kılıç ve tüylü bir şapka giyinir. Genellikle genç kızların hoşlanmadığı bir aşıktır.
Komedya tipleri en çeşitli olarak hizmetkârlar içinde bulunur. Zanni denilen hizmetkarlar kadın ve erkek olarak iki cins vardı; aptal, saf ve hilekar olarak da farklı huylarda olarak ayrılır. Erkekler iki ya da dört tanedir. Özellikle aksiyonları yaratırlar; efendilerine yardım eder veya işlerini bozarak aksiyonun da ilerlemesini sağlarlar. Kadın hizmetkar genellikle bir tanedir ve hanımına yardım ederken erkek hizmetkarlarla kırıştırır.
Zannilerden Arlecchino en popüler olanıdır. Kurnazlık ve aptallık karışımıdır, mükemmel bir akrobat ve dansçıdır. Genellikle entrikanın merkezidir. Giysisi çok renkli, yamalı parçalardan oluşmuş sonra elmas biçimi almış kırmızı- yeşil- mavi desenlere dönmüştür. Siyah bir maske üzerine yana eğik bir külah giyer ve tahtadan bir kılıç taşır. Bazen de kılıç değil tahtadan ve aşağıdan ikiye bölünmüş bir değnek taşır. Birine vurduğu zaman keskin bir ses çıkaran bu değneğe İngilizce'de "slapstick" (şamar değneği) denmiştir. Şamarlı gürültülü komedyalara verilen adın kaynağı da buradan gelmiştir (Slapstick comedy). Her topluluğun bu kurnaz-aptal karışımı bir uşağı vardır. Bazen ismi Truffaldino ya da Trivellino olarak değişmiştir.
Arlecchino'nun en yakın arkadaşı çıkarcı, hınzır, cinsel dürtüsü çok ve bazen yalın olan Brighella'dır. İsmi çeşitli topluluklarda Scapino, Mezzetino ve Flavtino olarak değişir. Kanca biçiminde burun ve bir sakalı olan maske takar, yeşil şeritlerle süslenmiş ceket ve pantalonu vardır. Bir üçüncü uşak Pulcinella'dır. Napolili olup bazen de han sahibi ya da bir tüccardır. Kocaman karga burunlu, kambur olup sivri uçlu bir şapka giyer. İngiliz kuklası Punch'ın atasıdır. Bunun da çeşitli topluluklarda adı değişmiş ve çeşitli nitelikler kazanmıştır.
Michael Faraday
Michael Faraday, (d. 22 Eylül 1791, Newington, Surrey – ö. 25 Ağustos 1867, Londra), İngiliz kimya ve fizik bilgini.
19. yüzyılın en büyük bilim adamlarından biridir. Elektromanyetik indüklemeyi, manyetik alanın ışığın kutuplanma düzlemini döndürdüğünü buldu. Elektrolizin temel ilkelerini belirledi. Klor gazını sıvılaştırmayı başaran ilk kişidir ve elektrik motorunu icat etmiştir.
Deneysel olarak, bir maddeden geçen belli miktarda elektrik akımının, o maddenin bileşenlerinde belli miktarda bir çözülüme yol açtığını gösterdi. Bu sonuç ilk elektrik sayaçlarının üretimine olanak verir. Faraday'ın önemli katkıları arasında "amper" denilen akım biriminin kesin tanımını yapmış olması ve elektrolizde geçen "elektrot", "anot", "katot", "elektrolit", "iyon" vb. terimlerini bulması vardır.
İngiltere'nin kuzeyinden 1791 başında Newington köyüne iş aramak amacıyla gelmiş bir demirci ile bir köylünün dört çocuğundan biri olan Faraday ekonomik nedenlerle uzun süreli bir eğitim alamadı. Ailesi Sandemancılar adı verilen bir tarikatın üyesiydi. Faraday daha ziyade kendi kendine yetişmiş bir bilim adamıdır. Kilisenin pazar okulunda okuma yazma ve hesap öğrendi. Küçük yaşta gazete dağıtıcısı olarak çalışmaya başladı.
On dört yaşında bir ciltçiye çırak olarak girdi. 1813 Mart ayına kadar devam ettiği bu işte ciltlenmek üzere getirilen kitapları okuyarak bilgisini genişletmeye başladı. Bu sayede gençliğinde pek çok kitap okudu. Bilhassa fizik kitaplarını büyük bir heves ve arzuyla okuyordu. "Encyclopedia Britannica"'nın üçüncü baskısındaki elektrik maddesinden özellikle etkilendi. Eski şişeler ve hurda parçalardan yaptığı basit bir elektrostatik üreteçten yararlanarak deneyler yapmaya başladı. Gene kendi yaptığı zayıf bir Volta pilini kullanarak elektrokimya deneyleri gerçekleştirdi.
Londra'da bulunan Kraliyet Enstitüsü'nde kimyacı Sir Humphrey Davy tarafından verilen kimya konferanslarına katılma olanağı buldu. Konferanslarda tuttuğu notları ciltleyerek iş isteyen bir mektupla birlikte Davy'ye gönderdi ve 1813'te Davy'nin desteğiyle kimya asistanı oldu. Ekim 1813 ile Nisan 1815 tarihleri arasında Fransa, İtalya ve İsviçre gezisinde Davy'ye refakat etti. 1820'de Davy'nin yanından yardımcılık görevinden ayrıldı. 1825'te laboratuvar müdürlüğüne getirildi. 1833'te enstitüye ders verme mecburiyeti olmaksızın kimya profesörü olarak tayin edildi. Hayatının tümünü enstitünün çalışmalarına adadı.
1820 yıllarında fen alimleri çalışmalarına daha ziyade elektriğe ait konularda ağırlık vermişlerdi. Bunlardan en önemlileri Volta'nın elektrik pili ve Hans Christian Ørsted'in elektrik akımından üretilen manyetik mıknatıslı güç kaynağı idi. Ørsted 1820'de bir telden geçen elektrik akımının tel çevresinde bir manyetik alan oluşturduğunu bulmuştu. Fransız fizikçi Andre Marie Ampere de tel çevresinde oluşan manyetik kuvvetin dairesel olduğunu, gerçekte de tel çevresinde bir manyetik silindir oluştuğunu göstermişti. Bu durumda soyutlanmış bir manyetik kutup elde edilebilir ve akım taşıyan bir telin yakınına konursa telin çevresinde sürekli olarak bir dönme hareketi yapması gerekecekti.
Elektrik enerjisinden manyetizma üretildiğinden bu yana fen adamlarının en büyük düşüncesi, "Manyetizmadan elektrik enerjisi elde edilebilir mi?" sorusu olmuştu. Bu, fen ilimleri tarihinde en büyük mesele haline geldi. Faraday, zaman zaman bu mesele üzerinde çalıştı. Bu arada ilk ilmi keşfini de gerçekleştirmiş oldu. Bir mıknatıs etrafında, tersine karşılıklı dönebilen bir kablo sistemi geliştirdi ve böylece ilk defa elektrik enerjisi mekanik enerjiye dönüştürülmüş oldu. Bu keşif, elektrik motorlarının esası kabul edildi.
1831'de yeniden kimyadan elektriğe döndü. Bundan sonraki deneylerinin en önemlisi galvanometreye bir kablo bobini bağlayarak küçük elektrik akımlarını ölçmeye yarayan bir alet yapmasıydı. Bu kablo, bir mıknatısa değdirildiğinde galvanometrenin iğnesi hareket ediyor, kabloyu ayırdığında iğne ters yöne hareket ediyordu. Böylece Faraday manyetizmadan elektrik enerjisi elde etmenin yolunu bulmuş oldu. Mekanik enerjiyi bir mıknatıs yardımıyla elektriğe dönüştürdü. Bu, elektrik jeneratörlerinin esası oldu.
Faraday manyetik etkiyle ilgili deneyleri gerçekleştirip sonuçlarını bilim dünyasına sunarken elektriğin farklı biçimlerde ortaya çıkan türlerinin niteliği konusunda kuşkular belirmişti. Elektrikli yılan balığının ve öteki elektrikli balıkların saldığı, bir elektrostatik üretecin verdiği bir pilden ya da elektromagnetik üreteçten elde edilen elektrik akışkanları birbirinin aynı mıydı? Yoksa bunlar farklı yasalara uyan farklı akışkanlar mıydı? Faraday araştırmalarını derinleştirince iki önemli buluş gerçekleştirdi.
Elektriksel kuvvet kimyasal molekülleri, o güne değin sanıldığı gibi uzaktan etkileyerek ayrıştırmıyordu, moleküllerin ayrışması iletken bir sıvı ortamdan akım geçmesiyle ortaya çıkıyordu. Bu akım bir pilin kutuplarından gelse de ya da örneğin havaya boşalıyor olsa da, böyleydi. İkinci olarak, ayrışan madde miktarı çözeltiden geçen elektrik miktarına doğrudan bağımlıydı. Bu bulgular Faraday 'ı yeni bir elektrokimya kuramı oluşturmaya yöneltti. Buna göre elektriksel kuvvet, molekülleri bir gerilme durumuna sokuyordu.
1839'da elektriğe ilişkin yeni ve genel bir kuram geliştirdi. Elektrik madde içinde gerilmeler olmasına yol açar. Bu gerilmeler hızla ortadan kalkabiliyorsa gerilmenin art arda ve periyodik bir biçimde hızla oluşması bir dalga hareketi gibi madde içinde ilerler. Böyle maddelere iletken adı verilir. Yalıtkanlar ise parçacıklarını yerlerinden koparmak için çok yüksek değerde gerilmeler gerektiren maddelerdir.
Faraday, ayrıca mıknatıs kutupları arasında döndürdüğü bir bakır yuvarlak ile devamlı bir akım elde etmeyi de başardı. 1832 ve 1833'te elektrolizin iki temel kanununun formüllerini buldu. 1840 yılında ışık enerjisi ile elektromanyetik enerjinin birbirine çok benzer, hatta aynı olduğu kuramını geliştirdi.
Sekiz yıl boyunca aralıksız süren deneysel ve kuramsal çalışmaların sonunda 1839'da sağlığı bozulan Faraday bunu izleyen altı yıl boyunca üretici bir etkinlik gösteremedi. Araştırmalarına ancak 1845'te yeniden başlayabildi. 1855'ten sonra Faraday'ın zihinsel gücü azalmaya başladı. Ara sıra deneysel çalışmalar yaptığı oluyordu. Kraliçe Victoria bilime büyük katkılarını göz önüne alarak Faraday'a Hampton Court'ta bir ev bağışladı.
25 Ağustos 1867'de vefat etmiştir.
Avrupa Birliği
Avrupa Birliği ya da kısaca AB, yirmi sekiz üye ülkeden oluşan ve toprakları büyük ölçüde Avrupa kıtasında bulunan siyasi ve ekonomik bir örgütlenmedir. 1992 yılında, "Avrupa Birliği Antlaşması" olarak da bilinen Maastricht Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi sonucu, var olan Avrupa Ekonomik Topluluğu'na yeni görev ve sorumluluk alanları yüklenmesiyle kurulmuştur. 500 milyondan fazla nüfusuyla Avrupa Birliği, dünya ülkelerinin GSYİH’ye (nominal) göre sıralanışında nominal gayrisafi yurtiçi hasılasının %30'luk bölümünü oluşturur. (16,8 trilyon ABD$)
Avrupa Birliği, tüm üye ülkeleri bağlayan standart yasalar aracılığıyla, insan, eşya, hizmet ve sermaye dolaşımı özgürlüklerini kapsayan bir ortak pazar (tek pazar) geliştirmiştir. Birlik içinde tarım, balıkçılık ve bölgesel kalkınma politikalarından oluşan ortak bir ticaret politikası izlenir. Birliğe üye ülkelerin on d |
okuzu, Euro adıyla anılan ortak para birimini kullanmaya başlamıştır. Avrupa Birliği, üye ülkelerini Dünya Ticaret Örgütü'nde, G8 zirvelerinde ve Birleşmiş Milletler'de temsil ederek dış politikalarında da rol oynamaktadır. Birliğin yirmi sekiz üyesinden yirmi ikisi NATO'nun da üyesidir. Schengen Antlaşması uyarınca birlik üyesi ülkeler arasında pasaport kontrolünün kaldırılmasının da arasında bulunduğu pek çok adlî konu ve içişileri düzenlemelerinde Avrupa Birliği'nin payı bulunur.
Avrupa Birliği, devletlerarası ve çok uluslu bir oluşumdur. Birlik içinde kimi konularda devletlerarası anlaşma ve fikir birliği gerekir. Ancak belirli durumlarda uluslarüstü yönetim organları, üyelerin anlaşması olmaksızın da karara varabilir. Avrupa Birliği'nin bu tip haklara sahip önemli yönetim birimleri Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği Konseyi, Liderler Zirvesi, Avrupa Adalet Divanı ve Avrupa Merkez Bankası'dır. Parlamentoyu, Avrupa Birliği vatandaşları beş yılda bir oylama yöntemiyle seçerler.
Avrupa Birliği'nin temelleri 1951 yılında, altı ülkenin katılımıyla oluşturulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'na ve 1957 Roma Antlaşması'na dayanmaktadır. O dönemden bu yana, birlik yeni üyelerin katılımlarıyla boyut olarak büyümüş; var olan yetkilerine yeni görev ve sorumluluk alanları ekleyerek de gücünü arttırmıştır. Üye devletler Aralık 2007'de, birliğin bugüne dek yaptığı antlaşmalar ile yasal yapısını güncellemek ve iyileştirmek amacıyla Lizbon Antlaşması imzalanmıştır. Lizbon Antlaşması'nın onaylanma ve işleme girme sürecinin 2008 yılı içinde olması öngörülmüşse de İrlanda'da, antlaşmanın onaylanması için yapılan halk oylamasının ilk etapta olumsuz sonuçlanması kabul sürecini geciktirmiştir. Avrupa Birliği 2012 Nobel Barış Ödülü'nü almıştır.
II. Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi hava Batı Avrupa'da birlik ve beraberlik rüzgârları estirmeye başladı. Bu da pek çok kişi tarafından, Avrupa'ya büyük zararlar veren aşırı milliyetçilik düşüncelerinden bir kaçış yolu olarak görülüyordu. Bu düşüncelerle birlikte 1951 yılında, ilk başarıya ulaşan Avrupa içi iş birliği olan, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu önerisi geldi. Bu oluşumun temel amacı, başta Fransa ve Batı Almanya olmak üzere üyeleri arasında kömür ve çelik endüstrilerinin yönetimini bir araya getirmekti. Bunun yapılış nedeni, dönemin en önemli sanayi hammaddeleri olan kömür ve çelikten doğabilecek herhangi bir uyuşmazlığın önlenmesi ve buna bağlı olarak iki ülke arasındaki olası bir savaşın engellenmesidir. Bu iş birliğinin kurucuları yaptıklarını "Avrupa ittifakında ilk adım" olarak nitelediler. Topluluğun diğer kurucu üyeleri İtalya ve Benelüks ülkeleri: Belçika, Hollanda, Lüksemburg idi.
1957 yılında iki yeni topluluk daha oluşturuldu: gümrük birliği işlemlerini sağlayan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve nükleer enerji çalışmaları yürütmek için kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom). 1965 yılına gelindiğinde imzalanan Brüksel Antlaşması ile var olan 3 topluluk "Avrupa Toplulukları" ya da daha yaygın biçimiyle "Avrupa Topluluğu" (AT) adıyla tek bir çatı altında toplandı.
1973 yılında Avrupa Toplulukları Danimarka, İrlanda ve Birleşik Krallık'ı da içine alarak genişleme yoluna gitti. Bu ülkelerde katılım öncesi yapılan görüşmeler sırasında Norveç ile de masaya oturuldu ancak ülkede düzenlenen halk oylaması sonucu katılım isteği reddedilince Norveç topluluğun dışında kaldı.
Avrupa Parlamentosu'nun üyeleri arasında ilk demokratik, doğrudan seçimler 1979 yılında gerçekleştirildi. Bunlar, Avrupalılara Avrupa Parlamentosu Milletvekilleri'ni seçmeleri konusunda olanak sağlayan ve ayrıca uluslararası düzeyde yapılan ilk seçimlerdi.
Yunanistan, İspanya ve Portekiz topluluğa 1980'li yıllarda katıldılar. 1985'te imzalanan Schengen Antlaşması, üye devletlerin pek çoğu arasında sınırda pasaport kontrolü olmaksızın yolculuk edebilme olanağını sağladı. 1986'da Avrupa bayrağı kullanılmaya başlandı ve liderler Avrupa Tek Senedi'ni imzaladılar. Bununla birlikte topluluğun karar alma mekanizmasının genişlemesi, ticari işlemlerde engel ve formalitelerin azaltılması ve daha ileri bir Avrupa Politik İş Birliği kurumu oluşturulması sağlandı.
1990 yılında Berlin Duvarı'nin yıkılması ile eski Doğu Almanya, birleşmiş yeni Almanya'nın bir parçası olarak topluluğa katıldı. Doğu Avrupa'ya doğru gerçekleştirilen genişlemeyle birlikte, topluluğa katılmaya aday ülkelere uygulanmak amacıyla Kopenhag Kriterleri'nin kabul edilmesi üzerine görüş birliğine varıldı.
7 Şubat 1992 tarihinde Maastricht Antlaşması yürürlüğe sokuldu. Bu antlaşma ilk kez "Avrupa Birliği" terimini kullandı ve üç sütun adını verdiği uygulama alanlarını başlattı. Bugünkü "Avrupa Topluluğu" terimi, geçmişte "Avrupa Toplulukları"nın görev alanına giren politika ve uluslarüstü işlemleri kapsayan birinci sütuna eş düşmektedir. İkinci ve üçüncü sütunlarsa birliğin dış politikası ile içişleri ile ilgili, daha çok devletlerarası düzeyde iş birliği sunar. Günlük konuşma dilinde "Avrupa Birliği" terimi, "Avrupa Topluluğu" için de kullanılmaktadır ve birliğin birinci sütununun bir ögesi olarak "Avrupa Topluluğu" adı, öngörüldüğü tarihte yürürlüğe girecek olan Lizbon Antlaşması ile birlikte kullanımdan kalkacaktır.
Birliğe 1995 yılında, Avusturya, İsveç ve Finlandiya katıldı. 1997 tarihli Amsterdam Antlaşması, Maastricht Antlaşması'nın demokrasi ve dış politika başlıklarında iyileştirmeler yapmak için imzalandı. Amsterdam Antlaşması'nı 2001 yılında Nice Antlaşması izledi ve bu da birliğin doğu yönlü genişlemesine yeni vizyonlar kazandırmak adına Roma ve Maastricht antlaşmalarının üzerinde düzenlemeler yaptı.
2002'de on iki üye ülke Euro adlı ortak bir para birimini benimsedi. O günden bu yana, euro kullanan ülkelerin oluşturduğu euro bölgesi on dokuz ülkeye ulaştı. 2004 yılında Avrupa Birliği, çoğunluğu eski Doğu Bloku ülkelerinden olan on yeni aday ülkenin de birliğe resmen katılmalarıyla tarihindeki en büyük genişlemeyi gördü. Üç yıl sonra, Bulgaristan ve Romanya da birliğe girdi. Birliğin son genişlemesi 2013 yılında Hırvatistan'ın katılmasıyla gerçekleşti.
2004 yılında Roma'da, daha önceki tüm antlaşmaları tek bir belgede toplayacak Avrupa Birliği Anayasası hazırlanmasını öngören antlaşma imzalandı. Ancak bu anayasa taslağı, Fransa ve Hollanda'da düzenlenen halkoylamalarında alınan olumsuz sonuçlardan dolayı diğer ülkelerde uygulanmadı ve onay alma işlemi hiçbir zaman tamamlanmadı. Bu nedenle bunun yerine, 2007 yılında önceki antlaşmaları yeni bir anayasayla değiştirmektense koşullarını iyileştirmeyi öngören ve Reform Antlaşması olarak anılan Lizbon Antlaşması imzalandı. Üye ülkelerde yapılan halk oylamaları sonucu onaylanırsa, Ocak 2009'da yürürlüğe girmesi öngörülen antlaşma ilk olarak oylandığı İrlanda'da reddedilince, sürecin geleceğine ilişkin beklentiler belirsizleşti. 2 Ekim 2009 tarihinde yeniden gerçekleştirilen oylamada İrlanda halkının da olumlu görüş bildirmesiyle Lizbon Antlaşması tüm üye ülkelerce kabul görmüş oldu ve uygulama sürecine geçilmesinin önündeki tüm engeller kalkmış oldu. Anlaşma Cebelitarık ve Åland özel bölgelerinde de oylandıktan sonra bu bölgeler karşı görüş bildirseler de bu bölgelerin anlaşma hükümlerinin dışında kalması koşuluyla yürürlüğe girecektir.
Avrupa Birliği yirmi sekiz bağımsız devletten oluşur. Bunlar "üye devletler" olarak bilinen Almanya, Avusturya, Birleşik Krallık, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan'dır.
Birliğe katılmayı bekleyen 6 aday ülke vardır bunlar: Arnavutluk, İzlanda, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Türkiye'dir. İzlanda müzakereleri askıya almıştır.Bosna-Hersek ve Kosova olası resmî adaylar olarak tanımlanmıştır.
Avrupa Birliği'ne katılabilmek için bir ülke, 1993 yılında Kopenhag Liderler Zirvesi'nde tanımlanan Kopenhag Kriterleri'ni tümüyle sağlamak durumundadır. Bu ölçütler, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygı gösteren istikrarlı bir demokrasi, birlik üyeleri ile rekabet edebilecek düzeyde sağlam temelli bir ekonomi ve Avrupa Birliği yasalarını da içeren üyelik koşullarının kabul edilmesini gerektirir. Bir aday ülkenin bu ölçütlere uyup uymadığının değerlendirilmesinin yapılması konseyin görev alanıdır. Birliğin günümüzde var olan yönergeleri, 1985 yılında Grönland'ın birlikten çekilmesiyle örneği yaşanmasına karşın, üye bir ülkenin birlikten nasıl ayrılabileceğini açıkça belirtmemektedir. Ancak bu konuya, onaylanmayı bekleyen Lizbon Antlaşması'nda değinilmiştir ve bu tasarı bir ülkenin birlikten çıkmak istemesi durumunda izlenecek işlemleri içerir.
Birliğe katılmamayı yeğleyen dört Avrupa ülkesi İsviçre, İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç'ten Avrupa Birliği ile ilgili pek çok ekonomik ve yasal düzenlemeye ise kısmen de olsa katılım göstermiştir. Bu ülkelerden İzlanda, Lihtenştayn ve Norveç, Avrupa Ekonomik Alanı aracılığıyla ortak pazar düzenlemelerine katılmıştır. İsviçre de benzer iki-taraflı antlaşmalar aracılığıyla Avrupa Birliği ile ilişkiler kurmuştur. Avrupa'nın siyasal olarak tanınmış beş küçük devleti olan Andorra, Lihtenştayn, Monako, San Marino ve Vatikan ile yürütülen ilişkiler de euroyu ortak para birimi olarak kullanmaktan ve bazı diğer ekonomik iş birliği çalışmaları yapmaktan oluşur.
Avrupa Birliği'nin toprakları kıta dışına taşan ya da kıta dışında bulunan bazı topraklar dışında yirmi sekiz üye ülkenin toplam topraklarından oluşur. Avrupa Birliği'nin sınırları, Avrupa kıtasının sınırları ile eş değildir çünkü kıtanın bir parçası olmalarına karşın, İzlanda, Norveç ve İsviçre gibi ülkeler birlik içinde değildir. Bununla birlikte, bazı üye ülkelerin de topraklarının bir bölümünü oluşturan yerler; örneğin Danimarka'nın Faroe Adaları ve Birleşik Krallık'ın Manş Adaları, birliğin dışındadır. Birliğin üyelerine bağlı, coğrafi olarak Avrupa dışında kalan, Grönland, Aruba ve Hollanda Antilleri gibi pek çok bölge d |
e birliğin dışındadır. Azorlar, Kanarya Adaları, Fransız Guyanası, Guadeloupe, Madeira, Martinique, Réunion, Saint Barthélemy ve Saint Martin gibi coğrafi olarak Avrupa toprakları içinde olmayan bazı özel üye devlet toprakları ise bu durumlarına karşın birliğe dahildirler. Aynı şekilde Kıbrıs da, coğrafi olarak Avrupa'da yeralmamaktadır, ancak adanın tamamı (kuzeyi de dahil) uluslararası hukuk bakımından Avrupa Birliği toprakları içindedir.
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin toplam yüzölçümü 4.422.773 kilometrekarelik bir alan tutar. Birliğin toplam toprakları, yüzölçümü bakımından ele alındığında 6 ülkeden sonra gelmektedir. Birliğin sınırları içindeki en yüksek nokta, Alpler'de deniz seviyesinden 4807 metrelik yüsekliğiyle Batı Avrupa'nın da en yüksek noktası olan Mont Blanc'tır. Kanada'dan sonra dünyanın en uzun kıyı şeridine sahip olan Avrupa Birliği 69.347 kilometre uzunluğundaki kıyıları tarafından gerek yerşekilleri, gerek iklim özellikleri, gerekse ekonomik koşulları açısından etkilenmiştir. Üye devletler toplamda, yirmi iki birlik dışı ülkeyle kara sınırı paylaşırlar. Toplamda 12.441 kilometreyi bulan bu uzunluğuyla Avrupa Birliği'nin sınırları dünyadaki en uzun beşinci sınır olma özelliğini taşır.
Denizaşırı ülke toprakları da işin içine katıldığında Avrupa genel olarak kutup ikliminden tropikal iklime kadar geniş yelpazeye yayılan bir iklim çeşitliliği yaşar. Bu durum da Avrupa için genel bir iklimsel değerlendirme yapmayı olanaksız kılar. Nüfusun hemen hemen hepsi ya Akdeniz ikliminin (Güney Avrupa) ya okyanusal iklimin (Batı Avrupa) ya da kuzey iklimine geçiş öncesi karasal iklimin egemen olduğu bölgelerde (Kuzey Avrupa) yaşar.
Avrupa Birliği'nin bugünkü yapısı birtakım antlaşmalar dizisi üzerine kuruludur. Bu antlaşmalar yeni eklentiler ve var olan şerhlerde iyileştirmeler yapılarak pek çok kez güncellenmiştir. Antlaşmalar, birliğin politik amaçlarını tanımlar ve yasal güçler ile amacına ulaşabilmek için kurumlar geliştirir. Yapılan antlaşmalar birliğe üye devletleri ve yurttaşlarını doğrudan etkiler ve bu da birlik lügatinde "doğrudan etki" terimiyle tanımlanır. Üye ülkeler, üyelik koşullarından biri olarak, ulusal mahkemelerinde Avrupa Birliği antlaşmaları ışığında Avrupa Birliği hukukuna göre hareket eder. Herhangi bir ülkede Avrupa Birliği hukukunda bulunan bir yasa var olan ulusal yasalarla çelişirse Avrupa Birliği yasalarının uygulanması beklenir. Avrupa Birliği tüzüğünü uygulayan kararlar ulusal mahkemelerce Avrupa Adalet Divanı uygulamaları olarak adlandırılır. Avrupa Birliği, başta Avrupa Birliği Konseyi, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu olmak üzere çeşitli kurumlarca yönetilir.
Çoğu zaman Avrupa Birliği, her birine "sütun" adı verilen görev alanlarına bölünmüş olarak tanımlanır. Avrupa Toplulukları yönergeleri birinci sütunu oluştururken, ikinci sütun ortak dışişleri ve güvenlik politikasını ele alır. Üçüncü sütunda ilk olarak adalet ve içişleri konuları ele alınmışsa da Amsterdam ve Nice antlaşmalarında yapılan değişiklik ve eklentilerle bu sütünun görev alanı günümüzde yalnızca güvenlik güçleri ve adalet alanında iş birliğini kapsar. Bu bağlamda, ikinci ve üçüncü sütunlar devletler arasındaki işlemler olarak tanımlanabilir çünkü Komisyon, Parlamento ve Adalet Divanı gibi uluslarüstü kurumlar bu işlemlerde ya hiç rol oynamazlar ya da konuya çok az dâhil olurlar. Avrupa Birliği'nin yürüttüğü etkinliklerin çoğu birinci sütun çatısı altında gerçekleştirilir. Bu etkinlikler çoğunlukla ekonomik merkezlidir ve uluslarüstü kurumlar bu sütunun konularında daha etkilidir.
Avrupa Komisyonu: Parlamentoya ve Konseye yeni mevzuat için öneriler sunarak yasama sürecini başlatır. Ayrıca Birliğin yürütme organıdır. AB politikalarını uygular ve bütçeyi yönetir. Avrupa Komisyonu, her üye devletten bir kişinin yer aldığı 28 üyeden oluşur. Bu kişilere “komiser” adı verilir. Komiserlerin görev süresi 5 yıldır ve bu süre yenilenebilir.
Avrupa Birliği Zirvesi komisyon başkanını belirler ataması ve komisyon kabinesinin geçerli olabilmesi için de Avrupa Parlamentosunun onayı gerekir. Komisyon, görev süresi boyunca üye devlet hükümetlerince görevden alınamaz. Avrupa Parlamentosunun da komiserleri tek tek görevden alma yetkisi bulunmamakla birlikte, güvensizlik oyu ile Komisyonu heyet halinde görevden alması mümkündür. Komisyonun merkezi Brüksel’de bulunur.
Avrupa Parlamentosu: Üyeleri Avrupa Birliği vatandaşları tarafından beş yılda bir yapılan seçimlerle belirlenir. Son Parlamento seçimi 2009 yılında yapılmıştır. Parlamento, bugün için Avrupa Birliği’ne üye 27 devletin toplamda 736 temsilcisinden oluşuyor. Bu rakam, 2014 seçimleri sonrası 750 üye ve bir Başkanı içerecek şekilde 751 olarak belirlendi. Hangi üye devletin kaç parlamenter ile temsil edileceği üye devletlerin nüfuslarına göre tespit edilir. Parlamento Genel Kurulu Strazburg’da, Parlamento’nun siyasi grupları ve komiteleri Brüksel’de toplanır. Sekretaryası ise Lüksemburg’dadır.
Avrupa Parlamentosu, Konsey ile birlikte yasama yetkisini paylaşır. Avrupa Birliği bütçesini Konsey ile birlikte yapan Avrupa Parlamentosu’nun diğer Avrupa Birliği kurumları üzerinde siyasi denetim yetkisi vardır. Parlamento Komisyon’a sözlü ve yazılı soru sorabilir, soruşturma komiteleri kurabilir, şikayet dilekçesi kabul edebilir, Komisyonu güvensizlik oyuyla ve 2/3 çoğunlukla heyet halinde istifaya zorlayabilir. Komisyon Başkanı’nın ve heyet halinde Komisyon’un göreve atanmasında da güvenoyu aranır.
Avrupa Birliği Konseyi: Üye devletlerin hükümetlerinde görev yapan bakanlardan oluşan bir organdır. Konsey başkanlığı 6 aylık dönemlerle 3 üye devlet arasında 18 aylık süre için el değiştirir. Yasal düzenlemeleri kabul etme yetkisini Avrupa Parlamentosu ile paylaşan Konsey, yine Avrupa Parlamentosu ile birlikte bütçeyi onaylar.
Konseyin karar alma mekanizması Lizbon Antlaşması ile esas nitelikli çoğunluk olarak düzenlenmiş; oybirliği ve basit oy çokluğunun istisna niteliği taşıdığı ortaya konmuştur.
Nitelikli çoğunluk yöntemine göre karar alınabilmesi için toplamı 345 olan oyların 255'inin olumlu olması gerektiği gibi üye devletlerin yarıdan fazlasının da olumlu görüş bildirmesi gerekir. Lizbon Antlaşması ile getirilen nitelikli çoğunluğa ilişkin yöntemin uygulanması 2014 yılına kadar ertelendi. 2017 yılına kadarki dönem için de bir geçiş süreci öngörüldü. Dolayısıyla 1 Kasım 2014 tarihine kadar olan sürede ağırlıklı oy esasına dayanan sistem uygulanacak. 1 Kasım 2014'ten itibaren ise, nitelikli çoğunluk yöntemiyle bir kararın alınabilmesi için, olumlu oyların üye devletlerin % 55'ini, Birlik toplam nüfusunun % 65'ini temsil etmesi ve en az 15 üye devletten gelmesi gerekmekte. Bloke edici azınlık ise, nüfus esası dikkate alınmak suretiyle en az 4 üye devlet olarak belirlendi.
Avrupa Birliği'nde en yüksek dereceli politik liderleri bir araya getiren kurum, bir başkan ve her üye ülkeden bir temsilciden oluşan Liderler Zirvesi'dir. Üye ülkeler, Zirve'ye göndermek üzere ya devlet başkanlarını (cumhurbaşkanı gibi) ya da hükûmet başkanlarını (başbakan gibi) seçerler. Liderler zirvesi her yıl en az azından dört zirve düzenler ve bu zirvelere dönüşümlü olarak Avrupa Birliği Konseyi başkanlığı görevini yürüten ülkenin temsilcisi başkanlık eder. İngilizcede "European Council" adıyla anılan Avrupa Zirvesi, insan hakları, eğitim ve kültür alanında hizmet veren ve "tüm Avrupa devletlerine açık olan" Avrupa Konseyi - "Council of Europe" ile karıştırılmamalıdır.
Yapılan antlaşmalar Avrupa Birliği hukukunun temel ögeleri olmasına karşın, birlik kurumları için hazırlanmış birtakım düzenlemeler de vardır. Bu düzenlemelerin üç ana bölümü: Topluluk tüzükleri, Yönergeler ve Kararlar'dır. Bu üç bölüm arasında resmî bir hiyerarşi bulunmamaktadır.
Topluluk tüzükleri, yürürlüğe girdikleri andan itibaren birliğe üye tüm ülkelerde uygulama önsüresi tanınmadan derhâl yasa hâline gelen düzenlemelerdir. Avrupa Birliği'nde "doğrudan etki" düzenlemesi uygulandığından, yürürlüğe girdikleri andan başlayarak söz konusu ülkelerdeki öncel yasaları geçersiz kılarlar.
Yönergeler, nasıl ve hangi yollarla çözümleyeceklerinin takdirini üye devletlere bırakarak, ülkelerin belirli bir zaman dilimi içerisinde belirli bir sonucu elde etmesini gerekli kılar. Bu takdirin kullanılması genellikle, yasal düzenlemelerin ayrıntıları ulusal hükûmetlere bırakıldığı zaman tercih edilir. Önceden koyulan süre dolduğunda yönergenin hükümleri "doğrudan etki" uygulamasıyla birlikte yerel hükûmetlerin hukukuna girebilir.
Kararlar yukarıda belirtilen iki yasama modeline alternatif bir yol sunabilir. Liderler Zirvesi ya da Avrupa Komisyonu resmî gazetede herhangi bir tüccar ya da şirket gibi belirli bir alıcıya yönelik kararlar yayınlayabilir. Bu kararlar genellikle Avrupa Birliği rekabet hukuku içinde ya da devlet yardımı yönetmeliklerinde bulunabilir ve Avrupa Birliği mahkemelerinden önce bu ilgililer kararlara karşı çıkabilirler.
Avrupa Birliği'nin hukukî sistemi yukarıdaki yönetmelikleri kapsayan birçok yasal prosedürden oluşur. Birliğin yaptığı antlaşmalar tüm yasama organ ve işlemleri için temel teşkil eder ve değişik alanlarda yasa çıkarmak için çeşitli yollar ortaya koyar. Avrupa Birliği'nin yasama prosedürlerinin bir önemli özelliği de üye devletlerden biri ya da parlamento üyelerinden ziyade neredeyse her zaman Avrupa Komisyonu tarafından teklif edilebilir olmasıdır. Diğer iki önemli unsur ise Avrupa Parlamentosu'na hazırlanan bir yasa tasarısını veto edebilme hakkını veren "ortak karar mekanizması" ve parlamentonun birlik lidelerine bağlayıcılığı bulunmayan öneri ve eleştirilerde bulunabilmesidir. Birçok durumda yasa tasarılarının Zirve'de onaylanması gerekir.
Avrupa Birliği'nin adlî bölümü Avrupa Adalet Divanı ve Lizbon Antlaşması uyarınca adının "Genel Mahkeme" olarak değiştirilmesi öngörülen Avrupa Toplulukları İlk Derece Mahkemesi'nden oluşur. Bu iki kurum birlikte, imzalanan antlaşmalar ile Avrupa Birliği hukukunu değerlendirir ve uygular. İlk Derece Mahkemesi, Avrupa Birliği'nin diğer mahkemelerinden ön |
ce genel olarak doğrudan bireyler ya da şirketler tarafından açılan davalara bakar. Avrupa Adalet Divanı ise üye ülkeler ile ya da Avrupa Birliği kurumlarıyla ilgili davalarla ve üye ülke mahkemelerinin bir üst kuruma sevk ettiği uyuşmazlıklarla uğraşır. İlk Derece mahkemelerinde alınan kararlar için bazı yasalar doğrultusunda Adalet Divanı'na başvurulabilir ve temyiz istenilebilir.
Üye devletlerin yerel mahkemeleri, Avrupa Birliği hukukunun birincil uygulayıcıları olarak birlik içinde önemli bir rol oynarlar. Yapılan antlaşmalar ışığında, Avrupa Birliği ve ulusal mahkemeler arasında bir iş birliği ilişkisi yatar. Yerel mahkemeler iç konularda Avrupa Birliği hukukunu uygulayabilirler ve bir yasanın yorumlanması konusunda açıklamaya gereksinim duyarlarsa Adalet Divanı'ndan bir önduruşma tarihi isteyebilirler.
Avrupa Birliği'nin en çok ilgilendiği iki konu Avrupa entegrasyonu ve Avrupa Birliği'nin genişlemesi sürecidir. Birliğe yeni ülkelerin katılması olgusu birlik içinde ve üye ülkelerde çok sık biçimde politik malzeme durumuna gelmiştir. Bu sürecin destekçileri yeni üye katılımlarının, birliğe giren ülkelerde demokrasinin gelişimine katkıda bulunduğunu savunmanın yanı sıra büyümenin ekonomiye katkılarını da ele alırlar. Büyüme karşıtlarıysa Avrupa Birliği'nin politik ve/veya kültürel bakımdan kaldırabileceğinden daha öte sınırlara ulaşmasının birliğe zarar vereceğinden kaygı duyarlar. 2004 yılında birliğe on yeni ülkenin katılmasından bu yana, Avrupa toplumunun ve bununla ilintili olarak parti görüşlerinin ise bu konuya yaklaşımları daha çekimser olmuştur. Bu konuda en büyük çekinceler Türkiye'nin birliğe dâhil olması konusundadır.
Entegrasyon, Avrupa Birliği'nin önem verdiği fakat zaman zaman ulusal düşüncelerin Avrupa Birliği'ninkilerle çeliştiği bir başka politik konudur. Üye ve aday ülkeler arasındaki uyumu arttırmak amacı güden entegrasyon süreci, Avrupa Birliği'nin işlevlerinden kuşku duyan kişileri, ulusal benliklerini yitirme konusunda kaygılandırmaktadır. 2004 yılında ortak bir Avrupa Birliği anayasası oluşturma önerileri üye devlet başkanları arasında kabul edilmiş, ancak başlangıç olarak üye iki ülkede yapılan referandumlar sonucu reddedilince hiçbir zaman yürürlüğe girememiştir. Ekim 2007'de son biçimi verilen ve üye ülkelerde referanduma sunulan Lizbon Antlaşması, yürürlüğe girmemiş olan bu anayasa taslağı içindeki pek çok şerhi kapsar ancak anayasal bağlayıcılıktan yoksundur.
Lizbon Antlaşması'nın 2009 yılı içinde tüm üye ülkelerde kabul edilmesinin ardından, yakın gelecekte resmen yürürlüğe girmesi beklenmektedir. Eğer üye ülkeler içinde onaylanırsa Konsey'de oylama yöntemlerine değişiklik getirecek ve çoğunluk oylaması sistemine geçilecektir. Antlaşma ayrıca Avrupa Birliği'nin üç sütun sistemini de feshetmeyi öngörmektedir. Onaylamayla birlikte, birçok dış politika konusu da birlik içinde uluslarüstü kurumlara tabi olacaktır.
Avrupa Birliği'nin içişleri ve adalet alanında sahip olduğu yetkilerin büyük bölümü 1985 yılında on üye devletin altısının arasında sınır kontrollerinin yavaş yavaş azaltılmasını öngören Schengen Antlaşması'ndan gelmektedir. Schengen Antlaşması'nı uygulayabilmek için katılımcı ülkeler azaltılmış sınır kontrollerinin etkilerinin karşılanması, sığınma hakkı sorunları, dışarıdan göç ve ceza hukuku gibi konuları içeren önlemler almışlardır. Maastricht Antlaşması, Schengen müktesebatını Avrupa Birliği'ne aktarmıştır. (Özgün antlaşmanın IV. maddesi)
Maastricht Antlaşması, Avrupa Birliği'ne sözleşme hukuku ve aile hukuku gibi konularda ortak sivil kurallar yükleyerek vatandaşların hareket özgürlüğünü kolaylaştırmıştır. Maastricht Antlaşması ayrıca birliğe üye ülkelerin vatandaşlarına tümler olarak bir de Avrupa Birliği vatandaşlığı kimliği vermiştir.
Bu antlaşmları iyileştirmek için toplanan Amsterdam Antlaşması ise bir "Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı" yaratarak Avrupa Birliği'ne yeni hedefler yüklemiştir. Antlaşma ayrıca adalet ve içişleri alanında yasa çıkartmayı daha kolay hâle getirirken, üye ülkelerinse bu yasa tasarılarını veto etmesini daha güç hâle getirdi. Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri bazı konularda üye devletlerin ortak karara varması koşuluna bağlanarak daha da arttırıldı. Son mevzuat Avrupa tutuklama emri konusunu ve aile hukuku yönergelerini de kapsamaktadır.
Avrupa Birliği, adalet ve içişleri konusundaki eylemlerini bir düzene koyabilmek amacıyla bazı kurumlar oluşturmuştur. Bunlardan, Europol polis güçleri arasında iş birliğini, Eurojust, ceza hukuku alanında yargısal işbirliğini Frontex ise sınır kontrolleri sırasında yetkililer arasında iş birliğini öngörür. Avrupa Birliği ayrıca Schengen Bilgi Sistemi aracılığıyla polis ve göçmen büroları için ortak bir veritabanı sunar.
Avrupa Birliği insan haklarının korunması konusunda etkin bir görev üstlenmiştir. Cinsiyet ve ırk ayrımcılığına karşı antlaşmalarında ve kararlarında yayınladığı yasaklar köklü bir geçmişse sahiptir. Amsterdam Antlaşması da, ırk, din, bedensel engel ve cinsiyet bakımından insanlara ayrımcılık yapılmasını yasaklayarak bu kararları bütünlemiştir. Bu yetkileri kullanarak Avrupa Birliği, mevzuatında işyerinde cinsiyet ayrımcılığı, ırk ayrımcılığı ve yaş ayrımcılığına karşı düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Avrupa Birliği'ne üye tüm ülkeler hangi suça karşı olursa olsun idam cezasını kaldırmıştır ve bunun tüm dünyada kaldırılmasını sağlamak amacıyla yapılan çalışmalara destek vermektedir.
1950 yılında çıkartılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni imzalamış olmak Avrupa Birliği üyesi olabilmek için temel koşullardandır ancak bu antlaşma Avrupa Birliği kurumlarını kapsamamaktadır. Avrupa Birliği bir antlaşma ya da tüzük değişikliği olmadan bu sözleşmenin altına imza koyamadığından, kendisi Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi adı altında bir tüzük oluşturmuştur. Bu bildirge yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin maddeleri kapsamakla kalmaz, ayrıca kendi antlaşmalarında önceden kabul ettiği hükümlerle Birleşmiş Milletler kararlarını da içine alır. Bu hüküm ve kararlar ekonomik ve politik haklardan, "iyi yönetim" ve "temiz çevre hakkı" gibi üçüncü kuşak haklara kadar geniş bir yelpazeye yayılan toplumsal hakları içerir. Temel Haklar Bildirgesi, 2000 yılında yayınlanmasına karşın hâlâ yasal bir bağlayıcılığı yoktur. Reform antlaşması olarak anılan Lizbon Antlaşması uyarınca bu bildirge Avrupa Birliği için bağlayıcı duruma gelecek ve Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne dâhil olabilecektir. Böylece birlik, şu an kendisinden tümüyle bağımsız olan ve Avrupa'da insan hakları konusunda en yetkin kurum olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına tabi olacak ve bu mahkeme birliğin mevcut tüm adalet birimlerinden yüksek duruma geçecektir.
Ancak Avrupa Birliği, buna katılmadan bile Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karar ve tüzüklerinin birbirlerininkiyle çelişmemesine önem verir. Bu nedenle, Adalet Divanı'nın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni zaten mevzuatının bir parçası olarak uygulamakta olduğu söylenebilir.
Avrupa Birliği'nin dış ilişkileri büyük ölçüde Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası'nın ışığında yürütülür. Uluslararası ticaret görüşmelerinde iş birliği esası ortak bir ticaret politikası çerçevesinde birliğin Kömür ve Çelik Topluluğu olarak temellerinin atıldığı 1957 yılında dayanır. Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası'nın ise temelleri 1970 yılında oluşturulan Avrupa Politik İş Birliği kararlarında atılmıştır. Avrupa Politik İş Birliği oluşumu üye ülkeler arasında ortak dış politikalar geliştirilmesi için kurulmuş gayriresmî bir birim olmuştur. Avrupa Tek Senedi tarafından Avrupa Ekonomik Topluluğu'na sunulmuş ve hemen ardından Maastricht Antlaşması'nda adı "Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası" olarak değiştirilmiştir.
Maastricht Antlaşması, Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası'na hem Avrupa Birliği'nin kendi ilgi alanlarını hem de uluslararası topluluğun çıkarlarını gözetmesi amacını yükler. Bu amaç, uluslararası iş birliğini desteklemek, insan haklarına saygı duymak ve bunları geliştirmek, demokrasi ve hukukun üstünlüğünden ödün vermemek gibi ilkeleri kapsar.
Amsterdam Antlaşması'nda, Avrupa Birliği'nin dış politikalarını yürütülmesi için şu an Javier Solana tarafından yürütülen bir başkanlık görevi oluşturulmuştur. Bu yüksek temsilci, mevcut Avrupa Birliği Konseyi başkanlığı göreviyle birlikte, Avrupa Birliği adına dış politikalara ilişkin konularda demeç verebilir ve iki üye ülke arasında oluşabilecek herhangi bir belirsiz politik durumu açıklığa kavuşturabilir. Ortak dış politikanın kabul edilebilmesi ve belirli bir yönergenin izlenebilmesi için yirmi yedi üyenin de görüş birliğine varıp, onay vermesi gerekir. Ortak dış politika yönteminde, oybirliğine varma zorunluluğu, Irak Savaşı konusunun tartışıldığı görüşmelerde olduğu gibi zaman zaman anlaşmazlıklara neden olmaktadır.
Avrupa Birliği'nin uluslararası etkisi, dış politikasının yanı sıra genişleme süreci sayesinde de hissedilmektedir. Avrupa Birliği üyesi olmanın getirdiği görünürdeki yararlar, politik ya da ekonomik konularda Avrupa Birliği'ne katılım koşulu olan kriterleri yerine getirmek isteyen ülkeler için özendirici bir etmen olmaktadır. Bu koşullar ayrıca, Doğu Avrupa'nın eski komünist hükûmetlerinin etkilerinin kaldırılmasında önemli rol oynar. Birliğin dış ülkelerin içişlerinde böylesi bir etkiye sahip olunması "yumuşak güç" olarak tanımlanmaktadır. Finlandiya Başbakanı, Finlandiya'nın artık fiilen tarafız bir devlet olmayışının nedeninin Avrupa Birliği dış politikası olduğunu vurgulamıştır. Bu görüşün diğer birlik üyesi ülke başkanlarınca da paylaşılıp paylaşılmadığı bilinmemektedir.
Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası başkanının yanı sıra, Avrupa Komisyonu da uluslararası düzeyde görüşmelere kendi temsilcisini gönderir. Birleşmiş Milletler içinde Avrupa Birliği yardım gibi konularda yaptığı büyük katkılardan dolayı büyük önem kazanmıştır. (Alt başlıklara bakınız) G8 zirvelerinde, Avrupa Birliği üyelik haklarına sahiptir ve toplantıları yönetmek, topl |
antlara ev sahipliği yapmak gibi görevlerin yanında, toplantılarda Avrupa Komisyonu başkanı ve dönem başkanı ülke temsilcisi tarafından da temsil edilir. Birliğin yirmi yedi üyesinin de temsil edildiği Dünya Ticaret Örgütü'nde, Avrupa Birliği de resmî olarak Avrupa Komisyonu'nun dışticaretten sorumlu üyesi tarafından temsil edilir.
Avrupa Topluluğu İnsanî Yardım Bürosu ya da kısaca ECHO, Avrupa Birliği'nden gelişmekte olan ülkelere insanî yardım sağlar. 2006 yılında büronun bütçesi 671 milyon Euroya ulaşmış ve bunun %48'lik bölümü AKP ülkeleri olarak da anılan Afrika, Karayip ve Pasifik Ülkeleri'ne gitmiştir. Avrupa Birliği'nin kendisinin ve üye ülkelerinin yaptığı yardımlar toplandığında, Avrupa Birliği dünyadaki en büyük bağışçı durumuna gelmektedir.
Avrupa Birliği'nin insanî yardımları geçmişte, bu yardımların yetersiz, amacından sapmış ve daha çok birliğin ekonomik çıkarlarına hizmet etmekte olduğu gibi gerekçelerle sık sık kimi kesimlerin eleştirilerine konu olmuştur. Buna ek olarak, bazı yardım kuruluşları Avrupa devletlerinin yardım için harcadığı para miktarının, borç hafifletmelerinin, yabancı öğrenci ve sığınmacı giderlerinin de dâhil edilerek yüksek gösterildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu harcamalar çıkarılıp, indirgenmiş rakamlar ışığında Avrupa Birliği 2006 yılında ulaşmak istediği yardım hedefini gerçekleştirememiştir. 2005 yılında ise Avrupa Birliği'nin yardım meblağı gayri safi millî hasılasının %0.34'ü olmuş ve bu rakamlar ile Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya'nın önüne geçilmiştir. Avrupa Komisyonu'nun insanî yardımdan sorumlu başkanı olan Louis Michel bu yardımların daha hızlı, daha etkili ve insanî ilkelere daha uygun biçimde yapılmasının gerekliliğini vurgulamıştır.
Avrupa Birliği'nin üyeleri kendi ülke topraklarının korunmasından kendileri sorumludur. Avrupa Birliği'nin yirmi sekiz üyesinin yirmi ikisi NATO üyesidir. Batı Avrupa Birliği (BAB), Avrupa Birliği'ne bağlı bir güvenlik ve savunma birimidir. Avrupa Birliği ile Batı Avrupa Birliği ilişkileri, 1992 yılında Avrupa Birliği'nin karşı tarafa yüklediği ve Petersberg Görevleri olarak da bilinen koşullarla belirlenmiştir. Bunlar arasında kriz yönetimi ve barış gücü askerliği gibi insanî yardım görevleri de bulunur. Bu görevler, daha sonra Amsterdam Antlaşması ile Batı Avrupa Birliği'nden Avrupa Birliği'ne geçmiştir. Bunun gerektirdiği sorumluluklar Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın birer parçası olarak uygulanmaya başlanmıştır. Batı Avrupa Birliği'nin ana unsurları Avrupa Birliği politikalarına eklenmiş ve Batı Avrupa Birliği başkanı, Dışişleri ve Güvenlik politikasının yüksek temsilcisi konumuna getirilmiştir.
1999 Kosova Savaşı'nın ardından, Liderler Zirvesi'nde birliğin, uluslararası kriz ve bunalımlarda NATO'nun hareketlerine ters düşmeksizin, önemli askerî kuvvetlerce desteklenecek, ne zaman ve hangi koşullarda kullanılacağına birliğin karar vereceği özerk bir güvenlik birimine sahip olması gereği konusunda görüş birliğine varılmıştır. Bu nedenle, başta Helsinki Zirvesi kararları olmak üzere Avrupa Birliği'nin askerî alanda yeterliğini arttırmak için birçok adım atılmıştır. Büyük tartışmalar sonrasında, her biri an azından 1.500 kişilik birimlerden oluşan Avrupa Birliği savaş gruplarının kurulmasını öngören karar bu konuda atılmış en somut adım olmuştur. Avrupa Birliği askerî birimleri, Afrika'dan eski Yugoslavya ve Orta Doğu'ya kadar pek çok bölgede barış gücü hizmetine katılmışlardır. Avrupa Birliği etkinlikleri, Avrupa Birliği Askerî Personeli, Avrupa Birliği Uydu Merkezi ve Avrupa Savunma Ajansı gibi kurumlarca desteklenir.
Kuruluşundan bu yana, Avrupa Birliği tüm üyeleri arasında ekonomik bir ortak pazar geliştirmiştir. 2015 yılı itibarıyla, euro bölgesi denen alan içinde birliğin on dokuz üyesi Euro adlı ortak para birimini kullanmaktadır. Tek bir ekonomi olarak düşünüldüğünde Avrupa Birliği, 16,8 trilyon dolarlık gayrisafi yurt içi hasılasıyla dünya toplamının %31'lik bölümünü oluşturur. Bu Avrupa Birliği'ni dünyanın nominal gayri safi yurtiçi hasıla sırasında birinci, GYSİH bazlı satın alım gücü paritesi sırası içinde de ikinci büyük ticaret bloku yapar. Avrupa Birliği ayrıca, dünyadaki en büyük ihracatçı oluşum ikinci en büyük ithalatçı, ve Hindistan ile Çin gibi ülkelerin en büyük ticaret ortağıdır. Gelirlerine göre ölçülen dünyanın en büyük 500 kurumundan 163'ünün genel merkezleri Avrupa Birliği sınırları içinde yer almaktadır. Mayıs 2007 itibarıyla Avrupa Birliği içinde işsizlik oranı %7 olarak ölçülürken yatırımlar gayri safi yurtiçi hasılanın %21.4'ü, enflasyon oranı %2.2 ve kamu kesimi açığı %-0.9 olarak belirlenmiştir.
Roma Antlaşması'yla birlikte ilk olarak Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruldu. Bu antlaşma katılımcı ülkeler arasında gümrük birliğinin oluşturulmasıyla başlayarak, ortak pazar uygulamasının geliştirilmesinin ana hatlarını çizdi. Bu topluluk Avrupa Topluluğu adıyla anılmaya başlandı ve bugün hâlâ Avrupa Birliği çatısı altında işleyen bir kurum olarak ortak pazar uygulamasının düzenlenmesi konusunda görev aldı. Avrupa Topluluğu'nun bir başka amacı da üye ülkeler arasında insan, eşya, hizmet ve sermaye dolaşımı özgürlüklerini güvence altına almaktır.
Eşyanın serbest dolaşımı ilkesi, her türlü malın bütün birlik ülkeleri arasında herhangi bir engelle karşılaşmadan kolaylıkla dolaşabilmesini güvence altına alır. Bu dolaşım özgürlüğünün hem iç hem de dış boyutu vardır. Birlik içinde mallar, ülkelerarası gümrük işlemlerine uğramadan, ithalat sınırlaması görmeden, ayrım gözeten vergi ve önlemler olmadan dolaşabilmelidir. Birlik dışı olarak ise, birliğe üye olmayan ülkelerden alınan mallar Ortak Gümrük Tarifesi ücretini ödedikten sonra yine birlik içinde serbestçe dolaşabilirler.
Anaparanın serbest dolaşımı ilkesi, gayrimenkul alımsatımı, ülkelerarası hisse paylaşımları gibi yatırımlara olanak sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Ortak ekonomi ve para birimi uygulamasına geçilene dek sermaye gelişimi işlemleri oldukça yavaş olmuştur.
İnsanların serbest dolaşımı ilkesi, Avrupa Birliği vatandaşlarının diğer üye ülkeler arasında oturmak, çalışmak, okumak, gezmek ya da emekli olabilmek için özgürce yolculuk edebilmesine olanak sağlar. Bu ilkenin geliştirilebilmesi için birçok formalitenin azaltılması ve diğer ülkelerden gelen kişilerin meslekî ehliyetlerinin tanınması gerekmiştir. Eskiden, ekonomik olarak daha etkin olan ülkelere, olmayanlardan daha çok özgürlük tanınmıştır. Ekonomik bakımdan daha az etkin olanlara da haklar tanınması ilk olarak 1999 yılında Avrupa Birliği vatandaşlığı kavramının ortaya atılmasıyla olmuştur. İnsanların serbest dolaşımının ölçüsünün arttırılmasının yanı sıra, bu ilke birlik vatandaşlarına kimi sosyal ve politik haklar da verir.
Hizmetlerin ve şirketlerin serbest dolaşımı ilkesi kendi işini yürüten kimselerin üye ülkeler arasında vatandaşlara geçici ya da sürekli hizmet sunmak amacıyla herhangi bir engele takılmaksızın hareket edebilmesini öngörür. Bu hizmetler, Avrupa Birliği gayri safi yurtiçi hasılasının %60'ı ila %70'ini oluşturur. Pazarın bu alanını daha da özgürleştirmeyi amaçlayan Bolkestein Direktifi yakın geçmişte kabul edilmiştir. Buna göre hizmet alanı işlemleri, eğer başka bir serbesti uygulanmamaktaysa, kalıcı özelliktedir.
Bu özelliklerin hiçbiri tümüyle sınırsız ve kesin değildir. Üye ülkeler isterlerse, antlaşmalarca öngörülen belirli özgürlük alanlarında kısıtlamalarda bulunabilir ya da daha özel durumlarda Avrupa mahkemelerinin konuya ilişkin hükümlerinden yararlanabilirler. Örneğin, antlaşmalar herhangi bir üye ülkeye, toplumsal politika ya da güvenliğine ters düşmesi durumunda bu özgürlük alanlarını kaldırabilme hak ve yetkisini verir. Bu konuda topluluk tarafından önceden belirlenmiş hükümlerin yokluğunda, yapılacaklara üye ülkeler kendi içinde karar verir. Bu durumda, Avrupa Birliği mahkemeleri üye ülkenin kararının, birliğin iç tüzüğüne aykırı olup olmadığı konusunda hakemlik yapar. Avrupa Birliği üyeleri arasındaki serbest dolaşım kavramı, Avrupa Ekonomik Alanı üzerinden birliğe üye olmayan İzlanda, Norveç ve Lihtenştayn gibi ülkelere de uygulanmıştır. Avrupa Birliği içindeki ticaretin yaklaşık yarısı yine birlik tarafından uyarlanan kural ve yasalar altında gerçekleşmektedir.
Avrupa Birliği'nde para birliği 1969 yılından beri gerçekleştirilmeye çalışılan resmî bir hedef olmuştur ve 1990 yılında Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği'nde bunun için ilk çalışmalar başlatılmıştır. Dokuz yıl sonra, 1999'da birliğin o zamanki on beş üyesinin, on birinin euroyu ortak para birimi olarak kabul etmesiyle eski ulusal para birimleri de bir süre kullanımda kalmış ancak kur farkları euroya göre ayarlanmıştır. 1 Ocak 2002'de bu kez on iki ülkede eski ulusal para birimleri tedavülden kalkmış ve euro kullanılan tek ortak para olmuştur. Slovenya 1 Ocak 2007'de, Malta ve Kıbrıs 1 Ocak 2008'de, Slovakya 1 Ocak 2009'da, Estonya 1 Ocak 2011'de, Letonya 1 Ocak 2014'te ve Litvanya 1 Ocak 2015'te euro kullanmaya başlamış ve böylece euroyu resmî para birimi olarak kullanan ülke sayısı on dokuza çıkmıştır. Birleşik Krallık ve Danimarka dışında tüm ülkeler üyelik koşulu euroyu ortak para olarak kullanmayı kabul etmişlerdir. Kalan ülkelerin euroyu kullanmaya ne zaman geçeceği ekonomik durumlar görüşüldüğünde karara bağlanacaktır. Ancak, bu ülkelerde euroya geçişle ilgili kamuoyu görüşleri Danimarka ve Romanya dışında olumsuz yöndedir. Karadağ ve Kosova gibi bazı ülkeler de gayriresmî olarak euroyu para birimi olarak kullanmaktadır.
Euro ile ilgili işlemler ve euroyu para birimi olarak kullanan ülkelerin para politikaları Avrupa Merkez Bankası'nca düzenlenmektedir. Avrupa Birliği içinde kullanılan 10 başka para birimi daha vardır.
Euro, Avrupa Birliği vatandaşlarının ve malların özgürce yolculuk etmesini ve dolaşmasını kolaylaştırmak, kur farkı gibi soruları ortadan kaldırmak, fiyat şeffaflığı oluşturmak, tek bir ortak finansal pazar yaratmak, fiyat istikrarı sağlamak, düşük faiz oranı ve tek bir ortak para birimiyle uluslararası |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.